Sol birlik mümkün müydü? 1920’ler Avrupası’nda? Ya da Avrupa’da, sosyalizmin ufukta bir an belirdiği ve sonra da kaybolduğu o yıllarda mesele birlik miydi? Peki ya
“Çünkü, sermayenin önündeki zincirler tamamıyla çekilmişti bir kere!”1
Gerek dünyadaki son on yıla damga vuran “otoriterleşme” eğilimi gerekse Vladimir Putin’in Ukrayna “operasyonu” öncesi yaptığı Lenin ve Sovyetler göndermeli “Nazilerden arındırma” konuşması, neredeyse yüz yıl öncesinde kalan (ama kalmayan) bir dönemin “temel” meselesini yeniden gündeme getirdi: Solun faşizme karşı birliği! Hâl böyle olunca Naziler, faşizm, bir araya gelmek gibi kavramlar farklı bağlamlarda havada uçuşmaya başladı.
Tabii ki bu kavramların tartışılmasında Türkiye’nin ve belki de dünyanın genel gidişatının da payı var: İçinden geçtiğimiz ve gelgitli biçimde zaman zaman faşizmi de çağrıştıran şu son on, on beş yıllık dönem örneğin Türkiye’de, özellikle de solda “Saray rejimine karşı” en geniş güçlerin birliği olarak ifade edilen bir arayışı gündeme getirdi. Dünyada bu tür örneklerini bulmak da hiç zor değil. Sosyal demokrasi ile kimlik temelli siyasetin iç içe geçtiği değişik örnekler yaşandı, yaşanıyor; arandı, aranıyor. Yani bu aralar siyaset ve siyasal mücadele dönüp dolaşıp faşizme, Nazilere, otoriterleşmeye ve karşısında neler yapılması gerektiğine, geçmişte yapılan “hatalara” çıktı, çıkıyor.
Bu hatalardan başlıcası da komünistleri ilgilendiriyor. İlgilendiriyor çünkü Nazilerin iktidara gelmesini önceleyen dönemde Almanya’da komünistler ve sosyalistler (sosyal-demokrasi) arasında bir iş birliğinin, koalisyonun, ittifakın kurulamamış olması sık sık gündeme geliyor. Örneğin Garo Paylan, Şubat ayı içinde soL TV’de katıldığı bir programda Nazilerin iktidara gelişinin önlenemeyişini “sol içi rekabete” bağladı ve Nazilerin bu sol içi rekabet ortamında aradan sıyrıldığını ifade etti.2 Benzer değerlendirmeler, sol içi tartışmalarda da hemen her yerde bulunabiliyor: Örneğin Nazi Almanya’sı üzerine yakın zamanlarda yayınlanan ve “çok okunan” “Bir Alman’ın Hikayesi” de böylesi bir anlatıya dayanıyor.3 Yani…
Yanisi şu: solcular, hatta özel olarak komünistler hata yaptılar! Bu hatanın, bir araya gelemeyişin hemen arkasından da “birlik olunsaydı faşizm engellenebilirdi” çıkarsaması geliyor. Dile getirilmese bile ima ediliyor: Öyle ki kitapların orijinal isimleri değiştirilebiliyor! Dönemin önemli metinlerini bir araya getiren ve İngilizce orijinal adı “Direnilebilir Yükseliş” olan bir kitabın adı çeviride “Önlenebilir Yükseliş” oluyor mesela.4 Türkiye’de sol, direnmekten de öte, faşizmi önlemek istiyor. Ve bunun için de kahve köşelerinden kitaplara, sosyal medyadan basın açıklamalarına, köşe yazılarından teorik yazılara aynı şeyi arıyor, istiyor: Erdoğan’dan kurtulmak için amasız, fakatsız bir araya gelme!
Naziler, faşizm, birlik meseleleri de bu bağlamda anlam kazanıyor. Peki, sol birlik mümkün müydü? O zamanlar? Yani 1920’ler Avrupası’nda? Ya da Avrupa’da, sosyalizmin ufukta bir an belirdiği ve sonra da kaybolduğu o yıllarda mesele birlik miydi? Peki ya şimdilerde, birlik mümkün mü? Şimdilerde yine tökezleyen emperyalist sistem karşısında mesele solun, yani komünistlerin, sosyalistlerin, demokratların ya da gidişattan bir biçimde memnun olmayanların bir araya gelemeyişi mi? Sorun bu mu?
Eh, biraz… Yani en genel anlamıyla dünyada ve Türkiye’de bir muhalefet sorunu ya da belki de solun bir araya gelememesi sorunu olduğu ortada. Arayış bu. Ama naif, ama iyi niyetli… Ama zaman ve mekândan kopuk ve hatta siyaset üstü bir arayış olduğunu da not edelim. Çünkü tek bir sol yok. Tek bir siyaset yok. Siyasetin de sınıfı var. En azından Marksizm açısından. Hâl böyle olunca da sınıfına göre sol var… Dün de öyleydi, bugün de. Birlik, öyle havada, her şeyden, özellikle de sınıf çıkarlarından bağımsız olarak, boşlukta kurulmuyor.
Ama bir taraftan da “tarihi” gerçekler var; hafife alınmaması, çarpıtılmaması ve özenle sahip çıkılması gereken gerçekler.5 Çünkü, 1930’larda sola yüklenen hata ile başka bir şey söyleniyor: Nazilerin iktidara yükselişi Alman komünistlerinin, Bolşeviklerin ve nihayetinde de Komünist Enternasyonal’in beceriksizliğine, siyasi yönelimlerinin yanlışlığına, dar görüşlülüğüne ve hatta komünistlerin bile isteye ayak sürümesine, velhasıl sekterlik yapmasına bağlanıyor. 1920’ler ve Naziler bahsinde ana “tarih yazımı” bu şekilde.6
Örneğin “faşizm ve sol” söz konusu olunca halen referans kitapların başında gelen Faşizm ve Diktatörlük’ün ana tezi neredeyse Sovyetler’in ve uluslararası komünist hareketin basiretsizliği üzerine kurulmuş durumda!7 Kitabın ve Poulantzas’ın tüm parlaklığına bu ısrarın gölgesi düşmüş. Ama yakın zamanda, özellikle de 1918 Alman Devrimi’nin 100. yılında yayımlanan birçok yeni belge8 ve kitap sürecin bu şekilde değerlendirilemeyeceğini bir daha ve de bir daha gösteriyor: Faşizm, devrim Avrupa’da yükselemediği, engellendiği, sermaye tarafından boğulduğu için iktidara yükseldi ve komünistler dışındaki solun bu süreçte özel bir yeri, görevi, misyonu oldu. Karşı-devrimi kolaylaştırmak gibi… Komünistler ise sol içinde egemen olamadı; siyasi ve ideolojik üstünlük kuramadı.
İşte bu yazıda Nazilerin 1920’ler ve 30’lar Almanya’sında iktidara yürüyüşü hakkında yeniden ve yeniden gündeme getirilen yanılsamaları, çarpıtmaları ele almaya çalışacağım. Bugüne ve bugünün arayışlarına, ihtiyaçlarına ve yönsüzlüklerine de değinerek.
Sosyal-demokrasi: Komünizme karşı hep titiz
Genel kanı şu yönde: Sovyetler’in etkisi altında kalan Almanya’da komünistler çok sekter davrandılar, faşizm tehlikesinden çok sosyal-demokratlar ve sosyalistlerle uğraştılar, hatta onlara “sosyal-faşist” nitelemesi yaptılar ve en sonunda da Naziler bu “kardeş kavgasında” aradan sıyrılarak iktidara geldiler. Bu değerlendirmelerin çeşitli versiyonları çeşitli yerlerde bulunabiliyor. Ve bir haklılık payı da taşıyor, ama…
Aması şu: Alman sosyal-demokrasisi, köklü bir düzen değişikliğinin gerçek bir seçenek halini almasına karşı hep çok dikkatli davranmış.9 Bu titizlik, bir anlamda kırmızı çizgisi olmuş bu hareketin. Bir tek 1920’lerde değil; Gelenek’te ısrarla işlediğimiz biçimde sosyal demokrasi 1890’lardan itibaren Almanya’da açık ve net olarak düzeni devrimci bir dönüşümden koruyan bir bariyer olarak yapılanmış.10 Avrupa’da şiddetlenen ve Almanya’yı da bir zayıf halka haline getiren sınıf mücadeleleri, Ekim Devrimi’nin de etkisi ile 1918 gibi Almanya’da devrimin kapısını çaldığında sosyal demokrasi devrimin ve komünizmin siyasi etkisine karşı aşırı dikkatli olmuş.11 Bir tek 1920’ler ve 1930 başlarında yaşanan seçim gelgitlerinden bahsetmiyorum. Siyasi konumu çok daha öncelere dayanan bir netlikten bahsediyorum. Düzen ve sosyal-demokrasi açısından çerçeve muhtemelen oldukça net ve sadeydi:
“SPD’nin büyük sermaye sahipleri tarafından 1919’dan beri desteklenmesinin tek koşulu, o zamandan beri tam olarak dizginlenemeyen ve silahtan arındırılamayan işçi sınıfını kontrol etme yeteneğini kaybetmemesinde yatıyordu.”12
Evet, 1920’ler boyunca Almanya’da komünistlerin seçim başarısı, örgütlülüğü kırılamamış ve Almanya Komünist Partisi (Kommunistische Partei Deutschlands, KPD) her seçimde daha örgütlü ve yaygın hale gelmiş. Bir tek KPD de değil! Sendikalar, dernekler, emekçi sınıfların çeşitli siyasal/sosyal örgütlülükleri toplumu sarıp sarmaladıkça sarmalamış.13 Ama hem siyasi düzlemde hem de toplumsal düzlemde çeşitli temel sorunlarla büyümüş KPD: Partinin içindeki sorun siyasi ve ideolojik netleşme/tekleşme14 iken dışarıda ise huzursuzluk çıkaran “aşırılık” yanlısı bir kesim olarak etiketlenmekten kurtulmamış. Bu etiketin etkisinin kırılmaması için en çok uğraşanlardan bir tanesi de sosyal-demokrasi olmuş. Tepe tepe kullanmışlar bu “düzeni bozan komünistler” söylemini… Düzen de en çok buradan sıkıştırmış sosyalizmi: “aşırılık yanlıları” yani “ekstremistler” toplumsal düzenin altını oyuyordu ve bu anlamda komünistlerin de Nazilerden aşağı kalır yanı yoktu.15
Sosyal demokrasi ise tam da o dönemde, yani 1920’lerin sonunda ülkenin bir yandan “sosyalizme geçmekte olduğunu” tartışıyor bir yandan da geniş emekçi yığınlar nezdinde komünistleri huzursuzluk yaratan bir kesim olarak işlemekten geri durmuyordu. Komünistlerin ise bu denklemde önce kendilerini sonra da solu “aşırılık” etiketinden kurtarması gerekiyordu: Siyasetteki aşırılıktan ya da düzen değişikliği perspektifinden de koparak değil; boyun eğerek hiç değil. Dinamik ve kaygan bir zeminde, emekçi örgütlülüğü ile iç içe gelişen bir siyasi üstünlük kurarak; topluma ise “aşırı” olanın düzen olduğunu kabul ettirerek. Ve komünistler ancak bu basınçla sosyal-demokratları, sosyalistleri, kafası karışık emekçileri arkasına alabilirdi. Tam tersi söylenmesine rağmen başkaca bir birlik mümkün değildi.
