Yeşilçam’ın azınlık ‘öteki’leri (VII-VIII) - Mesut Kara / Evrensel

 


(VII)

Son 10 yılında benim de dahil olduğum gerçeğin, gerçek haberin peşinde koşarken hayatını kaybeden Metin Göktepe’nin, Metinlerin gazetesi Evrensel 27 yaşında. Evrensel ailesinde olmaktan, Evrensel’de yazıyor, yazmayı sürdürüyor olmaktan mutluluğumu dile getirip, nice 20’li, 30’lu, 50’li yıllara diyerek başlamak istedim bu hafta.

Yitirdiğimiz, kendilerinden, yazılarından, duruşlarından çok şey öğrendiğim değerli gazeteci-yazar, aydın dostlarımızı da saygı ve özlemle, anımsamak, anımsatmak, anmak istedim. Bülent Habora, Mıgırdiç Margosyan, Sennur Sezer, Cengiz Bektaş, Yücel Sayman ve yitirdiğimiz gazete çalışanı emekçisi dostları saygı ve özlemle anıyorum. Yazdığınız yazılar, verdiğiniz emekler boşa gitmedi, sizlerden çok şey öğrendik.

Yazmayı geçen hafta bıraktığımız yerden sürdürelim yazımızı.

“Öteki”nin ötekileştiren çoğunluktan birine gösterdiği bu saygıyı, ötekileştiren çoğunluğun cumhuriyet tarihi boyunca ötekileştirdiklerine göstermediği herkesçe biliniyor. Farklı milliyet aidiyeti, dinsel, mezhepsel, cinselcinsiyet, yaşam biçimi, siyasalideolojik seçim farklılıkları ötekileştirme nedeni oldu hep. Bu doğal olarak sinema sektörüne, üretimlerine, ilişkilere de yansıdı. Ötekileştirilen bireyler, topluluklar kendilerine reva görülen her türlü baskıdan, zulümden, dışlanmaktan, yok edilmekten, cinayetten, katliamdan, sürgünden payına düşeni acı deneyimlerle aldı, yaşadı.

Sinema alanında “yabancı” kökenlilerden, azınlıklardan ötekileri yazmaya, tanımaya dönelim. Daha önce bu sayfada çok sayıda azınlıktan oyuncular üzerine yazdık. Bunların arasında Kenan Pars, annesi Ermeni olan Süha Doğan, Adile Naşit, Nubar Terziyan, Sami Hazinses, Vahi Öz, Danyal Topatan, Kamer Sadık, Tamer Balcı gibi oyuncular vardı; ayrıca Müslüman-Türk kadınların sahneye çıkamadığı, filmlerde oynayamadığı dönemlerde filmlerde oynayan azınlıklardan kadın oyunculardan bazılarını da yazdık. Sürdürelim…

TOTO KARACA (İRMA MARUTYAN)











Sahnede izleme olanağı bulamadığım fakat televizyonda çokça izlediğim, sert yüz hatları, bakışları ve bıçkın konuşma tarzıyla, neşeli, eğlenceli ve komik halleriyle çok sevdiğim Tiyatro, Sinema Oyuncusu Toto Karaca’ya ayrıca çocukluğumdan bu yana hayranlıkla dinlediğim Cem Karaca’nın annesi olması nedeniyle de sempati duyardım.

Yanılmıyorsam en son Ümit Aktan’ın sunduğu “Anneler Babalar ve Çocuklar” adlı programda oğlu Cem Karaca ile birlikte izlemiştim.

Gerçek adının İrma Marutyan olduğunu sonradan öğrendiğim Toto Karaca 18 Mart 1912 yılında İran Ermeni’si bir ailenin kızı olarak İstanbul’da dünyaya gelir. Annesi Tahran doğumlu Tiyatrocu Marie Hiranuş Felegyan, babası İran Ermeni’si Harutyun Marutyan’dır. Babası kızının doğumunu göremeden ölmüş. Çocukluğu tiyatro kulislerinde, Felekyan Kardeşler’in arasında geçer. Annesi Marie Felekyan komedilerin oyuncusudur, teyzesi Roza (Vartiter) Felekyan ise dramların. İrma’nın dedesi şair, dayısı ise tiyatro oyuncusu ve keman virtüözüdür.

Tiyatrocu Felekyan ailesinin bir ferdi olarak büyüyen İrma’ya annesi Toto lakabını takar. İlk eğitim olarak annesinin verdiği özel derslerle yetişir, yedi yaşında bale okuluna gönderilir on iki yaşında Maksim Bar’da dans ederek sahneye çıkar. Sonrasında Eseyan ve Kuledibi British School’dan mezun olur. İngilizce, Fransızca öğrenir. Konuşulanı anlayacak kadar Rusça da bilir.

İlk gençlik yılları Taksim Ayazpaşa’da geçen Toto Karaca 1930’dan itibaren çeşitli topluluklarda sahneye çıkar. Azınlık topluluklarda pek rastlanmayan bir kararla Azeri kökenli bir Müslüman’la Tiyatrocu Mehmet Karaca ile evlenir, 1945’de birlikte Karaca Operetini kurarlar. 1945 yılında sonradan çok ünlü bir müzisyen olan çocukları Cem Karaca dünyaya gelir.

Sanatçı bir ailede doğup yetişen ve onlar gibi operetlerde, tiyatrolarda sahne alan Toto Karaca sinema filmlerinde, televizyon dizi ve programlarında da yer alır. Bir dönemin son temsilcilerinden biri olarak arkasında yeri dolamayacak büyük bir boşluk bırakarak 22 Temmuz 1992’de aramızdan ayrılır.

AYŞE NANA

1936 yılında Beyrut’ta doğan Ayşe Nana hem oyunculuk hem de dansçılık yapan sanatçılar arasında yer alır. Ayşe Nana Türkiye’de Hermin Aslanoğlu ya da Nana Aslanoğlu olarak da bilinir. 1984 yılına kadar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Ayşe Nana’nın babası Fransız, annesi İstanbul Ermeni’sidir. Ayşe Nana üzerine 4 Temmuz 2021’de bu sayfada “Avrupa sosyetesinin danslarıyla tanıdığı, Federico Fellini’ye ilham kaynağı olan ‘Vatansız’ Ayşe Nana” başlığıyla ayrıntılı bir yazıya yer vermiştik.(*)

ANTA TOROS (ANTARAM TOROSYAN)

12 Ocak 1948 yılında doğan Anta Toros 10 yaşında babasını kaybeder. Çocuk yaşlarda bale öğrenmek, şan dersleri alma isteklerine annesi karşı çıkar. Okulda müsamerelerde yer almak oynamak istese de oynatmazlar. Sanata olan ilgisi, oyunculuğa olan sevgisi o yaşlarda engellerle karşılaşan Anta Toros, sinema, dizi ve tiyatro oyuncusu olarak tanıdığımız Misak Toros ile evlendikten sonra oyunculuk yapma olanağı bulur.

1965’te Genco Erkal’la yolları kesişir, Dostlar Tiyatrosunda eğitim aldıktan sonra 1971’de Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosunda profesyonel sanat hayatına başlar. İlk oyunu “Güneş de Batar”da Gülriz Sururi, Engin Cezzar, Aliye Rona ve Turgut Boralı gibi unutulmaz isimlerle sahneye çıkar. “Kapan”, “Keşanlı Ali Destanı” gibi oyunlarda da oynar.

Kadrodan ayrılan Ali Poyrazoğlu kuracağı kendi tiyatrosuna davet eder Anta Toros’u. “Hakkımı ver Hakkı”da oynarlar birlikte. Nisa Serezli-Tolga Aşkıner Tiyatrosu gibi topluluklarda da bulunan Anta Toros, Amerika’da tiyatro üzerine çalışmalar yapar. Üç ay Vera Vlasova, bir yıl da Actors Btudya üyelerinden Mitehel Mestor ile çalışır.

Eşiyle birlikte tiyatro yaparlar Hollywood’da, oyunu Ermenice oynarlar. Dizilerde otoriter kötü kadın rolleriyle tanınan Anta Toros 20’ye yakın sinema filminde çok sayıda dizide, televizyon filmlerinde ve kısa filmlerde oyuncu olarak yer alır.

                                                                      ***

(VIII)

ANİ İPEKKAYA

Eşi Çetin İpekkaya’yı bugün artık olmayan Tepebaşı Tiyatrosunda “Salozun Mavalı” oyununda izlediğim Ani İpekkaya’yı ne yazık ki sahnede izleme olanağı bulamadım. Filmlerden, dizilerden, seslendirdiği karakterlerden bildiğim, izleyicinin de Ermeni asıllı tiyatro, sinema, dizi oyuncusu ve seslendirme sanatçısı olarak tanıdığı Ani İpekkaya 1939 yılında İstanbul Bakırköy’de dünyaya gelmiş. Annesin Rum, babasının Ermeni, anneannesinin Rus ve Rum karışımı, dedesinin ise Arnavut göçmeni olduğu yazılı bazı kaynaklarda. (https://www.biyografi.info/kisi/ani-ipekkaya)

İlk ve orta öğrenimini Bakırköy Dadyan Ermeni okulunda tamamlar. Arto Berberyan ve Ergun Köknar’la sahneye çıkar. Konservatuvar yıllarında Galatasaray Lisesinde dört sezon amatör grupla oynayan Ani İpekkaya, John Steinbeck’in “Alev” oyununu ve Jean Anouilh’un “Hırsızlar Balosu”nu sahneler.

1961 yılında İstanbul Belediyesi Konservatuvarından mezun olur ve 1962 yılında Lale Oraloğlu Tiyatrosunda “Kötü Tohum” oyununda rol alarak profesyonel tiyatro hayatı başlar. Sonrasında dört yıl özel tiyatro yapar. Genco Erkal, Ergun Köknar, Tolga Aşkıner, Asaf Çiğiltepe ve Çetin İpekkaya’nın kurduğu Arena Tiyatrosunda “Aslan Asker Şvayk”, “Kral Übü”, “Başkalarının Kellesi” oyunlarında sahne alır. Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosuna geçer. “Othello”da Ea’yı, “Keşanlı Ali Destanı”nda Madam Olga’yı Ermeni sentaksıyla oynar.

