10 Ocak 2022 Pazartesi

Frankfurt Okulu’na ve Temel Önermelerine Eleştirel Bir Bakış - Endam Köybaşı / SOL

 


Dünya solunda önemli bir ağırlığı bulunan Frankfurt Okulu'nun temel tezleri modern yaşamın güçlü bir “Marksist eleştirisi” olarak görülmektedir.

Giriş

Bu çalışma 1920’lerde kurularak asıl etkisini soğuk savaş yıllarında gösterecek olan Frankfurt Okulu’nu konu edinmektedir. Okulun resmi adı Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’dür ama okulun öne çıkan isimleri düşünsel faaliyetlerini “Eleştirel Teori” olarak tanımlamışlardır.

İşçi sınıfının mücadele tarihi, toplumların iktisadi yapıları gibi somut nesnel alanların araştırılmasıyla yola çıkan okul, 1930’lu yıllarda çalışmalarını felsefe ve psikoloji alanına yoğunlaştırır. Marksizm’in bütünlüklü bir okumasından çok, özellikle Marx’ın 1848 devrimi öncesi eserlerini referans alırlar ve okulun akademisyenleri teorilerinde Freud’un psikanalitik kuramından ya da Max Weber’den de yararlanırlar. 

Okulun dikkat çeken bir diğer özelliği de kurulduğu ilk yıllarda sürece dâhil olan birkaç isim dışında siyasete mesafeli entelektüellerce kurularak faaliyetlerini de bu düzeyde yürütmüş olmasıdır. Kurucuların çoğu varlıklı ailelerin, geçim derdi olmayan, alanında “başarılı” çocuklarıdır. Bu köken nedeniyle, teorilerini bulundukları konfor alanını terk etmemek üzerine kurdukları, bunu rasyonalize ettikleri sonradan sıklıkla dillendirilecektir. 

Bunlara rağmen dünya solunda önemli bir ağırlığı bulunan okulun temel tezleri modern yaşamın güçlü bir “Marksist eleştirisi” olarak görülmektedir (Koçak, 1994).

Kuruluş dönemi ve ilk çalışmalar

Frankfurt Okulu, I. Dünya Savaşı ile açılıp, soğuk savaşla kapanan tarihsel aralığın ürünü olarak görülür. Okul, Marksist bir Alman aydın olan Felix Weil’in çabalarının ürünüdür. Marksizm içindeki çeşitli akımlara tartışma olanağı vererek doğru bir Marksizm’e uğraşma amacıyla başlayan toplantıların ilki 1922 yılın düzenlenir. Bu toplantı kayıtlara “Marksist bir çalışma haftası” olarak geçer. Toplantının katılımcıları arasında Georg Lukács, Karl Korsch, Friedrich Pollock ve Karl Wittfogel gibi dönemin, özellikle de Alman coğrafyasının önde gelen Marksist isimleri bulunmaktadır (Slater 1998)İkinci bir çalışma haftası düzenlenmeyecek ama çalışmalar Frankfurt Üniversitesi bünyesinde oluşturulacak bir enstitü ile devam edecektir.[1] 1923 yılında Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü ismiyle sürecek çalışmaların başına Carl Grünberg getirilecektir (Koçak 1998).

Grünberg, kendisini Ortodoks Marksist olarak tanımlayan iktisat ve toplum tarihçisidir. Enstitü kurulmadan önce işçi sınıfı mücadeleleri tarihini içeren bir arşiv çalışması bulunmaktadır. Açılış sürecinde kayda giren konuşmalarında Grünberg’in Marksizm’i felsefi soyutlamalar toplamından öte somut dünya üzerine çalışması gereken tarihsel materyalist bir yöntem olarak gördüğü anlaşılmaktadır (Slater 1998).

1923-1933 yılları arasında Grünberg’in başkanlığı ile geçen sürede, Sovyetler Birliği’nde yer alan ve David Riazanov yönetimindeki Marx-Engels Enstitüsü ile bağlantı kurulur. Marx-Engels Bütün Eserleri çalışmasının ilk cildi, iki enstitünün ortak çalışmasıdır (Slater, 1998). Yine Frankfurt Okulu’ndan Friedrich Pollock’un 1927 yılında Sovyetler Birliği’ne giderek yerinde değerlendirmeler üzerinden yayınladığı Sovyetler Birliği’nde Ekonomik Planlama Deneyimleri: 1917-1927 adlı yapıtı da bu dönemde yayınlanır (Slater, 1998). Karl August Wittfogel ve Henryk Grossman gibi genç ve önemli isimlerin Marksist iktisat teorileri üzerinden hareketle yayınladıkları çalışmalar da bu dönemin ürünleridir (Slater, 1998).

Grünberg’in okula katılmadan önce editörlüğünü üstlendiği Sosyalizm ve İşçi Hareketi Tarihi Arşivi, enstitünün çalışmaları kapsamında akademik bir dergi olarak yayınlanmaya devam etmiştir. 1920’li yılların sonlarına doğru dergide felsefe, psikoloji tartışmaları da yer almaya başlayarak sonraki dönemin habercisi olmuştur (Slater, 1998).

Grünberg’in 1927 gibi başlayan sağlık sorunları dolayısı ile enstitünün fiili yöneticiliğini bir süre Friedrich Pollock yürütür ve 1930 yılında ise Max Horkheimer enstitünün yeni başkanı olarak atanır. Artık Enstitü’nün tarihinde Marksizme mesafeli ve Marksizm dışı kaynaklara daha net yönelen yeni bir dönem açılmaktadır. Bu dönemde çalışmalar Toplumsal Araştırmalar isimli dergiyle yayımlanacaktır (Koçak, 1998).

Teorik temellerin oluşma dinamikleri

Horkheimer’in başkanlığıyla birlikte enstitünün çalışma başlıkları ve toplumsal konulara yaklaşım biçimi değişecektir. Tarih ve ekonomi çalışmalarından uzaklaşılacak, ilgi alanları temel olarak felsefe ve psikoloji üzerine yoğunlaşacaktır. Çalışmaların yeni katılımcıları arasında, sonrasında okulun düşünsel hattını sembolize edecek felsefeci Herbert Marcuse ve psikanalist Erich Fromm gibi isimler yer bulacaktır (Koçak, 1998). Ancak giderek artan Nazi tehdidi sonucunda kurum mal varlığını ve çalışmalarını 1932’de Paris’e aktarır ve 1935 yılında Paris’in Alman mültecilere yardım etmeyeceğinin ilanıyla okulun tüm üyeleri ABD’ye göç eder (Slater, 1998).

Önemli bir kısmı sürgünde ve savaş koşullarında geçecek olsa da 1930’lu yıllarda Horkheimer ve ABD’ye göç ile girilen yol, okulun sonraki dönemlerde adından söz ettirecek isimlerinin görüşlerini ve önemli çalışmalarını belirleyecek felsefenin temelini oluşturacaktır. ABD’de bulunduğu yıllarda enstitü çalışmalarını Columbia Üniversitesi bünyesinde sürdürür. Felsefe ve Sosyal Bilim İncelemeleri isimli dergi 1941 yılına kadar Almanca ve İngilizce olarak iki dilde yayınlanır (Koçak, 1998).

Horkheimer dönemi başlarında çalışmaların felsefi aklını oluşturacak aydınlardan biri olan Thedor W. Adorno, Enstitü’ye daha öncesinde katılmakla birlikte resmi üyeliği 1938 yılında gerçekleşir. Yine okulun en karamsar ve anti-Marksist çalışması olarak bilinen   Aydınlanmanın Diyalektiği yapıtı bu dönemin ürünüdür (Adorno ve Horkheimer, 1944 [2014]).

Savaş yıllarını ABD’de geçiren okul çevresi, savaş sonrasında Federal Almanya hükümetinden geri dönüş için davet alırlar. Bu davet sonucunda Horkheimer, Adorno ve Pollock 1950’de Frankfurt’a dönerler. Enstitü, 1953 yılında, Almanya’da yeniden kurulur; genel müdürlüğünü yine Horkheimer üstlenir. 1955 yılında Adorno profesör unvanı alarak okulun resmi yöneticisi olur. 

Okulun diğer önemli isimlerinden Herbert Marcuse ve Eric Fromm ise ABD’de kalır (Koçak, 1998).

Bu tarihsel akışta okulun toplumsal mücadelelerdeki konumunu anlamak adına verilmesi gereken bir diğer bilgi de Marcuse’nin göç ettiği ilk yıllardan itibaren ABD Dışişleri Bakanlığı’nda çalışmaya başlamasıdır. Alman istihbarat dairesinde görevlendirilen Marcuse’nin bu görev dolayısı ile “CIA ajanı” olduğu söylentileri oluşacaktır.[2]

Yine sınıflar mücadelesindeki konumlarını anlamak adına düşülebilecek bir diğer not ise gerek Horkheimer gerekse de Adorno’nun, 1960 yıllarda yükselen öğrenci hareketlerine yönelik aldıkları karşıt tutumdur. Horkheimer yaşamının son yıllarında gençlerin taleplerini anladığını ve paylaştığını, uyguladıkları siyaset ve şiddet dolayısı ile onlara mesafeli olduğunu söyleyerek aradaki karşıtlığı gidermeye çalışsa da okulun teorik aklının kurucuları her fırsatta öğrenci hareketleri ile ne kendilerinin ne de teorilerinin bir ilişkisi olmadığını dillendirmişlerdir (Wolters, 2013). Bu mesafeli ve hatta karşıt tutumlarına karşın özellikle Marcuse ve Adorno 1968 ile birlikte Batı Avrupa’da şekillenen yeni solun düşünsel olarak en önemli referans kaynakları olacaktır (Çınar, 2020). 

Sınıf mücadelesine ve 1968’deki öğrenci muhalefetine açıktan aldıkları cephe aslında şaşırtıcı değildir. Kuruluş yıllarında “doğru” Marksizm’i bulmayı amaçlayan okul, çalışmalarına işçi sınıfı mücadelelerinin tarihiyle ekonomik değerlendirmeleri ile başlasa da açıktan işçi sınıfı mücadelelerinin yanında hiçbir zaman saf tutmamıştır. Kurucuları da dâhil olmak üzere öne çıkan isimlerinin neredeyse hiç birisi herhangi bir sol partinin çalışmalarına dâhil olmamıştır. Frankfurt Okulu’nun kuruluş çalışmalarında yer alan Lukacs ve 1950’li yıllarda, Enstitü’den uzaklaşmasından sonra Amerikan Sosyalist Partisi’ne katılan Fromm hariç tutulursa, Horkheimer’in Rosa Luxemburg’a duyduğu sempati ve Marcuse’in 1918 Devrimi öncesindeki çok kısa süren Sosyal Demokrat Parti destekçiliği dışında üyelerinin siyasi pratikleri oldukça kısıtlıdır (Slater, 1998). Bu mesafe teorik alanda Marksizm’in birçok kavramına karşı da gözlenebilir. Horkheimer dönemi ile şekillenen okulun temel felsefesi Aydınlanmanın Diyalektiği ve Akıl Tutulması (Horkheimer, 1947 [1998]) isimli yapıtlarda kendisini açığa çıkarır.

Eleştirel Teori’nin temel tezleri

Marx’ın felsefe ve filozoflar üzerine en temel ve en belirleyici görüşü olarak kabul edilebilecek olan “asıl olanın dönüştürücü faaliyet olduğu” tezi[3] okulun teorisyenleri tarafından görmezden gelinmekle kalmamış aksine bilerek bu teze karşı argümanlarla “düşünme faaliyetinin” birincilliği okulun teorisinde ön plana çıkarılmıştır. Aydınlanmanın Diyalektiği ile aktarılacak olan temel olarak aydınlanma üzerine düşünmektir. Bu düşünme faaliyetinin en temel önermesi ise “aydınlanmanın mitolojiye geri dönmek” olduğu tezidir (Adorno ve Horkheimer, 1944 [2014]).

Adorno ve Horkheimer için aydınlanmanın en başından beri hedefi insanı doğadan duyduğu korkudan arındırmaktı. Odipus’un sfenks bilmecesine cevap olarak verdiği “somut insan”[4] aydınlanmanın merkezi olarak düşünüldü. Söylencenin kurulması ile uzaklaşılan animizm ve içerdiği büyüsel ritüel gibi öğeler korkuyu yatıştırsa da insanı doğadan uzaklaştırarak yabancılaşmaya yol açtı. Çünkü söylence-mit ile kurulan aydınlanma insanı manadan uzaklaştırmış oldu (Adorno ve Horkheimer, 1944 [2014]).

Bunlara ek olarak, bilim, özellikle de pozitif bilim, doğa üzerinde zaten artık kurulmuş olan erki arttırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Sayılabilir, yararlanılabilir olmayan her şey kuşkulu hale gelerek gündelik yaşantıdan uzaklaştı. Doğayla değerler üzerinden ilişki kurmamızı sağlayan doğaüstü ruhlar yitirilmiştir. Buna göre tüm nesneler artık kendisi için değil insan ve dolayısı ile bilim için nesneler haline gelmiştir (Adorno ve Horkheimer, 1944 [2014]). Animizmde bir olan düşünce ve nesne, mit ile birbirinden ayrılmış, bilim ile de birbirlerinden iyice uzaklaşmış, dünyaya hükmetme olasılığı ve arzumuz artık gerçekçi bir egemenliğe dönüşmüştür.

Aydınlanma, mitos ve bilim arasında olduğu var sayılan özdeşlik üzerinden kurulan “anlamını yitiren toplum” anlatısı bu sefer din, felsefe ve özellikle bilimin işlevi üzerinden Akıl Tutulması’nda da tekrarlanır (Horkheimer, 1947 [1998]). Bu çalışmada akıl, nesnel ve öznel olmak üzere iki alt başlıkta incelenir. Nesnel akıl, insan dışında hakikatin bir parçasıdır; adalet, mutluluk, doğruluk gibi sabit değerleri içerir. Öznel akıl ise kişinin bu nesnel akla uyumunu sağlayacak olandır. Akıllı olmak amaçları anlama ve belirleme işlevidir; öznel aklın çeşitli belirlenimlerle yürüttüğü bir işlevdir (Horkheimer, 1947 [1998]).

Horkheimer’e göre tarih içerisinde öznel aklın nesnel akılla ilişkisini sağlayan öğelerden ilki dindir. Din bir dönem tanrılara ait olup sonrasında idealara dönüşen özgürlük, adalet gibi soylu değerlere uyumu sağlamıştır. Sonrasında bu işlevi yürütecek olan felsefe bu değerleri kaldırmak için değil sürece rasyonel bir temel kazandırmak üzere görev üstlenecektir (Horkheimer, 1947 [1998]).

Çağımızda ise pozitivizm ve aynı anlama gelmek üzere “bilim” nesnel akıl ile öznel aklın bağlantısızlığını vurgulamaktadır. Bu bağlantısızlık öznel aklı nesnel akıldan uzaklaştırırken, artık kişisel çıkarların ön planda olduğu biçimsel bir akıl türü oluşmaktadır. Artan toplumsal iş bölümü tinsel yaşantıya da yansıyarak bireyselleşmeyi derinleştirecek, insanları birbirinden ve değerlerden uzaklaştıracaktır (Horkheimer, 1947 [1998]). Tüm bunlara ek olarak günümüzde genel nesnel değerler kalmamış, tek otorite olarak olguları sınıflayabilen, olasılıkları en doğru şekilde hesaplayabilen bilim edimi bunların yerini almıştır.

Düşünme eylemi anlamıyla felsefenin itibarını yeniden kazandırma faaliyetleri olarak görülebilecek bu çalışmalar modern çağın eleştirisini sunarken hedefe bilimi özellikle de pozitif bilimleri oturtmuştur. Ancak bilimin de tıpkı felsefe gibi, din gibi ya da hukuk gibi bir “üst yapı” kurumu olduğuna dair temel Marksist önermeyi reddetmişler ve söz konusu yapıları bağımsız gelişim dinamikleri varmışçasına tartışmışlardır. Toplumları ve tarihi devindiren esas unsurun sınıflar mücadelesi olduğu, bu mücadelede egemen sınıfların kendi çıkarları doğrultusunda toplumun her türlü pratik faaliyetine yön verebildiği tezi de temel teoride yerini alamayınca, basit gözlemlerle de ulaşılabilecek “bilimin insanlığın yıkımı adına da kullanılabileceği” doğru önermesi “bilim insanlık için yıkıcıdır” şeklinde idealist bir teze dönüşmüştür.

İnsanlığın günümüzde yaşadığı olumsuzlukları tarif etme sürecinde sınıflardan uzak duran Okul, müdahale etme sürecini de eleştirme faaliyeti ile sınırlı tutmuştur. Toplumu anlama ve dönüştürme faaliyetini akademik, felsefi bir uğraşa indirgeyen bu temel yaklaşım, Frankfurt Okulu’nun tezleri arasına bu çalışmalar ile oturtulmuştur. Olup bitenlere dair geliştirilecek felsefi bilincin yaşananları tersine çevirme konusunda yararlı olabileceği düşünülür; ancak, Horkheimer’a göre sorunu oluşturan temel güç akıldır ve bundan sonra aklın yapabileceği en iyi şey kendini yadsıması olacaktır (Horkheimer, 1947 [1998]).

Sonraki çalışmalarına ayrılarak devam edecek olsa da ilk birikimini Frankfurt Okulu ile oluşturan ve “Yeni Sol” un önemli teorisyenlerinden olan Marcuse de aynı önermeleri farklı anlatımlarla sunar. Marcuse için de “baskıcı iktidarlar” temel sorundur. Bilim ve teknoloji de toplumsal baskı aracı olarak işlev görerek yabancılaşmayı arttırmaktadır (Marcuse, 1955 [1968a]). Bu teorik bakışta burjuvazi ve proletarya temel sınıflar olarak görünse de tarihsel dönüşümün temel araçları değildirler. Baskıcı uygulamalar karşısında her türlü özgürlük mücadelesi için desteklenebilir olsa da birincil olan “zamanın aklının özgürlükler çerçevesinde eleştirilmesi” ile kurulacak yeni düşünme biçiminin oluşturulmasıdır (Marcuse, 1964 [1968b]).

Marcuse’ye göre uygarlık mutluluğa karşıdır. Freud’un psikolojik dinamikleri açıklamak üzere geliştirdiği haz ve gerçeklik ilkeleri arasında çatışma olduğu, aradaki çatışmayı yatıştırmak üzere dürtülerin bastırıldığı ve bunun hoşnutsuzluk yarattığı tezi, toplumsal süreçleri açıklamak üzere devralınmıştır (Marcuse, 1964 [1968b]). Oluşturulan toplumsal baskı mekanizmaları ile insanların temel gereksinimlerini doyurmaya yönelik yaşantıları engellenir. Uygarlığı devindiren temel çelişki burada aranır. Kurtuluş da baskıcı yönetimlere karşı yükseltilecek cinsel ve kişisel özgürlük talepleri ile aranacaktır. Onun için “hayal dünyasının en aşırı fikir ve niteliklerine, gerçek içinde yer vermek, bunları gerçekleştirmeye çalışmak yeni, devrimci, ilerici bir tutumdur” (Marcuse, 1955 [1968a]).

Freud’un psikanalitik kuramından devralınan tezler sadece Marcuse’de değil okulun neredeyse tüm yazarlarında fazlasıyla rağbet görecektir. Fromm gerek enstitüden ayrıldığı zamana [5] kadar ve gerekse daha sonrasında bu tezlere üretimlerinde en çok ağırlık veren isimlerden birisi olur. Okulun toplumsal dinamikleri kavrama çabasında kullanılan yapıtlarından birisi olan Otoriter Kişilik çalışmalarının ilk yıllarında [6] Marcuse ile birlikte Fromm da yer alacaktır. 

Marksist ve psikanalitik tezleri birleştirme çabası güden Fromm her iki kuramı da “özgün” bir şekilde yorumlayacaktır. Marx’ın ve Freud’un insanların yaşantılarını “yanılsamalar” üzerinden kavradığını, her ikisinin de doğruları kavrayarak insanların özgürleşeceklerini düşündüklerini iddia eder. Fromm’a göre her ikisinde de insancıllık ortak olan temel diğer değerdir; insan doğası hem Marx hem de Freud’da “iyi” olarak görülmüştür. Buradan hareketle Fromm için akıl, bu iyi doğayı soysuzlaştıran bir işlev görmekte olup, doğal dürtülerin hakkını savunmak da insanlığın özgürleşmesinin en temel aracıdır (Fromm, 1962, [1989]).

Eleştirel Teori’nin eleştirisi

Perry Anderson’un Avrupa’da Marksist düşüncenin gelişim dinamiklerini incelediği çalışmasında Frankfurt Okulu da kendisine kapsamlı bir yer bulur. Anderson’a göre okul Marksizm’in işçi sınıfı hareketlerinin gerilediği bir dönemde siyasetsiz bir düşünsel faaliyet olarak doğmuştur (Anderson, 1976 [2019]). Gerçekte de Okul, işçi sınıfının mücadelelerinin tarihini ve güncel görünümlerini asıl çalışma konusu olarak seçtiği ilk çalışma yılları da dâhil olmak üzere akademik çalışmaların ötesine geçmemiş ve sonrasında da bunu aşma niyeti de göstermemiştir. İlk dönemde, özellikle Avrupa’da devrimin geri çekiliş yıllarında Marksizm ve sosyalizm mücadelesi ile kurulan bağ 1930’larda belirginlik kazanan karşı-devrimci süreçle birlikte hızlıca yerini egemen düşüncenin farklı bir versiyonunun üretimine bırakmıştır.

Okulun temel felsefî çerçevesinin çizildiği yıllarda siyasetsizlik gittikçe gün yüzüne çıkmış, kuruluş amacı olan “doğru Marksizm’e ulaşma çabaları” doğru felsefeyi bulma amacına dönmüştür. Marksist kavramlar üretimlerde yer bulsa da bütünlüklü Marksist bir yakış yerine 1848 öncesi Marx’ın yapıtlarına ağırlık verilmiştir. En çok yer bulan kavram “yabancılaşma” olmuştur. Marksizm’i toplumun anlaşılmasında ve dönüştürmesinde biricik bilimsel teorik araç haline getirecek, işçi sınıfının ideolojisi olma özelliği katarak onu kitlelerle buluşturacak olan “asıl olan değiştirmektir” tezi yok sayılmıştır. 

Marx’ın geliştirdiği tezler okulun teorik faaliyetlerinde sınırlı bir düzeyde özellikle gençlik dönemi çalışmaları ile yer bulmuştur. Marksizm’in kavramları arasında yer alan sınıf savaşımları, devrimci sınıf, egemen sınıf, tarihsel ilerleme, proletarya diktatörlüğü gibi temel tanımlamalar neredeyse hiç geçmemiştir. Aynı şekilde Engels’in gerek kendisi gerek teorik katkıları görmezden gelinmiş, zaman zaman da kaba maddeci bulunarak eleştirilmiştir. Bu eleştiri de okulun Marksist teoriye olan mesafesini gösterir bir başka veridir.

Kurumun fiilen ABD’ye göçü, kurumun teorisyenlerinin, örgütlü işçi sınıfı hareketlerinden ve sosyalizm mücadelesinin enerjisinden uzaklaşmasına neden olacak; Marksizm’le olan mesafelerinin daha da açılmasına yol açacaktır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise okulun bir kısmı Almanya’ya dönerken bir kısmı ABD’de kalmıştır. Her iki kol, teorik olarak benzerliklerini korusa da pratik siyasi faaliyetler açısından farklılaşmıştır ve genellikle ant-komünist bir tavır etrafında dolaşmışlardır. 

ABD’de kalan Marcuse ve Fromm ince ayrıntılarda farklılaşan ancak temelde benzeşen “özgürlükçü” önermelerle, işçi sınıfının devrimciliğini merkeze koyan toplumsal kurtuluş hareketlerine karşı argümanların şekillenmesini ve güçlenmesini sağlamış, “Yeni Sol” akımların teorisinin gelişiminde önemli roller üstlenmişlerdir. 

Almanya’da çalışmaya ve yazmaya devam eden Horkheimer ve Adorno ise yaşamlarının sonuna kadar teorilerinin herhangi bir siyasal faaliyetin kılavuzu olarak anılmasını tercih etmemişlerse de felsefi önermeleri, benzer şekilde, toplumların işçi sınıfı öncülüğünde gerçekleşebilecek olası devrimci dönüşümlerinin önüne çıkan düşünsel engeller olarak ideolojiler alanındaki yerlerini almışlardır.

Tom Bottomore’a göre Frankfurt Okulu kuruluşundan itibaren Korsch’un [7] da etkisiyle Marksizm’i tarihsel materyalizmin yapılandırılması öncesi, genç Hegelci haliyle algılamış ve eleştirel bir felsefe kurmayı yeterli görmüştür. Okul, Marx’ın tarihselci anlayışını ve ekonomik analizlerini ise görmezden gelmiştir. Sınıf ve devrim kavramlarını yok sayan Okul, kapitalizmi de sosyalizm deneyimlerini de uygarlığın eşdeğer parçaları olarak kavramıştır (Bottomore, 1984 [2016]).

Sonuç

Frankfurt Okulu, yola “doğru” Marksizm’e ulaşma amacıyla çıkmış bir tartışma platformu fikridir. Temel yönelimleri içinde toplumsal dinamikleri anlamak yer almakla birlikte işçi sınıfı ile politik bir bağ kurma ihtiyacı merkezi bir yer işgal etmemiştir. Üretimleri de yaklaşımları da akademik bir faaliyet çerçevesinde sınırlı kalmıştır. Düşünsel alanda ortaya çıkan sonuçlar, sınıflar mücadelesinin gelgitleri içinde Marksizm’le mesafeli, karamsar, idealist önermeler toplamına dönüşmüştür.

Sınıf savaşımları, modern zamanlarda sürmektedir; hatta daha çetin halleriyle birlikte sürmektedir. Marksizm’in en temel önermesi olan, devrimci sınıfın öncülüğünde gerçekleşecek bir toplumsal dönüşüm fikrine karşı çıkan her düşünsel akımın başına gelen, haliyle Frankfurt Okulu’nun başına gelmiştir. Devrimci sancılar içindeki Almanya’da yola çıkan Okul, devrimin geri çekilmesiyle birlikte ideolojiler alanında karşı devrimci ve felsefi olarak da idealist bir zemine yuvarlanmıştır.

Endam Köybaşı / SOL

Madde Diyalektik ve Toplum Dergisi'nin son sayısındaki diğer makaleleri okumak için tıklayınız: http://bilimveaydinlanma.org/madde-diyalektik-ve-toplum-cilt-4-sayi-4/


Kaynaklar

Adorno, T. W. (2017). Otoritaryen Kişilik Üzerine - Niteliksel İdeoloji İncelemeleri (çev. Doğan Şahiner). İstanbul:Sel Yayıncılık, 1. Baskı.

Adorno, T. W. ve Horkheimer, M. (2014). Aydınlanmanın Diyalektiği (çev. Nihal Ülner, Elif Öztarhan Karaoğlan).İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2. Baskı.

Anderson, P. (2019). Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler (çev. Bülent Aksoy). İstanbul: Birikim Yayınları, 2. Basım, 1. Baskı.

Cihan, N. (2020). 1920’ler Almanyası'nda Marksizm, Freud ve Psikanaliz Karmaşası. Madde, Diyalektik ve Toplum, 3 (3): 213-221.

Çınar, A. (2020). 1968’in asıl sırrı neydi? Gelenek, 149: 115-137.

Bottomore, T. (2016). Frankfurt Okulu ve Eleştirisi (çev. Ümit Hüsrev Yolsal). İstanbul: Say Yayınları.

Fromm, E. (1989). Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum (çev. Necla Arat). İstanbul: Say Yayınları.

Horkheimer, M. (1994). Akıl Tutulması (çev. Orhan Koçak). İstanbul: Metis Yayınları, 2. Baskı.

https://en.wikipedia.org/wiki/Herbert_Marcuse#Biography. (Son erişim: 28.11.2021)

Koçak, O. (1994). Önsöz: Horkeimer ve Frankfurt Okulu – [Akıl Tutulması, Max Horkheimer içinde]. Metis Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.

Marcuse, H. (1968a). Aşk ve Uygarlık: Freud Üzerine Felsefi Bir Araştırma (çev. Seçkin Çağan).İstanbul: May Yayıncılık.

Marcuse, H. (1968b). Tek Boyutlu İnsan (çev. Seçkin Çağan). İstanbul: May Yayıncılık.

Slater, P. (1998). Frankfurt Okulu: Kökeni ve Önemi - Marksist Bir Yaklaşım (çev. Ahmet Özden).Kabalcı Yayınevi, İstanbul.

Wolters, E. (2013). Letters Between Adorno and Marcuse Debate 60s Student Activism. Critical Theory. http://www.critical-theory.com/letters-adorno-marcuse-discuss-60s-student-activism/[Erişim tarihi: 22.11.2021] 


[1] Bu dönemde Alman entelektüel dünyası, Marksizm ve psikanaliz arasındaki geçişkenlikler ve arayışlar için bknz.: Cihan, N (2020).1920’ler Almanyası'nda Marksizm, Freud ve Psikanaliz Karmaşası. Madde, Diyalektik ve Toplum, 3 (3): 213-221.

[2] Marcuse’nin, 1940’larda ABD Dışişleri Bakanlığı Almanya istihbarat dairesinde çalıştığı ve bunun kendisi hakkında “CIA ajanı olduğu” suçlamalarına yol açtığı bilgisi farklı kaynaklarda yer alıyor. Örneğin Orhan Koçak’ın Horkheimer’in Akıl Tutulması kitabına yazdığı Horkheimer ve Frankfurt Okulu adlı, ayrı bir bölüm hacmindeki önsözde yer almaktadır (Koçak, 1998). Yanı sıra Marcuse’nin biyografisinin yer aldığı Wikipedia, Britanica gibi internet üzerinden açık erişim olanağı bulunan ansiklopedi kaynaklarında, kendisinin 1940’lı yıllarda dönemin ABD istihbarat ve savaş stratejileri dairelerinde (önce Office of War Information (OWI) ardından CIA’in öncülü olarak sunulan Office of Strategic Services (OSS)) çalıştığı bilgisi bulunmaktadır. Bknz.: https://en.wikipedia.org/wiki/Herbert_Marcuse#Biography.

[3] “Bugüne kadar filozoflar dünyayı sadece düşündü; aslolan onu dönüştürmektir.” Marx’ın düşünsel gelişimi, tarihsel materyalizme doğru değişirken oluşturduğu Feurbach Üzerine Tezler’in 11. 

[4] Antik efsaneye göre Thebai kentine geri dönen Oedipus kenti üstündeki beladan kurtarır. Bu bela bir Sfenks heykelidir ama Sfenks yolcuları gözetleyip, her birine bilmecesini sormaktadır. Bilemeyenleri ise parçalamakta ve yemektedir. Thebaililer her gün agoraya toplanarak bilmecenin cevabını bulmaya çalışırlar, kralları yeni öldürülmüş olduğundan kendilerini sfenksten kurtaracak olan kimseye sitenin tahtını da söz verirler. Oidipus oradan geçerken bilmece ona da sorulur: "O hangi yaratıktır ki bir süre dört ayak üzerinde, bir süre iki, bir süre de üç ayakla yürür ve de, doğa yasalarına aykırı olarak, ayakları en çok olduğu zaman güçsüzdür?" Oidipus söyle bir düşünür ve yaratığın insan olduğunu söyler. İlk çocukluğunda insan dört ayağı üzerindedir, emekler, daha sonra da iki ayağı üzerinde yürür, nihayet yaşlanınca da bir sopaya dayanır. Sfenks sorusunun çözülmesiyle intihar eder. Bknz: https://tr.wikipedia.org/wiki/Oedipus

[5] Eric Fromm, 1939’da Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nden ayrılmıştır.

[6] Frankfurt Okulu ve en önemli temsilcilerinden Adorno'nun başını çektiği bir gurubun yapmış olduğu, otoritenin kişilik ve önyargılar üzerinde etkilerinin araştırıldığı, psikanalitik yöntemin kullanıldığı Otoriteryen Kişilik üzerine olan çalışmalar: Adorno, T. W. (2017) Otoritaryen Kişilik Üzerine - Niteliksel İdeoloji İncelemeleri (çev. Doğan Şahiner). Sel Yayıncılık, İstanbul, 1. Baskı.

[7] Karl Korsch (Ağustos 15, 1886 – Kasım 21, 1961) Alman Marksist teorisyen. 1920'li yıllarda György Lukács ile birlikte Batı Marksizmi’nin temelini atan en önemli figürlerden birisidir.

9 Ocak 2022 Pazar

Yazar Şeyhmus Diken: ‘Diyarbakır Evleri’, Diyarbakır’a ait değil+Sur evleri: İnsansız ve ticari+Sur'da halktan 50 bin TL'ye alınan binaların yerine yapılan "villalar" satışa sunuldu / EVRENSEL

 Yazar Şeyhmus Diken: ‘Diyarbakır Evleri’, Diyarbakır’a ait değil (Fırat TOPAL)

Sur’da doğup büyüyen Yazar Şeyhmus Diken, Sur’un yıkımdan önceki ve sonraki halini, yeni yapıların yarattığı toplumsal tahribatı Evrensel Pazar'a anlattı.

Diyarbakır’ın tarihi Sur ilçesindeki 6 mahallede 7 yıla yakın bir süredir devam eden sokağa çıkma yasağı geçtiğimiz hafta itibariyle kaldırıldı. Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan Sur’da 2015 yılında yaşanan çatışmaların ardından aralarında tescilli yapıların da olduğu birçok yapı hasar görmüştü. 2016 yılında Bakanlar Kurulunun ‘acele kamulaştırma’ kararı ile çok sayıda ev yıkıldı, yerine yeni evler yapıldı. Ancak ortaya çıkan tablo içler acısı. Tarihi mahallelerde cezaevini andıran yapılar dikildi. Sur’da doğup büyüyen Yazar Şeyhmus Diken, Sur’un yıkımdan önceki ve sonraki halini, yeni yapıların yarattığı toplumsal tahribatı Evrensel’e anlattı.

Diken, sokağa çıkma yasakları döneminde bölgenin tahrip edildiğini, yine de ayakta kalan çok sayıda yapının restore edilebilecekken yıkıldığını dikkat çekti. Diken o süreçteki Sur’u şu sözlerle dile getiriyor: “Kendi yaşantım üzerinden bir okuma yapayım size. 2015 Aralık ayına kadar Sur içindeki eski yapılar ve mekanların hepsi yerli yerinde duruyordu. Sokağa çıkma yasaklarında, 3 aylık zaman dilimi içerisinde ciddi bir tahribat yaşandı. 2016 Mart ayının ilk haftasında dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu, Ulucami Meydanı’nda Sur’un Toledo’ya benzetileceğine dair açıklama yaptı. Açıklama yaptığı dönemde de bu yapılarda bir tahribat yaşanmıştı ama yüzde 70’in üzerinde yapı hâlâ ayaktaydı. Kısmen tahrip olanlar vardı ama büyük ölçüde ayakta kalan yapılar onarılabilirdi. İki ay sonra Davutoğlu başbakanlıktan azledildi. 2016-2017 yılları zarfında da dozerler, greyderler girdi, hoyratça o kısmen yıkılan ve yıkılmayan bir sürü yapıyı dümdüz ettiler.”

"BÜTÜN HİKAYEMİZİN BİR ANDA YOK OLDU"

Diken, Evrensel’in köşe yazarı da olan mahallelisi Mıgırdiç Margosyan’ın 2019’daki Sur ziyaretine dair anısını da paylaşıyor bizlerle: “Mıgırdiç ağabey ile birlikte Hasırlı Mahallesi’ndeki kendi evlerimiz acaba ne haldedir diye, özel izinle Sur’a girdik. İkimizin evinin yerinde toprak yığını vardı, evimizin yerini bulamadık, tahminen tespit ettik, evlerimiz yerle bir olmuştu, yoktu. Oysa 2015’te hem Mıgırdiç ağabeyin evinin hem de benim evimin önünde fotoğraf çekmiştik. Düşünün 3-4 yıllık bir zaman dilimi içerisinde, çocukluğumuzdan mevcut yaşımıza kadar 60 küsur yıllık ömrümüzün, bütün hikayemizin yaşandığı mekanlar bir anda yok olmuştu. Bununla beraber hafızalar da kaybolmaya başlamıştı. Biz işte böyle bir kaybı yaşadık.”

"SÜKUT SUİKASTINA UĞRAMIŞ GİBİ…"

Şeyhmus Diken, yeni yapıların Diyarbakır’a uygun olmadığını yakın zamanda Sur’da yaptığı bir yürüyüş üzerinden aktarıyor: “Geçtiğimiz hafta Saraykapı’dan Sur boyunca Yenikapı’ya kadar yürüdüm ama Yenikapı’ya kadar yürürken sağımda duran yeni yapılan yapılara dönüp de bakmak istemedim. Çünkü o yapıları kendime ait hissetmedim. Ne o geniş bulvar ve caddeler, ne o ucube yapılar… Bize ait olmayan yapılardı. Hep sol tarafa baktım, delik deşik de olsa taşları dökük de olsa, bazı tarafları restore edilmiş ya da edilmemiş de olsa Surlara bakmak istedim. Bir taraf size ait olarak kalmıştı, öbür taraf size ait olmayan, aidiyeti olmayan yapılara dönüşmüştü. Ait olmadığı için de bir taraf sükut suikastına uğramış gibi hüzün veriyor. Oradaki Sur’u bazalt taş mekanlarında yaşayan, orayla ilgili hikayeleri olan, hafızası olan insanlar hiçbir zaman unutmaz. Bugün muktedirler ‘Unutun, hafızayı filan bir tarafa bırakın, unutun ki bu yeni yapılaşmayı bizim kurguladığımız hikaye üzerinden yeniden inşa edelim’ diye düşünüyorlar. Biz de buna ‘Böyle bir dünya olmaz’ diyoruz.”

"ANKARA MERKEZLİ BİR MİMARİ POLİTİKA"

Diken, yeni yapılarda kentin mimarisini oluşturan materyallerin dahi kullanılmadığını dile getiriyor: “Sur’un bazalt taşları, Karacadağ’ın püskürttüğü volkanik lavların taşlaşmış halinden oluşmuştur. Çok zor işlenen bir taştır. Bu taşları anlatırken işlenmiş ve mimarisi ona göre düzenlenmiş bir mekansal manzumeden bahsediyoruz. Bugün Suriçi’nin hikayesiyle uzaktan yakından akrabalığı olmayan Ankara merkezli bir mimari politikayla, TOKİ mantığıyla bir yapılaşma önümüze konuyor. ‘Diyarbakır Evleri’ diyorlar ama değil, bunu da herkes biliyor. Bunun kabulü de zordur. Drone ile yukarıdan bir fotoğraf çektiğinizde bu yapıların Diyarbakır mimarisiyle bir akrabalığının olmadığını görürsünüz. Bitişik nizam, küçücük avlular, kısmen cezaevini, kısmen Batı’daki tatilcilerin yazlık evlerini andıran bir yapı manzumesini sunuyorlar.” Diken son tabloyu da şöyle ifade ediyor: “Çok az tarihi mekan ve tescilli/yarı tescilli mekan kurtulmuş diyebiliriz. Gezip görebildiğim kadarıyla birkaç cami, 3-4 kilise restore ediliyor, bir hamamın restorasyonunun bittiğini gördüm. 6 mahallede camiler ve kiliseler de dahil 30-40 mekanı geçmez.”

"İKAMET EDİLECEK BİR YAŞAM ALANI OLMAYACAK"

Diken, son olarak Sur’daki yeni yapıların hem maddi hem de manevi anlamda kent halkının yaşayabileceği bir alan olmadığını anlatıyor:

"O evler için Diclekent’te ve 75 metrelik Yol semtlerinde satın alınabilecek bir daire fiyatı talep ediyorlar. Suriçi’deki evleri 600-700 bin TL’ye satmaya çalışıyorlar. Fiyat öğrenmek için emlak komisyoncularına telefon açtım. Sur’da yaşayan hangi aile yaşadığı o evi alacak ve orada yaşayacak? Aldı diyelim, hayatını sürdüreceği ev olabilecek mi? O ev artık başka bir ev. Zihninizde olan o tarihi ev, fakat o anki fiziki yaşantınızda zuhur etmeyecek ki! Bu zuhur etmeme hali sizi bir sükut suikastına uğrama haline dönüştürecektir. Yani geriye dönüp saracaksınız makarayı ve başka bir dünyada olduğunuzu fark edeceksiniz. Bu da sizi hayal kırıklığına uğratacak. Böyle bir ruh hali üzerinden bir okuma yaptığınızda orası artık konutsal anlamda oturulup ikamet edilecek bir yaşam alanı olmayacak. Tümüyle ticari bir alan olacak.”

                                                                  ***

Sur evleri: İnsansız ve ticari (Selma ASLAN Mimarlar Odası Diyarbakır Şube Eş Başkanı)

Mimarlar Odası Diyarbakır Şube Eş Başkanı Selma Aslan, Sur evlerini Evrensel Pazar'a yazdı.

Kentsel sit alanı olan ve UNESCO tarafından dünya mirası olarak kabul edilen Diyarbakır Surlarını da barındıran ve bunun yanında birçok anıtsal ve tescilli yapıya sahip Sur İlçesi; tarihte Asur, Urartu, Medler, gibi birçok uygarlığa da ev sahipliği yapmıştır. 

Mimarlık ve yapı sanatının önemli bir parçası olan bazalt taşı kentin tümüne hakim olup kendini gösterir. Kentin surları, burçları, dar ve uzun sokakları, cami, hamam, kilise ve han gibi anıtsal yapıları, avlulu ve eyvanlı evlerinden oluşan geleneksel dokusunun önemli bir yapı unsurudur. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne dahil edilmesinde bu önemli unsur etkileyici bir özellik olarak da vurgulanmıştır.

Bakanlar Kurulunun kararıyla Suriçi bölgesi ‘riskli alan’ ilan edilmiştir.

2015 yılı çatışmalı sürecin yaşanmasından sonra ise 21.03.2016 tarih ve 8659 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Suriçi 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesi gereği alandaki tüm yapılar için Acele Kamulaştırma Kararı almış ve yıkım süreci başlamıştır.

Suriçi bölgesinde 140 hektarlık alanın acele kamulaştırılmasına karar verilmiştir. Toplam 7 bin 714 adet parselin 6 bin 292 adedi yani yüzde 82’sine el konulmuştur. 2015 yılı nüfus verilerine göre yasaklı 6 mahallede 23 bin 223 kişi yaşamaktadır. Binlerce insanın yaşam alanından koparılması sonucunu sosyal ve kültürel yıkıma yol açmıştır. Daha da önemlisi bu bölgede yaşayan yurttaşların mülkiyet haklarının ihlali anlamına gelmektedir.

16 mahalleden oluşan Suriçi’nin de 147 adet anıtsal yapı ve 448 adet sivil mimari yapı sayısı bulunmaktaydı. Ancak yıkımı yapılan 6 mahallede 10 Mayıs 2016 tarihli uydu görüntülerinde bölgenin yüzde 13’ünde yıkım olduğu tespit edilirken 11 Temmuz 2017 tarihli uydu görüntülerinde Suriçi’nin yüzde 72’sinin yıkıldığı görülmektedir. Ayrıca; Cevatpaşa, Savaş, Hasırlı, Cemal Yılmaz, Fatihpaşa ve Dabanoğlu Mahallelerinde aralarında 87’si tescilli ve 247’si tescile değer 3 bin 569 yapının yıkıldığı, hafriyatlarının herhangi bir bilimsel çalışma ve değerlendirme yapılmaksızın kaldırıldığı belirlenmiştir.

Sur ilçesinin neredeyse tamamının acele kamulaştırılmasına karar verilmiş, nüfusun çoğunluğu yaşam çevrelerini terk ederek göç etmek zorunda kalmıştır. Ardından yerleşim yerlerine erişim kapatılarak yıkıma başlanmış, bölgenin dönüştürülmesi için mimarlık ve planlama bir araç haline dönüştürülmüştür. İmar planı değişikliği ile mevcut tarihi doku ve tescilli yapılar yok sayılmış; kentsel donatı alanlarının kaldırılması, birçok yapının yıkımı öngörülmüş, güvenlik ve savunma odaklı kararlar alınmıştır.

Binlerce insanın yerinden edilmesi, yaşam alanından koparılması sosyal ve kültürel yıkıma yol açmıştır.

Daha da önemlisi bölgede yaşayan yurttaşların mülkiyet hakları ihlal edilmiştir.

2016 yılından bugüne gelindiğinde ise;

  • *Yaşanan çatışmalar gerekçe gösterilerek ilan edilen yasaklar süresince, UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan tarihi ilçenin yüzde 70’i yok  edilmiş,
  • *Yıkıma uğrayan Suriçi’de yeni yapılar inşa edilmiş,
  • *Sur’da yapılan konutlar tarihi dokuya uygun inşa edilmediği gibi Diyarbakır’a özgün bazalt taşlarla yapılacağı söylenen konutlarda normal beton kullanıldığı dış cephe kaplaması olarak bazalt taşı desenli malzeme kullanılmış,
  • *Sur ilçesinin neredeyse tamamının acele kamulaştırılmasına karar verilmiş, nüfusun çoğunluğu yaşam çevrelerini terk ederek göç etmek zorunda kalmıştır.
  • *Ardından yerleşim yerlerine erişim kapatılarak yıkıma başlanmış, bölgenin dönüştürülmesi için mimarlık ve planlama bir araç haline dönüştürülmüştür.
  • *Beton ve asfalttan oluşan yeni bir Suriçi oluşmuş,
  • *Özgün kent mimarisine yabancı, kimliksiz, güvenlik ve rant odaklı yapıların inşa edildiği Sur’un sokak dokusu da tamamen ortadan kaldırıldı,
  • *Sur’un etrafına çift şeritli asfalt dökülerek yol ve peyzaj çalışmaları yapılarak mevcut Sur sokak dokusu ortadan kaldırılmıştır.
  • *Kurşunlu Cami önündeki meydana bakan alanda ise ticari işletmeler ve butik oteller inşa edildi.
  • *Yaşanan çatışmalar sonrası ağır hasar gören 100’e yakın yapının da şu anda restorasyon ve rekonstrüksiyon çalışmaları devam etmektedir. Bu çalışmalarında yapı sahiplerine getireceği maliyetin yanında restorasyon çalışmalarının hassasiyetle yürütülüyor olduğunu umut ediyoruz.
  • *Mimari miras yok edilmiş, dönüşüm projeleri uygulanarak tarihi kent merkezi kamusal alan ve konut bölgesi olmaktan çıkarılmış,
  • *Kilise, cami, konak, hamam gibi onlarca tarihi yapı ve yüzlerce tescile değer yapı ile binlerce sivil mimari örneği yapılar yıkılmıştır.
  • *Yerinde iskanı sağlanmayan yurttaşlar kent çeperlerine gitmeye zorlanmış; toplumun sosyo-kültürel yapısında ayrışmaya neden olunmuştur. Bahis edilen bu planlama ve mimari tasarım sonucunda bölgenin demografik yapısı yani (bölge kullanıcılarının sosyo -kültürel -ekonomik ve politik yapısının değişimi bu planlama ile hedeflenmiştir. Yine kullanıcılarının cinsiyet yapısından tutalım da kadın-erkek oranı-yaş oranı-medeni durumları hatta ölüm oranlarına kadar geniş bir yelpazenin değişimi gerçekleşmiştir.

Bunun sonucu mevcutta şu anda yapımı tamamlanan Suriçi bölgesinin tüm kullanıcılarının değişmesinin yanında kullanım şekli ve zaman aralığı (gece-gündüz) bile değişmiştir. Yani insansızlaşan ve ticarileşen bir bölgede bulunan bu yapılarda gündüz-gece aynı oranda alanın kullanılmayacağı sonuçlardan biridir.

Yine devasa genişlikteki cadde ve sokak alanlarının oluşması yapıların bazen birbirinden kopuk bazen de iç içe geçtiği ve her tür insan ölçeğinin dışına çıkıldığı planlama ve tasarım görünmektedir. Yeni inşa edilen Sur da artık eski komşuluk ilişkilerinden tutalım da yaşam biçimine kadar her şey değişecektir. Yeni gelişecek ekonomik ilişkiler ve ticarileşen bir bölge halini alacaktır.

Sur’da yaşanan tahribatını asıl kaynağının çatışmanın bitmesinden sonra yürütülen kentsel ihya projesi kapsamındaki acele kamulaştırmalar ve yıkım çalışmaları olmuştur.

Oysa tarafı olunan uluslararası sözleşmeler ve anayasa gereği devlet; bu alanları korumak ve gelecek nesillere aktarmakla sorumludur.

Türkiye’nin 1965 yılında imzaladığı “Lahey Silahlı Çatışma Halinde Kültür Varlıklarının Korunmasına Dair Sözleşme” ile 1983 yılında imzaladığı “Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme” gereği devlet; kültürel varlıkların tespiti, korunması ve gelecek nesillere aktarılması için gerekli tedbirleri almakla; ayrıca silahlı bir çatışmanın etkilerine karşı bu varlıkları güvence altına almakla yükümlüdür.

                                                                   *** 

Sur'da halktan 50 bin TL'ye alınan binaların yerine yapılan "villalar" satışa sunuldu (Evrensel)

Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu'nun yıkım sonrası "Toledo gibi olacak" dediği Sur'da, mülk sahiplerine 50- 100 bin TL ödeme yapılıp inşa edilen evler, 740 bin TL gibi fiyatlarla satışa çıkarıldı.

Sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği 2015'teki çatışmalarda ciddi hasar gören Diyarbakır'ın Sur ilçesinde, acele kamulaştırma kararıyla 50- 100 bin TL gibi bedellerle mülk sahiplerinin ellerinden alınan binaların yerine inşa edilen betonarme yapılar, 740 bin TL gibi fiyatlarla satışa çıkarıldı.

UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan Diyarbakır'ın tarihi Sur ilçesi, 2015'te bir yıla yakın süren askeri operasyonlar ve çatışmalarda ciddi hasar gördü. Mahalleler boşaltıldı, zorunlu göç yaşandı… Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu'nun tepki çeken "Sur'u öyle inşa edeceğiz ki aynen Toledo gibi mimari dokusuyla herkesin görmek istediği bir yer haline gelecek” sözleriyle duyurduğu kentsel dönüşüm, ciddi mağduriyetlere yol açtı.

Çatışmaların ardından 21 Mart 2016’da Bakanlar Kurulu kararıyla riskli alan sınırları içerisinde bulunduğu öne sürülen 368 adadaki 6 bin 300 parsel, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından acele kamulaştırma kapsamına alındı.

Çatışmalardan etkilenmeyen ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinin tarafından 2012’de çıkartılan Koruma Amaçlı İmar Planına dahil olan Ali Paşa Mahallesi de 21 Mart 2016’da Bakanlar Kurulu kararıyla Çevre ve Şehircilik Bakanlığının revize edilen kentsel dönüşüm planına dahil edildi.

Mahallede yaşayan hak sahipleri, evlerinin yıktırılmasına itiraz etti. Yargı yoluna başvursalar da karar beklenmeden yıkım başlatıldı. Hak sahipleri evlerinden zorla çıkartılarak yoğun güvenlik önlemleri altında binalar yerle bir edildi.

Kentsel dönüşüm projesi kapsamında 5 yıllık süre zarfında Sur genelinde 334'ü tescilli olmak üzere 3569 yapı yıkıldı.

Yıkılan yapıların yerine inşa edilen betonarme evler, emlak sitesi sahibinden.com'da 600 ila 1 milyon TL arasında değişen fiyatlarla satışa çıkarıldı.

Mülk sahiplerine 50-100 bin TL gibi ödemeler yapıldıktan sonra inşa edilen evlerin "villa" adı altında satılması dikkat çekti.

İlan sayfalarında, “tarih ve lüks iç içe", “Diyarbakır'ın yeni yüzü" gibi ifadelerle evlerin fotoğraflarına da yer verildi.

Geleneksel Sur mimari dokusuna aykırı şekilde inşa edildiği gerekçesiyle tepkilere neden olan yapılar, kentteki sivil toplum örgütleri tarafından “cezaevine” benzetilmişti.

MEzopotamya Ajansının aktardığına göre Deva Partisi Diyarbakır İl Başkanı Cihan Ülsen, “Bu insanlar oraya hayatlarını, anılarını, sevdiklerini, gecesini, gündüzünü bıraktı. Kırık dökük evleri 30 bin TL olabilir ama orada kurdukları hayatları paha biçilmezdi" diyerek yaşananlara tepki gösterdi.(EVRENSEL)


 



Osmanlıcılıktan Selçuklu’ya akış - Sercan MERİÇ / BİRGÜN

 Doç. Dr. Özlem Akkaya, son dönemde etnik Türk ve Orta Asya temalı dizilerin artışına dair, “Arap dünyasının liderliğine soyunan dönemdeki Osmanlıcı ve İslami içerikten Selçuklu anlatılarına doğru bir akış var” değerlendirmesini yapıyor.

Televizyonda son dönemlerde Türkçü ve Orta Asya’yı odağına alan dizilerin yükselişte olduğu dikkat çekiyor. Yeditepe Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Özlem Akkaya’ya göre iktidarın dış politikadaki değişim hamleleri ile bu tür dizilerin yükselişi arasında bir ilişki var. Etnik Türklük ve erillik vurgusunun ön plana çıktığı yapımların ve karakterlerin revaçta olduğunu ifade eden Akkaya, izleyicilerin güçlü ve özgür kadınları izlemek istediğini ifade ediyor.

Önceden Osmanlı’yı anlatan, muhafazakâr tonu yüksek diziler revaçtaydı ancak son dönemlerde Orta Asya’yı, Türklük hikâyelerini anlatan yapımlar yükselişte. Bu değişimin sebebi nedir?

Sıkışmış bir dış siyaset politikasıyla beraber Abdülhamit gibi diziler ön plana çıkıyordu. O döneme daha uygun bir hikâyeydi. Ama şimdi Abdülhamit karakteri biraz yaşı geçkin bir karakter. Yani özellikle genç izleyici kitlenin ve dizileri sosyal medyadan takip eden fan gruplarının çok da böyle özdeşleşmediği bir karakterdi. Oradaki kadın karakterler son derece geri planda kalan gayet mutaassıp karakterlerdi. Toplumda çok karşılığı olmadı o dizinin. Daha çok TRT'nin yayın politikası nedeniyle belli bir dönem sürdürüldü. Bununla beraber erillik vurgusunun daha ön plana çıktığı ve özellikle genç erkekleri de kendine çekebilecek hikâyelerin artışı söz konusu. AKP'nin son dönemde derin yalnızlık politikasından ziyade değişen bir dış politikası var. Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkilerin tekrar sağlamlaştırılmaya çalışılması, Müslüman Kardeşlere olan desteğin geri plana çekilmesiyle beraber Arap dünyasındaki liderlik iddiası arka planda bırakıldı. Bu sefer bölgede Rusya'ya bir alternatif olabilecek bir Türk dünyası liderliğini oynamak gibi bir durum var. Avrasya'daki Türki Cumhuriyetlerle ilişki geliştirmeye çalışılıyor. Burada da bir nevi Amerika'nın çıkarları doğrultusunda da hareket ediliyor. Arap dünyasının liderliğine soyunan dönemdeki Osmanlıcı ve İslami içerikten Selçuklu anlatılarına doğru bir akış var. Eski Türklere kadar uzanan hikâyeleri artık izlemeye başladık. Bunlar biraz daha seküler içerikler. Destan’ı seküler kesim de ciddi şekilde takip ediyor. Etnik Türklük vurgusunun ve erillik vurgusunun ön plana çıktığı karakterler revaçta. Bir de köke dönüş söylemi etkili. AKP’nin kendi içinde de böyle bir tartışma vardı. Osmanlı hanedanı vurgusundan ziyade daha samimi, masum olduğu iddia edilen o eski köklere dönüş söyleminin göstergesi olarak düşünülebilir. Bu işin siyasi boyutu.

Kadın karakterlerin de daha baskın olduğunu söyleyebilir miyiz?

Son dönemde bu dizilere baktığınızda bir sinematografi açısından olsun, hikâyenin kuruluşu olsun, karakterler açısından olsun, popüler Batılı metinlerden aşina olduğunuz pek çok sembol, karakter var dizilerde. En önemlisi de güçlü kadın karakterler. Bu Diriliş Ertuğrul ve ondan sonra gelen Alparslan: Büyük Selçuklu türü dizilerde de var. Destan o anlamda ciddi bir açılım yapacak. Türklerin İslam'ı daha kabul etmediği bir dönemin hikâyesini anlatıyor. Oradaki çift başlı kartal motifi sürekli vurgulanan bir motif. Türk-İslam sentezine bir yerden bağlayacaklar ama bu tam bir kadın karakterin hikâyesi. Bir kadın karakterin köle olmamak için başkaldırı hikâyesi. Hâkim erkek tiplerinin aksine başrolde engelli bir erkek var. Sembolik manada hadım edilmiş bir karakter. Feminizm popüler bir trend olarak pazarlamada da satıyor, dizilerde de satıyor. Yani feminizm kırıntılarını her tür popüler içerikte görebiliyorsunuz ve artık tabii ki daha önce muhafazakâr olarak adlandırdığımız içeriklere de sirayet edecek. Ama bu hem muhafazakâr hem de seküler olsun, toplumdaki bir değişime de karşılık geliyor. İnsanlar güçlü kadınları, bağımsız kadınları izlemek istiyorlar. Bu açıdan bu değişimi olumlu görüyorum.

   
     Kulüp, 1950’li yıllarda Seferad Yahudisi Matilda ve kızı Raşel’i anlatıyor

Bu dizilerin toplumda, mesela ev kadınlarında dönüştürücü bir etkisi olabilir mi?

Bence bu dizleri daha çok genç kadınlar izliyor. Genç yetişkin kadınlar, üniversite öğrencisi ya da işte üniversiteden yeni mezun, hayata atılmak ve kendi hayatını kurmak isteyen kadınlar… Muhafazakâr kalıpları görece yıkmak isteyen izleyicilere daha fazla hitap ediyor diye düşünüyorum. Aslında dizi ev kadını için üretilmiş bir şeydir. Onun psikolojisine göre üretilmiş bir şey. Onların da toplumsal cinsiyet algılarında bir değişime karşılık geldiğini düşünüyorum. O kadın karakterlerle de empati kuruyorlar.

DÜNYAYA AÇIK BİR KİTLE VAR

Özellikle dijital platformlarda azınlıklarla ilgili yapımlar da arttı. Bu hikâyelerin daha sık işlenmesinin nedeni nedir?

Değişen bir izleyici kitlesi var. Genç, modern, eğitimli, sosyal, siyasal konulara duyarlı ve aslında artık klişeleri görmek istemeyen, dünyaya da açık bir kitle var. Bu kitleye o klişe mahalle hikâyeleriyle hitap edemezsin. TRT, Gönül Dağı gibi bir dizi yapıyor. Reytingleri yüksek ama kim izliyor? Netflix gibi platformlardaki diziler bu değişen izleyici kitlesine hitap ediyor. Bu tarz işlenmemiş hikâyeler izleyiciler için tetikleyici oluyor. O konuda araştırmalar yapıyorlar. Ben bu anlamda gerçekten olumlu görüyorum bu dizlerin işlevini. Ama sonuçta bunlar popüler kültür anlatıları. Her ne kadar yaşanan ayrımcılıkları, adaletsizlikleri gösterseler de sonunda getirip mutlu aile motifine bağlıyorlar. Bazı yapımlar ise ağlayarak ekranı kapatmanın ötesine geçebiliyor.

Her dönem kendi trendini yaratıyor. Son dönemlerde bir siyasal dönüşümden bahsediyoruz. Gelecekte hangi trendlerle karşılaşma ihtimalimiz var?

Bir dönem psikoloji dizileri popülerdi. Bir ara doktor dizileri popülerdi. Koronavirüs onların şanssızlığı oldu. Kimse hastane ortamını izlemek istemedi. Psikoloji dizileri de azalıyor. Biraz daha küçük insanların mutlu olduğu, içine mizahın katıldığı diziler yükselişte. Mizahla dramanın iç içe geçtiği yapımları insanlar izliyor.

Tabii televizyondaki sansür ve otosansür meselesine de değinmek gerek. Bu konuda ne söylersiniz?

Herkes korku altında işini yapmaya çalışıyor. Ama dizi kolektif bir süreç. Fabrika gibi aslında. O yüzden mutlaka muhalif kırıntılar, her izleyici fark etmese de, hikâyenin içeriğine bir yerden de olsa sızmış oluyor. Sansür bazı insanlarda yaratıcılığı da tetikleyebiliyor. Hatta sansürü tiye alan içerikli var. Leyla ile Mecnun'u hatırlarsınız. Türkiye'de güçlü bir sinema ve televizyon sektörü olduğunu düşünüyorum. Yerleşmiş bir sektör. Güzel günler gördüğümüzde bu sektörün çok daha iyi işler üreteceğine eminim. Atlatacağız bu dönemi.

VİCDANIMIZI TEMİZE ÇEKİYORUZ

Kırmızı Oda, Masumlar Apartmanı gibi psikolojik dramalarda da kadın hikâyelerine sıkça rastlıyoruz. Bu yapımlarla nasıl bir yorum yaparsınız?

Televizyonun zaten en önemli işlevlerinden birisi sosyal sorunları bireysel bir hikâyeye indirgemesidir. Bu açıdan bu psikolojik dramalar yeni bir şey yapmıyor. Bu diziler beni çok rahatsız ediyor. Bizden anne psikolojisiyle empati kurmamız beklenilen karakterler aslında gerçekler. Aile yapısının, ırkçı, ayrımcı söylemlerin değişmesi için siyasal politikalarla müdahale edilmesi gereken şeyler. Bu dizilerde bu sorunlar bağlamından kopularak sunuluyor. Ah’lıyoruz, vah’lıyoruz. Kendi vicdanımızı temize çekiyoruz.

Dizilerin ezen-ezilen ilişkisini yeteri kadar işlediğini düşünüyor musunuz?

Çukur'u düşünebilirsiniz. Çukur'daki tamamen biraderler cemiyetinin hikâyesiydi. Özellikle son sezonunda o mahalleyi kentsel dönüşümle mutenalaştırmaya çalışan büyük sermayeye karşı direniş vardı. Yeşilçam'dan bu yana ezen, ezilen kavgası, büyük sermayeye karşı küçük insanların mücadelesi hep işlenen bir motif. Üç Kuruş’ta da muhtemelen benzer bir hikâye göreceğiz. Yargı dizisinde de siyasi erkle, güçlü olanla mücadele eden küçük insanları görüyoruz.

Türkiye'deki popüler kültüre ait diziler birçok sosyal konuyu işliyor. Peki neleri gizliyor?

Televizyon aslında sorunları gösterirken gizliyor. Televizyon aslında geçmişte çok daha cesurdu. Ama gizlediği şey şu galiba: Biz ağlayıp geçiyoruz. Bittiğinde huzurla ekranımızı kapatıyoruz ve unutuyoruz. Özellikle de hikâye mutlu bir sonla bitiriliyor, herkesin huzurla ailesinin evinde yaşamaya devam edeceği bir hikâye anlatılıyor. Mutlu olduğunuz dünya ehveni şerdir diyor.

Sercan MERİÇ / BİRGÜN


Bu ne biçim aşk? - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

 

Cumhurbaşkanımız ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, memur ve emeklilere yapılan zammı açıklarken haykırdı: BİZ SİZE ÂŞIĞIZ! Vay canına, bu ne büyük bir itiraf. Bize âşık olan bir Cumhurbaşkanımız var! Sevinin, halaylar çekin, havai fişekler patlatın! Aşk bu aşk!

Ben de acayip mutlu oldum, aşk bahsini kapamıştım ama bu sözleri duyunca ayaklarım yerden kesildi. Âşık adam neler yapmaz ki, Leyla’nın aşkından kendini dağlara vuran Mecnun’u, Şirin’in aşkından dağları delen Ferhat’ı anımsayın! Ah nankörler, ah kıymet bilmezler, sizin için gece gündüz çalışan, hepinizin evine ekmek getiren, sizi tatillere gönderen, altınıza son model arabalar çeken bir âşığınız var!

Ama o da ne? 

Bize âşık Cumhurbaşkanımız 11 milyon emekliyi görmezlikten geliyor hatta ara sıra “Şu emekliler olmasa da yurttaşlarıma duyduğum aşkla daha güzel şeyler yapabilsem” diye düşünüyor. Mesela tekne alabilsem hatta uçak alabilsem. Emekliler siz zaten yaşadınız yaşayacağınız kadar. Ha içinizde 68-78 olaylarında işkence görenleriniz var, dostlarınızın pek çoğu  polis kurşunu ile öldürüldü. Dua edin yaşadığınıza! Köşenizde oturun, sıkı sıkı giyinin. Tatil hayalleri kurun, ardından elinizde poşet ekmek kuyruğuna girin, yağ kuyruğuna girin. Böylece sosyalleşirsiniz. Zaten yaşınızı başınızı aldınız, aşk sizin neyinize?

Ama o da ne? Cumhurbaşkanımız ve AKP Genel Başkanı bir anda âşık olduğunu unutup evin babası gibi bizleri azarlıyor. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu! Şöyle, Cumhurbaşkanı’nın aşkına inanmayanlar, durup durup miting yapıyorlar, işyerlerinin kapılarında hak arıyorlar. Laik eğitimden söz ediyorlar, bütçesi üç bakanlığın bütçesinden fazla olan Diyanet’in kapatılmasını istiyorlar. Pasif protesto eylemi yapanların sayısı da giderek çoğalıyor. Akaryakıta her gün yapılan zamlardan sonra örneğin İstanbul’da trafik son yirmi yılda ilk kez bu kadar tenhalaştı. Pek çok kişi ütü yapmaktan vazgeçiyor, bulaşık makinesi kullanmayanlar epeyce çoğaldı. Büyük çoğunluk tek lambayla geceyi geçiriyor. Kombisi olanlar tek odada oturmaya başladılar. A evet unuttum, içki ve sigara zamlarından sonra aşka inanmayan tekeller kepenk indirdi, sarma sigara artık herkesin cebinde ve aşağı yukarı on evden birinde içki laboratuvarları kuruldu. Adam aşkla mest olmuş, içmesin mi? Bir de bu açıdan düşünün.

Hem âşığımız hem babamız bunlara böyle sesleniyor: “15 Temmuz’da o sokağa dökülenlere bu millet nasıl dersini verdiyse siz de dökülün, siz de dersi evvel Allah alırsınız!” Aman Tanrım, birden aklıma 15 Temmuz’da emir kulu gencecik askerlerin boğazları kesilerek nasıl öldürüldükleri geldi. Ve ardından milletin iç çamaşırlarıyla tankları nasıl durdurdukları aklıma geldi. Ardından hiçbir şeye karışmamış ama babamız ve âşığımızı kandıran pek çok kadın ve erkeğin nasıl maaşa bağlandığı aklıma geldi.

Ayaklarım yerden kesilmişti ya, babamızın bu sözlerinden sonra ben acaba nerelere sığınabilirim diye epey kafa yordum. Ve vallahi de billahi de sığınacak yer bulamadım, gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi donup kaldım.

Ve birden aklıma, katıldığım çok kalabalık bir miting geldi. Yıl 1977. Seçimlere üç dört gün kalmış. Ecevit, CHP’nin İstanbul’da büyük bir miting yapacağını duyuruyor. 70’lerin ikinci yarısı, her yerde gençler, öğretim üyeleri, gazeteciler öldürülüyor. İstanbul mitinginden bir gün önce dönemin başbakanı Süleyman Demirel, Ecevit’e gizli bir mektup gönderiyor: “MİT’ten gelen bilgi doğrultusunda, Taksim’de miting yapmanızın çok tehlikeli olacağı bildirilmiştir, mitingden vazgeçmeniz doğru olacaktır.” Ecevit, mektubu aldıktan sonra radyoda bir konuşma yapıyor, ortamın gergin olduğundan söz ediyor ve sözlerini “Ben ve eşim Rahşan Hanım yarın Taksim’de olacağız!” diye bitiriyor. Ve ertesi gün CHP tarihinin en kalabalık mitingi yapılıyor. 1 milyon insan! Bir başka  başkaldırı, 1980 yılının 1 Mayısı’nda sokağa çıkma yasağı konulmuştu. Öyle ki yurdumuzun en değerli kadınlarından ve TİP milletvekili Behice Boran 300’e yakın yoldaşıyla Taksim’e çıkmış, yerlerde sürüklenmişti. Ama çıkmıştı!

Âşığımız ve babamızın bugünlerde sokağa çıkmama çağrısına ne yazık ki muhalefet partileri de başlarını sallayarak onay veriyorlar. Arkadaşlar, gösteri mitingleri yapmak anayasal bir haktır! Tamam, diyeceksiniz ki anayasayı takan mı var! Peki, ya âşığımız ve babamız bu sessizliğimizi bozmak için İstanbul, Ankara, Adana, İzmir, Antalya belediyelerine kayyum atarsa! “Atayamaz” demeyin, hem âşık hem sözünün eri babamız bunu da yapabilir. Benden söylemesi. O zaman ne olacak? Kimsenin şimdilik buna bir yanıtı yok sanırım.

Işıl Özgentürk / Cumhuriyet