Yani… Yanisi şu: öncesinden başlayarak 1920’ler boyunca Almanya’da sol içi kıyasıya bir rekabet vardı ama söz konusu olan, sosyal demokrasinin ülkenin bir işçi sınıfı iktidarına yürümesini sistematik biçimde ve titizlikle engellemesiydi. Ve bu yolda, cinayetler, yüksek şiddet içeren polis terörü ve sağcı adayların desteklenmesi dahil her tür araç seferber de edilmişti:
“[Berlin-Wedding] Katliamın[ın] gerçekleştiği [1929] mayıs ayının sonunda toplanan SPD kongresinde, Almanya’nın kapitalizmden sosyalizme geçiş aşamasında olduğu ciddi ciddi tartışılıyordu. Birkaç ay sonra dünya kapitalizmi büyük bir krize girecek, işsizlik ve yoksullukla birlikte radikalleşen Alman işçi sınıfının kontrolünü SPD’nin sağlayamayacağı anlaşılınca, Alman büyük sermayesi önce geleneksel otoriter yönetime, sonunda da faşizme yönelecekti.”16
1920’ler Almanya’sı boyunca sosyal demokrasinin komünist siyasete karşı mesafesine ve sınıfsal yaklaşımına dair birçok örnek bulunabilir. Ama diyebiliriz ki bugün olduğu gibi o gün de sosyal demokrasi düzeni kurtarmak üzere sınıf aklıyla hareket ediyordu. Sorun ise şurada: Toplum geniş bir zaman aralığında “belirsizliği” bekleyerek duramaz. Emekçi sınıflar için çoğu zaman ikna edici olan düzen ve istikrardır. Emekçi yığınların düşünce dünyasında açılan gedikler düzen tarafından yeniden doldurulmadan önce hızlıca hamle yapılması gerekir. Bazen yeniden ve de yeniden. Hızla kapsanmayan alanı ise özellikle sıkışık dönemlerde faşizm, dincilik gibi sermaye ideolojileri doldurur: vaatleri keskindir ve etkisi de hemen işlemeye başlar.
Bu anlamda, genel sol tarih okumasına karşı çıkmak gerekiyor: Naziler, sol içi bir rekabet ortamında aradan sıyrılmamıştır: Alman sermayesi tarafından uzunca bir süre yedekte tutulduktan sonra önleri iyiden iyiye açılmıştır. Alman toplumu, geniş emekçi yığınlar ise Nazilerde sıkışık bir dünyada düze çıkma, ulusal onuru geri kazanma ve bunlar için yeni maceralara atılma vaadi bulmuştur.
Ve tüm bu süreçte, sola egemen olan bakış bir hata daha yaptırıyor ve hepimizi de kör ediyor: 1920’ler ve 30’lar boyunca Nazilere odaklanmak tarihsel olarak çok fazla bilgi verebilir ama nasıl iktidar olabildiklerini anlamamıza yetmez. Almanya’daki faşizm ve Nazilerin yükselişi öyküsünde temel olarak bakılması gereken yer belki de Nazi partisi ya da Nazi ideolojisi değildir; esas bakılması gereken yer on yıllar boyunca düzenin devrimci değişimi önüne bariyer kuran sosyal-demokrasi ve onların karşısında siyaseten üstünlük kurmakta zorluk çeken komünistlerdir.
Ve benzer bir değerlendirme son 20 yılın Türkiye’si için de yapılabilir: AKP’nin ve Erdoğan’ın hikayesinde esas bakılması gereken yer toplumun öfkesini ve dinamizmini her kritik süreçte soğuran düzen muhalefetidir, Erdoğan’ın kendisi değil.
Otoriter sermaye
Peki; Almanya’da faşizm sol içi rekabette aradan sıyrılmadı; sermaye düzeni önce sosyal demokrasi ile sınırlarını korumaya çalıştı, olmayınca da Nazi Partisi’ne yol açtı. Ama ortada bir soru duruyor. Kapitalizm neden otoriter bir siyasi yapıya evriliyor? 1920’ler ve 2000’ler dünyasını birbirine bağlayan otoriterliğin altında yatan ne olabilir? Son 15-20 yıldır otoriter siyasi yapılar, figürler ve yönetimler neden baskın hale geldi?
Bu sorulara verilen yanıtlar genelde kişisel düzeyde oluyor: liderlerin psikolojisine, kişiliklerine kadar iniyor. Ama derdimiz sınıfsal ise yine oraya, sınıf mücadelelerine bakmamız gerekiyor… Önce bir hatırlatma: “Faşizm emperyalizm çağının siyasi bir aracıdır ve emperyalizmin dünyanın tümüne yönelik stratejisinden, planlarından ayrı tutulamaz.”17
Emperyalizmin dünyanın tümüne yönelik stratejisi… Bu stratejiyi aslında sermaye ile emek arasındaki ilişkiye kadar takip etmek mümkün. Hatta bugün (ve dün) milyonların hayatını savuran fırtınalara kadar. Nedir bu strateji? Tam kontrol. Yani, sermayenin üretim üzerinde tam otorite sahibi olması olarak özetleyebiliriz belki de. Bu anlamda 1920’ler değil ama onu önceleyen dönem ile günümüzün birbirine bağlandığını görebiliriz: Artan makineleşme, hızla büyüyen pazarlar, ürün çeşitliliğinin artması, proleterleşmenin hızlanması… Günümüzde bu sürecin tezahürleri son 20 yıl için robotlaşma, makine öğrenme ve yapay zekâ vb. olarak da görülebilir. Yani, tekil sermayedarın bile tüm üretim sürecini denetleyebildiği ideal bir an... Yani, sermayenin emek ile yaptığı sözleşmenin özüne kavuşması: sıfır emek, hep kâr, maksimum kâr!
Tekil sözleşmede geçerli olan bu arayış, dünya (ve hatta evren) ölçeğinde de geçerli olarak görülebilir: sermayenin, sermaye olabilecek, sermayeye dönüştürülebilecek her şey üzerinde tam egemenliği! Bu arayışta eksik olan ne? Yani neden tam hakimiyet bir türlü mümkün olmuyor? Sınıf mücadelesini dışarıda bırakırsak eksik olanın teknoloji olduğunu söyleyebiliriz. Emeğe ihtiyaç duymayan üretim araçları ortaya çıkmadığı sürece (ki bu bile tartışmalı) emeğin yönetimi temel bir mesele. Teknolojinin elverdiği zamana kadar aradaki boşluğu siyaset ve ideoloji kapatmak zorunda. Kapatamadığı koşullarda sertleşerek… Özellikle de artan rekabet koşullarında, üretmenin, pazarlamanın ve satmanın zorlaştığı dönemlerde. İşte bu tür dönemlerde sermaye her tür gücün tekleştiği bir iktidara yeniden ve yeniden başvuruyor. Almanya’da devrim korkusundan emperyalist rekabette rövanşa geçişin adresi sadece Naziler olabilirdi.18 Başka bir siyasi güç bu gerekliliği karşılayamazdı.19 Almanya’da (ve de Avrupa’da) önü bir türlü alınamayan sınıf hareketlerine açık ve net bir darbe gerekiyordu. Bu darbenin karşılığı ise siyasetin her alanında merkezileşme oluyordu. Tıpkı günümüzde kıtalara yayılmaya çalışan Türkiye sermayesinin de siyasette otoriteyi araması, tercih etmesi gibi.
Ama bugün, yani günümüzde yeni ve farklı bir süreç daha yaşadığımızı söyleyebiliriz: Günümüzde tekil kapitalist ülkelerdeki bir örnek otoriterleşmeyi ve ona eşlik eden toplumsal çürümeyi emperyalizm içi artan rekabet ve sürtüşmeler ortaya çıkarmaktadır. Yani günümüzde kapitalizmin otoriter devlet yönetimleri, sadece artan sınıf hareketlerine karşı sermaye sınıfına avantajlar sağlamak için ortaya çıkmamaktadır; günümüzün faşizan eğilimlerini emperyalizmin kendi iç bunalımı da ortaya çıkarmaktadır.20 Günümüzün en önemli farkı sanırım burada: Ortada sermaye sınıfını sıkıştıran (öyle ya da böyle) siyasal bir işçi sınıfı hareketi bulunmamaktadır! Günümüzde, tam da emperyalist zincir yeniden karılırken sermaye sınıfının eline ayağına dolanacak siyasal bir işçi sınıfı hareketi olasılığı bile otoriterleşmeye yetmektedir. Yani şu saptama oldukça geçerlidir: “faşizm, emperyalizmin karşılaştığı sorunlara bağlı olarak ki bu çoğunlukla işçi sınıfının siyasi gücü ile ilgilidir, farklı biçimler alabilmektedir.”21 Ve günümüzde olasılıklar bile otoriter, faşist arayışlara yetmektedir.
1920’ler de farklı değildir: Avrupa solu farkında olmasa bile devrimci dönem 1920’lerin ortasına gelindiğinde kapanmıştır. Avrupa’da her tür devrimci arayış bastırılmış ve yeni/genç cumhuriyetlerin hızlıca toparlanması, düzenin tesis edilmesi sağlanmıştır. Fransa ve Almanya gibi solun güçlü olduğu yerlerde dahi devrimci sol zayıf ve güçsüzdür. Her şey bir yana Avrupa solu siyasi iktidarı almaktan, aramaktan uzaktır; ağırlıklı olarak sosyal olanla uğraşmaktadır.
Ama toplum da bir türlü soldan kopmaz. Emekçiler ve hatta orta sınıflar… Sol, çoğunluktadır; komünizm ise bu çoğunlukta bir türlü hegemonya kuramaz. Herkes ayak sürer! Bu anlamda İtalyan Komünist Partisi lideri ve Avrupa Komünist hareketinin önemli isimlerinden Palmiro Togliatti’nin içgörüsü önemlidir: Togliatti 1920’ler boyunca faşizm karşısında eksik bırakılanı başka bir yerde arar: kitlelerin, özellikle orta sınıfın, sosyalizme bir biçimde hayırlı bakabilecek, kentli kesimlerin ihmal edildiğini belirtir.22 Biz bunu ihmal olarak değil de komünizmin sol ve toplum üstünde hegemonya kuramaması olarak okuyalım. O zaman birlik meselesini daha iyi anlayabiliriz.
Hegemonya meselesi
Demiş olduk ki Almanya’da faşizm sol içi rekabette aradan sıyrılmadı; sermaye düzeni önce sosyal demokrasi ile sınırlarını korumaya çalıştı, olmayınca da Nazi Partisi’ne yol açtı. Bu yönelim sermayenin otoriter, tam kontrolcü özelliği ile de uyuşuyordu. Özellikle de işlerin yolunda gitmediği zamanlarda. Ama ortada bir soru daha duruyor: Düzenin krizine ve Nazilerin yükselişine karşı birlik, birliktelik neden mümkün olmadı? Hiç mi mümkün değildi?