Eşi ile birlikte “Kadıköy Tiyatrosu”nu kurarak Cahit Atay’ın “Ana Hanım Kız Hanım” oyunuyla perdeyi açarlar. Yıldırım Önal’ın da ekibe katılmasıyla “Tahta Çanaklar” ve “Baba Evi’nde Hayat” adlı oyunları sahnelerler. Tiyatroları kapanınca İstanbul Şehir Tiyatrolarına girer. İstanbul Şehir Tiyatroları ve Tiyatro Boğaziçi gibi topluluklarda görev yapan Ani İpekkaya bazı çocuk oyunlarının yönetmenliğini de yapmıştır.

1982 yılından itibaren televizyonlarda birçok çalışmada yer alan Ani İpekkaya, Yusuf Kurçenli’nin yönettiği 1983 yapımı “Ve Recep Ve Zehra Ve Ayşe” adlı filmde Recep’in annesini oynayarak sinema oyunculuğuna da başlar ve 10 sinema filminde, TV filmlerinde ve dizilerde yer alır.

FİGEN SAY (MERİ ÖZBIYIKLIYAN)

‘60’lı yıllarda oynadığı ilk filmlerden itibaren B kategori filmlerde baş rollerde oynayan gerçek adı Meri Özbıyıklıyan olan Figen Say, 1965 yılında Artist dergisinin yarışmasında finale kalır ve aynı yıl “Horasan’ın Üç Atlısı”yla “Horasan’dan Gelen Bahadır” filmlerinde başrol oynayarak sinemaya başlar. Daha çok kostüme tarihi fantastik ve avantür fantastik filmlerde oynayan Figen Say Aram Gülyüz’ün yönettiği 1968 yapımı Safa Önal senaryolu “Kanun Namına” adlı filmde Kartal Tibet, Pervin Par, Tanju Gürsu’yla birlikte oynar. Kral Ayhan Işık ve Çirkin Kral Yılmaz Güney’le de başrolleri paylaşan Figen Say, 4 Mayıs 1946 yılında İstanbul, Kurtuluş’ta doğar. Babası Ermeni, Annesi Rum olan Figen Say lise eğitimini ikinci sınıfta bırakır. 50 filmde rol alan oyuncu, 1970’te şarkıcı olarak gazinolarda sahneye çıkar. Daha sonra evlenerek sinema ve sahneyi bırakan, ailesiyle Hollanda’ya yerleşen oyuncu Türkan Şoray’a ve dünya sinemasının efsane yıldızlarından Claudia Cardinale’ye benzerliğiyle de dikkat çeker.

TÜLİN ELGİN (DİANA)


7 Mart 1941’de Beyaz Rus bir baba (Maks) ve İstanbul’da yaşayan Bulgar kökenli bir anneden (Kristina) Diana adıyla dünyaya gelen Tülin Elgin’in Babası 1917 Bolşevik Devrimi sırasında Odessa’dan kaçıp İstanbul’a yerleşmiştir. Diana, Sıraselviler Yeni Kolej ve Üsküdar Kız Kolejinde okur. Leyla Sayar kolejden arkadaşıdır. 1962’de Ses dergisinin Sinema Kapak Güzeli yarışmasında finale kalan Tülin Elgin aynı yıl Atlas Filmle kontrat yaparak sinemaya girer. Atlas Film yapımcılığında 1963 yılında Muharrem Gürses’in yönettiği “Aman Kimse Duymasın” filmiyle ilk kez kamera karşısına geçer.

Asıl çıkışını Halit Refiğ’in yönettiği “İstanbul’un Kızları” (1964), “Şehrazat” (1964), “Gurbet Kuşları” (1964) ve Ertem Göreç’in yönettiği “Karanlıkta Uyananlar” filmleriyle yapar. 1964 yılında iyi yönetmenlerin iyi filmlerinde oynayan Tülin Elgin vamp kadın rolleriyle adından söz ettirir fakat sektör acımasız, insanlar riyakardır. 1965 yılında Yıldırım Gencer’le rol aldığı “Sırtımdaki Bıçak” filminde yapımcıların kendisini çıplak göstererek teşhir amacında olduğunu dile getiren Tülin Elgin “Onların gayesi para benim gayem ise Avrupa’da oluyor da niçin bizde olmasın? Gerçek hayat böyledir düşüncesinden yola çıkarak rol oynamak” olduğunu söyler. Kırılmıştır, incinmiştir. Bu filmde gösterilenlerden “iğrendiğini” söyler. Bu yaşadıklarından, yaşatılanlardan sonra ilaç içerek intihar girişiminde bulunur.

Kendini toparlayıp “Artık intihar da çıplaklık da yok” diyen, yeni filmlerle, yeni dostluklarla hayata tutunmaya çalışan Tülin Elgin’in adı Yılmaz Güney, Fikret Hakan ve Orhan Günşiray gibi isimlerle, arkadaşlık ve dostluklarla anılır.

Sinemadan uzaklaşıp dansöz ve şarkıcı olarak gazinolarda sahneye çıkar. Fakat hayat sırtını dönmüştür bir kez güzel oyuncuya, Yeşilçam senaryosu gibi gelişir her şey. Şanssızlıklar, kötülükler, olumsuzluklar peşini bırakmaz Tülin Elgin’in. Geçirdiği bir trafik kazasında sevgilisini kaybeder, Tülin Elgin ise ağır yaralanır, kaza sonrası sinir krizi geçirir. Yüzünde derin yara izleri kalmıştır.

Başarısız bir evlilik ve tutmayan sevgililikler sonrasında alkol ve uyuşturucu batağına düşer. Tedavisi Ankara’da sürmekteyken 12 Nisan 1975’te bir otel odasında cansız bedeni bulunur. Solunum yetmezliği dense de intihar ettiği belirlenir. Aramızdan ayrıldığında henüz 34 yaşındadır.

Öldüğünde yanında yalnızca 15 lira ve arkasında bıraktığı 29 film vardır. Bir de bize bıraktığı hüznü ve kırılmış kalbi. Sessiz sedasız, kimsesiz Ankara’daki Karşıyaka Mezarlığına defnedilir.

Mesut Kara / Evrensel


Kaynakça:
http://www.sinematurk.com
www.biyografi.info
Gazete haberleri

Sol, faşizm olasılığı ve birlik: Nazilerin iktidara gelişi önlenebilir miydi? - Tolga Binbay / SOL-Gelenek

 


Sol birlik mümkün müydü? 1920’ler Avrupası’nda? Ya da Avrupa’da, sosyalizmin ufukta bir an belirdiği ve sonra da kaybolduğu o yıllarda mesele birlik miydi? Peki ya 

“Çünkü, sermayenin önündeki zincirler tamamıyla çekilmişti bir kere!”1

Gerek dünyadaki son on yıla damga vuran “otoriterleşme” eğilimi gerekse Vladimir Putin’in Ukrayna “operasyonu” öncesi yaptığı Lenin ve Sovyetler göndermeli “Nazilerden arındırma” konuşması, neredeyse yüz yıl öncesinde kalan (ama kalmayan) bir dönemin “temel” meselesini yeniden gündeme getirdi: Solun faşizme karşı birliği! Hâl böyle olunca Naziler, faşizm, bir araya gelmek gibi kavramlar farklı bağlamlarda havada uçuşmaya başladı.

Tabii ki bu kavramların tartışılmasında Türkiye’nin ve belki de dünyanın genel gidişatının da payı var: İçinden geçtiğimiz ve gelgitli biçimde zaman zaman faşizmi de çağrıştıran şu son on, on beş yıllık dönem örneğin Türkiye’de, özellikle de solda “Saray rejimine karşı” en geniş güçlerin birliği olarak ifade edilen bir arayışı gündeme getirdi. Dünyada bu tür örneklerini bulmak da hiç zor değil. Sosyal demokrasi ile kimlik temelli siyasetin iç içe geçtiği değişik örnekler yaşandı, yaşanıyor; arandı, aranıyor. Yani bu aralar siyaset ve siyasal mücadele dönüp dolaşıp faşizme, Nazilere, otoriterleşmeye ve karşısında neler yapılması gerektiğine, geçmişte yapılan “hatalara” çıktı, çıkıyor.

Bu hatalardan başlıcası da komünistleri ilgilendiriyor. İlgilendiriyor çünkü Nazilerin iktidara gelmesini önceleyen dönemde Almanya’da komünistler ve sosyalistler (sosyal-demokrasi) arasında bir iş birliğinin, koalisyonun, ittifakın kurulamamış olması sık sık gündeme geliyor. Örneğin Garo Paylan, Şubat ayı içinde soL TV’de katıldığı bir programda Nazilerin iktidara gelişinin önlenemeyişini “sol içi rekabete” bağladı ve Nazilerin bu sol içi rekabet ortamında aradan sıyrıldığını ifade etti.2 Benzer değerlendirmeler, sol içi tartışmalarda da hemen her yerde bulunabiliyor: Örneğin Nazi Almanya’sı üzerine yakın zamanlarda yayınlanan ve “çok okunan” “Bir Alman’ın Hikayesi” de böylesi bir anlatıya dayanıyor.3 Yani…

Yanisi şu: solcular, hatta özel olarak komünistler hata yaptılar! Bu hatanın, bir araya gelemeyişin hemen arkasından da “birlik olunsaydı faşizm engellenebilirdi” çıkarsaması geliyor. Dile getirilmese bile ima ediliyor: Öyle ki kitapların orijinal isimleri değiştirilebiliyor! Dönemin önemli metinlerini bir araya getiren ve İngilizce orijinal adı “Direnilebilir Yükseliş” olan bir kitabın adı çeviride “Önlenebilir Yükseliş” oluyor mesela.4 Türkiye’de sol, direnmekten de öte, faşizmi önlemek istiyor. Ve bunun için de kahve köşelerinden kitaplara, sosyal medyadan basın açıklamalarına, köşe yazılarından teorik yazılara aynı şeyi arıyor, istiyor: Erdoğan’dan kurtulmak için amasız, fakatsız bir araya gelme!

Naziler, faşizm, birlik meseleleri de bu bağlamda anlam kazanıyor. Peki, sol birlik mümkün müydü? O zamanlar? Yani 1920’ler Avrupası’nda? Ya da Avrupa’da, sosyalizmin ufukta bir an belirdiği ve sonra da kaybolduğu o yıllarda mesele birlik miydi? Peki ya şimdilerde, birlik mümkün mü? Şimdilerde yine tökezleyen emperyalist sistem karşısında mesele solun, yani komünistlerin, sosyalistlerin, demokratların ya da gidişattan bir biçimde memnun olmayanların bir araya gelemeyişi mi? Sorun bu mu?

Eh, biraz… Yani en genel anlamıyla dünyada ve Türkiye’de bir muhalefet sorunu ya da belki de solun bir araya gelememesi sorunu olduğu ortada. Arayış bu. Ama naif, ama iyi niyetli… Ama zaman ve mekândan kopuk ve hatta siyaset üstü bir arayış olduğunu da not edelim. Çünkü tek bir sol yok. Tek bir siyaset yok. Siyasetin de sınıfı var. En azından Marksizm açısından. Hâl böyle olunca da sınıfına göre sol var… Dün de öyleydi, bugün de. Birlik, öyle havada, her şeyden, özellikle de sınıf çıkarlarından bağımsız olarak, boşlukta kurulmuyor.

Ama bir taraftan da “tarihi” gerçekler var; hafife alınmaması, çarpıtılmaması ve özenle sahip çıkılması gereken gerçekler.5 Çünkü, 1930’larda sola yüklenen hata ile başka bir şey söyleniyor: Nazilerin iktidara yükselişi Alman komünistlerinin, Bolşeviklerin ve nihayetinde de Komünist Enternasyonal’in beceriksizliğine, siyasi yönelimlerinin yanlışlığına, dar görüşlülüğüne ve hatta komünistlerin bile isteye ayak sürümesine, velhasıl sekterlik yapmasına bağlanıyor. 1920’ler ve Naziler bahsinde ana “tarih yazımı” bu şekilde.6

Örneğin “faşizm ve sol” söz konusu olunca halen referans kitapların başında gelen Faşizm ve Diktatörlük’ün ana tezi neredeyse Sovyetler’in ve uluslararası komünist hareketin basiretsizliği üzerine kurulmuş durumda!7 Kitabın ve Poulantzas’ın tüm parlaklığına bu ısrarın gölgesi düşmüş. Ama yakın zamanda, özellikle de 1918 Alman Devrimi’nin 100. yılında yayımlanan birçok yeni belge8 ve kitap sürecin bu şekilde değerlendirilemeyeceğini bir daha ve de bir daha gösteriyor: Faşizm, devrim Avrupa’da yükselemediği, engellendiği, sermaye tarafından boğulduğu için iktidara yükseldi ve komünistler dışındaki solun bu süreçte özel bir yeri, görevi, misyonu oldu. Karşı-devrimi kolaylaştırmak gibi… Komünistler ise sol içinde egemen olamadı; siyasi ve ideolojik üstünlük kuramadı.

İşte bu yazıda Nazilerin 1920’ler ve 30’lar Almanya’sında iktidara yürüyüşü hakkında yeniden ve yeniden gündeme getirilen yanılsamaları, çarpıtmaları ele almaya çalışacağım. Bugüne ve bugünün arayışlarına, ihtiyaçlarına ve yönsüzlüklerine de değinerek.    

Sosyal-demokrasi: Komünizme karşı hep titiz

Genel kanı şu yönde: Sovyetler’in etkisi altında kalan Almanya’da komünistler çok sekter davrandılar, faşizm tehlikesinden çok sosyal-demokratlar ve sosyalistlerle uğraştılar, hatta onlara “sosyal-faşist” nitelemesi yaptılar ve en sonunda da Naziler bu “kardeş kavgasında” aradan sıyrılarak iktidara geldiler. Bu değerlendirmelerin çeşitli versiyonları çeşitli yerlerde bulunabiliyor. Ve bir haklılık payı da taşıyor, ama…

Aması şu: Alman sosyal-demokrasisi, köklü bir düzen değişikliğinin gerçek bir seçenek halini almasına karşı hep çok dikkatli davranmış.9 Bu titizlik, bir anlamda kırmızı çizgisi olmuş bu hareketin. Bir tek 1920’lerde değil; Gelenek’te ısrarla işlediğimiz biçimde sosyal demokrasi 1890’lardan itibaren Almanya’da açık ve net olarak düzeni devrimci bir dönüşümden koruyan bir bariyer olarak yapılanmış.10 Avrupa’da şiddetlenen ve Almanya’yı da bir zayıf halka haline getiren sınıf mücadeleleri, Ekim Devrimi’nin de etkisi ile 1918 gibi Almanya’da devrimin kapısını çaldığında sosyal demokrasi devrimin ve komünizmin siyasi etkisine karşı aşırı dikkatli olmuş.11 Bir tek 1920’ler ve 1930 başlarında yaşanan seçim gelgitlerinden bahsetmiyorum. Siyasi konumu çok daha öncelere dayanan bir netlikten bahsediyorum. Düzen ve sosyal-demokrasi açısından çerçeve muhtemelen oldukça net ve sadeydi:

“SPD’nin büyük sermaye sahipleri tarafından 1919’dan beri desteklenmesinin tek koşulu, o zamandan beri tam olarak dizginlenemeyen ve silahtan arındırılamayan işçi sınıfını kontrol etme yeteneğini kaybetmemesinde yatıyordu.”12

Evet, 1920’ler boyunca Almanya’da komünistlerin seçim başarısı, örgütlülüğü kırılamamış ve Almanya Komünist Partisi (Kommunistische Partei Deutschlands, KPD) her seçimde daha örgütlü ve yaygın hale gelmiş. Bir tek KPD de değil! Sendikalar, dernekler, emekçi sınıfların çeşitli siyasal/sosyal örgütlülükleri toplumu sarıp sarmaladıkça sarmalamış.13 Ama hem siyasi düzlemde hem de toplumsal düzlemde çeşitli temel sorunlarla büyümüş KPD: Partinin içindeki sorun siyasi ve ideolojik netleşme/tekleşme14 iken dışarıda ise huzursuzluk çıkaran “aşırılık” yanlısı bir kesim olarak etiketlenmekten kurtulmamış. Bu etiketin etkisinin kırılmaması için en çok uğraşanlardan bir tanesi de sosyal-demokrasi olmuş. Tepe tepe kullanmışlar bu “düzeni bozan komünistler” söylemini… Düzen de en çok buradan sıkıştırmış sosyalizmi: “aşırılık yanlıları” yani “ekstremistler” toplumsal düzenin altını oyuyordu ve bu anlamda komünistlerin de Nazilerden aşağı kalır yanı yoktu.15

Sosyal demokrasi ise tam da o dönemde, yani 1920’lerin sonunda ülkenin bir yandan “sosyalizme geçmekte olduğunu” tartışıyor bir yandan da geniş emekçi yığınlar nezdinde komünistleri huzursuzluk yaratan bir kesim olarak işlemekten geri durmuyordu. Komünistlerin ise bu denklemde önce kendilerini sonra da solu “aşırılık” etiketinden kurtarması gerekiyordu: Siyasetteki aşırılıktan ya da düzen değişikliği perspektifinden de koparak değil; boyun eğerek hiç değil. Dinamik ve kaygan bir zeminde, emekçi örgütlülüğü ile iç içe gelişen bir siyasi üstünlük kurarak; topluma ise “aşırı” olanın düzen olduğunu kabul ettirerek. Ve komünistler ancak bu basınçla sosyal-demokratları, sosyalistleri, kafası karışık emekçileri arkasına alabilirdi. Tam tersi söylenmesine rağmen başkaca bir birlik mümkün değildi.

Yani… Yanisi şu: öncesinden başlayarak 1920’ler boyunca Almanya’da sol içi kıyasıya bir rekabet vardı ama söz konusu olan, sosyal demokrasinin ülkenin bir işçi sınıfı iktidarına yürümesini sistematik biçimde ve titizlikle engellemesiydi. Ve bu yolda, cinayetler, yüksek şiddet içeren polis terörü ve sağcı adayların desteklenmesi dahil her tür araç seferber de edilmişti:

“[Berlin-Wedding] Katliamın[ın] gerçekleştiği [1929] mayıs ayının sonunda toplanan SPD kongresinde, Almanya’nın kapitalizmden sosyalizme geçiş aşamasında olduğu ciddi ciddi tartışılıyordu. Birkaç ay sonra dünya kapitalizmi büyük bir krize girecek, işsizlik ve yoksullukla birlikte radikalleşen Alman işçi sınıfının kontrolünü SPD’nin sağlayamayacağı anlaşılınca, Alman büyük sermayesi önce geleneksel otoriter yönetime, sonunda da faşizme yönelecekti.”16

1920’ler Almanya’sı boyunca sosyal demokrasinin komünist siyasete karşı mesafesine ve sınıfsal yaklaşımına dair birçok örnek bulunabilir. Ama diyebiliriz ki bugün olduğu gibi o gün de sosyal demokrasi düzeni kurtarmak üzere sınıf aklıyla hareket ediyordu. Sorun ise şurada: Toplum geniş bir zaman aralığında “belirsizliği” bekleyerek duramaz. Emekçi sınıflar için çoğu zaman ikna edici olan düzen ve istikrardır. Emekçi yığınların düşünce dünyasında açılan gedikler düzen tarafından yeniden doldurulmadan önce hızlıca hamle yapılması gerekir. Bazen yeniden ve de yeniden. Hızla kapsanmayan alanı ise özellikle sıkışık dönemlerde faşizm, dincilik gibi sermaye ideolojileri doldurur: vaatleri keskindir ve etkisi de hemen işlemeye başlar.

Bu anlamda, genel sol tarih okumasına karşı çıkmak gerekiyor: Naziler, sol içi bir rekabet ortamında aradan sıyrılmamıştır: Alman sermayesi tarafından uzunca bir süre yedekte tutulduktan sonra önleri iyiden iyiye açılmıştır. Alman toplumu, geniş emekçi yığınlar ise Nazilerde sıkışık bir dünyada düze çıkma, ulusal onuru geri kazanma ve bunlar için yeni maceralara atılma vaadi bulmuştur.

Ve tüm bu süreçte, sola egemen olan bakış bir hata daha yaptırıyor ve hepimizi de kör ediyor: 1920’ler ve 30’lar boyunca Nazilere odaklanmak tarihsel olarak çok fazla bilgi verebilir ama nasıl iktidar olabildiklerini anlamamıza yetmez. Almanya’daki faşizm ve Nazilerin yükselişi öyküsünde temel olarak bakılması gereken yer belki de Nazi partisi ya da Nazi ideolojisi değildir; esas bakılması gereken yer on yıllar boyunca düzenin devrimci değişimi önüne bariyer kuran sosyal-demokrasi ve onların karşısında siyaseten üstünlük kurmakta zorluk çeken komünistlerdir.

Ve benzer bir değerlendirme son 20 yılın Türkiye’si için de yapılabilir: AKP’nin ve Erdoğan’ın hikayesinde esas bakılması gereken yer toplumun öfkesini ve dinamizmini her kritik süreçte soğuran düzen muhalefetidir, Erdoğan’ın kendisi değil.

Otoriter sermaye

Peki; Almanya’da faşizm sol içi rekabette aradan sıyrılmadı; sermaye düzeni önce sosyal demokrasi ile sınırlarını korumaya çalıştı, olmayınca da Nazi Partisi’ne yol açtı. Ama ortada bir soru duruyor. Kapitalizm neden otoriter bir siyasi yapıya evriliyor? 1920’ler ve 2000’ler dünyasını birbirine bağlayan otoriterliğin altında yatan ne olabilir? Son 15-20 yıldır otoriter siyasi yapılar, figürler ve yönetimler neden baskın hale geldi?

Bu sorulara verilen yanıtlar genelde kişisel düzeyde oluyor: liderlerin psikolojisine, kişiliklerine kadar iniyor. Ama derdimiz sınıfsal ise yine oraya, sınıf mücadelelerine bakmamız gerekiyor… Önce bir hatırlatma: “Faşizm emperyalizm çağının siyasi bir aracıdır ve emperyalizmin dünyanın tümüne yönelik stratejisinden, planlarından ayrı tutulamaz.”17

Emperyalizmin dünyanın tümüne yönelik stratejisi… Bu stratejiyi aslında sermaye ile emek arasındaki ilişkiye kadar takip etmek mümkün. Hatta bugün (ve dün) milyonların hayatını savuran fırtınalara kadar. Nedir bu strateji? Tam kontrol. Yani, sermayenin üretim üzerinde tam otorite sahibi olması olarak özetleyebiliriz belki de. Bu anlamda 1920’ler değil ama onu önceleyen dönem ile günümüzün birbirine bağlandığını görebiliriz: Artan makineleşme, hızla büyüyen pazarlar, ürün çeşitliliğinin artması, proleterleşmenin hızlanması… Günümüzde bu sürecin tezahürleri son 20 yıl için robotlaşma, makine öğrenme ve yapay zekâ vb. olarak da görülebilir. Yani, tekil sermayedarın bile tüm üretim sürecini denetleyebildiği ideal bir an... Yani, sermayenin emek ile yaptığı sözleşmenin özüne kavuşması: sıfır emek, hep kâr, maksimum kâr!

Tekil sözleşmede geçerli olan bu arayış, dünya (ve hatta evren) ölçeğinde de geçerli olarak görülebilir: sermayenin, sermaye olabilecek, sermayeye dönüştürülebilecek her şey üzerinde tam egemenliği! Bu arayışta eksik olan ne? Yani neden tam hakimiyet bir türlü mümkün olmuyor? Sınıf mücadelesini dışarıda bırakırsak eksik olanın teknoloji olduğunu söyleyebiliriz. Emeğe ihtiyaç duymayan üretim araçları ortaya çıkmadığı sürece (ki bu bile tartışmalı) emeğin yönetimi temel bir mesele. Teknolojinin elverdiği zamana kadar aradaki boşluğu siyaset ve ideoloji kapatmak zorunda. Kapatamadığı koşullarda sertleşerek… Özellikle de artan rekabet koşullarında, üretmenin, pazarlamanın ve satmanın zorlaştığı dönemlerde. İşte bu tür dönemlerde sermaye her tür gücün tekleştiği bir iktidara yeniden ve yeniden başvuruyor. Almanya’da devrim korkusundan emperyalist rekabette rövanşa geçişin adresi sadece Naziler olabilirdi.18 Başka bir siyasi güç bu gerekliliği karşılayamazdı.19 Almanya’da (ve de Avrupa’da) önü bir türlü alınamayan sınıf hareketlerine açık ve net bir darbe gerekiyordu. Bu darbenin karşılığı ise siyasetin her alanında merkezileşme oluyordu. Tıpkı günümüzde kıtalara yayılmaya çalışan Türkiye sermayesinin de siyasette otoriteyi araması, tercih etmesi gibi.

Ama bugün, yani günümüzde yeni ve farklı bir süreç daha yaşadığımızı söyleyebiliriz: Günümüzde tekil kapitalist ülkelerdeki bir örnek otoriterleşmeyi ve ona eşlik eden toplumsal çürümeyi emperyalizm içi artan rekabet ve sürtüşmeler ortaya çıkarmaktadır. Yani günümüzde kapitalizmin otoriter devlet yönetimleri, sadece artan sınıf hareketlerine karşı sermaye sınıfına avantajlar sağlamak için ortaya çıkmamaktadır; günümüzün faşizan eğilimlerini emperyalizmin kendi iç bunalımı da ortaya çıkarmaktadır.20 Günümüzün en önemli farkı sanırım burada: Ortada sermaye sınıfını sıkıştıran (öyle ya da böyle) siyasal bir işçi sınıfı hareketi bulunmamaktadır! Günümüzde, tam da emperyalist zincir yeniden karılırken sermaye sınıfının eline ayağına dolanacak siyasal bir işçi sınıfı hareketi olasılığı bile otoriterleşmeye yetmektedir. Yani şu saptama oldukça geçerlidir: “faşizm, emperyalizmin karşılaştığı sorunlara bağlı olarak ki bu çoğunlukla işçi sınıfının siyasi gücü ile ilgilidir, farklı biçimler alabilmektedir.”21 Ve günümüzde olasılıklar bile otoriter, faşist arayışlara yetmektedir.

1920’ler de farklı değildir: Avrupa solu farkında olmasa bile devrimci dönem 1920’lerin ortasına gelindiğinde kapanmıştır. Avrupa’da her tür devrimci arayış bastırılmış ve yeni/genç cumhuriyetlerin hızlıca toparlanması, düzenin tesis edilmesi sağlanmıştır. Fransa ve Almanya gibi solun güçlü olduğu yerlerde dahi devrimci sol zayıf ve güçsüzdür. Her şey bir yana Avrupa solu siyasi iktidarı almaktan, aramaktan uzaktır; ağırlıklı olarak sosyal olanla uğraşmaktadır.

Ama toplum da bir türlü soldan kopmaz. Emekçiler ve hatta orta sınıflar… Sol, çoğunluktadır; komünizm ise bu çoğunlukta bir türlü hegemonya kuramaz. Herkes ayak sürer! Bu anlamda İtalyan Komünist Partisi lideri ve Avrupa Komünist hareketinin önemli isimlerinden Palmiro Togliatti’nin içgörüsü önemlidir: Togliatti 1920’ler boyunca faşizm karşısında eksik bırakılanı başka bir yerde arar: kitlelerin, özellikle orta sınıfın, sosyalizme bir biçimde hayırlı bakabilecek, kentli kesimlerin ihmal edildiğini belirtir.22 Biz bunu ihmal olarak değil de komünizmin sol ve toplum üstünde hegemonya kuramaması olarak okuyalım. O zaman birlik meselesini daha iyi anlayabiliriz.

Hegemonya meselesi

Demiş olduk ki Almanya’da faşizm sol içi rekabette aradan sıyrılmadı; sermaye düzeni önce sosyal demokrasi ile sınırlarını korumaya çalıştı, olmayınca da Nazi Partisi’ne yol açtı. Bu yönelim sermayenin otoriter, tam kontrolcü özelliği ile de uyuşuyordu. Özellikle de işlerin yolunda gitmediği zamanlarda. Ama ortada bir soru daha duruyor: Düzenin krizine ve Nazilerin yükselişine karşı birlik, birliktelik neden mümkün olmadı? Hiç mi mümkün değildi?

Muhtemelen mümkündü. Zaten komünistler o dönemde hem Almanya’da hem de Komünist Enternasyonal üzerinden tüm Avrupa’da çeşitli birlikteliklerin, yan yana gelişlerin ya da ayrımların belirginleşmesinin yolunu arıyorlardı. 1920’lerin başından itibaren… Yani “tek ülkede sosyalizm” olasılığı ağırlık kazandıktan sonra… Gerek Bolşeviklerin gerekse Ekim Devrimi’nin etkisi ile büyümeye başlayan Avrupa Komünist hareketinin siyasi lügatinde çeşitli birlikler, bir araya gelişler bulunuyordu. “Sınıfa karşı sınıf” politikasını, Fransa’daki “halk cephesi” deneyimini ve İspanya’da kralcılara karşı şekillenen (ama anarşistlerin domine ettiği) birlikteliği bu arayışın parçaları olarak görmek gerekiyor. Ama…

Aması şu: Ekim Devrimi’nin ışığı o kadar parlak ki halen aklımızı kamaştırabiliyor. Heyecanımıza yenik düşüyoruz. Şunu söylemek istiyorum: Avrupa’da 1920’ler boyunca güçlenen devrim cephesi değil, tam tersine karşı devrim cephesi olmuş. O dönem boyunca burjuva cumhuriyetini aşmaya niyetlenen her arayış hızlıca bastırılmış: Macaristan’dan Finlandiya’ya. Ve pek gündeme gelmez ama Avrupa’da komünizm 1920’lere güçsüz girmiştir. Tüm prestijine rağmen... Bu nedenle sosyal-demokrasiye biçare biçimde “sosyal faşist” nitelemesi yapılır. Haklıdır ama çaresizliğin ürünüdür! Siyasi iktidarın alınması ve toplumun devrimci dönüşümüne dair komünist bir yaklaşım o dönem Avrupa’sında neredeyse yok gibidir. Bir buçuk ülke dışında: Rusya ve Almanya.

1920’ler Avrupa’nın kapılarının devrimci herhangi bir yönelime karşı mühürlenmesi yıllarıdır. Bu döneme Almanya’da çeşitli nedenlerle zayıf giren devrim cephesi, düzenin soldan sağa uzanan çeşitli enstrümanlarıyla baş edememiş ve onca prestijine, şaşasına ve emekçiler arasında kendini ara ara belli eden devrimci arayışlara rağmen siyasi üstünlük kuramamıştır.

Çoğunluk elde edememiş demiyorum… Çünkü günümüzde solda birlik tartışmaları çoğu zaman niceliksel bir anlam taşıyor. Ama işte nicelik, niteliğe tekabül etmiyor. Hatta Türkiye tarihine bakarsak, niceliği (yani sayıları, oy hesaplarını, milletvekili sayılarını vs.) merkeze koyan bir birlik arayışının her zaman, ama her zaman, niteliğin sefaletini açığa vurduğunu görebiliriz. Türkiye’de ve genel olarak solda birlik demek niteliğin geriye çekilmesidir ve bu geriye çekilişte genellikle sınır yoktur!

Hâlbuki devrim için 1920’ler Almanya’sında da günümüzde de gereken önce ve önce siyasi, ideolojik iknadır. Ve bu ikna, elde sihirli bir değnek varmışçasına, bir günde, bir anda kurulamaz; kurulamıyor. Dağılmadan, hedefi gözden hiç kaçırmadan işlenmesi, gözetilmesi gerekiyor. Bu anlamda 1920’ler Almanya’sında birlikten önce ilk gereken, komünistlerin kendilerini ve emekçileri siyaseten ikna etmesiydi. Nazileri durduracak bir birlik için önce düzenin sınırlarını aşan bir devrim fikrinin emekçiler arasında ve sol içinde hegemonya kurması gerekiyordu. Yoksa boşluk sizi de çekiyor…

Örneğin Gyorgy Lukacs, Macaristan’da faşizm olasılığını değerlendirdiği raporunda komünistlerin siyasi yelpaze içinde burjuva demokrasisine sahip çıkan tek özne olarak kaldığını belirtiyor.23 Çaresizce olumlu anlamda… Olabilir; yeri gelir, tüm topluma burjuva demokrasisinin de sınırlarını hatırlatırsınız ama esas yapacaklarınızı, esas söyleyeceklerinizi yerine getirirseniz. Yoksa sonuç hep başkalaşmak oluyor. Kaçınılmaz olarak…

Siyasette üstünlük kurmak ise dinamik bir süreç: beklemeyi, zamanlama yapmayı, hamlede bulunmayı ve sabretmeyi gerektiriyor. Ama aklınızın ve ufkunuzun hep sınıfta, emek kadar sermayede de olması gerekiyor. Çünkü… Hegemonya, çoğu durumda, özellikle de “solun” birliği söz konusu olduğunda, sanılanın aksine geriye adım atarak (uzlaşarak, ara yolu bularak) değil ileri sıçrayarak sağlanıyor. Lenin önderliğinde Bolşeviklerin ve örneğin Küba Devrimi’nin, onca badireye rağmen tutunabilmesini, hep ileriye tutunan dinamik bir üstünlük kurma sürecinde bulmak gerekiyor. O toprakların, o dönemin Marksistleri, komünistleri direndiler, yılmadılar, pes etmediler demiyorum sadece. Evet, bunlar vardı; ama en az bunlar kadar önemli olanı ise iktidarı istediler, yolunu aradılar ve her kritik süreçte bir adım daha ileriye sıçrayarak yol aldılar. Uzlaşmadılar. Önce kendileri oldular ve sermaye düzeninin siyasi ufkuna da hapsolmadılar.

Bir ağırlık noktası gerekiyor

Netlik, ikna, siyasi ve ideolojik üstünlük/egemenlik kurma ve kaygan bir zeminde sürekli yol almak. Sabırla, şaşmadan, hayallere kapılmadan ama hayaller kurarak. Birlik için de gereken bu. Kesinlikle... Ama bir ağırlık noktası gerekiyor.

Çünkü, belli bir dönemin izini taşıyan her ailenin az çok kendine özgü, iç dinamikleri olması gibi farklı tarihlerin, farklı ülkelerin de farklı siyasi dinamikleri oluyor. Huzur, gurur, rekabet, başarı, onur, yas, kendini ispat gibi bazı başlıklar, bazı toplumlarda kritik bir öneme sahip hale gelebiliyor. Ve bu ince noktaları ıskalamamak gerekiyor. Bu anlamda, kapitalizmden kaynaklanan genel benzerliklere rağmen her ülkenin sermayenin elinde faşizan bir yönelime ya da otoriterliğe girmesi, emekçi yığınlar için birbirinden ayrı dinamiklerle oluyor. Bu ayrı dinamikleri harekete geçiren nedenler dönemsel olarak aynı olsa da (örn. artan emperyalist rekabet, sınıf mücadelelerinin şiddetlenmesi, siyasi ve toplumsal düzeni sarsan bir sınıf hareketi gibi) aldığı biçim birbirinden farklı olabiliyor.

Örneğin bu farklılık o dönem Almanya’sı için “ülkenin kırılan ulusal onuru” ve komünistlere yapıştırılan “aşırılıkçı” etiketiydi muhtemelen. Alman komünistleri sosyal demokrasinin iki yüzlülüğünü sürekli ifşa ediyordu ama “birlik” ve onur, gurur saplantısı içindeki işçi sınıfını bir türlü ikna edemiyordu.24 Günümüz Türkiye’si de farklı değil: Otoriterliğin ana dinamikleri arasında süreklileşmiş bir “tehdit algısı, kurtlar sofrasında parçalanma korkusu” yer almadığı söylenebilir mi? Neredeyse toplumun iliklerine işlemiş bir korkudan bahsediyoruz. Şimdi de buna göçmen korkusu ekleniyor. Ya solun birliği meselesi? Türkiye’de emekçi sınıfları solun birliği de paralize etmiyor mu? Neredeyse emekçilerin iliklerine işlemiş bir beklentiden bahsediyoruz Üstünden atlanamayacak bir beklenti...

Ama bize de gereken sınıfsız, işin kolayına kaçan, her şeyi düzleyen ve kimliklere/kişilere hapsolan bir birlik mi? Türkiye’nin ihtiyacı olan, sınıfın kapı dışarı bırakıldığı ya da günümüzün popüler adıyla söylersek “masadaki alelade koltuklardan birine” oturtulduğu türde bir birlik mi? Pragmatist, güncele hapsolan ve sınıfsallığı silen!

Değil. Türkiye’de ulusalcılık da liberalizm de sürekli sınıfı belirsizleştiren bir birliğe işaret ediyor; bunu dayatıyor. Bu anlamda örneğin Türkiye’de düzen siyasetini giderek daha fazla domine eden “Suriyeli, Afgan göçmen” gündemi ile Avrupa’daki “yabancı düşmanlığı” bir ve aynı mıdır? Değildir. Türkiye’de göçmen sorunu “zenofobi”ye hapsedilemez. En başta biz izin vermeyiz. Ya da 1920’ler Almanya’sının Yahudi düşmanlığı sadece psikopatoloji midir? Değildir! Sermayede büyük bir el değiştirme söz konusudur. Kapitalizmde dışarıyı sömürgeleştiremeyen içeriyi sömürgeleştirir! Bu kuraldır. Sömürge bulmayan Alman sermayesi Yahudilerde biriken her tür sermayeye el konmuştur. Acıyla... Sol, işin milliyetçilik ve ırkçılık kısmına odaklanıyor ama sınıfın, sermayenin, sömürünün işin içine girmediği her tez liberal bir tezdir.

İşte bu tür farklılıklar üzerinden bir hegemonya mücadelesi sürüp gidiyor. Yanlış anlaşılmasın; dönemin Alman komünistleri, sosyalistleri Alman emekçilerinin gündemine, birlik özlemlerine, incinen ulusal onur tamirine uzaktılar vs. demiyorum. Evet, toplumun içine kök de salmışlardı; evet, devletin ve faşistlerin terörünü yaşıyorlardı... Ama...
Aması denklemde gizli; hem de günümüzdeki denklemde: Almanya devrim korkusu ile öyle bir terbiye edilmişti ki sosyal demokratlar dahil geniş bir toplam değişim istiyor ama devrimden de alabildiğine korkuyordu. Ne şiş yansın ne de kebap! Bugün Türkiye’de anlatılan hikâye de benzer değil mi? Hiçbir şey değişmeden her şeyin değişebileceği anlatılmıyor mu?

Yani hedef o gün de bugün de “önce birlik olup Nazileri engelleyeyim, sonra gerisine bakarız” olamaz. Denklem böyle kurulunca zaten dert Nazilerden kurtulmak değil, Nazilerden öncesine ve sonrasına engel olmak, devrim olasılığını bertaraf etmek oluyor. Esas denklem muhtemelen şöyle kurulabilirdi: Nazilerden kurtulmak için sonrasına da şimdiden bakmak. Tıpkı savaştan kurtulmak isteyen Rusya’ya savaşsızlığın ancak sosyalizm ile verilebileceğini anlatmak gibi.

Aynı denklem günümüz Türkiye’si için de geçerli: Türkiye’nin önünde, nereye geçileceğinden de bağımsız olarak, gürültüsüz, patırtısız bir geçiş dönemi durmuyor. Üzgünüm. Toplumun beklentisi bu yönde, sermayenin beklentisi bu yönde ve sola telkin edilen ufuk da bu yönde. Bu nedenle emekçi yığınlara anlatılan “sandık” ve katlanma, katlanma, katlanma… Solun da laf ebeliği ile bu programa fit olması bekleniyor. Buradan birlik değil başkalaşma ve yıkım çıkar. Başka bir şey değil!

Birlik için de net olmak gerekiyor: düzeni hedefe koyan net bir program, yaşanan zorluklara son verecek açık bir sınıfsal hedef ve emekçi halkın örgütlü bir güç haline gelmesi. Hayaller değil gerçekler. Esas felaketin düzenin sürmesi olduğunu gösteren sürekli bir mücadele. Ve daha önemlisi emekçi halkın kendi gücüne güvenmesinin sağlanması. Sabırla, emekle, hep uyanık ve dinamik kalarak.

Hegemonyanın başka yolu yok.

Peki, beklenen ne? Herkesin, her kimliğin, amasız, fakatsız yan yana gelmesi… Siyasi kimliklerin eşit siyasi unsurlar olarak yan yana gelebildiği bir yol yok; olmadı da! Hiçbir yerde, hiçbir zaman. Gramsci’den Laclau’ya uzanan bu hat devrim için değil düzenin sürüp gitmesi için çalıştı hep. Yani çoğu durumda “çok ses” çıkıyor olması yetmiyor. Birçok farklı sesin bir araya gelmesi yetmiyor. Çok ses mi arıyorsunuz? Örneğin 1920’ler boyunca Almanya’da sol çok sesli ve çok üretkendir; her kafadan bir ses çıkmaktadır.25 Nicelik ve nitelik dedik. Hep aynı yere çıkıyor: unutulmamalı ki çok seslilik siyasal devrime odaklanmış, sermaye siyasetine teslim olmayacak bir ağırlık olmayınca işe yaramıyor. Bir ağırlık noktası gerekiyor ve bu ağırlık noktasının tarihsel bir süreç içinde nereye kurulduğu belirleyici oluyor. Birlik için de devrim için de...

Tolga Binbay / SOL-Gelenek

  • 1.1920’ler Almanyası’nı ele alan Berlin Babylon dizisinin üçüncü sezonundan bir anekdot.
  • 2.soL TV, Gündem | HDP İttifakların Neresinde? Ekonomide Çıkış Var Mı? - Gökhan Kazbek'in Konuğu Garo Paylan. 3 Şubat 2022.
  • 3.Sebastian Haffner (2022). Bir Alman’ın Hikayesi- Hatırladıklarım (1914-1933) (çev. Hulki Demirel). İletişim Yayınları, İstanbul, 8. Baskı.
  • 4.Margit Köves, Shaswati Mazumdar (2018). Faşizm Üzerine: Önlenebilir Yükseliş (çev. Ezgi Kaya). Yordam Yayınları, İstanbul. Bu güzel derleme kitaptan oldukça yararlandım. Ama çeviride tercih edilen isim transformasyonunun tesadüf olmadığını, siyasi bir tercih olduğunu düşündüm. Çevirmen ve (belki de editör) “resist” kelimesini açık tahrif ederek “prevent” olarak formatlamış. Böylece orijinal kitabı oluşturanların niyetinden farklı bir mesaj ortaya çıkmış: Faşizm önlenebilirdi, yeter ki… [mesela sol, birlik olsaydı].
  • 5.Gelenek’in önceki sayılarında faşizm konusunda yayınlanmış hatırı sayılır sayıda makale bulunuyor. Yazı boyunca bu makalelere de değineceğim. Ama faşizm, sınıflar mücadelesi, tarihsel çerçeve konusunda şu makaleye öncelikle bakılabilir: Oğuz Söylemez (1999) Anahtar Kelimeler: Faşizm, İşçi Sınıfı. Gelenek, 61: 147-158.
  • 6.Burada Aydemir Güler’in bir köşe yazısına atıfta bulunmak isterim: Cumartesi Değinileri: Kirov’u kim öldürdü – AKP’yle mücadele etmek – Göçmenler örgütlenmez mi? soL, 21.05.2022. Yazısında şöyle diyordu Güler: “Stalin önderliği yenilgiye uğrattığı rakiplerinin, tarih yazımına egemen olacaklarını aklına getirmemiş olabilir…Hayaldi gerçek oldu ve Sovyet tarihi yerine göre muhalif veya anti-komünist diyebileceğimiz, esasen Troçkist bir hegemonya altında yazıldı.” Çok doğru. Bir tek Sovyet tarihi de değil, 20.yüzyılda komünistlerin ve komünizm mücadelesinin tarihini anti-komünist sol yazmış. Ne yazık ki!
  • 7.Nicos Poulantzas (1970) Faşizm ve Diktatörlük (çev. Ahmet İnsel). İletişim Yayınları, İstanbul, 4. Baskı, 2019.
  • 8.Sean Larson (2021). When Germany's Social Democrats Made a Revolution by Half. Jacobin - 18.11.2021 (Erişim tarihi: 23.03.2022).
  • 9.Sosyal-demokrat, sosyalist ve komünist ayrımlarının Birinci Dünya Savaşı ve özellikle de Ekim Devrimi sonrasında belirginleştiğini hatırlatmak isterim. Öncesinde Almanya Sosyal Demokrat Partisi (Sozialdemokratische Partei Deutschlands - SPD) solun her yönelimini çatısı altında barındıran büyük bir partiymiş. Yollar, 1914 sonrasında sancılı ve yetersiz biçimde ayrılmış. Şöyle ki: “1914 yılında yaşanan ihanet Almanya’daki sosyalist hareketin merkezi olan SPD’deki ayrılıkları kesinleştirdi. Parti kabaca üç bölümdü: Luxemburg’un da dahil olduğu Spartakusbund, Kautsky ve Hilferding’in bulunduğu oportünist kanat ve artık doğrudan burjuvazinin işlerini yaptığı belli olan Ebert’li SPD sağı.” Bknz: Anıl Çınar (2017) Bir Dönemden Dersler Çıkarmak: 1914-17 Aralığının Tartışmaları Bugün Ne Anlatıyor? Gelenek, 136: 7-31.
  • 10.Bu konuda özellikle Gelenek’in 151. ve 156. sayılarında yer alan, Freidrich Engels ve Paris Komünü üzerine hazırlanmış olan dosya yazılarını hatırlatmak isterim.
  • 11.Umut Çağlar Yetişir (1997) Almanya’da Faşist Hareket. Gelenek, 55: 120-129.
  • 12.Haluk Arıcan (2019) Sosyal demokratlar Hitler'in önünü nasıl açtı? 90’ıncı yıldönümünde Berlin-Wedding işçi katliamı. soL Haber Portalı. 26.04.2019 [Erişim tarihi: 24.05.2022]
  • 13.Burada biraz teğet geçiyorum ama Alman Devrimi’nin yenilgisini, yenilgiye götüren komünist hareket içi nedenleri anlamak için bknz. Kemal Okuyan (2019) Devrimin Gölgesinde: Berlin, Varşova, Ankara 1920. Yazılama Yayınevi, İstanbul, 1. Baskı. Kitabın tamamı okunmalı ama Nazilere giden yolda Almanya’yı anlamak için özellikle son iki bölüme bakılabilir.
  • 14.Anıl Çınar (2017) A. g. y.
  • 15.Haluk Arıcan (2019). A. g. y.
  • 16.Haluk Arıcan (2019) A. g. y. Burada Nazilerin artan toplumsal örgütlülüğünü de hatırlamak gerekiyor. Naziler 1920’ler boyunca Alman devleti korumasında ya da en azından göz yumması ile toplum içindeki örgütlülüklerini güçlendirirler. 1930’ların başlarında ise 400.000 kişilik bir sokak gücüne ulaşır. Benzer bir gücün 1932 yılında KPD tarafından da kurulmaya çalışıldığını hatırlatayım: Antifaschistische Aktion, yani Antifa.
  • 17.Erhan Nalçacı (2010) AKP ülkeyi faşizme mi taşıyor? Gelenek, 108: 19-30.
  • 18.Kurt Gossweiler (1989) Weimar Cumhuriyeti’nın Yıkılışında Ekonomi ve Siyaset. Faşizm Üzerine: Önlenebilir Yükseliş (çev. Ezgi Kaya) içinde (edi. Margit Köves, Shaswati Mazumdar). Yordam Yayınları, İstanbul, 1. Baskı, 2018, sf. 144-170.
  • 19.Bu arada... Nazi partisinin ismindeki “ulusal sosyalizmi” de atlamamak gerekiyor. Nazilerin iktidara yükselişinde emekçi kitleler nezdinde bu “sosyalizm” vurgusunun da önemli rol oynadığı ve aslında Bolşevizm ile Nazilerin “ulusalcı sosyalist” sapmanın iki farklı örneği olduğu sık sık işleniyor. Özellikle anti-komünist sol tarafından... İflah olmaz bir kinle... Türkiye’de, bu çizginin yerli versiyonları, dinci gericilere “modern demokrat” diye övgü düzerken Bolşevikleri faşist ilan etmekte zorluk çekmiyor. Avrupa’da ise hepsi şu aralar Zelenski alkışlıyor. Kolay gelsin!
  • 20.Alper Birdal (2021) Hegemonya Bunalımı ve Çin - Emperyalizmin Krizi, Uluslararası Değer Zincirleri ve Çin'in Yükselişi. Yazılama Yayınevi, İstanbul, 1. Baskı. Özellikle günümüzün ikinci ve üçüncü bölümler.
  • 21.Erhan Nalçacı (2010) A. g. y.
  • 22.Palmiro Togliatti (1928) Faşizm Sorunu Üzerine. Faşizm Üzerine: Önlenebilir Yükseliş (çev. Ezgi Kaya) içinde (edi. Margit Köves, Shaswati Mazumdar). Yordam Yayınları, İstanbul, 1. Baskı, 2018, sf. 246-258.
  • 23.Georg Lukács (1929) Blum Tezleri - Macaristan’daki Siyasi ve Ekonomik Durum ile Macar Komünist Partisi’nin Görevleri Hakkında Tezler. Faşizm Üzerine: Önlenebilir Yükseliş (çev. Ezgi Kaya) içinde (edi. Margit Köves, Shaswati Mazumdar). Yordam Yayınları, İstanbul, 1. Baskı, 2018, sf. 268-284.
  • 24.Bknz. Kemal Okuyan (2017) A. g. e.
  • 25.Bu konuda oldukça önemli ve ilginç bir yazı için bknz. Nazlı Cihan (2020) 1920’ler Almanyası’nda Marksizm, Freud ve Psikanaliz Karmaşası. Madde, Diyalektik ve Toplum, 3 (3): 213-221. Psikanaliz camiasının içindeki ve çevresindeki hararetli tartışmalara çeşitli zamanlarda ve farklı kanallardan yapılan toparlayıcı müdahaleler ve çağrılar bir türlü işe yaramaz. Kakafoni sürer gider... Bu sembolik dağınıklığın Almanya için bir tür “devrim endişesi“ semptomu olarak da değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Hem de Nazilerin önünü açan bir semptom...

Topal Osman'ı Mirliva yapalım - Mehmet Bozkurt / SOL

Hüküm tebliğ edilince önce inanamıyor sonra fena halde öfkeleniyor ve cepheye geldiğine bin pişman oluyor ama ne fayda, iki nefer kollarından tutup yere çalıyorlar zavallı Osman’ı, az değil, 50 değnek 


"Yeri yeri aşîr yerî / Meftay di me me ra kirin e kozadêri / Bûkê di teze kuştin / Girtin e zêrê d’sêrî…"

Bu, şimdilerde “itibarının iadesi” istenilen Topal Osman’ın ustalık dönemini anlatan Kürtçe bir ağıttır. Geçmiş zamanın peşine düşersek, 1921 olarak tarihleyebiliriz. Türkçesi şöyle:

“Yürü yürü aşiret yürü/ Ölülerimizi ettiler bize kapı kilidi/ Taze gelinleri öldürdüler/aldılar alınlarındaki altınları…”

“Ağıt” dedim, doğrusu “lawik” ya da “kilam” olmalı. Sözlü tarihtir, aktarıcılarına dengbej deniliyor. Dengbej mi? En güzel tarifini bir Kürt kadını yaptı:

“Kimin derdi varsa o dengbej oluyor, ben dengbej demiyorum, ‘dertbej’ diyorum!”

Başka türlü nasıl söylenebilir? Dengbejler dert anlatıcıları oluyor.

Kürt kadınının anlattığı Koçgiri’dir. Kürt/Alevi kırımı. . . Türkçesini yazıyorum:

“Ölülerimizi kapımıza kilit yaptılar/Kapımızı açılmaz hale getirdiler/Ocağımızı söndürdüler/ Ocak söndürendir, Topal Osman!”

 ***

Ebubekir Hazım Tepeyran anılarını yazdı. 1921’de Sivas’ta validir Tepeyran. Koçgiri Aşireti’nin erkekleri “asi” olup dağa çıktıklarında geride bıraktıkları köylerde kalan gelinlik yaşta kızların, kadınların, çocukların ve kocamışların halini anlatıyor Tepeyran:

“Askerlerle çemberlenen köyler ahalisi söylentilerin doğruluğuna, yani Kürtlerin tenkil edileceğine inanarak hayatlarını kurtarmak için köylerini, evlerini terk ederek dağlara sığınmağa mecbur olmuşlardır. Sırf can korkusuyla kaçan, isyan ve şekavetle suçlanarak boş kalan köyler yakılıp yıkılarak bütün mal ve eşyaları müsadere edilmiştir. (…) 132 köy muharip bir düşman istihkâmları gibi yakılmış, tahrip olunmuş ve yüzlerce nüfus öldürülmüştür…” Tepeyran’ın demesine göre köyler boşaltıldıktan sonra, kolay olmalı, yağma başlıyor. Topal Osman’ın daha önce Ermeni ve Rum Pontus yağmasından edindiği bilgi, beceri ve iş disiplinini, kısaca yıllar boyunca edindiği tecrübeleri bu defa Kürt yoksulları üzerinde sınama imkânı buluyor. Ustalık dönemi diyebiliriz.

Topal Osman’ın en büyük destekçisi, “Sakallı” olarak anılan Nurettin Paşa oluyor. “‘Zo’ diyen Ermenileri temizledik. ‘Lo’ diyen Kürtlerin de köklerini ben temizleyeceğim” diyerek tarihe kayıt düşendir Nurettin Paşa. Topal Osman’ın “cürümdaşı”dır. Birlikte temizliyorlar.

***

Hasan İzzettin Dinamo “Kutsal İsyan” da “Çakır gözlü, güzel ve sevimli bir çocuk olan Osman” diye başlıyor Topal Osman’ın öyküsüne ve biz onun eli kanlı bir katile nasıl dönüştüğünü çeşitli kaynaklardan takip etme imkânı buluyoruz. Balkan Savaşı’nı başlangıç olarak alabiliriz. Talihi yaver gitmiş olmalı ki hemen savaşın başında bacanağına isabet eden bir şarapnel parçasıyla sakatlanıyor. Resmi askerlik hayatı bundan ibarettir. Osman, Topal Osman olarak evine dönüyor. Boş durmuyor, hapishane kaçkınlarıyla bir çete kurarak Ermeni katliamlarında yer alıyor. Artık Teşkilat-ı Mahsusa’dır. Ermeni malları zebildir. El koyuyor. Gelinlik kızların altınlarını gasp ediyor. “Ağa”lığa terfi ediyor.

***

1916 ‘da Artvin Borçka cephesinde resmi ordunun yanındadır. Arif Cemil, “1. Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa” yı yazdı. Çok güzel ve artık “Topal Osman Ağa” olmuş Osman’a da yer ayırıyor. Yazarken ara başlık kullanmış. Şöyle: “Topal Osman elli değneği yiyince yerinden kalkamaz bir hale gelmişti” Elbette yazık ama eğlenceli bir yanı da yok değil. Aktarıyorum:

“… Rıza Bey divanı harbin firariler hakkında tayin ettiği cezalar malum idi. Efrattan birisi ilk defa firar ederse değneğe, ikinci defa firar ederse idama mahkûm ediliyordu(…) Tabi bu mahkemede Osman’ın cepheden firar ettiği kati suretle sabit olmuş ve kendisi 50 değnek cezasına mahkûm edilmişti.”

Hüküm tebliğ edilince önce inanamıyor sonra fena halde öfkeleniyor ve cepheye geldiğine bin pişman oluyor ama ne fayda, iki nefer kollarından tutup yere çalıyorlar zavallı Osman’ı, az değil, 50 değnek. Arif Cemil’in yazdıklarına göre değnek kırıldıkça yenisiyle değiştirilerek 50’ye varıncaya kadar eksiksiz ikmal ediliyor biçilen ceza. Sonrasında şunları okuyoruz Arif Cemil’ den: “ Zavallı Topal Osman bu elli değnekten sonra berbat bir hale gelmişti. O topal olduğu için zaten iyi yürüyemiyordu. Şimdi ise artık hiç yerinden kalkamayacak bir hale gelmişti (…) Topal Osman başından geçen bu vakalardan sonra anlamıştı ki, harp esnasında çetecilik yapmak cesaret ve askerlik işidir. Öyle zan ve tahmin edildiği gibi vurup kırmak, yağmagerlik etmek değildir…”

Sonra mı? Sonra, Arif Cemil’in yazdığına göre Giresun’a dönüyor Osman. Ancak Asker kaçağı Topal Osman Ağa yarbaylık rütbesini Rum Pontosluları kırarken mi takmıştır, yoksa Mustafa Kemal tarafından Ankara’ya çağrılıp Çankaya muhafızı edildiğinde mi kendisine bu rütbe verilmiştir bunu tam olarak kestiremiyoruz.

***

Şimdi ben Rum Pontos dedim ya, haklarında bildiklerimiz özel bir merakımız yoksa pek sınırlıdır. Daha doğrusu hani, Ermeni dediğimizde iyi kötü bir fikre sahibizdir ama Rum Pontos dendiğinde sanki hiç olmamış gibidir. Oysa Sinop’tan Rize’ye kadar uzanan sahil şeridinin ve daha içerlerde Tokat, Amasya, Bayburt’a kadar uzanan coğrafyanın kadim adı Pontos’tur ve bu bölgede 1. Dünya Savaşı başlarken Osmanlı salnamelerine göre Romanika dilini konuşan 450 bin Rum Pontos Osmanlı yurttaşı yaşamaktadır. Bunların büyük bir bölümü 1923 Lozan anlaşması gereği Yunanistan’a sürülmüş, bir bölümü savaş sırasında Rusya’ya geçmiş; şimdi burası karışık ve tartışmalı, çünkü söz konusu “öldürüşmek” olunca; “biz öldürmedik onlar öldürdü, o kadar değil şu kadar, biz başlatmadık onlar başlattı” tartışmasının önü alınamadığından en iyisi, “en resmi” kaynaktan aktarmak olmalı. Genelkurmay raporlarına göre öldürülen Pontoslu sayısı 65-70 bin civarındadır. Yine aynı kaynağa göre çetecilik olayına karışan Pontoslu 11. 118, bu arada öldürülen Türk köylü sayısı 1817 olarak kayıtlara geçmiştir. İtiraf etmeliyim ki son iki sayıdaki küsuratlı netlik en kuşkucu yaklaşımların bile önünü kesmektedir! Uzatmadan ve okuyucuyu sayılara boğmadan yazacak olursak en az 65 bin Pontoslu öldürülmüştür.

***

Sakallı Nurettin diyorum, Topal Osman’nın cürümdaşı… fotoğrafı var, sanki insan gibi ama bunu der demez sözünüzü geri alıyorsunuz. Şunları söylerken keyifle kıkırdadığını tahmin edebiliyorum:

“… Kadınlara gelince; Pontusçulukla meşbu erkeklerine fikren, bedenen, malen muavenet ettikleri, hakikattir. Yataklık ettikleri hakikattir. Yataklık, muhbirlik, cinayete teşkâr kadınlar da mahkemeye sevk edildiler. Fikrimizce memleketimizdeki Rumlar bir yılandır. Bu yılanın zehri kadınlardır. Bu yüzden erkeklerle aynı şeyi yaptık. Çocuklarından da ayırmadık. ”

Topal Osman’ın Sakallı’dan el aldığı anlaşılıyor. Karadeniz’de kıyı boyunca balıkçılık, kaçakçılık, yük taşıyıcılığı yapan “orta büyüklükte gemiler var “taka” da deniliyor. Bunlar buhar gücüyle çalışıyor ve doğal olarak bir ısı kaynağına ihtiyaç var. Bunun için de odun ya da kömür kullanmak gerekiyor. Topal Osman deniz çocuğu ve baba yadigârı bir “taka”sı var. Harp zamanı, iktisatlı davranmak gerekiyor, geleneksel ısı kaynağı odun ve kömürün yanına Pontosluları ilave ederek tasarrufta bulunmuş oluyor. Bunu Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı, “Çankaya yaranı” gazeteci Falih Rıfkı Atay’dan öğreniyoruz. Falih Rıfkı’nın yazdıklarına göre; basılan her Türk evine karşı 3 Rum evi basıyor Topal Osman ve kendilerine kazdırdığı mezarlara gömüyor onları. Bir de, vapur kazanları var. Falih Rıfkı’nın yalancısıyız, onun demesine göre diri diri atıyor vapur kazanlarına Rumları. Yakıttan tasarruf bu olmalı.

Falih Rıfkı’nın izini sürecek olursak ünlü romancımız Halide Edip Hanım’ın (Adıvar) Mustafa Kemal Paşa’dan halka yapılan şiddetin durdurulmasını ve bu manada sıkça şikayetlerde bulunduğunu da öğreniyoruz. Halide Hanım’ın “elinin hamuruyla” bu girişimlerini öğrenen Topal Osman’nın önce derin bir “ah” çektiğini yazıyor Falih Rıfkı. Devamında da şunlar var: “ Ah Mustafa Kemal Paşa o kadını bana verse de karşı koymak nedir ona göstersem … “ Falih Rıfkı Topal Osman’la olan sohbetini burada kestiği için Halide Hanım’ı Mustafa Kemalin mi yoksa Allah’ın mı koruduğu karanlıkta kaldığı gibi, eline geçseydi Topal Osman’ın ne göstereceği de sır olarak kalmış!

***

Cemal Şener Topal Osman’ı “Topal Osman Olayı” adıyla kitaplaştırarak büyük hayır işledi. Bana göre en hayırlı yanı da çok sayıda belgeyi kitaba ek olarak koymasıdır. Bunlardan biri de “Giresun Sancağı Reji Müdürü Nakiyüddin” imzalı, doğrudan Mustafa Kemal’e hitaben yazılmış bir şikayetnamedir. 15 Ocak 1921 tarihini taşıyor ve “Gazi Paşamız Efendimiz Hazretleri” diye başlıyor. Ben ortasından başlıyorum Şöyle:

“…İşte bu suretle zaten Belediye Başkanı iken Müdafa-i Hukuk Reisliğini de ele geçirdikten sonra bu adam, etrafını saran cahil ve hırslı dalkavuklar dolayısı ile de burada adeta hükümet içinde hükümet durumunda bir türedi biçimi yaratmaya başlayarak, memleketi terk ederek başka bir ülkeye kaçan Rumların mülk ve bahçelerini kendine, akraba ve soyuna sopuna ve dalkavukları arasında böldüğü gibi, bunların İslam halktan alacaklarına karşılık kasalarında sakladıkları senetleri elde eden bu adam (…) alacak değerleri yüksek senetleri de zorla ödetmek veya karşılığında bir bölüm Müslümanların bağ ve bahçelerini zapt etmiş ve tapularını elde etmiştir…” Mektup uzun ve şöyle bitiyor: “Bu arz ettiklerime ek olarak bilgileri daha sonra parça parça sunacağıma söz veriyorum efendimiz hazretleri” Biz bu arzuhalden Topal Osman’ın sadece Rumların değil Müslümanların da mallarına çöküp el koyduğunu öğreniyoruz.

Çok sayıda şikâyetname var ve dediğim gibi Cemal Şener bunları düzenleyerek kitabına ek yapmış. Rast gele seçiyorum, 13 Ocak 1921 tarihini taşıdığına göre kendisini, belediye başkanı ilan ettiği günlere denk geliyor olmalı. Amerikan konsolosunun İstanbul’a gelip İngilizlere verdiği bilgi notuna göre Topal Osman 900 kişiyi bir mağaraya doldurup katlediyor. Şimdi buna kuşkuyla yaklaşmak hakkımız olmalı zira burada “bir gavurun başka bir gavura” ilettiği haber mahiyetinde bir nottur söz konusu olan. Uydurma ya da abartma olabilir. Ancak Topal Osman’ın Havza’da Mustafa Kemal ile buluştuklarında ona söyledikleri var ve bu onun bilinen tabiatına pek de aykırı düşmüyor: “Siz hiç merak etmeyin Paşam! Bu pontos Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki hepsi mağaralarda eşek arıları gibi boğulup gidecek. ” Bu sözleri “Kutsal İsyan” dan aktarmış oluyorum… Sözünü tutmuş olabilir!

***

Şimdi 30 Mart 1923. Ankara günlerindeyiz:

Büyük Millet Meclisi Ali Fuat Paşa’nın başkanlığında toplanmıştır. Kürsüde Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni vardır ki gayet cerbezeli olup İkinci Grup’un başkanıdır:

“Efendiler! Bu şerefli kürsü bugün elim bir vaziyete sahne oluyor. Bu şerefli milletin mebusları bugün kan bağlamış bir zavallı, bir biçare gibi birbirlerine bakıyor. Ey Kâbe-i millet! Sana da mı taarruz? Ey milletin iradesi sana da mı taarruz?(…) Efendiler Ali Şükrü Bey iki günden beri kayıptır. Azametli, şerefli, muazzam bir tarihin sahibi bir milletin vekili kayboluyor da hükümet bulamıyor. Evet iki gündür bulamıyor. (…) Ali Şükrü Bey’in basit bir kaza veya herhangi bir kimsenin başına gelebilecek adi bir tecavüze maruz kalmış olmasını isterdim. Ya Allah göstermesin siyasi bir taarruza uğramış ise. Efendiler! Ya siyasi bir cürümse. Denmek ki bu memlekette her hangi bir fikrin serdarı yaşayamayacaktır. Ölecektir.”

Ali Şükrü Bey’in cesedi iki gün sonra Çankaya Köşkü’nün yakınlarında Papazın Bağı denilen yerde toprağa yarı gömülü olarak bulunur. Kısa bir süre sonra cinayeti işleyenin Topal Osman olduğu anlaşılır. Topal Osman jandarma birlikleri ile çatışmaya girer öldürülür. Topal Osman’ın ölü bedeni yoğun istek üzerine meclisin önüne kurulan darağacına asılır!

Farkındayım, yazı uzadı. Ali Şükrü Bey cinayeti ve sonrası başka bir yazının konusu olsun.

Şimdilerde tartışılıyor Yarbay Topal Osman Ağa’yı ne yapsak da başköşeye oturtsak diye. Asker kaçağı idi “yarbay” rütbesini takıldığında Oldu olacak “mirliva” rütbesi verip Devlet Mezarlığı’na kaldırsınlar törenle!

Mehmet Bozkurt / SOL

Kaynaklar:

Ebubekir Hazım Tepeyran, Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları, Çağdaş Y. İst. 1982

Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, cilt:2, Tekin Y. İst. 1986

Arif Cemil, 1. Dünya Savaşı’nda Teşkilatı Mahsusa, Arba y. İst. 1997

Cemal Şener, Topal Osman olayı, And y. İst. 1992

Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Bateş y. (tarihsiz) İst.

Öne Çıkan Yayın

Cumhuriyet "Köşebaşı" -28/Temmuz/2025-

‘Süreç’ üzerine notlar - Ergin Yıldızoğlu- Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebi...