TARİHTE BUGÜN (6 TEMMUZ)

      


     OLAYLAR:

  • 1189 - Fransız asıllı I. Richard (Aslan Yürekli Rişar), İngiltere tahtına çıktı, çok az İngilizce biliyordu.
  • 1517 - HicazOsmanlı topraklarına katıldı. "Emaneti Mübareke" adıyla anılan İslam peygamberi   Muhammed bin Abdullah'a ait kutsal eşya, Mısır fatihi Yavuz Sultan Selim'e teslim edildi.
  • 1535 - Ütopya'nın yazarı, İngiliz devlet adamı Sir Thomas More, Kral VIII. Henry'yi, İngiltere Kilisesi'nin başı olarak kabul etmediği için idam edildi.
  • 1827 - Londra Antlaşması imzalandı.
  • 1885 - Fransız bilimci Louis Pasteur'ün bulduğu kuduz aşısı, ilk kez bir insana uygulandı.
  • 1917 - Arabistanlı Lawrence, Arap isyancılarla birlikte Akabe kentine saldırdı.
  • 1920- İzmit İngilizler tarafından işgal edildi.
  • 1922- İngiliz Hükümeti Medeni hakimi hazırladığı özel bir raporu İngiltere’nin Dışişleri Bakanlığına sundu. Dışişleri Bakanlığına sunulan  rapor da, Kürt halkının bağımsızlık mücadelesine vurgu yapılarak, Kürtlerin bağımsızlıkları için, verdikleri mücadeleyle büyük kazanımlar elde ettiğini belirtti. Bağımsızlık düşüncesinin gelişmesinde, İran’da ki, Sımkoye Şikaki öncülüğünde verilen mücadelenin önemli rol oynadığı dile getirilen raporda, bu nedenle Kürtlerin hiçbir biçimde Irak’a bağlı kalmak istemedikleri, İngiltere Dışişlerî Bakanlığına iletildi. 
  • 1923 - Georgiy Çiçerin, ilk Sovyet Dışişleri Halk Komiseri olarak resmen göreve başladı.
  • 1924 - Dr. Safiye Ali Hanım Başkanlığında bir Heyet, Uluslararası Kadınlar Kongresi'ne katılmak üzere Londra'ya gitti.
  • 1927 - Danıştay göreve başladı.
  • 1935 - Türkiye'de şeker üretimini rasyonel hale getirmek amacıyla Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş. kuruldu. 22 milyon TL sermayeli şirkete, mevcut 4 şeker fabrikası (Alpullu, Uşak, Eskişehir, Turhal) bağlandı.
  • 1939- Ankara Bira Fabrikası İnhisarlar İdaresi tarafından satın alındı.
  • 1942 - Müttefik Devletler, Almanları Mısır'da El-Alameyn'de durdurdu. Fas ve Cezayir'e İngiliz çıkarması yapıldı. Almanya, Kuzey Afrika'dan çekilmeye başladı.
  • 1944 - Hartford, Connecticut'da bir sirkte çıkan yangında 168 kişi öldü, 700'den fazla kişi yaralandı.
  • 1947 - Kızıl Ordu’da çavuş ve tamirci M.Kalaşnikov tarafından tasarlanan AK-47 piyade tüfeğinin üretimine başlandı.
  • 1953 - Edirne depreminde ağır hasar gören tarihi Edirne Saat Kulesi yıkıldı.
  • 1957- Polisçe dövülen gazeteciler için bildiri yayınlayan Türkiye Gazeteciler Sendikası İstanbul Şubesi, “siyasi faaliyette bulunduğu” gerekçesiyle Sorgu Hakimliği kararıyla kapatıldı.
  • 1957 - John Lennon ve Paul McCartney, ilk kez Birleşik Krallık'ta bir festivalde tanıştılar.
  • 1964 - Malavi, Birleşik Krallık'tan bağımsızlığını ilan etti.
  • 1965 - Millî İstihbarat Teşkilatı Kanunu, Meclis'de kabul edildi.
  • 1967- Birleşik Amerika Yardım Teşkilatı (AID), Ereğli Demir ve Çelik Fabrikaları TAŞ’nin genişletilmesinde kullanılmak üzere 22.3 milyon dolarlık kredi verdi.
  • 1968- Öğretmenler Kurultayı’nda temel eğitimin sekiz yıl olması istendi.
  • 1968 - Bakırköy Savcısı, Derby işgalci işçileri için soruşturma başlatıp işgalin kaldırılması için polise emir vereceğini açıkladı. 
  • 1968 - Öğretmenler Kurultayı'nda temel eğitimin sekiz yıl olması istendi.
  • 1969 - "İnce Memed" romanının senaryosu sansüre takıldı. Romanın yazarı Yaşar Kemal, "sansür Anayasa'ya aykırıdır" dedi.
  • 1971 - Sıkıyönetim, İstanbul'daki demiryolu işçileri grevini erteledi.
  • 1972 - Savcılık Bülent Ecevit hakkında soruşturma açtı.
  • 1972 - Nihal Atsız, ırkçılık yaptığı iddiasıyla 15 aya mahkûm oldu.
  • 1975- Cumhuriyet muhabiri Hikmet Çetinkaya Balıkesir/Ören, İzmir/ Kemalpaşa ve Manisa/ Ahmetli yakınlarında Fethullah Gülen yönetimindeki yaz kamplarına madenciymiş gibi girerek, ilkokul-lise arası yaşta bazı çocuklarla kamplarda aldıkları nurculuk eğitimi üzerine sohbet etti. 
  • 1977- 4 partili “Milliyetçi Cephe” iktidarının yerini CHP iktidarına bırakmasına karşın, ülkücü memurların Milli Eğitim Bakanlığı koridorlarında silahla dolaşmaya devam ettiği bildirildi.
  • 1977 - Alaşehir/Yeşilyurt’ta Adalet Partili A.Işık, duvara CHP sloganları yazan 2 çocuğa ateş açtı; 13 yaşındaki N.Yarar hayatını kaybetti.
  • 1978- İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü Müdür Yardımcısı TÖB-DER üyesi Fahrettin Yılmaz’ın cenazesi Sirkeci Morgu’ndan alınıp vapurla Kadıköy’e geçirildikten sonra sendikalar, kitle örgütleri ve öğrencilerin katıldığı törenin ardından memleketi Manavgat’a gönderildi.
  • 1979 - Savcılık Milliyetçi Hareket Partisi hakkında soruşturma başlattı.
  • 1979 - Kısa adı Töb-Der olan Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği Giresun Bölge Avukatı Alaattin Aydemir öldürüldü.
  • 1980 - Çorum Olayları: Çorum'da Mayıs sonunda başlayan olaylar, Temmuz'un ilk haftasında iyice tırmandı. Gerilim, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak'ın öldürülmesiyle başlamıştı. Sağ görüşlüler, Alevi ve sol görüşlülerin oturduğu mahallelere saldırdılar. 29 Mayıs - 6 Temmuz arasında aralıklarla devam eden olaylarda 48 kişi öldü.
  • 1982 - Hollanda TV’sine verdiği demeç ve Der Spiegel dergisine yazdığı yazıdan dolayı yargılanan Bülent Ecevit 2 ay 27 gün hapse mahkum oldu. Ecevit’in mahkûmiyet kararı, Askeri Savcı ve Sıkıyönetim’ce temyiz isteminde bulunulmadığı takdirde kesinleşecek.
  • 1982 - – Şair ve “Yeryüzü Kitabevi” sahibi Arif Damar, “Kitabevinde yasak yayın bulundurduğu” iddiasıyla evinden gözaltına alındı.
  • 1988 - Asil Nadir, Günaydın gazetesi ile sekiz adet günlük ve bir adet de haftalık dergi çıkaran Veb Ofset yayın grubunu satın aldı.
  • 1988 - Kuzey Denizi'ndeki bir petrol arama platformu infilak etti; çıkan yangında 167 kişi öldü.
  • 1988 - 7 yıldır süren 1243 sanıklı Dev-Sol Davasında 180 sanık için idam istendi; 61’inin cezası müebbete, 31’ininki hapse çevrildi.
  • 1990- Enflasyonun üzerinde fiyatı artan malların teşhirine başlandı. DİE, haziran ayı enflasyon oranı olan yüzde 1.4 oranının üzerinde fiyat artışı olan malları kamuoyuna teşhir etmek üzere bir liste hazırladı. Yetkililer bu uygulamayla keyfi fiyat artışlarının önüne geçilebileceğini bildirdiler. Bu mallar arasında petrol, tereyağı, dana eti, yoğurt, çimento, patates, portakal ve kolonya da bulunuyor.
  • 1991- Dün gece kendilerini polis olarak tanıtanlarca evinden alınan HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’dan hala haber alınamadı. 
  • 1991 - Boğaziçi Üniversitesi öğretim görevlisi Dr. Lale Aytaman Muğla valiliğine atandı. Aytaman, ilk kadın vali oldu.
  • 1991 -  Yargılaması süren Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) Genel Sekreteri Haydar Kutlu (Nabi Yağcı): “Artık barış çağına girdik ve insanlık, tarihin değişim mekanizmasını ‘zor’ olmaktan çıkardı.” (Cumhuriyet’te Gencay Şaylan söyleşisi).
  • 1992- Midyat Cumhuriyet Savcılığı, 20 Nisan’da Midyat/Çalpınar’da 8 köylünün öldürülüp 9’unun yaralanması olayının Kutlubey köyü korucularınca yapıldığı saptadı, 10 korucu tutuklandı. Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’ne göre fail PKK idi.
  • 1993- Sivas’ta katledilenlerden 24’ü Ankara’da tören ve yürüyüşle toprağa verildi. Dikmen Caddesi üzerindeki Pir Sultan Abdal Kültür Merkezi önündeki törene katılan DYP-SHP Koalisyonu’nun Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ve SHP’li bakanlar yuhalandı, hakarete uğradı. Kortej TBMM önünden geçerken küçük bir grup taş attı, ıslıkladı ve bir süre oturma eylemi yaptı. CHP’li milletvekillerinin de katıldığı tören ve yürüyüşe hükümetin DYP kanadından ve diğer muhalefet partilerinden hiç kimse katılmadı. Sivas katliamı İstanbul, İzmir ve Adana’da protesto edildi. Adana’da yürüyüş yapmak isteyenlere polis müdahale etti, 4 kişi yaralandı. İst.Sultanahmet’te toplanan kamu sendikalarından bir gruba polis copla saldırdı, gazeteciler dahil çok sayıda kişi yaralandı.
  • 1994- Türkiye’de 1992 ve 1993 yıllarında toplam 827 kişi, 1994’ün ilk 6 ayında da 457 kişi faili meçhul cinayetlere kurban gitti. 2 yıl içinde Batman’da 168, Diyarbakır’da 158, Silvan’da 120, Nusaybin’de 73 ve Kızıltepe’de 47 faili meçhul cinayet işlendi.
  • 1994 - Gebze’de Refah Partili belediyenin işten çıkardığı işçilerin direnişi 26.gününde.
  • 1995 - Ankara DGM’de görülen HADEP Davası’nı izlemeye gelenlerden alkışlı protesto yapan 250 kişi gözaltına alındı.
  • 1995 - Ankara Valiliği, Büyükşehir Belediye Meclisi'nin şehrin simgesi olan Hitit Güneşi'ni, "cami" ile değiştirme kararını reddetti.
  •  1996- Bağımsız-Federal Kıbrıs yanlısı gazeteci/yazar, şair Kutlu Adalı evinin önünde silahlı saldırıda öldürüldü. 
  • 1996 - Polis Galatasaray’da oturmak isteyen Cumartesi Annelerini bu hafta da engelledi, 25 kişi gözaltına alındı.
  • 1997- Devlet bahçeli Milliyetçi Hareket Partisi genel başkanı seçildi. Kongrede; Bahçeli 697, Tuğrul Türkeş 487 oy aldılar.
  • 1997 - Bolivya/Vallegrande’deki kazılarda ortaya çıkarılan toplu mezarda bulunan Kübalı gerillaların iskeletlerinden ”elleri kesik olan” birinin çok büyük olasılıkla Che Guevara’ya ait olduğu öne sürüldü. Kazılar, Bolivya Devlet Başkanı Lozada’nın talimatıyla başlatılmıştı. 
  • 1999- DİSK, KESK ve TÜRK-İŞ sosyal güvenlik politikaları ve işsizliğe karşı ortak eylem yaptı.
  • 1999 - Fırtına Vadisi üzerine yapımı planlanan HES inşaatı mahkeme kararıyla durduruldu.
  • 1999 - Devlet Bakanı Hikmet Uluğbay, intihar girişiminde bulundu.
  • 2000- 7.Uluslararası İstanbul Caz Festivali Küba’nın efsanevi grubu Buena Vista Social Club’ın verdiği konserle başladı. 
  • 2001- F Tipi cezaevlerini protesto amacıyla ölüm orucu eylemlerini sürdüren 14 tutuklu ve hükümlünün daha cezaları 6 ay süreyle ertelendi. 
  • 2002- Afganistan’da Bayındırlık Bakanı Hacı Abdülkadir Başkent Kabil’de vurularak öldürüldü. Hükümette Paştunlar ve Tacikler arasında denge unsuruydu. Türkiye’nin liderliğindeki Uluslararası Güvenlik Destek Gücü (ISAF) soruşturma başlattı.
  • 2003- Irak Süleymaniye’de  Amerikan askerleri tarafından gözaltına alınan 11 Türk askeri serbest bırakıldı.
  • 2004- ABD Irak Felluce’de Kaide bölgesel lideri Musab el-Zarkavi’nin saklandığını tahmin edilen evlerin üzerine iki ton bomba yağdırdı. Aynı aileden 12 sivil öldü.  
  • 2005- Eski DEHAP Genel Başkan Yardımcısı Hikmet Fidan Diyarbakır’da uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. 
  • 2005- Dersim Merkez Arman köyünde askerlerle MKP/ HKO mensupları arasında çıkan çatışmada Özlem Eker’in öldürüldüğü açıklandı. 
  • 2005 -  1 milyon 300 bin üyesi olan Uluslararası Mimarlar Birliği’nin (UIA) Altın Madalyası İstanbul’da düzenlenen törenle Japon mimar Tadao Ando’ya verildi. 1995’de Pulitzer Ödülü’nü de alan Ando resmi bir mimarlık eğitimi almamış.  
  • 2005 -  AİHM, kapatılan Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan’ın açtığı davada Türkiye’yi haksız buldu. İfade özgürlüğü ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verdi. 
  • 2005 - Uluslararası Olimpiyat Komitesi, 2012 Yaz Olimpiyatları'nın Londra'da yapılacağını açıkladı.
  • 2006- Irak Kürdistan Bölge Hükümeti ve Microsoft şirketi arasında bir anlaşma imzalandı. Kürdistan Bölge Hükümeti Başbakanı Neçirvan Barzani’nin imzaladığı anlaşma çerçevesinde Kürtçe Windows hazırlama çalışmaları başlatıldı.
  • 2006 - Çeşitli STK’lar Cumhurbaşkanı Sezer’e Terörle Mücadele Yasası’nda yapılan değişiklikleri veto etmesi çağrısı yaptı.
  • 2007- Petrol-İş Sendikası, Petkim’in yüzde 51’inin satışına izin veren ihale komisyon kararının iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle Danıştay’da dava açtı. “Alıcının kimliği üzerinde yaptığımız araştırmalarda, bir takım karmaşık ilişkiler ağı karşımıza çıkıyor” dedi.
  • 2008- ”Ergenekon” soruşturması kapsamında mahkemeye sevk edilen emekli orgeneraller Şener Eruygur ile Hurşit Tolon tutuklandı.
  • 2008 - TKP’liler, AKP iktidarı ve uygulamalarına karşı Tünel’den Galatasaray’a yürüyüş yaptı.
  • 2009- Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesiyle ilgili davanın 10. duruşmasında, iki tanık, Dink’i öldürmekle suçlanan Ogün Samast’ın cinayetten birkaç gün önce ve cinayet sırasında yalnız olmadığını söyledi.
  • 2009 - Pendik INTO Denizcilik Tersanesi’nde 4 aydır ücret alamayan işçiler Tersane önünde protesto gösterisi yaptı.
  • 2009 -  Bulgaristan’da genel seçimlerde sağcı GERB (Arma) Partisi kazandı.
  • 2009 - Han milliyetçileri ile Müslüman Uygurlar arasında çatışmalar çıktı. Polis ve askerler, protesto gösterisi yapan Uygurlara ateş açtı. (156 ölü - 828 yaralı)
  • 2010- TBMM önünde Mersin ve Sinop’a yapılacak nükleer santrallere karşı oturma eylem yapan 58 kişi gözaltına alındı.
  • 2011- Denizli’de, Pamukkale Üniversitesi Rektörlüğü, Barış ve Demokrasi Partisi ile hak örgütlerinin düzenlediği basın açıklamasına katıldığı iddiaıyla 112 öğrenci hakkında, Emniyet Müdürlüğü’nün yazısını gerekçe göstererek soruşturma başlattı.
  • 2011 - Şarköy Mahkemesi, yerel yetkilileri “Pinokyo” masalı yoluyla eleştiren gazeteci Yakup Önal’ı 2 yıl 3 ay 4 gün hapse mahkum etti.
  • 2011 - İtalya’daki Verona Mahkemesi, dokuz Alman'ı 1944’de Modena bölgesinde 140’dan fazla sivili öldürdükleri iddiasıyla gıyaben yargıladı ve suçlu buldu.
  • 2012- Trakya Halk Komiteleri “Tam Bağımsız Türkiye, Tertemiz Ergene İstiyoruz” sloganı ile Taksim’den G.Saray’a yürüdü. 
  • 2012 - 116 BEDAŞ işçisinin işe iadesi için DİSK, KESK, TMMOB, Tabip Odası ve Sendikal Güçbirliği Platformu yürüyüş yaptı.
  • 2012 - Halkevleri Eğitim Hakkı Meclisi 4+4+4 Yasası’na karşı ülke çapında imza kampanyası başlattı. 
  • 2012 - Arjantin’in devrik cunta liderlerinden ikisi “10 yaş altı çocukların kaçırılması- saklanması”ndan mahkum oldu.
  • 2012 - Öğrenci Kolektifleri’nin 7.Dikili Yaz Kampı’na karşı veliler Emniyet’ten aranarak “çocuğunuz terör örgütü kampında” şeklinde bilgilendirdi.
  • 2012 - Savcılık RedHack’i, logosunda orak çekiç olduğu ve manifestosu bulunduğu gerekçesiyle terör örgütü ilan etti.
  • 2013- Taksim Dayanışması’nın “Parkımıza gidiyoruz” çağrısıyla bir araya gelenler, eylem başlamadan polisçe dağıtıldı. Polis saldırısının ardından Tophane’de “sopalı duyarlı vatandaş”, Talimhane’de “palalı mağdur esnaf” sahneye çıktı.
  • 2013 - Kanada’nın Quebec eyaletinde ham petrol taşıyan tren yetersiz fren kuvveti nedeniyle devrildi. Kaza sonrası meydana gelen patlamalar nedeniyle 47 kişi hayatını kaybetti.
  • 2015- Manisa’nın Gölmarmara ilçesinde işçileri taşıyan açık kasa kamyonet ile tırın çarpışması sonucu 13’ü kadın 15 tarım işçisi öldü.
  • 2016- ABD Hükümeti, Kuzey Kore rejiminin” insan hakları ihlalleri yaptığı” gerekçesiyle Kuzey Kore lideri Kim Jong-un hakkında yaptırım kararı aldı.
  • 2017- Avrupa Parlamentosunda AB-Türkiye müzakerelerinin dondurulmasını öngören rapor 477 oy ile kabul edildi. 


  • DOĞUMLAR - ÖLÜMLER

  • 1415 - Jan Hus ya da Johannes Huss (1370 civ. Husinec, Bohemya – 6 Temmuz 1415 Konstanz,  Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu),Hristiyan reformcu teolog. Papaz ve bir dönem Prag Üniversitesi'nin rektörü. Jan Hus’un Konstanz konsili tarafından yakılarak infaz edilmesinden sonra onun eserlerine dayanarak gelişen Hussi hareketi ortaya çıktı.
  • 1533 -  Ludovico Ariosto (8 Eylül 1474 - 6 Temmuz 1533), İtalyan şair.
  • 1796 - I. Nikolay, Nikolay Pavloviç (6 Temmuz 1796, St.Petersburg - 2 Mart 1855, St. Petersburg, Rusya), 1825-55 arasında Rus çarı. Klasik otokrat tipinin başlıca temsilcisi ve tutucu politikalarıyla Rusya'nın gelişimini 30 yıl boyunca donduran kişi olarak anılır.
  • 1818 - Adolf Anderssen,  doğdu. Alman satranç ustası (ö. 1879)
  • 1819 - Sophie Blanchard, Fransız kadın havacı ve balon pilotu (d. 1778)


  • 1832 - I. Maximilian,  doğdu. I. Maximilian (6 Temmuz 1832 – 19 Haziran 1867) (Ferdinand Maximilian Joseph olarak doğdu.) Avusturya İmparatorluk ailesi olan Habsburg-Lorraine'in bir üyesi olarak dünyaya geldi. Fransa imparatoru III. Napolyon'un ve bir grup Meksikalı monarşi yanlısının desteği ile 10 Nisan 1864'te Meksika İmparatoru ilan edildi. Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere pek çok yabancı devlet hükümdarlığını reddetti. Başlarında Benito Juárez olan Cumhuriyetçiler tarafından yakalanıp Santiago de Querétaro'da 1867 yılında kurşuna dizilerek infaz edildi.
  • 1854 - Georg Ohm, Alman fizikçi (d. 1789)
  • 1858 - John Hobson, doğdu. John Atkinson Hobson (d. 6 Temmuz 1858, Derby – ö. 1 Nisan 1940, Hampstead), emperyalizm eleştirilerine sunduğu katkılarla ile bilinen İngiliz iktisatçı ve sosyal bilimci.Emperyalizm terimini ilk kez kullanan iktisatçı Hobson emperyalizmi "Devlet içinde yönetimin dizginlerini ele geçiren parasal çıkarın, iç lüksü desteklemek adına iktisadi sülükleri, zenginliklerini kurutmak ve yabancı bünyelere yapıştırmak üzere emperyalist yayılmaya yöneldiği asalak bir süreç" olarak tanımlamıştır. En önemli  emperyalizm kuramcılarından biri olan Hobson, analizleri ile özellikle Vladimir Lenin'in aynı konudaki düşüncelerinde derin etkiler bırakmıştır. Lenin, Hobson'un eserlerinden yararlanması hakkında "Emperyalizm üzerine temel ingilizce çalışma olan J. A. Hobson'un kitabından, bana göre bu eserin hak ettiği bütün özenle yararlandım" demiştir. Lenin, Hobson'un ve ünlü Avusturyalı marksist teorisyen Rudolf Hilferding'in emperyalizm ile ilgili düşüncelerinden yaralanarak Karl Marx'ın ünlü Das Kapital (1867) adlı eserindeki fikirleri formüle etmiş ve bir sentez haline getirerek marksist yönteme katkılarda bulunmuştur. Kapitalizmin en yüksek aşaması olarak emperyalizmi gören bu anlayış Marksist-Leninist ideolojide önemli bir rol oynayacaktır.
  • 1871 - Castro AlvesBrezilyalı kölelik karşıtı şair ("kölelerin şairi" olarak bilinen) (d. 1847)
  • 1893- Kısa hikaye yazarı, Fransız yazar Guy de Maupassant öldü.


  • 1907 - Frida Kahlo, doğdu. Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon (6 Temmuz 1907 - 13 Temmuz 1954), Meksikalı ressamdır. Bir yirminci yüzyıl popüler kültür ikonu hâline gelen ressam, resimlerinin yanı sıra inişli çıkışlı özel yaşamı ve politik görüşleri ile tanınır. Sanatı  sürrealist olarak tanımlanmışsa da kendisi bu tanımı reddetmiştir. Ressam Diego Rivera'nın eşidir.17 Eylül 1925'te okuldan eve dönerken bindiği otobüsün tramvayla çarpışması sonucu çok kişinin öldüğü kazada, tramvayın demir çubuklarından birisi Frida'nın sol kalçasından girip  leğen kemiğinden çıkmıştı. Kazadan sonra tüm hayatı korseler, hastaneler ve doktorlar arasında geçmiş; omurgası ve sağ bacağında dinmeyen bir acıyla yaşamış, 32 kez ameliyat edilmiş ve çocuk felci nedeniyle sakat olan sağ bacağı 1954’te kangren yüzünden kesilmiştir. Yaşadığı çocuk felci nedeniyle hem bedensel hem de psikolojik sorunlar yaşamıştır. Kazadan bir ay sonra hastaneden çıkan Kahlo, ailesinin teşviki ile sıkıntı ve acıdan kaçmak için resim yapmaya başladı. Yatağının tavanındaki aynaya bakarak oto-portreler yaptı. İlk otoportresi, "Kadife Elbiseli Otoportre"dir (1926).1927 yılı sonunda yürümeye başlayan Kahlo, bu dönemde sanat ve politika çevreleri ile yakınlaşmaya başladı. Kübalı önder Julio Antonio Mella ve fotoğraf sanatçısı Tina Modotti ile tanışıp yakın arkadaş oldu. Birlikte, dönemin sanatçılarının davetlerine, sosyalistlerin tartışmalarına katılmaya başladılar. Kahlo, 1929'da Meksika Komünist Partisi’ne üye oldu. Frida Kahlo, 13 Temmuz 1954'te, akciğer embolisi teşhisiyle son nefesini verdiğinde; arkasında bıraktığı son tablosu; Yaşasın Yaşam isimli bir natürmorttu. Cenazesi ertesi gün yakıldı. Külleri Mavi Ev'de muhafaza edilmektedir. Mavi Ev, 1955'te Rivera tarafından devlete bağışlanmıştır.Frida Kahlo’nun 143 resmi vardır; 55 tanesi otoportredir. Yaşamının büyük bir bölümünü yatakta başının üstünde duran, “gündüzlerinin ve gecelerinin celladı” olarak tanımladığı bir aynaya bakarak geçirdiği için sürekli oto-portre çizmiştir. Resimlerindeki ustalık, Pablo Picasso'ya bile "Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz" dedirtmiştir. Sürekli evcil hayvan besleyen Frida'nın beslediği hayvanlarla ilgili iki portresi vardır: 1941'de yaptığı "Ben ve Papağanlarım" ile 1943'te yaptığı "Maymunlarla Otoportre". Frida'nın resimleri "sürrealist" olarak değerlendirilse de o sürrealizmi reddetti. Resimleri aslında acı ve kesin gerçekliği yansıtıyordu. Frida'nın resimlerinde Meksika kültürü ve devrimci ulusal kimlik tuvale aktarılmıştı. Kahlo, 1938'de New York'ta sürrealist resmin öncü isimlerinden dostu Andre Breton'un da desteğiyle bir sergi açtı ve bu sergi ona uluslararası ün getirdi. 4 tablosunu aktör Edward G. Robinson'a satarak ilk büyük satışını gerçekleştirdi, resimlerinin yarısı satıldı. Bu başarı üstüne 1939'da Paris'te bir sergi açtı. Paris sergisinde fazla resmi satılmasa da eserleri büyük ilgi topladı; Picasso ve Kandinsky  gibi sanatçıların övgüsünü kazandı; Louvre Müzesi, sanatçının Çerçeve adlı tablosunu satın aldı. Sanatçı, ülkesindeki ilk kişisel sergisini 1953'te Meksika'daki galerisinde açtı. Doktoru yatağından çıkmasını yasakladığı için serginin açılışına karyolasında taşınarak götürülmüştü.


  • 1916 - Odilon Redon, Fransız ressam (d. 1840)
  • Daha çok Odilon Redon adıyla tanınan Bertrand-Jean Redon (20 Nisan 1840 - 6 Temmuz 1916) Fransa'nın Akitanya bölgesindeki Bordo şehrinde doğmuş sembolist bir ressam ve baskı ustasıydı.Bordo'ya döndüğünde heykelle uğraşan Redon burada Rodolphe Bresdin'den gravür ve taşbaskı eğitimi de almıştır. Bu sanat kariyeri 1870'te Fransa - Prusya savaşı sırasında orduya katılmasıyla sekteye uğrar. Savaş bittiğinde yeniden Paris'e taşınan Redon burada yoğun biçimde karakalem ve taşbaskıyla uğraşmıştır. Redon 1878'de Suların Koruyucu Ruhu isimli işiyle sanat çevrelerinde daha iyi tanınır, Huysmans Redon'un yapıtlarındaki gizem ve davetkârlığı şu sözlerle anlatır: "Bunlar Odilon Redon imzası taşıyan resimlerdi. Cilalanmamış armut ağacından, köşeleri altın yaldızlı çerçevelerin içinde akla hayale gelmeyecek görüntüler taşıyorlardı: Bir fincanın üzerinde dinlenen Merovenj stili bir kafa, elinde bir gülle taşıyan ve bir Budist rahibi ya da bir hatibi andıran sakallı adam, vücudunun orta yerinde bir insan yüzü bulunan örümcek. Sonra, sıra dışı düşlerin terörünü derinlemesine kazan karakalem çizimler vardı. şurada devasa bir ölüm, göz kırpan melankolik gözkapakları, diğer yanda kirli ve kasvetli bir gökyüzünün altında, kuru, bozunmuş bir manzara, yanmış bir ova, bulutlara püsküren volkanlar, bazen bu imgeler bilimkurgu havasında distopyaları andırıyor bazen de buzullar, tarihöncesi bitkiler, tuhaf kayalarla tam tersi ilkel zamanları çağrıştırıyordu. Mamutlar ve dinozorlar yaşasalardı modern görünümleri nasıl olurdu bu çizimlerden tahayyül edebiliyordunuz. Bu çizimler kesinlikle sınıflandırılamazdı, resim sanatının sınırlarının dışındaydılar, olağanüstüydüler ve çok özel bir çeşit hastalığın, hezeyanın ürünleriydiler." Redon da işlerini sınıflandırılamaz, kategorize edilemez bir konumda görüyordu; "Benim çizimlerim esin vermek içindir, tanımlanmak için değil. Tıpkı müzik gibi, bizi muğlak bir diyara, tanımlanamaz bir platforma taşırlar." Redon'un yapıtları en içerlek duygularını ve ruh halini yansıtır. "Görüneni görünmeyenin hizmetine sunmak" istemiştir, grotesk, tuhaf yaratıklar resimlerini doldurur, aklındaki hayaletleri günışığına çıkartmak istemiştir. Redon'un esin kaynakları ve yapıtlarının ardındaki güç A Soi-méme (Kendim için) adıyla yayınlanan günlüğünde görülebilir. Yapıtlarını oluştururken geçtiği süreci en iyi kendisi tarif eder; "Bir egzersiz olarak genellikle objeyi tesadüflere en az fırsatı vererek çizmeye başlarım, günün sonuna doğru bu kısıtlanmış görünüm beni mutsuz etmeye başlar, ikinci gün büyük bir susamışlıkla hayal gücünün tüm kaynaklarını devreye sokarım, şekillerin yeniden canlanışıyla tatmin olur, yatışırım."
  • 1923 - Wojciech Jaruzelski,doğdu. Polonya Devlet Başkanı (ö. 2014)
  • 1925 - Gazi Yaşargildoğdu. Türk bilim insanı ve nörocerrah
  • 1927 - Janet Leighdoğdu. Amerikalı oyuncu (ö. 2004)
  • 1928 - Leyla Umardoğdu. Türk gazeteci (ö. 2015)
  • 1934 - Nestor Makhno, Ukraynalı anarko-komünist devrimci (d. 1888)
  • 1935 - Tenzin Gyatso,doğdu. Tibet'in dini önderi (Dalay Lama) ve Nobel Barış Ödülü sahibi
  • 1937 - Ned Beattydoğdu. Amerikalı aktör
  • 1940 - Nursultan Nazarbayev,doğdu. Kazakistan'ın 1. Devlet Başkanı
  • 1946 - George W. Bush,doğdu.  ABD'nin 43. Başkanı
  • 1946 - Peter Singer,doğdu. Avustralyalı filozof
  • 1946 - Umberto Cisotti, İtalyan matematikçi ve fizikçi (d. 1882)
  • 1946 - Sylvester Stallone,doğdu.  Amerikalı sinema oyuncusu
  • 1951 - Geoffrey Rush,doğdu.  Avustralyalı oyuncu ve En İyi Erkek Oyuncu Akademi Ödülü sahibi
  • 1958 - Haldun Boysan,doğdu.  Türk sinema ve dizi oyuncusu ve seslendirme sanatçısı (ö. 2020)


  • 1959 - George Grosz, Alman ressam (d. 1893)
  • 1962- Nobel Edebiyat ödülü sahibi Amerikalı romancı William Faulkner öldü.
  • 1970 - Salim Nizamdoğdu.  Şair, öğretmen ve yazar
  • 1971 - Louis Armstrong, Amerikalı caz sanatçısı (d. 1901)
  • 1972 - Ata Demirerdoğdu.  Türk oyuncu, tiyatrocu, stand-upçı, şarkıcı ve sunucu
  • 1972 - Levent Üzümcüdoğdu.  Türk tiyatro oyuncusu
  • 1975 - 50 Cent,  doğdu.  Amerikalı rap şarkıcısı


  • 1975 - Reşad Ekrem Koçu, (d. 1905, İstanbul - ö. 6 Temmuz 1975, İstanbul), Türk tarihçi ve yazar. Tarihi konularda yazdığı fıkra, roman, hikâye ve incelemeleriyle ve en önemli yapıtı İstanbul Ansiklopedisi'yle tanınmaktadır. 1905'te İstanbul'da doğan Koçu, Bursa Erkek Lisesi'ni ve İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü'nü 1931 yılında bitirdi. Aynı fakültede asistan oldu ancak 1933 Üniversite Reformunda hocası Ahmet Refik Altınay görevinden uzaklaştırılınca Reşad Ekrem Koçu da üniversiteden istifa etti. AlmanKuleliPertevniyal ve Vefa liselerinde tarih öğretmenliği yaptı. Reşad Ekrem Koçu, 6 Temmuz 1975'te İstanbul'da öldü. Öğretmenliği sırasında Tarihten Sesler gibi çeşitli dergi ve gazetelerde şiir, hikâye ve çocuk romanları, Osmanlı döneminin ilginç olaylarını ve kişilerini öyküleştirdiği Forsa Halil (1962), Patrona Halil (1967), Erkek Kızlar (1962) ve Haşmetli Yosmalar (1962) gibi kitaplar yazdı. Evliya Çelebi Seyahatnamesinin (1943-1967, 6 cilt) bazı bölümlerini bugünkü dile aktardı. Türk Giyim, Kuşam ve Süsleme Sözlüğü (1967) ise alanında yapılmış ilk önemli çalışmadır. Reşad Ekrem Koçu'nun en önemli ve büyük yapıtı, İstanbul'u her yönüyle ayrıntılı biçimde anlatan İstanbul Ansiklopedisi olarak kabul edilir. Bu ansiklopedinin ilk baskısı 1944-1951 "Aba-Bahadir Sokağı" maddeleri ve ikinci baskısı 1958-1971 yayımlandı ve 11'inci ciltte 7076 sayfaya ulaşarak "Gökçınar" makalesinde yarım kaldı. Koçu'nun diğer kitapları arasında Osmanlı Padişahları (1960) ile Eski İstanbul'da Meyhaneler ve Meyhane Köçekleri (1947) ve 2 ciltlik Kösem Sultan sayılabilir.
  • 1980 - Eva Greendoğdu.  Fransız oyuncu ve model
  • 1980 - Pau Gasol, doğdu.  İspanyol basketbolcu


  • 1984 - Zati Sungur, Türk illüzyonist (d. 1898)
  • 1985 - Melisa Sözen,doğdu.Türk oyuncu
  • 1994 - Teoman Erel, Türk gazeteci (d. 1940)


  • 1995 -Asıl adı Mehmet Nusret olan yazar Aziz Nesin yaşamını yitirdi. Mizah, kısa öykü, tiyatro oyunu ve şiir dallarında pek çok yapıtlarıyla yurtiçinde ve yurtdışında birçok ödüle layık görülen Nesin, 1972’den beri hizmetlerini sürdüren Nesin Vakfı’nın da kurucusudur.


  • 1999 - Joaquín Rodrigo Vidre, (d. 22 Kasım 1901, Sagunto — ö. 6 Temmuz 1999, Madrid), İspanyol klasik müzik bestecisi ve piyano virtüözü. Joaquin Rodrigo Virde 1901 yılında İspanya'da, Valencia - Sagunto'da doğar. Henüz üç yaşındayken difteriye yakalanır ve görme yetisini kaybeder. Sekiz yaşında solfej, piyano ve keman eğitimine başlar. Sonunda piyano virtüözü olur, birçok da klasik müzik eseri yazar ve uluslararası ün kazanır. Ancak tüm dünya Rodrigo'yu, Concierto de Aranjuez  (Rodrigo'nun Gitar Konçertosu) adlı eseriyle tanır. On altı yaşında armoni ve kompozisyon dersleri alir. Erken bir yaşta kör olmasına rağmen, büyük başarılar kazanir. Rodrigo, 1933’te, üç yıldan beri birlikte olduğu, Kamhi ailesinin kızı Türk piyanist Victoria Kamhi ile evlenir. Sonrasında Kamhi piyano kariyerine son verip, gözleri görmeyen kocasının asistanlığını yapar ve onun birçok dile çevrilmiş “De la mano de Joaquín Rodrigo: Historia de nuestra vida (Joaquin Rodrigo'yla el ele: Maestro'nun yanında hayatım) adlı biyografisini yazar. Çift Hitler Faşizminin en vahşi dönemlerinde, Fransa ve Almanya’da yaşarlar. 1936 yılında İspanya'da Hitler ve Mussolini destekli, General Franco komutasındaki askeri faşist güçler, seçimle işbaşına gelen sosyalistlerin "Halk Cephesi" koalisyonuna karşı ayaklanır. Ve İspanya, tüm dünyanın gözü önünde korkunç bir iç savaşa sürüklenir. Avrupa ülkeleri Hitlerden çekindikleri için, halka karşı yapılan bu kalkışmaya “İspanya'nın iç meselesi” diyerek sessiz kalırlar. Ancak birçok ülkenin devrimcileri, sosyalistleri ve anti-faşistleri “Enternasyonal Tugaylar” oluşturarak İspanya halkının yanında saf tutarlar. Üç yıl süren İç Savaş, maalesef Halk Cephesi’nin yenilgisiyle sonuçlanır ve İspanya'da Franco'nun -1975 yılında ölümüne kadar kırk yıl sürecek olan- diktatörlük dönemi başlar. Rodrigo'nun 1939 yılında, gözleri görmediğinden eşine bölümler halinde yazdırdığı “Concierto de Aranjuez”, işte bu iç savaş ortamının eseridir. Konçerto, altı yüz bin kişinin öldüğü bu iç savaşı, cephelerde faşizme karşı direnen devrimcilerin umutlu coşkusunu ve sonrasında yönetimi ele geçiren diktatör Franco'nun kendi halkına yaşattığı acıları ve yaptığı zulümleri anlatır.  19 Ocak 1933 yılında  Valensiya'da, Türk piyanist  Victoria Kamhi ile evlenir. 27 Ocak 1941'de kızları Cecile doğar. Rodrigo 1999'da karısı Kamhi'den iki yıl sonra, 97 yaşında, Madrid'de hayatını kaybeder. Kendisinin ve eşinin mezarları Aranjuez mezarlığındadır.


  • 2003 -Çelik Gülersoy (d. 23 Eylül 1930, Hakkâri - ö. 6 Temmuz 2003, İstanbul), İstanbul üzerine kitaplarıyla ve eski yapıların onarılması konusunda gösterdiği çabayla tanınan yönetici, turizmci, yazar, hukukçu.1930 yılında Jandarma Subayı olan babası Akif Müftüoğlu'nun görevi sebebiyle Hakkâri'de doğdu. 1933 yılında Türkiye Cumhuriyeti'nin 10. yılı kutlanırken ailesi İstanbul'a, günümüzde Kariye Camii olarak turizme açılmasında önemli rol aldığı, semte taşındılar. Bir yıl sonra, 1934 yılında, Yıldız'a taşındılar. İlk ve orta eğitimini İstanbul'da tamamladı. Beyoğlu Erkek Lisesi'ni en başarılı şekilde tamamladı ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. 1959-1960 yıllarında askerlik görevini yaptı. Öğrenciliği sırasında girdiği Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu'nda (TTOK) önce hukuk müşaviri ardından da genel müdür oldu. TTOK'nın kültür ve turizm alanındaki çalışmalarını geliştirdi. Bu çalışmaları nedeniyle 1978 yılında İtalya  Cumhurbaşkanı tarafından cavaliere, 1979 yılında Fransa  Cumhurbaşkanı tarafından Ordre National du Merite nişanları ile 1980'de Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca şeref plaketi  verildi. 1986'da Karadeniz Teknik Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi tarafından onursal doktor unvanı verildi. Çelik Gülersoy, İstanbul'da TTOK'nın olanaklarıyla Çamlıca TepesiKariye CamisiSultanahmet'teki Soğukçeşme Sokağı gibi kentsel mekanları yeniden düzenleyerek ve Yıldız Parkı'ndaki Malta KöşküÇubuklu'daki Hıdiv Kasrı, Sultanahmet'teki Yeşil Konak, Emirgan Korusu'ndaki Sarı ve Beyaz köşkler gibi tarihsel yapıları onartarak bunlara yeni işlevler kazandırılmasını sağladı. Gülersoy, pankreas kanseri nedeniyle, 6 Temmuz 2003 günü İstanbul'da yaşamını yitirdi. Demirciköy (Kilyos) Mezarlığı'nda defnedildi.
  • 2005 - Claude Simon, Fransız yazar ve Nobel Edebiyat Ödülü sahibi (d. 1913)
  • 2008 - Ersin Faralyalı, Türk sanayici ve siyasetçi (d. 1939)
  • 2008 - Kuddusi Okkır,Türk iş adamı (d. 1948)
  • 2009 - Ayşegül Devrim, Türk tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu, seslendirme sanatçısı ve yönetmen (d. 1942)
  • 2009 - Robert McNamara, ABD'nin Savunma Bakanı ve Dünya Bankası Başkanı (d. 1916)


  • 2014 - Andrew James Alexander Mango (14 Haziran 1926, İstanbul - 6 Temmuz 2014, Londra) İngiliz-Rus kökenli varlıklı bir ailenin üç oğlundan biri olan İngiliz yazar. BBC’de 14 yıl boyunca Türkçe Yayınlar bölümünün yöneticiliğinde bulundu. Andrew Mango İstanbul’da doğdu. İstanbul İngiliz Erkek Okulu (English High School For Boys) mezunudur. Yüksek öğrenimini, Londra’daki School of Oriental Studies’de Farsça ve Arapça öğrenerek yaptı. Büyük İskender olayının İslam içinde yer alan biçimleri üzerine yaptığı araştırmayla doktorasını verdi. 1947’de öğrenciyken katıldığı BBC’de on dört yıl boyunca Türkçe Yayınlar bölümünün yöneticiliğinde bulundu. Burada Güney Avrupa ve Fransızca Yayınlar Müdürüyken 1986’da emekliye ayrıldı. O günden bu yana, bütün çalışmalarını Türkiye’yle ilgili konularda araştırmalara ayırıyor. Sık sık Türkiye’yi ziyaret eden Andrew Mango Londra’da oturuyor. Mango’nun, Türkiye’yle ilgili ilk yazısı 1957 yılında Political Quarterly adlı dergide yayınlandı. Turkey ve Discovering Turkey adlı tanıtıcı çalışmalarını Turkey: The Challenge of a New Role (1994) adlı kitabı izledi. Türkçe’de Atatürk (Modern Türkiye’nin Kurucusu) 2000 yılında yayımlandı.6 Temmuz 2014 tarihinde 88 yaşında Londra’daki evinde öldü. Bizans İmparatorluğu'nun tarih, sanat ve mimarisi hakkında uzman olan Cyril Mango'nun kardeşidir.
  • 2016 - John McMartin, Amerikalı tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu (d. 1929)
  • 2016 - Turgay Şeren, Türk futbolcu, teknik direktör, futbol yorumcusu ve spor yöneticisi (d. 1932)


  • 2017 - Galip Tekin, Türk çizgi romancı (d. 1958)
  • Ünlü Karikatürist, çizgi romancı (D. 20 Nisan 1958, Konya - Ö. 6 Temmuz 2017, İstanbul). Kariyerine Oğuz Aral yönetimindeki dönemin en çok satan mizah dergisi Gırgır'da başlayan Galip Tekin, Fantastik ve bilim kurgu tarzdaki eserleriyle tanındı. Oğuz Aral döneminin Gırgır’ında, komik, fantastik ve absürt öyküler çizerek başladığı çizgi romanları, giderek daha çok bilim kurguya yaklaşmış ve mizahi olmaktan uzaklaşmıştı.Bir dönem çizgi roman denince akla gelen ilk isimlerden biri olan Galip Tekin, Gırgır’da Oğuz Aral döneminin bitmesinden sonra hemen hemen bütün mizah dergilerinde çalıştı. Çizerliğinin yanı sıra Taksim’in bir dönemin en popüler barı olan Kemancı’nın ortağı ve işletmecisi olan Galip Tekin, aynı zamanda üniversitelerde çizgi roman dersleri verdi.Galip Tekin hikayelerine başlarken ilk karede kendi yer alır, hikayeyle ilgili kısa bilgiler verirdi. Bazen de baş karakter kendisi olurdu. Usta karikatürist, kara delikler, hiçbir yerde göremeyeceğimiz makineler, zamanda yolculuklar, boyutlar arası yolculuklar ve savaşlarla maceradan maceraya atlardı. Sevilen bazı öyküleri Alavarza, Delik, Son Neoplan, Tursuntur olarak sayılabilir. Haftalık dergilerde devamı haftaya şeklinde uzun soluklu yayınlanan bu öyküler, 2011 senesinde albümleştirilerek yayınlanmaya başlandı. Son olarak Uykusuz dergisinde çizen Tekin’in Hikâyelerinden yola çıkılarak 2012 yılında Acayip Hikayeler adlı bir dizi yayınlanmış, 2012-2013 sezonunda yayından kaldırılmıştır. Tekin ayrıca 2016’da çizgi roman dergisi olarak çıkan “Hortlak” dergisinde de çiziyordu. Galip Tekin, 6 Temmuz 2017 günü İstanbul Arnavutköy'deki evinde ölü bulundu. Tekin'in cesedinde yapılan incelemede şüpheli bir duruma rastlanmadı. Tekin'in Arnavutköy'de stüdyo dairesinin bulunduğu apartman komşularından biri, Tekin'in dairesinin bulunduğu katta gürültü duyunca Tekin'in ablasına haber verdi. Daireye gelen abla Nedret Tekin dairenin girişinde kardeşinin cansız bedeniyle karşılaştı. Boyacıköy çıkmazındaki olay yerine polis de geldi. İlk incelemede Tekin'in vücudunda şüpheli bir bulguya rastlanmadı.
  • 2018 - Bruce Hunter, Eski Amerikalı Olimpiyat yüzücüsü (d. 1939)
  • 2020 - Ennio Morricone, İtalyan besteci (d. 1928)

Kovid-19 vakaları 4 haftada 8 kat arttı: Tablo ağır, önlem şart - Vural NASUHBEYOĞLU / EVRENSEL

Kovid-19 vakaları geçen haftaya göre yüzde 114 arttı. Ölümlerde de yüzde 47 artış var. Uzmanlar, maske zorunluluğu ve duran aşılamanın çocuklar da dahil olmak üzere hızlanması gerektiğini söyledi.

Pandemi bitmeden ‘Vakalar düşüyor, maskeleri de çıkarıyoruz’ denilerek önlemlerin tümden kaldırılmasının faturası ağır oldu. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, artan vakalara rağmen ‘Müsterih olun’ telkini yaparken adeta serbest dolaşım izni verilen kovid-19 vakaları katlanarak günlük ortalama 8 bini aşarken, can kayıpları da bir önceki haftaya göre yüzde 47 arttı.

Artan vakaları gazetemize değerlendiren Türk Tabipleri Birliği (TTB) 2. Başkanı Doç. Dr. Ali İhsan Ökten ve Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Kayıhan Pala, salgında yeni bir dalganın içinde olduğumuzu belirterek toplu taşımada, kapalı mekanlarda maske zorunluluğunun yeniden getirilmesini ve aşılamanın yeniden başlatılması gerektiğini söyledi.

MASKE ZORUNLULUĞU YENİDEN GELMELİ


TTB 2. Başkanı Ali İhsan Ökten, şu an vakalarda ciddi bir yükseliş olduğuna dikkat çekerek “4 hafta önce haftalık vaka sayıları 7 bindi şimdi 57 bin oldu. 8 katın üstünde bir artış var. Bunu dikkate almalıyız” dedi. Sağlık Bakanı ‘Pandemi bitti’ dediğinde ne yazık ki pandeminin bitmediğine vurgu yapan Ökten, maske dahil tüm önlemlerin bırakılmasının erken ve hatalı olduğuna dikkat çekerek “Bakanlık bu hatasını kabul edip, toplu taşımada, kapalı ve kalabalık mekanlarda maske zorunluluğunu yeniden getirmeli. Yoksa bu artış devam eder ve bu gidişat bizi zorlar” diye konuştu. Artan vakalarla birlikte can kayıplarının da arttığını, sonbahara doğru bekledikleri vaka artışının maalesef şimdiden başladığına işaret eden Ökten, “Avrupa’da da vakalar artıyor ve bazı Avrupa ülkeleri maske zorunluluğunu geri getirdi. Omikronun yeni varyantının bağışıklıktan kaçabileceğine dair öngörüler var. Bu nedenle yeniden aşılama ve tekrarlayıcı aşı yapmak gerekebilir. Çünkü kovid geçiren ve aşı olanların da aradan geçen süre nedeniyle yeniden virüse yakalanma olasılığı var” dedi.

İSTANBUL’UN HARİTASI KIRMIZI

Türkiye’de bazı bölgelerin kovid haritasında yüksek riski ifade eden yeniden kırmızıya boyandığını anlatan Ökten “Türkiye’nin en büyük ili İstanbul’da da vakalar çok artmış durumda. Bayramda yaşanacak hareketlilikle virüsün geçtiğimiz dönemlerde yaşadığımız gibi başka yerlere taşınma riski var” uyarısını yaptı.  

‘TESTİ 6 AY ÖNCEKİ GİBİ YAPSAYDIK VAKALAR 4 KAT FAZLA ÇIKARDI’


Halk Sağlığı Uzmanı Bursa Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kayıhan Pala, salgında yeni bir dalganın içinde olduğumuzu belirtiyor. Bakanlığın sınırlı verilerine göre bile günlük 8 bin vaka olduğuna işaret eden Pala, “Test sayısı ise açıklanmıyor. 6 ay önceki gibi test stratejisi uygulansa bu sayı 3-4 kat daha fazla çıkabilirdi. Ayrıca test merkezlerinde çalışan meslektaşlarımızdan edindiğimiz bilgiler kimi yerlerde test pozitifliğinin bu sınırlı teste rağmen yüzde 30 olduğunu gösteriyor” dedi.  

OMİKRON HIZLA DEĞİŞİYOR

Dünyada da vaka artışının sürdüğüne ve bunda omikronun BA4-BA5 varyantı dışında başka varyantların da etkili olduğuna dikkat çeken Pala “Hindistan’daki artışın kaynağı BA2 varyantı. Omikron hızla bir değişim geçiriyor” dedi. Önlemler kaldırılırken ‘Sonbahar beklenmeli’ uyarısını yaptığını ama sonbahar gelmeden vakaların yükseldiğini belirten Pala, yaz döneminde hareketliliğin arttığını, Türkiye’ye Rusya ve Almanya’dan çok fazla turist geldiğine dikkat çekerek “Almanya’daki maymun çiçeği vakaları düşünüldüğünde bu gelişler sadece kovid için değil maymun çiçeği için de risk oluşturuyor” diye konuştu.   

ÇOCUKLARA AŞI HAKKI TANINMALI

Pala, ivedi olarak Bakanlığın toplu taşımada ve kapalı alanlarda maske zorunluluğunu yeniden getirmesini, ‘Salgın bitti, merak etmeyin’ yaklaşımından vazgeçilerek insanları da rehavete sürüklenmesinin önüne geçilmesi gerektiğine vurgu yaparak “Aşılama durmuş durumda. Birçok kişi 6 kişi şartı olmadığı için Biontech aşısı olamadığını söylüyor. Yeniden aşılamaya hız verilmeli, tamamlayıcı aşılar hızla yapılmalı. Yeni varyantlara karşı yeni nesil aşılar hızla ülkemize getirilmeli. 6 ay üzerindeki çocuklara aşı hakkı tanınmalı. 81 ile ait tüm veriler hızla açıklanmalı” dedi. 

TARIM BAKANLIĞI DAHA FAZLA VERİ AÇIKLIYOR


Şu anda salgına ilişkin verileri Sağlık Bakanlığı yerine Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından  atık sulardaki SARS-CoV-2 yük dağılımı haritasından takip ettiklerini ve bunun Sağlık Bakanlığı açısından utanç verici olması gerektiğini dile getiren Pala “Tarım ve Orman Bakanlığının bu atık su haritasında en yüksek virüs derişimi İzmir, Muğla, Antalya, Bursa ve İstanbul’da. Sağlık Bakanlığı ise halen illere göre kovid-19 olgu ve ölüm sayılarını açıklamadı” ifadelerini kullandı.

Vural NASUHBEYOĞLU / EVRENSEL

 

Sandıkların teslim edildiği ismi tanıyorum + ‘HABERSİZ’ ViDEONUN SIRRI - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 


Sandıkların teslim edildiği ismi tanıyorum

İlk bu köşede okudunuz. 25 Mayıs tarihinde iktidarın seçim oyununu yazmış ve şunu sormuştum: 

“Seçim kurullarında görev almaması istenen hâkimler için bir oyun planı mı var? Yaz Kararnamesi’yle yerleri değiştirilip yapılacak kuraya girmeleri mi engellenecek?”

Tam da kulislerden aktardığım gibi oldu. Önce HSK kararnamesiyle 5 bin 426 yargı mensubunun görev yeri değiştirildi, sonra “kalan” hâkimler seçim kurullarına sokuldu.

Önceki gün İstanbul Adliyesi’nde gerçekleşen kura töreninin sonuçlarına baktım. Bir isim dikkatimi çekti. İstanbul’un Fatih ilçesinde seçim kurulu başkanlarından biri Metin Özdemir olmuştu. O ki, son kararnamede İstanbul’da tutulup Ticaret Mahkemesi Başkanı yapılmıştı.

Ve işte “Ben bu hâkimi nereden tanıyorum?” diye düşünürken, sonunda hatırladım.

Bundan 10 yıl önceydi...

Oda tv davası kapsamında tutukluydum. Silivri Cezaevi’nden Çağlayan Adliyesi’ne getirildim. Elleri kelepçeli şekilde mahkeme salonuna girmemin nedeni Fethullah Gülen’in hakkımdaki şikâyetiydi.

Gülen, kendisine hakaret içerdiğini iddia ettiği Oda tv’deki okur yorumlarını kaldırmadığımızdan dolayı hapsimi istiyordu.

Ne demişti okurlar:

- CIA’nın kucağında oturan Feto gibileri ülkemiz aleyhinde çalışıyor.

- Ne yazık ki F tipi hareket hiç hayal edemeyeceğimiz kadar güçlenmiş ve bugün ülkeyi en stratejik noktalardan ele geçirmiş durumda. Bu adamlar Fethulah denen insan müsveddesine resmen tapmakta.

- Yıllarca Fetullah’ın her ilde polislerin katıldığı toplantılarına ve polis akademilerinde F tipi yapılanmaya göz yumanlar, üniversitelerde sahipsiz ve yalnız bırakıp cemaatlerin eline gençleri atanlar, şimdi oturmuşsunuz da, “Bu işler neden oluyor, nasıl oldu” diye sızlanmayın.

İşte...

Bu gibi okur yorumları nedeniyle, 2012’de beş ay hapis cezasına çarptırıldım. Hâkim beş yıl içinde bir daha “suç işlememem” şartıyla cezayı erteledi. Başımın üzerinde kılıç sallandırılıyordu.  

İşte o gün...

Fethullah Gülen’in şikâyetiyle okur yorumlarından dolayı bana ceza veren hâkim, şimdi İstanbul’un en önemli ilçelerinden birinde seçim kurulu başkanı yapılan Metin Özdemir’di. O gün Fethullahçılara boyun eğip hukuksuzca bir karara imza atan hâkim, şimdi seçimlerde hukukumuzu koruyacaktı!

Garip mi?

Aradan iki yıl geçti. Bu kez Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şikâyetiyle cezalandırılınca, Gülen’in “ertelenen” cezası işleme konuldu. Fethullahçılarla mücadele edildiğinin iddia edildiği bir dönemde, örgüt liderinin şikâyetiyle hapisle cezalandırıldım. Neyse ki istinaf mahkemesi, hâkim Metin Özdemir’in kararını bozdu ve beraatıma hükmetti.

Mesele burada ben değilim. Bugün çok tartışılan “bürokraside” her dönemin güçlüsüne hizmet edenler var. Yarın için dikkat etmek gerekir.

‘HABERSİZ’ VIDEONUN SIRRI

Hani “Haberim yokmuş gibi çek” derler ya... İşte tam öyle oldu. Ulaştırma Bakanı Marmaray’da görüldü. İnsanların umurunda değildi ama birisi o anı çekti, paylaştı. Elbette halkla ilişkiler çalışması olduğuna dair haklı yorumlar yapıldı.

Peki neden?

Söylenen o ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul’un başına Adil Karaismailoğlu’nu düşünüyor.

Malum, Karaismailoğlu, Erdoğan’ın ilk İBB kadrolarından.

Deniyor ki...

Tıpkı Binali Yıldırım gibi ilk seçimde İBB’nin başına partisinin adayı olacak.

Eh işte, onu kamuoyu yeteri kadar tanımasa da belli ki şimdiden çalışmalara başlamış. “Habersiz” video da bunun parçasıymış.

Başarılı olur mu, şüpheli. Bekleyelim görelim...

Barış Pehlivan / Cumhuriyet 

Prof. Dr. Oğuz Oyan ile tarım ve gıda politikaları üzerine - SOL

 'Her durumda, gerçek bir gıda egemenliği için kapitalist sistemin ve tekelci şirketlerinin kâr amaçlı dürtülerine uluslararası ve ulusal düzlemlerde kamusal müdahalelerin yapılması gerekir.'


Türkiye’de halkın ve emekçilerin varoluş koşullarının iyice ağırlaştığı bir dönemde hem güçlü bir sosyalist sola olan gereksinime yanıt vermek, hem de solun daha etkin mücadele araçlarıyla dayanışmasını oluşturmak hedefiyle Eylül 2020’de kurulan 
Dayanışma Meclisi’nin yayın organı olan Dayanışma Forumu’nun yeni sayısı yayımladı.

Ana temasını "Türkiye’de Enerji ve Gıda Güvenliği Krizi"nin oluşturduğu Dayanışma Forumu’nun 5. sayısında yer alan ve Prof. Dr. Oğuz Oyan ile gerçekleştirilen tarım ve gıda politikaları üzerine söyleşiyi soL okurları için yayınlıyoruz.

'Gıda güvenliği' nedir? 'Gıda egemenliği' kavramından farkı nedir?

Gıda güvenliğinin birinci anlamı, belirli bir ülkenin belirli bir zaman dilimi içinde nüfusu için erişilebilir fiyatlarda yeterli gıdayı sağlayabilme kapasitesi olarak tanımlanabilir. Bu, belirli bir ülke açısından yeterli gıdayı üretebilme kapasitesini değil iç ve dış alımla nüfusun/ekonominin ihtiyaçlarına uyarlanan bir satın alma/tedarik kapasitesini ifade etmektedir. Bir hanehalkı açısından bakıldığında da uygun fiyattan besleyici gıdaya yeter miktarda erişebilme imkânını kapsamaktadır. 

“Gıda güvenliği”nin bu birinci anlamı, tarımda bağımlılık ilişkilerini kırmayı hedeflemiş ülkeler açısından yetersizdir. Tarımsal üretim için yeterli kaynaklara (toprak ve işgücüne) sahip, tarım ile diğer sektörler arasındaki karşılıklı bağımlılık oranları (girdi-çıktı ilişkileri) yeterince yüksek olan ülkelerde, örneğin Türkiye boyut ve karmaşıklığındaki bir ülkede, bağımsızlık bilinci de yeterince gelişkinse, “gıda güvenliği” yerine “gıda egemenliği” kavramının benimsenmesi kendini dayatacaktır. “Gıda egemenliği” kavramı, halkların kendi doğal çevrelerine ekolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan uyum sağlayacak şekilde, kendi tarım, hayvancılık, balıkçılık, işgücü, gıda ve arazi politikalarını bağımsız olarak belirleyebilmelerini içeren bir kavramdır. Her durumda, gerçek bir gıda egemenliği için kapitalist sistemin ve tekelci şirketlerinin kâr amaçlı dürtülerine uluslararası ve ulusal düzlemlerde kamusal müdahalelerin yapılması gerekir. Bu, kapitalizme ve onun uzantısı emperyalizme sınır konulması anlamına gelir. Türkiye gibi çevre ülkelerinde olan şey ise bunun tam tersidir; kuralları emperyalizmin uluslararası kurumları ve ulusötesi dev şirketler koymaktadır. Dolayısıyla, IMF/DB programlarının sert yapısal dönüştürme programlarının uygulandığı Türkiye, 2000’li yıllarda gıda egemenliğini en fazla yitiren ülkelerin ilk sıralarında yer almaktadır.

Gıda güvenliğinin ikinci anlamı, gıdaların insan sağlığı bakımından üretim, taşıma, işleme ve saklama (kimyasallarla raf ömrünü uzatma) koşullarının denetimini yapmak ve hijyenik olmasını sağlamak anlamında gıda güvenliğidir. Sağlıklı gıda maddeleri üretimi ve tüketimini denetlemek için sistemli kamu müdahaleleri ve kişisel çıkarların esnetemediği katı kurallar (gıda kodeksi yönetmeliği, gıdaların üretimi, tüketimi ve denetlenmesine dair yönetmelik, vs. gibi ciddi bir gıda mevzuatı) gerekir. Konu, kişisel çıkarların değil kamusal alanın konusudur. Ancak gıda denetimlerinin ağırlıklı olarak tarımsal ürünlerin işlenme ve saklanma koşullarına yani gıda sanayii aşamasına yönelik olduğu dikkate alınırsa, toksik tarımsal ilaçların (pestisitlerin) ve diğer kimyasalların, genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) bolca kullanıldığı üretim aşamasının  önemli ölçüde denetim dışında kaldığı anlaşılır. Burada da tekrar tarımsal girdilerde ulus-ötesi kimya ve tohum şirketlerinin tahakkümüne ve bağımsız tarım politikalarının araçlarından mahrum bırakılma hikâyesine dönmüş oluruz. Türkiye’de tarımsal KİT’lerin tasfiye edildiği, “Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın” “Tarım ve Orman Bakanlığı”na dönüştürülerek “Gıda” alanının önemsizleştirildiği, il-ilçe tarım müdürlüklerinin işlevsizleştirildikleri bir ortamda kamusal denetimin etkinliği de genelde sorunludur. (Bkz. “Tarıma Saldırı ve Gıda Güvenliği”, soL Gazete, 10.08.2013).

Çok yakın zamana kadar iddialı bir tarım ülkesi olan Türkiye nasıl oldu da birçok tarımsal ürünü dışarıdan alır duruma geldi? Neden yeterince üretemiyoruz? Niçin gıda egemenliğini sağlayamıyoruz?

Türkiye henüz 2000‘ler öncesinde tarımsal ürünler dış ticaretinde net ihracatçı bir ülke konumundaydı. Belki 1980 öncesinde olduğu kadar ihracatının önemli bir bölümü artık tarımsal ürünlerden oluşmuyordu ama toplamda tarımsal ürünler ihracatı tarımsal ürünler ithalatını hâlâ kolayca aşmaktaydı. Oysa IMF/AKP dönemini başlatan 20002002 yıllarından sonra, bu dönemin bütünü bakımından Türkiye’nin tarımsal ürünler dış ticareti net ithalatçı bir konuma gerilemiştir. 2018 sonrasında tarımsal ürün ihracatının tarımsal ürün ithalatını karşılama oranı ortalama yüzde 65’lere gerilemiştir. (“2022 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı”, s.150).  Türkiye ancak işlenmiş gıda ürünleri yani gıda sanayii ürünleri de eklendiğinde net ihracatçı konuma gelebilmektedir ama burada artık tarımsal ürün kategorisinin dışına çıkılmaktadır. (Bkz: O. Oyan, “Tarımda Ektiğini Biçersin”, Birgün Pazar, 03.04.2022).

Bu tabloyu oluşturan ana etken Türkiye’nin 1 Ocak 2000 tarihinden itibaren IMF/ DB’nın programının cenderesine sokulmuş bulunmasıdır. “Tarımda Reform Uygulama Projesi” (TRUP) denilen ve DB gözetiminde uygulanan program, Türkiye’nin tarımsal potansiyellerini köreltmiş, önemli bir tarımsal nüfusun ve tarımsal arazinin üretim dışı kalmasına yol açmış, tarımsal desteklemenin asgariye indirilmesini dayatarak üreticiyi kendi kaderine terketmiş, tarıma girdi ve destek sağlayan KİT’leri özelleştirerek/tasfiye ederek ve Tarım Satış Kooperatif Birliklerini (TSKB) küçültüp işlevsizleştirerek çiftçiyi ve tarımı sahipsiz bırakmıştır. AKP iktidarları bu programın en sadık uygulayıcısı olmuş ve tarım bakanları çiftçiden ziyade uluslararası tekellerin sözcüsü gibi davranmıştır.

Bütün bu olumsuz koşullara rağmen hâlâ çiftçilikle/hayvancılıkla uğraşan küçük üreticilerin var olmaya devam etmeleri bir büyük nimet olarak değerlendirilebilir. Ancak bu durum artık kalıcı bir nitelik taşımamakta, Türkiye’de bu koşullarda üreticilik yapmaya devam etmek artık rasyonel bir davranış olarak kodlanamamaktadır. 

Gerçi Türkiye uluslararası mali emperyalizm tarafından aşırıya kaçan bir hız ve kapsamda bir laboratuvar deneği olarak kullanılmıştır ama çevre ülkeleri bakımından bu tablo üç aşağı beş yukarı geçerli olmuştur. Bu durumda olayı 1990’lardan itibaren “Üçüncü Gıda Rejimi”nin (ÜGR) kurumsal pekişmesi döneminden başlatmak daha doğru olabilir.

'Üçüncü Gıda Rejimi' ve DTÖ Tarım Anlaşması ile kastedilen tam olarak nedir ve bunun Türkiye’ye yansımaları nasıl olmuştur? 

Güçlü iç destekler ve korumacı politikalar (ithalat kısıtlamaları) üzerinden tarımı, çiftçiyi, kırsal kalkınmayı ve dolayısıyla gıda sanayii ile doğrudan doğruya sanayileşmeyi desteklemeyi içeren İkinci Gıda Rejimi, II. Dünya Savaşı sonrasından 1970’lerin ortalarına kadar sürdürülmüştü. Gelişmiş ülkeler bu politikaları geniş kapsamlı olarak uygulayabildiler. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (sonradan AB’nin) ortak tarım politikaları bunun en bilinen örneğini oluşturdu. Bu süreçte gelişmiş ülkelerde tarım sanayileşirken, çevre ülkelerde genelde bağımlılıklara ve gıda egemenliğinden kopuşlara yol açıldı. 

Ama çevre ülkelerinde asıl büyük tahribat, 1980’li yıllar sonrasında neoliberalizmin hakimiyetinde şekillenen daha da uluslararasılaşmış ve ulus-ötesi şirketlerin (UÖŞ) denetimine girmiş, küresel gıda-girdi tedarik zincirlerinin bir parçası haline gelmiş, daha dayatmacı ÜGR döneminde oluştu. ÜGR, dev girdi ve ürün tekellerinin, hipermarket zincirlerinin baş rolde olduğu, tarımsal ürünlerin kalite ve standartlarının merkezi ülkelerce ve bunların UÖŞ’lerince belirlendiği, sertifikalı tohum ve GDO’lu ürünlerin, kimyasal girdilerin üretim ve dağıtımının merkezileştirildiği, yeni bir işbölümü ve yeni bir kurumsal mimarinin inşası üzerinden dünya tarımının emperyalizmin kontrolüne verildiği yeni düzenin adıydı. Yeni düzen, GATT’ın Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) dönüştürüldüğü (1995), 1994 Uruguay Round’un tarıma ilişkin uluslararası bağlayıcı resmî belgesi olan Tarım Anlaşması’nın da DTÖ gözetiminde 1995 yılında oluşturulduğu yeni bir kurumsallaşma dönemiydi. 

1995 Tarım Anlaşması üç alanda liberalizasyon önermekteydi: Ülkeler tarımsal ürün ithalatında korumayı kaldırmalı (pazara giriş serbestisi); tarımsal ürün ihracatına dönük teşvik ve sübvansiyonlar son bulmalı ve en önemlisi de tarıma dönük iç destekler tasfiye edilmeliydi. Bütün bunlar, ülke gruplarına göre farklı takvimlere bağlı olarak uyulması zorunlu süreçler olarak tanımlanmaktaydı. Gelişmiş ülkeler uzun süredir uyguladıkları güçlü destekleme ve koruma politikaları nedeniyle maddi altyapılarını bu tür kısıtlara hazır duruma getirmişlerdi. Kaldı ki, tarımsal ürün fazlaları nedeniyle, çevre ülkelerinde dış ticarette korunma oranlarının aşağıya çekilmesinden en fazla yarar sağlayacak durumdaydılar.

Dünya Ticaret Örgütü ve arkasındaki büyük güçler, 1995’ten 2007’de patlak veren büyük finansal krize kadar sürdürdükleri müzakere süreçlerinde tarımın “küreselleşmesini” yani emperyalist merkezin çıkarlarıyla uyumlaştırılmasını tam olarak sağlayamadılar. Gelişmiş ülkeler kendileri dışındaki üçüncü dünyaya karşı çifte standartlı ve ulusmerkezci (veya AB entegrasyonu merkezli) politikalar dayatırken, kısmen kendi aralarında da rekabet ve çekişme halindeydiler (ABDAB tarım çekişmeleri ünlüdür); gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeler bloklarının, kendi aralarında bazı çıkar çelişmelerine rağmen, gelişmiş ülkeler bloğunun kendilerine dayattığı politikalara karşı aralarında çeşitli ittifaklar kurarak direnmeleri, Seattle’da olduğu gibi güçlü halk/çiftçi tepkileri, DTÖ görüşmelerini çıkmaza sürüklemişti.

Ancak kapitalizmin merkezindeki ülkeler bu başarısızlığı kabullenmediler. Çevre ülkelerin tarım piyasalarını liberalleştirme baskılarını üç farklı yoldan sürdürdüler: (i) ikili ve çoklu serbest ticaret anlaşmalarıyla; (ii) IMF/DB programlarının uygulanması aracılığıyla; (iii) Daha sıkı ekonomik entegrasyonlara üye kabul edilen çevre ülkelerin bağımsız tarım politikalarına son verilmesiyle. (Bunun en bilinen örneği, 15 üyeli AB’nin 27 üyeli bir yapıya geçerken kendi Ortak Tarım Politikasını da tedricen rafa kaldırma fırsatını bulmasıydı). Bu yeni süreçler, 1999’da imzalanan ve PostWashington Uzlaşısı denilen “Yeni Uluslararası Finansal Mimari” ile de desteklenecektir. Bu çerçevede, devlet ile piyasanın birbirinin karşıtı değil tamamlayıcısı olduğu, dolayısıyla piyasa aktörleri (sermaye) ile kamu yönetimi arasında “yönetişim” (ortaklaşa yönetim) anlayışının egemen kılınması gerektiği; daha fazla yapısal reforma ve serbestleştirmenin sürdürülmesine ihtiyaç olduğu ama DTÖ anlaşmalarına da uyulması gerektiği; kurumların ulusal siyasi kararlardan bağımsız kılınması gerektiği (yani bağımsız veya özerk kurum ve kurullar aracılığıyla emperyalizmin merkezi kurumlarına daha bağımlı kılınması gerektiği) gibi yeni düzenlemeler (reregülasyonlar) ortaya çıkacaktır. 

DTÖ Tarım Anlaşması’nda, iç destekleri tarımsal hasılanın yüzde 10’unu aşmayan ülkeler -ki bunların büyük bölümü çevre ülkelerinden oluşuyordu- “de minimis” kapsamında kabul edilerek iç destek indirimleri zorunluluğu dışında tutulmuştu. Türkiye, bu kapsama alınmayı başarmış olmakla birlikte, 1996 sonrasında AB ile Gümrük Birliği ve 1 Ocak 2000’den itibaren IMF ve DB gözetiminde uygulamaya koyduğu istikrar programı sürecinde bu kazanımından geri adım atmaya kolayca ikna edilecektir. Türkiye, 2000 yılında başlayan IMF programıyla bu yeni “Uzlaşı”nın öncü uygulama örneklerinden birini oluşturacak, tarım da DB gözetimindeki yeni yapısal düzenlemenin (Tarımda Reform Uygulama Projesi’nin-TRUP) merkezinde olacaktır.

Bu konuyu bitirmeden, üçüncü gıda rejimi sürecinde son otuz yıldır birçok ülkede tarımsal üretimin gerilemesi ve ithal bağımlılığının artmasının, dünyada gıda krizini tetikleyen en önemli etkenlerin başında yer aldığına değinmeden de geçmemek gerekir. Bu arada, gıda krizinin de etkisiyle dünyada gıda fiyatlarının artış eğilimini çiftçilerin lehine bir gelişme olarak görme kolaycılığına da kapılmamak gerekir; çiftçilerin çok büyük bölümü artık polikültür yapmamaktadır; dolayısıyla kendi geçimlik üretimini temin edememekte, kendisi de tarımsal ürünler tüketicisi durumunda bulunmaktadır. Bu nedenle tarım/gıda ürünleri fiyatları artışı genelde çiftçinin aleyhine çalışır. Kendi ürettiği üründeki fiyat artışları da zaten üretim aşamasından ziyade dağıtım/pazarlama aşamasında aracı tüccarlar ve  dev marketler tarafından belirlenmekte, üreticinin eline geçen fiyatlar bunun çok altında kalmaktadır.

IMF/DB’nın Türkiye’deki 2000 Yılı Programını ve TRUP projesini biraz daha ayrıntılandırmak sanki farz olmadı mı?

2000’lerdeki dönüşümün hazırlıkları 1990’lı yıllarda yapıldı. En önemlisi de IMF gözetiminde yapılan VII. Plan (1996-2000) oldu. Bu Plan, tarımsal desteklerin kamu maliyesi üzerinde büyük yüklere neden olduğunu, üstelik piyasaya müdahaleleri içeren fiyat ve girdi desteklerinin piyasa kararlarını çarpıttığını vurguluyor, bunların yerine bir Doğrudan Gelir Desteği (DGD) öneriyordu. Bu yöndeki köklü dönüşümlere geçiş ise 9 Aralık 1999 tarihli Niyet Mektubu ile yapılıyordu. 1 Ocak 2000’den itibaren yürürlüğe sokulacak IMF/DB programı, gene IMF gözetimindeki VIII. Plan (2001-2005) ile de desteklenecekti. 

Dönüşümün ana ekseninde şunlar yer alıyordu: 

(i) Tarımsal desteklerin miktarı köklü bir biçimde daraltılacaktı; 2006 yılında çıkarılan Tarım Kanunu ile bu desteklerin GSYH’nın %1’inden az olmamasına hükmedilmişti. (Ama bu asgari oran ilk yıldan itibaren bir azami oran olarak uygulanacak ve uzun dönemli ortalaması binde 5’in altında tutulacaktır. Son üç yılda ise binde 3 oranına kadar gerilemiştir). Programın temel çıpası halen bu kısıtlamadır.

(ii) Girdi ve ürün fiyatlarına müdahale eden destek biçimleri uygulamadan kaldırılacaktı; 

(iii) Girdi üreten TÜGSAŞ, İGSAŞ, TİGEM, Yem Fabrikaları gibi tarımsal KİT’ler hızla özelleştirilecek veya tasfiye edilecekti; ürün piyasasında çiftçi lehine fiyat istikrarı sağlayan TEKEL, Şeker Fabrikaları, TMO gibi KİT’ler de özelleştirilecek veya faaliyetleri sınırlandırılacaktı;

(iv) Kooperatif ortakları lehine ürün ve girdi fiyatlarına müdahale eden Tarım Satış Kooperatif Birlikleri-TSKB’ler de sınai ve finansal (Tarişbank) faaliyetlerinden çekilecek, devletin finansal destekleri dışına çıkarılarak ürün alım işlevleri de daraltılacaktı; 

(v) Bütün bu tahribatları bir geçiş dönemi boyunca katlanılabilir kılmak üzere üreticiye üretiminden bağımsız olarak ödenecek DGD sistemi getirilecekti.

Bu program 57. Hükümet döneminde başlatılmıştı, ama programın en sadık ve en uzun süreli uygulayıcısı AKP hükümetleri olacaktır. DB’nın TRUP adını verdiği program, Türkiye’de hiçbir ülkede uygulanmamış radikallikte ve hızda sahneye konulmaktaydı. 2000’de ilk pilot projeleri uygulanan DGD sisteminin toplam tarımsal destekler içindeki payı henüz 2002’de yüzde 79’a, 2003’te yüzde 83’e çıkabilmişti. Türkiye, uluslararası finans kuruluşları elinde bir deneme tahtasına dönüştürülmüştü. Üstelik DGD 2001-2007 arasında sadece 7 yıl yürürlükte kalacak (ödemeler bir yıl gecikmeli olduğu için tam olarak 2008’de bitecek) ve topu topu 13 milyar TL’lik bir destek bütçesi kullanacaktı. Bu bütçenin kaynağı da T.C. Hazinesinden başkası olmayacaktı.

TRUP, bir dizi yalan-yanlış gerekçe üzerine inşa edilmişti. Bunlardan en önemlisi, 2000 öncesinde tarımsal destek yükünün aşırı olduğuna ilişkin abartılı ve gerçek dışı iddialardı.  İkincisi, program, hiçbir resmi kanıt sunmaksızın, mevcut sistemde destekleme paralarının hedefe ulaşamadığı, sistemde sızıntılar olduğu “kanıları” üzerine inşa edilmişti. Dolayısıyla bir kanıt icat edilmeliydi. Uydurulan masal, 1994’te Ziraat Bankası’ndan pamuk primi ödemeleri için 315 milyon dolar borçlanan Hazine’nin bu borcunu takla attırılan faizlerle 1998 yılında 18 milyar dolara çıkarmış olmasıydı. Üçüncü yalan üretimi, mevcut desteklemenin sadece zengin çiftçilere yarar sağladığıydı. Oysa bunun tam da DGD uygulamaları buna yol açacaktı: DGD sistemi, mülkiyet esaslı ve dönüme göre sabit miktarlı uygulandığından, iddianın aksine, en yoksul köylülere daha az ulaşmaktaydı. Bunu henüz işin başında, Mart 2004 tarihli raporuyla DB bile saptıyor ve DGD sisteminin tarımda eşitsizlikleri arttırdığını kabulleniyordu. (Bu konularda daha fazla bilgi için bkz.: O. Oyan, “Tarım’da IMF Gözetiminde 2000’li Yıllar”, Kriz ve Maliye Düşüncesinde Değişim: İzzettin Önder’e Armağan içinde, SAV, 2011, s.60-88).

Peki bu uygulamaların sonuçları ne oldu?

Kısaca şu sonuçları sıralayabiliriz: 

Birincisi, tarımsal destekler aşırı sınırlandırılınca, desteksiz kalan çiftçi bunu bankalara ve Tarım Kredi Kooperatifleri’ne aşırı ölçüde borçlanarak ikame etmeye çalıştı. Örneğin 2004’te 3 milyar liralık toplam tarımsal desteğe karşılık 5,3 milyar TL’lik tarımsal kredi kullanılmaktaydı. Bu miktarlar birbirine yakındı. 2018’de ise 14,5 milyar TL destek bütçesine karşılık 101,3 milyar TL kredi kullanılmıştı! 2022’ye gelindiğinde durumun çok daha vahim olduğu görülmektedir: CHP Tarım Politikaları ve Tarım Örgütlerinden Sorumlu Genel Başkan Başdanışmanı Orhan Sarıbal 5 Mayıs tarihli basın açıklamasında, BDDK verilerine göre 2022 başında 166 milyar lira (ki 109 milyar lirası Ziraat Bankası’na ait) olan çiftçi borçlarının Nisan ayında 185 milyar liraya yükseldiğini kaydetmektedir ki, 2022 Bütçesine konulan tarımsal destek ödeneğinin 25,8 milyar lira olduğu bilinirse piyasa üzerinden telafi mekanizmasının acımasız çarklarının nasıl işlediği daha iyi anlaşılabilir. İpotekli kredilerle borçlanmanın yaygın sonuçları olarak da mülksüzleşme, traktör gibi tarımsal üretim araçlarına el konulması ve giderek çiftçilikten uzaklaşma olarak ortaya çıkmaktadır. Borçlarını ödeyemediği için hapis cezalarına mahkûm edilenler de giderek çoğalırken bazı bankaların tarımsal arazi varlıkları da durmadan büyümektedir.

İkincisi, başlangıçta DGD’nin de etkisiyle ama daha genel olarak tarımda altyapı yatırımlarının yetersizliği, desteklemelerden mahrumiyet, tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi, alıcı/girdi piyasasında ve satıcı/ürün piyasasında az sayıda firmanın hakimiyetinin oluşması ve dolayısıyla çiftçi gelirlerinin düşüklüğü ve istikrarsızlığı gibi nedenlerle tarımda ekili alanlarda 3,5 milyon hektara ulaşan bir daralma yaşanmıştır. Buna, piyasa sömürüsüne direnme gücü azalan çiftçilerin sayısında da 3 milyonu aşkın bir azalma eşlik etmiştir. 

Üçüncüsü, tarımsal ürünler dış ticareti bakımından tarım sektörü son 20 yılın toplu sonucuna göre net ithalatçı bir sektöre dönüştürülmüştür. Bu sonuç, Türkiye tarımını gelişmiş ülkelerin üretim fazlalarının alıcısı/ bağımlısı durumuna düşürmek isteyen Batı ülkelerinin ve onların temsilciliğini yapan uluslararası finans kuruluşlarının amaçlarıyla uyumludur. Tarımsal girdilerde zaten dışa bağımlı olan sektörde bu bağımlılık, özelleştirmeler sonrasında, çok daha vurgulu biçimler almıştır.

Dördüncüsü, çiftçinin girdi kullanımının düştüğü, sulama başta olmak üzere tarıma dönük altyapı yatırımlarının yetersiz kaldığı, gerileyen desteklemeler nedeniyle çiftçinin eline geçen fiyatların maliyetlerinin altında kaldığı koşullarda tarımsal üretim ve verimlilikte istikrarlı artışlar sağlanamamıştır. Önemli tarımsal girdiler arasında olan elektrik ve su fiyatlarında bu dönemdeki yüksek artışlar da maliyet baskılarını yükseltmiştir. Böylece nüfus-tarımsal üretim arasındaki hassas denge iyice bozulmuş, Türkiye’nin nüfusu 1980 yılına kıyasla ikiye katlanmasına karşın tahıl üretimi adeta yerinde saymıştır. Örneğin stratejik bir ürün olan buğdayda üretim 1988 sonrasında yaklaşık 20 milyon ton ortalamasını aşamamış; hatta 2021’in olumsuz koşullarında 17,7 milyon tona yani 1984 düzeyine gerileyebilmiştir; dolayısıyla şiddetli üretim dalgalanmaları dahi giderilememiştir. Nüfustaki artışa 2011 sonrasında milyonlarca sığınmacı eklenir (yıllık on milyonlara varan turist sayısını ihmal etsek bile) ve işlenmiş tarımsal ürünler (un, makarna, vs.) ihracatı artarken, tahıl, bakliyat, yağlı tohumlar, hayvancılık ürünlerinde ciddi üretim artışları olmaması arz açıklarını büyütmüştür. Buğdayda nüfus başına üretim 1980’lerin sonlarında 400 kg düzeyindeyken, sığınmacılar dahil edildiğinde 2021’de 200 kg’ın altına gerilemiştir. Böylece stratejik ürünlerde ithal bağımlılığı artmış, gıda egemenliğinde ciddi kayıplar meydana gelmiştir. Dünyada tarım ürünleri fiyatlarındaki artış eğilimi Kovid-19 pandemisi koşullarında daha da pekişirken son olarak Ukrayna savaşıyla iyice zirveye çıkmıştır. Fiyat artışlarına ihracat yasakları da eklenince, gıda güvenliğinin değil de gıda egemenliğinin daha stratejik bir pozisyon olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

Beşincisi, DB gözetiminde TRUP çerçevesinde TSKB’ler için hazırlanan Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri Kanunu (4572 sayılı 16 Haziran 2000 tarihli Kanun) örneğinden başlamak üzere, çiftçi kooperatiflerinin kamu mali desteklerinden yoksun bırakılması yoluyla tarımda kooperatif örgütlenmenin önü Türkiye’ye program dayatan dış kuruluşlarca kesilmiştir. Kuşkusuz iç siyaseti belirleyen yerli egemen çevrelerin çabaları da aynı yönde olmuş ve örgütsüz kalan çiftçi eskiden olduğundan daha fazla piyasasının insafına terkedilmiştir. Kooperatif dışı çiftçi örgütleri de, ZMO hariç, AKP öncesini aratır bir suskunluğa gömülmüştür. 

Altıncısı, tarımın GSYH ve toplam istihdam içindeki payı hızla azalmıştır. Tarımın GSYH içindeki payı %11’lerden 2020’de %6,7’ye gerilemiş (2021’de tarımsal katma değerin gerilemesine bağlı olarak %4,6’yı görmüştür); toplam istihdam içinde tarımın payı ise 2000’de %36’dan 2020’de %17,6’ya kadar düşmüştür.  Bu süreçte çiftçi de gelir dağılımı bozulmalarından olumsuz şekilde etkilenmiş; sosyal güvenlik sisteminin tam koruması altına girememiş; kırsal yaşam koşullarında ve refah düzeyinde istikrarlı bir ilerleme görememiş, en önemlisi de akım gelirlerinde istikrarı yakalayamamıştır. Bu koşullarda tarımda aile ekonomilerinin kendini yeniden üretmesi güçleşmiş, tarımdan kopuşlar hızlanmış, özellikle de gençleri tarımda tutmak önemli ölçüde olanaksızlaşmıştır. Büyükşehirlerde köylerin mahalleye dönüştürülerek tüzel kişiliklerinin ve taşınmaz varlıklarının ellerinden alınması, meraların gaspedilmesi sürecinin yasal dayanaklara da kavuşturularak hızlandırılması, köylerin okulsuzlaştırılması ve giderek boşalması, tarımın insansızlaştırılması gibi gelişmeler bu IMF’li büyük altüst sürecine eşlik etmiştir. Buna, AKP iktidarın ne ürün temelinde ne çiftçi özelinde ne de tarımın genelinde uzun vadeli ve iç/dış sermayeden bağımsız bir politika ekseninin hiç oluşmamış olması gibi çok olumsuz bir iç siyasi koşul da eklenmiştir. 

Türkiye’de tarım ve gıda sorunları nasıl çözülür?

Öncelikle ekonominin ve tarımın bağımsızlığını birinci meselesi yapacak bir siyasi iktidar değişiminin şart olduğu çok açıktır. Eğer bu koşul sağlanırsa şu hedefler gözetilebilir:

(i) IMF/DB’nın Türkiye’de tarım politikalarını kıskaca alan temel çıpası, tarımsal desteklerin nicelik olarak sınırlandırılması ile bunların tarımda fiyat oluşumuna etki etmeyen alan bazlı destek türlerine kaydırılmasıdır. Nicel kısıtı aşmak için yapılması gereken, tarımsal desteklerin tarımsal katma değerin en az üçte biri düzeyine yükseltilmesi ve bunun esnetilemeyecek tarzda kesin bir yasal tanıma bağlanmasıdır. Somutlarsak, 2021 yılında tarımsal katma değer 330 milyar TL’dir. Bunun üçte biri 110 milyar TL eder. Oysa mevcut uygulamada 2021 yılı destek bütçesi 23 milyar TL yani tarımsal katma değerin ancak %7’sidir. Demek ki 2021 için destekler bunun yaklaşık 5 katı olmalıydı ki anlamlı bir destek düzeyinden bahsedilebiliyor olsun. (Gelişmiş ülkelerde tarımsal destekler tarımsal katma değerin ½’si düzeyinden aşağıya düşmez). Eğer bu yapılabilir ve arz açığı olan ürünlere özel bir destek verilirse, hem tarımsal ürünlerde ithal bağımlılığı azalır hem de üretim darboğazları aşılır.

(ii) Desteklemenin yapılış biçimine müdahale eden tüm DTÖ, IMF, DB ve dolaylı AB kısıtlarının reddedilmesi gerekecektir. AB’nin onyıllar boyunca uyguladığı “fark ödeme sistemi”nin bugün “tarımda piyasalaştırma” dayatmasıyla Türkiye için yasaklanması kabul edilemez. 2006 tarihli Tarım Kanunu’nda 

yer alan bu sistem 16 yıldır uygulamaya geçirilememiştir. Bu sisteme derhal geçilmelidir. Hedef fiyat (üretici emeğinin ücret karşılığı dahil maliyet + kâr) ile piyasa fiyatı arasındaki fark, devletçe üreticiye ödenmelidir. Böylece çiftçi üretici faaliyete girdiğinde hiçbir zaman zarar etmeyeceğini bilerek davranabilecektir. Böyle bir güvence, çiftçi çocuklarının da tarımda tutulabilmesinin teminatı olabilecektir. Kuşkusuz buna çiftçinin elindeki ürünün pazarlanması için uygun koşulların (destekleme kurumlarının) yaratılması da eşlik etmelidir. Gereksiz arz fazlalarını önlemek üzere üretiminin bölge/ havza/il/ilçe temelinde yönlendirilmesi politikaları da elbette devrede olmalıdır.

(iii) Tarımdaki çözülmeyi durdurmak için 2000 sonrasının neoliberal politikalarıyla bir bütün olarak hesaplaşmak şarttır. Tarımı, küresel meta zincirinin bir halkası olmaktan çıkarmak; üreticileri ulusötesi şirketlerin girdi bağımlısı olmaktan kurtarmak; ülkenin yerel tohumlarını yok olmaya iten Tohum Kanununu yeniden yazmak; gübre, ilaç, tohum, yem gibi girdilerin büyük ölçekli üretiminde uzmanlaşmış KİT’leri yeniden oluşturmak veya özelleştirilenleri devletleştirmek; ürün destekleme görevi verilen kurumsal yapıları yeniden kurmak/ düzenlemek; tarıma mali destek sağlayacak finansal kurumları oluşturmak; tarıma dönük sulama gibi altyapı yatırımlarını düzenleyen kuruluşların faaliyetlerini düzenlemeye öncelik vermek  ve benzeri politikaları yetkin bir kalkınma planlaması anlayışıyla ele almak zorunludur.

(iv) Tarımsal üreticinin üretim, satış ve kredi kooperatiflerinde bir araya gelmesini sağlamak; bu kooperatiflerin ve birliklerinin devlet desteğini almakla birlikte devletin güdümünde olmayan bir anlayışla yönetilmelerini güvenceye almak; tarımsal kooperatifçiliğin etkin ve kararlı bir finansal desteğe sahip olabilmesi bakımından T.C. Ziraat Bankası’nın bir “kooperatifler bankası”na dönüştürülmesini gerçekleştirmek gerekecektir. Devletin de eskiden Devlet Üretme Çiftlikleri uygulamasında olduğu gibi gerektiğinde doğrudan üretici faaliyetlere girişmesi planlanabilmelidir.

(v) Toplum ve çevre sağlığının hiçbir kişisel kâr amacına feda edilemeyeceği bir gıda güvenliği sistemini kurmak; iklim parametrelerini de olumsuz etkileyen endüstriyelleşmiş bir gıda üretim-dağıtım-tüketim zincirinin dışına çıkabilecek kamusal modellerin kurulmasına ön ayak olmak; endüstriyel tarımın alternatifi olarak girdilerini büyük ölçüde kendi işletmesinden sağlayan ve tarım kimyasalları yerine biyogübre ve biyopestisitler kullanan bir agroekolojik tarıma geçişi planlamak; bu yöndeki girişimleri destekleme sistemi içinde avantajlı kılmak; bu yeni gelişmelerle uyumlu olacak şekilde Tarım Bakanlığı’nın merkez/il/ilçe örgütlenmesini ve denetim mekanizmalarını yeniden düzenlemek gerekli olacaktır.

Görüldüğü üzere, önerilen başlıklar mevcut sisteme toplu bir meydan okuma anlamına da gelmektedir. Böyle bir meydan okuma, karşısında sadece yerli sermayeyi veya Türkiye’de faaliyet gösteren ulus-ötesi şirketleri, içerdeki işbirlikçi siyaset esnafını hedef almayacak, dünyaya “ortak” tarım politikaları dayatan DTÖ, IMF, DB, OECD, AB gibi küresel ölçekte belirleyiciliği olan uluslararası kuruluşları, ekonomik/siyasi entegrasyonları ve emperyalist bloğu da tedirgin edecektir. Bu aslında ekonomik emperyalizme meydan okumakla eşdeğerdir. Dolayısıyla bunun arkasında çok güçlü bir siyasal destek olmak zorundadır. Bu siyasal destek de ancak işçi ve köylü kesimlerinin bu davaya kazanılmasıyla sağlam bir zemine oturabilecektir.(SOL)


Hem cebe hem de psikolojiye zarar - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Haziran ayı yıllık enflasyon yüzde 78,62 olarak açıklandı. Bu şekilde devam ederse eylül sonunda yüzde 100’e dayanmış olacak. Her gün fiyatları izlemek, ucuz domatesin peşinde koşmak, düşünmek hepimizi helak ediyor.

Haziran ayında tüketici fiyatları bir önceki aya göre yüzde 4,96 artınca yıllık enflasyon yüzde 78,62’ye yükseldi. Normalde yaz aylarının enflasyonun yatay seyrettiği bir dönem olduğu düşünülürse, doludizgin fiyat artışlarının hız kesmeden sürdüğü görülür. Basit bir hesaplamayla, enflasyon önümüzdeki üç ay yüzde 5 temposuyla artamaya devam ederse, Eylül sonunda yüzde 99’u bulup, yüzde 100’e dayanmış olacak.

Ay içinde yapılan elektrik, doğalgaz, motorin, benzin, çay, uçak bileti zamları zaten enflasyon ivmesinin devam ettiğini gösteriyordu. Sebze ve meyvenin bollaşmasının beklendiği yaz aylarında dahi gıda ve alkolsüz içecek fiyatları işlenmiş gıdaların etkisiyle yüzde 2,09 artış sergileyince, yıllık gıda enflasyonu yüzde 94’e yükselmiş oldu.

Yoksul kesimlerin harcamalarının büyük ölçüde gıda, konut ve ulaştırmaya sıkıştığı düşünülürse; konut enflasyonunun aylık yüzde 8,34 sıçramayla yüzde 75,09’a, ulaştırmanın ise aylık çift haneli yüzde 10,59’luk bir artışla yüzde 123,34’e varması sonucu yaşamın dar gelirli yurttaşlar için daha da zorlaştığı net biçimde görülüyor.

Ana harcama gruplarına göre yıllık TÜFE değişim oranlarına baktığımızda; giyim ve ayakkabı (yüzde 26,99), eğitim (yüzde 27,76), sağlık (yüzde 39,34 ile eğlence ve kültürün (yüzde 50,52) endeks artışının altında kalması, bu mecralarda fiyatların göreceli ılımlı seyretmesi dikkat çekiyor. Bunun başlıca iki nedeni var; birincisi, hizmet sektörleri ticarete konu değil ve döviz kuru değişimlerinden daha az etkileniyor. Döviz kurunun kontrol edilememesi, dolayısıyla nihai fiyatlara daha az yansıyor. İkincisi, varlıklı kesimler dışındaki halk, özellikle de dar gelirli kesimler zorunlu günlük harcamalar dışında eğitim, sağlık, eğlence ve kültür hizmetlerinden yararlanamıyor. Kılık kıyafete para ayıramıyor. Bunun tek istisnası, yüzde 79,55 artış gösteren lokanta ve oteller. Bu verinin de açıklaması, büyük olasılıkla turizm sezonunun geçtiğimiz iki yıla göre canlı geçiyor, dövizle harcama yapan turistlere yüksek maliyetlerin yansıtılıyor olmasıdır.

Tüm bu bulgular, yoksul halk kesimlerinin hem öncelikli ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının manşet enflasyondan daha fazla artması, hem de eğitim ve sağlık gibi gelecek kuşakların refahını da etkileyecek hizmetlerden yoksun kalmaları nedeniyle, enflasyonun darbesini daha sert yediklerini kanıtlıyor. Diğer bir ifadeyle enflasyonun sınıfsal boyutunu yansıtıyor.


ÜRETİCİ FİYATLARI MAKASI AÇILIYOR

Yurt içi üretici fiyat endeksi (Yİ-ÜFE) aylık yüzde 6,77, yıllık yüzde 138,31 artış gösterdi. Üretici fiyatlarıyla tüketici fiyatları arasındaki makas 60 puana kadar rekor bir düzeyde açıldı. Bu önümüzdeki dönemde de tüketici fiyatlarına üretici fiyatları kanalıyla basıncın devam edeceğinin açık bir belirtisi.

Üretici fiyatlarını tüm dünyada aşırı yüksek seyreden enerji fiyatlarının yukarı çektiği söylenebilir. Ne var ki, ara mallarının da yüzde 126’lık artışı, üç haneli enflasyonun enerji ile sınırlı olmadığını söylüyor. İmalat sanayindeki yüzde 120,47’lik fiyat değişim oranı da, üretici fiyatlarının tüketim malları fiyatlarını önümüzdeki dönem de artıracağının teminatı gibi…

MEMUR ZAMMI YÜZDE 47 OLMALI

2022’nin ilk altı ayındaki tüketici enflasyonu yüzde 42,35’e ulaştı. Böylece memur ve memur emeklilerine ödenecek enflasyon farkı, Ocak 2022’deki yüzde 5 toplu sözleşme zammı düşünülünce yüzde 37,35’i buldu. Bunun üzerine yüzde 7 toplu sözleşme zammı da eklenecek. Aziz Çelik arkadaşımızın altını çizdiği gibi, burada hesaplamanın, enflasyon farkının yüzde 7 faktörü ile çarpılmasıyla bulunması, maaş zammının yüzde 47 şeklinde gerçekleşmesi gerekiyor.

hem-cebe-hem-de-psikolojiye-zarar-1037124-1.

İstanbul Sanayi Odası’nın Türkiye’nin 500 Sanayi Kuruluşu Araştırması, bu şirketlerin karlarının 2021’de yüzde 137,2 artarak 219,4 milyar TL’ye yükseldiğini göstermişti. İşçi başı ortalama ücret artışı ise sadece yüzde 26,3 olmuştu. Bu sermaye kesiminin enflasyona karşı korunmak şöyle dursun, bu ortamdan beslendiğini gösteriyor. Öyleyse emek kesiminin zararlarının da ücret artışları ile telafi edilmesi gerekiyor. Demek ki özel sektördeki ücretlerin de en az yüzde 47 artırılması zorunlu.

Aslında yüksek enflasyon ortamları işçi sınıfının mücadele potansiyelinin yükseldiği dönemlerdir. Çünkü düşük enflasyon döneminde emek gelirlerindeki erozyon çok dikkat çekmeyebilir, işçi sınıfının kolektif hak arayışları gündeme gelmeyebilir. Enflasyon dönemlerinde ise direniş gereği daha kolay kavranarak, militanlık potansiyeli artar.

YÜKSEK ENFLASYON YAŞAMI ZİNDAN EDİYOR

Enflasyon toplumda yorgunluk, bezginlik, tepkisellik yaratıyor. Her gün, sürekli fiyatları izlemek zorunda kalmak; zeytinyağı mı alsam, ayçiçek yağı mı; tereyağı mı, margarin mi kararını vermek, domatesi nereden ucuza bulurum diye koşuşturmak başlı başına bir sorun. Şimdi mi alsam, haftaya mı, kredi kartı bakiyesinin bu ay ne kadarını kapatsam, kirayı nasıl denkleştirsem, faturaları hangi parayla ödesem, acaba ihtiyaç kredisi mi çeksem, tatile gidemeyeceğimizi çocuklara nasıl ve ne zaman söylesem ikilemleri hepimizi helak ediyor.

Ülkemizde kötü ekonomi politikalarından kaynaklanan faizi düşürmeme inadıyla döviz kurlarından beslenen, dünyada hammadde ve enerji fiyatlarının yükselmesiyle katmerlenen arz kaynaklı bir enflasyon egemen. Geniş halk kesimlerinin talep fazlası yaratacak harcama gücü zaten yok. Kimi ülkelerdeki gibi pandemi döneminde nakdi yardımlarla ek bir alım kapasitesi de yaratılamadı. Olsa olsa bireysel kredilerle zorunlu ihtiyaç maddeleri alımını önce çekmekten kaynaklanan bir talep canlanması söz konusu olabilir. O kapı da makro ihtiyati önlemler denilen, bireysel kredileri zorlaştıran, maliyetlerini artıran adımlarla büyük ölçüde kapatıldı.

Bu nedenlerle enflasyonun önümüzdeki aylarda da insanlarımızı hem ekonomik, hem de psikolojik yönden zayıf düşürme riski giderek artma eğilimi gösterecek.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN


Evcil’in ilmek ilmek ördüğü tezgâh - Bahadır Özgür / BİRGÜN

 Soylu’nun “10 ayda ilmek ilmek ördük” dediği operasyonun konusu AKP ile yaşıt. Henüz 2004’te bir istihbarat raporunda Evcil’in demir çelik fabrikalarına çöktüğü anlatılmıştı. İzmir’de de bir başka olayın davası hâlâ sürüyor.

Bir ülkenin demir çelik sektörünün yüzde 10’u mafyanın eline nasıl geçer? 40 milyon ton üretimi, 50 milyon ton kapasitesiyle dünyada 7’nci sıradaki bir ülkenin, 4 milyon tonluk altyapısının yağmalanmasına kim izin verir?

Derler ya, “Yer yerinden oynamalı” diye; tam öyle bir olayla karşı karşıyayız işte. Peki, neden oynamıyor?

Geçen hafta “Demir Yumruk” adıyla demir çelik sektörüne bir operasyon yapıldı. 14’ü fabrika 95 işyeri basıldı, yüzlerce araç ve gayrimenkule el koyuldu. İlk 500’e girmiş 3 fabrikanın çetelere geçtiği, 25 milyar liralık kamu zararının olduğu, 3 ayrı suç örgütünün yönetici ve üyesinin gözaltına alındığı açıklandı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu mağrur bir tavırla, “10 aydır ilmek ilmek ördük. Hiç bilgi sızmadı” dedi. Sızmasına da gerek yoktu zaten. Göz göre göre yaşandı her şey çünkü.

Devletin elinde daha 2004’te hazırlanmış istihbarat raporu varken, başka fabrikaların da ele geçirilmesine göz yumuldu. İzmir’de bir ‘çökme’ olayı mahkemeye taşındığı halde, yine göz yumuldu. Mağdur binlerce işçi kapı kapı dolaşırken de devlet alacağını tahsil edemezken de sessiz kalındı. Hatta yıllardır borcu ödenmeyen fabrikaların elektrikleri bile kesilmedi. Daha ne sızıntı olsun!

Üstelik bunlar gazetelerde, internet sitelerinde haber oluyor, pek çok gazeteci yazıyordu. Yani muhtemelen bir paylaşım kavgası olmasaydı yine ortaya çıkarılmayacak, aynen devam edecekti. Nereden mi biliyoruz? Demir çelikteki mafyalaşmayı haber veren 20 yıl önceki bir istihbarat raporundan ve hâlâ süren bir dava dosyasından.

Gelin yağma tezgâhının ilmek ilmek nasıl dokunduğunu bir kez daha hatırlayalım.

2004’TE YAZILAN İSTİHBARAT RAPORU

Her şey yine bir cinayetle başladı. 2009’da Gaziemir’de ormanda insan kemikleri bulundu. Öldürülen kişi, kamu bankasına borcundan dolayı el konulan Ege Metal’i 2002’de satın almış, Aliağa’da kurulu Sözden Demirçelik’in sahibi Sezai Rahmi Özden’di. Kısa sürede her iki fabrikasını da Evcil’e kaptırdı.

Özden 2004’te bir sabah eşini aramış, yurtdışına çıkacağını, bir müddet görüşemeyeceklerini söylemişti. 5 yıl boyunca Zehra Özden polise gidip gelmiş, nihayetinde 2009’da dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a mektup yazıp yardım istemişti. Evcil’i işaret ediyordu. Mektuptan sonra kemiklerine ulaşıldı. Oysa devlet daha kaybolduğu gün ne olup bittiğinin farkındaydı.

2005’te Bursa Cumhuriyet Savcılığı, Evcil’e yönelik “Bozuk Para” adlı bir kara para soruşturması başlatıyor; 2006’da da bu kapsamda Emniyet Genel Müdürlüğü KOM Daire Başkanlığı “Gökyüzü” adlı bir operasyon yapıyordu.

İşte o operasyonun temelini oluşturan “gizli” ibareli bir istihbarat raporu, bir yıl önce, 2004’te İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne sunulmuştu. Raporu hazırlayan kişi dönemin KOM Daire Başkanı Hanefi Avcı’ydı.

Raporda Evcil ve Alaattin Çakıcı’nın yeni bir suç örgütü oluşturduklarından, korkutma ve yıldırmayla fabrikaları ele geçirmeye başladıklarından bahsediliyordu. İlk avları Ege Metal’di. Para hareketleri incelenmiş, telefon konuşmaları kaydedilmişti. Hatta Özden’in “muhtemelen öldürüldüğü” söyleniyordu. Bir telefon dinlemesine, kredi almak için iki kamu bankasının üst düzey yöneticileriyle Evcil’in görüşmesi bile takılmıştı.

Erol Evcil, Alaattin Çakıcı’nın (sağdaki) kasası olarak biliniyor.

ABDÜLLATİF ŞENER’LE GÖRÜŞMÜŞTÜ

Bu kadar mı? Elbette hayır. Devletin istihbaratı Evcil’in devamındaki işlerini de biliyordu. Nitekim geçen haftaki operasyonun merkezinde yer alan Sivas Demir Çelik’in Evcil’e geçme hikâyesi de ayrıntılarıyla anlatılıyordu raporda. Özelleştirme sonucunda bir grup Sivaslı patronun aldığı fabrikanın zorda olduğunu duyan Evcil’in 2004 yılının Ağustos ayında, az sonra dava dosyasını inceleyeceğimiz başka bir fabrikaya çökme vakasında suçlanan Avukat Aydoğan Semizer’i, Sivas’a gönderdiğine işaret ediliyordu. Raporda şu bilgiler vardı:

“TMSF'ye borcun ödenmesi için Evcil'in şirketinden 6 milyon 390 bin dolar Sivas Demir Çelik'e gönderiliyor. Şirketin eski sahibi Selahattin Rüstemoğlu'na 12 milyon dolar verilmesi kararlaştırılıyor. 1 milyon dolar elden ödeniyor. Böylece Sivas Demir Çelik de Evcil kumpanyasına katılıyor. Kentbank nedeniyle TMSF'nin uhdesinde bulunan teminat mektubu nedeniyle resmi satış için TMSF'yle ilişkiye geçiliyor. Evcil aracılar vasıtasıyla TMSF Yönetim Kurulu Üyesi Hasan İncekara ve TMSF Tahsilat Dairesi Başkanı Basri Ocak’la görüşüyor. Devreye TMSF'den sorumlu Devlet Bakanı Abdüllatif Şener giriyor. Bakan, Evcil'le Ankara'da GAP Bölge Kalkındırma İdaresi Başkanlığı'nda görüşüyor. Konu basına yansıyınca Bakan Şener, ‘Evcil'e fabrikayı söküp götürmeyin’ telkininde bulunduğunu açıklıyor. Durumu açığa çıkan Evcil, ‘Şirketle ilgim yok’ diyor. Sivas Emniyet Müdürlüğü ise Evcil'in şirkete giriş çıkışını tespit ediyor. Dinleme kayıtlarında da Evcil'in şirketin yönetimini fiilen yürüttüğü kanıtlanıyor.”

Bunlara rağmen Evcil’in çökme faaliyetleri engellendi mi? Yine hayır. 2009’da daha da büyüttü üstelik. Yeni hedefi İzmir’deki Cer Metal’di. Onun hikâyesini de halen devam eden davanın dosyasından okuyalım.

“EGE METAL’İN SAHİBİ YERİN 4 METRE ALTINDA”

90’larda Uzan Grubu’na ait METAŞ’ı 2006’da TMSF’den, Tanyeri ailesine ait Cer Metal satın aldı. Şirket 2008’de zor duruma düşünce, aile bir kısım hisseyi elden çıkardı. Ve devreye Semizer girdi. Bundan sonrasını İzmir Cumhuriyet Savcılığı’na Zeki Tanyeri’nin yaptığı suç duyurusundan özetleyelim.

Dosyada şirketin hisselerinin hiçbir ödeme yapılmadan, sahte bir genel kurulla Semizer vasıtasıyla Evcil’e geçtiği iddia ediliyor. Genel kurula Zeki Tanyeri’nin katılmadığı, imzasının bulunmadığı, hisselerin yasal olarak devredilmediği İzmir 3’üncü Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2011’deki kararıyla kesinleşiyor. Buna rağmen Evcil’in silahlı adamları fabrikaya yerleşiyor. Üzerine fabrikanın işletmesi de “kirası elden ödenmek üzere” uzun süreli yine Evcil’in kontrolündeki EDE Demirçelik’e veriliyor. Aynı şekilde kira sözleşmesine karşı açılan davada da tahliye kararı verilmesine rağmen Evcil fabrikadan çıkarılamıyor. Fabrikadaki makinalar, hatta bakır kablolar bile eritilip satılıyor. Tanyeri 2021 yılında bir gece kaçırılıp tehdit ediliyor. Suç duyurusundaki ifadelere göre Semizer de kendisini şu sözlerle uyarıyor: “Sen kiminle uğraştığının farkında değilsin. Ege Metal’in sahibi yerin 4 metre altında, 5 yıl sonra bulundu. Sen ne zaman bulunursun biliyor musun? Evcil’in ne kadar kötü olduğunu tahmin bile edemezsin.”

Bu arada Zeki Tanyeri de tıpkı Zehra Özden gibi 2015’te Erdoğan’a mektup yazarak, “Cumhurbaşkanım beni Evcil’den kurtarın” diyordu.

***

Özetle Soylu’nun “ilmek ilmek ördük” dediği operasyonun konusu, AKP tarihiyle yaşıt. Henüz 2004’te demir çelik sektörü Evcil’in pençesinden kurtarılabilecekken, AKP güçlendikçe o da semirdi. Şimdi ‘temizlik’ diye yutturulmaya çalışılıyor.

Susurluk’un en vahim sonuçlarından birisi, sadece davaların kapatılması değildi. Kapatılırken ülkenin bir bellek yıkımına da uğratılmasıydı. 40 yıldır değişmeyen hikâyelere bakınca bu toplumsal amneziden, AKP’nin de doya doya yararlandığını görüyoruz.

Bahadır Özgür / BİRGÜN




Öne Çıkan Yayın

GÜNDEM -19 Haziran 2025-

İsrail yardım ve şarj noktalarında toplanan Gazzelileri hedef alıyor: Bir günde 69 Filistinliyi katletti -soL- Gazze’deki Sağlık Bakanlığı’n...