İbretlik bir çevre yağması girişimi: Muğla çimento fabrikası - AYDIN TURAN / SOL

 'Ancak tarih her yerde olduğu gibi bu topraklar için de tersi örneklere tanıklık etti. Yaşanabilir bir dünya için de bu örneklerin çoğalması gerek.'

“Anahtar nerede? Suya düştü. Su nerede? İnek içti…”

Öykü 2005 yılında başlar. 1993 gibi daha eski bir tarihe de gitmek de mümkün. Zira çimento patronlarının bu işe epey öncesinden hazırlandığı anlaşılıyor.

Öyle ya! O kadar orman alanının tahsisi gibi bir sorun halledilmeden bu süreç nasıl başlayabilir ki?

İlk adım Adoçim adıyla bilinen Adoçim Beton San. ve Tic. A.Ş. tarafından atılır. Şirket 2005 yılında Muğla Bayır beldesi doğu sırtlarında bulanan Tekağaç mevkiinde 250 dönüm üzerine bir çimento fabrikası kurmak için kolları sıvar.   

Bunun için bir miktar arazi satın alınır, bir miktar arazi de sahiplerinden 49 yıllık gibi sürelerle kiralanır. Bu arada bir yandan tesis kurulması planlanan ve Deştin köyü sınırlarında kalan alanın dönemin Bayır Belediyesi mücavir alanına alınması ve İl Genel Meclisinde onaylanması gibi işler halledilirken diğer yandan yapılan değişiklikle Deştin köylülerinin yapılacak olan ÇED toplantılarına katılımı engellenir.

Böylece tesis kurulması planlanan alanın bir kısmı 6360 sayılı yasayla mülga Bayır Belediyesi mücavir alanında, bir kısmı da yine aynı yasa ile mülga İl Özel İdaresi alanında kalır. Zaten çimento fabrikası amaçlı imar planları da 2007 yılında dönemin AKP’li Bayır Belediyesi ve Muğla İl Özel İdaresi tarafından yapılır.

Projeye ilişkin ilk ÇED raporuna, 2006 yılı Ağustos ayında Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından ÇED olumlu kararı verildiği duyurulur.

Bu süreçte Deştin köylüleri vazgeçmez direnmekten.

3 Temmuz 2007 yılında Muğla 1. İdare Mahkemesine açılan iptal davası sürecinde dosyadaki bilirkişi raporunda yer alan tespitler ve verilen yürütmenin durdurulması kararı davanın seyri açısından köylüler için umut verici olurken, şirket de muhtemelen bir öngörüde bulunarak alternatif yollara bakma gereği görmüş olmalıdır. Zira dava devam ederken 2010 yılında Muğla Çimento adıyla aynı bölge için yeni bir ÇED süreci başlatılır, ancak bu ikinci ÇED sürecinden kamuoyunun haberi olmaz.

Bu arada devam eden yargı süreci de beklendiği gibi gelişir ve 2015 yılında verilen ÇED iptal kararı 2016 yılında kesinleşir.

Bu aşamada yeni bir ÇED süreci başlatmak yerine 2010 yılında hazırlanan ÇED raporu devreye alınır. Her ne hikmetse Çevre Şehircilik İl Müdürlüğü tarafından duyurusu ilan edilmeyen, edildiyse de kimse tarafından bilinmeyen bu ikinci ÇED raporu için, 2014 yılında ilgili bakanlık tarafından ÇED olumlu kararı verilir.

Bu karar ile bir eşiği atlayan şirket sessiz sedasız beklemeye geçer.

6360 sayılı “On Üç İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Altı İlçe Kurulması İle Bazı Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ile birlikte 2014 yılı Mart ayında yapılan seçimlerle beraber hem Bayır Belediyesi hem İl Özel İdaresi mülga hale gelir. Muğla Belediyesi Büyükşehir olarak kapanan İl Özel İdaresi yetkilerini devralırken, belediyesi kapanan Bayır eldesi de artık bir mahalle olarak yeni kurulan Menteşe Belediyesine katılır.

Bu arada dönemin mülga AKP’li Bayır Belediyesi ile Muğla İl Özel İdaresi tarafından hazırlanıp onaylanan imar planlarına ilişkin meclis kararlarının iptali için 2007 yılında açılan dava neticesinde 2017 yılında Muğla 1. İdare Mahkemesince iptal kararı verilir.

Bu iptal kararı ile paralel olarak Entegre Çimento Fabrikası amaçlı 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planının iptal edilerek plansız alanda kalması teklifi, Muğla Büyükşehir Belediyesinin 14.09.2017 tarih ve 299 sayılı meclis kararı ile kabul edilir. 1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planı ise Menteşe Belediyesinin 06.02.2018 tarih ve 23 sayılı meclis kararının, 12.04.2018 tarih ve 91 sayılı Muğla Büyükşehir Belediye meclis kararı ile onaylanması ile iptal edilir.

Ancak yeni kurulan belediyelerin imar plan iptallerine gerekçe yapılan mahkeme kararları, Danıştay tarafından iki kez bozulmasının ardından, iptal talebi mahkeme tarafından 2019 yılında nihai olarak reddedilir.

Menteşe Belediyesi tarafından apar topar verilen ruhsatın ilk elden gerekçesi de Danıştay’ın bozma kararı üzerine verilen bu iptal kararı olur.

Plan iptal taleplerinin reddi yönündeki nihai karar ile rahatlayan şirketi daha da rahatlatacak kararlar ise sonrasında gelir.

Muğla 1. İdare Mahkemesinin 2017 tarihli plan iptal kararlarına dayanarak 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı ve 1/000 ölçekli Uygulama İmar Planını iptal eden Muğla Büyükşehir Belediyesi ve Menteşe Belediyesi, bu sefer de 2019 tarihli mahkeme kararı ile plan iptallerine karar veren kendi meclis kararlarını yeniden iptal ederler.

Özet olarak tek başına ÇED iptalinin kendisi plan iptalinin gerekçesi olamaz şeklindeki mahkeme kararı planın yeniden yürürlüğe alınmasının gerekçesi olur. Dolayısıyla hem ilçe belediyesinin hem de büyükşehir belediyesinin kendilerinden önceki kurumlar tarafından yapılan Entegre Çimento Fabrikası amaçlı planın kendisine ilişkin ne tür bir değerlendirmeye sahip olduğu bilinmez. Bir bakıma meclis iradesi, meclis eliyle noter pozisyonuna düşürülür.

2. ÇED olarak bilinen rapora 2014 yılında alınan ÇED olumlu kararı ile bir eşiği atlayan şirket için bu ikinci eşik de böylece atlanmış olur. Sırada halledilmesi gereken ruhsat işlemleri kalır. Bunun için biraz daha beklemek gerekecektir.

Menteşe Belediyesi tarafından ise, 2021 yılı Nisan ayında ön inceleme talebiyle sunulduğu belirtilen mimari projenin, yargı kararları ve mevzuat gözetilerek incelendiği, ancak TMMOB bileşenlerinin de bilgisi olması açısından diğer tüm projelerin vize yaptırılarak müracaat edilmesinin istendiği açıklanır.

Sonrasındaki süreç ise adeta bir rüzgâr gibi geçer.

31.12.2014 tarihli ÇED olumlu kararın geçerlilik süresinin bitimi olan 31.12.2021 tarihinden on altı gün önce, 14.12.2021 tarihinde ruhsat talebi için başvuru yapılır. Ayrıca “ÇED Olumlu" kararı verilen proje için yedi (7) yıl içinde mücbir sebep bulunmaksızın yatırıma başlanmaması durumunda "ÇED Olumlu" kararı geçersiz sayılır” hükmüne istinaden şirket tarafından 23.12.2021 tarihli dilekçe ile Muğla Valiliği Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğünden sahada çalışma yapıldığına dair kurum tespiti talep edilir. Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü ise 28.12.2021 tarih ve 2562457 sayılı yazısı ile proje sahasında çalışma yapıldığına dair tespit tutanağı düzenlendiğini belirtir.

Ruhsat verilmeden nasıl bir çalışma yapılabileceği sorusu da boşlukta asılı kalır.

Ve nihayet 29.11.2021 tarihinde ise Menteşe Belediyesi tarafından 472/21 ruhsat numarası ile ruhsat düzenlenir.

Fakirin eşeği düz yolda şaşarken zenginin kağnısı yine dağları aşmıştır.

Bu arada 29 Aralık 2021 tarihinde verilen ruhsat için 19 Ocak 2022 tarihli Bakanlık yazısına neden ihtiyaç duyulduğu da başka bir soru işareti olarak kalır. (“Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının 19.01.2022 tarih ve 2732120 sayılı yazısı ile ÇED olumlu kararının geçerli olduğu Belediyemize bildirilmiştir”)

Çimento Fabrikasına ruhsat verildiği haberinin basına ve kamuoyuna yansıması ile neredeyse kapanmış ve unutulmuş olan mesele bir anda Menteşe kamuoyunun gündemine oturur.

Köylüler ve çevreciler şaşkın, kamuoyu ise olandan bitenden biraz habersizdir o sıra.

CHP’li Menteşe Belediye Başkanının konuya dair ‘Ben vermesem Bakanlık verecekti’ şeklindeki açıklaması tartışmaların tuzu biberi olur. CHP’li bir belediyenin seçmeniyle karşı karşıya kaldığı ve utangaç açıklamalarla geçiştirilmeye çalışılan konu bir anda AKP Muğla Milletvekili Yelda Erol Gökcan'ın elinde CHP’ye karşı koz olur. 20 yıllık iktiranda çevre yağması ve çevre katliamıyla gündemden düşmeyen AKP’nin Muğla Milletvekili, bu vesile ile bir yandan çevreci kesilerek CHP’li belediyeyi çimento fabrikasına ruhsat vermekle suçlarken diğer yandan köy muhtarları üzerinden halk belediyeye karşı harekete geçirilmeye çalışılır. Belediye önünde yapılacak basın açıklaması için her türlü kolaylık sağlanacağının fısıldanması da unutulmaz.

AKP Muğla Milletvekilinin bu girişimi karşısında başından beri sürece müdahil olan çevre örgütleri ve aktivistleri, çevre mücadelesinin iktidarın siyasi hesaplara malzeme edilmemesi, ruhsatı veren belediye ile birlikte ÇED olur kararı veren bakanlığın da karşıya alınması gerektiğini belirterek bu girişimin bir parçası olmayacaklarını açıklarlar. Bu müdahale ile bir parça bölünmüşlük görüntüsü ortaya çıksa da AKP’yi sevindirecek bir sonuç pek çıkmaz.

Toz duman içinde bunlar yaşanırken CHP cephesinden de ÇED olur kararı veren Çevre Şehircilik Bakanlığını suçlayan ve kendilerinin ruhsatı vermek zorunda olduklarını belirten açıklamalar gelir.

CHP’li Muğla Milletvekili Süleyman Girgin tepkiler için “mektup doğru adres yanlış” nitelemesinde bulunurken AKP Muğla Milletvekili Yelda Erol Gökcan’dan“ mektup da doğru adres de doğru” karşılığı gelir.

Konu Meclis Genel Kuruluna kadar gider. CHP Genel Başkan Yardımcısı Kahramanmaraş Milletvekili Ali Öztunç’un AKP Muğla Milletvekili Yelda Erol Gökcan’a yönelik “Hodri meydan. Sayın Gökcan, eğer çevre hassasiyetiniz konusunda samimi ve kararlıysanız partinizde bu konuyu gündeme taşıyın, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı ile görüşün ve ÇED olumlu kararını iptal ettirin. Yetki sizde, elinizi tutan yok.” sözlerine ise Yelda Erol Gökcan’dan “Hem ruhsatı veriyorsunuz hem de Bakanlığımızı suçluyorsunuz. Ruhsatı veren siz suçlu olan biz miyiz?” karşılığı gelir.

Yelda Erol Gökcan’ın konuyla ilgili Meclis Genel Kurulunda “ÇED verilmesi ile ilgili Bakanlığımızı suçluyorlar. ÇED sadece çevresel etkilerin değerlendirilmesinden ibarettir. Herhangi bir faaliyet için ÇED’in olumlu verilmesi ruhsatın verilmesi anlamına gelmemektedir. ÇED, prosedür gereği verilir, plan veya izin onayı değildir.  Ruhsat verilmesi tamamen CHP’li Belediye’nin işgüzarlığıdır” şekildeki açıklamalarına ise bu sefer CHP Muğla Milletvekili Süleyman Girgin “AKP’li Bayır Belediyesi tarafından çimento fabrikasına ait imar planları onaylanmıştır. Bakanlıkta ÇED olumlu raporu vermiştir. Yatağan Deştin köylüleri iptal davası açtı ve bunu kazanmıştır. Büyükşehir Belediyemiz ve İlçe Belediyemiz de planları Danıştay kararından sonra iptal etmiştir. Ancak Çevre Bakanlığı ikinci bir ÇED raporu düzenleyince Danıştay bizim belediyelerimizin aldığı iptal kararını bozmuştur.  AKP’li Bayır Belediyesi ve Muğla Valiliği’nin yaptığı planlar tekrar yürürlüğe girmiştir. Ne Menteşe Belediyesi ne Muğla Büyükşehir Belediyesi yeni bir plan onaylamamıştır. Menteşe Belediyesi’nin Danıştay kararını yok sayma imkânı yoktur. Sonuç itibarıyla belediyelerimiz yargı kararları karşısında eli kolu bağlıdır” şeklindeki açıklamalarla karşılık verir.

Ancak bunlar yaşanırken şirketin ruhsat almak için şimdiye kadar neden beklediği, konunun Nisan ayında belediyeye gelmesine karşın ÇED olumlu kararına dair kamuoyuna neden bilgi verilmediği, TMMOB Mimarlar Odasının ÇED raporuna dair çekincelerinin neden dikkate alınmadığı, sıradan bir inşaat ruhsatı için birkaç ay beklenirken bu ölçekte bir projenin bu kadar kısa bir sürede nasıl ruhsatlandırıldığı gibi sorular ise yanıtsız kaldı.

Öte yandan CHP Muğla Milletvekilli Mürsel Alban konuya dair “telafisi imkânsız sonuçlar verecek adımlar atılmamalıdır” şeklinde uyarı tonu ağır basan bir açıklama yaparken bir başka CHP Muğla Milletvekili olan Burak Erbay da fabrikanın yaşam alanı yakınlarına kurulmaması gerektiği yönündeki açıklamalarıyla süregiden tartışmaya CHP cenahından ama başka bir noktadan katılmış oldular.

Netice itibariyle AKP’li Bakanlık ile CHP’li Belediye veya başka bir ifadeyle iktidardaki AKP ve muhalefetteki CHP arasında yaşanan patırtıda olan yine Muğla’ya ve toprakları çoraklaştırılan, ormanları yağmalanan, geçim kaynakları ellerinden alınıp yoksullaştırılan halka olur. Piyasa mekanizmasının hâkim olduğu yerde kutsanan her zaman sermaye olur.

Bu düzende çevreyi önceleyen bir politika için de mücadele etmekten başka bir seçenek yoktur insana.

İşler biraz sarpa sardığı için olsa gerek, son olarak ÇED olur kararına karşı açılan iptal davasına ruhsatı veren Menteşe Belediyesi de müdahil olur. Ruhsat iptali talepleri için ‘biz bu talebi yasal olarak karşılamak zorundayız, elimiz kolumuz bağlı’ diye açıklama yapmak zorunda kalan bir belediye için ‘Mahkeme iptal ederse uyarız’ demeye gelen ve topu yargıya atan bir yaklaşım kendi içinde pek de tutarsız görünmez.

Gelinen noktada Muğla Çevre Platformu, Menteşe Kent Konseyi, Deştin Çevre Platformu gibi örgütlerin öncülüğüyle hem ÇED olumlu kararının hem de ruhsat işleminin iptali istemiyle konu yargıya taşınır.

Ancak AKP Türkiye’si artık hiç de o eski “Ankara’da hâkimler var” Türkiye’sine benzememektedir.

Hukuk mücadelesi şart ama tek başına hiçbir şeyin garantisi değil.

Örgütlü bir halk mücadelesinin parçası kılınmadıkça, hiçbir hukuk mücadelesinin kalıcı bir kazanımla sonuçlanma garantisi yok. Zaten bu kadar gürültü çıkmasının nedeni de da bu oldubitti kurnazlığına karşı halkın tepkisi. Nihayetinde olayların seyrini de büyük olasılıkla bu tepkinin gücü belirleyecek. Bir başka açıdan yaşananlar adeta düzen siyasetinin perdesini indirmiş durumda. Halk, kendi çaresizliğinden siyasi çıkar devşirme yarışına giren düzen partilerine karşı örgütlü mücadelesinde dik duramazsa sonuç da pek değişecek gibi durmuyor.

Ancak tarih her yerde olduğu gibi bu topraklar için de tersi örneklere tanıklık etti.

Yaşanabilir bir dünya için de bu örneklerin çoğalması gerek.

Bu örnekleri çoğaltmak da bu düzende geleceği çalınan herkesin görev ve sorumluluğu olmalı.

AYDIN TURAN / SOL

 Bayır-Yatağan hattı Muğla’nın Dilovası mı olacak! 

2015 yılında İptal edilen ilk ÇED raporunda 250 dönüm üzerine kurulacağı söylenen ve kamuoyunda da yaygın olarak gerçek boyutları hakkında pek fikir bulunmayan Muğla Çimento fabrikası, beton santrali ve entegre tesisler için güncel ÇED raporunda yer alan bilgilere göre;

Kurulması planlanan çimento fabrikası için 9,53 hektar tesis alanı, 765,66 hektar ise hammadde temin alanı öngörülüyor.

Kabaca 7750 dönüm büyüklüğünde bir alan söz konusu.

Proje ruhsat alanı içinde izinleri alınmış 23 adet kil 29 adet Kalker ocağı görünüyor.

40 yıl işletme ömrü öngörülen tesiste her yıl 2.500.000 ton Çimento, 1.700.000 ton Klinker üretilmesi planlanıyor.

Bu üretim için gerekli olan hammadde ise tesis alanı çevresinde bulunan 765 Hektarlık alandan her yıl 2.200.000 ton Kalker ile 480.000 ton Kil çıkarılarak sağlanacak.

Yine üretim için her yıl 25.000 ton Demir Cevheri ve 306.000 ton Kütahya Linyiti kullanılacak.

Hammadde temin alanı olarak belirlenen alanda tespit edilen ve 40 yıl boyunca kullanılması planlanan rezerv miktarı ise yine ÇED raporunda belirtildiğine göre yaklaşık olarak 130 milyon ton. Delme/Patlatma yönteminin de kullanılacağı belirtilen hammadde çıkarma işi için yer yer 100 metre derinliğe kadar inilmesi planlanıyor. Açık ocak yöntemiyle çıkarılacak malzeme için öncelikle sahada bulunan nitelikli orman örtüsünün yok edilmesi gerekecek.

Proje kapsamında kurulacağı belirtilen üniteler ise ÇED raporunda şu şekilde sıralanmış;

*Hammadde Ocakları, *Konkasör(Kırıcı ) Ünitesi, *Ön Homojene ve Hammadde Stoklama Ünitesi, *Hammadde (Farin)Değirmen Ünitesi, *Farin Stok ve Homojene Siloları, *Kalsinatörlü Ön ısıtıcılı –Döner fırın ve Klinker Soğutucu Ünitesi, *Kömür Öğütme Ünitesi, *Çimento Öğütme Ünitesi, *Tras Kurutma Ünitesi, *Paketleme Ünitesi

Halen Milas İkizköy halkının ve çevre örgütlerinin termik santralin kömür ihtiyacı için tahsis edilmesine karşı mücadele verdiği Akbelen Ormanı'nın 750 dönüm olduğu düşünülürse, çimento fabrikası için yağmalanacak olan alanın büyüklüğü daha rahat anlaşılabilir. Akbelen Ormanı'nın on misli genişlikte bir alan söz konusu olan.

Üstelik doğrudan Kazan Göleti yağış havzası içerisinde kalan söz konusu alanın hemen bitişiğindeki vadi içerisinde ise Bayır Barajı bulunuyor ve her ikisi de bayır ovası ve yatağan havzasında bulunan tarım alanları için birer can suyu niteliğinde.

Aynı havza içerisinde bulunan Yatağan Termik Santrali ekonomik ömrünü tamamlamasına karşın faaliyetini sürdürürken irili ufaklı onlarca mermer ocağı da bölgenin başka bir yarası olmaya devam ediyor.

Google uydu görüntülerine bakıldığında Bayır beldesinin diğer tarafında yer alan Tınaz sahasıyla hemen hemen aynı büyüklükte olan çimento fabrikası ve hammadde temin sahasının faaliyete geçmesi bu havza için sonun başlangıcından başka bir anlam ifade etmiyor.



TARİHTE BUGÜN ( 12 ŞUBAT)

 


1859   Osmanlı Devleti döneminde sivil yönetici sınıfını yetiştirmek amacıyla Mekteb-i Mülkiye adlı okul açıldı.

1994   Tuzla tren istasyonunda çöp kutusuna teröristlerce yerleştirilen saatli bomba patladı: 5'i yedek subay, biri sivil 6 kişi öldü. Aralarında sivillerin de bulunduğu 39 kişi yaralandı.

2008   Avusturya'nın güneyindeki Kaernten Eyalet Meclisi, eyalet sınırları içinde 'cami ve minare inşa edilmesini yasaklayan yasa' kabul edildi.

2003   İran'da düşen yolcu Tupolev 155 tipi yolcu uçağında 105 kişi hayatını kaybetti.

1986   Ayda 18 günlük indirim öngören Ceza İnfaz Yasası değişikliği, 1986 yılında bugün Bakanlar Kurulu'nda kabul edildi.

1990   Hükümetin açıkladığı tütün fiyatlarını protesto eden üreticiler Akhisar'da sokağa döküldü, 200 kişi gözaltına alındı.

1989   Ankara'da Perşembe Grubu'nun çağrısıyla 1 Feminist Kongre toplandı "Feminist Hafta Sonu" adıyla anılan toplantıya İstanbul, Adana ve Türkiye'nin değişik illerinden feministler katıldı Kongre sonunda "Kadınların Kurtuluş Bildirgesi" yayınlandı "Bedenimiz Bizimdir, Cinsel Tacize Hayır" kampanyasının başlatılmasına karar verildi.

1976   İstanbul'da tarihi Direklerarası'ndaki Naşit Tiyatrosu, sünger deposu oldu.

1959   Kıbrıs konusunda II Londra Konferansı başladı Konferansa İngiltere'den Başbakan Harold Macmillan, Türkiye'den Başbakan Adnan Menderes ve Yunanistan'dan Başbakan Konstantin Karamanlis ile Kıbrıs Türk ve Rum cemaatleri liderleri Dr Fazıl Küçük ve Makarios katıldılar.

1982   Milli Güvenlik Konseyi (MGK) feshedilen partilerin yöneticileri dışında kalanların hazırlanan anayasa taslağı ile ilgili görüş açıklamalarına izin verdi.

1966    Milli Eğitim Bakanı Orhan Dengiz, "İmam-hatip okulları kalkınmamız için gereklidir" dedi.

1971   TOFAŞ otomobil fabrikası Bursa'da törenle açıldı TOFAŞ'ın ortakları arasında, Türk Otomobil Fabrikaları, Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu, Koç Holding, Türkiye İş Bankası ve İtalyan Fiyat şirketi var.Aynı gün Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçiliği, Türkiye'de görevli Amerikalılar için can ve mal güvenliği istedi.

1929   Josef Stalin yönetimince sürgün edilen Lev Troçki İlyiç adlı bir gemi ile İstanbul'a geldi ve Büyükada'ya yerleşti.

1956   Karikatürist Turhan Selçuk Uluslararası Bordighera Mizah Şenliği'nde Platin Palmiye Ödülü'nü aldı.

1962   Adalet Partisi Zonguldak Milletvekili Nuri Beşer'in dokunulmazlığı kaldırıldı Nuri Beşer'in Türk Silahlı Kuvvetlerine hakaret ettiği iddia ediliyordu.

1961   İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi öğretim üyelerinden Doçent Necmettin Erbakan, 12 Şubat 1961'de, yerli otomobil üretimi konusunda üniversitede bir konferans verdi Türk tipi bir otomobilin % 50'sinin Türkiye'de üretilecek yerli malzemeyle yapılması halinde, otomobil birim maliyetinin yaklaşık 1400 dolar (14 000 lira ) olacağını açıkladı.

1969   Tiyatro ve sinema sanatçısı Vahi Öz vefat etti.

2014   Ankara Batıkent-Sincan metrosu törenle açıldı.

1920   Kahramanmaraş düşman işgalinden kurtuldu.

2019   Erdoğan Sıcak, tiyatro, dizi ve sinema oyuncusu vefat etti.

2002    Yugoslavya'nın eski devlet başkanı Slobodan Milošević'in yargılanmasına, BM savaş suçları mahkemesinde başlandı.

1961    SSCB, Venüs gezegenine Venera 1 uzay aracını gönderdi.


Mali’de Fransa-Rusya gerilimi nereden çıktı? - Erhan Nalçacı / SOL

'Fas ve Cezayir arasındaki gerilime Fransa ve Rusya arasındaki rekabet ekleniyor ve bölgede emperyalist hegemonya krizinin yeni fay hatları döşeniyor gözüküyor.' 



Bir ucunda Putin’in diğer ucunda Macron’un oturduğu 10 metrelik masayı görmüşsünüzdür. Herkes neden masanın bu kadar uzun olduğu ile ilgilendi ama biz masanın üzerindekilere bakalım. Altı saat çok uzun bir süre araları pek de iyi olmayan iki ülke lideri arasındaki görüşme için. Birçok pazarlık yürümüştür ama ne konuşulduğunu tam olarak öğrenemeyeceğiz.

Yalnız şunu anlıyoruz, masada sadece NATO- Rusya meselesi ve ABD’nin Ukrayna’yı araç olarak kullanıp Rusya’yı tehdit etmesi ve sıkıştırması konuşulmamış.

Putin görüşme sonrası basın açıklamasında bu başlıklardan birine değindi: 

“Mali’de hükümet Wagner’i davet etti, Rusya devleti olarak diyeceğimiz bir şey olamaz.”

Konuyu bilmeyenler için şifreli gibi bu cümle, ama anlamaya çalışalım ve emperyalist hegemonya krizinin kendisini Batı Afrika nasıl ürettiğine bakalım.

Avrupa merkezci düşünce bütün uygarlığın Avrupa kökenli olduğunu ve diğer coğrafya ve halkların kendi ilkel kültürlerini geliştirmek için Avrupalıların yardımına ihtiyaç duyduğunu vaaz eder.

Oysa Batı Afrika’ya baktığımızda, örneğin M.S. 1000 ve 1600 yılları arasında üretim tarzları açısından fark olmadığını, hatta Afrika’nın zaman zaman daha önde olduğunu görürüz. Sahra altı coğrafyada büyük imparatorluklar kurulmuş, doğudan batıya uzanan ticaret yollarına bağlı bir sermaye birikimi yaşanmış, hatta buna bağlı aydınlanma ve bilimin yükseldiği dönemler olmuştur.

Ancak 1800’lerin ortasında kapitalizmle birlikte sanayinin hızla gelişmesine bağlı coğrafi bir asimetri doğar. Fransız Devrimi’nde bayrağına eşitlik, kardeşlik, özgürlük yazan Fransız burjuvazisi sömürgeciliği hızla keşfedecek ve giderek iblisleşecektir. 

1855’ten sonra Sahra çölünün altındaki verimli kuşağın batısı Fransız ordusu tarafından işgal edilir. Yerli halkların direnmediği veya büyük Fransız kültürünü güllerle karşıladığı düşünülebilir ama aksine Fransa büyük bir dirençle karşılandı, defalarca yükselen isyanları Fransız ordusu kanla bastırdı. Mali’nin içinde bulunduğu coğrafya küstahça Fransız Sudan’ı olarak adlandırıldı ve sömürge valileri tarafından yönetildi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalizmin de desteğiyle Mali sömürge olarak tutulamaz hale geldi, önce 1956’da içişlerinde özgür hale geldiler, sonra 1960’da Mali Cumhuriyeti kuruldu. Aşağıdaki harita nispeten az bildiğimiz coğrafyayı gözümüzde canlandırmamızı sağlayacaktır.

Mali Cumhuriyeti’nin sınırlarının oluşturduğu tuhaf şekil sınırların oluşmasında emperyalizmin müdahalesini kanıtlıyor. Kuzeyde Cezayir ile komşuluğunun sonraki gelişmeler için önemli olduğunu düşünebiliriz. Haritada ayrıca Mali’nin başkenti Bamako’nun yerleşimi izleniyor.

Aşağıdaki Mali pulunda ülkenin ilk cumhurbaşkanı ve kurucu lideri Modibo Keita (1915-1977) görülüyor. Pullar çok şey söyler. Yüz yıl sonra Fransızlardan kurtulmanın onuru Keita’nın yüzüne yansımış. Öte yandan Fransızlar sömürge dilini ve para birimini bırakmışlar geride.
 
1960’ta kurulan Mali Cumhuriyeti’nin sosyalist Cumhurbaşkanı Modibo Keita’yı konu alan Mali pulu.

Ama puldan Modibo Keita’nın inanmış bir sosyalist olduğu anlaşılmıyor. Cumhuriyetin kurulmasından sonra bağımsızlık için desteğini aldıkları Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin peşinden giderek sosyalizmi kurmaya başlarlar. Henüz başlıca bir sanayinin olmadığı Mali’de öğretmenler gibi emekçi kesimlere yaslanırlar. Ancak kapitalizm öncesi üretim ilişkilerine dayanan geniş kırsal kesimin sosyalizme uyum sorunu, kuraklık gibi faktörler ve muhtemel dış müdahalelerle sekteye uğrar. 1969’daki askeri darbe ile yönetimden alınan Keita yaşamının sonuna kadar askeri gözetim altında kalır.

Tahmin edileceği gibi 1980’lerin başında liberalleşme dalgası gelir, özelleştirmeler, IMF ve kredileriyle tanışılır. Diğer ülkelerdeki gibi unutulan şey, liberalizmin bardakta durduğu gibi kalmadığı ve peşinden emekçi halkın yoksulluğunu, dinci gericiliği ve emperyalist müdahaleyi taşıdığıdır.

Batı emperyalizminin Libya’ya 2011’deki müdahalesinden sonra Mali’nin kuzeyindeki bağımsızlık isteyen halklarla şeriatçı örgütlerin bir araya gelmesi ile otonom bir bölge oluşur. Mali hükümetinin çağrısı ile Fransa 2013’te asker göndererek sürece müdahale eder. Fransa’nın müdahalesi 2014’te yeni bir özellik kazanır ve askeri varlık bölgedeki bütün eski Fransız sömürgelerine yayılır.

Mali’deki altın, uranyum, bakır, gümüş madenlerinin ve petrol yataklarının büyük ölçüde Fransız tekelleri tarafından işletildiğini belirtelim. Mali halkı giderek daha çok yoksullaşırken Fransa’nın bu hegemonyaya yaslanarak Mali’nin ulusal zenginliklerini transfer ettiği biliniyor.

Fransa’nın varlığına karşı başlayan direnç aynı zamanda Fransa’nın el altından cihatçıları desteklediğine ilişkin bazı kanıtlarla büyümüş gözüküyor.

Muhalefet cephesinin de desteğini aldığı anlaşılan albayların liderliğindeki askeri darbe 2020’de yönetime son verir. Fransız karşıtlığının yanı sıra Mali ordusunun Sovyetler Birliği ile bağlantıdan bu yana halen Rus silahları kullandığı, hatta askeri darbe öncesi darbeyi yapan subayların Rusya’da eğitimde olduklarını hatırlatalım.

Askerler tarafından yönetime getirilen sivil figürün Fransa ile uzlaşmaya çalışması üzerine 2021’de bir askeri müdahale daha olur ve yönetimden uzaklaştırılır. Bu süreçte Rusya sermayesinin örtülü yurtdışı operasyonlarını yapan ve paralı askerlerden oluşan Wagner’in Mali’ye davet edildiği anlaşılıyor.

Fransa Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın güney sınırlarının bu bölgeden geçtiğini kabul ettiremedi. Askerlerini Mali’den çekmeye ve Nijer gibi komşu ülkelere yerleştirmeye hazırlanıyor.

Daha önce bahsettiğimiz Fas ve Cezayir arasındaki gerilime Fransa ve Rusya arasındaki rekabet ekleniyor ve bölgede emperyalist hegemonya krizinin yeni fay hatları döşeniyor gözüküyor.

Değerli Mali halkına tekrar sosyalizme kavuşmalarını diliyoruz.

Erhan Nalçacı / SOL




Eğri oturup doğru konuşmanın zamanıdır - Aydemir Güler / SOL

 'Emekçi dalgasının ufku ilk bakışta sanılandan çok daha geniş olabilir. Solun işi bu ufku genişletmektir.'

Türkiye işçi sınıfı yeni bir grev dalgası yaşıyor. İlk değildir, ama her defasında olduğu gibi özgün nitelikler barındırmaktadır. 

Birincisi, işçi sınıfı örgütlü değildir. Grevlerin de çok büyük çoğunluğu bir sendika tarafından yönetilmemektedir. İlk bakışta derin bir zaaf olarak düşünebileceğimiz bu veri, bir başka pencereden okunduğunda kırk yıllık sendika tasfiyesinin ve bir o kadar süreye yayılan sendikal yozlaşmanın duvara çarpması olarak karşımıza çıkıyor. Sermaye iktidarının emek yaşamını kökten dönüştürdüğü tarihsel bir operasyon, mücadeleye katılan işçiler tarafından iflasa sürüklenmektedir. 

İkinci olarak, daha önceki grev dalgalarının pek azında kurulabilmiş olan “siyasal önderlik” yine söz konusu değildir. Siyasal önderlik işçi sınıfı için, solun altın yılları sayılan 1960-80 aralığında sık rastlanan bir özellikti. Bu dilimin dışına baktığınızda ise istisnadır. Grevlerin dalgakıranlarda dağılmasını açıklayan en önemli neden siyasetsizlik oldu. Siyasal öncünün varlığı veya öncü işçilerin siyasal örgütlülük tarafından yönlendirilmesi başarının güvencesi değildir, ama koşuludur. Bu durumda başarının önemli bir önkoşulundan yoksun olduğumuz kabul edilmelidir. Kabul etmek dediysek, kadere razı gelmek için değil, önlem almak için… 

Bu noktada üçüncü nota sıra gelir. Türkiye solunda, işçilerin ekonomik mücadelesine ekonomik bir organ, yani bir biçimde sendika aracıyla yön vermek gerektiği yolunda bir ezber yaygındır. Siyasallaşmanın ekonomik güdüleri kısırlaştıracağını varsayan bu ezber çoğu zaman “elden geleni yapmak” gibi bir zorunluluğa denk düşmüş olabilir. İşçi sınıfımızın siyasi örgütlülüğü çok eksik diye ekonomik mücadeleden geri durulacak değildir, elbette. Yani elden gelen yapılır… Bu mücadele aynı zamanda bir siyasallaşma sürecine de dönüştürülebilir. Veya klasik ifadeyle grev bir okuldur.

Ancak, dört, Türkiye solu mücadelenin nesnel kısıtlarını gözeterek ilerlemenin dışında bir taraftan ekonomist/sendikalist, diğer taraftan da anarko-sendikalist eğilimlerle de dolup taşmaktadır. Sol sendikacılığın, işçi sınıfı partisiyle, yani sosyalist iktidar mücadelesiyle bağlanmak yerine başlı başına bir siyasal odak olarak şekillenmesinin o kadar çok örneği var ki. Çocukluk çağında zorunlu sayabileceğimiz bu durum, onca politik mücadele deneyinden geçtikten sonra yanlıştır. Sol sendikacılık kendini burjuva partileriyle ve işçi sınıfının iktidar mücadelesiyle resmen eşit mesafede tanımlayabilmektedir. Bu yaklaşım sol sendikacılığın düzen içi sınırlara hapsolmasından başka yere gitmez. Sendika başkanları da parlamentoya gider!

Beşinci olarak, anarko-sendikalizm, partili mücadeleyi gereksiz sayan, işçi sınıfının kendiliğindenliğine methiyeler düzen bir akımdır. Oysa siyasetsiz bir emekçi yükselişi, çok uzun olmayan bir yolun sonunda sömürü düzeninin yıkılması perspektifi yerine uzlaşmalar batağına sapacaktır. 

Sınıfımızın siyasal örgütlülüğünün cılızlığı bir veriyse alınması gereken önlemler arasında hem pratik mücadelede komünistlerin öncü rollere soyunması, hem de akıl açıklığı olmalıdır. Öncü rol arayışı, solun geçmişinde fazla sık yaşandığı gibi kısır rekabetle değil, dayanışmayla, hareketin farklı kesimleri arasında dostça bir işbirliğiyle hayata geçirilmelidir. Komünist hareket farklı özneler, kurumlar, kendiliğinden örgütlenmelerle ilişkisinde kapsayıcı bir kültür geliştirmek zorundadır. Ancak aynı dostluğu herkes göstermek durumundadır. Siyasetsizliği kendisi için bir avantaj olarak kavrayan anarko-sendikalist akımlar dalgakıranlara hizmet edeceklerdir.

Pratik mücadeleye ilişkin dayanışmacı kültür altıncı notumuz olsun… Yedincisi ise, akıl açıklığıdır. Sol liberalizmin kiri pası temizlenmeden akıl açıklığı sağlanamaz. Bugün yaşanan toplumsal kriz ve çalkantının sınıfsal özünün alabildiğine net hale gelmesi, sol liberalizme özgü kimlikçi pozisyonlardan arınmak için büyük bir olanak yaratıyor. Sınıf eksenini ve kimlikler eksenini hayatın iki eşdeğer gerçeği olarak görmek, sol liberallerin direnç hattını yansıtır. Sınıf örgütlülüğünü ve sınıf mücadelesini esas alan komünist hat, kimlik sorunlarını ne görmezden geliyor, ne bu başlıklarda topu taca atıyor. Sınıfsallığın girmediği, anlamlandırmadığı bir kimlik sorunu yoktur. Örnek olsun, yoksul halkın fatura isyanının Kürt kentlerine yansıması bir “kimlik-sınıf barışması” değil, Kürt kimliğine ilişkin sorunların sınıf esasının çarpıcı biçimde açığa çıkmasıdır. Özetle kimlikle tanımlanan her sorun, her dinamik sınıfsaldır.

Sekizinci not veya bir diğer akıl açıklığı, doğrudan sosyalist iktidar hedefli olmayan bugünkü yoksulluk tepkisinin demokrasi mücadelesi olarak görülmesine karşı gerekmektedir. Ekonomik mücadelenin sağlayacağı kazanımlar burjuva demokrasisi yönünde ileri adımlar anlamına gelecekse, bu kazanımlara “görece daha demokratik” burjuva akımların el koymasına itiraz bile edilemez. Oysa mücadelelerin sınıfsallığı, sorunların çözümünün bu düzenin sınırlarından öteye taşabileceğini göstermektedir. Sol kendisini düzen içi hedeflerle sınırlama hastalığını bir kenara bırakmalı ve örgütsüz, siyasetsiz kitlelerin sergilediği dinamizme hak ettiği değeri vermelidir. “Elden geleni yapmak”, grevi okula dönüştürmek, kitlelere siyasetle buluşturmak… Bunlar başka türlü olmaz.

Dokuz; düzen muhalefetindeki sosyal-demokrat kollar mücadelenin ve solun müdahaleleri karşısında pozisyonlarını gözden geçirmek zorunda kalmaktadır. Özelleştirmeciliğin kırk yıllık tahtından indirilmesi, devletleştirmenin toplumsal meşruiyet kazanması, hatta en can alıcı başlıklarda emekçi halkın acil talebi olarak somutlanması ve egemen güçlere dayatılması mümkündür. Düzen muhalefeti bir noktadan sonra bu yola teslim olabilir. Ancak bunun için solda, bugüne kadar başka bir bağlamda tartışılan “bağımsız bir sınıf odağının”, bir başka ittifakın yaratılması gerekir. Adlı adınca CHP ve HDP’ye angaje bir sol, sosyalizm mücadelesinde ileriye doğru kırılma yaratacak gelişmelere katkı veremez, tersine kitle hareketliliğinin üstüne düzen muhalefetinin oturmasına yardımcı olur. 

Onuncu nokta, mücadelelerin iki boyutunun eşzamanlı ve birbirini besleyerek yürüyor olması. Bir tarafta ücretlerin erimesine, somut olarak göstermelik zamlara karşı işyeri bazlı bir işçi hareketi yükselmektedir. Diğer taraftaysa çok geniş emekçi halk kitleleri faturalara karşı ses çıkarmaktadır. İşçi sınıfının orta kesimlere uzanan kitleler tarafından haklı bulunması ve fatura protestolarında da emekçi karakterinin belirginliği, 2022 başlarındaki toplumsal tabloyu özgün kılıyor. Bu ne kendi durumunu düzeltmek için işçilerin grev yapmasından ibarettir, ne de küçük mülk sahiplerinin proleterleşme tehlikesine karşı isyanı. Sorunların iç içeliği ve yaygınlığı mücadeleye yeni bir ufuk ve zengin olanaklar kazandırmaktadır.

Bugünlük son nokta ise siyasi iktidarın bildiğimiz karakteriyle bağlantılı. Yıllardır, kaçınılmaz sonu bin bir manevrayla erteleyen AKP iktidarının ipini tekelci sermayenin ve emperyalist merkezlerin çekmesi en yüksek olasılık ve en çok bel bağlanan seçenek olageldi. Şimdi emekçi halkın meseleye el koyması devrimcilerin iyi niyetli, biraz da maksimalist temennisi olmanın ötesine geçiyor. Bunun gerçekleşmesi, yani AKP karşıdevriminin halk tarafından sonlandırılması, sömürü düzeninin restorasyon yoluyla tahkim edilmesini zora koşacaktır. Emekçi dalgasının ufku ilk bakışta sanılandan çok daha geniş olabilir. Solun işi bu ufku genişletmektir. Bu nedenle bir dizi nedenle eğri oturuyor olsak da doğru konuşmakla yükümlüyüz.

Aydemir Güler / SOL


İki kutuplu dünyaya açılan kapı: Yalta Konferansı’nı hatırlarken… - OGÜN ERATALAY / SOL

 ABD Başkanı Roosevelt, İngiliz Başbakanı Churchill ve Sovyet lider Stalin’in fotoğrafıyla hafızalarda kalan Yalta Konferansı 2. Dünya Savaşı sonrası dünyanın düzenini belirleyelen önemli dönemeçti.


Bugün 11 Şubat. Bundan 77 yıl önce 1945 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne (SSCB) bağlı Kırım’daki Yalta kentinde toplanan konferans sona erdi. İnsanlığın görmüş olduğu en büyük yıkımlardan birisi olan 2. Dünya Savaşı’nın sonuna yaklaşıldığı bir dönemde, 4-11 Şubat tarihleri arasında toplanan konferansta ABD-SSCB-İngiltere liderleri bir araya gelmişti.

Toplantı Sovyet topraklarında toplanmış olmasına rağmen toplantı talebi ABD’den geldiği için ev sahipliği ABD’de olmuştur. ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt, İngiliz Başbakanı Winston Churchill ve Sovyet lider Josef Stalin’in heyetleri beraber katıldığı konferansta özellikle savaşın ardından Almanya’nın, Avrupa ülkelerinin durumu ve Avrupa’da savaşın ardından Pasifik Cephesinde atılacak adımlar tartışılmıştır.

    1 Şubat 1945 itibarıyla Avrupa Cephesindeki durum


Savaşın altıncı yılındaki konferans toplandığı günlerde Nazi Almanyası’nın artık mağlup olacağı belli olsa da Alman toprakları çok büyük oranda işgal edilmemiş durumdadır. Doğu Cephesi’nde Naziler Sovyet topraklarından atılmış, işgal altındaki Polonya Sovyet Kızıl Ordusu ve onunla eşgüdümlü şekilde hareket eden Armia Ludowa (Halk Ordusu) tarafından büyük ölçüde kurtarılmıştır. Kızıl Ordu Berlin’in 65 km uzağındadır. Batıda ise Nazilerin Ardenler karşı-taarruzunun başarısızlığının ardından ABD Silahlı Kuvvetleri Almanya topraklarına doğru ilerlemektedir. Orta Avrupa’da ilerleyen Kızıl Ordu ise bu sıralarda savaşın en çetin kuşatmalarından birisini gerçekleştirmekte, 80 bin askerini kaybettiği kanlı muharebenin ardından Macar başkenti Budapeşte’yi işgalden kurtarılmaktadır.  

    Bugün Budapeşte’nin en önemli simgelerinden birisi olan Széchenyi Zincirli Köprüsü kentin Nazilerden kurtarılması sırasında yıkılmıştır (Fotoğraf Şubat 1946’da çekilmiştir)

Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya Müttefik Devletler tarafından kurtarılmıştır. Yugoslavya’nın önemli bir bölümü, İtalya’nın kuzey bölgeleri, Avusturya, Macaristan’ın bir bölümü, Çekoslovakya’nın çok büyük bir kısmı, Polonya’nın batı bölgeleri, Belçika, Hollanda’nın bir kısmı ve Danimarka Nazi işgali altındadır hala.

Savaşın başladığı dönemde aldığı Sovyet karşıtı tutumla bilinen Polonya Hükümeti Nazi işgalinin ardından ülkeden kaçmış ve hem ordusunu hem de Polonya halkını yüzüstü bırakmıştı. Romanya topraklarında enterne edilen Polonya liderliği sonraki dönemde kolektif sorumluluk almayı reddetmişlerdi. İlerleyen süreçte Fransa’ya ulaşmayı başaran bu liderlerden bazıları kendilerine "Sürgündeki Polonya Hükümeti" adını vererek savaşın ardından İngiltere’nin de desteğiyle yeniden iktidara geçme hesapları yapmaktaydı. Bu grup Fransa’nın işgal edilmesi üzerine Londra’ya geçti. Öte yanda bu hükümete bağlı olduğunu bildiren eski Polonya ordusunun artıkları ve milliyetçi bazı milis grupları "Armia Krajowa" adı altında örgütlenmişlerdi. Kâğıt üzerinde direniş için faaliyet gösteren bu örgüt zaman Yahudi katliamı yapan gruplarla işbirliği yapıyor, Sovyet yanlısı partizanlara saldırıyor, bazı nadir örneklerde Nazilerin faaliyetlerine bile göz yumuyordu. Polonya’da direnişi örgütleyen esas unsur ise Nazi işgalinden kurtarılan Lublin’de merkezi olan Lublin Hükümeti'ydi. Sovyet Kızıl Ordusu'yla eşgüdümlü olarak çalışan bu örgütlenme daha çok komünist ve yurtseverlerden oluşmaktaydı. Bu örgütlenmenin silahlı kuvvetleri ise Armia Ludowa ismini almıştı. Her iki örgütün de faaliyet içinde bulunduğu Polonya’nın savaşın ardından akıbeti doğal olarak Müttefikler arasındaki temel gündemler birisiydi.

Konferans

Konferansa üç büyük ülke dışında Fransa dahil edilmemiştir. Fransız lider Charles de Gaulle bir sonraki konferans olan Potsdam Konferansı'na da davet edilmemiş, bu durum özellikle batılı müttefikler arasında bir sorun kaynağı olmuştur.

Konferansa gelirken üç büyük gücün de kendi gündemleri bulunuyordu.

ABD, kanlı bir şekilde sürmekte olan Pasifik Cephesi'ndeki gelişmelere odaklanıyor, İngiltere Nazi işgalinden kurtarılan ülkelerin savaşın ardından nasıl yönetileceğini gündem ediyor, SSCB ise savaş öncesinde yaşatıldığı emperyalist kuşatmanın savaş sonrasında yenilenmemesini sağlamak istiyordu.

Kasım 1944’te dördüncü kez ABD Başkanı seçilmiş olan Roosevelt, Orta ve Doğu Avrupa’nın neredeyse tamamındaki Sovyet askerî varlığının anlamını kavramış şekilde davranıyor, Müttefikler arasındaki iyi ilişkilerin korunmasına gayret gösteriyordu. Pasifik Cephesi'nde Japon İmparatorluğu'na karşı devam eden kanlı savaşta SSCB’nin desteğini alma gayretindeydi.

İngiltere’deki yatıştırma politikasının muhalifi konumundaki Churchill, Nazilere şiddetle karşı çıkarken, komünizm karşıtlığını da hiçbir zaman elden bırakmıyordu. Nazi işgaline karşı direniş mücadelesi veren partizanlara hep mesafeli davranıyor, her fırsatında direniş içindeki kraliyetçi ve milliyetçi unsurlardan yana destek veriyordu. İngiltere’nin bu yıkıcı siyasetinin en belirleyici olduğu cephe 1944 sonlarında Nazi işgalinden kurtarılan Yunanistan oldu. Yunanistan Komünist Partisi'nin direniş içinde belirleyici olmasından rahatsızlık duyan İngiltere, kralcı ve gerici unsurları doğrudan destekleyerek ülkenin iç savaşa sürüklenmesine yol açmış, monarşinin yeniden kurulmasına sebep olmuştu.

1941 yılı Haziran ayında Nazilerin saldırısına uğrayan Sovyetler Birliği ise o dönemde Nazi saldırısına destek veren rejimlerin iktidarda olduğu komşu ülkelerde yeniden böylesi iktidarlara izin verilmeyeceğini çok açık bir şekilde belirtmekteydi. Doğrudan karşı-devrimci rejimlerin iktidarda olduğu Polonya, Finlandiya, Macaristan gibi ülkelerde emperyalizmin ileri karakolu görevi görecek yönetimlere göz yumulmayacağı vurgulanıyordu.

Sonuçları

Konferans bileşenlerinin istekleri doğrultusunda devam eden görüşmelerde şu kararlar alınmıştır:

Almanya: Kayıtsız şartsız teslim seçeneğinin dışında bir durum kesinlikle kabul edilmeyecektir. İşgal edilen Alman toprakları ve Berlin, Fransa’nın da dahil olacağı şekilde dört müttefik devlet arasında bölüşülecektir. Ayrıca Almanya’da Nazi işgalindeki bölgelerde Nazilerden arındırma siyaseti uygulanacaktır. Ayrıca Alman sanayisinin silah sanayi alanındaki tesisleri tasfiye edilecektir. Savaş suçları için mahkeme kurulacaktır. Almanya’dan savaş tazminatı talep edilecektir.

Polonya: Lublin merkezli Polonya Cumhuriyeti Geçici Hükümeti, Müttefik devletler tarafından tanınmıştır. Ülkede demokratik seçimler güvence altına alınmış ve Polonya sınırları Almanya’nın aleyhine olacak şekilde genişleyerek batıya doğru kaydırılmıştır.

Pasifik Cephesi: ABD’nin talebi uyarınca bu cephedeki muharebelere SSCB’nin katılımı karar altına alınmıştır. Avrupa Cephesi'ndeki savaşın bitiminden birkaç ay sonra SSCB Japonya İmparatorluğu’na karşı savaşa girecektir.

Birleşmiş Milletler: Savaşın ardından kurulması planlanan yeni küresel kuruma tüm müttefiklerin katılımı güvence altına alınmıştır.
 

         Gri bölgeler Polonya denetimine, mavi bölgeler SSCB denetimine girmiştir.

Değerlendirme ve eleştiriler

Konferansın ardından ülkesine dönen Churchill alınan kararları savunmuş ve parlamentoda öne sürülen eleştirilere karşılık olarak yapılan güven oyu oylamasında çoğunluğun desteğini kazanmıştır. Benzer şekilde ABD’de de Roosevelt alınan kararları Kongre’de savunmuştur.

Özellikle Soğuk Savaş'ın başlamasıyla beraber Sovyet karşıtı Batılı basın, konferansta İngiltere ve ABD liderliğinin SSCB’ye ödün verdiği, savaşın ardından Kızıl Ordu denetiminde bulunan ülkelerde sosyalist rejimlerin inşa edildiği ve “demokrasinin” ortadan kaldırıldığı öne sürülmüştür.

    Bulgaristan’ın başkenti Sofya’daki Sovyet Ordusu Anıtı’ndan detay

Anlatılmayan gerçekler ve yalanlar

Yapılan eleştiriler objektif olmaktan uzak olsa da yanıtlanmayı hak ediyor. Bu yanıtlardan önce başta cephe gerisinde savaşan partizanlar olmak üzere ülkedeki faşizm karşıtı milisler tarafından özgürleştirilen Fransa ve İtalya’daki duruma bakmak gerekiyor. Nazi işbirlikçisi Vichy rejimi altında yönetilen Fransa ve önce Mussolini liderliğinde faşizmle yönetilen, 1943 sonrasında ise Mussolini’nin devrilmesinin ardından Nazi işgaline uğrayan İtalya güçlü direniş örgütlerinin bulunduğu ülkelerdi. ABD ve İngiltere Ordularının bölgeye girmesiyle beraber tamamen Nazi işgalinden çıkan bu ülkelerde direnişin en önemli ve örgütlü unsuru olan komünistlerin büyük saygınlığı vardı. Savaşın ardından yapılan ilk genel seçimlerde bu ağırlık ortaya çıkmıştı. Ancak işine geldiği ölçüde demokrasi isteyen ABD başta olmak üzere emperyalist ülkeler bu iradeyi karşılarına almıştır. Çeşitli yöntemlerle komünist partiler sindirilmiş, iktidara gelmeleri engellenmiş, sonrasında yasadışı yöntemlerle tasfiyeleri yönünde adımlar atılmıştır.

Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde ise batılı müttefikler aynı oyunu sahneleyememiştir. Bunun da sebebi sahada Kızıl Ordu birliklerinin varlığı ve kurtarılan ülkelerdeki inanılmaz saygınlığıdır. Faşizmi ve çoğu ülkede yerel işbirlikçilerini mağlup eden Kızıl Ordu ve yerel partizanlar, bu ülkelerde yaşananların sınıfsal sebebinin bilincinde olarak iktidarı bir kez daha burjuvaziye vermemiştir. Özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde başa geçen halk demokrasilerinin esası budur. Batılılar tarafından totaliterlikle eleştirilen bu uygulama adlı adınca burjuvazinin iktidardan alaşağı edilmesi olduğu için tepki çekmiştir. Kendi çıkarları için ülkeden kaçan, Nazilerle, milliyetçi çetelerle iş birliği yapmaktan çekinmeyen, yapılan soykırımlara katkı veren bu kişiler ve çeteler yurtseverler tarafından tasfiye edildikleri için yeni kurulan rejimleri eleştirmektedir.

Konferans kararlarından birisi olan Nazilerden arındırma siyaseti de batılı müttefikler tarafından sadece kâğıt üzerinde uygulanmıştır. Eski Nazi komutanlar, istihbaratçılar, devlet adamları, bilim adamları herhangi bir kovuşturmaya uğramaksızın bu kez SSCB’ye karşı kullanılmak üzere başta ABD ve Batı Almanya olmak üzere emperyalist kampa hizmet etmiştir. Bu kişilerden belki de en bilineni Nazi roket tasarımcısı Wernher von Braun’dur. ABD’ye götürüldükten sonra geçmişine sünger çekilen bu kişi NASA’nın başına getirilmiş ve başarılı uzay programlarının ardından çok ünlü olmuştur.

    Von Braun solda 1941 yılında Nazilerle, sağda 1963 yılında ABD Başkanı Kennedy ile

Konferans kararlarından birisi olan Nazi Almanyasıyla herhangi bir önkoşulla tekil bir şekilde ateşkes görüşmesi dahi yapılmaması kararı bizzat ABD tarafından ihlal edilmiştir. 1945 yılının ilk aylarında Kuzey İtalya Cephesinde Nazi birliklerinin bölgeden silahlarıyla beraber çekilmesi ve sonrasında SSCB’nin ilerlemekte olduğu Doğu Cephesine kaydırılması görüşmeleri SSCB tarafından haber alındıktan sonra suya düşmüştür. CIA’nin öncülü olan Office of Strategic Services (OSS) temsilcisi Allen Dulles, İsviçre üzerinden yaptığı görüşmelerde doğrudan Waffen-SS komutanı General Karl Wolff ile görüşmüştür. 

OGÜN ERATALAY / SOL




Tekzen patronu işçileri açlığa mahkum etti: İşte Tekzen'de yaşananlar...+ İşçiler boyun eğmiyor: 'Mesele sadece kuryeler değil...' - SOL

 Tekzen patronu işçileri açlığa mahkum etti: İşte Tekzen'de yaşananlar..(Sancak Yıldız / SOL)

'Evet, tam olarak böyle bir süreç yaşadı Tekzen emekçileri. Aylardır eksik ya da geç maaş alan işçilere, şubat ayında tek kuruş maaş ödemeyen patron, işçiler işe gelebilsin diye yol parası yatırdı.'

Tekzen işyerlerinde aylardır tam yatırılmayan maaşlar bu ay hiç yatırılmadı .

İşçiler kamuoyunda gün aşırı kampanyalar örgütlemeye başladı. Bu örgütlenmeler devam ederken mağaza yöneticileri patrona işçilerin maaş da almadığı için işe gelecek parası olmadığını, bu yüzden de mağazaları açamayacağını bildirdi.

Aylardır maaşları eksik yatıran, bu ay da 10 gündür maaşları yatırmayan patron, işçilere işe gelebilsin diye maaşlarının dörtte biri oranında 800-1200 lira arasında bir ücret yatırdı. İşçiler bu tabloya oldukça öfkeli.

Evet, tam olarak böyle bir süreç yaşadı Tekzen emekçileri. Aylardır eksik ya da geç maaş alan emekçilere, şubat ayında hiçbir maaş ödemesi yapmayan patron, işçiler işe gelebilsin diye yol parası yatırdı...

Uzun çalışma saatleri var, maaş yok

Tekzen işçilerinin hepsi asgari ücretli. Üstelik kıdem diye bir düzenleme de yok. İşe girerken ne ise işten çıkarken o.

İşçiler en son 2 bin 825 lira maaş aldı. Yani iktidarın müjde diye sunduğu asgari ücreti bile henüz alabilmiş değiller.

Çalışma saatleri yoğun zamanlarda, tatil günlerinde, 10-12 saati buluyor.

Mağazalara aylardır ürün akışında ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Bunun nedeni tedarikçilere de ödeme yapılmaması.

Mağazacılık sektörü patronlarının yaygın tavrı bu işyerinde de mevcut. Her işçi her işi yapıyor, iş bölümü diye bir şey yok.

İşçiler güne satış reyonunda başlıyor, talebe göre kasaya geçiyor, bazen de depodan mal taşımaya inip, satacağı malı reyonda düzenleyip sonra da satışını yapmaya çalışıyor.

İşçilere aynı masalı anlatıyorlar

Baskı, mobbing zaten had safhada. Maaşını alamayan işçilere ‘artan maliyetler’ masalı tekrarlanıyor. Üstelik ulaştığımız Tekzen emekçilerinin aktardığına göre genel müdürlük bütün mağazalara mağaza açacak paramız bile yok' diye mail gönderdi.

Tepkilerin iyice artmasıyla birlikte işçilerin bir kısmına maaşlarının dörtte biri ödeme yapıldı.

Patronun işçilerin önüne koyduğu yaşam şu şekilde: İşçiler 1200 lirayla elektrik, su, doğalgaz, kira ve bütün temel giderlerini ödeyecek. Çocuklarına ekmek, süt alacak. Tencerede kaynayacak yemeği olacak..

Bütün yaşamsal masraflarını karşıladıktan sonra bir de insan olmanın gereği sosyalleşecek, eğlenecek.

Patronların ,emekçilere reva gördüğü yaşam böyle .

Dün Alpaslan Savaş soL'daki köşesinde Tekzen gibi birçok işyerinde, emekçilerin aşırı yoksullaşmaya dönük artan tepkilerin hem işyerlerinde hem de mahallelerde, kısacası hayatın her alanında daha da ivme kazanacağını söylemişti ve yazının sonunda, bu krizleri yaratan düzenin daimi yenilgisinin yolunu özetlemişti

O kısımla bitirelim .

‘’Sınıflar mücadelesinde kehanete yer yoktur. Büyük patlamalar önceden kestirilemez. Buna ancak hazır olursunuz. Devrimcilerin görevi hazır olmak ve hızlandırmaktır. Biz ayaktayız.’’

(Sancak Yıldız / SOL)                          ***


İşçiler boyun eğmiyor: 'Mesele sadece kuryeler değil...' (SOL-Söyleşi)

'Emekçiler son 10 günde çok umut verici tepki verdi. Patronlara geri adım attırdı. Attırmaya da devam edecek.'

2022 işçi sınıfının direnişiyle başladı.

Ülkenin birçok farklı noktasında, birçok farklı iş kolunda önemli eylemler gerçekleştirildi.

Patronların Ensesindeyiz Genel Koordinatörü Selahattin Kural, yaşanan bu eylemlerin nedenlerine, önümüzdeki dönemin nasıl bir seyir izleyeceğine ilişkin soL'un sorularını yanıtladı.

'Bu örnekler işçilere umut oldu'

2022 yılı, Türkiye'de uzun süredir alışık olunmayan şekilde işçi eylemleriyle geldi. Siz böyle bir hareketlilik bekliyor muydunuz? 

Bugün böyle bir hareketliliği beklememek eksik olur. Henüz yeni yıla girmeden önce yaşanan döviz krizi bazı işaretler veriyordu. Enflasyondaki hızlı yükseliş hayat pahalılığını artırıp gıda fiyatlarına, faturalara ve kiralara yansıdı. Son birkaç yıldır işçi sınıfı açısından epey zor bir dönem oldu. Burada krizin emekçiler üzerindeki etkisi de çok acı şekilde ilerliyor. İşsizlik, hak gaspları, düşük ücretler artıyor. Öte taraftan patronlar zenginleşirken işçiler fakirleşmeye devam ediyor. Bugün yaşanan eylemler bunun bir sonucudur. Tüm sektörlerde hareketlenme var. Kurye, metal, inşaat, tekstil gibi sektörlerde eylemler oluyor. Trendyol, Yemeksepeti, Akkuyu şantiyesi, Farplas ve başka yerlerde işçiler talep ettikleri ücretler için ayağa kalktı, iş durdu ve kazandı. Bu örnekler işçilere umut oldu. 

'Mesele sadece kuryeler değil...'

En çok kurye eylemleri öne çıkıyor. Neden?

Evet kargo, kurye emekçilerinin mücadelesi öne çıkıyor. Çok dinamik koşullarda çalışıyor kuryeler. Dolayısıyla mücadeleleri de dinamik ve hareketli oluyor. Bu sektörde emekçiler çok yoğun saatler çalışıyor. Çalışma koşulları kötü, ölümle karşı karşıyalar. Kötü muamele var. O kadar yoğun çalışmalarına rağmen ellerine düzgün ücret geçmiyor. Çünkü pek çoğu esnaf kurye olarak çalışıyor. Araç kredisi ödüyorlar, bakım masrafları oluyor, ellerine çok az ücret geçiyor. Bu durum emekçilerin öfkesiyle karşılaşıyor. Bu sektörün pandemiyle birlikte büyümüş olması, emekçi sayısını da arttırdı. Dolayısıyla iş cinayetleri ve kazaları çok yaşanıyor. Tüm bu olumsuz tabloya karşı verilen tepkiler de büyüyor. Sadece kuryeler de değil, genel olarak geçinemiyor emekçiler. Mesele sadece kuryeler değil, yarın hekimlerin iş bırakmayacağını nerden bilebiliriz? Hangi sektörün iş bırakacağını nereden bilebiliriz? Hayat pahalılığı, işsizlik, yoksulluk artıyor. Tepkiler de artacak. Emekçiler son 10 günde çok umut verici tepki verdi. Patronlara geri adım attırdı. Attırmaya da devam edecek. 

'Bu tepki ve sesin örgütlülük eksikliği oluyor'

Az önce dediğim gibi sorun elbette kuryelerden veya o sektörden ibaret değil. Daha asgari ücret açıklanalı bir ay oldu. İşçiler ilk zamlı maaşları yeni almaya başladı. Bazı işyerlerinde zam oranları yeni belirlendi. Ancak işçiler bugün asgari ücrete yapılan zam oranını kabul etmez durumdalar çünkü açlık sınırı ile asgari ücret eşitlendi, hatta açlık sınırının altına düştü. Dün TÜİK enflasyon oranını yıllık bazda yüzde 48 olarak açıkladı. Herkesin tereddütle yaklaştığı TÜİK verisi asgari ücrete yapılan orana denk geldi. Bir ekmek 3,5 - 4 TL, faturalara zamlar ortada, kira fiyatları uçmuş, böyle bir ülkede sadece kuryelerin sorunu mu olur? Son dönemde yaşanan eylemlerin genel sorunu ücretler ve ücretlere yapılan zamlar oluyor. Burada işçiler tepki veriyor, ses çıkarıyor ama bu tepki ve sesin örgütlülük eksikliği oluyor. İş yerlerinde birlikte hareket eden işçilerin sayısı çoğalmalı, birbiriyle dayanışmayı geliştirmeli. Burada işçiler arasında haberleşme önemini artırıyor. İşyerlerinde ve sektörlerde kurulan dayanışma ağları ise emekçilerin örgütlü hareket etmesi için önemli bir araç olarak karşımızda duruyor. 

'Alpin Çorap'ta işçilerle birlikte yürüttüğümüz mücadelede %70 zammı kazandı işçiler'

Sizi birçok eylemde görüyoruz. PE'nin sosyal medya hesapları da çok aktif. PE bu süreçte nasıl bir çalışma içinde? 

İşçi sınıfının hak arayış mücadelesinin büyümesi gerekiyor. Bugün yaşanan eylemlilik işçilerin yaşadığı haksızlıklara karşı nasıl davranması gerektiğini gösterdiği için umut oluyor. Bugün işçiler patronların fırsatçı uygulamaları karşısında hak gasplarına uğruyor. Maaşını alamayan, haksız yere işten çıkarılan, düşük ücretler dayatılan işçilerin yaşadığı durum karşısında birlikte hareket etmesini sağlıyoruz. Patronların Ensesindeyiz Ağı işçiler arasında yaşadıkları haksızlıklara karşı haberleşmeyi, dayanışmayı ve mücadeleyi öne çıkarıyor. PE tam da krizin derinleştiği tabloda emekçilerin dinamik bir şekilde örgütlenmesi için kuruldu. İşçiler yaşadıkları sorunlar karşısında PE'ye ihbarda bulunuyor. PE uzmanları ve hukukçuları işçilerle birlikte mücadele ederek haklarını kazanıyor. Markalarının zarar görmesinden korkan patronlar yaşanan haksızlığın teşhir edilmesinden korkuyorlar. İşçilerin yaşadığı hiçbir haksızlık gizli kalmamalı. En son Alpin Çorap'ta işçilerle birlikte yürüttüğümüz mücadelede %70 zammı kazandı işçiler. Fırsatçı patronların teşhir edilmesi, işçilerin işyerlerinde komiteler kurarak mücadele etmesi patronlara geri adım atmasını sağlıyor. 

'Hayat pahalılığı karşısında yapılan zamların hükümsüz hale geldi'

İşçiler birçok farklı noktada çeşitli taleplerle eylemde. En çok dile getirilen sorunlar neler sizin gördüğünüz kadarıyla?

Bugün yapılan işçi eylemlerinin hemen hepsi zamlar merkezli. Malum zamlı maaşlar yeni yeni yatmaya başladı. Şirketler zam oranlarını yeni belirledi. Ancak bugün artan hayat pahalılığı karşısında yapılan zamların hükümsüz hale geldi. Enflasyon karşısında ücretler eridi. İşçiler bu zamlara karşı insanca yaşayabilecekleri ücretler için mücadele ediyor. Dolayısıyla sadece motokuryeler değil pek çok sektörden eylemler yükseliyor. Çünkü ortak bir talep var: ücretler... Bu talep emekçilerin birlikte hareket etmesi için önemli. Bunun yanında kuşkusuz başka başlıklarda sorunlar devam ediyor. Sigortasız kayıt dışı çalışma, uzun saatler mesai yapılması, fazla mesai ücretlerinin ödenmemesi, işten çıkarılma, yemeklerin insan sağlığına uygun olmaması, iş kazası, mobbing, üretim baskısı, taciz, şiddet gibi başlıklar işyerlerinde yaşanan sorunlar olarak devam ediyor. 

'İşçilerin direncinin ve örgütlülüğünün yüksek olduğu yerlerde geri adım attılar'

Patronların genel tavrı nasıl oluyor eylemler sürecinde. Bazı noktalarda işçiler taleplerini kabul ettirdiler, kimilerinde direniş sürüyor...

Patronlar her durumda kârlarımı nasıl artırırım ona bakıyor. İşçilerin direncinin ve örgütlülüğünün yüksek olduğu yerlerde geri adım attılar. Başka işyerlerinde de kazanımlar elde edildi. Çünkü işçilerin üretimden gelen iş bırakma, grev gücü var. Örgütlü olan işçiler bunu yapabiliyor. Patronlarda bu örgütlenmeyi kırmak için elinden geleni yapıyor. Çünkü patronların da zayıf karnı bu; üretim devam etmeli... Bir fabrikanın bir gün üretim yapmaması patron açısından önemli bir kayıp. Bu durum işçilerin ise elini güçlendiriyor. Hakkını arayan işçiyi işten çıkarmakla tehdit ediyorlar veya işten çıkarıyorlar. İşçilerin örgütlendiği yerlerde ise geri adımlar atıyor, talepleri vermek zorunda kalıyorlar. 

'İşçi sınıfının örgütsüzlüğünün aşılması çok önemli hale geliyor'

Siz bu eylemliliklerin devam edeceğini düşünüyor musunuz? Öyleyse buna dönük bir hazırlığınız var mı?

Eylemler devam ediyor, ne kadar sürer bilmiyoruz. Ancak işçilerin düne göre daha umutlu olacağı, örgütlenmeye açık olacağı kesin gibi duruyor. Burada işçi sınıfının örgütsüzlüğünün aşılması çok önemli hale geliyor. Emekçiler birlikte hareket edince neler yapabileceğini görüyorlar. Trendyol'da işçilerin kazanması diğer işyerlerinde işçilerin birbirine kenetlenmesini güçlendiriyor. İşçiler üretimden gelen gücünü kullanıyor. Patronlar bu tablodan çekiniyor. İşçi hareketlilikleri patronların korkmasına yetiyor. Burada hızlı bir şekilde örgütlülüğün artması gerekiyor. Patronların Ensesindeyiz Ağı olarak biz bunun için hareket ediyoruz. 

Diğer taraftan bu eylemler işçi sınıfı rahatlamadan duramaz. Açlığın, işsizliğin çözülmesi gerekiyor. Bunun şu an bu düzende çözülmesi imkansız. İşsizlik yüzde 40'lara dayanmış. Nasıl geri dönüş olacak? Patronlar örgütlü, zam yapılmaması için birbirini besliyor. Emekçilerin ise birlikte hareket etmesini sağlamak zorundayız. Örgütlülük işçilerin biriyle kolkola girmesi, dayanışmasıdır. Ortak çıkarları için birlikte hareket etmesidir. İşçilerin bulunduğu işyerlerinde dayanışma ağları kurması, işyeri komiteleri kurması önemini artırıyor. Patronların Ensesindeyiz ağı işçileri ihbar etmeye, haklarını öğrenmeye, birlikte mücadele etmek için işyerlerinde hak almaya çalışıyor. 

'İşçilerle birlikte dayanışmayı büyütüyoruz'

PE olarak bir çağrınız var mı işçilere? İşçiler size hangi konuda ve nasıl ulaşabilir? 

İşçiler işyerinde yaşadığı her konuda PE'ye ulaşabiliyorlar. Bazen ücretlerini alamıyor, bazen mobbinge uğruyor, işten atılıyor, tacize uğruyor. Veya "işsizim ne yapabilirim" diyor. PE tüm bu konularda ihbarlar alıyor. Bu konuların tamamı emekçilerin gerçek sorunları. Bunların çözümü için de birlikte hareket etmek öne çıkıyor. PE'nin bu zamana kadar mücadele ettiği pek çok örnek var. Haydarpaşa işçileri, Anıtur işçileri, Ege Şehir Hastanesi işçileri, Alpin Çorap işçileri... Bunlar gibi pek çok örnek bulunuyor. İşçiler elde ettiği kazanımı birbirine anlatıyor. Bu mücadelenin parçası olmuş işçiler bir sorun yaşadıklarında PE'ye ulaşıyor. Bununla birlikte PE bünyesinde sektör dayanışma ağları bulunuyor. İnşaat, tekstil, sağlık, motokurye- kargo, yazılım, kafe emekçileri gibi daha sayamadığım pek çok sektörden emekçinin yer aldığı dayanışma ağları... Buralarda işçilerle birlikte dayanışmayı büyütüyoruz. Yaşadıkları haksızlığı duyuruyor, birlikte mücadele ediyoruz. Patronların Ensesindeyiz Ağı'na işçiler PE telefonunu arayarak, e-posta adresine mesaj atarak veya sosyal medya hesaplarından yazarak ulaşabilirler. (SOL)

                                                                      ***

Trendyol işçisi sipariş dönüşü yaşamını yitirdi(SOL)

Ankara’da 22 yaşındaki motokurye Ahmet Rüştü Bayar, otomobille çarpışması sonucu yaşamını yitirdi.

Ankara’da  Çankaya ilçesi Dikmen Caddesi'nde meydana gelen kazada, İbrahim C. yönetimindeki otomobil, kavşakta sipariş dönüşü iş yerine gitmek isteyen motokurye Ahmet Rüştü Bayar'ın kullandığı motosikletle çarpıştı.

DHA'da yer alan habere göre kazada sürücü İbrahim C. ve motokurye Ahmet Rüştü Bayar yaralandı.

İlk müdahalenin ardından 29 Mayıs Devlet Hastanesi'ne kaldıran yaralılardan Ahmet Rüştü Bayar, doktorların müdahalesine rağmen yaşamını yitirdi. Otomobil sürücüsünün ise sağlık durumunun iyi olduğu belirtildi.

Kazayla ilgili soruşturma başlatıldı.(SOL)

TARİHTE BUGÜN (11 ŞUBAT)



1936   İstanbul'da kar fırtınası; binalar yıkıldı, 120 kadar tekne battı ve Unkapanı Köprüsü parçalandı.

1957   Gazeteci Metin Toker tutuklanarak cezaevine girdi Metin Toker, Demokrat Parti (DP) İstanbul Milletvekili ve eski Devlet Bakanı Mükerrem Sarol ile Akis dergisi arasındaki davadan hapis cezasına çarptırılmıştı Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı İsmet İnönü, " Damadımın tutuklanması haberine üzülmedim, bu şerefli bir mahkümiyettir "dedi.

1990   Güney Afrika'da ırkçı rejime karşı savaşan Afrika Ulusal Kongresi'nin (ANC)lideri Nelson Mandela özgürlüğüne kavuştu

1941   Ecnebi Musevilerin Türkiye'den transit geçmeleri hakkında kararname yayımlandı; tabiyetlerinde bulundukları devletler tarafından kısıtlama getirilmiş ecnebi Museviler, ancak konsolosluklardan transit vizesi alarak Türkiye topraklarından geçebilecekler.

1994   HBB'de yayımlanan Yüksek Tansiyon adlı programın yapımcısı Erhan Akyıldız ve Ali Tevfik Berber, 2'şer ay hapis cezasına çarptırıldı. Televizyoncular programda halkı askerlikten soğuttukları iddiasıyla yargılanmışlardı.

1976   Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş "Türkiye'de sol terörün karşısında sağ terör bulunduğu iddiası asılsızdır Tüm anarşi komünist silahlı gerilla teşkilatlarından gelmektedir Bunun dışında sağcı denilen grupların yaptığı bazı kanunsuz hareketler vardır ki, bunlar yalnızca bir takım baskılar neticesinde karşılaşılan durumlardan olmaktadır Bu olayları hiçbir sağ teşkilat veya parti metod olarak benimsememektedir Sağda bir kadro yoktur Sadece münferit olaylar vardır." dedi.

1981   İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi, şarkıcı Cem Karaca, Melike Demirağ, Şanar Yurdatapan, Sema Poyraz ve Selda Bağcan hakkında gıyabi tutuklama kararı verdi Sanatçılar yabancı ülkelerde Türkiye aleyhine propaganda yapmakla suçlanıyorlardı Selda Bağcan teslim oldu ve serbest bırakıldı.

1998   Türkiye'de 12 kentte bulunan 78 kumarhane kapatıldı Kapatma kararı "Turizm Teşvik Yasası'nda Değişiklik Yapılması Hakkındaki Yasa" uyarınca alındı.

1945   İngiltere Başbakanı Sir Winston Churchill, ABD Cumhurbaşkanı Franklin Roosevelt ve SSCB lideri Josef Stalin'in bir araya geldiği Yalta Konferansı sona erdi İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya düzeninin esasları belirlendi.

1988   Avusturya halkının yüzde 70'i Cumhurbaşkanı Kurt Waldheim'ın istifa etmesini istemedi Kurt Waldheim Nazi geçmişine ilişkin sorgulanmıştı.

1965   Yeni Adana gazetesi Dünya Basın Barış Ödülü'nü kazandı.

1969   Amerikan 6 Filosunu protesto gösterileri sürüyor; 1969'da üniversite öğrencileri Beyazıt Kulesi'ne üzerinde Vedat Demircioğlu'nun resmi bulunan bir bayrak çekti Vedat Demircioğlu, 6 Filonun 1968'deki gelişinde öldürülmüştü.

1926   Siirt Milletvekili Mahmut Bey (Soydan) tarafından kurulan Milliyet gazetesi çıkmaya başladı.

1953   İstanbul Gazeteciler Cemiyeti "gericilikle savaşım" için "Ulusal Dayanışma Cephesi" kurmayı kararlaştırdı.

1961   5 parti kuruldu Adalet Partisi, Memleketçi Serbest Parti, Çalışma Partisi, Türkiye İşçi ve Çiftçi Partisi ve Cumhuriyetçi Mesleki Islahat Partisi.Adalet Partisi, Ragıp Gümüşpala'nın başkanlığında kuruldu.

1957   Muhalefet milletvekilleri Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'nda değişiklik istedi.

2011   Balyoz Planı davasına bakan İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti, aralarında Özden Örnek, Halil İbrahim Fırtına ve Engin Alan'ın da bulunduğu 133 sanığın tutuklanmasına karar verdi.

2011   Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, görevini orduya ve anayasa mahkemesine devrederek istifa etti.

2015   20 yaşındaki üniversite öğrencisi Özgecan Aslan bindiği minibüsün sürücüsü tarafından öldürüldü. Ülkenin dört bir yanında protesto yürüyüşleri yapıldı.

2005   Bestekar Ses sanatçısı, şarkı sözü yazarı Teoman Alpay hayatını kaybetti.

1982   Takashi Shimura öldü.Japon oyuncu, Yedi Samuray filmindeki Kurşun samuray rolü ile tanınır.

2021   Hakkındaki kesinleşmiş yargı kararı gerekçe gösterilerek 4 Haziran 2020'de milletvekilliği düşürülen CHP'li Enis Berberoğlu, AYM'nin son kararının TBMM Genel Kurulu'nda okunmasıyla yeniden İstanbul Milletvekili olarak Meclis'e döndü. Berberoğlu, TBMM üyeliği düşürülüp de, mahkeme kararıyla yeniden milletvekilliği sıfatını kazanan ilk siyasetçi oldu.

1809   Robert Fulton, buharlı geminin patentini aldı.

1953    SSCB, İsrail ile diplomatik ilişkilerini kesti.

1959    Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla ilgili Zürih Antlaşması, Türkiye ile Yunanistan arasında imzalandı.

1964    Tayvan, Fransa ile diplomatik ilişkilerini kesti.

1964    Limasol'da (Kıbrıs) Rumlarla Türkler arasında çarpışmalar başladı.

1965    ABD Başkanı Lyndon B. Johnson, hava ve deniz kuvvetlerine, Kuzey Vietnam Halk Cumhuriyeti'ndeki askeri hedeflerin bombalanması emrini verdi.

1971   ABD, Birleşik Krallık, SSCB, ve diğer ülkeler arasında uluslararası sularda nükleer silahların kullanılmaması konusunda antlaşma imzalandı.

1978    Çin Halk Cumhuriyeti, Aristoteles, Shakespeare ve Charles Dickens'in eserlerine uyguladığı sansürü kaldırdı.

1979   15 yıllık sürgün hayatından sonra ülkesine 9 gün önce dönen Ayetullah Humeyni yanlıları İran'da yönetimi ele geçirdi. Şah'ın Başbakanı Bahtiyar istifa etti.

2001    Eski Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nezih Demirkent vefat etti.

2006   Alman arkeologlar, Şanlıurfa'daki Göbeklitepe'de insanlığın en eski haber sistemi olarak tanımladıkları ve yazının ilkel biçimi olan işaretler buldu.

2008   Almanya'nın Ludwigshafen kentindeki apartmanda 4 Şubat'ta çıkan yangında hayatını kaybeden 9 Türk'ün cenazesi Gaziantep'te toprağa verildi.

 
2019   İstanbul Çekmeköy'de site içine zorunlu iniş yapmaya çalışan askeri helikopter düştü, 4 asker şehit oldu.


   

Öne Çıkan Yayın

Dünyanın en pahalı evini Türk milyarder satın aldı! - Mehmet Kaya / Ekonomim

Türkiye’nin uzun süre doğrudan yabancı yatırımlarında gayrimenkul satışları önemli yer tutmuştu. 2025 itibariyle yurt dışından gayrimenkul a...