Muhtemelen mümkündü. Zaten komünistler o dönemde hem Almanya’da hem de Komünist Enternasyonal üzerinden tüm Avrupa’da çeşitli birlikteliklerin, yan yana gelişlerin ya da ayrımların belirginleşmesinin yolunu arıyorlardı. 1920’lerin başından itibaren… Yani “tek ülkede sosyalizm” olasılığı ağırlık kazandıktan sonra… Gerek Bolşeviklerin gerekse Ekim Devrimi’nin etkisi ile büyümeye başlayan Avrupa Komünist hareketinin siyasi lügatinde çeşitli birlikler, bir araya gelişler bulunuyordu. “Sınıfa karşı sınıf” politikasını, Fransa’daki “halk cephesi” deneyimini ve İspanya’da kralcılara karşı şekillenen (ama anarşistlerin domine ettiği) birlikteliği bu arayışın parçaları olarak görmek gerekiyor. Ama…
Aması şu: Ekim Devrimi’nin ışığı o kadar parlak ki halen aklımızı kamaştırabiliyor. Heyecanımıza yenik düşüyoruz. Şunu söylemek istiyorum: Avrupa’da 1920’ler boyunca güçlenen devrim cephesi değil, tam tersine karşı devrim cephesi olmuş. O dönem boyunca burjuva cumhuriyetini aşmaya niyetlenen her arayış hızlıca bastırılmış: Macaristan’dan Finlandiya’ya. Ve pek gündeme gelmez ama Avrupa’da komünizm 1920’lere güçsüz girmiştir. Tüm prestijine rağmen... Bu nedenle sosyal-demokrasiye biçare biçimde “sosyal faşist” nitelemesi yapılır. Haklıdır ama çaresizliğin ürünüdür! Siyasi iktidarın alınması ve toplumun devrimci dönüşümüne dair komünist bir yaklaşım o dönem Avrupa’sında neredeyse yok gibidir. Bir buçuk ülke dışında: Rusya ve Almanya.
1920’ler Avrupa’nın kapılarının devrimci herhangi bir yönelime karşı mühürlenmesi yıllarıdır. Bu döneme Almanya’da çeşitli nedenlerle zayıf giren devrim cephesi, düzenin soldan sağa uzanan çeşitli enstrümanlarıyla baş edememiş ve onca prestijine, şaşasına ve emekçiler arasında kendini ara ara belli eden devrimci arayışlara rağmen siyasi üstünlük kuramamıştır.
Çoğunluk elde edememiş demiyorum… Çünkü günümüzde solda birlik tartışmaları çoğu zaman niceliksel bir anlam taşıyor. Ama işte nicelik, niteliğe tekabül etmiyor. Hatta Türkiye tarihine bakarsak, niceliği (yani sayıları, oy hesaplarını, milletvekili sayılarını vs.) merkeze koyan bir birlik arayışının her zaman, ama her zaman, niteliğin sefaletini açığa vurduğunu görebiliriz. Türkiye’de ve genel olarak solda birlik demek niteliğin geriye çekilmesidir ve bu geriye çekilişte genellikle sınır yoktur!
Hâlbuki devrim için 1920’ler Almanya’sında da günümüzde de gereken önce ve önce siyasi, ideolojik iknadır. Ve bu ikna, elde sihirli bir değnek varmışçasına, bir günde, bir anda kurulamaz; kurulamıyor. Dağılmadan, hedefi gözden hiç kaçırmadan işlenmesi, gözetilmesi gerekiyor. Bu anlamda 1920’ler Almanya’sında birlikten önce ilk gereken, komünistlerin kendilerini ve emekçileri siyaseten ikna etmesiydi. Nazileri durduracak bir birlik için önce düzenin sınırlarını aşan bir devrim fikrinin emekçiler arasında ve sol içinde hegemonya kurması gerekiyordu. Yoksa boşluk sizi de çekiyor…
Örneğin Gyorgy Lukacs, Macaristan’da faşizm olasılığını değerlendirdiği raporunda komünistlerin siyasi yelpaze içinde burjuva demokrasisine sahip çıkan tek özne olarak kaldığını belirtiyor.23 Çaresizce olumlu anlamda… Olabilir; yeri gelir, tüm topluma burjuva demokrasisinin de sınırlarını hatırlatırsınız ama esas yapacaklarınızı, esas söyleyeceklerinizi yerine getirirseniz. Yoksa sonuç hep başkalaşmak oluyor. Kaçınılmaz olarak…
Siyasette üstünlük kurmak ise dinamik bir süreç: beklemeyi, zamanlama yapmayı, hamlede bulunmayı ve sabretmeyi gerektiriyor. Ama aklınızın ve ufkunuzun hep sınıfta, emek kadar sermayede de olması gerekiyor. Çünkü… Hegemonya, çoğu durumda, özellikle de “solun” birliği söz konusu olduğunda, sanılanın aksine geriye adım atarak (uzlaşarak, ara yolu bularak) değil ileri sıçrayarak sağlanıyor. Lenin önderliğinde Bolşeviklerin ve örneğin Küba Devrimi’nin, onca badireye rağmen tutunabilmesini, hep ileriye tutunan dinamik bir üstünlük kurma sürecinde bulmak gerekiyor. O toprakların, o dönemin Marksistleri, komünistleri direndiler, yılmadılar, pes etmediler demiyorum sadece. Evet, bunlar vardı; ama en az bunlar kadar önemli olanı ise iktidarı istediler, yolunu aradılar ve her kritik süreçte bir adım daha ileriye sıçrayarak yol aldılar. Uzlaşmadılar. Önce kendileri oldular ve sermaye düzeninin siyasi ufkuna da hapsolmadılar.
Bir ağırlık noktası gerekiyor
Netlik, ikna, siyasi ve ideolojik üstünlük/egemenlik kurma ve kaygan bir zeminde sürekli yol almak. Sabırla, şaşmadan, hayallere kapılmadan ama hayaller kurarak. Birlik için de gereken bu. Kesinlikle... Ama bir ağırlık noktası gerekiyor.
Çünkü, belli bir dönemin izini taşıyan her ailenin az çok kendine özgü, iç dinamikleri olması gibi farklı tarihlerin, farklı ülkelerin de farklı siyasi dinamikleri oluyor. Huzur, gurur, rekabet, başarı, onur, yas, kendini ispat gibi bazı başlıklar, bazı toplumlarda kritik bir öneme sahip hale gelebiliyor. Ve bu ince noktaları ıskalamamak gerekiyor. Bu anlamda, kapitalizmden kaynaklanan genel benzerliklere rağmen her ülkenin sermayenin elinde faşizan bir yönelime ya da otoriterliğe girmesi, emekçi yığınlar için birbirinden ayrı dinamiklerle oluyor. Bu ayrı dinamikleri harekete geçiren nedenler dönemsel olarak aynı olsa da (örn. artan emperyalist rekabet, sınıf mücadelelerinin şiddetlenmesi, siyasi ve toplumsal düzeni sarsan bir sınıf hareketi gibi) aldığı biçim birbirinden farklı olabiliyor.
Örneğin bu farklılık o dönem Almanya’sı için “ülkenin kırılan ulusal onuru” ve komünistlere yapıştırılan “aşırılıkçı” etiketiydi muhtemelen. Alman komünistleri sosyal demokrasinin iki yüzlülüğünü sürekli ifşa ediyordu ama “birlik” ve onur, gurur saplantısı içindeki işçi sınıfını bir türlü ikna edemiyordu.24 Günümüz Türkiye’si de farklı değil: Otoriterliğin ana dinamikleri arasında süreklileşmiş bir “tehdit algısı, kurtlar sofrasında parçalanma korkusu” yer almadığı söylenebilir mi? Neredeyse toplumun iliklerine işlemiş bir korkudan bahsediyoruz. Şimdi de buna göçmen korkusu ekleniyor. Ya solun birliği meselesi? Türkiye’de emekçi sınıfları solun birliği de paralize etmiyor mu? Neredeyse emekçilerin iliklerine işlemiş bir beklentiden bahsediyoruz Üstünden atlanamayacak bir beklenti...
Ama bize de gereken sınıfsız, işin kolayına kaçan, her şeyi düzleyen ve kimliklere/kişilere hapsolan bir birlik mi? Türkiye’nin ihtiyacı olan, sınıfın kapı dışarı bırakıldığı ya da günümüzün popüler adıyla söylersek “masadaki alelade koltuklardan birine” oturtulduğu türde bir birlik mi? Pragmatist, güncele hapsolan ve sınıfsallığı silen!
Değil. Türkiye’de ulusalcılık da liberalizm de sürekli sınıfı belirsizleştiren bir birliğe işaret ediyor; bunu dayatıyor. Bu anlamda örneğin Türkiye’de düzen siyasetini giderek daha fazla domine eden “Suriyeli, Afgan göçmen” gündemi ile Avrupa’daki “yabancı düşmanlığı” bir ve aynı mıdır? Değildir. Türkiye’de göçmen sorunu “zenofobi”ye hapsedilemez. En başta biz izin vermeyiz. Ya da 1920’ler Almanya’sının Yahudi düşmanlığı sadece psikopatoloji midir? Değildir! Sermayede büyük bir el değiştirme söz konusudur. Kapitalizmde dışarıyı sömürgeleştiremeyen içeriyi sömürgeleştirir! Bu kuraldır. Sömürge bulmayan Alman sermayesi Yahudilerde biriken her tür sermayeye el konmuştur. Acıyla... Sol, işin milliyetçilik ve ırkçılık kısmına odaklanıyor ama sınıfın, sermayenin, sömürünün işin içine girmediği her tez liberal bir tezdir.
İşte bu tür farklılıklar üzerinden bir hegemonya mücadelesi sürüp gidiyor. Yanlış anlaşılmasın; dönemin Alman komünistleri, sosyalistleri Alman emekçilerinin gündemine, birlik özlemlerine, incinen ulusal onur tamirine uzaktılar vs. demiyorum. Evet, toplumun içine kök de salmışlardı; evet, devletin ve faşistlerin terörünü yaşıyorlardı... Ama...
Aması denklemde gizli; hem de günümüzdeki denklemde: Almanya devrim korkusu ile öyle bir terbiye edilmişti ki sosyal demokratlar dahil geniş bir toplam değişim istiyor ama devrimden de alabildiğine korkuyordu. Ne şiş yansın ne de kebap! Bugün Türkiye’de anlatılan hikâye de benzer değil mi? Hiçbir şey değişmeden her şeyin değişebileceği anlatılmıyor mu?
Yani hedef o gün de bugün de “önce birlik olup Nazileri engelleyeyim, sonra gerisine bakarız” olamaz. Denklem böyle kurulunca zaten dert Nazilerden kurtulmak değil, Nazilerden öncesine ve sonrasına engel olmak, devrim olasılığını bertaraf etmek oluyor. Esas denklem muhtemelen şöyle kurulabilirdi: Nazilerden kurtulmak için sonrasına da şimdiden bakmak. Tıpkı savaştan kurtulmak isteyen Rusya’ya savaşsızlığın ancak sosyalizm ile verilebileceğini anlatmak gibi.
Aynı denklem günümüz Türkiye’si için de geçerli: Türkiye’nin önünde, nereye geçileceğinden de bağımsız olarak, gürültüsüz, patırtısız bir geçiş dönemi durmuyor. Üzgünüm. Toplumun beklentisi bu yönde, sermayenin beklentisi bu yönde ve sola telkin edilen ufuk da bu yönde. Bu nedenle emekçi yığınlara anlatılan “sandık” ve katlanma, katlanma, katlanma… Solun da laf ebeliği ile bu programa fit olması bekleniyor. Buradan birlik değil başkalaşma ve yıkım çıkar. Başka bir şey değil!
Birlik için de net olmak gerekiyor: düzeni hedefe koyan net bir program, yaşanan zorluklara son verecek açık bir sınıfsal hedef ve emekçi halkın örgütlü bir güç haline gelmesi. Hayaller değil gerçekler. Esas felaketin düzenin sürmesi olduğunu gösteren sürekli bir mücadele. Ve daha önemlisi emekçi halkın kendi gücüne güvenmesinin sağlanması. Sabırla, emekle, hep uyanık ve dinamik kalarak.
Hegemonyanın başka yolu yok.
Peki, beklenen ne? Herkesin, her kimliğin, amasız, fakatsız yan yana gelmesi… Siyasi kimliklerin eşit siyasi unsurlar olarak yan yana gelebildiği bir yol yok; olmadı da! Hiçbir yerde, hiçbir zaman. Gramsci’den Laclau’ya uzanan bu hat devrim için değil düzenin sürüp gitmesi için çalıştı hep. Yani çoğu durumda “çok ses” çıkıyor olması yetmiyor. Birçok farklı sesin bir araya gelmesi yetmiyor. Çok ses mi arıyorsunuz? Örneğin 1920’ler boyunca Almanya’da sol çok sesli ve çok üretkendir; her kafadan bir ses çıkmaktadır.25 Nicelik ve nitelik dedik. Hep aynı yere çıkıyor: unutulmamalı ki çok seslilik siyasal devrime odaklanmış, sermaye siyasetine teslim olmayacak bir ağırlık olmayınca işe yaramıyor. Bir ağırlık noktası gerekiyor ve bu ağırlık noktasının tarihsel bir süreç içinde nereye kurulduğu belirleyici oluyor. Birlik için de devrim için de...
Tolga Binbay / SOL-Gelenek
- 1.1920’ler Almanyası’nı ele alan Berlin Babylon dizisinin üçüncü sezonundan bir anekdot.
- 2.soL TV, Gündem | HDP İttifakların Neresinde? Ekonomide Çıkış Var Mı? - Gökhan Kazbek'in Konuğu Garo Paylan. 3 Şubat 2022.
- 3.Sebastian Haffner (2022). Bir Alman’ın Hikayesi- Hatırladıklarım (1914-1933) (çev. Hulki Demirel). İletişim Yayınları, İstanbul, 8. Baskı.
- 4.Margit Köves, Shaswati Mazumdar (2018). Faşizm Üzerine: Önlenebilir Yükseliş (çev. Ezgi Kaya). Yordam Yayınları, İstanbul. Bu güzel derleme kitaptan oldukça yararlandım. Ama çeviride tercih edilen isim transformasyonunun tesadüf olmadığını, siyasi bir tercih olduğunu düşündüm. Çevirmen ve (belki de editör) “resist” kelimesini açık tahrif ederek “prevent” olarak formatlamış. Böylece orijinal kitabı oluşturanların niyetinden farklı bir mesaj ortaya çıkmış: Faşizm önlenebilirdi, yeter ki… [mesela sol, birlik olsaydı].
- 5.Gelenek’in önceki sayılarında faşizm konusunda yayınlanmış hatırı sayılır sayıda makale bulunuyor. Yazı boyunca bu makalelere de değineceğim. Ama faşizm, sınıflar mücadelesi, tarihsel çerçeve konusunda şu makaleye öncelikle bakılabilir: Oğuz Söylemez (1999) Anahtar Kelimeler: Faşizm, İşçi Sınıfı. Gelenek, 61: 147-158.
- 6.Burada Aydemir Güler’in bir köşe yazısına atıfta bulunmak isterim: Cumartesi Değinileri: Kirov’u kim öldürdü – AKP’yle mücadele etmek – Göçmenler örgütlenmez mi? soL, 21.05.2022. Yazısında şöyle diyordu Güler: “Stalin önderliği yenilgiye uğrattığı rakiplerinin, tarih yazımına egemen olacaklarını aklına getirmemiş olabilir…Hayaldi gerçek oldu ve Sovyet tarihi yerine göre muhalif veya anti-komünist diyebileceğimiz, esasen Troçkist bir hegemonya altında yazıldı.” Çok doğru. Bir tek Sovyet tarihi de değil, 20.yüzyılda komünistlerin ve komünizm mücadelesinin tarihini anti-komünist sol yazmış. Ne yazık ki!
- 7.Nicos Poulantzas (1970) Faşizm ve Diktatörlük (çev. Ahmet İnsel). İletişim Yayınları, İstanbul, 4. Baskı, 2019.
- 8.Sean Larson (2021). When Germany's Social Democrats Made a Revolution by Half. Jacobin - 18.11.2021 (Erişim tarihi: 23.03.2022).
- 9.Sosyal-demokrat, sosyalist ve komünist ayrımlarının Birinci Dünya Savaşı ve özellikle de Ekim Devrimi sonrasında belirginleştiğini hatırlatmak isterim. Öncesinde Almanya Sosyal Demokrat Partisi (Sozialdemokratische Partei Deutschlands - SPD) solun her yönelimini çatısı altında barındıran büyük bir partiymiş. Yollar, 1914 sonrasında sancılı ve yetersiz biçimde ayrılmış. Şöyle ki: “1914 yılında yaşanan ihanet Almanya’daki sosyalist hareketin merkezi olan SPD’deki ayrılıkları kesinleştirdi. Parti kabaca üç bölümdü: Luxemburg’un da dahil olduğu Spartakusbund, Kautsky ve Hilferding’in bulunduğu oportünist kanat ve artık doğrudan burjuvazinin işlerini yaptığı belli olan Ebert’li SPD sağı.” Bknz: Anıl Çınar (2017) Bir Dönemden Dersler Çıkarmak: 1914-17 Aralığının Tartışmaları Bugün Ne Anlatıyor? Gelenek, 136: 7-31.
- 10.Bu konuda özellikle Gelenek’in 151. ve 156. sayılarında yer alan, Freidrich Engels ve Paris Komünü üzerine hazırlanmış olan dosya yazılarını hatırlatmak isterim.
- 11.Umut Çağlar Yetişir (1997) Almanya’da Faşist Hareket. Gelenek, 55: 120-129.
- 12.Haluk Arıcan (2019) Sosyal demokratlar Hitler'in önünü nasıl açtı? 90’ıncı yıldönümünde Berlin-Wedding işçi katliamı. soL Haber Portalı. 26.04.2019 [Erişim tarihi: 24.05.2022]
- 13.Burada biraz teğet geçiyorum ama Alman Devrimi’nin yenilgisini, yenilgiye götüren komünist hareket içi nedenleri anlamak için bknz. Kemal Okuyan (2019) Devrimin Gölgesinde: Berlin, Varşova, Ankara 1920. Yazılama Yayınevi, İstanbul, 1. Baskı. Kitabın tamamı okunmalı ama Nazilere giden yolda Almanya’yı anlamak için özellikle son iki bölüme bakılabilir.
- 14.Anıl Çınar (2017) A. g. y.
- 15.Haluk Arıcan (2019). A. g. y.
- 16.Haluk Arıcan (2019) A. g. y. Burada Nazilerin artan toplumsal örgütlülüğünü de hatırlamak gerekiyor. Naziler 1920’ler boyunca Alman devleti korumasında ya da en azından göz yumması ile toplum içindeki örgütlülüklerini güçlendirirler. 1930’ların başlarında ise 400.000 kişilik bir sokak gücüne ulaşır. Benzer bir gücün 1932 yılında KPD tarafından da kurulmaya çalışıldığını hatırlatayım: Antifaschistische Aktion, yani Antifa.
- 17.Erhan Nalçacı (2010) AKP ülkeyi faşizme mi taşıyor? Gelenek, 108: 19-30.
- 18.Kurt Gossweiler (1989) Weimar Cumhuriyeti’nın Yıkılışında Ekonomi ve Siyaset. Faşizm Üzerine: Önlenebilir Yükseliş (çev. Ezgi Kaya) içinde (edi. Margit Köves, Shaswati Mazumdar). Yordam Yayınları, İstanbul, 1. Baskı, 2018, sf. 144-170.
- 19.Bu arada... Nazi partisinin ismindeki “ulusal sosyalizmi” de atlamamak gerekiyor. Nazilerin iktidara yükselişinde emekçi kitleler nezdinde bu “sosyalizm” vurgusunun da önemli rol oynadığı ve aslında Bolşevizm ile Nazilerin “ulusalcı sosyalist” sapmanın iki farklı örneği olduğu sık sık işleniyor. Özellikle anti-komünist sol tarafından... İflah olmaz bir kinle... Türkiye’de, bu çizginin yerli versiyonları, dinci gericilere “modern demokrat” diye övgü düzerken Bolşevikleri faşist ilan etmekte zorluk çekmiyor. Avrupa’da ise hepsi şu aralar Zelenski alkışlıyor. Kolay gelsin!
- 20.Alper Birdal (2021) Hegemonya Bunalımı ve Çin - Emperyalizmin Krizi, Uluslararası Değer Zincirleri ve Çin'in Yükselişi. Yazılama Yayınevi, İstanbul, 1. Baskı. Özellikle günümüzün ikinci ve üçüncü bölümler.
- 21.Erhan Nalçacı (2010) A. g. y.
- 22.Palmiro Togliatti (1928) Faşizm Sorunu Üzerine. Faşizm Üzerine: Önlenebilir Yükseliş (çev. Ezgi Kaya) içinde (edi. Margit Köves, Shaswati Mazumdar). Yordam Yayınları, İstanbul, 1. Baskı, 2018, sf. 246-258.
- 23.Georg Lukács (1929) Blum Tezleri - Macaristan’daki Siyasi ve Ekonomik Durum ile Macar Komünist Partisi’nin Görevleri Hakkında Tezler. Faşizm Üzerine: Önlenebilir Yükseliş (çev. Ezgi Kaya) içinde (edi. Margit Köves, Shaswati Mazumdar). Yordam Yayınları, İstanbul, 1. Baskı, 2018, sf. 268-284.
- 24.Bknz. Kemal Okuyan (2017) A. g. e.
- 25.Bu konuda oldukça önemli ve ilginç bir yazı için bknz. Nazlı Cihan (2020) 1920’ler Almanyası’nda Marksizm, Freud ve Psikanaliz Karmaşası. Madde, Diyalektik ve Toplum, 3 (3): 213-221. Psikanaliz camiasının içindeki ve çevresindeki hararetli tartışmalara çeşitli zamanlarda ve farklı kanallardan yapılan toparlayıcı müdahaleler ve çağrılar bir türlü işe yaramaz. Kakafoni sürer gider... Bu sembolik dağınıklığın Almanya için bir tür “devrim endişesi“ semptomu olarak da değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Hem de Nazilerin önünü açan bir semptom...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder