24 Kasım 2021 Çarşamba

Faiz-kur sarmalında AKP kumarı - ADİLE KAYA / SOL(Görüş)

 'Teşbihte hata kaçınılmaz olacak: Koca konak yağmalanmış, en son kalan gümüş şamdanların değerine satılıp satılmadığı, alınan paranın büyük kardeşler arasında nasıl paylaşılacağı kavgası izliyoruz'


Merkez Bankası Para Politikası Kurulu (PPK), dün yapılan Kasım ayı toplantısında politika faizini 100 baz puan indirerek yüzde 15’e çekti. Önceki gün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın faiz indirimine işaret eden açıklamalarıyla hızlanan TL’nin değer kaybı, PPK kararı sonrasında iyice şiddetlendi, gün içinde dolar 11,30 seviyelerine kadar çıktı. Yıl başına göre TL, dolar karşısında yüzde 30’un üzerinde, avro karşısında ise yüzde 25’e yakın değer kaybetti. Haftalık değer kaybı ise yüzde 10’a yaklaştı.

PPK karar metninde enflasyon artışına yol açan global etkenlerin 2022 yılının ilk yarısında da etkili olacağı belirtiliyor. Bir önceki toplantı karar metninde geçici olduğu vurgulanan etkilerin bir süre daha kalıcı olacağı kabul ediliyor. Ancak yine aynı metinde Aralık ayında da faiz indirimine devam edileceğine işaret ediliyor. Kurun sabit kalması durumunda bile global fiyat artışları, güçlü dış talep gibi etkenlerle enflasyonun yükselmeye devam edeceği açıkken kur-enflasyon sarmalıyla birlikte artışın daha da fazla olacağı görülüyor.

Benzer bir kur şokunun yaşandığı 2018 yılının Mayıs ayını başlangıç alırsak TL’nin değer kaybı yüzde 60’ı geçmiş durumda. Türkiye ekonomisinin dışa bağımlılık düzeyi nedeniyle TL’deki yüksek oranlı değer kaybı enflasyonu da tetikledi. 2018 Mayıs’tan 2021 Ekim sonuna bakıldığında TÜİK verilerine göre tüketici fiyatları yüzde 70, üretici fiyatları ise yüzde 120’ye yakın arttı. Enflasyondaki yükselişin en önemli nedenlerinden biri kurdaki artış olmakla birlikte, global ölçekte enerji başta olmak üzere emtia fiyat artışları ve sermaye düzeninin bu tür durumlarda her yerde ve her zaman istisnasız çalışan fırsatçılığı da etkili oldu. İthal hammadde ve ara malı bağımlılığının yüksekliği kur geçişkenliğinin, yani üretim maliyetleri ve dolayısıyla fiyatlara kur artışının yansımasının yüksek olmasına neden oluyor. Aynı zamanda döviz bazında borçluluk düzeyinin yüksekliği, finansman maliyetlerini, dolayısıyla yine fiyatları artırıyor. Ancak piyasa düzeni ayrıştırılması neredeyse imkansız bir dizi fırsatçılığa da doğası gereği zemin sunuyor. Bir malın ilan edilen, spot piyasalardaki fiyat artışıyla, uzun vadeli anlaşmalarla alım yapan büyük bir kullanıcı için maliyeti arasında büyük farklar olabildiği gibi, stoklar, gerçek ağırlığından fazla yansıtılanlar, tekel gücü vb “serbest piyasa” mantığı içinde hiçbir denetimin, kuralın olmadığı bir dünya söz konusu. Üstelik içinden geçilen dönemde olduğu gibi çok hızlı tersine dönen arz-talep şoklarında düşen fiyatların çeşitli bahanelerle yansıtılmadığı maliyetlere artan fiyatların yansıtılması gibi neredeyse kural olmuş uyanıklıklar da söz konusu.

'Herkese karşı bir deli' mi, sermayenin vazgeçilmezi olmaya devam etme hırsı mı?

Varlığını irrasyonelliğe borçlu olan bir düzende kararların rasyonelliği üzerine bir tartışma yürütmek hiç kuşkusuz gülünç. Kapitalizmden bahsediyoruz, tekil sermayedarların çıkarları uğruna milyonların sefalete sürüklendiği, doğanın mahvedildiği, tüm canlılara yaşamın dar edildiği bir düzen. Sermayenin tarihsel, dönemsel çıkarlarına göre şekillenen ekonomi politikalara “bilimsellik”, teknik doğruluk atfetmek, iktisat diye bir “bilim”den söz etmek için de büyük bir akıl yitimi yaşıyor olmak gerekli. Siyasi iktidarın ekonomi politikalara ilişkin tasarrufları, tercihlerini sermayenin beklentilerini karşılama, sermaye ile siyasi temsiliyeti arasındaki uyum gibi bağlamlarda değerlendirmek söz konusu olabilir ancak. AKP iktidarının para politikası tercihlerini bu bağlama yerleştirdiğimizde büyük bir uyum sorunu olduğunu, rollerin yer yer karıştığını saptamak mümkün. Ancak AKP’nin “sermayeye hizmet” konusunda Türkiye kapitalizmi tarihinin en ileri örneği olduğu, mevcut debelenmesinde dar siyasi ikbali kadar uzun süre kollanabilmiş, sermayeyi ihya edici ekonomik dengeleri yeniden tesis etme hırsı olduğunu da görmek gerekli. Uluslararası sermaye başta olmak üzere sarıp sarmalayıcı desteğin azaldığı bir tabloda çapsızlaşma artmış olsa da…

Türkiye kapitalizmini ipten alacağı düşüncesi gittikçe güçlenen “Avrupa Yeşil Mutabakatı”nın sunduğu uluslararası sermayeye yeniden güçlü entegrasyon ufkundan çok konjonktürel olsa da ihracata dayalı ekonomik genişlemenin 2022 yılında da yüzde 5 civarı bir büyümeyi sağlayacağına duyulan güvene bu kur şokunun maliyetini de atlatacaklarına, günün sonunda sermayeyi memnun etmeye devam edeceklerine ilişkin bir iddiayla hareket ettikleri söylenebilir. Dünyadaki kuvvetli rüzgarlar Türkiye’ye kasırga olarak taşınıyor ama aynı zamanda “ayrışma”yı hafifletiyor. AKP iktidarı bu fırsatı pandemi döneminde iyi kullandı ve belli ki hala kullanmaya devam edebileceğini hesaplıyor. 2018’in en önemli sonuçlarından biri olan özel sektör borcunun kamuya transferi, yani halka yıkılması operasyonu pandemi dönemi pek çok ülkede kamu borçlanmasının artması fonunda olabileceğinden daha gürültüsüz bir şekilde gerçekleştirildi. (Başka bir yazının konusu olmakla birlikte muhalefetin 128 milyar dolar kampanyasının tamamen pop içeriğinin de bu eksende yardımcı olduğunu belirtmek gerekir.) Pandemi sonrası toparlanma başta olmak üzere 2018’e göre kimi avantajların olduğu söylenebilir. Ama 2018’de halı altına süpürülenler dalga boyunu büyütüyor. AKP bir tür kumar oynuyor denebilir. Burjuva siyaseti söz konusu olduğunda çok yadırgatıcı değil.

AKP iktidarının emekçiler cephesinde “pandemi kırbacı” ile terbiyenin sonuçlarına güvendiği de eklenmeli. 2020’yi milyonlarca emekçinin işsizlik, ücretsiz izin, kısmi çalışma vb büyük kayıplarla geçirmesinin ardından 2021’de yeniden bir işe ve düzenli gelire sahip olmanın “hafifletici” etkisine güveniyorlar. Tabii daha da fazla emekçilerin öfkesini sokağa değil sandığa yönlendirme virtüözü muhalefete.

Zenginliğine zenginlik katanları ve kaynaklarını doğru haritalamak…

TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski dün yayımlanan bir söyleşisinde para politikası, faiz kararlarına ilişkin “Her şeyden önce ülke olarak fakirleşiyoruz. Merkez Bankası esas hedefini unutmamalı, öncelikle enflasyonu kontrol etmek. Bugün konusu edilen cari açıkla enflasyonu kontrol etme meselesi en temel iktisadi kurallarla dahi örtüşmüyor” demiş. Cari açığı kontrol konusunun, AKP iktidarının bu konuda sermayeyi rahatsız edecek bir adım atma ihtimali sıfır olsa da, sermayeyi ve sözcülerini rahatsız etmesi ayrı bir değerlendirme konusu. Türkiye’nin mevcut ekonomik yapısında kolayca kamu yatırımlarına, sermaye hareketlerinin kontrolüne ilişkin tartışmalara kayabilecek bir ekseni kapatma refleksi. “Fakirleşme” bahsindeyse değerli TL, değersiz TL, düşük enflasyon, yüksek enflasyon fark etmeden emekçilerin kaybettiği, sermayenin zenginleştiği açık. Toplam mevduatların yüzde 60’ına ulaştığı açıklanan döviz mevduatların çok büyük bölümü sermaye sahiplerinin. Yurtdışına çıkardıkları fonları (128 milyar doların bir bölümünü de burada aramak gerekiyor) hesaplamak için bir ömür adamak gerekebilir. Öyle yandaş falan atipikliğinde değil, irili ufaklı bütün sermayedarların şirket satın almadan gayrimenkul yatırımlarına girişim sermayesi fonları kurmaktan değişik yatırımlara iştirake muazzam düzeyde servet transferi yaptığını günlük gazete takibiyle bile tesbit etmek mümkün. Sermaye cephesindeki gürültünün bir “iç hesaplaşma”dan ziyade kârdan zarar etmeye bile tahammülü olmayan, hep kazanmış olanların tantanası olarak değerlendirilmesi daha doğru olur. (Sermaye sınıfının kompozisyonu, özellikle 2000’li yıllarda artan tekelleşmeyle birlikte sermaye hiyerarşisinin değişen formu vb yine ayrı bir değerlendirme konusu.)

20 yıllık sistematik yoksullaşma dalgası

TÜİK hesaplamalarının gerçek enflasyonu ne kadar yansıttığı büyük bir tartışma konusu. Ancak resmi enflasyon baz alındığında bile son üç yılın Türkiye emekçileri açısından çok büyük bir yoksullaşma anlamına geldiği açık. Ki arada pandemi bahanesiyle işten çıkarmalar, ücretsiz izinler, ücret kesintileri gibi milyonlarca emekçiyi etkileyen kapsamlı saldırı dalgası da dikkate alındığında reel ücretlerdeki gerilemenin ya da gelir kayıplarının çok daha yüksek olduğu söylenebilir. 2018’den bu yana nominal olarak yüzde 78 artan ve TÜFE ile karşılaştırıldığında “korunmuş” görünen asgari ücretin açlık sınırının altında olması ve emekçilerin yaklaşık yarısının asgari ücretle çalışması gerçekleri de yoksulluğun derinliğinin diğer göstergeleri.

Yüksek enflasyonla birlikte yoksullaşmanın hız kazandığı açık. Ancak son 20 yıl Türkiye işçi sınıfı ve emekçiler açısından artan sömürü oranı ve sistematik bir büyük yoksullaşma dalgası oldu. AKP iktidarının hala sermaye temsilcileri tarafından pişkince övülen 2002-2007 dönemi de dahil olmak üzere emekçilerin düzenli olarak kaybettiği, sermayeye değer aktarımının sürekli arttığı bir uzun dönemden söz ediyoruz. Asgari ücretin ortalama ücret haline gelmesi yeterince açık anlatmakla beraber Türkiye ekonomisinin taşıyıcı sektörlerindeki durum da artı değer sömürüsünün boyutları hakkında ek fikir veriyor. Metalden kimyaya son 20 yılın çok büyüyen, patronlara çok kazandıran sektörlerinde istihdam artarken sendikal örgütlülük düşmüş, ücretler de asgari ücrete yakınsamış durumda.

Sosyal Güvenlik Kurumu 2021 Ocak ayı verilerine göre sigortalı çalışan sayısı 23,4 milyon civarında. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre ise söz konusu 23,4 milyonun 15 milyonu 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’na tabi iş kollarında çalışıyor. 15 milyonun sadece 2,1 milyonu yani yüzde 14’ü sendikalı. 2,1 milyon işçinin hepsinin toplu sözleşme hakkından yararlandığını söylemek mümkün değil. 2003 yılında aynı iş kollarında çalışan sayısı 4,6 milyonken sendikalı sayısı 2,7 milyondu yani işçilerin yüzde 58’i sendika üyesiydi. Biraz daha daraltıp bakarsak son 20 yılın en hızlı büyüyen, Türkiye ekonomisi açısından lokomotif rol üstlenen otomotiv, makine, elektrikli teçhizat (beyaz eşya vb) gibi sektörleri barındıran iş kollarından metalde durum daha da çarpıcı görünüyor. 2003 yılında bu iş kolunda işçi sayısı 554 binken sendikalı işçi sayısı 375 bin, yani işçilerin yüzde 68’i örgütlü. 2021 yılına gelindiğinde iş kolundaki toplam işçi sayısı 1,8 milyona yaklaşırken sendikalı işçi sayısı 288 bine geriliyor. Sanayi üretimdeki, ihracattaki, istihdamdaki payı en fazla artan sektörlerde işçilerin daha düşük ücretlerle daha uzun saatler çalıştırıldığı, yıllar içinde reel ücretler düşerken sömürü oranının arttığı açık. Sektör ve firma verilerinden, artan cirolar ve kârlardan da artı değer sömürüsündeki düzenli artışı izlemek mümkün. Bu parantez “üretken sermaye” ya da teknoloji düzeyi yüksek sektörlere dayalı büyümenin, düzen sınırları içinde bir “yapısal dönüşüm”ün refah artışı getireceği tezinin anlamsızlığını da ortaya koyuyor aynı zamanda. Ki benzerini eğitim düzeyi daha yüksek emekçilerin istihdam edildiği, bankacılık başta olmak üzere hizmet sektörlerinde de görmek mümkün.

Akılsızlaşma dalgası: Islah edilmiş kapitalizm satıcılığı

Teşbihte hata kaçınılmaz biçimde olacak: Koca konak yağmalanmış, en son kalan gümüş şamdanların değerine satılıp satılmadığı, alınan paranın büyük kardeşler arasında nasıl paylaşılacağı kavgası izliyoruz. Bu tartışmaya çok büyük iştahla dalanların bir bölümü çok açık soyguncular, yağmacılar. Bir bölümü de kullanışlı ya da kullanışsız aptallar. Sadece Türkiye’de değil dünyadaki gelişmeler kapitalizmin emekçilere çıkışsızlıktan başka bir şey sunamayacağını bütün çıplaklığıyla gösterirken sermaye düzenini tartışmaktan bu ölçüde kaçınmak, yaşananları bir siyasi aktörün beceriksizliğine ya da kendi dar çıkarlarını kollayan kasıtlı tercihlerine indirgemek için aklını teslim etmiş olmak ya da gerçekten en basit ilişkileri kuramaz hale gelmiş olmak gerekiyor. Türkiye kapitalizmi bugün bulunduğu noktaya ilan ede ede geldi.

Son üç yılda yaşananların dar bir mercekten, düzeniçi bir çerçevede kalarak tartışılması yoksullaşmaya bir de büyük akılsızlaşma dalgasının eklenmesine yol açıyor. Faiz-enflasyon ilişkisinin yönüne dair tartışmaların, Merkez Bankası’nın rolüne ilişkin değerlendirmelerin siyasi iktidar için belli ölçülerde sermaye sınıfı içinse hayli geniş bir hareket alanı yarattığını görmek gerekiyor. Türkiye kapitalizmi en derin krizlerinden birini yaşarken pandemi paranteziyle de birlikte ne teknik ne de siyasi olarak çıkışı olmayan bir tıkanmanın siyasi iktidarın beceriksizliğiyle ya da kasıtlı tercihleriyle açıklanması, düzen muhalefetinin ve peşine takılanların emekçilere neredeyse hiçbir taahhütte bulunmadan kendilerine alan açmasına yardımcı oluyor. Siyasi iktidarın sermaye de dahil tüm toplumsal kesimler aleyhine hareket ettiğini düşünmek, düşündürmeye çalışmak içinden geçilen sürecin en ağır tahribatlarından biri oldu. “Bu siyasi anomaliden kurtulalım, hayat normal akışına dönsün, sorunların büyük bölümü çözülür” yaklaşımı, işçi sınıfı başta olmak üzere sermaye karşıtı dinamikleri zayıflatmayı, sermaye düzenine karşı mücadeleyi baskılamayı hedefliyor.

Siyasi iktidarda sermaye hareketlerinin kontrolü, fiyat kısıtlamaları, kamulaştırma gibi eylemlerin potansiyelini görüp, bu eylemleri öcüleştirenler aynı zamanda emekçilerin yoksullaşmasından dem vurup halkçı muhalif rolüne soyunuyor. Türkiye tarihinin en piyasacı, en sermaye dostu iktidarını liberalizmden uzaklaşma ithamıyla terbiye soyunanların da siyasi iktidarla birlikte emekçi düşmanlığı yaptığının sabitlenmesi gerekiyor. Bugün karşı karşıya olunan enkazın büyüklüğünün faiz artırmamaktan değil, üç yıldır canhıraş bir şekilde sermayenin zararlarını üstlenmekten kaynaklandığının, öyle üç beş “çete”nin değil gayet hiyerarşisi içinde sermayenin bir bütün olarak arkasının toplandığının görülmesi elzem.

Türkiye kapitalizminin emekçiler lehine kazanım -kırıntı bile olsa- sağlayarak ıslahı mümkün değil. Hırsızlardan, sermayeden topyekun kurtulmak, bir emekçi cumhuriyeti kurmak ise her zamankinden çok daha yakın bir ihtimal.

ADİLE KAYA / SOL(Görüş)

23 Kasım 2021 Salı

AKP’den krize karşı 'Zeka Küpü' harekatı! - SOL







































                                     ÇEK ÜSTÜNE BİR ÇİZGİ







AKP Grup Başkanvekili Cahit Özkan;

“Dolar kurunun nereden nereye geldiğini soranlara söylüyorum, bakınız AK Parti’den önce 19 yılda, yani 1983’ten 2002’ye kadar geçen sürede 83’te 220 lira olan dolar, 2002 yılında 1 milyon 680 bin liraya çıkmış. 6 bin 680 kat dolarda bir artış meydana gelmiş. Evet, dolardaki değer kaybını tam bin kat aşağıya çekmek suretiyle 20 yıla baktığımızda sadece 6 kat bir artış söz konusu. Demek oluyor ki ortada bir kazanım var. Demek oluyor ki ortada Türkiye’nin istikrarı söz konusu.”

                                                                              ***

AKP Genel Başkan Yardımcısı Ali İhsan Yavuz;

"Recep Tayyip Erdoğan’ı iktidarda tutmak ve onun yaptıkları sebebiyle sevap hanemize bir şeylerin yazılıyor olması çok büyük bir şey. Oylarımız ile Tayyip Bey'e destek verdiğimiz için hanelerimize sevap yazılmaya devam ediyor" 

               ***

AKP MKYK üyesi Metin Külünk:

Yeni dünya düzeninde Türkiye’nin kutup başı güç merkezi olmasını istemeyenlerin PKK üzerinden Türk devletinin butik devlet haline getirmek, FETÖ üzerinden Türk devletinin çatısını çökertmek ve LGBT üzerinden de insani değerlerini tüketmek istediklerini ileri sürdü. “Hodri meydan. Yunanistan füze atacakmış. Atsın da görelim ağzının payını alır. 5 saatte Selanik’teyiz. 5 saatte Atina’dayız. Eski Türkiye yok artık"

                                                                           ***

AKP Genel Başkanvekili Binali Yıldırım;

“Amerika, Avrupa denen ülkeler bunlar enflasyon diye bir şey bilmiyor. Bugün Amerika’da sıfırdan yüzde 7’ye çıkmış enflasyon. Bu ne demektir, 7 kat artış. Bizde onlardan 20’e çıkmış, 2 kat artış. Bizde 10'lardan 20’ye çıkmış iki kat artış. İyi mi, değil” 

                                                                              ***                                               

AKP MKYK Üyesi Mücahit Birinci 

5 bin liralık atkısıyla gündeme gelen Birinci "Enflasyon biraz da psikolojik bir hadisedir. Psikolojiktir bu iş. Bu iş kararlılıkla kararlılığın, vatandaş tarafından satın alınmasıyla, kararlılığın vatandaş tarafından içselleştirilmesiyle ortaya çıkar." 





***

AKP Elazığ Milletvekili Zülfü Demirbağ

Bugün ekonomik sıkıntı çekebiliriz. Diyelim ki normal şartlarda ayda 1 kilo, 2 kilo et yiyorsak yarım kilo yeriz. Domatesi 2 kilo alıyorsak 2 tane alırız. Kış günü turfanda sebzeleri kullanmak zaten sağlığa da çok faydalı değil. 1 kilo biber alacağımıza 3 tane alırız. Piyasadaki bu fırsatçılara, tefecilere, vicdansızlara bu fırsatı vermeyelim"

                                                                            ***

AKP Manisa Milletvekili Uğur Aydemir

“Ben her zaman şunu söylüyorum, söylemeye de devam edeceğim Cumhur İttifakı olarak. Belki soğan ekmek yiyeceğiz günlerce, aylarca, belki yiyeceğiz ama güvenliğimizden asla kimseye taviz vermeyeceğiz. Buradan bütün dünyaya sesleniyorum, bu ülkede gözü olanın gözünü çıkarmak her birimizin boyunun borcudur. Cumhur İttifakı olarak dimdik buradayız, 

(SOL)

2023 hedefi: İki ‘gemicik’ daha! - Bahadır Özgür / BİRGÜN

 Birileri 2023 yaklaşırken 100 yıl önce temeli atılmış kamusal birikimlerin hunharca talan edilmesini kaygıyla izliyor, birileri ise 100’üncü yılda filosuna yeni ‘gemicikler’ ekleme heyecanı yaşıyor. Bunu unutmamak lazım.


“Gıda şirketindeki hisselerini sattıktan sonra ne iş yapsak diye düşünüyorlardı. Denizciliği önerdim. ’Kazancı iyidir’ dedim…

2007 yılında Vatan gazetesindeki bir röportajında söylemişti bu sözleri, yarım asırlık denizci Mecit Çetinkaya. Oğlu Mert, Burak Erdoğan’la beraber denize açılıyordu. “Gemicik” sözüyle veciz şekilde ifade edilenolayındevamı malum: Küçük bir gıda şirketiyle Ülker’in bölge bayiliğini yürütmekten,uluslararası sularda dev bir filoyu yüzdürmeye…

Mert ve Burak’ın 14 yıl önce kurdukları MB Denizcilik, Çetinkaya ailesine ait Manta Denizcilik’le iç içe,Üsküdar’daki binada faaliyet gösteriyor. Sahip oldukları 13 geminin işletmesi Manta’da bulunuyor. Geçen yıl iki ailenin “denizcilik koalisyonuna” sessiz sedasız bir şirket daha eklendi: Pascogas.

Merkezi Marshall Adaları’nda bulunan şirketinCumhuriyet’in 100. yılı için büyük planları var.

Yabancı denizcilik kaynaklarının haberlerine bakılırsa, tamamı LPG taşıyacak 15 tankerlik yepyeni bir filo düşünülüyor. Böylece gıda ağırlıklı kuru yük taşımacılığından, petrol ürünleri ticaretine sıçrayacaklar. İlk anlaşmalarMart ve Haziran ayında yapıldı. Güney Koreli Hyundai Mipo Tersanesi’ne, 47’şer milyon dolarlık iki gemi siparişi verildi. Gemiler 2023’te teslim edilecek.

Anlaşma sonrası Pascogas’tan yapılan açıklamada, “Mottomuz sürdürülebilir bir dünya için sürdürülebilir deniz taşımacılığı. Dual Fuel makinalı MGC gemimiz IMO’nun yürürlükte olan düşük sülfür regülasyonuna uyumlu olduğu gibi, bir aşama sonrası yürülükte olacak düşük karbon hedefi ile de uyuşmaktadır. Bu alanda Türkiye’de ilk ve tekiz, dünyada ise ilk beş şirket arasındayız” deniliyordu.

Çin ve Güney Kore’deki gemi siparişlerini takip eden “ChinaShipbuilding” şirketinin kayıtlarında,Pascogas’ın mevcut envanteri ve siparişleri verilmiş:


Yaptıracağı gemilerin dışında elinde LPG taşımaya uygun 2013’te inşa edilmiş Anka ve Dicle isimli hazır iki gemi bulunuyor. Hikaye de burada başlıyor zaten.Her zaman olduğu gibi her şeyi yasal, her şeyi kitaba uygun bir hikaye.Fakat o meşum döngü hükmünü icra etmiş yine. Kamu yararına kullanılması gereken kaynaklar, kamu yararına hizmet vermesi gerekenlerin kararlarıyla; şirketten şirkete, elden ele dolaşıp iktidara yakın birilerinin sermayesine dönüşüvermiş.

Nasıl mı?

“Her tercih bir vazgeçiştir” denir ya, çoklu maaş iddialarına karşı gururla, “187 bin değil 62 bin TL maaş alıyorum” açıklaması yapan eski AKP milletvekili Fahrettin Poyraz’ın başında bulunduğu Tarım Kredi Kooperatifleri de kaynakları kullanırkenbazı tercihler yapmış işte. Çiftçi adına yatırılan her dolar, çiftçi dışında herkese yaramış!

                                                                           ***

Daha önce Tarım Kredi’nin en büyük şirketi Gübretaş’ın gübre yatırımlarının hikayesini yazmıştım. Meraklısı için linki buraya (https://www.gazeteduvar.com.tr/gubretasin-milyon-dolarlik-gemileri-nereye-gitti-makale-1532075) bırakıp, özetleyeyim:

2008’de gübrede dışa bağımlılığı önlemek adına yaklaşık 700 milyon dolara satın alınan İran’daki Razi Petrokimya’dan gübre ve hammadde taşımak amacıyla Güney Kore’de Anka ve Dicle adlı iki gemi inşa ettirildi. Gemiler 2013’te törenle teslim alındı ve Panama’da IGLC Anka ShippingInvestment SA ve IGLC Dicle Shipping Investment SA adlı iki şirket kuruldu.


2015’ten sonra Gübretaş, denizcilik iştiraklerini elden çıkarmaya başladı. Suudi Arabistanlılarla ortak kurulan NegmarDenizcilik’teki hisseler ihale edildi ilk. Tam üç kez tekrarlanan ihalede alıcı hep aynı kişiydi: Saray’a yakın Şaban Kayıkçı. Negmar’ı alan Kayıkçı, Negmar’ın yönetimindeydi, Razi’nin ise yüzde 23.9’una ortaktı. Her detayı acayip alışverişin içinde o iki gemi yoktu.

2018’de bu sefer Nbulgas’daki hisseler satışa çıkarıldı. Öncesinde bir garip “değiş tokuş” daha yapılarak elbette. Borsaya şu açıklama geçiliyordu:

"Negmar ortakları arasında, alt şirketlerindeki varlık ve yükümlülüklerin ortaklık payları doğrultusunda paylaştırılmasına yönelik sözleşme imzalanmıştır. Bu kapsamda  şirketimizNegmar’daki %40 payı EtisDenizcilik’e devredecektir. Buna mukabil, Negmar’ın sahip olduğu Nbulkgas’ın %100 hissedarı olacaktır. Ayrıca Negmar’ın %50'lik kısmına sahip olduğu IGLC Anka ShippingInvestment S.A. ve IGLC Dicle Shipping  Investment S.A. şirketlerindeki paylar da Nbulkgas’a devredilecektir. Anka ve Dicle LPG taşımacılığıyapmaktadırlar.”

Kısaca gemiler istenen rotaya gitsin diye uğraşılmış. Kime gitmiş peki? 2020’de Nbulkgas’ın tamamının 75 milyon dolara Marshall Adaları’nda kurulu PascoInvestment Holding Co.’ya satıldığı açıklandı.

Şirket İstanbul’da Pascogas’ı kurdu. Esasında bu şirket, 2019’da kurulan UBK Denizcilik’in isim değiştirmiş haliydi. Kurucusu da Uğur Berke Kayıkçı’ydı. Kayıkçı ailesinin en son nerelerde karşımıza çıktığı, geçen hafta bu köşede yayınlanan “Paramaount Otel” yazısında yer alıyor. (https://www.birgun.net/haber/paramount-yazismalari-ve-bodrum-daki-otel-derebeyligi-365918)

Kayıkçı şirketi,Mert Çetinkaya’ya devretti; o da Manta ve MB Denizcilik’in binasına taşıdı. MB Denizcilik’in bütün gemileri Marshall Adaları’na kayıtlı.


Böylece Gübretaş’ın çiftçiye gübre taşısın diye aldığı gemiler dönüp dolaşıp Burak Erdoğan’ın ortağının 2023 atılımının temelini oluşturdu.

                                                                            ***

1924 İtibar-ı Zirai Birlik Kanunu, 1929 Zirai Kredi Kooperatifleri Kanunu, 1935 Tarım Kredi Kooperatifleri Kanunu, 1936 Silifke Tekir Çiftliği’nde Atatürk’ün 1 No’lu üyesi olduğu ilk tarım kooperatifi…

Birileri 2023 yaklaşırken 100 yıl önce temeli atılmış kamusal birikimlerin hunharca talan edilmesini kaygıyla izlerken, birileri de 100’üncü yılda yeni ‘gemicikler’ ekleme heyecanı yaşıyor. Markete her girildiğinde can yakan gıda fiyatlarına bakarken, ardında yatan yıkımın sadece kur ve faiz kararıyla oluşmadığını unutmamak lazım.

Bahadır Özgür / BİRGÜN





Hulusi Akar’ı görmezden gelmişler+SOYLU’NUN PARASI DUVARA ASILACAK+BÜYÜK PATRON AYDIN DOĞAN MI OLACAK / Barış Pehlivan-Cumhuriyet

 Hulusi Akar’ı görmezden gelmişler

Çok değil, iki ay önce... 

Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD’den daha yeni dönmüştü.

Cuma namazı sonrası şöyle dedi: “ABD’de bizim münasebetlerimiz iki NATO ülkesi olarak burada olmamalı. Daha önce hiçbir ABD lideriyle bu durumu yaşamadım.”

Erdoğan Türkevi’nin açılışı için büyük bir heyetle gittiği ABD’den hayal kırıklığıyla dönmüş gibiydi. Tamam, randevusu yoktu da Biden ile görüşmedi. Tamam, ABD Başkanı ile buluşma ancak G20’ye nasip oldu. Tamam da farklı bir ton vardı Erdoğan’ın siteminde...

Nedeni konusunda fikir verebilecek bir iddia var.

Zira duydum ki Milli Savunma Bakanı’na büyük bir ayıp edilmiş. Yanıt bile verilmemiş.

Şunu demek istiyorum…

Türkevi için New York’ta bulunan heyet içinde Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar da vardı.

Deniyor ki: Bakan Akar ABD Savunma Bakanı Lloyd James Austin ile de görüşmek için randevu talep etmiş. Ancak tam bir diplomatik nezaketsizlik örneği yaşanmış.

Böyle diyorum, çünkü Türkiye Cumhuriyeti Milli Savunma Bakanı’nın ABD’deki mevkidaşı ile görüşme talebini görmezden gelmişler.

Olumlu dönüşü geçtim, ret yanıtı dahi vermemişler.

Bu, eskiye oranla çok kritik bir eşik.

Acaba…

Ondan mıdır ki Bakan Akar, Austin ile ne zaman iletişime geçse “daha yakın işbirliği” çağrısında bulunuyor?

                                                           ***

SOYLU’NUN PARASI DUVARA ASILACAK

Biliyorsunuz değil mi?

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu 1 TL’lik tazminat cezasına çarptırıldı. Davayı gazeteci Müyesser Yıldız kazandı.

Hatırlayın... 

Bakan Soylu, gazeteci Yıldız’ı “PKK seviciliği” ile suçlamıştı. Yıldız da bunun üzerine Soylu hakkında suç duyurusunda bulunmuş, ancak üç gün sonra “siyasi ve askeri casusluk” suçlamasıyla kendisini cezaevinde bulmuştu.

Neyse ki “Ankara’da hâkimler var” dedirten bir karar çıktı. 

Ankara 4. Asliye Hukuk Mahkemesi, 1 TL’lik manevi tazminatın Süleyman Soylu tarafından yasal faizi ile ödenmesine karar verdi. 

Müyesser Yıldız’ı aradım ve o 1 TL’yi ne yapacağını sordum. Şunları söyledi: 

“Yüklü miktarda bir tazminat olsaydı Mehmetçik Vakfı’na bağışlardım. Ama şimdi çerçeveleteceğim ve duvara asacağım. Zira, bu karar uzun zamandır görmediğimiz bir durumu da yaşattı. Mahkeme güçlünün de cezalandırılabileceğini gösterdi. Kuşku yok ki hakkın teslim edilmesi anlamında önemli bir karardı.” Müyesser Yıldız, 2011’de de tutuklanıp Silivri’de kalmış ve dava sonucunda beraat etmişti. 

Pek bilinmez: 

Yıldız, 16 ay suçsuz yere tutuklu kalmasına dair devlete tazminat davası açmadı. Zira, kazanacağı paranın halkın cebinden çıkan vergilerle ödenmesinden rahatsızdı. Onu içeri atan kimse, onların bedel ödemesi gerektiğini düşünüyordu. 

Demem o ki Soylu’ya karşı kazanılan davanın böyle bir sembolik anlamı da vardı.

                                                                         ***

BÜYÜK PATRON AYDIN DOĞAN MI OLACAK

“Yeni patron Aydın Doğan olur mu sence” diye sordu karşımdaki.

“Ben nereden bileyim, diğer kızların da onayı lazım” diye yanıtladım. Anlamıştı anladığımı.

Efendim, gizem katmaya gerek yok. Malum, Doğan Holding’in yönetiminde Aydın Doğan’ın dört kızı var. Yönetim Kurulu Başkanı ise en genci olan Begümhan Doğan Faralyalı.

Şimdi duydum ki holdingin kurmay katında üçüncü kuşak döneminin başlaması gündemdeymiş. Dedesiyle aynı adı taşıyan Aydın Doğan Yalçındağ’ın holdingin başına geçmesi arzulanıyormuş. Aile meclisi ne der bilinmez ama anne Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın hayaliymiş bu.

Zaten Aydın Doğan torunu için şöyle dememiş miydi zamanında:

“Doğan’ın gelip aramıza katılmasını çok arzuluyorum. Holdingi çok ileriye götüreceğine inanıyorum. Tüm torunlarımın birlikte Doğan Holding’i büyüttüğünü görmeyi çok isterim.”

Az daha unutuyordum yazmayı: BluTV’nin de kurucusu olan Aydın Doğan Yalçındağ, 1990 doğumlu. 

Doğan Holding’den bahsi açmışken... 

Hayır, Doğan’ın kızlarının medyaya dönme arzusunu yazmayacağım. Medyayı buluşturmalarını anlatacağım.  

Şöyle ki: Aydın Doğan Vakfı Türkiye’den birçok gazeteciyi Almanya’ya götürmeye hazırlanıyor. Nedeni de bir tören...  

Vakıf, Covid-19 aşısını geliştiren bilim insanlarından Özlem Türeci’ye ve Uğur Şahin’e bir ödül verecekmiş. Eski Doğan Medya yöneticilerinin yanı sıra Aydın Doğan’a yakınlığıyla bilinen birçok yazar da o tören için bavullarını hazırlamış. 

Söylemezsem olmaz, törene katılacak bir gazeteci hafif kriz yaratmış. Öyle ya, yıllarca AKP’ye verdiği açık destek unutulur muymuş? Ama işte Doğan’a yakın olmasından dolayı mecbur, o da listeye dahil edilmiş.

Barış Pehlivan-Cumhuriyet

KOLAJLAR:MKRC



22 Kasım 2021 Pazartesi

Devlet mi kazanacak çapulcular mı? - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 

Otobüs gecikiyor, sevdiğin gelmiyor, meraklanıyorsun. Sebepsizliğe ise kızıyorsun. Oysa adaleti yıllarca bekleyenler var. Her yanları ateşler içinde aramaya devam ediyorlar.

Geçen Çarşamba günü, 14 Haziran 2018’de Urfa’da yaşanan olayları anlatmıştım. Seçim öncesinde 4 kişinin ölümüne neden olan o hadise, “AK Partililere PKK saldırısı” diye duyurulmuştu. 

Oysa yıllar sonra, AKP Urfa Milletvekili Ahmet Eşref Fakıbaba’nın hatırlattığı gibi, meselenin terörle uzaktan yakından ilgisi yoktu. 

Ölenlerden üçü bizzat AKP’yi destekleyen grup tarafından katledilmişti. Saldırıya uğrayan Şenyaşar Ailesi’nin üyeleri, dükkanlarında yaralanmış, getirildikleri hastanede ise linç edilerek vahşice öldürülmüştü. 

Yargı, yaşananların hesabını soramadı. Linçten, valinin araya girmesiyle yaralı kurtulan Ferit Şenyaşar ve annesi ise, 260 gündür, Urfa Adliyesi önünde, adalet nöbeti tutuyor. Hem kaybettikleri aile üyeleri hem de tutuklu Fadıl Şenyaşar için adalet istiyor.

    Olay anının fotoğrafı, dükkan sahiplerinin saldırıya uğradığını gösteriyor.

ERDOĞAN’I UYARAN AKP’Lİ VEKİL

Yazıdan sonra AKP Urfa Milletvekili Ahmet Eşref Fakıbaba ile görüştüm. Anlattıklarımın özüne itirazı olmamakla birlikte, Fakıbaba’nın da ekleyecekleri vardı.

Fakıbaba, “3 buçuk yıl sonra konuştu” sözünü eksik buluyordu. “Evet, ben olayın ilk günü terör demiştim. Beni yanılttılar. Olaylardan üç gün önce ben de Şenyaşar Ailesi’ni ziyarete gitmişim. Beni çok iyi karşılamış, uğurlamışlar. Olaydan sonra bunların fotoğraflarını görünce açıklamamın yanlış olduğunu anladım. Hemen Cumhurbaşkanımızla görüştüm. Ona bunun bir terör hadisesi olmadığını anlattım. Şenyaşar Ailesi’nden de başsağlığı dilemesini istedim. Yani ben sadece 3 buçuk yıl sonra değil, ilk günlerden beri olayın iç yüzünü devletin en tepesine kadar anlattım.”

Fakıbaba ile, saldırıyı azmettirmekle suçlanan AKP Urfa Milletvekili İbrahim Halil Yıldız’ı da konuştuk. Fakıbaba, olaydan sonra Yıldız’a da tavır aldığını anlattı. “Meclis’te kavga çıktığında eli kırılmıştı. O zaman geçmiş olsun dedim. Bunun dışında o milletvekiliyle 3 buçuk yıldır selamım bile yok. Ben bu olaydan sonra vekile de tepkimi gösterdim.”

DEVLET ÇAPULCUYA YENİLMEZ

Fakıbaba, Urfa’da çeteleşmiş bir yapı olduğu tezine itiraz etmiyordu. Ancak “Yıldız Ailesi”nin, İbrahim Halil Yıldız’ın arkasında olduğu yorumuna karşı çıkıyordu. Fakıbaba şunu söyledi: “Aileden birileri vekilin yanında, bu olayların içinde olabilir. Ama Yıldız Ailesi’nden çok değerli insanlar var. Onlardan da bu işe karşı olanlar var. Bu yüzden akrabalarından çok yandaşları demek daha doğru.”

Yazımda Urfa Valisi Abdullah Erin’in de hadiseler nedeniyle rahatsız olduğunu, Cumhurbaşkanı’yla konuşup “görevden affını” istediğini söylemiştim. Fakıbaba da konuşmamızda Vali Erin’e sahip çıktı:

“Siz de yazmışsınız. Vali doğrunun yanında duran bir adam. Aslan gibi bir vali. Devleti temsil ediyor. Bir grup çapulcuya devlet yenilmez. Bu çeteler er ya da geç temizlenecek.”

FAKIBABA TEHDİT Mİ EDİLDİ

Daha da ilginç bir ayrıntı var…

Urfa’da konuştuğum kaynaklar Ahmet Eşref Fakıbaba’nın bu grup tarafından tehdit edildiğini, hatta evinin basıldığını söylediler. Bu iddiayı sormak için Fakıbaba’yla ikinci kez konuştum. Verdiği yanıt çok ilginçti:

“Bu soruya şimdi yanıt vermek istemiyorum. Her şeyin bir zamanı var. Ben Allah’tan başka kimseden korkmam. Ama Urfa’da siyaset zordur. Çakalların ayağına basarsanız tehdit ederler tabii. Aşiretiniz yoksa, sıradan bir kişiyseniz tehdit alırsınız. Ama şimdi bunu konuşmak istemiyorum”.

KAFAYA VURARAK LİNÇ

Türkiye’nin bir şehrinde, bir milletvekilinin başını çektiği grup hastane bastı, yaralı insanları öldürdü. Bütün bunlar devletin gözünün önünde yaşandı.

Ferit Şenyaşar, ambulansta saldırıya uğradığını söylemişti. Savaş ahlakına bile aykırı bu olayı doğrulayan ambulans raporunu yazıdan sonra okudum:

“Ambulansımıza devlet hastanesi önünde kimliği belirsiz kişiler tarafından saldırı düzenlenmiştir. Ambulans kullanılamaz hale geldiğinden hasta Suruç Emniyeti’nde başka ekibe teslim edilmiştir.”

Bir doktorun olay günü paylaşımı, vahşetin boyutunu gözler önüne seriyordu:

“Arkadaşlar az önce hastaneden ayrıldık. Üç acil hekimi, bir tekniker ve sağlıkçı arkadaş ile görüştük. Hastane içinde infaz gerçekleşmiş. Bir hasta, kafa travması ile gelmiş. Hastaya oksijen tüpü ile kafaya vurarak linç yapılmış. Doktor bir hastaya cpr uygularken yan tarafta diğer hastaya iki şarjör boşaltmışlar. Diğer yaralı defalarca bıçaklanıyor. Bıçaklayanlar çıkıyorlar. Başka bir yaralının boğazı kesilmiş. Sağlıkçılar tehdit edilmişler. Can güvenliği yok. Kolluk kuvvetleri olan bitene göz yumuyor. Vekilin yakınları hastane kameralarını tahrip etmişler.”

DİNLEME TUTANAKLARINDAKİ AYRINTI

AKP’nin Urfa Milletvekili Ahmet Eşref Fakıbaba, her şeyi açıkça anlattı ama…

İçişleri Bakanı’nın da aralarında bulunduğu Hükümet yetkililerinin o günkü “terör” açıklaması halen arşivde duruyor. Anadolu Ajansı’nın “Suruç’ta AK Partililere Saldırı” diye duyurduğu hadisenin ardından; Süleyman Soylu, “Türkiye'de kimse PKK ağzıyla siyaset yapamaz. Bu kadar basit, yaptırmayız” demişti. Bugün, saldırının AKP milletvekili destekli bir çetenin katliamı olduğu ortaya çıktı. Hükümetten özür açıklaması gelmediği gibi, 3 buçuk yıldır hastanede yaşananların iddianamesi yazılamadı. Şüphelilerin telefon dinleme tutanakları ise, arkasına siyaseti almış saldırganların, “bize bir şey olmaz” güvencesi ile hareket ettiğini gösteriyor.

Yarın ne getirir bilinmez…

Ancak Türkiye’yi son yıllarda zehirleyen siyaset destekli çeteler ile hesaplaşma olacak ise, bunun en kritik ayaklarından biri Urfa’da yaşanacak. Devletin gücünü arkasına alarak terör uygulayanlardan hesap sorulmadan da kimsenin hakkını helal etmeyeceği açık.

Yevtuşenko, adalet için, “her zaman rötar yapan bir tren gibi” diyor. Yeter ki beklemeyelim. Oturduğumuz koltuktan kalkıp, gelmesi için eyleme geçelim.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet


Haydarpaşa Dayanışması ısrarlı: İstanbul’a gar gerek - GAMZE ERBİL / SOL

 Dünyanın en güzel garları listesindeki Haydarpaşa Garı’nın restorasyon projesi sürüyor ama burasının tekrar ulaşım zincirine döndürüleceğine dair bir sinyal yok.



Haydarpaşa Garı ve Limanı bir süredir unutulmuş durumda. Garın arka tarafında süren arkeolojik kazı, arada Kadıköylülerin gündemine giriyor, fakat garda süren restorasyon çalışması daha sessiz biçimde yürütülüyor. Haydarpaşa Garı ve Limanı’nın yakın dönem tarihinde buranın korunması için yürütülen mücadele bir sonuca bağlanmamış durumda, aslında devam ediyor.

Haydarpaşa Dayanışması, Pazar günleri merdivenlerde “nöbet” etkinliğini sürdürüyor. Restorasyon ve kazı sonrasında Haydarpaşa Garı’nın ulaşım zincirine geri döndürülmesi ve eski rolünü üstlenmesi isteniyor. Dayanışmada yer alan isimlerden Birleşik Taşımacılık Sendikası İşyeri Temsilcisi Tugay Kartal ile daha önce yapılanları ve son durumu konuştuk.

Bugüne dek Haydarpaşa Dayanışması neler yaptı, onları özetler misiniz?

Kurul kararlarına itiraz edildi, planlara itiraz edildi. Haydarpaşa Gar ve Liman Sahası’nda dönüşüm için birçok olasılık gündeme gelmişti. Bunlardan bir tanesi, 2020 olimpiyatları ülkemize verilmiş olsaydı, Haydarpaşa gar ve çevresinde olimpiyatlara yönelik bir takım değişiklikler yapılacaktı, stadlar yapılacaktı, yüzme alanları yapılacaktı. Birtakım değişiklikler yapmaya niyetlendiler. 

Yangınlar: Dönüşüm projelerine altlık oluyor.

Daha sonra Haydarpaşa yangını… İstanbul’da biliyorsunuz ki, birçok dönüşüm ve imar projelerine yangınlar altlık oluşturuyor. Haydarpaşa’daki yangın için “direkt budur” diyemeyeceğiz ama nereden bakılırsa, dönüşüme altlık oluşturacaktı. Haydarpaşa Gar restorasyon projesinin ilk etabında Haydarpaşa Gar çatı katına ticari fonksiyon verilmişti. Buna hem Dayanışma’nın, hem Kadıköy Belediyesi’nin itirazı oldu. İtiraz sonucu çatı katındaki ticari fonksiyon iptal edildi ve restorasyon projesi hem belediye, hem kurul tarafından onaylandı 2010 yılında. 

2018’de restorasyona başlandı, halen devam ediyor. Birinci etabı tamamlandı. Çatı katının restorasyonu tamamlandı. Şu anda dış cephe taşlarının onarımı devam ediyor. Giriş katında da bekleme salonu restorasyonu tamamlandı, gişelerin olduğu bölüm. Restorasyon süreci için söyleyeceğimiz başka bir şey yok. 

Sizce şirket gerekli özeni gösteriyor mu?

Gözlediğimiz kadarıyla gerekli özeni gösteriyorlar. Çatı katında kullanılan taşları İspanya’dan getirdiler. Dış kaplama taşları için Lefke’de, Osmaneli’de ocak açıldı. Taşları oradan getiriyorlar. 

Uzun zamandır devam eden bir mücadele sürecinden bahsediyoruz, bunun kırılma noktaları ne zamanlarda oldu? Kazandığınızı düşündüğünüz ya da çok önemli yenilgi aldığınız dönemeçler ne zamanlardı? 

Biz hiç kazandık demedik. Zaten öyle bir şey yapsak, Pazar nöbetlerini de bırakmış olurduk. 

Gar ve liman ihtiyacı sürüyor

Peki şu anki misyonunuzu nasıl tarif ediyorsunuz. Şimdiki görev nedir?

Bugünkü görev Haydarpaşa Garı’na ulusal ve uluslararası demiryolu bakımından ihtiyaç olduğunu dile getirmek. Gar ve Liman’a olan ihiyacı kamuoyunun gündeminde tutmak. 

Ama şu an Marmaray buradan kısa devre yapıyor. Yüksek Hızlı Tren de Söğütlüçeşme’den kalkıyor. Gara ihtiyaç duyulmuyor sanki…

O yeterli olmuyor işte. Haydarpaşa Garı gibi kapsamlı bir gar olmadığı takdirde, yani bu büyüklükte, kapasitede bir gar olmadığı takdirde işletebileceğiniz tren sayısı da sınırlı kalıyor. Yaptığınız bakım-onarım ve yatırım da bir işe yaramıyor. Siz hızlı tren yatırımı yapıyorsunuz, günde 4-6 tren mi çalıştıracaksınız, yarım saatte hatta 10 dakikada bir tren mi kaldırmanız gerekir? 

İstanbul gibi bir metropol kentte bir tane Gar yoksa bu biraz sıkıntı. Üstelik bir değil iki garımız var ama ikisi de işlevsiz. Sirkeci de, Haydarpaşa’yla yarıştırılıyor. Sirkeci Garı’nı da demiryolundan koparmak için ellerinden geleni yaptılar. 

Dünyada tek örnek: Demiryolu yerine bisiklet yolu

Oradaki son atakları da, Sirkeci ile Kazlıçeşme arasındaki çift hatlı demiryolunun tekini söküp bisiklet yolu yapıyorlar. Dünyada böyle başka bir örnek yok, kentin merkezine giden demiryolunu sök, bisiklet yolu yap… Olacak iş değil.

Bunun sebebi, bu garların arazilerine ya da konumlarına göz dikilmiş olması mı? Gar yapılmamasının sebebi ne olabilir?

Haydarpaşa’yla ilgili son yaklaşım tren getirmekti. Haydarpaşa’yla Sirkeci arasında bir de feribot taşımacılığımız var, bu feribot taşımacılığı tehlikeli eşya nakli için gerekli. Tehlikeli eşyayı ne tüpten, ne köprüden geçirebiliyorsunuz. Bunlar için denizin üzerinden giden feribotlarınız olmalı, vagonların yüklendiği. Bunları burada yüklüyorsunuz, Sirkeci’de indiriyorsunuz, oradan demiryoluyla devam ediyor. Bu taşıma için feribot iskelenin konulması kararı alındı. 

Onun dışında Haydarpaşa Garı 3-4 peronlu Hızlı Tren Yolu, birkaç perona da konvansiyonel trenler için yol yapılma kararı alındı ama henüz daha plan tasarım aşamasında, onaylanmış bir plan değil. 

Şu anda nasıl taşınıyor bu bahsettiğiniz malzemeler peki…

Taşınmıyor.

Nasıl yani?

Taşınmıyor.

Ne gibi malzemeler bunlar?

Petrol taşıması yapamazsınız. Parlayıcı, patlayıcı, yanıcı dediğimiz eşyayı taşıyamazsınız. Marmaray’ın ölçüsüne sığmayan eşyayı taşıyamazsınız… Bunlar şu an taşınmıyor, çok taşıma talebi de yok. Ama talep olursa taşıma şansınız yok. 

Her yerde boru hattı yok, bazı durumlarda vagonla taşımak gerekiyor. Bunları şu an gördüğüm kadarıyla kamyonlarla taşıyorlar. Onların da bir dizi sınırlaması var, saat olarak izinleri var.

Yüksek Hızlı Tren’in Anadolu yakasındaki kalkış noktası Söğütlüçeşme istasyonu. Burası bir gar özelliği taşıyor mu sizce, aslında sadece bir Marmaray istasyonu gibi görünüyor...

Yok gar özelliği taşımıyor. 1974-75 civarında yapıldı orası. O dönem Salı Pazarı – Kuşdili çayırının olduğu yere bir otobüs terminali yapılması planlanıyordu, Anadolu yakası otogarı olacaktı orası. Söğütlüçeşme de bir aktarım merkezi olacaktı. O amaçla yapıldı o viyadük istasyon ama o plan hayata geçmeyince bir banliyo durağı olarak kaldı. Orası bir tren manevrası, diğer işler vs. için; gar organizasyonu için uygun değil.

Yüksek hızlı ama sefer sayısı yetersiz, çünkü gar yok

O ihtiyacı karşılayacak bir istasyon değil. O nedenle de çalışan tren sayısı az. Garda bekletebileceğiniz, arka arkaya dizebileceğiniz tren sayısı yeterli değil. Haydarpaşa olmadan bu işlerin olabilme şansı yok. Bunun yerini ne Halkalı karşılıyor, ne tüp karşılıyor. Artan yolcu ihtiyacını görüyoruz oysa.

AKP iktidarının buraya yönelik bir planı yok gibi görünüyor. En son ulaştırma bakanı bir yıl kadar önceki bir konuşmasında restorasyonun iyi gittiğini ve buranın çok güzel olacağını anlatıyor ama ulaşımla ilgili bir başlığı hiç gündeme getirmiyor…

Bu konuda bazı planları var. Bir altyapı hazırlığı yapıldı, trenlerin buraya getirilmesi için. O zaman bu kazı meselesi ortaya çıktı.

Kazı konusunu da kısaca anlatır mısınız? Restorasyon sürerken ortaya çıktı bu kalıntılar değil mi?

Buradaki restorasyon devam ederken, yönetimdekiler Haydarpaşa Gara trenleri getirmeye karar verince, yapacakları düzenlemeleri bir plan haline getirdi ve kurula gönderdi. Bunun üzerine kurul da “Siz inşaat yapacaksanız, önce ben bunun altını bir kazayım” dedi. 

Burada gar sahası sökülmeden kalsaydı kazı olmayacaktı. Kurulun ellerinde buranın durumuna ilişkin belgeler var.

Son olarak peronları kazdılar, onların altına bakıyorlar. Buralarda pek bir şey çıkmadı. 

Peki bu halde Gar nasıl geri gelecek?


Bu konu bizim için çok çetrefilli bir durum ortaya çıkardı: Arkeolojiden yana mı olacağız, ulaşımdan yana mı olacağız? Çevrimiçi toplantılarda, birçok buluşmada bu konular tartışıldı; arkeologlarla konuşuldu. En son yaklaşımımız şu oldu: İkisi de bir arada yaşatılabilir dedik. Ortak bir çözüm yolu bulundu: Çok değerli olan kısım korunacak. Onun dışındaki arkeolojik değeri olan ve sergilenmesi mümkün olmayan eserlerin üzeri kapatılacak. Taşınması ihtiyacı olanlar taşınacak. Ondan sonra raylar döşenip, bir kısmı arkeolojik ortam olmak üzere Gar yeniden işlev kazanacak.

Toplum, Kent ve Çevre için Haydarpaşa Dayanışması

Haydarpaşa Dayanışması’nın kuruluşu 13 Mayıs 2005 gününe denk geliyor.

Haydarpaşa Garı’nın trenlerle, yolcularla ilişiğinin kesilmesi 31 Ocak 2012’de son trenin buradan gidişiyle başlıyor. 2013 yılının 13 Haziran günü de banliyö trenleri son buluyor; Marmaray ve Yüksek Hızlı Tren (YHT) çalışmaları bunun gerekçesi olarak gösteriliyor. 

2012 yılının 5 Şubat gününden itibaren Haydarpaşa Gar merdivenlerinde 514 Pazar nöbeti tutulmuş durumda. Bugün 515’inci nöbet gerçekleştiriliyor. Perşembe günleri daha çok kültür-sanat içerikli 200 kadar etkinlik yapıldı. Kadıköy’ün doğal kalmış tek kıyısı olan Haydarpaşa kıyıda “Mavi Sandal Buluşmaları” yapıldı. Kızıltoprak Emekli Derneği’nde de Kızıltoprak Telakisi adı verilen yılbaşı buluşmaları düzenleniyor.

Dayanışma, İstanbul’da ya da Türkiye’nin başka bölgelerindeki kent sorunları ya da başka meselelerle de ilgileniyor. Validebağ korusu, Kadıköy’e cami yapılması, Soma madencileriyle dayanışma bunlardan bazıları…

Dayanışma, Gar’ın hafızalardaki yerini canlı tutmak için var gücüyle çalışıyor. Kitaplara, romanlara, hikayelere Haydarpaşa’yı aktarmanın yol ve yöntemlerini deniyorlar. Tugay Kartal’ın aktardığına göre, Ben Hopkins’in çektiği “Bir Hasret” isimli belgeselde toplam 55-56 saniye Haydarpaşa Dayanışması’nın merdivenlerde yapılan bir etkinlik yer almış. 

“Haydarpaşa Güncesi” adı altında Dayanışma’nın eylem ve etkinliklerinin sunulduğu bir doküman pdf haline getiriliyor. Yaklaşık 50 yazar ve 80 kadar öyküden oluşan bir kitap çıkarmaya hazırlanıyorlar. 

Kadıköy Belediyesi’nin hazırladığı bir kitap var, buna Dayanışma’dan isimlerden söyleşiler alınmış, ancak kitabın yüksek bir satış fiyatı olduğunu söylüyor Tugay Kartal. Kendi hazırladıkları kitabı bedava dağıtacaklarını, “Kadıköy Belediyesi gibi parayla satmayacaklarını” söylüyor.

GAMZE ERBİL / SOL