25 Ekim 2021 Pazartesi

Özelleştirme: İlkel sermaye birikimi - Oğuz Oyan + Korkut Boratav ile sermayenin özelleştirme saldırısı üzerine (Dayanışma Formu/SOL)

 


Özelleştirme: İlkel sermaye birikimi - Oğuz Oyan 

'İktidarın ideolojik saldırılarına bilimsel ve ideolojik yanıtların verilmesinde hiç duraksanmaması gerekiyor. Özelleştirilen KİT'lerin yeniden kamulaştırılmasını da gündemden düşürmemek gerekiyor.'

Kamu kaynaklarının yağmalanması ne kadar büyük çaplı, ne kadar yaygın olursa ve ne kadar uzun süredir sistemin damarlarına işlemişse, bu yağmadan pay kapmak için üşüşenlerin sayısı da o kadar çok olacaktır. Talan ekonomisinin yol ve yöntemleri muhtemelen saymakla tüketilemez; çünkü bu ekonominin baş aktörlerinin eşsiz yaratıcılıkları sınır tanımıyor.

Ama nasıl ki yağmadan büyük paylar kapanların sayısı, sistemin doğası gereği, sınırlıdır, büyük talan/yağma kanalları da daha az sayıdadır. Bunları (i) özelleştirme uygulamalarında; (ii) özel çıkarlara uyarlanmak üzere sürekli değiştirilen ihale düzeneklerinde (hatta olağan ihale yöntemlerinde); (iii) yap-işlet-devret türü onyıllara yayılan döviz garantili talanlarda; (iv) kamu mamelekinin bağışlanması, düşük bedelle satışı veya çok uzun süreli tahsisinde, imar düzenlemeleriyle oluşturulan taşınmaz rantlarında veya bunların tam tersinde (örneğin kamuya fahiş bedelle taşınmaz alımında); (v) tüm bunlara ilişkin karar süreçlerini belirleyebilen yüklü komisyon/rüşvet bedellerinde, gizli ortaklıklarda ve içerden öğrenmeyle yapılan bilgi ticaretinde teşhis edebiliriz. İstanbul Kanalı gibi, doğanın/çevrenin/kentin talanına yol açması yanında potansiyel bir çevre felaketinin de habercisi olabilecek  bir projeden bile geri adım atıl(a)maması, mafyalaşmış düzenin icabındandır.

Burada bir tuzağa dikkat edilmelidir: Bu yağmacılığın, rejimin hukuk/denetim temelinin iyice zayıfladığı son dönemlerin ürünü olduğunun "sanılması", hatta suçun münhasıran 2018 sonrasının Başkanlık rejimine yüklenmesi, çok yanıltıcıdır. Bu, liberal aymazların veya iktidar partisinden koparak kendi siyasi tezgahlarını açmış bulunanların kendilerini aklama gayretlerinin dışa vurumudur. Bu, yağma düzeninin sözde "tarih öncesiyle" (yani 2018 öncesiyle veya kendilerine uygun bir başka milat öncesiyle) hesaplaşmak istemeyen veya bu yolda sermaye ile ters düşmeyi göze alamayan tüm muhalefeti de içine alan bir toplu kaçış durumudur.

İtirazımız yalnızca AKP öncesinin temize çıkarılmasına da değildir; tüm "bozulmayı" 1990'lardaki mafyatik  çeteleşmelerden başlatıp öncesini temize çıkaranlaradır aynı zamanda.  Meselenin ardındaki sistemik temeli yani sermaye düzenine içkin olan iktidar-sermaye-suç çeteleri ilişkilerinin perdelenmesinedir. Bu, dönemler arasında fark gözetilemeyeceği, AKP döneminde iyice çürüyen düzenin ve yozlaşan ilişkilerin hafife alınacağı anlamına gelmez elbette.

Gerçekte bu talan ekonomisi, hem genelde sermaye düzeninin icabıdır, hem  Türkiye gibi bir çevre ülkesinde ilkel birikim aşamasını geride bırakamayan asalak sermayenin öne çıktığı bir düzenin türevidir, hem de onyıllarca iktidarın maddi nimetlerinden uzak kalan dinci siyasetin "fırsat bu fırsattır" yağmacılığının sonucudur. Bunlar devletin üzerine bir çekirge sürüsü gibi çökmüşler, kendi sermayedarlarını yaratacak düzeye ulaşmışlar, kendi sömürü ağlarını kurmuşlardır.

Özelleştirmeler: Tercihli Bir Yağma Aracı

Yağma ekonomisi kanallarının en başına özelleştirme uygulamasını yazmak gerekir. Bunu, özelleştirmelerin ilk günahı oluşturduğu ve sonra diğer kanalların açıldığı anlamında söylemiyoruz sadece. Evet, özelleştirme uygulamaları birçok ülkede en geniş kanalı oluşturur ve buradan başka kanallara da geçilir. Keza, emperyalizmin çıkarlarının düzenleyicisi uluslararası finans kuruluşları da öncelikle bu ana kanalın açık tutulması için yüklenirler. 2000 yılında başlatılan istikrar ve yeniden yapılandırma programı bunun tarihsel kanıtıdır. 9 Aralık 1999'da IMF'ye verilen ve Anayasayla eşdeğer tutulan Niyet Mektubu'nun okunması bile yeterli olacaktır.

Özelleştirmelerin önemini büyüten iki neden daha var. (i) Dar anlamda KİT'lerin özelleştirilmesi açısından bakarsak, yoğunlaştıkları kilit sektörler bakımından iç pazarın korunmasında önemli rollere sahip olmuş olan KİT sisteminin dağıtılması, o ülke ekonomisine daha kolay nüfuz etmenin, o ekonomiyi daha kolayca dışa bağımlı kılmanın önkoşullarından biridir. (ii) Özelleştirme, kamu iktisadi girişimlerinin satılması/tasfiye edilmesinden ibaret değildir. Bütün bir kamu hizmetleri sisteminin piyasalaştırılması süreçlerini de içerir ve bu geniş anlamıyla da adeta sonu gelmez bir süreçtir. Kamu Özel İşbirliği modelleri, yap-işlet-devlet veya yap-işlet veya sadece işlet modelleri sermayenin önüne açık büfe mönüsü gibi sunulur. Bu bakımdan da özelleştirmeler talan ekonomisinin hep merkezinde yer alır.

Aslında her şey gözümüzün önünde olmaktadır. Ama kitlelerin zihnini canlı tutmak ve özel olarak 2003 sonrasını teşhir etmek, bugünkü siyasi mücadelenin ayrılmaz parçası yapılmak zorundadır. Öncelikle, 1986'da başlatılan özelleştirme uygulamalarının yüzde 90'dan fazlasının 2003 sonrasını ilgilendirdiğiyle başlamak gerekir. Kuşkusuz bunda, 2000'lerdeki IMF-DB dayatmalarının rolünü de vurgulamak gerekir. İkincisi, özelleştirmelerde salt kamu çıkarlarının değil ülke çıkarlarının dahi gözetilmediğini ve bunun IMF-AKP "koalisyonu" döneminde had safhaya vardırıldığını - Telekom örneği yeterlidir- sürekli sergilemek gerekir. Üçüncüsü, AKP öncesinden başlayan birçok örnekte, satılan şirketlerin ürün stok düzeyleri, nakit varlıkları ve beklenen kârlılık durumlarının ve şirkete satış öncesi yapılan "iyileştirme" yatırımlarının, bu arada genellikle kamunun üstlendiği kıdem tazminatı yükünün, belirlenen özelleştirme bedelinin neredeyse tamamını (hatta bazen fazlasını) karşılayabilecek noktada olduğunu; vadeli satışlarla veya kamu bankaları üzerinden kredilendirmelerle talanın katmerli bir biçime dönüştürüldüğünü kitlelerin bilincine çakmak gerekir.

Mücadelenin Kısa Tarihçesi

Özelleştirmenin başlatıldığı 1986 yılından 2003 yılı sonuna kadar geçen sürede 8,2 milyar dolarlık bir özelleştirme yapılabilmişti. Bu yavaşlığın nedenlerinden birincisi özelleştirmenin hukuki altyapısının hazırlanmamış olması, ikincisi ise özelleştirmeye karşı hukuki, siyasi ve sendikal mücadelenin oldukça etken (aktif) olmasıydı. Bu dönemde hukuki mücadelenin odağında Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi (KİGEM) bulunuyordu. İzzet Çetin'in Başkanlığını yaptığı Harb-İş Sendikası binasında uzun yıllar faaliyet gösteren KİGEM'in yönetiminde aydınlar ve sendikacılar birlikte yer almaktaydılar. Başkanlığını Mümtaz Soysal'ın üstlendiği KİGEM'in Genel Sekreterliğini de birkaç yıl önce genç yaşta yitirdiğimiz Dr. İlter Ertuğrul başarıyla yapmaktaydı. KİGEM, birçok özelleştirme kararının Danıştay'dan geri döndürülmesinde önemli rol oynayacaktı.

KİGEM dışında bazı sendikalar da ucu kendilerine dokunan özelleştirme kararları için yargı yolunu başarıyla kullanabildiler. Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP)'nin  anayasal ve idari yargı yolunu kullandığı dönem DYP ile koalisyon kurması öncesine (1991 öncesine) denk düşer. CHP de yeniden kurulduğu 1992 sonrasında bazı özelleştirme uygulamalarına karşı  tavır almıştı. En yoğun sendikal tepki, 1998 yılında TÜRK-İŞ'in önderliğinde 30 bin işçinin katıldığı Sıhhıye Mitingiyle gerçekleştirildi. Bu kitlesel tepki bir bakıma gecikmişti; ancak özelleştirmeler asıl 2000'lerde hız kazanacağına göre vaktinde bir uyarı da sayılabilirdi. Fakat ne yazık ki bunun devamı getirilmedi ve önceden olduğu gibi her bir sendika kendi başına özelleştirme tehdidi gelmeden tavır alamadı. Esasen özelleştirmenin hukuki altyapısı da egemen sınıfın ihtiyaçları doğrultusunda tamamlanmış olduğundan, alınan tavrın etkisi de -kitle hareketlerine dönüşmedikçe- pek olmayacaktı. Bu bağlamda 2009'da TEKEL işçilerinin gecikmiş Kızılay/Sıhhıye direnişi, sonuç almaktan ziyade bir işçi dayanışmasını tetiklemesi bakımından tarihsel önemde sayılabilecektir.

Siyasal İslamcı hareket 2002'de iktidara geldiğinde kucağında adeta büyük bir hediye paketi bulmuş gibiydi. Bu paket, özelleştirme kapsamına alınmış ama çeşitli nedenlerle özelleştirmesi başlatılamamış veya tamamlanamamış çok sayıda kamu kuruluşundan oluşmaktaydı. 2001 krizinin faturası zaten geçmiş koalisyona yüklenmiş, yürürlükteki IMF programı da dış kaynak/borç girişlerini (ki uluslararası mali piyasalar uygun koşullu kredi kaynıyordu) güvenceye almıştı.

Özelleştirme programı bu uygun iç ve dış konjonktüre ilave edilen çifte kaymaklı tatlı gibiydi. Kaymağın birincisi, yoğun bir özelleştirme uygulaması sayesinde uzun süre önemli bir iç ve dış kamu açığı verilmeden bir ekonomik "başarı" öyküsü yazmanın koşullarının oluşmasıydı. İkinci kaymak, yeni iktidar olmuş bir burjuva İslamcı partinin partileşme sürecinin maddi kaynaklarını (irili-ufaklı rant dağıtma kanallarını) ele geçirmiş olmasıydı. Böylece, sermayenin tam desteğini arkasına alıp hedef büyütme olanağı yanında, yandaşlarını daha hatırı sayılır sermayedarlara dönüştürme fırsatını da yakalamış oluyordu. Her ikisi de sonuç verdi: Yoğun özelleştirme programının sürdürüldüğü 2008 sonuna kadar sermayenin bütün kesimleri iktidar etrafında kenetlendiler ve sermaye basınından da iktidar aleyhine çıt çıkmadı. (Eksik bırakmayalım: Sermaye medyası, bazı özelleştirme kanunlarını geri çeviren Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'e ve özelleştirmelere karşı çıkan anamuhalefete yoğun tepkilerini esirgemiyordu). Sonuçta, iktidardaki siyasetçilerin üst katmanları da dahil olmak üzere iktidar ve çeperinde (bir kısmı parazit nitelikte olan) yeni bir sermayedar grubu da türemiş oldu. Ama mevcut büyük sermaye grupları da bu talan fırsatını geri çevirmeyeceklerdi.

Özelleştirme Hızında ve Kapsamında Değişmeler

AKP, iktidara geldiğinde, önünde sadece büyük bir özelleştirme paketi değil, aynı zamanda "dikenlerinden" tamamen arındırılmış bir özelleştirme süreci bulmuştu. Hakkını vermekte duraksamadı. Önceki özelleştirme hızı 18 yılda 8,2 milyar dolarken, 2004-2009 döneminde yani 6 yılda 30,4 milyar dolara ulaştı. Bu kapsamda bir özelleştirme hacmi ancak izleyen 12 yıl boyunca gerçekleştirilebilecekti. 31,8 milyar dolarlık 2010-2021 (Ağustos) hasılatının 26,2 milyarlık büyük bölümü ise 2010-2014 döneminde yani 5 yılda "başarılacaktı". (Hazine ve Maliye Bakanlığı, 2020 Yılı Bütçe Gerekçesi, s. 266 ile Özelleştirme İdaresi Başkanlığı İstatistikleri).

Böylece 2004-2014 dönemi 56,6 milyar dolarlık özelleştirme geliriyle, AKP'nin "altın hasat" yıllarını oluşturmuştu. Ancak bu hızın korunması artık pek güçtü.

2015-2021 döneminde özelleştirmede hız kaybı artık çok açık görünür olmuştu. Altı buçuk yılda 5,5 milyar dolarlık özelleştirme! Oysa 2013'te tek bir yılda 12,5 milyar dolarlık özelleştirme yapılmıştı. Üstelik, 2019'dan itibaren çok daha sert bir "düşüş" ortaya çıkmıştı: 2019-2021 (Ağustos) arasındaki 2,5 yılda toplam 225 milyon dolarlık bir özelleştirme yapılabilmişti.

YEP II (2020-2022 dönemi Orta Vadeli Programı), 2020-2022 dönemi için yılda 10 milyar TL'lik sabit bir özelleştirme tahmini yapmıştı. Bunun ciddi bir tahmin olmadığı bir yana, gerçekleşmesi halinde bile yıllık ortalama 1,5 milyar dolarlık düzeyin aşılmasının öngörülmediği görülmekteydi. Bunun, GSYH'ya oranla da yüzde 0,2'lik bir düzeyde kalacağı "kaydedilmiştir". İlginç olan, YEP III'te de 2021-2022 dönemi için yıllık 10 milyar TL'lik bir özelleştirme iz-geliri tahmini vardır(s.62). 2019-2020 gerçekleşmeleri ise bunun yarısına bile ulaşmamaktadır.

Peki, özelleştirme gelirleri nereye gitmektedir? 2020 Yılı Bütçe Gerekçesi'ne göre (s.266) 1995-2019 arasında gerçekleştirilen 70 milyar dolarlık özelleştirmenin 50 milyar dolarlık bölümü doğrudan bütçeye (Hazine'ye) aktarılmıştır (ve bu aktarmalar esas olarak AKP dönemini ilgilendirmektedir. Ayrıca bu hasılatın 16 milyar dolarlık bölümü de özelleştirme programındaki kuruluşlara borç ve sermaye olarak aktarılmıştır ki hem Hazine üzerindeki bir yükün alınması hem de özelleştirme alıcılarına kaynak transferi anlamındadır. Bir kuruluş veya işletme özelleştirmeye hazırlanırken bu kuruluşa yeni teknoloji yatırımlarının yapılması veya stoklarının çoğaltılması gibi "güzellikler", sermaye iktidarın sınıf tavranın her zaman en açık göstergesi olmaktadır. Üstelik, bu "güzellemeleri" yapan kamu şirketi yöneticileri, yasalara aykırı olmasına rağmen, özelleştirilen şirketin de yönetiminde kendi seçkin yerlerini garantiye almış olmaktadırlar.

Özelleştirme gelirleri konusunda 2021 Yılı Bütçe Gerekçesi, biraz farklı sayılar vermekle birlikte şu ilginç saptamaları da yapmaktadır (s.367): "1986-2020 dönemi satış/devir uygulamaları nominal rakamlarla 70,5 milyar ABD dolarıdır. Tahsil edilen tutar ise 69,3 milyar dolardır. Bu tutardan iş kaybı tazminatı ödemeleri ile özelleştirme kapsamındaki kuruluşların özelleştirmeye hazırlanması amacıyla idari, mali ve hukuki yönden yapılan düzenlemelerin gerektirdiği diğer zorunlu harcamalar düşüldükten sonra kalan 42 milyar ABD doları genel bütçeye gelir kaydedilmek üzere Hazine hesabına aktarılmıştır. Türk Telekom hisselerinden tahsil edilen 7 milyar ABD doları (?!) ile birlikte Hazine'ye yapılan transfer miktarı toplam 49 milyar ABD doları olmuştur".

Türk Telekom'dan tahsil edilenden fazlasının (kaldı ki, Türk Telekom özelleştirme bedeli 6,5 milyar dolardı ve tümü peşin alınmamıştı), Türk bankaları üzerinden Oger Telekomünikasyon AŞ'ye kaptırıldığı bir vakıadır. Haririlerin/Ogerlerin kimlere hangi komisyonları vererek bu ballı işi kaptıkları bu yazının konusu değildir; ama elbet birgün mahkemelerin konusu olacaktır. (İsrailli Ofer ve Lübnanlı Hariri ailelerinin, Ortadoğu kaynaklı sermayenin temsilcileri olarak iktidarla ne türden ilişkiler geliştirdikleri, Telekom ihalesinin Hariri ailesiyle ne tür bir özel muhabbetin sonucuna göre bağlandığına ilişkin görüntüler belleklerden kolayca silinemeyecek gibi). Burada dikkati çekmek istediğimiz konu, özelleştirmelerde ihale süreçlerinin çoğunun şeffaflıktan uzak bir biçimde gerçekleştiği ve şaibelerle örülü olduğu da değildir.

Bizim burada şimdilik asıl dikkati çekmek istediğimiz iki konu var: Birincisi, özelleştirmelerin nominal rakamları ile gerçek tahsilat rakamları farklı olduğu gibi, "özelleştirmeye hazırlama giderleri" düşüldükten sonra Hazine'nin eline geçen gerçek net gelirler hayli geride kalmaktadır. Bu nedenle özelleştirme yağmasının, nominal satış değerlerinin bize gösterdiğinden çok daha fazlası olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekecektir.

Bir başka konu, ÖİB dışında özelleştirme yapan kurumların uygulamalarına ilişkindir. Özelleştirmelerde rol alan iki kurum daha vardır: Ulaştırma Bakanlığı ile Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF). Ulaştırma Bakanlığı bünyesindeki TCDD, TC Karayolları (TCK) ve  Türkiye Denizcilik İşletmeleri (TDİ) gibi kuruluşlar başta limanlar olmak üzere çok sayıda özelleştirmelere girişmekte, işletme haklarını devretmekte veya taşınmazlarını satmaktadırlar. TMSF ise, özel sektörün kamulaştırılmış işletmelerini yeniden özelleştirmekle meşguldür. Ancak ilginç olan TMSF'nin daha ziyade, 1990'larda kamu bankasıyken özelleştirilmiş ama yeni sahiplerince içi boşaltıldığı için yeniden kamulaştırılmış olan bankaların ve iştiraklerinin ikinci kez özelleştirmelerini de yapıyor olmasıdır! Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın  2009 Yıllık Ekonomik Rapor'una göre henüz 2009'da TMSF ve Ulaştırma Bakanlığı'nca 12 milyar dolar mertebesinde bir özelleştirmeye ulaşılmıştı. Ancak bugün bu rakamın hangi büyüklüğe eriştiği tam olarak bilinmemektedir. Dolayısıyla Türkiye'de özelleştirmelerin toplam hacmi, milletvekillerinden bile saklanan bir devlet sırrıdır!

2009 Ekonomik Raporu'nun verisinin değişmediğini düşünsek bile, Ulaştırma Bakanlığı ile TMSF'nin 12 milyar dolarlık özelleştirmesi ÖİB üzerinden yapılan özelleştirmelere (minimum 70,5 milyar dolar) eklendiğinde, karşımıza toplamda 82,5 milyar TL'lik bir nominal satış/devir rakamı çıkmaktadır.

Özelleştirmelerden Bazi İbretlik Örnekler

Somut vakalara ait ayrıntıların toplu istatistiklerden her zaman daha etkili olduğundan hareketle AKP döneminden bazı örnekler sunalım.

TÜPRAŞ: İlk özelleştirme girişiminde, Tüpraş'ın yüzde 75 hissesi 1,3 milyar dolara adresi bir posta kutusundan ibaret olan bir Rus şirketine "satılmıştı". Petrol-İş Sendikasının açtığı davayla bu şaibeli satış durdurulabildi. Bunu, Tüpraş'ın yüzde 14,76'lık hissesinin "halka arz" aldatmacasıyla bir "gece operasyonuyla" borsada işlem gören değerinin altında Sami Ofer- Mehmet Kutman ortaklığına  devredilmesi izledi; Petrol-İş'in açtığı davayla bu sözde halka arz işlemi de iptal edilmesine rağmen "atı alan Üsküdar'ı geçmiş", hisselerin tekrar el değiştirmesi sağlanmıştı. Bu bile bir iktidarı yerinden edebilecek bir yolsuzluk örneğiydi. Daha sonra Tüpraş'ın yüzde 51 hissesinin Koç Holding'e dört milyar dolara satılması iki şeyi gösteriyordu: Bir, ilk satış olağanüstü bir peşkeş, kamu malını hedefleyen açık bir dolandırıcılıktı; iki, Türkiye'nin en büyük sanayi şirketinin çoğunluk hissesi için biçilen değer hâlâ gerçek değerinin çok altında, birkaç yıllık kârının toplamı düzeyindeydi.

PETKİM: Petkim'i ilk özelleştirme girişimi Uzanların İmar Bankası'na el konulmasından bir ay önce, Uzanların Çukurova-Kepez şirkelterine el konulmasından hemen sonra gerçekleştirilmiş ve bu stratejik petro-kimya tesisinin satış ihalesini kazananlar Uzanlar olmuştu!! Hem de "ölmüş eşek fiyatına" yani sadece 600 milyon dolara! Ama Uzanlar, nakit dönüşümü yüksek Çukurova-Kepez ellerinden çıkınca bu bedeli bile sağlayamamıştı. Kamuda kalan Petkim daha sonra kâr oranlarını yükseltti; öz kaynaklarından 400 milyon dolarlık yatırım yaptı.  2005'te ihracat rekoru kırdı; ama Nisan 2005'te şirketin yüzde 30'luk payı halka arz edilerek ÖİB elindeki pay yüzde 58,8'e düşürülüp izleyecek blok satış kolaylaştırılmış oldu. Kasım 2007'deki ikinci özelleştirme girişiminde Azerbaycanlı SOCAR-Turcas Ortak Girişim Grubu'na yüzde 51 hissesi 2,04 milyar dolara satıldı. Bu da, önceki özelleştirme girişiminin çok büyük bir peşkeşe karşılık geldiğini, ancak 2007 özelleştirmesinin de şirketin ikame değerinin yani şirketi yeniden oluşturma maliyetinin çok altında kaldığını açıkça göstermekteydi. (bkz. 13.07.2007 tarihli Dünya Gazetesi yazımız).

Dönem, içerde medya patronlarının, büyük sermaye çevrelerinin, dışardan iştahla ihale kovalayan yabancı sermayenin (ve tabii liberallerimizin) mevcut iktidarı yere göğe sığdıramadıkları dönemdi. Bu arada 2010'da Wikileaks belgelerinin ortaya dökeceği gibi, 2004 yılında devlet katından birilerinin gizli İsviçre hesaplarına kabarık meblağların yağdığı bir dönemdi. (ABD'nin bunları her zaman masa altındaki pazarlık unsurları arasında tuttuğuna emin olabilirsiniz).

***

KUŞADASI LİMANI İLE GALATAPORT İHALELERİ: Kuşadası Limanı özelleştirmesi ile Galataport ihaleleri üzerindeki şaibe ise, iktidar yanlısı basının bile görmezden gelemeyeceği boyutlardaydı. İsrailli Sami Ofer ve aracısı Mehmet Kutman ile Hükümet üyeleri arasındaki özel ilişkiler döneminde gündemi hayli  işgal etmişti. Konuyu biraz açalım. Kuşadası Limanı işletme hakkı özelleştirilirken, Kuşadası esnafının 36 milyon dolarlık daha yüksek teklifi atlanarak ikinci gelen 27 milyon dolarlık teklif sahibi Ege Liman İşletmeleri AŞ tercih ediliyordu. Bu şirketin ortakları arasında -daha sonra Galataport ihalesinde de karşımıza çıkacak olan- Ofer Ailesinin Royal Caribbean Cruises Ltd. (kısaca RCC) adlı şirketi bulunuyordu. Bu şirketin Türkiye’deki faaliyetlerini ise Global FansMenkul Kıymetler temsil ediyordu.

Kuşadası limanı işletme hakkını alan şirket, 2004 sonunda Maliye Bakanlığı ile bir kira kontratı imzalıyor ve sözleşmede, kiralanan şeyin şimdiki durumu “mevcut Ege Denizi” olarak tanımlanıyordu! Kiralanan şeyin ne için kullanılacağı bölümünde ise “liman uzatılması ve dolgu alanı edilmek amacıyla” açıklaması yer alıyordu. Bundan sonra, hem Anayasa’nın 43. maddesine, hem 3621 sayılı Kıyı Kanununa, planlama esaslarına, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ve yönetmeliklerine aykırı olarak, toplamı 6700 m2’yi bulan üç binadan oluşan bir “kruvaziyer liman” inşaatı başlatılıyordu. Bayındırlık Bakanlığı, bu inşaata izin verebilmek için Kıyı Kanunu yönetmeliğine bir maddeyle değişiklik getiren düzenlemeye dayanarak ruhsatı veriyordu. Şikayetçilerin başvurusu üzerine, Danıştay 6. Dairesi bu yapılaşma için yürürlüğü durdurma kararı veriyor; bu arada inşaat her nasılsa devam ediyordu. Zaten “aracı” şirketin patronu Mehmet Kutman, 15 Ocak 2005 tarihinde kamuya açık konuşmasında (disketi bizde mevcut) “bu yürürlüğü durdurma önemli değil, bu konuda kanun çıkaracağız ve böylece Galataport’u da kapsayacak” diyebiliyordu. Gerçekten de, yönetmelik hükmünün yasa maddesine dönüştürülmesi 3 Temmuz 2005 tarihinde, Meclis İçtüzüğünün değiştirildiği ve buna karşı muhalefetin boykot uyguladığı gün gerçekleştiriliyordu. Gecikmiş de olsa yasal dayanak uyduruluyor, “başlamış ve yürüyen” inşaat sürdürülüyordu. Galataport ihalesi ile ilgili ayrıca bir şey söylemeye gerek var mı? Böylesine kamuoyundan hatta dönemin AKP'li İstanbul BB bilgisinden bile kaçırılan, şeffaflığa ve ticari ahlaka aykırı özelleştirmelerin bu kadar kolayca nasıl yapılabildiği asıl soru olmalı.

***

Başka örnek mi istiyorsunuz?  Balıkesir kağıt fabrikası SEKA'nın, ÖİB'nın kendi değer tespitinin ellide birine yani 1,3 milyon dolara satılmasını alın! (Fabrikanın sadece lojmanlarını kümes fiyatına satsanız bu tutardan fazla etmekteydi).

Daha önemli örnek olarak, TEKEL İçki'nin Nurol-Özaltın-Limak-Tütsab ortak girişimine (MEY İçki) 292 milyon dolara satılmasına bakın. Ama dikkat buyurun, şirketin nakit sayılan içki stokları satış sırasında 126 milyon dolar değerindeydi ve işçilerin 32 milyon dolar tutan kıdem tazminatları devlete yükleniyordu; yani gerçekte satıştan devletin eline sadece 128 milyon dolar geçiyordu! Ama sıkı durun, satılan şirketin TEKEL AŞ'ye olan 307 trilyon  YTL'lik (219 milyon dolarlık) borcunun, şirketin devrinden 9 gün önce tasfiyesi kararlaştırılıyordu. Üstelik, Yüksek Denetleme Kurulu raporuna göre, TEKEL İçki'nin genel müdürü devirden önce şirkete 71 milyon dolarlık hammadde alarak devleti katmerli zarara uğratıyor ve bunun ödülü olarak -ama Kamu Etik Yönetmeliği'ne aykırı olarak- satıştan sonra MEY İçki'ye genel müdür oluyordu. Ama bitmedi: Alıcılar TEKEL İçki'yi 2 yıl ödemesiz banka kredisiyle alıyorlar ve ceplerinden bir kuruş bile çıkmadan iki yıldan kısa sürede 810 milyon dolara Texas Pacific Group'a satıyorlardı. Üstelik satılan sadece yüzde 90'lık hisseydi; yani ellerinde hala 90 milyon dolarlık hisse kalmaktaydı. (bkz. 27.02.2008 tarihli Dünya Gazetesi yazımız).

Bu kadar büyük ölçekli talanlar yapılırken, "yağma Hasan'ın böreği"nden pay kapmak için her türden mafyanın türemesi, bizzat sermayenin, siyasetçinin ve bürokratın mafyalaşması yadırganacak bir süreç mi olurdu? Yağma düzeni bu kadar açık, bu kadar gözükara  biçimde yürütülürken, iktidarın bu erken dönemini başarılı bir ekonomi yönetimi ve demokratik bir iktidar yapılanması olarak görenler ve bu dönemi öve öve bitiremeyenler de nesnel olarak bu yağmanın suç ortaklarına dönüşmezler mi?

Sonuç

Özelleştirme gerekçelerinin tümü çökmüş olmasına karşın, bu gerekçelerden vazgeçilmiş değildir. Sonucu  2021 Yılı Bütçe Gerekçesi ile bağlayalım (s.367): "Özelleştirme uygulamalarının merkezi yönetim bütçesi üzerindeki KİT finansman yükünü hafifletmesi, ekonominin rekabetçi yapısını geliştirmesi, iş yapma ortamını iyileştirmesi, devletin birçok sektörden çekilmesini sağlayarak verimliliğin, büyümenin ve yatırım artışının önünü açması ile ülkemiz ekonomisine çok yönlü katkı sağladığı açıktır. Özelleştirme uygulamalarıyla özel sektöre devredilen kuruluşların birçoğunda yatırım, üretim, istihdam ve ihracatta artış kaydedilmiş, teknolojik yenileme yatırımları ve yabancı sermaye ortaklı yeni yatırımlar gerçekleştirilmiştir".

Bu ifadeler sanki bir "yalan üretim merkezi"den çıkmış gibidir. Hepsine yanıt verelim: -Kârlı KİT'lerin satılması sonucunda eldeki KİT'lerin toplam konsolide bilançosu artık negatif bakiye vermekte ve Hazine'ye zarar yazmaktadır. Yani KİT finansman yükü azalmayıp artmıştır. -Özelleştirmelerin genel ekonomik etkisinin olumlu olduğuna dair bir bulgu yoktur; devlet işletmelerinin daha verimsiz olduğuna dair efsanenin de dayanağı yoktur. -Özelleştirmelerin yatırımların önünü açtığı, Tüpraş ve Petkim gibi birkaç ballı örnek dışında söylenemez; tam tersine birçok özelleştirilmiş kuruluş ya tasfiye olmuş, ya küçülmüş, ya da taşınmazlarını satarak, işçilerini çıkararak dönüşmüştür. Satış sözleşmesine istihdam garantisi yazılması bile istihdamı güvenceye alamamıştır.

Yalan üretim merkezi gibi çalışıyor olabilirler. Oysa doğrular bizden yana. Gerçekleri ısrarla ve tekrar tekrar dile getirmekten usanacak mıyız, çekinecek miyiz? İktidarın ideolojik saldırılarına bilimsel ve ideolojik yanıtların verilmesinde hiç duraksanmaması gerekiyor. Özelleştirilen KİT'lerin yeniden kamulaştırılmasını da gündemden düşürmemek gerekiyor. Yarınlar bizimdir.(Oğuz Oyan / SOL)

                                                                           ***

SÖYLEŞİ: Korkut Boratav ile sermayenin özelleştirme saldırısı üzerine (Dayanışma Formu/SOL)

Özelleştirme yaftası altında son kırk yıla damgasını vuran hazin dönüşümlerin, tüm kalıntıları, mirası ile tasfiyesi, AKP sonrasında Türkiye emekçilerinin acil mücadele gündemlerinden biridir.

Dayanışma Forumu'nun ilk sayısı “Laiklik” üzerineydi; ikinci sayısı ise "Özel Güzeldir'den Çökmeye: Sermaye ve Özelleştirmeler" başlığı altında yapılan değerlendirmeleri bir araya toplayacak. Bu başlık altında, “kamusal mülkiyetin talanı” merkezde olmak üzere "yağma ekonomisi" ve bunun son dönemlerde çeşitlenen araçları ve yöntemleri üzerinde durulmak isteniyor. Her ne kadar kamusal mülkiyetin talanı ve rant aktarma düzeneklerinin varlığı kapitalist sistemin doğasına içkin ise de, 1980'ler sonrasının neoliberal düzenleme rejiminin işleyiş mekanizmasıyla uyumlu değil mi? Nasıl gündeme geldi? 

Evet, özelleştirme “neoliberal düzenleme rejiminin” içinde yer aldı. Kısaca bu rejimin ve özelleştirmenin nasıl gündeme geldiğine değinerek başlayayım. İster istemez bilinen doğruları tekrar etmek pahasına…

Kapitalizmin kökeninde şiddet ve devlet gücüyle gerçekleştirilen mülksüzleştirme vardır. Emekçiler, üretim araçları üzerinde mülkiyet ve intifa (yararlanma) haklarını yitirmişlerdir; ama ekonomik anlamda özgürleşmişlerdir. Yani, işgüçleri üzerinde tasarruf etme (“satıp satmama”) özgürlüğüne sahiptirler. Buna karşılık siyaset alanında özgürlükleri yoktur.

Siyaset, mülk (üretim araçları) sahibi olan sınıfların tekelindedir. Bu nitelikleri taşıyan, “saf biçimi” ile kapitalizm  için özelleştirme gündemde olamaz; zira kamu (“devlet”) mülkiyeti söz konusu değildir.

Ne var ki kapitalizmin tarihi, aynı zamanda bu sisteme özgü sınıf mücadelesinin de tarihidir. Bu mücadeleyi, sistemin sömürülen temel sınıfı, işçi sınıfı üstlenmiştir. Adım adım karşılığını da almıştır: İşçiler, önce siyasete bireyler olarak, partileri ile katılım hakkını kazanmış; sonra da üretim ve mülkiyet ilişkileri üzerinde kapitalist sınıfı ödünlere zorlamıştır. Belirleyici bir etken, 20’nci yüzyılda insanlığın üçte birinde gerçekleşen, uygulanan sosyalist devrimler oldu. 

Kapitalizmin Altın Çağı diye adlandırılan ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasını 1980’li yıllara kadar kapsayan dönem, emekçilerle burjuvaziler arasında yukarıda değindiğim sınıflar-arası bir   uzlaşmayı yarattı. Bu uzlaşmanın ideolojik uzantıları da oldu. Batı (özellikle Avrupa) toplumlarında yaygınlaşan refah devleti; çevre ekonomilerinde yerleşen kalkınmacı ve sosyal devlet kavramları gibi… İşçi sınıfları ise bu kazanımlar karşılığında devrimci programlarını terk etmiş; kapitalizmin temel ilişkilerinin süregelmesini kabul etmiştir. 

“Özelleştirme” ideolojisinin arkasında kamu iktisadi girişimlerini ve kamunun ekonomiye doğrudan müdahalelerini kötüleme, özel sermayenin/ piyasanın kaynakları çok daha etkin kullandığına/kullanacağına ilişkin bir yığın   güzelleme aslında bir dizi ideolojik önkabul veya dayatmadan başka anlama gelmekte miydi? Son 40 yılın uygulama sonuçları bunun hiç de böyle olmadığına ilişkin çok sayıda örnekler vermedi mi? 

1980’lere gelindiğinde, özelleştirme gündemini tetikleyen nesnel tabloyu hatırlayalım: Batı kapitalizminde üretim araçları mülkiyeti üzerinde kapitalist sınıfın tekeli son bulmuş; devlet işletmeleri yaygınlaşmıştır. Devlet, ayrıca, eğitim, sağlık, emeklilik gibi kamu hizmetlerini   yurttaşlara parasız olarak sunmaya başlamış; finansmanını büyük ölçüde kapitalistleri vergileyerek karşılamıştır. 

Sonunda egemen sınıflar saflarında, bu dönüşümleri mümkün kılan sınıflar-arası uzlaşmanın kapitalizmin bekasını tehdit etiği (“bu iş böyle gidemez…”) teşhisi yaygınlaştı. Sermayenin sınırsız tahakkümünü dünya çapında yeniden yerleştirmeyi hedefleyen karşı saldırı (neoliberalizm) bu teşhisin sonucudur. Neoliberalizm, Britanya ve ABD’de iktidara gelen Muhafazakâr ve Cumhuriyetçi partiler tarafından başlatıldı; Batı’nın sağcı iktidarları ve uluslararası kuruluşlar tarafından diğer ülkelere, Güney coğrafyasına da taşındı.

Egemen sınıflar neoliberal tasarımı inşa ederken, yönetme iddiasında oldukları kapitalizmin doğasında var olan “vahşi” özellikleri, “yağmacı” nitelikleri, genleri yeniden keşfettiler; onları hayata taşıma mücadelesini başlattılar. Sözünü ettiğiniz özelleştirme, bu tasarımın bir parçasıdır.  

Neoliberalizmin arka planında, merkez kapitalizminin dinamizmini yitirmesi; yaratıcı, yenilikçi, derinliğine sermaye birikimi ivmesinin durgunlaşması yer alır.  Kapitalizm, bu tıkanmayı aşmak için tarihsel kökenlerinde yer alan ilkel sermaye birikimini yeniden keşfetti; modern biçimi, özelleştirme olarak adlandırıldı.

Özelleştirme, ilkel birikim gibi, yutarak, mülksüzleştirerek, geçmiş birikimlerin sonucu olan servetlere, varlıklara el koymak anlamına gelir. Kapitalizmin dinamik, yaratıcı aşamalarını belirlemiş olan üretken sabit sermaye stokunu artırmaz.  İlkel birikimin daha da parazitleşmiş bir “hortlağı” söz konusudur. Neoliberal programlar uluslararası sermaye hareketlerini serbestleştirir; bu sayede özelleştirme Üçüncü Dünya’ya da taşınır. Kalkınmacı devletin birikimlerine cılız yerli burjuvaziler yerine, uluslararası sermayenin el koyması böylece mümkün olur. 

Kamu hizmetlerinin burjuvaziler tarafından vergilenerek finansmanına son vermek (veya sınırlamak) neoliberal programların bir diğer öğesidir. Eğitimin, sağlığın, emekliliğin finansmanı yararlananlar tarafından özel sigortalar yoluyla veya doğrudan doğruya bedeli (fiyatı) ödenerek karşılanacaktır.  Dünya Bankası tarafından kamu hizmetlerinin özel sektör tarafından sağlanması (“private provision of public services”) diye adlandırılan bu düzenlemeler Batı özelleştirmesinin ikinci boyutunu oluşturdu. 

Bu sınıfsal saldırının düşünsel arka planı, neklasik iktisat kuramında vardı. Hayek ve Chicago okulları, Altın Çağ’ın “refah devleti sapması”na karşı kuramsal boşlukları doldurdu. Neoklasik iktisat kuramı ile Hayek’in piyasa mekanizmasını yücelten öğretisi bütünleşti. 

Zamanı gelince Dünya Bankası (DB) ve IMF devreye girdi. Teorik savlar politika öğeleri biçiminde basitleştirildi. Neoliberal iktisat doktrini bu eklemlenmenin ürünüdür. En basit biçimi 1989’da “Washington Mutabakatı” diye adlandırıldı. 

Özelleştirme programları uygulanma aşamalarında bu kuramsal çerçeveden hareket edilerek savunuldu. Özel (kapitalist) işletmelerin üstünlüğünü, kaynak tahsisinde etkinlik ölçütü ile doğrulayan çalışmalar bu amacı izledi. Ne var ki, “etkinlik”, üstünlük iddiasını kanıtlayabilecek bir kavram değildir.  Neoklasik öğretiye göre kamusal / özel işletmeler arasındaki etkinlik farkı mülkiyetten değil, söz konusu piyasalarda tam rekabetin var olup olmaması ile ilgilidir.  Gerçek hayatta esasen var olmayan tam rekabete özelleştirme sonunda yaklaşıldığını belirlemek beyhude bir çabadır. 

Bizatihi ideolojik bir yük taşıyan “etkinlik” yerine, “emek verimliliğindeki artış eğilimi” gibi daha somut bir ölçüt kullanıldığında kamu işletmelerinin benzer alanlardaki özel işletmelerden geride kaldığı belirlenemedi. Türkiye’deki araştırmalar da benzer sonuçlar verdi.

Bir örnek vereyim: 1989’da World Development dergisi özelleştirme temalı bir özel sayı yayımladı (Cilt 17, No.5).  O tarihe kadar gerçekleşen araştırmaların dökümü yapıldı. Katkı yapanların büyük çoğunluğu (ki bunlara Dünya Bankası uzmanları da dahildir) özelleştirmenin esas olarak ideolojik-siyasi bir tercih olduğunu; ardında çok güçlü ekonomik nedenler olmadığı hususunda hemfikir olmaktaydı. 

Ne var ki, on yıllık uygulamalarının sonrasında yapılan bu “itiraf”, özelleştirme lehindeki ideolojik-siyasi tercihin, sınıfsal arka planını gizlemektedir.   Egemen sınıfların, burjuvazinin farklı katmanlarının özelleştirmeden umduğu ve gerçekleştirdiği çıkarlar nelerdir? Bu soruyu yanıtlamak gerekir. 

Temel amaç “sistemsel bir onarım” olarak nitelendirilebilir: Kapitalist üretim biçiminin özüne yabancı olan mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinin tasfiyesi…   Üretken sektörlerde devlet işletmeciliğine son verilmesi; kamu hizmetlerinin ise piyasalaştırılması (“metalaştırılması”), mümkün mertebe özelleştirilmesi… 

Bu genel hedefin yanı-sıra özelleştirme programlarını üç ayrı ülke grubu bakımından (-gelişkin kapitalist sanayi ülkeleri, -çevre ülkeleri, -Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla peydahlanan ve bir bölümü AB üyesi yapılan eskinin sosyalist ülkeleri) ayrı ayrı ele almak daha doğru değil midir?  Bu ülkeler bakımından özelleştirmeyle bütünleşen talan/yağma süreçleri farklı kapsam ve hızlarda olmamış mıdır?

Devrimler ve karşı-devrimler iktidar ele geçirilmeden gerçekleşemez. 1989 sonrası SSCB ve Doğu Avrupa’da gözlendiği gibi… Komünist partilerin kapitalizm-yanlısı güçler tarafından “içten fethi” ile başlayan karşı-devrimler çok partili rejime geçişlerle tamamlandı. Sistemin nitelik değiştirmesinin temel aracı, “şok tedavisi” diye adlandırılan fevkalade hızlı, kapsamlı özelleştirmeler oldu. Eski SSCB’de kapitalizm, devlet işletmelerinin “oligarklar” diye anılacak fırsatçılara intikali biçimini alacaktır. 

Batı Avrupa’da süreç yeknesak olmadı. Thatcher ve Reagan ülkelerine neoliberalizmi yerleştirmeye başlarken François Mitterrand 1981 Fransa'sında sosyalist ve komünist partilerin (bazı sektörlerde kamulaştırmayı içeren) ortak programı ile seçim kazanıyordu.  Finans kapital baskın çıkacak; Fransa iki yıl içinde bu programı rafa kaldıracak ve Avrupa sosyal demokrasisinin neoliberalizm karşısındaki ilk teslimiyeti gerçekleşecektir. 

Bu teslimiyet, sonraki yıllarda Avrupa’da yaygınlaşacaktır. Belki de kritik eşik 1997’de Tony Blair’in “New Labour” programı ile seçim kazanmasıdır. Bu sürecin hızlanmasına Avrupa Birliği’nin “emeğin Avrupası” tasarımını adım adım terk etmesi; Almanya’nın öncülüğünde neoliberal dönüşüme angaje olması katkı yaptı. 

Yeni yüzyıla gelindiğinde Batı Avrupa’da “Altın Çağ”dan, Doğu Avrupa’da sosyalist dönemden devralınan üretken sektörlerde devlet mülkiyeti büyük ölçüde tarihe karışmıştı. İşçi sınıfları, özellikle İskandinavya’da refah devleti kazanımlarının bir bölümünü koruyabildi; ama Altın Çağ’ın zirve döneminde yükselttiği ek taleplerden vazgeçme pahasına… 

Çevre ülkelerinde ise özelleştirmeler büyük ölçüde IMF ve Dünya Bankası’nın istikrar ve yapısal uyum programları içinde hayata geçirildi; sermaye hareketlerinin dünya çapında serbestleştiği 1990 sonrasında yaygınlaştı. 

Güney coğrafyasındaki gelişimin yeknesak olmadığı da vurgulanmalıdır. Örneğin 1973 Pinochet darbesi sonrasında Friedman’ın öğrencisi olan (ve “Chicago çocukları” diye adlandırılan) iktisatçılar Şili’de sosyal güvenlik sisteminin özelleştiren bir programı başlattı. Bu deneyim, sonraki yıllarda bazı Batı Avrupa ülkelerinde izlenecek uygulamalara örnek olacaktır. 

Türkiye özeline gelirsek, ANAP döneminde başlayan özelleştirme uygulamalarının AKP dönemine kadar ağır-aksak ve önemli bir karşı-hukuki mücadelenin gölgesinde yapılabildiğini görüyoruz. Bunda, iktidarların özelleştirmenin hukuki dayanaklarını oluşturmada önemli gecikmeleri kadar sendikal ve siyasi mücadelenin de belirli bir katkısı yok mudur? Sizin de yönetiminde bulunduğunuz ve uzun süre Harb-İş Sendikası mekanlarını kullanan KİGEM'in de önemli bir engelleyici/geciktirici mücadele merkezi olarak işlev gördüğünü söyleyebilir miyiz?

Neoliberalizmin Türkiye’ye girişi, aslında, Thatcher (1979) ve Reagan’ın (1981) tarihlerinin arasında yer alır. Türkiye’nin simgesel iki tarihi 24 Ocak ve 12 Eylül 1980’dir. 

Ancak Türkiye’de özelleştirme, neoliberal programın ilk aşamalarının bir öğesi değildi. Program “serbest piyasa” söylemi içinde pazarlanıyor; dış ve iç ticarette, bankacılıkta kaynak tahsisini etkileyen devlet müdahalelerinin giderilmesine, çiftçiyi koruyan desteklerin tasfiyesine öncelik veriliyordu. İşgücü piyasaları ise, önce sıkıyönetim rejiminin, sonra da 1982 Anayasası’nın kısıtlamaları ile disiplin altına alınıyordu. 

1982 Anayasası kamulaştırma içerir; özelleştirme yoktur. Bu anayasanın halkoyuna sunulduğu tarihte TÜSİAD başkanı Ali Koçman: “Türk özel sektörünün KİT‘lerin mülkiyeti üzerinde bir talebi yoktur” demecini vermişti.

1980’lerin ortalarından sonra Dünya Bankası özelleştirmeyi yapısal uyum programlarının bir ögesi haline getirmeye başladı. Turgut Özal da özelleştirmeyi benimsedi; programına aldı, ufak çapta uygulamaları başlattı.

1991’de Dünya Bankası özelleştirme gündemine Türkiye’yi kattı. “Türk KİT sistemi” üzerinde iki ciltlik ayrıntılı ve aslında perişan bir rapor yayımladı1. Rapor, güçlü bir veri tabanının tahrif edilerek sahtekârca kullanıldığına ilişkin bir örnektir. Bu çalışmayı “KİT’ler ve Sanayileşme” konularını içeren bir derleme kitabında ayrıntılı olarak eleştirdik.  Ayrıntılı bir nicel analizle Türkiye KİT sistemini, etkinlik, verimlilik ölçütleri açısından değerlendirdik2

DB Raporu’nun önerileri 1994 krizinden sonra benimsendi. Başbakan Tansu Çiller, “son sosyalist devlete özelleştirmeler yoluyla son vereceğiz” sloganıyla uygulamaları hızlandırdı. Harb-İş Sendikası, Mümtaz Soysal’ın öncülüğünde kurulan Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Vakfı’na destek verdi. KİGEM, 2000’li yıllara kadar özelleştirme kararlarını yargıya taşıdı; çok sayıda iptali gerçekleştirdi. 

KİGEM deneyimi ve dosyaları, AKP öncesindeki yıllarda da lekesiz özelleştirmenin olmadığını gösteriyor. Yargı yolu özelleştirme ivmesini kısmen yavaşlattı; ama durduramadı. İptal edilen sözleşmelerin pek çoğu, küçük değişikliklerle tekrar yenilendi; uygulandı. Pek çoğunda sendikalar pasif kaldı. 

AKP döneminde inanılmaz bir hız kazanan özelleştirmelerin AKP'ye özgü yağmacı ekonomik düzenle ve IMF'ye verilen 9 Aralık 1999 tarihli Niyet Mektubu ile tanımlanan yeni istikrar ve yapısal dönüşüm programıyla uyumlu bir biçimde çok geniş bir kapsama yayılmasının ekonomi-politiği sizce nedir?

1998-2008 arasında yürütülen IMF programlarının tümünde özelleştirme hedefleri yer aldı. Çiller sonrasında özelleştirmenin gönüllü, hatta fanatik uygulayıcısı AKP oldu.  Özelleştirme gelirleri AKP öncesinde 8,2 milyar dolarla sınırlı kalmış; 2004-2019 toplamı 71,1 milyar dolara ulaşmıştır3

2020 sonrasında ise özelleştirme hızını kaybedecek; henüz uygulanması başlamayan TEİAŞ sayılmazsa, Hazine, Millî Emlak, yerel yönetim arazileri ile sınırlı kalacaktır.  

Üretken kamu sektörünün büyük bölümü özelleştirilmiştir. Enerji üretim ve dağıtımı, telekomünikasyon, tekel, kâğıt sektörlerindeki büyük boyutlu özelleştirmelerin yol açtığı yolsuzluklar belgelenmiştir.  

Türkiye burjuvazisinin tarihi, devlet eliyle, özellikle ihaleler yoluyla yaratılan kaynaklara el koyarak zenginleşme çabalarının da tarihidir. Bir “karşı-tarih” de var: Burjuvazinin fiilen önlenemeyen kapkaççı, yağmacı eğilimlerini nesnel kurallara bağlayarak sınırlama, denetleme çabalarının da tarihi… Neoliberal döneme kadar, belli ölçülerde özerk, güvenceli, nitelikli, seçkin bir bürokrasi bu “karşı-tarih“in taşıyıcısıdır: Denetim işlevini üstlenmiş;  devletin, kamu müdahalelerinin yarattığı kaynak (rant) aktarımlarının, siyasal iktidarın ayrıcalıklı tercihlerine göre paylaşımını frenlemiştir. 

Neoliberal dönem, başta özelleştirmeler aracılığıyla yeni ve çok zengin yolsuzluk alanları açmaktaydı. Sözünü ettiğim bürokrasi, Özal’dan başlayarak adım adım felce uğratıldı. 2001’de Kamu İhale Yasası taslağının Dünya Bankası tarafından hazırlanması, dıştan gelen bir frenleme girişimiydi. Sıradan devlet ihaleleri dışında, özelleştirme uygulamalarının yaratacağı yeni ve astronomik    varlık aktarımı olanaklarının da yabancı ve yerli sermaye tarafından eşit koşullarda paylaşımı; siyasal kayırmaların önlenmesi hedefleniyordu. 

AKP döneminde Kamu İhale Yasası’nda yapılan değişiklikler sayısızdır. AKP öncesinde ve sonrasında özelleştirme, böylece, geçmiş birikimlerin mirası olan kamu varlıklarının, siyasal iktidarca belirlenen ayrıcalıklı katmanları tarafından belli ölçülerde yağmalanmasını sağlamıştır. Neoliberal dünyada hortlayan ve mülksüzleştirerek, geçmiş birikimlerin sonucu olan servetlerevarlıklara el koymak biçimini alan özelleştirme uygulamalarının zengin örneklerinden biri Türkiye olmuştur.

Bu tespit, Türkiye’de özelleştirme uygulamalarının hedeflediği temel işlevi de ortaya koyuyor. AKP iktidarı ile bütünleşen; bu iktidarla bağımlılık, ortaklık, destekleyicilik işlevleri ile kaynaşan; yağmacı nitelikleri ağır basan bir burjuvazi yaratma…  

Özelleştirmenin bir diğer işlevini de vurgulayalım: Sermayenin vergi yükünün hafifletilmesi…

Özelleştirme gelirlerinin yaklaşık yüzde 70’i, doğrudan bütçeye (Hazine'ye) aktarılmıştır.  1980’li yıllara girildiğinde, Türkiye vergi sistemi, müterakki (eşitsizlikleri azaltıcı) doğrultuda önemli mesafeler almıştı. 

1990’lı yıllarda koalisyon partileri bütçe açıklarını artırdı; devlet borçlarının ve kamu açıklarının millî gelire oranları tırmandı.  Sonraki IMF programları, devlet borçlarından kaynaklanabilecek kriz olasılıklarını önlemeye öncelik verdi. Malî disiplin, yıllık faiz dışı bütçe fazlaları ile hedeflendi. AKP’li yıllarda özelleştirme gelirleri bu hedeflerin gerçekleşmesine katkı yaptı. Burjuvazinin ortalama vergi yükü, özelleştirmeler sayesinde aşağı çekildi. Vergi sistemi, artık, tüketimden toplanan dolaylı vergiler ile bordrolardan kesilen ücret/maaş gelirlerine dayanmaktadır; regresif (eşitsizliklerini artıran) bir nitelik kazanmıştır. 

Sonraki yıllarda, aslında bir DB tasarımı olan kamu-özel işbirliği (KÖİ) projeleri devreye girecektir. Bu “model”, aslında farklı bir özelleştirme türüdür. Altyapı ve sağlık sektörü yatırımları özel sektörce üstlenilecek; merkezî bütçe katkısı ve kamu açıkları ilerdeki yıllara yayılacaktır.  Geleneksel özelleştirmelerin iki özelliği burada da geçerlidir: Bir yandan kısa dönemli bütçe ve devlet borcu dengeleri sürdürülebilir düzeyde gösterilecek; neoliberal malî disiplin ilkesi korunacaktır. Diğer yandan da ayrıcalıklı müteahhitlere (“Beşli Çete”ye) döviz kuru bağlantılı ciro güvenceleri sağlanacak; renkli bir yolsuzluk türü daha oluşacaktır. 

KÖİ uygulamaları da böylece, yağmacı, parazit, dinamizmden yoksun bir kapitalizmin iğreti yapı taşlarından bir diğerini oluşturmaktadır. 

Devlet işletmelerinin yanı-sıra kamu hizmetlerinde, öncelikle eğitim ve sağlıkta özelleştirme ve piyasalaştırma uygulamalarının bir başka sınıfsal işlevi de vardır: “Metalaşan” (satın alınan) hizmet, kamusal özelliğini yitirir.  Eğiten, öğreten, sağaltan kişi (öğretmen ve hekim) “satıcı”; kullanan, yararlanan kişi (öğrenci, veli, hasta) “müşteri” olur. Kapitalizmin dayandığı metalaşma sürecine istisna oluşturan ilişkiler son bulmalı; en azından frenlenmelidir. 

Kamu hizmetlerinde, hatta üretken sektörlerdeki devlet işlemelerinde, iş süreci, işçi / patron değil; memur / amir ilişkisini içerir. Bölüşüm karşıtlığı içermeyen bir ilişki. Öğretmenin, devlet hastanesindeki veya sağlık ocağındaki hekimin aylıkları ile okul müdürünün, başhekimin maaşları karşıtlık ilişkisi içinde değildir.  Bu ilişkilerde yaşayan emekçiler amirleri için artık-değer üretmezler; emekleri meta değildir. Demokratik katılıma, özyönetime yatkın, özünde meslektaşlar-arası ilişkiler…  

Kamu hizmetlerini metalaştıran neoliberal programlar, özelleştirmenin doğrudan uygulanamadığı durumlarda dahi, meta ilişkisini meslek icrasına yapay olarak aşılamakta özen göstermektedir.  İngiltere’nin saygın Ulusal Sağlık Hizmeti’ne, son kırk yılda fiilen “metalaştırılma” virüsü bilinçli olarak bulaştırılmıştır. Bir sonuç, korona salgınında nüfus başına ölüm oranlarında İngiltere’nin liste başına yerleşmesidir. 

Türkiye’de de Dünya Bankası, sağlık ocaklarını dönüştüren reformu önerirken, yeni kurulan aile hekimliği biriminin bir işletme mantığı (“meta ilişkisi”) içermesine özen gösterdi.  Cari giderlerde (örneğin niteliksiz emekçilerin ücretlerinde) kısıntı, işletme gelirlerini artırabilecektir. 

Türkiye gibi, hastane hekimliği ve öğretmenlik mesleğinin kamu personeli tarafından icra edilmesinin kural olduğu ülkelerde, “meta ilişkisinin” yaygınlaşması, mesleğin saygınlığını aşındırmaktadır. Orta öğretimde özel okulların yaygınlaşması, sözleşmesinin yenilenme endişesi içinde olan öğretmenlerin meslekî yetkinliğini etkilemektedir.  Pahalı özel üniversitelerde sınıfta bırakılan öğrenci velilerinin üniversite yönetimleri üzerindeki baskısı (“müşteri yitirme endişesi”), son tahlilde ilgili hocaya yansımaktadır. 

Özelleştirme yaftası altında son kırk yıla damgasını vuran hazin dönüşümlerin, tüm kalıntıları, mirası ile tasfiyesi, AKP sonrasında Türkiye emekçilerinin acil mücadele gündemlerinden biridir. Burada da öncülük, Türkiye’nin sosyalist soluna düşecektir.

(Dayanışma Formu/SOL)-19/09/2021

http://dayanismameclisi.org/ 

Madencilik tahribatı: 'Çevre uyum bedeli yıkım maliyetini karşılamıyor' - Yusuf Yavuz / SOL

 Ormanlar, sular, tarım alanları ve yerleşimlerdeki madencilik tahribatının maliyeti sanılandan çok daha büyük.


Türkiye’de son yıllarda en çok tartışılan konuların başında gelen vahşi madencilik ve buna bağlı yaşanan doğa yıkımına yönelik eleştirilere ilgili idareler ve madencilik sektörünün yanıtı hep aynı: “Kestiğimiz ağacın 5 katını dikiyoruz.” Ancak çevre üzerinde büyük tahribatlara yol açan madencilik faaliyetleri için ilgili yasalar kapsamında alınan Çevre Uyum Bedeli'nin, işletme sonrası yapılacak iyileştirme çalışmalarının maliyetini karşılamadığı ortaya çıktı. Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nün 2020 yılı faaliyetleriyle ilgili yapılan Sayıştay denetiminde, “Yıllar itibariyle Genel Müdürlük tarafından tahsil edilen çevre ile uyum bedellerinin, maden sahalarında yapılacak rehabilitasyon çalışmalarının maliyetini karşılayacak tutarda olmadığı” tespit edildi.

Toroslardan Kaz Dağlarına, Sivas’tan Erzincan’a Türkiye’nin dört bir yanında sürdürülen vahşi madencilik uygulamaları ormanlar, su kaynakları ve doğal çevre üzerinde önemli tahribatlara yol açıyor. Mermer ve granit gibi doğal taşların yanında altın, gümüş gibi değerli madenleri çıkarmak için yürütülen madencilik faaliyetlerinde kantarın topuzu kaçmış durumda. 2004 yılında yeniden düzenlenen maden yasasında ormanları, suları ve doğayı koruyan kimi maddeler ya esnetildi ya da iyice budandı.

'Para eden ne varsa madendir'

Yasanın 2. Maddesi, yerkabuğunda ve sularda doğal olarak bulunan, kısaca paraya çevrilebilir ne varsa “maden” olarak tanımlıyor. Bu bakış açısı, ülkenin dağının taşının yerli ve yabancı şirketler eliyle yağmalanmasını “madencilik” faaliyetine indirgenmesine yol açtı.

'Kestiğimizin 5 katını dikiyoruz' savunması

Çevre üzerindeki baskılar ve orman izinleri konusunda yeterli denetim yapılmayan vahşi madencilik uygulamalarına yönelik eleştiriler karşısında ilgili idareler ve sektörden gelen yanıtlar genellikle kesilen ağacın 5 katının bir başka yere dikildiği, ruhsat işlemleri sırasında ilgili yasalar çerçevesinde rehabilitasyon bedellerinin ödendiği yönünde oluyor. Ancak ülkenin dört bir yanındaki terk edilmiş maden işletmelerinde görünen manzara hiç de iç açıcı değil.

Madenciliğin sürdürüldüğü bölgelerde bu tahribatlara maruz kalan yerel halk, uzmanlar ve sivil toplum örgütleri sıklıkla doğaya ve yaşam alanlarına yönelik zararların telafisinin mümkün olmadığını vurguluyor. Birçok davada mahkemelerin verdiği iptal kararlarında da altı çizilen “telafisi imkânsız zararlar doğacağı” yönündeki tespitler konunun önemini vurguluyor.

    Isparta Sütçüler'e bağlı Çandır köyündeki mermer ocakları Karacaören Baraj Gölü'nün su havzasında yer alıyor.

'Çevre uyum bedeli maliyeti karşılamıyor'

Kamuoyunda yıllardır süren bütün bu tepki ve endişeler, Sayıştay tarafından da belgelendi. Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nün 2020 yılındaki faaliyetlerine ilişkin yapılan Sayıştay Denetiminde ortaya çıkan bulgular arasında, alınan çevre uyum bedellerinin maden sahalarında işletme sonrası yapılacak rehabilitasyon (iyileştirme) çalışmalarının maliyetini karşılamada yetersiz kaldığı tespitine de yer verildi.

“Kurumda yapılan denetimlerde 3213 Sayılı Maden Kanunu kapsamında maden sahalarındaki rehabilitasyon çalışmaları için alınan çevre uyum bedellerinin, maliyetleri kapsayacak miktar ve işleve sahip olmadığı görülmüştür” ifadelerine yer verilen Sayıştay raporunda, ilgili yasaların öngördüğü hukuksal düzenlemeler ve yaptırımlara değinilerek şöyle denildi:

Terk edilen sahalar valliklere kalıyor

“Yapılan incelemelerde çevre uyum bedelleri ile ilgili olarak; 1-Yıllar itibariyle Genel Müdürlük tarafından tahsil edilen çevre ile uyum bedellerinin, maden sahalarında yapılacak rehabilitasyon çalışmalarının maliyetini karşılayacak tutarda olmadığı, 2- Yatırılan bu bedellerin, Genel Müdürlük tarafından mali mevzuatlar gereği yasal olarak nemalandırma imkanının bulunmadığı, 3-İptal edilen veya terk edilen ve rehabilitasyonu yapılmayan maden sahalarının Valilikler tarafından rehabilite edilmesinde gerek bütçe temini ve gerekse personel yetersizliklerinin bulunduğu, Tespit edilmiştir.

    Mermer ocağı

'Mevzuat çalışması henüz tamamlanmadı'

Anılan sorunlar nedeniyle Genel Müdürlük tarafından hazırlanan taslak Kanun değişikliğinde, Türk Maden Kanununda işletme izni bulunan ruhsatlardan her yıl hesaplanan devlet hakkının, açık işletmelerde % 8’i, yeraltı işletmelerinde ise % 4’ü üzerinden ruhsat sahiplerine iade edilmemek üzere rehabilitasyon bedeli adı altında bir bedel alınması, ayrıca Genel Müdürlüğe yatırılan çevre ile uyum bedellerinin değişikliğin gerçekleştirildiği tarihte çevre ile ilgili hesaba aktarılacağı hususlarında düzenlemeler öngörüldüğü anlaşılmıştır. Yani yapılması öngörülen değişiklikle yürürlükteki mevzuatta işletme ruhsat bedeli üzerinden alınan çevre ile uyum bedeli yerine işletme izni bulunan ruhsatlar için tahakkuk edecek devlet hakları üzerinden rehabilitasyon bedeli alınması planlanmakta olup 2020 yılı denetim döneminde bu konuda henüz Yasal bir mevzuat çalışması tamamlanmamıştır. Özetle maden sahalarındaki çevre uyum çalışmalarının ve rehabilitasyon çalışmalarının etkin yürütülmesini teminen bu çalışmaların maliyetini karşılayacak yeterli kaynak sağlama ve muhafaza etme anlamında gerekli mevzuat ve idari tedbirlerin alınmasının uygun olacağı düşünülmektedir.”

Yusuf Yavuz / SOL




24 Ekim 2021 Pazar

Bütçe-TÜSİAD-faiz: Her şey yolunda mı? - Oğuz Oyan / BİRGÜN

 

Faizi eksene alan başka ilginç karşılaştırmalar da yapılabilir. 2022 yılında Gelir Vergisi net hasılatı 257,2 milyar TL olacaktır ve bunun tam yüzde 93,5'i faizcilere ödenecektir! Ne güzel değil mi? Sermayeden vergi alma, borç al.

Geçen haftanın ekonomi gündemine üç gelişme egemen oldu. Önce 2022 yılı Merkezi Yönetim Bütçesi Meclis'e sunuldu. Sonra, 19 Ekim Salı günü TÜSİAD bir basın toplantısıyla "Geleceği İnşa" raporunu açıkladı. 21 Ekim Perşembe günü ise TCMB beklenen faiz indirimi kararını beklenmeyen bir oranda açıkladı.

Bunların etkileri önümüzdeki dönemde de hissedilecek. Faizlerdeki indirimin (indirimlerin) kur ve enflasyon üzerindeki etkileri önümüzdeki hafta ve aylarda da sürecek. Bütçe ise, önümüzdeki iki ay boyunca TBMM'deki tartışmaların

bunlar hiçbir şeyi değiştiremese dahi merkezinde olacak, önümüzdeki yıl da gündemde kalacak. TÜSİAD raporunun etki süresi ise tartışılır; ama iddiası uzun dönemi -rapordaki projeksiyona bakılırsa, 20 yıl sonrasını- belirlemek.


BÜTÇE KİME HİZMET EDİYOR?

Yasamanın bütçe hakkının hiçe sayıldığı yeni bir bütçe dönemine girildi. Konunun bu yönü üzerine yazdığım için (Sol Portal, 19 Ekim 2021) burada bazı çarpıcı sayısal veriler üzerinde durmak istiyorum.

Bütçenin boyutlarını harcama büyüklüğüne bakarak anlarız. 2022 Merkezi Yönetim Bütçesi giderleri 1 trilyon 751 milyar TL olarak öngörüldü. Bunun GSYH'ya oranının yüzde 22,2 olarak gerçekleşmesi beklenmekte. Bu bakımdan OECD ve özellikle merkezi AB ülkelerine kıyasla Türkiye'de bütçenin payı oldukça küçük. Karşılaştırmayı Merkezi Yönetim Bütçesi'ne yerel yönetimleri, sosyal güvenlik kuruluşlarını, genel sağlık sigortasını, fonları, döner sermayeleri ve İşsizlik Sigortası Fonu'nu katarak, yani Genel Devlet Dengesi üzerinden yapsaydık dahi 2022'de GSYH'ya oranla yüzde 33,3 oranını elde ederdik ki (2022 Yılı Bütçe Gerekçesi, s.57-58), gene gelişmiş ülkelerdekinin altında kalınırdı. Bunun nedeni, kamu harcamalarının kapitalist gelişmeyle birlikte artma eğiliminde olmasıdır. Çünkü kapitalist devletin regülasyon maliyetleri yükselme eğilimindedir. Gerçi gelişmiş ülkelerde de farklı regülasyon maliyetlerine sahip devletler bulunur. Ama bunların genelinde, devletin boyutları daha az gelişmiş ülkelerdekine kıyasla daha büyüktür.

Türkiye'de gider bütçesinin giderek artan bir bölümü cari transfer harcamalarından oluşmaktadır. 2022 öngörüsüne göre bu 657,3 milyar TL'dir ve bütçenin yüzde 37,5'ini oluşturacaktır. Eğer cari transferlere gene bir cari transfer kalemi olan 240,4 milyar liralık faiz ödemelerini ekleseydik, bütçenin yüzde 51,2'sinin cari transferlere gittiğini görürdük. Geriye kalanı yaklaşık olarak personel (yüzde 25-27), yatırım (yaklaşık yüzde 10) ve cari (yüzde 7) harcamalardan oluşur. Bu anlamda bütçelerin esnekliği pek yoktur; ama bütçenin yüzde 20'si bile mevcut ihale düzeninde yandaş sermayeyi ihya etmeye yeter. Kaldı ki AKP bütçeyi esnetmenin çaresini bulmuştur: Yasamadan yetki almadan bütçe limitinin üzerine çıkan ödenek üstü harcamalar yapmaktadır!

Bütçe faiz ödemelerinin büyük bölümünün Hazine'nin iç borç faizlerinden oluştuğunu ve asıl yararlanan kesimin de yerli sermaye olduğu açıktır. Özal'dan itibaren kurulan çark dönmektedir: Sermayeden vergi almak yerine borç al ve bu sınıfı devlet garantili faiz ödemeleriyle besle. Son yıllarda Hazine'nin dövize endeksli iç borçlanma yapmak gibi yeni bir günah işlediği de hesaba katılırsa, sermaye kesimine bir de ballı kur farkları da ödenmiş olmakta. Burada son faiz indirimi kararının etkilerini bir de bu yönden düşünebilirsiniz.

Cari transferler, reel harcamalardan farklı olarak, bütçeden doğrudan harcanmayıp belirli kurumlara/kesimlere bir bakıma "Al da sen harca" denilerek aktarılan paralardır. Kulağa hoş gelmiyor olabilir; ama bu, cari transferlerin hepsini olumsuzlamak için bir gerekçe yapılamaz. Bir kere, 657 milyarlık cari transferin 290 milyar lirası sosyal güvenlik sistemine aktarılacaktır. Aktarılmasın diyemeyiz, çünkü o zaman bu sistemin çalışmasını durdurmuş oluruz. Ama 1990'ları diline dolayan bu iktidara, SGK açıklarının şimdilerde her yıl tarihi rekorlar kırdığını hatırlatabiliriz. Bugünkü kötü yönetim olmasaydı, işverene hediye edilen prim indirimleri olmasaydı, kayıt dışı istihdam güçlü bir sendikalaşmayla engellenebilmiş olsaydı bugünkü SGK açıkları daha az olabilirdi elbette; ama gerçek bir sosyal devlet anlayışı geçerli olsa, sosyal güvenlik sisteminin açıklarının büyümesi de beklenebilirdi. Ama en azından doğru yere gittiğini bilirdik.

Cari transferlerin ikinci büyük kalemi, bütçe gelirlerinden ayrılan paylardır. Bunun toplamı, 2022 öngörüsünde 197,5 milyar TL'dir. Bunun da 149,3 milyarı yerel yönetimlere, 47,5 milyarı da fonlara ayrılmaktadır. Yerel yönetimlerin paylarına diyecek yok, çünkü gelirlerinin büyük bölümünü genel bütçe vergi gelirlerinin payı olarak alırlar; artırılması bile gündeme getirilebilir, ama diğer paylarda kısıntı yapmak şartıyla!

Cari transferlerin artırılması şart olan bir başka kalemi tarımsal desteklemelere ayrılan paylardır. Buraya, 2022 bütçesinde (Bütçe Gerekçesi, s.80-81) lutfedip 25,8 milyar TL ayırabilmişler! Böylece, 2006 Tarım Kanunu'na göre tarımsal destekler GSYH'nın yüzde 1'inden az olamaz hükmü, yıllarca yüzde yarım olarak uygulandıktan ve son yıllarda yüzde 0,4 düzeyine indirildikten sonra, önümüzdeki yıl demek ki yüzde 0,3 düzeyine (tam olarak binde 3,27 düzeyine) çekilmiş olmakta. Peki 2022 bütçesinin bir erken seçim bütçesi olduğu hâlâ nasıl iddia edilebiliyor?

Bu arada, gene cari transferler kapsamında, çiftçiye ayrılan destek bütçesinin iki katına yakın bir tutarın KÖİ-YİD projelerinin dövize endeksli garantili ödemelerine ayrılacağını da hatırlatmadan geçmeyelim. Faizleri indirip döviz kurunu zıplatanlar bu çıkar değirmenine su taşıdıklarını bilmiyor veya buradan nemalanmıyor olabilirler mi?

SINIFSAL NİTELİK: BAZI KARŞILAŞTIRMALAR

İkna olunmadıysa bazı karşılaştırmalar daha uyarıcı olabilir. Örneğin tarıma ayrılan destek bütçesinin faizlere ayrılan ödeneklerin sadece yüzde 10,7'sinden ibaret olduğu (25,8/240,4=yüzde 10,7) görülecektir. Tersinden okunursa, bütçeden faizcilere ödenen tutar, çiftçiye verilen desteğin tam 9,3 katıdır. Oysa, çiftçiye yasa gereği verilmesi gereken asgari tutar 2022 için 78,8 milyar TL olmak zorundaydı. Gerçi Hazine'yi borçla fonlayan faizci gene 3 katlık bir fark yapardı ama hiç olmazsa aradaki fark azalırdı. Peki Tayyibistan yönetiminin faize ve faizcilere karşıtlığı nerede kaldı?

Faizi eksene alan başka ilginç karşılaştırmalar da yapılabilir. 2022 yılında Gelir Vergisi net hasılatı 257,2 milyar TL olacaktır ve bunun tam yüzde 93,5'i faizcilere ödenecektir! Ne güzel değil mi? Sermayeden vergi alma, borç al. Üstelik bütün yıl boyunca topladığın gelir vergisinin neredeyse tamamını da sermayeye faiz geliri olarak aktar! Dahası var: Gelir Vergisi'nin üçte ikisi ücretlilerden toplanabilmektedir. Ücretlilerin dolaylı vergilerdeki payı da daha az değildir. Demek ki, emekçiden toplanan vergiyi sermayeye faiz olarak aktarmaya sermaye düzeninin bütçe politikası deniyor! (Bu arada, ücretlilerin milli gelirden aldıkları pay yüzde 29 iken, gelir vergisinden paylarına yüzde 65 düştüğüne göre üzerlerindeki gelir vergisi baskısı (65/29) 2 katın üzerindedir).

Sermaye üzerinden alındığı iddia edilen Kurumlar Vergisi için bir karşılaştırma yapılsaydı, 2022'deki 172,4 milyarlık Kurumlar Vergisi hasılatının tümünün faiz ödemelerine yetişmeyeceğini görürdük. Faiz transferlerinin, gelir artı kurumlar vergileri toplam hasılatının bile yüzde 56'sına karşılık geldiğini görürdük!

***

Aslında vergi gelirlerinin yağması burada bitmiyor. Bütçe Kanunu'nda (s.169), vergi harcamaları cetveli veriliyor. Vergi istisna ve muafiyetleri nedeniyle "toplanmadan harcanan veya toplamaktan vazgeçilen vergi gelirleri" olarak da adlandırılabilecek olan bu sermaye ağırlıklı ayrıcalıkların 2022 yılı için 336 milyar TL olarak öngörüldüğünü söylersek meselenin devasa boyutunu görebiliriz. Bu vergi ikramının boyutunu daha iyi görebilmek için, bunu toplam vergi gelirleri olan 1.258,3 milyar TL'ye oranlarsak, yüzde 26,7 oranın buluruz. Anlamını vurgulayalım: Toplam vergi gelirlerinin yüzde 26,7'si toplanmadan harcanmakta veya bu bölümün toplanmasından vazgeçilmektedir. Asıl yararlanan kesim de sermaye sınıfı olmaktadır! (Ücretliler için "asgari geçim indirimi" gibi bazı önemsiz yasak savmaların kıymeti harbiyesi yoktur). Vergi harcaması hemen her vergi için söz konusudur; ama birinci sırada 128 milyarla Gelir Vergisi geliyor; onu, 86 milyarla Kurumlar Vergisi, 71 milyarla KDV, 26 milyarla ÖTV, 25 milyarla diğerleri izliyor. Hem Gelir hem Kurumlar vergileri, 2022 hasılat beklentilerinin yarısı kadar (GV için 128/257; KV için 86/172) bir vergi ikramına konu olmaktadır ki az-buz şey değildir.

Aslında toplam vergi harcaması miktarının (336 milyar TL) hem gelir, hem de kurumlar vergilerinin toplam hasılatlarını ayrı ayrı aştığını; bu iki verginin toplam hasılatına oranının bile (336/430) yüzde 78 ettiğini de vurgulamamız gerekir. Yani gelir ve kurumlar vergisinin yıllık hasılatının yüzde 78'i kadar bir tutar vergi ayrıcalıklarına ayrılmaktadır!

Bir başka karşılaştırma da öğreticidir: 2022'nin beklenen bütçe açığı 278 milyar TL'dir. Yani vergi istisna ve muafiyetleri olmasa, bütçe açık değil fazla verecektir. Hadi insaflı davranalım, diyelim ki ücretliler lehine 50-60 milyar TL'lik gibi bazı vergi indirimleri korunacaktır, o zaman bile denk bütçeye ulaşılabilecektir! Ama o zaman bütçe açıklarını finanse etmekten mahrum kalacak olan sermaye, faiz gelirleri kaybı yaşamaz mıydı?

Eh, vergiler böylesine yağmalanınca toplumun geniş kesimlerine eğitim ve sağlık hizmetlerinin aksamasına, vergi karşılığı olarak sunulması gereken bu kamusal hizmetlerin giderek paralı hale dönüştürülmesine, yetersiz ve kalitesiz kamu hizmeti sunumu nedeniyle özel eğitim ve sağlık kurumlarının pıtrak gibi çoğalmasına da yer açılabilirmiş. Hatta, bütçe açıklarını kapamak bahanesiyle kamu varlıkları özelleştirmeler vs. yöntemlerle daha kolay yağmalanabilirmiş.

Demek ki neymiş? Bütçeler, emme-basma tulumba gibi hep sermayeye çalışmaktaymış. Yaptıklarıyla, yapamadıklarıyla; tahsil ettikleriyle edemedikleriyle; hizmet sunarken veya sunamazken veya aksatırken...

Emek kesiminin bu hırsızlık düzenine isyan etmemesi, ancak bu gerçeklerin gizlenmesiyle olur; dinin bir bilinç çarpıtma aracı olarak devreye sokulmasıyla olur; eğitimin engellenmesi, düzeyinin düşürülmesi ve dinselleştirilmesiyle olur. O yüzden bunlar insanın cahilini severler; bakıp da göremeyenleri, görüp de bağlantıları yeterince kuramayanları tercih ederler; her türlü ilişkiyi çözenleri de yağmaya ortak etmeye çalışırlar. Ama her yağma düzeninin de bir sonu vardır.

TÜSİAD'IN DEMOKRASİ FİKRİ GELMİŞ

Bütçe-sermaye ilişkilerini tahlil ettikten sonra ayrıca bir de AKP-sermaye ilişkilerine uzun uzadıya girmek gerekli mi? İsterseniz AKP-sermaye yerine sistem-sermaye yazalım, durumun özü değişmez. Ama kuşkusuz AKP mevcut sömürü sisteminin daha açgözlü ve daha pervasız bir temsilcisidir.

Peki bu AKP-TÜSİAD ilişkileri güllük gülistanlık iken birdenbire ne oldu da bu sermaye örgütü "Geleceği İnşa" başlığıyla bir program oluşturmaya niyetlendi? Bu konuda ayrıntılı yazdığım için (bkz. Sol Portal, "Patronların raporu: Türkiye'nin değil TÜSİAD'ın geleceğinin inşası", 22 Ekim 2021) burada sadece değinerek geçebilirim. Seçimler yaklaşır ve mevcut iktidara nihayet siyasi bir seçenek oluşurken, sermaye örgütü iktidarla ilişkileri açısından gardını alıyor, yeni iktidar adayına peşinen ayar veriyor, TOBB ve MÜSİAD gibi diğer sermaye örgütlerine mesaj iletiyor, böylece Türkiye'nin geleceğinde de kendisinin belirleyici olmak istediğini duyuruyor.

Neoliberal düzenleme rejimine, onun kurumsallaşmış haline tam biat edilmesini, dünya hegemonik sistemi içinde yer tutulmasını, Batı/NATO dışı maceralara heves edilmemesini istiyor. Biraz da adalet, laiklik, çevrecilik gibi sosları kullanıyor elbette; ama şimdiye kadar neden bu konularda ses çıkarmadığını açıklamıyor. Laikliği de zaten "din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi" olarak AKP sığlığında açıklamayı marifet sanıyor.

TÜSİAD her şeyi söylüyor ama örneğin bütçe ve vergi imtiyazlarından vazgeçebileceğine, gelir ve servet bölüşümünde aslan payını almaktan geri adım atabileceğine, emeğin örgütlenmesinin önünü açabileceğine dair en ufak bir imada bulunmuyor. Bakalım bu konulara da birgün fikri gelecek mi? Kendiliğinden gelmeyeceği kesin; bu fikri ona ancak emeğin örgütlü mücadelesi dayatabilecektir. Ama o zaman da büyük sermaye çoktan firarda olacaktır!

Oğuz Oyan / BİRGÜN


Benim hafıza odam! - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

 

Bu hafta Diyarbakır Keçi Burcu’nda, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası’nın ev sahipliği yaptığı, ülkemizdeki hemen hemen tüm sanayi kuruluşlarının parasal katkılarıyla, (sanat eserlerine sponsor olanlar verdikleri parayı vergiden düşerler) anlı şanlı konuklarıyla Ahmet Güneştekin’in “Hafıza Odası” adlı sergisi açıldı. 

Serginin yürütücülüğünü Pilevneli Galeri üstlenmiş. 

Ben sergiyi sadece fotoğraflardan gördüm ve en çok parlak sarı, fosforlu yeşil, parıltılı kırmızı renkleriyle sıralanmış tabutların arasında, arkalarında Diyarbakır fonu, bir manken gibi fotoğraf çektirenleri görünce adeta şok oldum. 

Ben yıllardır hemen her ülkede bellek müzelerine giderim. Böyle bir kepazeliği görünce nutkum tutuldu. Kendi kendime dedim ki senin bu Hafıza Odası’nın açıldığı bölgeye çok gitmişliğin var. Öyleyse ben bir hafıza tazeleyeyim:  

Tarih 2016 Nisan ayı, Sur katliamının ardından Sur’un içinde bir güzel avludayız. Avlu kalabalık, insanların gözleri yaşlı, boyunları bükük, çünkü onlar Sur katliamında ölen çocuklarının cenazelerini alamayan analar babalar. Çocuklarının öldüklerini basın yoluyla öğrenmişler ama günlerdir cenazelerine ulaşamıyorlar. Çoğu yoksul olan aileler, çok zor koşullarda cenazelerin yollandığı Elazığ, Gaziantep ve Malatya’ya gidip DNA eşleşmesi için kan örneği veriyorlar ama yirmi gün, bir ay bekliyorlar hiçbir haber yok. Her gün (Dicle-Fırat Kültür Merkezi, MEYA-DER) merkezde buluşup bir umutla bekliyorlar. Bu arada derneğin eşbaşkanı Ayşe Hanım, gelen cenazeleri kendi elleriyle yıkadıktan sonra ailelerinin görmesine izin veriyor. Nedeni, analar babalar karınları deşilen, uzuvları yakılan oğlanlarını, kızlarını öyle görmesinler diye. Ayşe Hanım nasıl dayanıyor bilmiyorum, o yüzüne kezzap atılmış, kadınlık organları parçalanmış cesetleri anlattığında gencecik bir insan hakları avukatı olan ve İnsan Hakları Derneği’nde çalışan Nevin dehşetle haykırıyor:

Yeter!

Evet, yeter ama bütün bunlar bizlere bir uçuş mesafesiyle 1.5 saat uzakta olan bir coğrafyada yaşanıyor. Ve bekleyiş sürüyor.

Merkezde anneler babalar çocuklarından haber beklerken Cansu kız bir köşede sürekli cep telefonundan bir şarkı dinliyor. Ama sürekli dinliyor, yanına gittiğimde bana bu şarkının ağabeyinin en çok sevdiği şarkı olduğunu söylüyor, belki şarkıyı duyup ağabeyi geliverirmiş. 

O böyle söylerken az ilerideki anne gözyaşlarını tutamıyor. Ağabey Şehmuz AkyolTahir Elçi’nin vurulduğu yerin yakınındaki bir markette çalışıyormuş, vurulup ölmüş, yani artık hiç gelmeyecek. Cansu bilmiyor, yirmi gündür annesi oğlunun cesedine ulaşmaya çalışıyor. Elazığ Adli Tıp Kurumu’na gitmişler yok, Gaziantep Adli Tıp Kurumu’na gitmişler yok. Kan vermişler gene haber yok. “Belki de” diyor Hanime Hanım, “Yıkılan yerlerdeki molozların içindedir. Ama onlar da gömüldü. Yok oldu oğlum.” 

Benim kızım Rojin daha 16 yaşındaydı. Üniversite sınavlarına hazırlanıyordu. Öyle heyecanlıydı ki ‘Anne’ diyordu, ‘Öyle çok çalıştım ki mutlaka istediğim yeri kazanacağım!’ İstediği yer psikolojiydi. İnsanlara yardım etmeyi severdi, bir de fotoğraf çekmeyi severdi. Valiliğin açtığı bir fotoğraf kursundan birincilikle mezun olmuştu. Ama o uğursuz gün kızımı yitirdim. Hani bir 18 saat sokağa çıkma yasağı kaldırılmıştı, o gün Rojin, ‘Ben Sur’a gidip orada kalan arkadaşlarımla görüşeceğim’ demişti. Sınavlarda ne yapacaklarını konuşacaklardı. Gidiş o gidiş.

Ben Rojin’in öldüğünü basından öğrendim. O gün bugündür yavrumun ölü bedeninin peşindeyim. Gaziantep’e gönderdik dediler. Gittik, kan verdik, DNA eşleşmesi için ama hiçbir ses çıkmadı. Neden, nerede yavrum? Artık çürümüştür, çünkü hiçbir adli tıpta o kadar ölüyü barındıracak soğuk hava depoları yok. Bize haber geldi, Erzurum’da en az 40 ölü varmış. Onları sebzeleri, meyveleri bozulmasın diye koydukları kilerlere doldurmuşlar. Ama insanoğlu çürür, razıyım kemiklerini versinler ve benim gidip dua edeceğim bir mezar olsun.”

Rojin’in annesi Fahriye Çukur buraya kadar dayanıyor, sonra sessizce gözyaşlarına bırakıyor kendini. 

Bir süre merkezdeki kişilerden hiçbir ses yükselmiyor, hepsi aynı acıyla iç geçiriyorlar yalnızca. Ve çocuğunun ölüsünü almak için 35 gündür bekleyen İhsan Bey, herkes adına konuşuyor: “Biz şu günlerde Kerbela’yı da yaşadık, 90’ları da yaşadık, bazen yaşamadığımız ne kaldı diye düşünüyorum. İnsanlar neden yanımızda değil, biz onlara ne yaptık? Öyle bir propaganda yaptılar ki çocuklarımız terörist ilan edildi. Oysa oğlum eline silah almamıştı. Tek suçumuz Sur’da yaşamak. Peki, Sur vatan toprağı değil mi? Buradakiler insan değil mi? Devlet neden bize düşman gibi davranıyor?

Ya Cihan Akmeşe ne yapmıştı? Annesi soruyor: “Ne yaptı ki öldürdünüz onu! Daha 13 yaşındaydı. Nereye gitti? Devlet değil misin benim kayıp çocuğumu bul. Bul!” 

Bölgede o kadar acıya tanık oldum ki benim hikâyelerim bitmez ama en çok şu hikâye hep yanı başımdadır: O, yaşı belli olmayan yaşlı bir adam. Dağları, dağlardaki kovukları, akan suları ezbere bilen biri. O, geceleri hiç uyumaz. Kurşun seslerini dinler. Nereden atıldı, nereye isabet etti? Sabahleyin ilk iş, kurşunun isabet ettiği dağ kovuklarını gözden geçirir. Mutlaka bir genç ölüsüne rastlar. O zaman ölünün bütün parçalarını bir çuvala koyar. Dağlarda tek bir parça bırakmaz. Sonra onları köy mezarlığına gömer. “Bunu neden yapıyorsun” diye sorduklarında şöyle yanıt verir: “Tanrı’nın huzuruna güzel çıksınlar diye.” 









Cumartesi Anneleri ile halaya durduğumuz günlerden... Acıya dayanmak için...





Işıl Özgentürk / Cumhuriyet