8 Kasım 2021 Pazartesi

Mehmet Eymür’ün saklı sicili - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 Ayağı çamur içinde. Yine de aydınlığı haber veriyor. Sesini duyunca günün başladığını anlıyorsun. Sanma ki horoz “sen uyan” diye ötüyor.

Şimdiki kuşaklar tanımıyor. Dostları, düşmanları başka başka anlatıyor.


Peki, bir zamanlar çalıştığı MİT’e göre, şimdilerde “ifşa”larıyla gündemde olan Mehmet Eymür nasıl biri?

Bu sorunun yanıtı var. Hem de MİT’ten alınmış, belgeli.

Nereden mi biliyorum?

OdaTV davasının 35 numaralı klasöründe yer alan evraktan.

Şöyle anlatayım…

En çok “MİT eski Kontrterör Daire Başkanı” titriyle anılan Mehmet Eymür, MİT’ten tasfiye olunca Danıştay 5 No’lu Daire’ye dava açtı. Eymür, aleyhinde verilen kararın idare mahkemesi aracılığıyla değişmesini istiyordu. Haliyle, MİT bu talebe yaptığı savunmayla cevap verdi. 1998/3897 numaralı dosyaya Eymür’ün MİT’teki sicilini gönderdi.

Şair Edip Cansever’in diliyle konuşursak, “sicil de sicilmiş ha” dedirtti.

VEKİLİN OĞLUNA İŞKENCE

MİT’in evrakına göre Eymür, “Teşkilat”la 1965’te “görev elemanı” olarak ilişki kurdu. İşin ilginci, ilk kınama cezasını da o yıl almış görünüyor!

Eymür’ün MİT’te “kadrolu” olduğu tarih ise 10 Haziran 1970. Eymür, MİT İstanbul Başkanlığı’ndaki resmi görevine bu tarihte başladı.

Sicile göre Eymür, 21 Şubat 1973’te teşkilata bir “muhtıra” verdi. Muhtırada solculara karşı daha sert olunmasını istiyordu, bir tane daha kınama cezası aldı. Bu olayın ardından Eymür’ün MİT’ten ayrılmak istediği, ilk amiri Hiram Abas tarafından ikna edildiği görülüyor.

8 Şubat 1979 ve 27 Mart 1979 tarihli cezalar…

Her ikisinin içeriği de istihbaratçılık ile ilgili değil.

Biri eski CHP Erzincan Milletvekili Nurettin Karsu’nun evinin basılması, çocuklarının kaçırılıp dövülmesi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tahkir ve tezyif edilmesi.

Bir milletvekilinin evi nasıl basılır!” diyebilirsiniz.

Karsu, yıllar sonra o anları şöyle anlattı:

TBMM’de ve CHP grubunda en çok mücadele eden bir milletvekili olarak Meclis kürsülerinde konuşarak iktidarı yoğun olarak eleştirdiğim sıralarda, MİT’in Mehmet Eymür’ün şefi olduğu dört kişilik ekibinin, (gece yarısından sonra saat 01.30 sularında) üniversitede okuyan ve hiçbir yasadışı eyleme bulaşmamış olan oğlumu kaçırdıklarını ve işkence ettiklerini o zaman ortaya çıkardığım için, savcılık ilgili MİT ekibini mahkemeye vermiş ve bu kişilerin yargılanmalarına Ankara mahkemelerinde başlanılmıştı.”

Belgeye geri dönersek...

Bu olay nedeniyle Eymür’ün Devlet İstatistik Enstitüsü’ne tayin edildiği görülüyor. Ancak AP hükümeti kurulunca Eymür’ün tekrar MİT’e döndüğü anlaşılıyor.

BELDEN AŞAĞI VURUŞ

MİT’te Eymür’ün faaliyetlerinin hep tartışıldığı biliniyor.

Belgeye göre, 19 Nisan 1988 tarihinde Eymür, “kademe ilerlemesinin durdurulması cezası” almış. Sebebi de kamuoyunda “Birinci MİT Raporu” adıyla anılan rapor.

17 Kasım 1987 tarihinde Başbakan Turgut Özal’a sunulan rapor, bir taşla en az üç kuş vuruyordu. Hem o dönem rakip olduğu İstanbul Emniyeti’ni yasadışı işler çevirmekle suçluyor, hem Özal’ın karşısındaki DYP’li siyasetçileri mafya ile yan yana koyuyor hem de en kötüsü eski Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ’un adını belden aşağı vuruşlarla Emel Sayın’la anıyordu. 7 Kasım 1986’da Ankara’ya gelen ABD Savunma Bakanı William Taft’ı “randevusu yok” diye kapıdan çeviren, Özal’ın ABD ile Irak’a askeri müdahale projesine karşı çıkan Üruğ’un hedef alınmasından elbette ki Washington da memnundu.

Raporu haber yapan muhabir İrfan Taştemur, kamuoyunu ayağa kaldıran haberin kaynağının, raporu da hazırlayan Mehmet Eymür olduğunu açıklamıştı. Bu olaydan sonra MİT’ten ayrılan Eymür, Antalya’nın Varsak beldesinde “buz fabrikası” kurdu.

MİT BİLE YAKA SİLKTİ

MİT evrakına göre, Eymür 14 Şubat 1994’te tekrar MİT Müsteşarlığı kadrosuna alındı. Titri, “Özel İstihbarat Daire Başkanı”ydı.

Eymür’ün sicili, Alaattin Çakıcı’nın eşi Uğur Kılıç’ın öldürülmesi olayıyla ilgili bile kınama cezası aldığını söylüyor. (Kılıç’ın babası Dündar Kılıç, bu olaydan ötürü Mehmet Eymür’ü suçlamıştı.)

Arşivinde, basına demeç vermekten kitap yazmaya kadar, istihbaratçı ketumluğunda görünmeyen pek çok işten uyarı-kınama cezaları bulunuyor.

Eymür, olayların ardından MİT’in Washington temsilcisi olarak atandı. Başka bir deyişle gözlerden uzak tutuldu. Ancak burada bile rahat durmadı. 4 Şubat 1998, 6 Şubat 1998, 7 Şubat 1998 tarihinde savunmasının istendiği görülüyor.

Başbakanlık Müfettişi Kutlu Savaş’ın, devletin içindeki çeteleri konu alan raporunun ardından, 14 Ağustos 1998’de Washington Temsilciliği görevinden alındı. Temsilcilik de kapatıldı. Eymür, Türkiye Şeker Fabrikası’na uzman olarak atandı. Türkiye’ye dönmesi istendi. Ancak Eymür istifa ederek Washington’a yerleşti. Kurduğu atin.org sitesiyle  “ifşalara” başladı.

Eymür’ün açtığı davada MİT savunma yapmış ve durumu şöyle tarif etmişti:

“Müsteşarlık tarihinde, teşkilat metot ve prensiplerine bu derece uyumsuz bir başka personel bulunmadı. Kurumu ve devleti zor durumda bırakacak tutum ve davranışlarını sürekli olarak tekrarladı.”

Eymür’ün mahkeme evrakına yansıyan MİT’teki sicili böyle.

KUMPASTAN ÇIKAN EYMÜR

MİT’in bile “Bu kadar da olmaz” dediği Eymür, “teşkilat”tan ayrıldıktan sonra da faaliyetlerine devam etti.

Nereden mi biliyoruz?

Eymür’le “iyi ilişkileriyle” bilinen Sabah gazetesi, 26 Kasım 2008 tarihinde bir MİT belgesi yayımladı. “Kod Adı İpek” başlıklı haberde, Ergenekon kumpasının mimarlarından Tuncay Güney’in MİT elemanı olduğu iddia ediliyordu. MİT, belgeyi doğruladı ancak Sabah’ın haberine tepki gösterdi. Tepkinin nedeni MİT’in açıklamasındaydı:

Tuncay Güney o dönem itibarıyla şüpheli faaliyetlerinden dolayı dikkatimizi çeken ve üzerinde çalışma yapılan bir şahıstır. Bu bağlamda, Tuncay Güney kayıtlı bir haber kaynağımız değildir. Kuruluş ve işleyişi tartışmalı olan Kontrterör Merkezi, sorumluları ile birlikte 1997 yılında kuruluş şemasından çıkarılmıştır.

Kısacası MİT, isim vermeden Eymür’ü işaret ediyordu.

Yıllar önce Ergenekon davasındaki kumpasları haberleştirirken, davanın 58 No’lu ek klasörünün 27. sayfasındaki bir belgeye yer vermiştik. Sıradan gözüken evrak, Sabah Grubu’nun çıkardığı Aktüel dergisinin 52. sayısının kapağıydı. Ancak dosyadaki belgenin alt tarafında, belgenin kaydedildiği bilgisayarın künyesi vardı. Künyede şu yazıyordu: “MehmetEymur/Desktop/Savcı/Yeni Aktüel”.

Bu künyeyi açıklamaya çalışırsak; belge Mehmet Eymür’ün bilgisayarında kaydedilmişti. Eymür, bilgisayarının masaüstünde bir “savcı” klasörü açmıştı. Bu klasöre de “Yeni Aktüel” adıyla belgeyi kaydetmişti.

Kısacası Eymür, son 50 yılın her karanlık olayının aktörlerinden biriydi. Devletin hep içinde oldu, “ifşa” diyerek rakiplerine operasyonlar yaptı. İşkence, cinayet, kumpaslar onun elinin altından geçti. Ama birilerinin “iyi çocuğu” olarak hep korundu. 15 Temmuz için “Raydan çıkmış bir MİT çalışması” ifadesini kullandığında dahi AKP medyası suskunlukla geçiştirdi.

Horozu duyduk, gözümüzü açtık. Senin için değil, boğazı yırtılır gibi bağırıyorsa, horozun doğasından. O ses, aslında kendi türünü devam ettirmek için çıkıyor. Oysa horozu değil sabahı beklesen, kuşların senfonisinde, gündüzün saklı şarkısını duyacaksın.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Tarihi coğrafyanın metreküpü sadece 10 TL! - Yusuf Yavuz / SOL

 Kızılırmak üzerindeki kum ve çakıl ocakları, inşaat malzemesi uğruna binlerce yıldır birçok kültüre ev sahipliği yapan Yukarı Kızılırmak Havzası’nın geçmişini ve geleceğini yok ediyor.

Kayseri’de Kızılırmak kıyısında yer alan Burunören köyünde açılan kum ocakları hem tarihi coğrafyayı hem de yöre halkının yaşamını tehdit ediyor. Burunören köyündeki kum ocaklarından biri Sarıoğlan Belediyesi’ne ait. 2017’de ruhsat verilen proje bir süre ÇED’siz çalıştıktan sonra Eylül 2020’de ÇED süreci başlatıldı. Projeyle ilgili ÇED raporunda yer alan bilgilere göre bir metreküp kum ve çakılın 10 TL olduğu belirtilerek, Kızılırmak’ın tahrip edilmesiyle elde edilen malzemeden yıllık 490 bin TL gelir elde edileceği savunuluyor. ÇED raporunda nehir yatağından kum alınmayacağı taahhüt edilmesine rağmen Kızılırmak’ın ortasında çalışan iş makineleri ve kamyonlar köylülerin tepkisini çekiyor.

Antik çağın 'Halys' ırmağı birçok uygarlığın sınırını belirledi

Burunören köyü, Kayseri'nin Sarıoğlan ilçesine bağlı yerleşimlerden biri. Kızılırmak kıyısında yer alan Burunören’de ve komşu köylerde birbiri ardına açılan kum ve çakıl ocakları, antik çağda adı ‘Halys’ olarak anılan ve pek çok uygarlığın coğrafi sınırlarını belirleyen nehrin geçmişini ve geleceğini coğrafyanın hafızasından siliyor.  

2 milyon yıllık geçmiş, inşaat malzemesi yapılıyor

Sivas’tan doğup, Orta Anadolu’da bir yay çizdikten sonra kuzeye yönelerek Samsun’un Bafra ilçesinde Karadeniz’e dökülen Kızılırmak, 1355 kilometrelik akışıyla geçtiği topraklara hayat verirken aynı zamanda Türkiye sınırları içindeki en uzun nehir olarak biliniyor. Kızılırmak boyunca birçok tarihi höyük ve kale yerleşimi bulunuyor. Nehir, günümüzde de 20’den fazla ilde, onlarca kent ve kırsal yerleşimin yaşamına dokunarak akışını sürdürüyor. Ancak yaklaşık 2 milyon yıllık bir geçmişe sahip olan havzada kuralsızca çalışan kum ve çakıl ocakları Anadolu’nun tarihi coğrafyasının en önemli köşe taşlarından biri olan Kızılırmak’ın doğal dokusunu tahrip ediyor.

Kızılırmak kıyısındaki köy kum ocaklarının işgali altında

Kızılırmak’ın Kayseri sınırlarından geçen bölümünde birbiri ardına açılan kum ocaklarının bir kısmı Burunören köyünde yer alıyor. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın verilerine göre, 2014’ten bu yana Burunören köyünde "ÇED Gerekli Değildir" kararı verilen ya da ÇED süreci başlatılmış olan 4 ayrı kum ocağı bulunuyor. Köyün bitişiğinde açılan kum ocağının ise ÇED raporu olmadan faaliyetini sürdürdüğü öne sürülüyor. Ancak ÇED raporu olan kum ocaklarının da proje dosyalarında ilgili yasa ve yönetmelikler kapsamında yerine getirmeyi taahhüt ettiği çoğu ayrıntıya pek dikkat etmediği gözleniyor.  

Kum yığınlarıyla çevrelenen köyde halk tepkili

Burunören köyünde özel bir şirketin işlettiği kum ocaklarından biri de tam köy yerleşiminin dibinde açılmış. Köy adeta kum yığınlarıyla çevrelenmiş durumda. Burunören köyündeki tarım alanları ve su kaynaklarının kum ocaklarından zarar gördüğünü söyleyen Mahmut Graf Doğan, Almanya’da yaşayan gurbetçi köylülerden biri. Yaz aylarını memleketinde geçirmek için Burunören köyüne geldiğini ancak çocukluk anılarının yok edilişini gördükçe kahrolduğunu söyleyen Doğan, evine bitişik alana kadar yayılan kum ocağına karşı dava açılmasına öncülük edenlerden biri.

    Kum ocağı depolama alanı köyle iç içe

'Kum ocakları yüzünden tarım ve hayvancılık bitti'

Doğan, kum ocaklarının verdiği zararları, “Kum ocakları yüzünden köyde tarım ve hayvancılık bitmiş durumda. Eskiden hayvan sürüleri su ihtiyaçlarını Kızılırmak’tan karşılıyordu, şu anda ırmağa inemiyorlar” sözleriyle özetliyor.

'Bu tahribatı görünce elim ayağım kopmuş gibi hissediyorum'

Köyün içinde faaliyetini sürdüren kum ocağına karşı açtıkları davanın son duruşmasının 3 Kasım’da Kayseri İdare Mahkemesi’nde görüldüğünü ve yargıdan olumlu bir karar beklediklerini dile getiren Doğan, “Ben bu köyde doğdum. Kızılırmak ve Burunören köyü benim için yaşamın anlamı. Yüzmeyi Kızılırmak’ta öğrendim. Burası bizim toprağımız, kimliğimizin bir parçası. Atalarımız bu köyün kurucularından. İran Horasan’ından Halep’e, ardından da Maraş’tan bu yaylalara gelip yerleşmişler. Köyüme geldiğimde mutlu oluyordum ama bu tahribatları görünce bütün mutluluğum hüzne ve çaresizliğe dönüşüyor. Kendimi hastalanmış gibi, elim ayağım kopmuş, gözlerim kör olmuş gibi hissediyorum. Ben adalete inanan bir insanım. Bu yüzden dava açtık. Yargının buradaki tahribata dur diyeceğine inanıyorum” ifadelerini kullandı.

'Şehirden kaçıp gelen insanlar astım hastası oldu'

Kum ocaklarından çıkan tozun insan sağlığına da zarar verdiğinin altını çizen Mahmut Graf Doğan, “İnsanlar astım hastası oldular. Şehirden, egzoz gazından, stresten kaçıp köyüne nefes almaya gelen emeklilerimiz burada rahat edemez haldeler” dedi.

'Yeraltı suları çekildi, meyve ağaçları kurudu'

Kızılırmak kıyısındaki Üzerlik ve Karaözü köyleri arasındaki yaklaşık 10 kilometrelik alanda kum ocakları yüzünden derin çukurlar oluştuğunun da altını çizen Doğan, bazı noktalarda çukurların yüksekliğinin 8-10 metreyi bulduğunu belirterek, “Buna bağlı olarak yeraltı suları çekildiği için ağaçlarımız bile kurudu. Bir komşumuzun 300 meyve ağacı kurudu” diye konuştu.

    Kayseri Burunören köyündeki kum ocakları

Tarihi Şahruh Köprüsü de kum ocaklarının tehdidi altında

Kum ocaklarının Kızılırmak üzerinde bulunan tarihi Şahruh Köprüsü'nü de tehdit ettiğine dikkati çeken Doğan, “Kum ocaklarının aldığı kumlardan dolayı tarihi köprünün ayakları tehdit altında. Bu konuda acil önlem alınmazsa Şahruh Köprüsü’nün geleceği tehlike altına girecek” uyarısında bulundu.

Önce kum ocağı açıldı sonra ÇED raporu hazırlandı

Burunören köyündeki kum ocaklarından biri de köyün bağlı olduğu Sarıoğlan ilçe Belediyesi tarafından işletiliyor. Belediyenin aldığı 21 Eylül 2017 tarihli ruhsata göre 6 ayrı noktada, 97.700 metrekarelik alanda kum ve çakıl çıkarma izni verilmiş. Ancak Eylül 2022’de süresi dolacak olan ruhsat sahasında daha önce ÇED raporu olmadan çalışan kum ocağı için 3 yıl sonra, 20 Eylül 2020’de bir Proje Tanıtım Dosyası (ÇED Raporu) hazırlanarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na sunulduğu ortaya çıktı.

ÇED raporu: 'Proje alanında akarsu yok!'

Proje adı ‘Kum-Çakıl Ocağı Yıkama Eleme ve Kilitli Parke Tesisi’ olan işletmeyle ilgili hazırlanan ÇED Raporunda yer alan bilgiler, Türkiye’de çevre konusunda vaatlerin ve gerçeklerin ne kadar birbirinden uzak olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Kum ocağının ÇED raporunda, Kızılırmak nehrinin ortasında faaliyet yürüten proje alanında akarsu bulunmadığının öne sürülmesi dikkat çekiyor.

Vaatler kâğıt üstünde kaldı, nehrin altını üstüne getirdiler

Kum ocağı için hazırlanan ÇED raporunda, “İşletme sırasında dere yatak stabilitesini bozacak ve serbest akışa engel olacak şekilde malzeme alınmamalı, ayrıca mahmuz, servis yolu ve benzeri yapılar tesis edilerek suyun akış yönünü değiştirmek suretiyle kıyı oyulmasına neden olabilecek çalışmalardan kaçınılacaktır” ifadelerine yer veriliyor.

Tarihi coğrafyanın metreküpü sadece 10 TL

Yılda 9 ay süreceği belirtilen çalışmalar kapsamında 49 bin metreküp kum ve çakıl üretileceğinin altı çizilen ÇED raporunda, nehir yatağından çıkartılan kumun metreküpünün 10 TL’den satıldığı kaydedilerek yılda 490 bin TL gelir elde edileceği belirtiliyor.


                  Kum ocağının ÇED raporunda, nehirden çıkarılan kumun metreküpünün 10 TL'den satılacağı kaydediliyor

 

Yusuf Yavuz / SOL



Bir sabah parlamenter sisteme uyansak (08/11/2021) + Erdoğan aptal değil (25/10/2021) / Turgay Develi-SOL

 Bir sabah parlamenter sisteme uyansak 

Erdoğan yarın sabah uyanıp hukuksuzca içeride tutulanların tahliyesi buyursa, ilgili bir emir erine de derhal parlamenter sisteme dönmek üzere talimat verse...

Bir sabah kalktığımızda, Erdoğan'ın 'artık bu kadar yeter' diye nedamet getirmiş ve Osman Kavala ile Selahattin Demirtaş'ı serbest bırakmış olduğunu görebiliriz. Hatta ardından başkanlık sisteminden de vazgeçip parlamenter sisteme geri dönmeye karar verse, 'ittifak' muhalefetinin tanıdık simaları, oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi, ağlamakla ağlamamak arasındaki bir yüz ifadesi ve şaşkınlıkla uzunca bir süre ne yapacaklarını, ne diyeceklerini bilemezler herhalde.

Türkiye'nin çok uzunca bir süredir gündemini oluşturan bu iki keyfi tutukluluk hali ile ülkenin hiçbir temel sorunun çözümünü sağlamayacak olan parlamenter demokrasi tartışmalarının yapay ve aynı zamanda komik olduğu ortada.

Gerek Kavala'nın, gerek Demirtaş'ın cezaevine attırılmasının sebepleri ile bir zamanlar Erdoğan'la hedef birliği kurmalarını sağlayan sebepler aynı. İşin komik tarafı ise herkesin oynanan bu tiyatroyu (çekirdek çitleyerek iş makinesi seyredenler gibi) seyredip, kendince manalandırmaya çalışması.

Türkiye'de etnik kimlik, dini kimlik, mezhep vb. konulu araştırma ve 'çalışma'lar yapan her tür araştırma şirketine ve sivil toplum kuruluşuna, Kavala'nın TESEV'i de dahil olmak üzere, yurt içinden ve dışından açık toplumcu kanallar yoluyla yıllarca para aktı. Sivil toplum projeleri adı altında toplumu mezhepler, kimlikler üzerinden tanımlayan çalışmalar yaptırılıp, çıkması istenen sonuçlar bulgu adı altında yine aynı ekip tarafından fonlanan medya organları ile duyuruldu, kamuoyu oluşturuldu. 

"Dini inancınız, mezhebinizden dolayı kendinizi dışlanmış hissediyor musunuz?" ya da "Etnik kimliğinizi rahatça ifade edebiliyor musunuz?" gibi soruları yıllarca bıkmadan insanlara sorup bu konularda 'araştırma' yaparak sonunda ülkede olan biten her şeyi kimlik siyasetinin bir konusu haline getirmeyi başardılar.

Erdoğan, bu çalışmaların benzerlerini meydanlarında yapmıştı. Sonuç olarak batının ve liberallerin sevgilisi olan ilk versiyon Erdoğan 1.0, 'Ben insanları dilinden, mezhebinden, kimliğinden dolayı, Laz, Çerkez, Gürcü diye değil, yaradılanı yaradandan dolayı seviyorum' diye konuşuyordu. 

Sadece bu kadar değildi elbette; 

Cumhuriyetin yurttaşlarına etnik kimliğin ikame edilmeye çalışıldığı rollerin kahramanlarını da izlemiştik. Oyunun yazıcıları, rolleri Erdoğan'ın iktidarının güçlenmesi ve kalıcılaşmasına göre dağıtmış ve bu İmralı tutanaklarında da açıkça ifade edilmişti. Tutanaklarda Öcalan'ın, Sırrı Süreyya Önder, Selahattin Demirtaş ve Pervin Buldan'a söylediği 'AKP iktidarını ben koruyorum' sözleri, Kürt hareketinin Erdoğan'dan çok umutlu olduğu yılların bir nişanesi olarak duruyor. 

Dolayısıyla, aslında Erdoğan, Soros, Kavala, TESEV, Açık Toplum Enstitüleri ve Öcalan, Demirtaş nezdinde Kürt hareketi aynı amaç etrafında birleşmişlerdi: Yurttaşlık bilincini kazıyarak Türkiye'yi dillere, etnik kimliklere, mezheplere vs. göre tanzim etmek.

Peki ne değişti de bu tasada ve kederde hedef ortaklığı bitti ve Erdoğan eski mesai arkadaşlarını düşman tahtasına yerleştirdi?

Ortaklığı bozup, rüyayı kabusa çeviren ve tarafları düşmanlaştıran, bol bol bulunan sıcak paranın bitmesi ve bunun sonucunda Erdoğan'ın iktidarının zora girmesi oldu. Dünyada uygulandığı bütün ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de cari açık, yaygın işsizlik, gelir dağılımı uçurumu olarak aynı sonucu veren ekonomik politika sürdürülemez olunca Erdoğan sertlik politikalarına dönmek ve milliyetçi bir hikaye oluşturmak zorunda kaldı. 

Her ikisi de birbiriyle bağlantılı bu ilişkiyi Erdoğan önce iktidarının meşruiyeti için liberal bir görüntü vererek dışarda kullanmıştı, şimdi de milliyetçi bir görüntü vererek içeride iktidarını korumak için kullanıyor. Soros ile ilişkisi ve kimlik temelli mücadele, bir dönem işine geldi. Şimdi, dünkü dostlarına bugün düşman muamelesi yapması, onların değişmesi ya da gerçekten suç işlemeleri sebebiyle değil, sadece kendisinin durduğu tarafın değişmesi sebebiyledir. 

Erdoğan'ın, eski 'dostlarını', hukuk mukuk dinlemeyip cezaevlerine atması, yasama ve yargıyı tek elde toplaması tesadüf değil. 

Erdoğan'ın bu yönelişinin bir zorunluluk olduğunu, izlediği ekonomi politikasının başka bir sonuç doğurmasını beklemenin akla aykırı olduğunu geçen hafta "Erdoğan aptal değil" başlıklı yazımda anlatmıştım. Turgut Özal'lı ANAP'ın, ardından gelen Süleyman Demirel/Tansu Çiller ile Erdal İnönü/ Murat Karayalçın'lı DYP/SHP'nin, Tansu Çiller/ Mesut Yılmaz'lı ANAYOL ya da Bülent Ecevit/ Mesut Yılmaz/Devlet Bahçeli'li ANASOL da aynı akıbete uğrayarak tarihe gömülmüştü. 

Görünürde farklı söylemlere sahip bu partilerin kaderlerini ortaklaştıran, yıkılışlarını kaçınılmaz kılan uyguladıkları ekonomik modeldi. 

Dolayısıyla Erdoğan, muhalefetin iddiasının aksine, yargıyı, yasamayı kendine bağladığı, Demirtaş ve Kavala gibi isimleri haksız hukuksuz cezaevine attırdığı için değil, uygulanan ekonomik modelin sıcak paraya muhtaç, cari açık yaratan, kitleleri yoksullaştıran, gelir uçurumu yaratan, işsizliği patlatan sonuçlar yaratması kaçınılmaz olduğu için halkın özgürlük alanlarını daraltıp, toplumu nefessiz bırakıyor.

Muhalefet, meselenin ekonomi politikalarından kaynaklandığını teğet geçerek dün Altan kardeşler, Nazlı Ilıcak, Enis Berberoğlu gibi isimler, bugün de Osman Kavala, Selahattin Demirtaş üzerinden gündem ve demokrasi kahramanları yaratıyor. 

Elbette bir tek kişinin bile haksız ve hukuksuz şekilde özgürlüğünün elinden alınmasına karşı durmak her yurttaşın boynunun borcudur. Bununla beraber bu hukuksuzlukları doğru yere oturtup, buna neden olan politikaları savunmak ise akıl dışı. 1990'lı yıllarda faili meçhuller yaratan çeteler üzerinden yürütülen kirli savaş, Susurluk'la patlayan irin, şimdi İdlib, SADAT, ÖSO tipi yapılanma ve bunların yol açtığı sorunların tamamı bu kanlı düzenin ürünü. 

Okuyucuyu bıktırma pahasına defalarca yazdığım üzere bu sonuçları yaratan düzeni tartışmak yerine, son 40 yılı sadece olaylar ve ortaya çıkan sonuçlar üzerinden değerlendirmek, hedef saptırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Batı dünyası artık işlemediği kabul edilen bu ekonomik düzen yerine yeni bir dünya düzeni üzerine tartışırken Türkiye’de muhalefet, aynı kimlik siyaseti soslu konuları temcit pilavı gibi kamuoyunun önüne atıp, bu arada da ekonominin durumundan bunalan vatandaşın iktidarı cezalandıracağını umarak, hiçbir sorunun kaynağına inmeden, hiçbir köklü değişim vadetmeden ittifaklarla seçim galibiyeti arıyor. 

Bunun sebebi ise sorunların köküne inildiği takdirde ekonomik politika ezberlerinin bozulacağını bilmelerindendir. 

Başa dönelim, Erdoğan yarın sabah uyanıp hukuksuzca içeride tutulanların tahliyesi buyursa, ilgili bir emir erine de derhal parlamenter sisteme dönmek üzere talimat verse, bugünün Türkiye'sinde muhalefeti iktidardan nasıl ayırt edeceğiz?

                                                                    ***

Erdoğan aptal değil (25/10/2021) 

Gerek içerden, gerekse de dışarıdan sürekli olarak çizilerek önümüze konulan, artık aklını ve yönetme kabiliyetini kaybetmiş bir otokrat portresinin hiç de isabetli olmadığı çok açık.

En başa son faiz indirimi kararını yazarsak, iktidar cephesi dışında kalan herkes Erdoğan'ın artık verdiği kararların sonuçlarını öngöremediğini, yönetme erkini yitirdiğini ileri sürüyor ve iktidarın günlerinin sayılı olduğunu düşünüyor.

Bu bağlamda, iktidarın düzenli olarak oy kaybettiğini gösteren anket sonuçlarını takip eden muhalefet de artık iyiden iyiye bir iktidar hazırlığı içerisine girmiş durumda. Ancak iktidarın kendini bitirdiği, yönetme kabiliyetini tamamen kaybettiği ve ilk seçimde alaşağı olacağı öngörüsü bana göre hala çok şüpheli. 

Kişisel kanaatim, Erdoğan'ın bu kararları, muhalefetin iddiasının tam aksine panik ve telaşla değil, dünya düzeninin işleyişine bizzat tanıklık ettiği 20 yıllık iktidar tecrübesi ile aldığı yönünde.

Böyle düşünmemin sebebi ise Erdoğan'ın, artan hayat pahalılığı ve yaygınlaşan yoksulluğun, partisinin yıllardır uyguladığı neoliberal ekonomi politikalarından kaynaklandığını ve bu politikalar doğrultusunda krizlerin kaçınılmaz olduğunu bilmesi. 

Erdoğan, bu ekonomi politikanın sıcak paraya muhtaç olduğunu da, sıcak paranın uluslararası finans kapitalde olduğunu da biliyor. İmajı umurunda olmamakla birlikte, meşruiyetin öneminin farkında olarak, içerideki iktidarının uluslararası meşruiyetine zarar gelmemesi gerektiğinin bilincinde. Halkın daha da yoksullaşmasını göze alarak, muhtemel birer bankacılık, cari açık ve borç krizlerini önleyecek bir sistemi çalışır vaziyette tutmaya çalışıyor. 

Bir yandan büyümeyi devam ettirerek ve halkın nispeten ucuz banka kredilerine ulaşmasını kolaylaştırarak da, yaygınlaşan yoksullukla yükselen öfkeyi geçici de olsa kontrol altında tutarak kısmen de olsa rıza üretebilmeyi umuyor.

Yani Erdoğan'ın aslında yaptığı, 1994 veya 2001 yıllarında olduğu gibi ani krizleri engelleyerek, kontrollü bir yoksullaşma süreciyle bunalımı zamana yaymak, tabiri caizse kurbağayı kısık ateşte yavaş yavaş pişirmek, bu arada da iktidarını sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu tabanının gönlünü hoş tutan sadaka mekanizmasını işler tutarken bir yandan da milliyetçilik, dış güçler ve bağımsızlık masalları anlatmak.

Cumhuriyet tarihinin en derin ekonomik bunalımı devam ederken partisinin hala birinci parti olmasının, muhalefetin ise hala ittifaklar yoluyla 3-5 oyun hesabını yapmak zorunda olmasının sebebi bu.

Erdoğan'ın panik ve telaşla değil, aksine son derece bilinçli hareket ettiğini düşünmemin sebebi, uygulanan ekonomik politikaların yaratması kaçınılmaz olan bunalımı bu kadar ustalıkla zamana yayabilmesi ve bunu yaparken attığı adımların tutarlılığı.

Erdoğan, 'kurumların bağımsızlığı' adı altında ülke ekonomisine yön veren uluslararası finans kapitalin, Merkez Bankası ve diğer 'bağımsız' kurumları aslında hükümetler üzerine tahakküm kurmak için dayattığının bilincinde. Bunları yok etmeyi uluslararası meşruiyeti açısından şimdilik göze alamıyor, ancak Merkez Bankası örneğinde yaşandığı gibi 'fiyat istikrar komiteleri' gibi paralel yollar açarak bu tahakkümden kurtulmaya çalışıyor. 

Bunun bir başka örneği de, bütün değerli varlıkları bir fon altında toplayıp, denetime de kapatarak ihtiyacı olan finansmanı Merkez Bankası'nın müdahale sınırları dışına taşıması. Zira Merkez Bankası bağımsızlığı denen şeyin, ülke ekonomisinin ihtiyaç duyduğu finansmanın, ancak ve ancak uluslararası finans kapitalin, denetiminde ve onların koyduğu şartlarla sağlanabilmesi demek olduğunu yaşayarak öğrenmiş durumda. 

'Faiz lobisi' ve 'dış güçler' gibi konular, iktidar ve trolleri tarafından o kadar çok sulandırılıp, Diriliş Ertuğrul seviyesi karikatürizasyonlarla içi boşaltıldı ki, arada bu bağlamdaki bazı gerçekleri de unutur olduk. Uluslararası finans kapitalden bahsetmek de bu bakımdan son derece tehlikeli bir hal aldı. Bir taraf her şeyi dış güçlerle açıklarken, diğer taraf da bu tür bir dış müdahale ihtimaline gözünü tamamen kapatır bir hale geldi. Yine de bazı gerçekleri hatırlamak gerekiyor:

1994 yılındaki kriz sonrası IMF ile DYP/SHP hükümeti döneminde imzalanan standby anlaşması Türkiye'de yeni bir dönemi başlatmış, Merkez Bankası'nın 'bağımsızlığına' giden yol da bu süreçte başlamıştı. 2001 krizi ve sonrasındaki Kemal Derviş'li süreç sonucunda da Türkiye'nin neoliberal dönüşümü tamamlanmıştı.

İşte AKP'ye iktidar yolunu açan bu 2001 ekonomik krizi hususunda dönemin başbakanı Ecevit, koalisyon hükümetinin parçalanması ve partisinin baraj altında kalmasının ardından ölümüne kadar yıllar boyunca kendisine her sorana o dönemde Merkez Bankası'nın yaptıklarını eleştirdi. Ecevit'e göre kriz, anayasa kitapçığı fırlatılmasa da çıkacaktı. O dönemin Merkez Bankası başkanları Gazi Erçel ve Süreyya Serdengeçti'nin buna karşılık savunmaları ise Merkez Bankası'nın yaptığı işlemlerin IMF ile yapılan standby anlaşmasına ve yasalara uygun olduğu yönündeydi. 

(Örneğin, krizin patladığı 19 Şubat 2001'den, dalgalı kura geçildiğinin açıklandığı 22 Şubat'a kadar geçen üç günlük sürede de MB'nın 'kanunlara uygun olarak' neredeyse yarı fiyatından sattığı, [o dönem Türkiye'nin döviz rezervlerinin üçte birine denk gelen 5 küsür milyar dolarlık] dövizi hangi kuruluşların aldığını dönemin MB Başkanı Serdengeçti 'ticari sır' gerekçesiyle açıklamamıştı. Ancak bugün biz bunların ağırlıklı olarak yabancı bankalar ve finans kuruluşları olduğunu biliyoruz.)

Yapılan işlemlerin yasalara ve standby anlaşmasına uygun olduğuna kimsenin şüphesi yok. Ancak bu anlaşmanın ve buna binaen çıkartılan yasaların ülke ekonomisinden çok sermayenin çıkarlarını koruduğu da ortada. Bu bağlamda aksiyon alan bağımsız Merkez Bankasının IMF'nin dayatmasıyla çıkartılan yasalar çerçevesinde büyük bir likidite krizine sebep olarak kendi hükümetinin başını yediğini Ecevit fark ettiğinde kendisi için çok geç olmuştu.

Bu buhranın yarattığı boşlukla iktidara gelen Erdoğan ise, IMF ve kendi prensi Derviş tarafından punduna getirilen Ecevit'in, kendi bağımsız merkez bankasının eylemleri neticesinde ipinin çekilmesini unutmamış gibi görünüyor. Ecevit'in hayatının kalan döneminde yaşadığı pişmanlığı yaşamak istemeyen Erdoğan, 20 yılın getirdiği iktidar tecrübesiyle koltuğunu korumak için sistemin işine gelmeyen taraflarını ustalıkla yontarken, işine gelen yönlerini kullanmaya da devam ediyor.

Erdoğan bu sistemin doğası gereği krizlerin kaçınılmaz olduğunu ve mutlak kendi iktidarının da başını yiyeceğini bildiğinden, 2007 yılından itibaren IMF denetiminden çıkacak taşları döşemeye başlamıştı. Finans kapitalin, MB, BDDK, Tütün, Şeker vb. üst kurullar gibi hükümetinin başına diktiği 'bekçi köpeklerini' öldürerek finans kapital ile açıktan vuruşmak yerine, bunların yönetimlerini sık sık değiştirip, yetkilerini tırpanlayarak işlevsiz bırakması bunun içindir.

Zira Erdoğan biliyor ki, sermayenin anladığı şekilde bağımsız bir merkez bankası, bugün Türkiye'nin sıcak paraya erişimini engelleyerek gerçek bir krize yol açma ve iktidarı alaşağı etme potansiyeline sahip olacaktı. Oysa şu an kontrolü altındaki merkez bankası ve hazine, ne pahasına olursa olsun sıcak parayı ülkeye getirmeye ve ekonomi çarklarını çevirmeye devam ediyor.

Gerçekten de geçmişte bir kaç milyon dolar bulunamadığı için krizler yaşayan Türkiye şu anda klasik anlamda ani bir ekonomik şok ya da bir kriz tehdidi altında değil. 90'lı yıllarda Türkiye'de devasa krizler çıkartacak onlarca siyasi olay, döviz kurlarında dalgalanma yaratmaktan fazlasını yapmadan geçip gidiyor.

Öte yandan sürekli dış güçlere çatan Erdoğan hükümetinin hala borçlanmak için Londra'ya gitmesi, ülkenin altına girdiği faiz yüküne aldırmadan hazinenin tahvil ihraç etmeye (borçlanmaya) devam etmesi, bunların her fırsatta hükümeti eleştiren ve yer yer uygulamalarıyla dalga geçen 'dış güçler' olan yabancı finans kuruluşları tarafından kapış kapış alınması da madalyonun öteki tarafı. 

Özetle finans cephesinde şu anda tüm taraflar oynanan oyundan memnun durumda. 

Öteki taraftan bakacak olursak, Erdoğan'ın işlerin yolunda gitmemesi ihtimaline karşı aldığı tedbirler de kontrolsüz ve bilinçsiz bir aktör olmaktan çok uzak olduğunu gösteriyor.

Bunlardan birincisi dışarıya dönük. ABD'ye karşı Demirel ve Menderes'in acemice açtıkları Sovyet kartı ile başlarına gelenlerden ders çıkarmış olduğundan olsa gerek, Erdoğan Suriye'deki açık PYD desteğine rağmen ABD'ye doğrudan cephe almadığı gibi, NATO'nun Kafkasya, Balkanlar ve orta Avrupa'da verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmeye de devam ediyor. Akdeniz'deki karbon yatakları arayışı ile Libya'daki askeri varlığının ömrü de NATO'nun çizdiği kadar.

Bununla bağlantılı diğer tedbirleri ise TSK'yı NATO'cu generallerden 'temizleyip' SADAT'a zimmetlemesi, yargıyı, polisi ve MİT'i ve diğer tüm güvenlik ve bürokrasi kanallarını 'şahsına' bağlaması olarak sıralayabiliriz. Ama bunlarla beraber ve aslında bu kuvvet birikiminin yaratacağı iklimde sanırım en önemli sonuç alanı, YSK'nın ihtiyaç anında Üsküdar'ı geçmesi için görevlendirilen bir at haline dönüşebilecek olması! 

Sonuç olarak, gerek içerden, gerekse de dışarıdan sürekli olarak çizilerek önümüze konulan, artık aklını ve yönetme kabiliyetini kaybetmiş bir otokrat portresinin hiç de isabetli olmadığı çok açık.

20 yıldır iktidarın kendini bitirmesini bekleyen ve sonunda bunun gerçekleştiğini düşünen muhalefetin artık 'sırasının geldiğine' inanması, bunu gerçekleştirebilmek için de meclis kürsüsünden 'bu düzeni yıkacağız' martavalları okuması, Türk Tulüat tiyatrosundaki İbiş'in rolüne denk düşüyor. Merkez Bankası bağımsızlığı mesajları ise bu şartlar altında gülünç bile değil.

İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılamak için bile borçlanmak zorunda kaldığı, sağlığın özel hastane ve eğitimin özel okul sahiplerinin tahakkümüne bırakıldığı, koca bir ülkenin sermayeyi beslemek için çalıştığı, sürekli olarak eşitsizlik ve kriz üreten bu sistem, öyle ya da böyle yıkılmaya mahkum. Kim giderse gitsin, kim gelirse gelsin.

Turgay Develi-SOL


7 Kasım 2021 Pazar

Prof. Dr. Taner Timur: Ekim Devrimi, devrimler tarihinin en umut verici halkasıdır - Uğur ZENGİN / EVRENSEL

 


Ekim Devrimi bugün 104 yaşında. Tarihçi-Yazar Prof. Taner Timur, devrimler tarihinin en önemli ve en umut verici halkası olarak gördüğü bu devrimin belleğimizi ısıtmaya devam ettiğini belirtiyor.

Ekim Devrimi 104 yaşında. Bolşevik Parti liderliğinde gerçekleşen bu büyük devrim, yüz binlerin katıldığı çarpışmayla gerçekleşti. Tam da 104 yıl önce bugün, Petrograd’ın kilit noktaları ele geçirildi ve Lenin “işçi ve köylü” devriminin zaferini duyurdu. 1768 kapılı, 1050 odalı Kışlık Saray’ın odalarından artık ülkenin yeni sahiplerinin ayak sesleri geliyordu.

1849, 1871 ve 1905 devrimlerinde yenilgiye uğrayan proleter hareketin 104 yıl önce gerçekleştirdiği zaferi Tarihçi-Yazar Prof. Dr. Taner Timur ile konuştuk.

Hocam, Lenin henüz Ekim Devrimi öncesinde Zürih’ten yazdığı mektupta, “Ne doğada mucize olur ne de tarihte. Ancak tarihin her ani dönemeci ve özellikle her devrim öylesine bir içerik zenginliği sunar, savaşım biçimleri ve karşı karşıya bulunan güçler arasındaki ilişkiler öylesine beklenmedik bileşimler ortaya koyar ki, saf birine çok şey mucize gibi görünecektir” diyordu. Buradan hareketle sorarsak, Ekim Devrimi neden mucize değildi?

Bu soruya yanıtı “Ne doğada mucize olur, ne de tarihte” sözüyle zaten Lenin vermiş bulunuyor. Ama insanlar yine de olağanüstü durumlarda bu sözcüğü mecazi anlamda kullanıyor ve “mucize”den söz ediyorlar. Gerçekten Ekim Devrimi de böyle bir izlenim uyandırıyordu. Çarlığa karşı ayaklanmadan bir yıl önce bile bu yarı feodal ülkede sosyalist bir devrim olacağı herhalde kimsenin aklına gelmezdi. Lenin’in büyüklüğü, savaş koşullarının Rusya’da artık “Üsttekilerin ülkeyi eskiden olduğu gibi yönetemediği, alttakilerin de artık eskisi gibi yaşamak istemedikleri” bir “devrimci durum” yarattığını saptaması ve “karşıt güçler arasındaki beklenmedik bileşimler”in analizine dayanan taktik ve stratejik ittifaklar geliştirmesi oldu. Zaferi de bu sağladı.

"KAPİTALİZM ENTERNASYONALİST BİR SINIF YARATTI"

Ekim Devrimi için ‘Bir devrimler çağının en büyük halkası’ demek sanıyorum yanlış olmaz. "Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” talebiyle Fransız Devrimine henüz ‘zayıf’ bir sınıf olmasına rağmen proleterler katıldı. Paris Komünü deneyimi yaşandı. Proleterler başkaca devrimlerin içinde yer aldı. Ancak işçilerin tarihteki hiçbir devrimde Ekim Devrimi’ndeki kadar büyük bir öncü rolü yoktu. Bir proleter devrimi önemli kılan nedir?

Kapitalist üretim biçimi daha önceki üretim biçimlerinden farklı olarak küresel bir boyut taşır. Daha 1848’de Marx ve Engels bu küresel boyutu Manifesto’da vurgulamış ve övmüşlerdi. Orada burjuva devrimleri ile “yerel, ulusal kendine yeterliğin ve içe kapanıklığın yerini çok yönlü ilişkilerin” aldığını ve bunun da “ulusal tek yanlılık ve dar kafalılığı” her gün biraz daha olanaksız hale getirdiğini söylüyorlardı. Oysa kapitalizm, yarattığı burjuva hegemonyası ve sömürü düzenine almaşık oluşturacak başka bir enternasyonalist sınıf daha yaratmıştı: “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” proletarya sınıfı.

Aslında en eski çağlardan beri kitleler zulme ve sömürüye karşı ayaklanmışlardır; Spartaküs önderliğinde Romalı kölelerin isyanı ya da feodal çağa damgasını vuran köylü ayaklanmaları gibi. Ne var ki daha ileri bir düzen vizyonuna dayanmayan bütün bu isyanlar kanla bastırıldılar. Oysa kapitalizmle beraber modern bilim de doğuyor ve tarihi materyalizm, kapitalizmin iç çelişkilerini ve onu aşma olasılığını en gerçekçi bir şekilde sergiliyordu. İşte devrimler tarihinde emekçi devrimini önemli kılan şey budur!

İngiliz meslektaşınız Christopher Hill, bir makalesinde 1954 yılında Moskova Üniversitesine yaptığı ziyaretten edindiği izlenimleri aktarıyor: Üniversite öğrencilerinin yüzde 80’i burs alıyor. Lisans öğrencilerinin 300 ruble bursu aldığını ve bunun sadece 22’sini kiraya verdiğini söylüyor. Sovyetler’de de yurttaşların konut kirası gelire bağlı, gelirin yüzde 5’ini geçmiyor. Türkiye’deki yüksek kiraları karşılayamayan ücretlileri, yurt bulamayan üniversitelileri düşündüğümüzde rüya gibi geliyor. Ne dersiniz?

1917 Devrimi tüm insanlığa büyük umutlar saçan bir hareket olarak başladı; yarı feodal bir toplumda kısa sürede yapısal bir dönüşüm sağladı. Verdiğiniz örnek de bu başarının göstergelerinden biri. Ne var ki bir dünya devrimine dönüşemediği ve uluslararası kapitalizm tarafından kuşatıldığı için yayılma olanakları tıkandı; içine kapandı ve katılaştı.

"SOSYALİZM DÜNYAYA YAYILSAYDI, İNSANLIK DAHA İNSANCIL KONUMDA OLACAKTI"

Almanya, İngiltere, Fransa… Gelişkin işçi hareketine rağmen bu ülkelerin işçileri Rus işçi sınıfının Ekim Devrimi’nde gösterdiği inisiyatifi göstermedi. Bu inisiyatif gösterilmiş olsaydı bugün başka bir dünyada yaşıyor olabilir miydik?

Aslında Lenin de Trotsky gibi Ekim Devrimi’nin küresel devrime bir kıvılcım olacağına inanıyor; özellikle de Alman sosyal demokratlarına umut bağlıyordu. Ne var ki ileride Nazizm’i yaratacak büyük sermaye ve uşakları bu hareketi kana boğdu; Rosa Luxemburg ve K. Liebknecht’i vahşice katletti. O günkü koşullarda sosyalizm dünyaya yayılsaydı elbette yine büyük sorunlar yaşanacaktı, ama insanlık mutlaka bugün çok daha insancıl bir konumda olacaktı.

LENİN DEVRİME NE KATTI?

Lenin’e ayrı parantez açmak istiyorum. “Lenin olmasaydı da devrim olurdu” dersem sanırım itiraz etmezsiniz. Ancak Lenin’in devrime kattığı da yadsınamaz. Lenin devrime ve Marksizme ne kattı?


Bireylerin tarihteki rolü genellikle küçümsenmiştir; Marksizme yapılan itirazlardan biri de budur. Nitekim Rus Marksistlerinden Plekanov bu konuda küçük bir kitap yazmış, bireylerin ve rastlantıların tarihteki rolü hakkında ilginç şeyler söylemişti. Ona göre bireyler tarihte bir rol oynuyorlardı; fakat bu rol gelişme düzeyinde ve belli eğilim kanunları çerçevesinde gerçekleşiyordu. “Bireyler sık sık bir toplumun kaderi üzerinde büyük bir etkiye sahiptirler, fakat bu etki toplumun iç yapısıyla ve diğer toplumlara göre konumuyla belirlenmiştir” diyordu. Oysa Sovyet Devrimi’nin tanıkları Lenin’in bu devrimde daha da güçlü bir etki yaptığı yönünde ifadeler kullanmışlardır. Örneğin L. Trotsky, “Rus Devrimi” başlıklı eserinde, "Fabrikaların, kışlaların, köylerin, Sovyetlerin yanı sıra bir devrim laboratuvarı daha vardı: Lenin’in kafası!” diyordu. Alexandra Kollontai ise "Lenin burada, aramızdaydı ve bizler de neşeli ve zaferden emindik” şeklinde bir tanıklık yapmıştır.

Toplumsal değişim ve birey konusu 1970’lerde Fransız Marksist düşünürleri arasında çok tartışıldı; Lucien Seve’in “Marksizm ve Kişilik Kuramı” (Ed. Sociales, 1975) başlıklı çok aydınlatıcı bir eseri vardır.

"SOVYET DEVRİMİ, ANADOLU’DA BİR KURTULUŞ SAVAŞI KOŞULLARI YARATTI"

“Türk Devrimi ve Sonrası” kitabınızda Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında dış ilişkilerdeki stratejilerinden birinin “İngiliz emperyalizmi ve Sovyet Rusya sosyalizmi arasındaki temel çatışmadan yararlanmak” olduğunu söylüyorsunuz. Sovyet rejiminin savaş yıllarında Anadolu’ya verdiği desteği biliyoruz. Sovyet rejimi Anadolu insanına ne kattı?

Sovyet Devrimi emperyalizmi sarsmış, Anadolu’da bir kurtuluş savaşı koşulları yaratmıştır. Emperyalistler Sovyetleri boğma amacıyla kuşatmış, Türkiye ile tek temas yeri olan Kafkasya’da Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan gibi kendilerine bağlı cumhuriyetler kurmuşlardı. Mustafa Kemal Paşa ise zafer için bu hattı yararak Sovyetlerle temasa geçmenin şart olduğu kanısındaydı ve 5 Şubat 1920 tarihli tebliğinde, eğer bunu yapamazsak “Anadolu Türkleri, İtilaf Devletleri subayları kumandası altında, sömürge askeri olarak ordular teşkil edecek, hem Kafkasya milletlerinin İtilaf Devletleri itaatinde tutulması ve hem Bolşevik istilasının durdurulmasını sağlamak için kan dökeceklerdir" diyordu. Atatürk’ün planı buydu ve bu strateji gerçekleşti; ayrıca Sovyet Rusya, Kurtuluş Savaşımıza para ve silah yardımında bulundu. Hedefler farklı olsa da Kurtuluş Savaşı’ndaki Türkiye-Sovyetler dostluğu bu temel üzerine kuruldu. Unutmayalım ki 1915’te Çanakkale’de İngilizler’in durdurulması da Çarlık Rusya’ya yardımı önlemiş ve Ekim Devrimi’ne elverişli koşulların oluşmasında önemli bir katkı sağlamıştı.

Ekim Devrimi bugün için ne anlam ifade ediyor?

Bugün dünya 1910’lardan çok farklı koşullarda bulunuyor; fakat emperyalizm de çok daha güçlü olarak varlığını sürdürüyor. Ekim Devrimi ise, günümüzde, sonucu ne olursa olsun, devrimler tarihinin en önemli ve umut verici halkası olarak belleklerimizi ısıtmaya devam ediyor.

"TÜRKİYE’Yİ DÜŞÜNEREK AKLIMA 1860’LAR GELİYOR"

Bütün bir dünya olarak salgınla birleşen kapitalizmi yaşıyoruz. Eşitsizliğin derinleştiği bu dünyaya dair öngörünüz nedir? Tarih tekerrür etmez ama, içinden geçtiğimiz dönemi tarihin herhangi bir dönemiyle benzeştirdiğiniz oluyor mu?

Dünya çok değişti, ama daha çok Türkiye’yi düşünerek aklıma 1860’lar geliyor. O yıllar dünyada liberalizmin zafer yıllarıydı; Dersaadet’e sermaye akıyordu; Abdülaziz ve çevresi için “büyüklük” simgesi de “saray” inşaatı idi. Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi hep o yıllarda yapıldı; hesapsız donanma harcamalarına yine o yıllarda girişildi ve halkın sırtına da büyük bir borç yükü yıkıldı. Sonuç Düyunu Umumiye oldu. AKP dönemi de neoliberalizmin şahlandığı yıllar oldu ve acı IMF reçeteleriyle istikrara kavuşmuş bir ekonomiye 2002’den itibaren sermaye akmaya başladı. Şu farkla ki bu dönemde Abdülaziz’in yönetim tarzı yerine de giderek Abdülhamit’e öykünen bir yönetim tarzı egemen oldu. 1860’lar ve sonrasında kapitalizmi daha çok deniz ve demir yolları küreselleştiriyordu; günümüzde ise elektronik iletim bu sürece inanılmaz bir ivme kazandırdı. 

Bugün Google, Apple, Facebook, Amazon ve Microsoft’un (GAFAM) oluşturduğu sermaye yoğunlaşması yüz yıl önce Lenin’in yaptığı emperyalizm analizinden çok farklı, çok ileri bir aşamayı temsil ediyor.

Uğur ZENGİN / EVRENSEL


Büyük yolsuzluk örtbas edilmiş raporla ortaya çıktı - YAVUZ KARAMAHMUTOĞLU / SOL(Söyleşi)

 CHP Zonguldak milletvekili Deniz Yavuzyılmaz, TCDD'nin Ankara-İstanbul hattında yaklaşık 2 milyar liralık yolsuzluk yapıldığını ortaya çıkardı. Yavuzyılmaz, soL'un sorularını yanıtladı.

CHP Zonguldak milletvekili Deniz Yavuzyılmaz, ihalesi 2006 yılında yapılmış Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları'nın (TCDD) Ankara-İstanbul hattındaki yolsuzlukları üç gündür sosyal medyadan yaptığı paylaşımlarla duyuruyor. 

2016 yılında yazılmış ama örtbas edilmiş Teftiş Kurulu Başkanlığı raporuna ulaşan Yavuzyılmaz belgeleriyle tespit ettikleri vurgunla ilgili suç duyurusunda bulacağını söyledi.  

Ortada 'Bağdat'a uzanmış' yaklaşık 2 milyar liralık bir yolsuzluk söz konusu, konuyu, sürecin nasıl işletildiğini ve bundan sonrasıyla ilgili neler planladığını CHP Zonguldak milletvekili Deniz Yavuzyılmaz'a sorduk.

Üç gündür TCDD'den milyonlarca dolarlık vurgunun belgelerini paylaştınız. Nasıl bir kurgu işliyor, kimler var bu vurgunun içinde?

2006 yılında, Ankara-İstanbul demiryolu hattında rehabilitasyon projesi kapsamında Vezirhan-İnönü arası yapım işleri için bir ihale yapılıyor. Bu ihaleyi kazanan firma konsorsiyum. Bu konsorsiyumda kimler var? IC İçtaş, Cengiz İnşat ve iki de Çinli şirket (CRCC, CMC) var. İhalenin bedeli 610 milyon 106 bin 97 dolar. 730 gün yapım süresi. Ancak bu şirketler bu süre içinde bu işi tamamlayamıyor. Ardından ilave süre uzatımı alıyorlar. Aldıkları süre uzatımı da 1922 gün (5 yıl 2 ayda süre uzatımı alınıyor.) Bu bilgileri nereden biliyoruz, TCDD Teftiş Kurulu Başkanlığı'nın hazırladığı bir rapor var. Bu rapor 2015 yılı teftiş programı gereğince hazırlanıyor. 2016 yılında da onaylanıyor. Bu rapora göre şirket ihaleyi 610 milyon dolara alıyor, süre uzatımı alıyor, daha sonra ilave ödenek talep ediyor. 

'İşi bitiremeyen şirkete 847 milyon dolar'

Ve Bakanlar Kurulu'nun işin yüzde 40 oranında ilave iş artışı diyerek ödenek çıkardığını Teftiş Kurulu Başkanlığı raporunda yazıyor. Bakanlar Kurulu'nun ek ödeneği 244 milyon dolar. Ve Bakanlar Kurulu normalde yüzde 20'ye kadar iş artışı için ödenek verebilirken sadece Bakanlar Kurulu yüzde 40'a kadar veriyor. O da işi bitirmek kaydıyla. Yani bu şirketin işi bitiremeyeceği anlaşıldığında işin tasfiye edilmesi gerekiyor. Ve ödeneğin aktarılmaması gerekiyor. Nitekim şirket işi bitiremiyor ancak buna rağmen bu para şirkete aktarılıyor. Ve böylelikle projenin revize bedeli 854 milyon dolara ulaşıyor. Ve görüyoruz ki bu tutarın 847 milyon doları şirkete ödenmiş. Revize proje bedelinin neredeyse tamamı şirkete aktarılmış durumda. 

'Şirket işi bitiremeyeceğini anlayınca şöyle bir cinlik yapıyor...'

Ancak görüyoruz ki burada şirket işi bitiremeyeceğini anlayınca şöyle bir cinlik yapıyor; normalde yapması gereken 200 milyon dolarlık imalat kalemini projeden çıkarıyor. Ama paranın tamamını kasasına alıyor. Arkasından çıkardığı işlerin bir bölümü başkaca ihale ediliyor. 51 milyon dolarlık kısmı ayrıca ihale ediliyor. Dolayısıyla böyle bir yöntemle 200 milyon dolarlık bir vurgun yapılmış oluyor. 

Diğer taraftan bu 200 milyon dolarlık vurgun Teftiş Kurulu raporunda da şöyle ifade ediliyor. Deniyor ki "Müfettişlikçe bahse konu olan tablo üzerinde yapılan incelemede proje kapsamında yapımından vazgeçilen, yapımına ihtiyaç duyulmayan veya proje kapsamından çıkarılarak daha sonra yaptırılması düşünülen imalat toplamının 200 milyon 142 bin 539 bin 74 dolar olduğu tespit edilmiştir" deniyor. 

Bu imalatlar çıkıyor ama bunların parası ödeniyor. Sonra bu para ödenince keşfin içindeki hangi imalat kalemlerinin içinin giydirildiğiyle ilgili Teftiş Kurulu'nun tespitleri var. Bu tespitlerden biri DT-35 tüneli. Bu tünelin yapımında da büyük bir vurgun var. Sözleşme keşif tutarı 2 milyon 195 bin 553,71 dolar şirkete ödenen tutar 57 milyon 795 bin 414,14 dolar, aradaki fark 26 kat. Bir vurgunda DT-36 tünelinde var. Sözleşme keşif tutarı 10 milyon 227 bin 654,77 dolar, şirkete ödenen tutar ise 88 milyon 944 bin 826,67 dolar, aradaki fark 78 milyon 717 bin 171,90 dolar. 

'Bu nedenle Pamukova ve Çorlu tren faciaları gerçekleşiyor'

Bu rapora ne zaman ulaştınız. TCDD Teftiş Kurulu Raporu'na bakarsanız bu vurgunun boyutlarıyla ilgili ne söylemek istersiniz?

Örtbas edilmiş, gizlenen bir rapor. Raporun hazırlanması sürecinde görev alan yetkililerin pek çoğu görevden ya alınmış ya da uzaklaştırılmış durumda. Bu ve buna benzer TCDD'de yapılan yolsuzluklar, usülsüzlükler ve kamu zararları nedeniyle kurum her yıl devasa miktarda zarar ediyor. Bu zararı açıklarken yetkililer kamu hizmeti yaptıkları için zararın doğduğunu ifade ediyorlar. Ancak bu demiryolu ihalelerini incelediğimizde kamu hizmeti yapıldığı için değil yolsuzluk yapıldığı için kurumun zarar ettiğini görüyoruz. Aynı zamanda bu yolsuzlar yapıldığı için kurum tecrübeli personellerini kaybediyor, yeterli yatırımları yapamıyor ve bu nedenle Pamukova ve Çorlu tren faciaları gerçekleşiyor.  Ve telafisi mümkün olmayan can kayıpları yaşanıyor. 

'Suç duyurusunda bulunacağız'

Bu çapta yapılmış bir vurgunu ortaya çıkarmış oldunuz. Nasıl bir süreç işleteceksiniz? Sonraki sürece yönelik bir planınız var mı?

Bu Teftiş Kurulu raporunda belirtilen bulgularla ilgili olarak suç duyurusunda bulunacağız. Tek bir ihalenin tek bir kesiminde yaklaşık 2 milyar liralık bir vurgundan söz ediyoruz. Bunu belgesiyle tespit etmiş durumdayız. AKP'nin yandaş tercihi vatandaşlarımızı fakirleştirmeye devam ediyor. 

YAVUZ KARAMAHMUTOĞLU / SOL(Söyleşi)

6 Kasım 2021 Cumartesi

AKP’nin bir fetih zaferi şansı var mı? - Erhan Nalçacı / SOL

 'Emperyalizm bazen bir bölgeyi karıştırır, bir kaos yaratır ama en nihayet sömürü çarkının sürmesi anlamına gelen istikrara yönelir. Suriye için bir istikrar bölgesi yaratmayı önceliyorlar gözüküyor.'

Egemenler ve siyasi temsilcileri eğer işler içeride iyi gitmiyorsa yurtdışında bir zafere ihtiyaç duyarlar. Böylece yurt içindeki siyasi zafer eksikliği yurtdışından telafi edilmeye çalışılır.

Gerçi riskli iştir ve ucunda ava giderken avlanmak da vardır.

Yurtdışında zafer aramanın en iyi bilinen iki tarihi örneği Fransız imparatoru III. Napolyon’un 1870’deki Prusya seferi ve Rus Çarı II. Nikolay’ın 1904’teki Japonya macerasıdır. Her ikisinde de uğranılan ağır yenilgi kendi ülkelerinde toplumsal ayaklanmalara yol açmıştır. Paris Komünü’nü ve 1905 Devrimi’ni düşününce bu hatalara müteşekkiriz doğrusu!

Türkiye’de Erdoğanlı AKP’nin işlerinin içeride iyi gitmediğini görmek için siyaset uzmanı olmaya gerek yok, çocuklar bile fark ediyor durumu. AKP’nin içeride kazanacağı bir zafer kalmamış gözüküyor.

Ya yurtdışında?

Küçük olsun bir zafer?

Libya desen Batı emperyalizmi, özellikle AB petrol hortumladığı bu coğrafyada kontrolü eline aldı ve Türkiye sermayesinin uzun boylu bir stratejik hamlesine kapı kapanmış oldu.

Doğu Akdeniz?

Türkiye Mısır’a yanaşmasına rağmen yalnızlığını gideremedi. Yakın vadede bir çıkış kolay değil.

Yunanistan?

Bu hiç mümkün gözükmüyor. Yunanistan ve Türkiye sermaye sınıfları içeriyi kontrol etmek için gerilimi yüksek tutmaya çalışırlar ama her iki tarafta bir zafer umulmayacağını bilir. Yunanistan’daki ABD’nin devasa askeri yığınağı (1000 tank ve 250 helikopter) medya tarafından sanki Türkiye’ye karşı yapılmış gibi gösteriliyor ama aklı olan herkes bu hazırlığın ABD’nin muhtemel bir Rusya kuşatması ve savaşıyla ilişkili olduğunu anlıyor.

İran bu koşullarda tartışma bile götürmez, çok büyük lokma.

Geriye kalıyor Suriye.

Suriye’de Türkiye sermayesi için iki cephe var:

İdlib civarı ve Kuzey Suriye’de Türkiye sınırı boyunca uzanan ve ABD desteği ile Suriye devletinden bağımsız davranan Kürt hegemonya bölgesi. Aşağıdaki harita son durumu anlamaya yardımcı olabilir:

















Harita: 2019’da Türkiye tarafından başlatılan Barış Pınarı harekâtından sonra Suriye’deki son durum. Suriye devletinin büyük ölçüde Suriye’de egemenliğini geri kazandığı görülüyor. İstisnası üç işgal bölgesi göze çarpıyor. Türkiye himayesindeki cihatçı çetelerin toplandığı İdlib, Türkiye’nin kuzeyden işgal ettiği bölgeler, ABD’nin güneyde El-Tanf üssü ve ABD himayesindeki Suriye’nin Kuzey doğusundaki Kürt hegemonya bölgesi.

İdlib cephesinde bir zafer olanaksız duruyor, çünkü Türkiye dolaylı bir biçimde hamiliğini yaptığı cihatçı çetelerle birlikte savunma durumunda. Rusya’nın desteği ile Suriye ordusu azalıp artan bir basınç uyguluyor.

Geriye kalıyor geniş kuzey sınırındaki Kürt hegemonya bölgesi. Bu bölgede girişilecek bir fetih savaşının içeride milliyetçi bir dalga yaratacağı umuluyor olabilir.

2019’da Barış Pınarı Harekâtı ile zaten bu bir kez denenmişti. Bütün sınır boyunca 30 km içeri girilmesi ve Suriyeli göçmenlerin buraya yerleştirilmesi ile Türkiye-Suriye arasına bir Sünni koridor oluşturulması planlanmıştı. Böylece 877 km x 30 km’lik bir hegemonya alanı ele geçirmiş olacaklardı.

Ancak Suriye Devleti ve Rusya’nın müdahil olmasıyla bu operasyon amacına ulaşmadı. Kürtlerin boşalttığı cepheyi Suriye ordusu aldı. Ruslarla yapılan bir anlaşma ile Suriye sınırında ortak devriye gibi bir pratik buradan doğdu.

Şimdi tekrar bu operasyon için yığınak yapıldığı, paralı ordu olan ve çık tuhaf şekilde Suriye Milli Ordusu olarak adlandırılan askeri birliklerin bölgedeki önemli Kürt siyaseti hakimiyetindeki şehirlerin civarında yerleştirildiği söyleniyor. Bu sefer Membiç, Kobani ve Kamışlı hedef tahtasında ve sadece 30 km değil, buradan stratejik alanlara kadar güneye ilerleneceği konuşuluyor.

Ama Erdoğan, Çar II. Nikola veya III. Napolyon değil, bir sürü dengeyi hesaplamaları gerekiyor. Bir kere bu kadar büyük bir askeri harekâtı modern askeri anlayışa göre hava desteği olmadan yapmak imkânsız.

Oysa Suriye hava sahasını bugün 4 devlet kullanabiliyor: Suriye Devleti, Rusya, ABD ve adı konmamış bir anlaşmayla İsrail.

Dolayısı ile Türkiye’nin askeri harekâtı Rusya veya ABD ile anlaşmaya bağlı. Başka bir deyiş ile Türkiye’nin karşılığında ne vereceğine bağlı.

Rusya’ye ne verilebilir? Kırım’ın Rusya’ya bağlı olduğunun tanınması, İdlib’ten korumanın kalkması, Rus savaş uçaklarının satın alınması…

Bunlar cazip Rusya için, ama bu başlıklarda bir pazarlık Rusya için de kolay değil. Çünkü Rusya Ortadoğu’da etkili bir siyasi aktör haline geldi ve bunu Suriye Devletine verdiği desteğe borçlu. Suriye topraklarının bir kısmın işgalini pazarlık konusu yapması zor gözüküyor.

Kaldı ki Türkiye’nin askeri yığınağı Rusya’nın da söz konusu bölgeye hava savunma sistemleri ve gelişkin savaş uçakları taşımasına neden oldu.

Ya ABD ne ister?

S-400’lerin iptali, geçelim bunu, önemli bir başlık değil artık. Karadeniz kıyısında bir NATO üssü, örneğin Trabzon’da. Montrö anlaşmasının yeri geldiğinde delineceğine ilişkin resmi olmayan bir söz!

Ama ABD’nin de bunlara ihtiyacı pek yok gözüküyor, çünkü bunları yeri gelince Erdoğanlı veya Erdoğansız hükümetten zaten alacağa benziyor.

Emperyalizm bazen bir bölgeyi karıştırır, bir kaos yaratır ama en nihayet sömürü çarkının sürmesi anlamına gelen istikrara yönelir. Suriye için bir istikrar bölgesi yaratmayı önceliyorlar gözüküyor. 

Arap ülkeleri ile Suriye arasındaki anlaşmalar, taraflar arasında yoğunlaşan ziyaretler, muhtemel Rusya ve ABD arasındaki görüşmeler buna işaret ediyor. Kürt siyasetinin bazı özerklik talepleri karşılığında Suriye Devletinin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü tanıması ve Suriye’nin dünya kapitalizmine dönmesi. Türkiye sermayesine bir muhtemel ilhak alanı kalmaz bu anlaşmayla ama ticari ortaklık kalır.

Sonuçta Erdoğanlı AKP’ye bir fetih zaferi yakında gözükmüyor.

Öte yandan emperyalizm tarihinin ulusal egemenlere kurulmuş tuzaklar ve kışkırtmalarla dolu olduğunu aklımızda tutalım.  

Erhan Nalçacı / SOL