11 Kasım 2021 Perşembe

Kemal Okuyan'la Mustafa Kemal üzerine: Liberaller Cumhuriyet'le barışamaz - ALİ UFUK ARİKAN / SOL(Söyleşi)

 'Köhnemiş kurumların yıkılması, yerine yenilerinin kurulması… İşte bunu unutturmak istiyorlar. Osmanlı ile uzlaşma CHP’den İYİP’e bütün düzen muhalefetinin gündemindedir.'


TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün 83. ölüm yıldönümünde soL'un sorularını yanıtladı.

"1919-1923 uğrağının devrimci içeriğinden kurtulmak bugün düzen siyasetinin bütün unsurlarının ortak arzusu" diyen Okuyan, "Bu iç savaş yalnızca işgalle ilgili değil. Köhnemiş kurumların yıkılması, yerine yenilerinin kurulması… İşte bunu unutturmak istiyorlar. Osmanlı ile uzlaşma CHP’den İYİP’e bütün düzen muhalefetinin gündemindedir" ifadesini kulladı.

Bugün Türkiye’de emek-sermaye çelişkisinin her şeyin başı olduğunu ve ülkenin kurtuluşunun, sermaye sınıfının, patronların bozguna uğratılması ile gerçekleşeceğini vurgulayan  Okuyan, "Mustafa Kemal'i hedef alıp bugün düzen siyasetinden umut olarak söz edenlere yönelik ise, "Bundan 100 yıl kadar önceki burjuva devrimci önderleri küçümseyip, onlara hakaret edenlerin bugün Türkiye burjuvazisinden demokrasi ve özgürlük beklemesi ne kadar acı! Tıpkı onlar da AKP gibi yüz yıl öncesine geri dönmek istiyorlar. Biz ise 100 yıl öncesindeki saflaşmada yerimizi, müttefiklerimizi biliyoruz. Devrim cephesinde kimlerin olduğunu, kimlerin karşı devrim cephesinde olduğunu…" diye konuştu.

'En fazla Osmanlı İmparatorluğu’nun ideolojik ve kurumsal mirasından uzak durmasını önemsiyorum'

Mustafa Kemal’le ilgili yıllar önce yazmış olduğunuz yazılar çok tartışıldı, hatta sizi Kemalistlikle suçlayanlar oldu. Bu yazıları kaleme alırken amacınız neydi?

Yıllar önce değil, yakın zamanda da yazdım. Türkiye’nin kritik bir kesitinde, önemli dönüşümlere önderlik eden bir tarihsel kişiye ilişkin suskunluğa gömülecek değildik herhalde. 1919’le birlikte Türkiye’de burjuva devrim sürecinin en anlamlı etabına tanık olundu. Bir önceki 1908 etabı hem Jön Türk hareketinin ileri gelenlerinin tutarsızlıkları hem iç ve dış koşullar hem de emperyalist ülkelerin sistemli çabalarıyla büyük bir trajediye evrilmişti. Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkisi ve ardından gelen işgal koşullarında, Tanzimat aydınlarından Genç Osmanlılara, Jön Türklerden İttihatçılara, bütün bir devrimci birikimin heba olması söz konusu olabilirdi. Anadolu’daki direniş kuşkusuz bu birikimden yararlandı ve başarıya ulaştı. Mustafa Kemal’in buradaki rolü için çok şey söylenebilir ama ben en fazla Osmanlı İmparatorluğu’nun ideolojik ve kurumsal mirasından uzak durmasını önemsiyorum.

'Osmanlı ile uzlaşma CHP’den İYİP’e bütün düzen muhalefetinin gündemindedir'

Son dönemde bu konuyu çokça işlediniz, Kurtuluş Savaşı’nın yalnızca işgale karşı değil, Osmanlı Sarayı’na karşı başarıya ulaştığını vurguladınız. İki sorum var buna ilişkin. Birincisi Mustafa Kemal gerçekten de Saray’a karşı mıydı, yoksa buna mecbur mu kaldı? Diğer sorum ise 1919 sonrasındaki tarihsel dönemin sadece işgale karşı mücadele boyutunun öne çıkarılmasını neye bağlıyorsunuz?

İlk sorunun bir önemi var mı bilmiyorum. Zorunluluğun kavranması diyelim. Bunu herkesin kavradığı düşünülmüyor herhalde. Dikkatle bakıldığında Mustafa Kemal’in İstanbul hükümetinin Milli Mücadele’yle ilişkilenmesinin bütün kanallarını kapattığını görürüz. İngilizlerin himayesindeki Saray’ın Anadolu’da hareketin dostu olmadığı da ortada. Benim asıl üzerinde durduğum, Mustafa Kemal’in direnişin birçok aktöründen farklı olarak imparatorluğu bir biçimde yeniden ayağa kaldırma fikrine temelden karşı olmasıdır. İkinci sorunuzun yanıtıysa oldukça büyük önem taşıyor. Bugün Anadolu’daki hareketin “yabancı”ya karşı mücadeleye indirgenmesi için yürütülen çaba, dar anlamıyla AKP’nin Yeni-Osmanlıcı zihniyetine indirgenemez. 1919-1923 uğrağının devrimci içeriğinden kurtulmak bugün düzen siyasetinin bütün unsurlarının ortak arzusu. Şunu anlatmaya çalışıyorlar: Herkes işgale karşıydı, herkes elinden geleni yaptı, aradan Kemalistler sıyrıldı, otoritelerini kurdular, kendi iktidarlarını pekiştirdiler. Bu gerçeğin ters yüz edilmesidir. Bir kere herkesin işgale karşı olduğu doğru değil. Kuşkusuz Saray da rahatsızdır, koskoca mazisi olan İmparatorluğu temsil ediyorsun, en işbirlikçi kafa bile fırsatını bulsa, yabancıların himayesinde iktidarda kalmak istemez. Ancak o dönem bir iç mücadele, deyim yerindeyse iç savaş yaşanıyor. Burada taraflardan biri işgalcilerin yardımını alıyor. Bu iç savaş yalnızca işgalle ilgili değil. Köhnemiş kurumların yıkılması, yerine yenilerinin kurulması… İşte bunu unutturmak istiyorlar. Osmanlı ile uzlaşma CHP’den İYİP’e bütün düzen muhalefetinin gündemindedir.

'Biz Marksistiz ve en önemli özelliklerimizden biri tarihselci bir bakış açısına sahip olmamız'

En başa dönelim, “Kemalizm” suçlamasına… Türkiye solunda insanların birbirine yakıştırdığı sıfatları ciddiye almamak gerektiğini biliyorum ama bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Türkiye Komünist Partisi mi Kemalistmiş? Cumhuriyet’in tarihsel kazanımlarını vurgulamak, Mustafa Kemal Atatürk için “büyük devrimci”ydi demekle Kemalist mi olunuyor? Biz Marksistiz ve en önemli özelliklerimizden biri tarihselci bir bakış açısına sahip olmamız. Türkiye tarihinin şu ana kadarki en önemli devrimci dönüşümünün yaşandığı bir kesite sırtımızı mı döneceğiz?  Burada bir ilerleme var. Kemalizm ise bugünkü Türkiye’nin 1923 referansları ile kurtulabileceğini düşünmek anlamına gelir en fazla. Bunun bir karşılığı yok. Bugün Türkiye kapitalizmin azgelişmişliğinden değil bizzat varlığından acı çekiyor. Cumhuriyet ile birlikte Türkiye’de kapitalizmin gelişmesinin önündeki engellerin önemli bir bölümü kalktı ve ülkede 1919-1920 yılında hem işgal hem de geri toplumsal-siyasal yapı tarafından gölgelenip geri plana atılan emek-sermaye çelişkisi öne çıkmaya başladı. Türkiye Komünist Partisi o dönem, emeğin sesi, işçi sınıfının örgütlenmesi ve kurtuluşu için kuruldu, Anadolu’daki mücadeleye kendi perspektifinden katıldı, mücadelenin önderliğinin düşmanca tutumu ile karşılaştı ama dönemin tarihsel önemine sırtını hiç dönmedi.

'100 yıl önceki burjuva devrimci önderleri küçümseyip, bugün Türkiye burjuvazisinden demokrasi ve özgürlük bekliyorlar'

Bugün Türkiye’de emek-sermaye çelişkisi her şeyin başıdır ve ülkenin kurtuluşu, sermaye sınıfının, patronların bozguna uğratılması ile gerçekleşecektir. Bundan 100 yıl kadar önceki burjuva devrimci önderleri küçümseyip, onlara hakaret edenlerin bugün Türkiye burjuvazisinden demokrasi ve özgürlük beklemesi ne kadar acı! Tıpkı onlar da AKP gibi yüz yıl öncesine geri dönmek istiyorlar. Biz ise 100 yıl öncesindeki saflaşmada yerimizi, müttefiklerimizi biliyoruz. Devrim cephesinde kimlerin olduğunu, kimlerin karşı devrim cephesinde olduğunu…

'Onlar hata yapmazlar, onların ideolojik-siyasal varlığı bir büyük hatadır'

Türkiye’de Cumhuriyet ve Mustafa Kemal konusunda en saldırgan üsluba sahip olan bir kısım liberalin bu konuda çark etmesine ne demek gerekiyor? Hatadan mı dönüyorlar?

Onlar hata yapmazlar, onların ideolojik-siyasal varlığı bir büyük hatadır; bir büyük hatanın üzerinde konuşuyor, yazıyorlar. Aldatılmadılar geçmişte, şimdi de pişman filan değiller. Sermaye ne derse, uluslararası tekeller nereye yönelirse oraya giderler… Şimdi AKP’den uzaklaşıyorlar, AKP’siz bir AKP iktidarı için heyecanlandılar. Başka bir nedenle heyecanlanan laik duyarlılığı olan kesimlerle mecburen bir araya gelmek zorundalar. Laik duyarlılığı olanların da büyük bölümü ne yazık ki meselelerin sınıfsal boyutunu kavramaktan uzak. Hep birlikte “batıcı” bir pozisyon alacak ve Erdoğan’ın aşırılıklarından kurtulacaklar. Niyetleri bu. Liberaller bu kesimlerin beklentilerinin ne kadar azaldığını fark etti, o yüzden rahatlar. Düne kadar Mustafa Kemal’e demediğini bırakmayan bir kısım liberal saygıda kusur etmemeye başladı. İki yüzlü ve ilkesizdir onlar.

'Tarihte bütün burjuva devrimleri, kendini inkarı da içermiştir, bizimkisi bir istisna olmadı'

Türkiye’deki sorunların 1938 sonrasında başladığı düşüncesine katılır mısınız?

Katılmam. Atatürk ile İnönü arasındaki derin farklılıkları, dahası çap farkını bilmeme karşı katılmam. Biz olaylara sınıfsal açıdan bakmak durumundayız. Türkiye’de kapitalizm geliştikçe toplumsal eşitsizlikler de derinleşti ve bir noktada Cumhuriyet’in temel referanslarını kemirmeye başladı. Öte yandan, Mustafa Kemal’in daha uzun yaşaması durumunda hiçbir şeyin değişmeyeceğini söylemek de fazlasıyla mekanik bir tarih anlayışını savunmak anlamına gelir.  Ben sadece ve sadece “şuraya kadar iyi, şundan sonra kötü” bakış açısını hiçbir biçimde kabul edemeyeceğimizi söylemiş oluyorum. Diyalektik düşünce bunu gerektirir. Tarihte bütün burjuva devrimleri, kendini inkarı da içermiştir, bizimkisi bir istisna olmadı.

'Önce dönemin ruhu kavranmalı'

Peki Mustafa Kemal’in Milli Mücadele’deki kişisel rolü abartılıyor mu sizce?

Kim abartıyor? Yıllarca bu ülkede iktidarlar Atatürk imgesini halka karşı kullandılar. Devrimci içeriğinden arındırılmış bir Atatürkçülükle 12 Eylül’de nasıl saldırıldığını hep birlikte gördük. Önce dönemin ruhu kavranmalı. Dönem devrimle karşı devrimin karşı karşıya geldiği bir dönem. Bütün dünya ama özellikle bizim bölgemiz için geçerli bu. Mustafa Kemal bu dönem, Anadolu’nun devrimci cephede konumlanmasında büyük bir rol üstlendi. Milli Mücadele’nin arkasındaki toplumsal kuvvetlerin, sınıf güçlerinin, halkçı örgütlenmelerin rolü ile bu “kişisel” rol birbirinin karşısına konamaz.  

'İğrençler. Ne hakkınız var beyler, Nâzım Hikmet’i kâr hırsınıza alet etmeye!'

Koç grubunun yayınladığı 10 Kasım videosunu izlediniz mi bilmiyorum, Nâzım Hikmet’in bir şiirinden alıntı yapılmış…

Holdinglerin tonla para döktükleri bu türden reklam filmleri bizim ancak öfkemizi artırır. İğrençler. Ne hakkınız var beyler, Nâzım Hikmet’i kâr hırsınıza alet etmeye! Azıcık edepli olun, azıcık haddinizi bilin. Videoyu izledim, içeriksiz saçma sapan şeyler. E ne yapacak patron sınıfı, emperyalizm karşıtlığı mı, Cumhuriyetçilik mi!

'Ekrem İmamoğlu’nu da tebrik etmek gerekiyor!'

Geçtiğimiz günlerde Ekim Devrimi’nin yıldönümünde İstanbul Büyükşehir Belediyesi eski bazı Sovyet Cumhuriyetleri’nin bağımsızlık gününü kutladı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sovyet Rusya’nın askeri-mali ve en önemlisi siyasi yardımı olmaksızın Kurtuluş Savaşı’nın başarılı olması neredeyse imkansızdı. Ekim Devrimi’nin çocuğu Sovyet iktidarı ile Ankara’daki direniş birbirini tanıdı, kolladı ve geçici de olsa müttefik gördü. Devrim olmasaydı, Rusya ile Osmanlı’nın paylaşım kavgası belki dünya savaşının ardından da sürecekti. Ankara-Moskova arasında müttefiklik olmasaydı belki Kafkasya İngiltere’nin egemenlik alanı haline gelecekti. Bağımsızlık günüymüş! Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan gibi eski Sovyet Cumhuriyetlerinin nasıl aile devletlerine dönüştüğü ortada. Kamu zenginliklerinin üzerine çöken bir avuç zengin ve hızla yoksullaşan halk. Birçoğunda uzun yıllar ABD üsleri faaliyet gösterdi. Bu ülkelerden insanlar çok zor koşullarda çalışmak üzere ülkelerini terk ettiler; bunların arasında çok sayıda üniversite mezunu vardı. 

Ekim Devrimi’nin yıl dönümünde bol bol “Turan” mesajı verilen bir toplantıya ev sahipliği yapan Ekrem İmamoğlu’nu da tebrik etmek gerekiyor. Osmanlıcılığı, İslamcılığı, Türkçülüğü ve de patronluğunu hiç geriye çekmeden, hiç gizlemeden, solcuların, laik kesimlerin, Alevilerin, Kürtlerin umudu haline gelebilmeyi becerdi ya, helal olsun!

ALİ UFUK ARİKAN / SOL(Söyleşi)

10 Kasım 2021 Çarşamba

Devlet çıkarı gerektirirse… İşte Eymür’ün anlatmadıkları - Orhan Gökdemir / SOL

 


Çakıcı ve Yılmaz’ı kahraman ilan edip salıverdiler. Peker dışarıda, atanamamış vatan kurtaran Şaban rolünde. Bu time bir de iş bilir şef lazım olacak belli ki. Eymür’ün konuşması bir iş dilekçesidir.

“İşkence yaptık, ülkücü çeteyi ve mafyayı kullandık, bomba attırdık, insanları öldürdük, hepsini devletin çıkarları için yaptık”… Eski MİT yöneticisi Mehmet Eymür’ün sıklıkla yaptığı “basın açıklamaları”nın ortak noktası işte bunlar. “Devlet çıkarı” bütün yasadışı işleri meşrulaştıran bir hokusfokus aslında. Sözü edilen eylemler ise bambaşka çıkar ortaklıklarına işaret ediyor.

Malum silahlı külahlı ülkücüler zaman içinde kemale erdi, saf birer mafya babasına dönüştü. Dolayısıyla Abdullah Çatlı-Oral Çelik-Mehmet Ali Ağca dönemi kapandı, Alaattin Çakıcı-Sedat Peker-Kürşat Yılmaz döneminin kapısı aralandı. Devlet ve MİT, ihtiyaç olursa, artık onlarla sefere çıkacak!

“Ne seferi” diye merak ediyorsanız biraz geçmişe gidelim.

Yakın tarihimizde bilinen ilk “ülkücü terör timi” Ermeni terörüne onun kullandığı yöntemlerle yanıt vermek için oluşturuldu. 

Timi oluşturma görevi MİT’ten Nuri Gündeş, Erkan Gürvit (o tarihte Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren’in damadı), Hiram Abbas ve Mehmet Eymür’e verilmişti. Avrupa’daki ülkücülerle ilişkiyi MİT’çi Cengiz Abaoğlu kuracaktı. Abaoğlu, Abdullah Çatlı ve Oral Çelik’le buluşup konuştu. İki kafadar, Ermenilere yönelik eylemler karşılığında Alpaslan Türkeş’in serbest bırakılmasını ve Bahçelievler’de 7 TİP’li gencin öldürülmesi davasında idam cezası çıkartılmamasını istedi. Söz aldılar, işi yapmayı kabul ettiler.

Oral Çelik, “Bunlar bize, birilerinin vasıtasıyla ulaştılar. Daha önce bunlar herkese geldiler, Türk Federasyonu’ndan tutun da ne bileyim orada ne kadar Türk şeyleri varsa herkesi gezdiler, teklif götürdüler, bilmem ne yaptılar, bunlarla ortaklık yaptılar. Her şeyi denediler ve en sonunda bize geldiler” diye anlatıyor o günleri. İddiasına göre MİT’çiler önce ülkücü Türk Federasyonu’na gidiyor, daha sonra adı Papa’ya Suikast davasında da geçecek olan Musa Serdar Çelebi’ye Ermenilere karşı eylem yapması için yalvarıyor. 

Ancak her nedense onlarla anlaşamıyorlar ve devletin köşe bucak arar göründüğü iki cezaevi kaçkınını verdikleri sözler ve yüklü bir miktar para karşılığında ikna ediyorlar.

Ardından bir iki ülkücüyü alıp “eğitmek” üzere Türkiye’ye getiriyorlar. 25 Ocak 1995 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir habere göre bu iş için İstanbul’un Küçükçekmece ilçesindeki Cennet Mahallesi’nde bulunan E-5 Moteli’nin arkasında bulunan poligonu kullanıyorlar. Tabii Mehmet Eymür başlarında. Burada eğitilen ülkücülerin ilk hedefi İsviçre Ermeni Cemaati liderini öldürmek. Ancak suikast için görevlendirilen ülkücü, silah ve bombalarla birlikte yakalanıyor. MİT’in ülkücüler eşliğinde düzenlediği Marsilya seferi böyle başlıyor…

Ülkücü çetecilerden bazıları kendilerine teslim edilen bombaları Ermeni Taşnak Partisi’nin binalarına ve açılışı yapılan bir Ermeni heykeline yerleştirmeyi başarıyor. Bir ikisini patlatmayı da başarıyorlar. Fakat hepsi kısa zamanda derdest ediliyor. Yakalananlar anında çözülüyor, ne biliyorlarsa eksiksiz anlatıyorlar. Türkiye’nin ASALA operasyonunun nasıl gerçekleştirdiği, nerelere bombaların konulduğu Batılı gizli servislerin bilgi bankasındaki yerini alıyor. Özetle, MİT’in ülkücü kaçaklarla çıktığı Marsilya seferi büyük bir fiyaskoyla sonuçlanıyor.

Bulgaristan bağlantısının aslı astarı

“Marsilya Seferi”nin hazırlandığı günlerde Mehmet Eymür Bulgaristan’da görevliydi. Rastlantı bu ya, Papa’ya Suikast olayında kilit rolde olduğu söylenen kaçakçı Bekir Çelenk ve Abuzer Uğurlu da işlerini bu ülkeden yürütmekteydi. Silah kaçakçısı Uğurlu cebinde MİT’in kimliğini taşıyordu, “haber alma elemanı”ydı. Haliyle Marsilya seferinde onları da göreve çağırdılar. Ülkücülerin Avrupa’ya geçişini onlar organize edecekti.

Bu tür silah kaçakçılarının Bulgaristan’da üstlenmelerinin sebebi Bulgaristan merkezli Kintex şirketiydi. Sovyetler Birliği bu şirketi devrimci hareketlere silah yardımı yapmak için kurmuştu. Kintex kaçakçılarla bağ kuruyor ve onlar aracılığıyla silah temin ediyordu. Çünkü bu silahların doğası gereği “piyasadan” toplanması gerekiyordu. Bekir Çelenk ve Abuzer Uğurlu Kintex’in korumasındaydı. Haliyle Bulgaristan’da tutunmalarına izin veriliyordu. Onlar da bu ayrıcalıklarını gerektikçe MİT’in ufak tefek ricalarını karşılamak için kullanıyorlardı. Böylece hem Türkiye’de hem de Bulgaristan’da koruma şemsiyesi edinmiş oluyorlardı.

Mehmet Eymür o günleri şöyle anlatıyor: “1980 yılında yurtdışında bir demirperde ülkesine gönderildim. Gittiğim yerdeki önemli görevlerimden bir tanesi Türkiye’ye müteveccih ideolojik kaçakçılık faaliyetlerini izlemekti. Burada Oflu İsmail denilen İsmail Hacısüleymanoğlu ve onunla ilişkili bazı Türk ve Ermeni kaçakçıların içlerine sızdım. Beni kendilerine yakın bulup çekinmeden yanımda bazı işlerini konuşuyorlardı. Bir demirperde ülkesinde bile bellerinde silahları, altlarında lüks otomobilleri, körpe yaştaki Bulgar ve Rus sevgilileri ile lüks otellerde ve villalarda yaşayan bu kişiler, tabiatıyla esas görevimi bilmiyorlardı.”

Ancak bir süre sonra bu ilişkiden bambaşka hikayeler üretilecekti. Papa Suikastı davasında Mehmet Ali Ağca’yı Bulgar ve SSCB gizli servisinin yönlendirdiğine değin hikâyeyi yaratan Claire Sterling ve Paul Hanze adlı CIA ajanlarıydı. Bulgaristan bağlantısını böylece tersine çevirmiş ve antikomünist bir silaha dönüştürmüşlerdi.

Papa 2. Jaen Paul’ün vurulmasının Bekir Çelenk aracılığıyla ülkücülere ihale edildiği bilgisi doğruydu. Bir iki Ermeni anıtına Molotof kokteyli atarak gürültü çıkarılması seferi de yine Bulgaristan üzerinden organize edilmişti. Ancak bunların Bulgaristan devleti veya istihbaratı ile hiçbir ilgisi yoktu. CIA yalanı imal etmiş, MİT susarak yalanın yaygınlaşmasını sağlamıştı. “Papa Suikasti’nde Bulgaristan bağlantısı” yalanı o yıllarda Türkiye’de de komünizme karşı kullanılan en güçlü argümandı. MİT’in bu iddiayı desteklemek üzere susmakla yetinmemiş, elindeki bütün kaynakları da seferber etmişti.

Kaldı ki “Süper NATO” da devredeydi. O bağlantı sayesinde Ülkücü tetikçiler Alman Gizli Servisi’nin korumasında olmuşlardı. Kırmızı bültenle aranan Abdullah Çatlı ve Mehmet Şener Almanya’da yakalandıkları halde Türkiye’ye iadeleri yapılmamış ve serbest bırakılmışlardı. Eymür’ün “devlet çıkarı” dediği gerçekte uluslararası kapitalizmin çıkarıydı.

Ağca'nın elindeki silah

Haliyle cebinde MİT kimliği taşımanın rahatlığıyla hareket eden silah kaçakçılarının da uluslararası bağlantıları vardı. İtalya’da yaşayan Suriye kökenli Hanry Arslanyan o bağlantılardan biriydi. Arslanyan İtalya’daki en büyük silah kaçakçısıydı, işini CIA gözetiminde icra ediyordu. P-2 Mason Locasıyla ve Gladioyla yakın ilişki içindeydi. CIA, İtalya’nın Komünizme teslim olmaması amacıyla mafyayı, Vatikan’ı, Mason Locasını, gazetecileri, önde gelen bürokratları bir araya getirmiş organize etmişti.

Arslanyan’ın Türkiye’deki bağlantıları Bekir Çelenk ve Abuzer Uğurlu’ydu. İtalya’da P-2 skandalı patlak verip savcılık organizasyonun peşine düşünce Vatikan gemiyi ilk terk eden oldu. Dini pozisyonları soruşturmadan sıyrılmalarını kolaylaştırmıştı. Ancak hem Gladio hem de İtalyan mafyası bu ihaneti karşılıksız bırakmak istemiyordu. Papa’yı vurmaya karar verdiler.

Tabii onlar da tıpkı MİT’in yaptığı gibi Hanry Arslanyan aracılığıyla Türk kökenli silah kaçakçılarının kapısını çaldı. Bekir Çelenk ve Abuzer Uğurlu’ya planı anlattı. Ülkücü çete bu iş için biçilmiş kaftandı. Mafya silah ve para sağlayacaktı, ülkücüler de bu sansasyonel suikastla adlarını duyuracaktı.

Sonucu özetleyeyim; Papa Suikastının ardından Mehmet Ali Ağca ve Abdullah Çatlı yakalandı. Suikastı organize eden Bekir Çelenk mahkemede her şeyi anlatacağını söyledikten kısa bir süre sonra hapishanede kalp krizinden öldü. Yargılamalar sırasında Bulgaristan bağlantısının doğru olmadığı ortaya çıktı, bağlantıyı kurduğu iddia edilen Bulgar vatandaşı Sergey Antonov suçsuz bulunup salıverildi. Olayın Sovyetler Birliği ile ilişkisini gösteren hiçbir delil bulunamadı.

Uyuşturucu son durak

MİT’in ülkücü kahramanlarının sonraki işleri de çok aydınlatıcı. Marsilya Seferinde başı çeken “reis” Abdullah Çatlı 1986’da Fransa’da eroin bulundurmaktan tutuklandı. 1988’de İsviçre Hükümeti’nin talebi üzerine Zürih’e getirildi, yargılandı, yedi yıl ceza aldı. 21 Mart 1990’da beş mahkumla birlikte Bostadel ZG cezaevinden kaçtı. Demir parmaklıkların penceresini anahtarla açıp, alarma ve kurt köpeklerinin takibine rağmen iz bırakmadan kaybolmayı başardı. Türkiye’ye geldi, MİT’e haber gönderdi, serbest bırakılma şartıyla teslim olacaktı. İddialara göre MİT anlaşmaya yanaşmayınca tekrar yurtdışına çıktı. 3 Kasım 1996'da Susurluk’ta kaza yapan lüks aracın içinde cesedi bulunana kadar kaçak yaşadığı sanılıyordu.

Mehmet Eymür, 1987’de MİT için bir rapor kaleme almış ve devletin bir takım yasa dışı güçler tarafından ele geçirilmek üzere olduğunu iddia etmişti. Bir yıl sonra rapor bir dergi tarafından elde edilip yayımladı. Susurluk’taki o kaza rapordaki iddianın iddia olmaktan çoktan çıktığını gösteriyordu. İşkencecilerin, mafya elemanlarının, uyuşturucu kaçakçılarının, kiralık katillerin, istihbarat teşkilatlarının fink attığı yeni bir düzen kurulmuştu. “Kutsal devlet” bu organizasyonun kurbanı değil kurucusuydu.

Devlet çıkarı yine depreşti son günlerde, Alaattin Çakıcı ve Kürşat Yılmaz’ı kahraman ilan edip salıverdiler. Sedat Peker dışarıda, atanamamış vatan kurtaran Şaban rolünde. Bu time bir de iş bilir şef lazım olacak belli ki. Eymür’ün konuşması dolaylı bir iş dilekçesidir.

 Orhan Gökdemir / SOL

9 Kasım 2021 Salı

ByLock’un sahibi hapisten çıktı - Barış Pehlivan / CUMHURİYET

 Türkiye’ye geldiğini ve tutuklandığını haftalar sonra öğrenebildik. Hapisten çıktığını da ilk ben yazıyorum: 



ByLock’un lisans sahibi David Keynes geçen hafta sessiz sedasız tahliye edildi. 

Ayrıntılara geleceğim ama önce... 

4 Mart’ta İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na bir dilekçe verildi. ABD’de yaşayan David Keynes itirafçı olmak istiyordu. O ki çocukken içine girdiği FETÖ’nün mahrem yapılanmasında “öğrenci abiliğine” kadar yükselmişti. 90’ların sonunda örgütten koptuğunu ileri sürüyor, o süreçte Fethullah Gülen’le görüştürülüyor ve en sonunda ülkeyi terk ediyordu. 

Amerikan vatandaşıydı, kimliğindeki “Alpaslan Demir” ismini değiştirmişti. Örgütün haberleşme programı ByLock’un lisans sahibi olmasını, yazılımcısı Atalay Candelen’in bir “oyununa” bağlıyordu. Candelen, kendi kredi kartının yurtdışı harcamasına kapalı olduğu gerekçesiyle, ByLock’u Keynes’in adına lisanslamıştı. Doğru mu bilinmez ama iddiası bu yöndeydi. 

Dedim ya, Keynes’in avukatı Abdurrahman Bayramoğlu bundan sekiz ay önce savcılığa başvurdu. Müvekkili Keynes’in Türkiye’ye gelip bildiklerini anlatmaya hazır olduğunu belirtiyordu. O dilekçede şu cümle çok çarpıcıydı: 

“Daha önce birçok kez girişimde bulunmasına rağmen, kendisinin ifadesinin alınması konusunda ilgili makamlar duraksama gösterdi ve dolayısıyla bu mümkün olmadı.” 

Daha da ileri bir iddia vardı. Duruşma tutanağından öğreniyorum ki... 

David Keynes adına bir yakalama kararı dahi yoktu. Tüm işlemler eski adı olan Alpaslan Demir üzerinden yürütülüyordu. Yani ByLock’un lisans sahibi ABD pasaportuyla Türkiye’ye girse kimsenin haberi de olmayacaktı! 

Her şey ne garipti. 

Neyse ki... 

2017’den beri Türkiye’de itirafçı olmak istediğini ileri süren David Keynes’in başvurusu yıllar sonra kabul edildi. 

Tarih: 9 Haziran 2021. 

Keynes, savcılığın bilgisi dahilinde ABD’den yola çıktı ve Almanya’dan aktarmalı bir şekilde İstanbul Havalimanı’na indi. Polisler, ByLock’un lisans sahibini uçakta gözaltına aldı. Günler süren sorgulamalardan sonra FETÖ üyeliğinden tutuklandı, Silivri Cezaevi’ne konuldu. 

Tüm Türkiye Keynes’in geldiğini ve itirafçı olduğunu ancak iddianame yazılınca öğrendi. İlk duruşma 6 Ekim’deydi. Keynes, etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanarak tahliye edilmeyi bekliyordu. Ancak hakkında tutukluluğa devam kararı verildi. 

Aradan yaklaşık bir ay geçti... 

Savcılık artık Keynes’in tahliyesini talep ediyordu.

İstanbul 29. Ağır Ceza Mahkemesi tutukluluk durumunu incelemek için toplandı. Karar yazıldı: Delillerin toplanması, kendi ayağıyla ABD’den gelmiş olması, kaçma şüphesinin bulunmaması ve etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanma ihtimali gerekçe gösterildi. Evet, ByLock’un lisans sahibi Keynes, yurtdışına çıkış yasağı konularak 3 Kasım’da cezaevinden çıkarıldı. 


ÖRGÜT EVİNDEN SARAY’A UZANAN YOL

Şimdi...

David Keynes’in Türkiye’ye gelmesi, tutuklanması, iddianamesi ve itirafları hakkında çok şey yazıldı, çizildi. Oldukça kritik bazı noktalar ise özenle saklandı. 

Hani, David Keynes’in ABD’den dönmeden önce İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na verdiği dilekçe var ya... 

İşte Keynes’in ilk itirafları üç sayfalık o kâğıtta başlıyordu. Ve bakın, yargılandığı davanın klasörlerinde olan o dilekçede ne yazıyordu:

“1990 yılında Ankara Siyasal’ı kazandım. İlk dönemin ortasına kadar o zaman cemaat adı verilen örgütün evinde kaldım. Ev imamı olan ve şu anda örgütün Birleşmiş Milletler’deki davalarını organize eden eski hâkim Talip Aydın ile anlaşamadığımdan ayrılıp kendi evime İstanbul’a döndüm. Diğer evde (ayrıldığı evi kastediyor) Prof. Çağrı Erhan, eski TRT Haber Dairesi Başkanı ve Eyüp’ten tanıdığım olan Ahmet Böken ve şu anda kaçak olarak İngiltere’de yaşayan Bugün TV Genel Yayın Yönetmeni Tarık Toros vardı.” 

Bakın... 

Bu itirafta örgütle bağlantılı dört isim geçiyor. Talip Aydın ve Tarık Toros firarda, Ahmet Böken ise cezaevinde. 

Peki, ya Prof. Çağrı Erhan?

Neden itiraflardaki onun ismi hiç ama hiç haber olmadı? 

Yanıt biyografisinde mi gizli? 

Uzatmadan söyleyeyim: Prof. Çağrı Erhan, şu an Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu Üyesi. 

Yani...

Fethullahçıların bir örgüt evini düşünün... 

Evden medya yöneticileri, hâkim, ByLock lisans sahibi ve bir profesör çıkıyor... 

Hepsinin başı “belaya” girerken, profesör, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda Türkiye’nin kritik politikalarını belirliyor. 

Sahi, bu nasıl olabiliyor?

Aynı zamanda Altınbaş Üniversitesi Rektörü de olan Prof. Çağrı Erhan’a ulaştım. Kendisine Keynes’in “örgüt evi” itiraflarını aktardım ve şu iki soruyu sordum:

1- David Keynes’in ifadeleri hakkında neler söylemek istersiniz?

2- Size bu konuda herhangi bir soruşturma açıldı mı ve savcılığa ifade verdiniz mi? 

Prof. Erhan’ın yanıtı şu oldu: 

“Böyle bir soruşturmadan haberim yok. İçeriğini bilmediğim için yardımcı olamayacağım.” 

Bitiriyorum... 

Daha kısa süre önce... 

Çağrı Erhan’ın da üyesi olduğu Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu, büyükelçilerin Osman Kavala’nın tutukluluğuna ilişkin açıklamasına tepki göstermişti. Kurul özetle şöyle demişti: 

“Söz konusu diplomatlar bilmelidir ki Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına saygılı, demokratik bir hukuk devletidir. Türk yargısı bağımsız olup kimseden talimat almadan kendi kararlarını almaya muktedirdir. 

Herkesin Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk kurallarına ve yargı süreçlerine saygılı olmak zorunda olduğunu hatırlatırız.”

Ne diyeyim... 

Türk yargısı ByLock’un lisans sahibine uygun gördüğü tutuksuz yargılamayı bir gün Kavala için de hatırlar belki. 

Barış Pehlivan / CUMHURİYET

Devlet, vatan, uyuşturucu - Çağdaş Gökbel / SOL

...Türkiye’nin artık bir Kolombiya haline gelip gelmediğini sormuştum. Sedat Peker, AKP ile ters düşmemiş, Binali Yıldırım’ın oğlunun peynir ticareti ortaya çıkmamıştı... 

Yıllar önce Antalya Konyaaltı kitap fuarında genç bir gazeteci olarak ABC gazetesi adına röportaj yapmak için Erol Mütercimleri bekliyordum. O sıralar meşhur kokain kaçakçısı/ tüccarı Pablo Esbobar’ın hayatını konu edinen ve Netflix’te yayınlanan ‘Narcos’ dizisinin popülerliği devam ediyordu.1 Yüksek lisans dönemimde bu dizinin içeriğine dair akademik bir çalışmada yapıyor olmanın özgüveniyle Mütercimlere, Türkiye’nin artık bir Kolombiya haline gelip gelmediğini sormuştum. Sedat Peker, AKP ile ters düşmemiş, Binali Yıldırım’ın oğlunun peynir ticareti ortaya çıkmamıştı. Küresel bir salgın henüz söz konusu bile olmadığı için eski iş bilir ulaştırma bakanın oğlu, Venezuela’ya yardım konvoyu çıkarmamıştı. Bu yüzden Erol Mütercimlere sorduğum sorunun ağırlığını bugün daha iyi hissediyorum. Tam bu noktada okuyucuya hassas bir yönlendirme yapmak isterim ‘Türkiye ve Kolombiya’ teşbihini yaparken asla Kolombiya ulusunu daha aşağıda bir yerde konumlandırmak gibi bir gayem olmadı. Televizyonlarda ve gazetelerde bu tarz bir söylemi duyduğumda ya da okuduğumda çok sinirlenirim. ‘Türkiye, Afrika ülkelerinin bile gerisine düştü’ derler.  Parçası olduğu ulusun başka uluslar üzerinde böylesi hiyerarşik konumlamayla değerlendirenlerin Avrupa ideolojisinin aşağılamalarına tepkili yaklaşmaması gerekiyor. Konumuza dönelim. Mütercimler, tahmin ettiğim gibi bu soruya ‘Türkiye asla Kolombiya olamaz’ diye yanıt vermişti. Oysa o zamanda sezdiğim gibi belki de daha da kötü bir durumdaydık da haberimiz yoktu. Haberimizin olmuyor olması elbette bizim suçumuz. Çünkü bu alana ilişkin pek çok değerli çalışma yapıldı.

Geçtiğimiz günlerde yayınlanan ‘Eymür’ röportajında okuduğumuz gibi vatan sevdalısı teröristler uyuşturucu işini çok seviyordu. Sözde ASALA terörüne diz çöktürmüşlerdi, kocaman bir ulus, bir müptezeller sürüsü tarafından kurtarıldığına inandırıldı. Şimdi, her şeyin başladığı noktaya, ABD’nin soğuk savaş operasyonlarına dönelim. İki kitap bence burada oldukça önemli. Biri Amerikalı gazeteci Mark Bowden’in yazdığı ‘Pablo'yu Öldürmek (Killing Pablo)’ ve diğeri Talat Turhan ve Orhan Gökdemir’in yazdığı ‘Eymür’ isimli kitaplar.

Uyuşturucu baronları, Komünizmle savaş kılıfı adı altında toplumlara zerk edilen bir zehirdi. 

Emperyalistlerin altında ezilen uluslar sistemin bir gereği olarak fakirdi ve fakir insanlar bu zengin uyuşturucu baronlarının etki alanına çok çabuk girdi. Vatanı kızıl tehlikeden kurtaracak olan serdengeçtiler kadın ve uyuşturucu ticaretinin uzmanı olup çıktılar. 

Eymür’ün röportajında geçtiği üzere Çatlı parayı nereden bulacaktı? Farklı coğrafyalarda farklı kültürlerin içerisinde yazılan bu kitapların kesişim noktası azımsanacak gibi değil. Çünkü ABD’nin soğuk savaş stratejisinin temel ayakları aynı taktikler üzerine inşa ediliyordu. Kolombiya’nın modern tarihi önemli bir kırılma noktasından geçmişti. O noktada duran kişinin adı Fidel Alejandro Castro Ruz’du. Ülkede ABD desteğiyle başlayan suikast terörü, Castro’nun arkadaşlarının tasfiye edilmesiyle sonuçlandı. Ardından ülke yıllar boyunca derin acıların ve kültürel çürümenin tutsağı oldu. Bu tarihi merak edenler Bowden’in kitabını okuyabilir. Küba bugün Koronavirüs aşısı üretirken Kolombiya’nın hâlâ kokainle uğraşıyor olması oldukça acı. Narcos dizisini incelediğim makalede ise Castro’nun rolüne ağırlık verdiğim için hakemler tarafından eleştirildiğimi hatırlıyorum. Soğuk savaş refleksidir, okuduğumuz an mesajın ne olduğunu anlarız. Türkiye’de benzer bir terör dalgasının kurbanı olmuş ve en temiz, namuslu çocuklarını teröristlerin iddiasına göre vatan, devlet ve millet uğruna katletmiştir. Vatan dedikleri azgın sömürü, sınırsız bir uyuşukluk ve vahşi bir barbarlık üzerine inşa edildi. Okurun bildiği şeylere tekrar tekrar vurgu yapmayacağım.

Geçtiğimiz gün Dublin’de Garda Síochána’nın yaptığı operasyonda yaklaşık 350.000 € değerinde esrar ele geçirildi. Bu işi yapanlar İrlanda’ya nasıl gelmişlerdi? Dil okuluyla. Nereden? Türkiye’den. İki kuzen Oğuzhan Altuntaş (30) ve Burak Gürel (29) kafa kafaya vermiş böyle bir işe yelken açmışlar. Bahsi geçen uyuşturucu Altuntaş’ın yatağının altında bulunmuş (toplam 58 kg). Böylece bir kez daha ulusumuz ve milletimizle gurur duymuş olduk. Bitirim ikili haftaya tekrar mahkemeye çıkacaklar. Her ikisi de kefaretle serbest kalabilir (Altuntaş için 30.000 € ve Gürel için 10.000 €).2 İrlanda, güvenlik güçlerinin ve mahkemenin soruşturmayı ne kadar derinlikli yürüttüğünü bilemiyorum ama bu türden olaylar İrlanda açısından doğru değerlendirilmek ve analiz edilmek zorunda. Haberi yapan adliye muhabiri meslektaşım Tom Tuite ile görüştüm ve içeriğe dair temel sorular sordum. Tuite, bu olayın içerisinde İrlandalıların da yer aldığını ve olayın kriminal bir suç olduğunu söyledi. Ben, yine de bir parantez açılması gerektiğini düşünüyorum. Almanya’da yaşananlar göz ardı edilmemeli. Sözde Türkiye’nin çok gizli yapıları Osmanen Germania’yı kurmuş; kurulan bu örgütte uyuşturucu ve kadın ticareti yapılmıştı. Örgütün ana amacı Türkiye’den Almanya’ya göç etmek zorunda olan Kürt ve Türk muhalifleri bastırmaktı. Vahşice cinayetler işlediler ve yakayı çok az ele verdiler. İpin ucu acaba nerelere uzanıyor? Bugünün muhalif kahramanı, dünün muhalefet avcısı Sedat Peker bu örgüte ve Metin Külünk’e yardım ettiğini itiraf etti. İpin ucunda Avrupa’nın olup olmadığını bilemiyoruz. Gazetecilere ve yazarlara yapılan saldırıların failleri Avrupa’da da yakalanamıyor. Bu şüphe duymak için önemli bir gerekçe. Soğuk savaşın bir stratejisi olarak devletler pisliğe birbirleriyle beraber battıkları için birbirlerinin açıklarını kollamak zorunda kalıyorlar.

Eymür’e dönecek olursak, röportajında sürekli olarak namuslu ve dürüst insanın az bulunduğuna dikkat çekmiş. Ülkenin tüm yurtsever ve namuslu gençlerini acımasızca işkenceden geçiren ve yok eden bir suçlu bunu söylüyor. Türkiye’nin geldiği nokta her anlamda utanç verici. Bir ülkede solu kazımaya çalıştığınızda olacağı budur. Tüm lağım kapaklarını açar ve toplumu pis bir suyla yıkarsınız.

İşi bilenler istasyonlarını kolay yoldan para kazanarak (uyuşturucu ticareti üzerinden) kuruyorlar. Bu yüzden çanlar artık İrlanda için çalıyor olabilir. Yakalanan miktar göz önüne alındığında soruşturma derinlikli yürütülmez, zanlılar kefaletle serbest kalırsa geçmiş olsun. Ondan sonra Dublin sokaklarında rahat yürüyemiyoruz diye hayıflanmaya devam ederiz.

Mark Bowden ya da Orhan Gökdemir; tüm zorluklara rağmen gerçeği yazan gazetecilerin hepimize vermek istediği ortak bir mesaj var. Eğer onurlu bir ulus olacak ve bu pisliği temizleyeceksek köklü bir değişikliğe ve devrime ihtiyacımız var. Bu öyle bir devrim olmalı ki bir daha asla Haluk Kırcı gibi katiller televizyon ekranlarından kendilerini aklamaya cüret edemesin.

Çağdaş Gökbel / SOL


8 Kasım 2021 Pazartesi

Rusya'dan başka herkesin olduğu Rusyagate - Ceyda Karan / BİRGÜN




Amerikan siyasi tarihinin en büyük skandallarından birisi iyice deşifre oldu. Trump yıllarıyla 

özdeşleşen, 'Rusyagate' diye anılan skandalda Rusya'dan başka herkesin olduğu giderek 

daha net ortaya seriliyor. 

'Rusyagate'in 'dosyalayıcısı' eski MI6 ajanı 

Christopher Steele'in ana kaynağı da 

sonunda tutuklandı.

Rusyagate komplosu, Amerikan siyaset sınıfının Hillary Clinton'da somutlanan yolsuzluğunu sergiliyor. Ancak iç politikada rakiplerini alt etmek için iftiralar saçabilen, bilhassa dış politik hedefler için 'ulusal güvenlik' kılıflı yalanlar kıvırabilen hükümetlere sahip ülkeler için emsal niteliğinde. Meseleyi en iyi Rusyagate'in ipliğini pazara çıkartmış Amerikalı muhalif gazetecilerinden izleyebilirsiniz. Zira ana akım medya vaktiyle köpürttüğü Rusyagate üzerinden Pulitzerler aldı.

Amerikan demokrasisine kast ettiği iddia edilen 2016 seçimine müdahale komplosunda yok yok. Demokrat aday Hillary Clinton'ın başkanlığı çılgın Trump'a yitirmesi karşısında devreye giren istihbarat toplumu, ana akım medya, düşünce kuruluşları ve kelli felli akademia... Rusyagate ABD siyasetinde Trumplı dört seneyi belirlerken, dış politika hattını da kurumsal elitlerin bir şekilde çizdiği çerçevede tutmaya yaradı.

KİLİT KAYNAK CLINTON'IN ADAMI

Hikayeyi özetleyelim...

Trump'ın 'Rus ajanı' ilan edilmesine varan Rusyagate, özel savcı Robert Mueller tarafından soruşturulmuş ve Trump'ı Rusya'ya bağlayan hiçbir somut kanıta ulaşılamamıştı. Trump'ın Clinton'dan daha temiz olmayan kampanya ekibi ve kimi danışmanlarının tali vakalardan suçlu bulunmasına yaradı ve dosya kapatıldı.

2019'da başlatılan John H. Durham'ın yürüttüğü federal soruşturma ise artık iddianameye dökülürken, Rusyagate'i uyduranları ifşa etmekte... FBI'ın perşembe günü tutukladığı isim ABD'de yaşayan Ukrayna doğumlu bir Rus olan Igor Danchenko. Steele'in Rusyagate dosyasını hazırlarken, tutarsızlıkların serilmesiyle arkasına saklandığı ana kaynak. 

Eski Brookings Enstitüsü analisti - geçmişinde alkol kaynaklı cezai mahkumiyetler de var- olan Danchenko'nun tutuklanmasına yol açan iddianame ile anlaşılıyor ki, Clinton ve Demokratlar Steele dosyasını finanse etmekle kalmamışlar, dosyanın ana kaynağı da kendi adamları.

Hikaye 2016'da seçimine giderken Clinton kampanyasının Perkins Coie hukuk firmasıyla Trump'ın 'kirli çamaşırlarını' bulmaları için anlaşmasına paralel yürüyor. Hukuk firması araştırma firması Fusion GPS'i kiralıyor. Fusion GPS Britanya özel casusluk şirketi Orbis'i ve eş kurucusu Steele'i. Steele ABD'de yaşayan Danchenko'yu tutuyor. Brookings'de analistken, Trump'ın azil duruşmalarında ifade vermiş Fiona Hill'e yakın olan Danchenko, Hillary ve Bill Clinton'la 1990'lardan beri kamu diplomasisi alanında çalışmış Chuck Dolan ile bağlantılı. Danchenko bütün bu bağlantılarına dair 2017'deki beş sorguda FBI'a yalan söylemekle suçlanıyor. Meğer Kremlin'de bir kaynağı da yokmuş.

İDDİANAMEDEN SIZAN ÖRNEKLER

Örneği Dolan, Trump'ın 2013'te Moskova'da Ritz Carlton otelinin suitinde konakladığını Danchenko'ya söylüyor. Danchenko Steele'e... İçlerinden biri hikayeye 'fahişeleri' katıveriyor. Danchenko, Kremlin'de otel olayının videosunun olduğunu iddia etmişti. İddianameye bakılırsa Danchenko FBI'a otel müdürü ile konuştuklarını ve böyle bir olayın anılmadığını söylüyor.

Başka bir vaka Ağustos 2016 tarihli e-posta. Danchenko bir Demokrat yöneticiden Trump'ın elemanı Paul Manafort hakkında bilgi soruyor. Yönetici Cumhuriyetçi bir başkandan işittiklerini aktarıyor. Sonradan FBI'a bunu haberlerden aktardığını söylüyor.

Danchenko yalanlar silsilesine Rus-Amerikan Ticaret odasının eski başkanı Sergey Millian'ı 'kaynak' olarak eklemeye kalkışıyor. İddiayı yalanlayan Millian nihayet bu vakada aklanmış.

FBI savcısı Durham'ın soruşturması Danchenko ile birlikte eski kurum avukatı Kevin Clinesmith'i bir e-postayı değiştirmekle, eski siber güvenlik avukatı Michael Sussmann'ı da Trump ile bir Rus bankası arasındaki bağlantılara dair soruşturmada yanlış beyanda bulunmakla suçlamış durumda.

Amerikalı muhalifler haklı olarak FBI'ın bu zırvalar üzerinden Trump'ı soruşturmak üzere yasal yetki almasını sorguluyorlar. Yanıtı malum. Rusyagate, Amerikan müesses nizamı için 'Trump sorununa' deva oldu. Trump'ın başkan olmadan önce eleştirdiği ABD'nin savaşları ve hegemonyası korundu. Herkes rolünü oynadı. Politik faydasına bakıldı. Ve bu süreçte 2020 yazında gayet hakiki temellere dayalı ama sınırlarını Demkoratik Parti'nin çizdiği mini isyan hareketi eşliğinde Trump'tan kurtulup Biden ile rahat nefes aldılar.

KURUMSAL YAPININ TAMAMLAYICILARI...

Matt Taibbi gibi bağımsız gazeteciler skandalın Amerikan medyasının WMD'si (kitle imha silahı) olduğunu söylüyor. Asıl belirleyici olan hakikatler değil yaratılan algılar. 2018'de yitirdiğimiz ünlü araştırmacı gazeteci Robert Parry, bu siyaset tarzını 'Algı Yönetiminin Zaferi' başlıklı makalesinde irdelemişti. 

Aslında dünya tarihinde daha geriye gitmek mümkün. Parry ise Amerikalıların kedilerini 'bitmeyen Orvelyan bir distopyada' bulmalarının miladı olarak Reagan dönemini alır. Amerikan halkının Vietnam sendromundan çıkartılıp daha fazla dış müdahale, çatışma ve savaşa hazırlanabilmesini hedefleyen kamu diplomasisi bürokrasisinin bu dönemde yaratıldığını söyler. Latin Amerika, Körfez ve Irak savaşları, Suriye ve Ukrayna'da 'saldırgan dış düşman' üretiminin devreye sokulmasını işler.

İroniktir ki birkaç yıl önce henüz Rusyagate'in alıcısı çokken, Trump'ı asıl eleştiren gazetecileri 'çılgın başkanın soldaki destekçileri' olmakla suçluyorlardı. Rusyagate komplosu bizlere 'ulusal güvenlik' kılıfıyla iç siyasette rakip lideri 'şeytanlaştırmak', bu yolda yabancı bir ülkeyi kullanırken, kendi nüfusunun algısını yönetmeye dair şeytani aklı anlatıyor. 

Size de tanıdık gelmiyor mu?

Ceyda Karan / BİRGÜN



Meraklısı için detaylar:

https://www.thenation.com/article/politics/trump-russiagate-steele-dossier/

https://www.realclearinvestigations.com/articles/2020/07/24/meet_steele_dossiers_primary_subsource_fabulist_russian_at_us_think_tank_whose_boozy_past_the_fbi_ignored_124601.html

Eymür kim adına ortaya çıktı? - Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET


Birbirlerine ettikleri “vatan haini” gibi çok ağır sözleri geçtim ama işi miting meydanlarında idam ipi atmaya kadar getiren Erdoğan ve Bahçeli, 15Temmuz’dan sonra bir anda nasıl ittifak kurabildi?


Peki, 14 Şubat 2015’te yazdığı mektupla Bahçeli’yi “aciz, egoist, bencil” ilan eden, Bahçeli’nin “Batı’nın ajanı olduğuna artık inandığını” belirten, Bahçeli’yi “Miladı dolmuş, yürüyen Buda kılıklı” diye niteleyen, “Yüreğin yiyorsa beni öldürt” diye meydan okuyan Çakıcı, nasıl oldu da Bahçeli’yle barıştı ve o sayede serbest kaldı?

O ağır mektuptan üç yıl sonra, 23 Mayıs 2018’de, Bahçeli, cezaevinden tedavi için hastaneye yatırılan Çakıcı’yı ziyaret etti. Ardından 14 Nisan 2020 tarihli AKP-MHP imzalı infaz düzenlemesiyle Çakıcı 16 Nisan 2020’de serbest kaldı ve MHP Genel Merkezi’nde Bahçeli’yi ziyaret ederek onu “efsane lider” diye saygıyla selamladı.

Oysa 14 Şubat 2015 tarihli mektubunda, pek çok hakareti dışında, Bahçeli’den parti genel başkanlığını bile bırakmasını istemişti Çakıcı.

EYMÜR - ÇAKICI İLİŞKİSİ

Çakıcı, 1987 yılında Ankara’da Dündar Kılıç’ın iki adamını vurdurdu. Ne tesadüf: Cinayet sırasında Mehmet Eymür ve Korkut Eken, olayın olduğu otelin karşısındaki işkembecideydi!

Aslında bu olaydan birkaç ay önce, Çakıcı MİT’le ilişki kurmuş, Mehmet Eymür ve Yavuz Ataç’a bağlanmıştı. 1988 tarihli ünlü MİT raporunu kaleme alırken, Eymür’ün en önemli kaynaklarından biri zaten Çakıcı’ydı.

Nitekim EymürÇakıcı’yı Almanya’da bir operasyonda kullandıklarını ama başarısız olduklarını dile getirmişti.

Sonraki yıllarda Eymür ile Çakıcı’nın arası açıldı. Hatta Çakıcı’nın pasaport olayı nedeniyle Eymür ile Ataç yumruk yumruğa kavga etti. İkisi de MİT’te bu nedenle ceza aldı.

‘BAHÇELİ MİT AJANIDIR’ MEKTUBU

Özetle Bahçeli-Çakıcı ilişkisi de Çakıcı-Eymür ilişkisi de filmlere konu olabilecek renklilikte! Hele buna MHP camiası içinde çok konuşulan “Bahçeli’nin MİT ajanlığı” iddiası da eklenirse…

12 Eylül öncesinde MHP’nin en önemli isimlerinden olan Yaşar Okuyan’ın,  Bahçeli’nin neden 564 sanıklı MHP davası içinde olmadığını sorguladığı bir konuşmasında söyledikleri çok önemliydi: “Devlet Bahçeli hep görevlidir, MİT’le ilişkili. Rahmetli Türkeş’in mektubu var bende. Alparslan Türkeş’in el yazısı mektup, ‘Devlet Bahçeli MİT ajanı’ diyedir.”

MHP’nin, ABD’nin sola karşı İslamcılığı ve milliyetçiliği panzehir yapma stratejisinin bir aracı olarak kullanıldığı, bunda CIA’yla paralel çalışan MİT’in rolü elbette bir sır değil.


BAHÇELİ-AKAR İLİŞKİSİ

Bahçeli’nin 15 Temmuz’dan sonra Erdoğan’a tam destek vermesinde ve ittifak olmasında Hulusi Akar’ın bir rolü var mı acaba? Ya da tersinden sorarsak Hulusi Akar’ın Erdoğan kabinesine girmesinde Bahçeli’nin bir rolü mü var?

Anımsayalım: Bahçeli, 26 Ağustos 2018’de gazete ve TV’lerin Ankara temsilcileriyle bir araya geldiği kahvaltıda Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’a Genelkurmay Başkanı olduğunda, Kuranıkerim, Türk bayrağı ve altın kaplama tabanca hediye ettiğini anımsatarak “Hulusi Akar Paşa, Kuran’a, bayrağa, silaha sahip çıkmıştır” dedi.

Aslında AkarBahçeli’nin hediyesine pek de sahip çıkamamıştı! Zira Hulusi Akar, 15 Temmuz’dan sonra şikâyetçi sıfatıyla savcılığa verdiği ifadede “Odasının gayet düzenli bırakıldığını ama Devlet Bahçeli’nin kendisine hediye ettiği tabancanın kayıp olduğunu” belirtmişti.

O tabanca, Bahçeli ile Akar’ın özel ilişkisine işaret ediyordu.

EYMÜR’ÜN ORTAYA ÇIKMASININ ÖNEMİ

Eymür’ün söylediklerinde yeni bir şey olmadığını önceki yazımda belirtmiştim. Ancak Eymür’ün söylediklerinden çok, ortaya çıkmış olması önemli.

 Zira Eymür Gladyo’nun has adamıdır, ne zaman ortaya çıksa, Türk siyasetinde önemli bir viraj alınır.

Eymür’ün kim ya da kimler adına ortaya çıkarak mesaj verdiği bu bakımdan önemle araştırılmalı ve çözümlenmelidir.

Son söz: Gladyo, NATO örgütlenmesidir. NATO üyeliği sürdükçe, Gladyo varlığını güncelleyerek sürdürür.

Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET