BELLEK - (10 EKİM)

 


      OLAYLAR

  • 415 - 404 yılında çıkan isyanda yakılan Ayasofya kilisesi, Bizans İmparatoru II. Theodosius tarafından yeniden yaptırılarak açıldı.
  • 680 - Kerbelâ OlayıMuhammed'in torunu İmam HüseyinKerbela'da başı kesilerek öldürüldü.
  • 1858 - Küba'da İspanyol İmparatorluğu'na karşı bağımsızlık hareketi başladı.
  • 1903 - Emmeline Pankhurstİngiltere'de kadınların kurtuluşu mücadelesini yürütmek üzere "Kadının Sosyal ve Politik Birliği"ni kurdu.
  • 1911 - Sun Yat-sen liderliğindeki devrimciler Çin'de Mançu Hanedanını devirdi.
  • 1914- İngiliz donanmasından kaçan “Goeben” ve “Breslau” adlı iki Alman zırhlısı Türkiye’ye sığındı. İki zırhlı daha sonra “Yavuz” ve “Midilli” adlarını aldı.
  • 1920- Sevr Anlaşması imzalandı.
  • 1930 - Türkiye, Barzani Aşireti'nin yaklaşık dört ay süren Oramar Ayaklanması'nı bastırdı
  • 1944 - Nazi katliamı: 800 Çingene çocuk sistematik bir şekilde Auschwitz kampında öldürüldü.
  • 1965 - Genel Seçim sonuçlarıAP 240 Milletvekili ile çoğunluğu elde etti.  CHP 134, MP 31, YTP 19, TİP 15, CKMP 11 Milletvekili çıkardı. TBMM tarihinde ilk kez bir sosyalist parti (TİP-Türkiye İşçi Partisi) 15 Milletvekili ile grup kurmaya hak kazandı.
  • 1969 - Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF), Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu (Dev-Genç) adını aldı.
  •  1969 - Necmettin Erbakan milletvekili adaylığı için Adalet Partisi’ne kaydını yaptırdı.
  • 1975 - Bandırma'da Etibank Boraks ve Asit Fabrikaları'nda direniş başladı.
  • 1980- MGK, faaliyetleri durdurulan sendikalara ‘kayyum’ tayinini öngören yasayı onayladı.
  • 1982 - Auschwitz toplama kampında tanımadığı bir siyasi tutuklu yerine ceza almaya gönüllü olarak hayatını yitiren rahip Maximilian Kolbeaziz ilan edildi.
  • 1988- Dolar 1,845 liraya çıktı. Merkez Bankası ilk kez müdahale kararı aldı. Müdahaleye rağmen ertesi gün serbest piyasada dolar 1,975 liraya fırladı.
  • 1991 - Pink FloydThe Wall albümleri ile yaptıkları katkı nedeniyle, İngiliz Millî Tuğla Dağıtıcıları Birliği tarafından şeref listesine alındı.
  • 1998 - ODTÜ ormanlarından geçen yolun inşaatı sürerken protestocu öğrencilere polis yine müdahale etti.
  • 1998- Fazilet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan’ın Suriye rejimiyle ilgili konuşurken “Nusayrilik bir nev’i sapık Alevi anlayışıdır” demesinin ardından Samandağ’da 12 Nusayri avukat Kutan hakkında 1’er milyon TL’lık tazminat davası açtı.
  • 2000- Yılmaz Güney’in 17 yıldır Türkiye’de vizyona girmeyen “Duvar” filminin galası Beyoğlu Sineması’nda yapıldı.

  • 2015- DİSK, KESK, TMMOB ve TTB öncülüğünde Ankara’da düzenlenen “Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi” öncesi Gar önünde toplanan gruplardan HDP ve EMEP kortejlerinin içine giren iki canlı bomba arka arkaya bedenlerini patlattı. Patlamalar sonrasında Gar önüne girmek isteyen çevik kuvvet polislerine tepki gösteren öfkeli kitleye gazlı müdahalede bulunuldu. Patlamalarda, ilk belirlemelere göre, 102 kişi hayatını yitirdi 48’i ağır 391 kişi yaralandı. Türkiye’de 3 günlük yas ilan edildi. Ankara katliamından sonra yaşanan gelişmelere ilişkin yayın yasağı getirildi. RTÜK yasağın başbakanlığın talimatıyla uygulandığını bildirdi.DİSK, KESK, TMMOB ve TTB başkanları “üzgünüz, öfkeliyiz, yastayız, isyandayız” diyerek 3 günlük yas ve 12-13 Ekim’de 2 günlük grev kararı aldıklarını açıkladı. Ülke genelindeki protestolarda İzmir, Batman ve Van’da polis müdahale etti. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş Ankara katliamı için, “Oluk oluk kan akıtacağını ilan edenlerin mitinglerinin başarılı bir şekilde yapıldığı yerde bizler barış sesimizi bile meydanlarda haykıramıyorsak, devlet tarafından millete açık bir saldırı vardır” dedi. Başbakan Davutoğlu’nun CHP ve MHP’ye “Teröre karşı ortak bir tavırda buluşalım” çağrısına Kılıçdaroğlu olumlu yanıt verirken Bahçeli “Bugünkü durumun baş sorumlusu oldukları için yine hayır diyoruz”dedi. AKP’li M.Metiner ile A.Ünal da saldırıdan HDP’yi sorumlu tuttu. Ankara katliamıyla birlikte, 20 Temmuz (Suruç katliamı) – 10 Ekim tarihleri arasında geçen 82 günde düzenlenen saldırılar ve çatışmalarda -resmî rakamlara göre- 694 kişi hayatını kaybetti; bu rakamın 145’i güvenlik görevlisi, 341’i PKK’li ve 208’i sivil (21’i çocuk).
  • Rusya doğalgazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıyacak “Türk Akımı Doğalgaz Boru Hattı Projesi” için hükümetler arası anlaşma imzalandı.



DOĞUMLAR:



ÖLÜMLER:


İnanç ve Şüphe - FİDE LALE DURAK / SOL-Özel

 


Kutsal hikayelerdeki başkaldırılar, tıpkı Aziz Thomas’ın şüphesinde olduğu gibi, inancın tazelenmesiyle sonlanıyor. Dini uygulamaları tartışmak için yapılan din içi sorgulamalar baştan kaybediyor.

            Caravaggio, 1601-1602, “Aziz Thomas’ın Süpheciliği / The Incredulity of Saint Thomas"

Caravaggio Barok döneminin büyük ustası olarak İncil’den birçok anlatıyı resmetmişti. Bu resimlerden biri de; çarmıha gerilip öldürülen İsa’nın dirilişine inanmayan Aziz Thomas’ın, ancak yaralarına dokunursa İsa’nın tekrar hayata döndüğüne inanacağını söylediği anlatıdır. Hikayenin devamında İsa Thomas’ın elinden tutar, yaraya dokunmasına izin verir ve şöyle der “Sen beni gördüğün için inandın; kutsanmış olanlar beni görmedikleri halde inananlardır”.

Caravaggio’nun resimlerinde kompozisyonlar matematiksel bir estetiğe sahiptir. Kompozisyona yerleştirilmiş figür ve nesneler dengeli geometrik şekiller oluşturur. Ancak bunlar Rönesans kompozisyonları gibi durağan değil, hareketin yer aldığı dinamik kompozisyonlardır. Figürlerin mimikleri ve jestleri teatral ve biraz abartılıdır. Caravaggio hikayeleri resmin ön bölümünde anlatır ve arka planı karanlıkta bırakarak hikayenin dramatik etkisini artırır. Caravaggio kendi döneminde Rönesans kurallarını kırdığı için eleştirilmiş olsa da kendinden sonrakilere ilham olmuştur. Hatta modern dönem sinemasını dahi etkilemiştir. Örneğin Martin Scorsese, özellikle “Günaha Son Çağrı / The Last Temptation of Christ” filmi için Caravaggio’nun kompozisyonlarının gücünden, ışık-gölge tekniğinden faydalandığını söyler1.

Caravaggio ustaca kullandığı “chiaroscuro” adı verilen aydınlık-karanlık ışık tekniği ile izleyeni resimde odaklanmasını istediği yere yönlendirir. “Aziz Thomas’ın Şüpheciliği” resminde yarayı inceleyen parmak resmin odak noktasıdır. Resimde ilk olarak yara ve parmak yerine  portrelere baktığımızda bile, portrelerin baktıkları yönü gözlerimiz istemsizce takip eder ve böylece tekrar asıl odak noktasına, yaraya yönlendiriliriz. Resimde Aziz Thomas şüpheciliğini sanki bilimsel bir meraka çevirmiş ve kadavra üzerinde çalışan doktorun soğukkanlılığıyla parmağını yaraya sokmuştur. Aynı anlatının resimlendiği başka eserlerde bu kadar gerçekçi bir inceleme anı betimlenmez. Rönesans’ta kutsal figürler idealize edilir, kıyafetler ve figürlerin fiziksel özellikleri buna uygun tasvir edilir. Ancak Caravaggio, kutsal anlatının gerçekliğinden bağımsız olarak resimlerinde konu edindiği temaları doğalcı bir anlatımla ya da aynı manada bir gerçekçilikle ele alır. Kıyafetler drapeli ve süslemeli değil, eski ve yırtıktır; Aziz Thomas’ın parmakları kirli ve kaslıdır; İsa’nın ise hâresi yoktur. Caravaggio’nun model olarak kullandığı kişiler halktan ve fakir kişilerdir. Hatta dini temalı resimlerde dahi suçluları ya da fahişeleri model olarak kullanmaktadır. Dramatize edilmiş teatral kompozisyonlar ile duygular ön plana çıkarılır.  Bu tercihler zaman zaman dindar kişilerce eleştirilir ancak izleyenin kolay empati yapmasını sağlar ve son kertede yine dinin işine gelir. Çünkü böylece halkın duyguları yakalanır ve ele alınan dinsel konuya yöneltilmiş bir coşkunluk yaratılır.

Ne kadar yenilikçi ve kural yıkıcı olursa olsun dini hikayalerin anlatılması sonuç olarak dinin daha fazla yayılmasına hizmet etmiştir. Caravaggio da Katolik kilisesinin “karşı reform” hareketinin önemli bir temsilcisi haline gelmişti. Katolik Kilisesi’nin aşırı zenginleşmesi ve yozlaşmasına karşı 16.yy’da Martin Luther’in öncülüğünü yaptığı reform hareketi, para ile affedilme sertifikaları (endülijans) satılmasına karşı çıkarak başlamış ve Protestanlığın kuruluşu ile sonuçlanmıştı. Protestanlık, Rönesans resmine hâkim olan ve büyük oranda Katolik kilisenin yönlendirdiği dini temaların sanat ile anlatılmasına ve ikonacılığa, halkın üzerindeki çürütücü etkisi nedeniyle, karşı çıkmıştır. Katolik kilise ise, büyüyen reform hareketine karşı “reform” başlatmış ve belli başlı uygulamalarını yumuşatarak- Protestanların aksine- sanatı araç olarak kullanmaya devam etmekte ısrarcı olmuştur. Barok, halkı ajite edecek ve dini anlatıları yaygınlaştıracak bir sanat ihtiyacı ile ortaya çıkar. Bu dönem kompozisyonlarındaki dramatizasyonun bir nedeni de budur. 

Caravaggio dindar biri olmadı hiçbir zaman. Hakkındaki tüm kaynaklarda; serseri bir yanı olduğu, cinsel tercihleri nedeniyle çokça kilise tarafından uyarıldığı, sayısız suç ile yargılanıp defalarca hapis yattığı ve son olarak işlediği cinayet nedeniyle Roma’dan kaçmak zorunda olduğu yazar. Tam olarak nasıl öldüğü bilinmemekle birlikte çok genç yaşta henüz 38 yaşındayken ölür ya da öldürürülür. Derek Jerman’ın 1986’da yönettiği “Caravaggio” adlı film, sanatsal dili ile dikkat çekici olmakla birlikte, sanatçı ve dönem hakkında fikir vermesi nedeniyle izlenebilir. Bugün Caravaggio’nun resimlerine ya da herhangi bir barok esere baktığımızda dinsel coşku hissetmiyoruz elbette. Teknik olarak bir sanat eserinin bunu nasıl yaratabildiğine hayran oluyoruz en fazla. Ancak; sarsılmazlığına güvenen bir otoritenin muhalefeti bile nasıl erittiğini, kapsadığını ve hanesine artı puan olarak yazdığını sanat tarihine bile baktığımızda görmek mümkün.

Kutsal hikayelerdeki başkaldırılar, tıpkı Aziz Thomas’ın şüphesinde olduğu gibi, inancın tazelenmesiyle sonlanıyor. Dini uygulamaları tartışmak için yapılan din içi sorgulamalar baştan kaybediyor. Çünkü din doğası gereği dogmatik olmayı gerektirir. Ne kadar yenilikçi bir üslupla yapılırsa yapılsın dinin anlatıldığı hikayeler kaynağını, yani dinin kendisini, güçlendiriyor. Bu yüzden Vatikan’ın müzesinde sadece kutsal hikayelerin anlatıldığı klasik dönem resimleri değil, aynı zamanda modern dönemde ve yakın tarihlerde yapılmış çeşitli akımlara ait tüm İsa konulu resimlerin de sergilendiğini görürüz. Bunların bir kısmı dini eleştirmek için yapılmış resimler olsa bile… 

Türkiye’de din merkezli iktidara getirilen sözde yenilikçi uygulamaların ya da önergelerin neyi güçlendirdiğini söylemeye dahi gerek yok!

FİDE LALE DURAK / SOL-Özel




59. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde ödüller sahiplerini buldu

 


59. Altın Portakal Film Festivali'nde kazananlar belli oldu. En İyi Film Ödülü Özcan Alper'in "Karanlık Gece" filmine verilirken, Emin Alper imzalı "Kurak Günler" de geceden 9 ödülle ayrıldı.

BAŞKAN BÖCEK: SANATLA İYİLEŞTİK, ÇOĞALDIK

Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek, yaptığı konuşmada, geleneksel kortejle başlayan festivalin coşkusunun kentten ülkeye yayıldığını söyledi. Sanatçılarla, yurt içinden ve yurt dışından gelen yüzlerce konukla güzel bir hafta geçirdiklerinin vurgulayan Böcek, şunları kaydetti: "Sokaklarda buluştuk, salonları sinema aşkıyla doldurduk. Sanatla iyileştik, çoğaldık. Sevgiyle kucaklaştık. İyi ki varsın Altın Portakal, iyi ki varsın sinema. Yaşadığımız her gün, aldığımız kararların ne kadar doğru olduğunu gördük. Çünkü Türk sineması olmadan, sanatçılarımız olmadan Altın Portakal olamaz. O kendi değerleriyle güzeldir, kendi değerleriyle anlamlı. Onun için bir tarihtir, yaşı yarım asrı geçen bir çınardır. O özüyle bir dünya markasıdır. Ülkemizin uluslararası alandaki gurur kaynağıdır." Böcek, sanata değer katan tüm sanatçılara ve festivale sahip çıkan sinemaseverlere, festival ekibine teşekkür etti.

59'uncusu düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin kapanış ve ödül töreni gerçekleştirildi. Törende Uzun Metraj Ulusal Film Yarışması Cahide Sonku Ödülü” Çiğdem Mater’e verildi. Mater’in ödülünü Kurak Günler film ekibi aldı. FOTO: AA

ÇİĞDEM MATER CEZAEVİNDEN MESAJ GÖNDERDİ Cahide Sonku Ödülü’nü ise ‘Kurak Günler’ filminin yapımcısı Çiğdem Mater aldı. Gezi davasından tutuklu bulunan Mater Bakırköy Cezaevi’nden mesaj gönderdi. Mater mesajında şu ifadeleri kullandı: “Kurak Günler’e emeği geçen kadınlar bu ödül hepimize. Kamera önünde ve arkasında emek veren tüm kız kardeşlerim iyi ki vardınız, İyi ki varsınız. İyi ki hep birlikte filmler yapıyoruz ya da bazen yapamıyoruz. Ve sevgili Cahide Sonku çok teşekkürler. Rol ezberliyorum diyerek cumhurbaşkanına gitmeyi reddettiğin için, seni ayağına çağıran milletvekillerini ben Cahide Sonku’yum diye terslediğin için, kimseye eyvallahın olmadığı için yolun yolumuzdur.”

                        Erol Babaoğlu

EROL BABAOĞLU: ÖDÜLÜ MÜCELLA YAPICI VE TÜM GEZİ TUTSAKLARIYLA PAYLAŞIYORUM  
En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü’nü alan Erol Babaoğlu, filmin hikayesinin “iyileşmemiz kurtulmamız gereken zihniyeti” gösterdiğini ifade ederek şöyle konuştu: *O yüzden bu ödülü bu zihniyete karşı mücadele veren herkesle paylaşmak istiyorum. Erkeklik komplekslerini, güçle ve sömürüyle bastırmaya çalışanlardan ve savaş çığırtkanlarından kurtulabilmemiz, çakallar sofrasından kalkabilmemiz için ağır uykulardan uyanmamız, utanmayı, vicdanı hatırlayarak adil ve çok sesli bir dünyayı kurabilmemiz için mücadele eden, üreten, varlığını ortaya koyan herkesle bu ödülü paylaşmak istiyorum. *Özellikle kadınlarla… İran'da özgürlük çığlıklarıyla sokakları dolduran, canlarını ortaya koyan, tarih yazan kadınlarla… Son olarak kent, kültür ve ekoloji mücadelelerinde her zaman en ön saflarda yer almış, ekmek kadar temiz, su gibi aydın Mücella Yapıcı ve tüm Gezi tutsaklarıyla paylaşıyorum. Özgürlük için mücadeleye devam.

    En İyi Yönetmen Ödülünü Emin Alper aldı/AA

EMİN ALPER: UTANIYORUM En İyi Yönetmen Ödülü’nü alan Emin Alper şöyle konuştu: *Bu ödülü Şerif Gönen’den almak çok büyük bir onur. Her şeyden önce jüri üyelerine çok teşekkür ediyorum. Çiğdem’den bahsedecektim ama o kendi adına konuştu. Benim yönetmem olmamda Boğaziçi Üniversitesi’nin büyük bir katkısı vardır. Ülkesinin en güzide eğitim kurumunu ele geçirilecek bir kale olarak gören zorba bir zihniyetin saldırısı altında. Utanıyorum. *Bu ülkenin bu nadide kurumuna yapılan saldırıdan gerçekten utanıyorum. Ama Boğaziçi Üniversitesi direniyor. Kazanacak. Sadece Boğaziçi Üniversitesi değil, zorbalığa karşı direnen herkes kazanacak. *Gezi direnişçileri kazanacak. Hemen yanı başımızda diktatöre karşı direnen Ukrayna halkı kazanacak. Zalim mollalara direnen kadınlar kazanacak. Bütün bu direnişçiler tiranlara zorbalara şunları söylüyor: Kazanamayacaksınız. Tarih sizin yanınızda değil. Yıllar sonra hatıranızın önünde eğilecek kimseyi bulamayacaksınız.

Kazanan isimler ve yapımlar şöyle:

ULUSAL UZUN METRAJ FİLM YARIŞMASI

En İyi Film: Karanlık Gece (Yönetmen: Özcan Alper)

Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü: Ayna Ayna (Belmin Söylemez)

Behlül Dal En İyi İlk Film Ödülü: Kar ve Ayı (Yönetmen: Selcen Ergun)

En İyi Yönetmen: Emin Alper / Kurak Günler

Cahide Sonku Ödülü: Çiğdem Mater / Kurak Günler


En İyi Senaryo: Özcan Alper, Murat Uyurkulak / Karanlık Gece

En İyi Kadın Oyuncu: Merve Dizdar / Kar ve Ayı

En İyi Erkek Oyuncu: Selahattin Paşalı / Kurak Günler ve Cem Yiğit Üzümoğlu / LCV (Lütfen Cevap Veriniz)

En İyi Görüntü Yönetmeni: Christos Karamanis / Kurak Günler

En İyi Kurgu: Özcan Vardar, Eytan İpeker / Kurak Günler

En İyi Sanat Yönetmeni: Meral Efe Yurtseven, Yunus Emre Yurtseven / İguana Tokyo

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Laçin Ceylan / Ayna Ayna 

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Erol Babaoğlu / Kurak Günler

En İyi Müzik: Kurak Günler / Stefan Will

SİYAD En İyi Film Ödülü: Kurak Günler (Yönetmen: Emin Alper)

Film-Yön En İyi Yönetmen Ödülü: Emin Alper / Kurak Günler

ULUSLARARASI UZUN METRAJ FİLM YARIŞMASI

En İyi Film: Ziyaretçi (Yönetmen: Martín Boulocq)

Jüri Özel Ödülü: Valeria Evleniyor (Yönetmen: Michal Vinik)

En İyi Yönetmen: Damian Kocur / Ekmek ve Tuz

En İyi Kadın Oyuncu: Marina Foïs / Canavarlar

 En İyi Erkek Oyuncu: Pejman Jamshidi / Mahkeme 

 ULUSAL BELGESEL FİLM YARIŞMASI

En İyi Belgesel Film: Kim Mihri (Yönetmen: Berna Gençalp)

 Belgesel Film Jüri Özel Ödülü: Düet (Yönetmen: Ekin İlkbağ & idil Akkuş)

 ULUSAL KISA METRAJ FİLM YARIŞMASI

En İyi Kısa Film:  Ben Tek Siz Hepiniz (Yönetmen: Barış Kefeli & Nükhet Taneri)

Kısa Film Jüri Özel Ödülü: Cehennem Boş, Tüm Şeytanlar Burada (Yönetmen: Özgürcan Uzunyaşa)

Osmanlı'dan AKP'ye: Liberalizmin sürekliliği - Fatih Yaşlı / Dayanışma Forumu-SOL

 


Bu yazı Dayanışma Forumu'nun Eylül 2022 sayısında yayınlanmıştır.

“Şeytanın en büyük hilesi bizi var olmadığına inandırmasıdır” diye bir laf vardır. Bunu Türkiyeli liberallere uyarlayarak şöyle diyebiliriz: “Liberallerin en büyük hilesi, bizi liberalizmin Türkiye’de köksüz ve zayıf bir ideoloji olduğuna inandırmalarıdır.” 

Kuşkusuz Türkiye’de saf/pür haliyle bir siyasal ideoloji ve akım olarak liberalizmin kitlesel bir tabanı, etkili düşünürleri ya da güçlü siyasi partileri olduğundan söz etmek mümkün değildir. Ancak bu “liberalizmin köksüzlüğü ve zayıflığı” iddiasını kanıtlamak için yeterli değildir; liberalizm bir perspektif, bir tavır, bir metodoloji, bir yaklaşım biçimi” vs. gibi çeşitli kılıklarda Türkiye’deki bütün siyasal ideolojilerin/akımların içerisinde kendisini gösterebilmekte ve var edebilmektedir. 

Osmanlı-Türkiye modernleşme/kapitalistleşme sürecinin her kritik uğrağında liberalizm etkili bir akım olmuş ve bu etkiyle orantılı bir şekilde siyasete yön verebilmiştir. Dolayısıyla Osmanlı’dan günümüze Türkiye’nin siyasal hayatına bakarken, liberalizmin gücü ve etkisinin asla küçümsenmemesi ve yerli yerine oturtulması gerekmektedir.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e 

Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecinin daha henüz başlarında, II. Mahmut döneminde, devleti modernleştirme çabalarına iktisadi liberalizmin eşlik ettiğini, bu dönemde İngiltere ile bir serbest ticaret anlaşması olan Baltalimanı Ticaret Anlaşması’nın (1838) imzalandığını, dönemin en etkili reformcu isimlerinin, örneğin Mustafa Reşit Paşa, Fuat Paşa ve Ali Paşa’ların mülkiyet hakkından ve serbest piyasa ekonomisinden söz ettiklerini görürüz. Tanzimat Fermanı’nın kendisi de diğer hükümleriyle birlikte ama en çok da özel mülkiyeti devlet karşısında güvence altına almaya çalışan bir girişim olması itibariyle liberal bir karakter taşımaktadır. 

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki modern ilk muhalif hareket olan Genç Osmanlılar’ın/Jön Türkler’in temel talepleri çok net bir şekilde liberal bir içerik taşır. Jön Türkler, dönemin anayasacılık hareketlerine uygun bir şekilde padişahın yetkilerini kısıtlamayı ve bunun için de bir meşruti monarşi tesis etmeyi hedeflemişlerdir. Bir anayasa hazırlanması ve bir parlamento açılması Jön Türkler’in siyasi fikirlerinin temelinde yer alır ve bunu Mithat Paşa’nın öncülüğünde 1876’da başarmışlardır. Ancak çok kısa süre sonra, 1878’de, II. Abdülhamid Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek anayasayı askıya alacak ve parlamentoyu da tatile gönderecektir.

İkinci kuşak Jön Türkler’in, yani İttihat ve Terakki’yi oluşturacak kadroların otuz yıl boyunca verecekleri mücadelenin temelinde Abdülhamid istibdadına karşı anayasanın yeniden ilan edilmesi ve parlamentonun yeniden açılması vardır. Bu mücadele 1908’de başarıya ulaşmış, meşrutiyet bir kez daha ilan edilmiştir. Ancak II. Meşrutiyet kavramı 1908’i anlamak için yeterli değildir. 1908, Türkiye’nin burjuva devriminin ilk aşamasıdır, ikinci aşama ise 1923 olacaktır. Bir süreç olarak burjuva devrimleri, feodal üretim ilişkilerinin ve ondan kaynaklı tahakküm ilişkilerinin yerini kapitalizmin almasını, aristokrasinin egemen sınıf olma karakterini yitirip yerini burjuvaziye bırakmasını, kişiselleşmiş yönetimden hukuk ve modern bürokrasiye geçişi ve anayasalı bir yönetimi anlatır. Sürece damgasını vuran ideoloji de burjuvazinin dünya görüşü olarak elbette ki liberalizmdir. 

Günümüzde yapılan tartışmalarda, İttihat ve Terakki basitçe devletçilik, merkeziyetçilik ve milliyetçilikle özdeşleştirilmekte, İttihatçıların tarihsel ve özsel olarak anti-liberal bir pozisyonda yer aldıkları iddia edilmektedir. Oysa bu doğru değildir; İttihat ve Terakki’nin hiçbir zaman tek bir ideolojik pozisyonu olmadığı gibi, İttihatçılar da farklı siyasal ideolojilerin taşıyıcılığını üstlenmişlerdir.

1902’deki Osmanlı Hürriyetperveran Kongresi, yani Osmanlı Liberalleri Kongresi, İttihatçıların ilk kongresidir ve bu kongreden bir ayrışma çıkacaktır. Bir tarafta Osmanlı liberalizminin ve âdem-i merkeziyetçiliğinin kurucu ismi Prens Sabahattin ve onun taraftarları, diğer tarafta ise Japonya benzeri daha kapalı bir ekonomi modelini savunan Ahmet Rıza taraftarları vardır. Kongrenin sonunda bir bölünme yaşanacak ve Prens Sabahattin kendi örgütünü kurmak için ayrılırken, İttihat ve Terakki Ahmet Rıza çizgisinde yoluna devam edecektir.

Ancak bu, İttihatçıların liberal olmayan, merkezinde devletin bulunduğu, kalkınmacı ve sanayileşmeci kapalı bir ekonomi modelini benimsedikleri anlamına gelmez. Daha uzun yıllar liberalizmin ilkeleri ve serbest ticaret adeta bir amentü gibi kabul edilecektir. Öyle ki İttihat ve Terakki’nin iktisadi fikirlerinin belirleyicisi en ünlü Osmanlı liberallerinden Cavit Bey olacak ve Cavit Bey, çeşitli defalar maliye bakanlığı görevini üstlenerek Osmanlı ekonomisini yönetecektir.

İttihat ve Terakki içerisinde anti-liberal bir tutumun ortaya çıkışı için ise ancak 1. Dünya Savaşı’nı beklemek gerekecektir. Bir yandan savaş koşullarıyla, bir yandan Parvus Efendi’nin Marksist perspektifli yazılarıyla ama özellikle Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi milliyetçi isimlerin Almanya’daki milli iktisat modelini örnek almalarıyla birlikte ulusal burjuvazi/ulusal pazar yaratma fikri ortaya çıkacak ve Osmanlı’nın kapalı bir ekonomi modeliyle kalkınabileceği yönündeki görüş giderek güçlenecektir. Hatta savaş fırsat bilinerek kapitülasyonlar yüzyıllar sonra nihayet kaldırılacaktır. Ama her şey için çok geçtir artık; çünkü Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmıştır ve hızlı bir şekilde işgal edilecektir.

Cumhuriyet’in ilanından 12 Eylül’e 

Milli Mücadele’nin söylemi kaçınılmaz olarak anti-emperyalizm üzerine kurulmuştu. Sovyetler Birliği’nin desteği ve İngiltere’ye karşı mücadele zaman zaman anti-kapitalist bir retoriği de devreye sokuyordu ama Mustafa Kemal de dâhil olmak üzere Milli Mücadele’yi yöneten kadrolar birer burjuva devrimcisi olarak yüzlerini Batıya dönmüş durumdaydılar. Bağımsız bir ulus-devlet kurmak istemekle birlikte sosyalizme dair bir perspektifleri yoktu ve bunu da açıkça deklare ettiler. Henüz Cumhuriyet ilan edilmemişken toplanan İzmir İktisat Kongresi rotanın kapitalizm olduğunu ve liberal ekonominin temel ilkelerine de herhangi bir itirazın söz konusu olmadığını gösteriyordu.

Zaten 1929 krizine kadar yeni Cumhuriyet büyük ölçüde liberal bir ekonomi anlayışıyla yönetildi. Devletin ekonomiye müdahalesi son derece azdı, korumacı politikalara başvurulmuyordu, serbest ticaret ilkeleri geçerliydi, planlı bir kalkınma modelinden söz etmek mümkün değildi. Bunların hepsi ancak dünya kapitalizmi büyük bir krize girdiğinde ve geride kalan yıllarda sadece özel sektör aracılığıyla sermaye birikimini sağlamanın mümkün olmadığı görülünce söz konusu oldu. Şimdi devlet kolektif bir kapitalist gibi davranacak ve devletçilik aracılığıyla sermaye birikiminin ana aktörü olacak, böylece ulusal bir kapitalizmi ve ulusal sermayeyi yaratacaktı. 

Bu dönem devletçilik olarak adlandırılan ve ilk sanayi planının da yapıldığı bir dönemdir ama bu dönemi de homojen bir bütün olarak ele almamız mümkün değildir. Örneğin İsmet İnönü’nün temsil ettiği daha devletçi kanatla Celal Bayar’ın temsil ettiği liberal kanat arasında dönem boyunca güç mücadeleleri devam etmiş, Bayarcılar hem devletçiliği sınırlandırmaya çalışmış hem de devletçi politikaların asıl kazananının sermaye olması için çok sayıda düzenleme yapmışlardır. 1946’ya gelinip Soğuk Savaş başladığında ve emperyalizmle antikomünizm üzerinden yeni bir entegrasyon gündeme geldiğinde ise devletçilikten vazgeçilecek ve dümen bir kez daha liberalizme kırılacaktır.

Sanayileşmeyi ve kalkınmayı hedefleyen, bunun için de devletin ekonomiye müdahalesini ve planlamayı öngören bir anlayıştan, ABD’nin uluslararası işbölümü içerisinde Türkiye gibi ülkeler için belirlediği hammadde ihracatçısı ülke modeline geçişin miladı 1946’dır. ABD emperyalizminin dümen suyuna girişle birlikte görece bağımsızlıkçı ekonomi anlayışı terk edilecek ve bunun yerini serbest ticarete, borçlanmaya, hammadde ihracı ve mamul ürün ithalatına dayalı liberal bir ekonomi modeli alacaktır. 1946’da başlayan bu süreç Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara gelmesiyle derinleşecek, her ne kadar 50’lerin ikinci yarısından itibaren kriz nedeniyle liberalizmi sınırlayacak adımlar atılsa da devletçi/kalkınmacı/sanayileşmeci modele 27 Mayıs’a kadar dönüş söz konusu olmayacaktır. 

Geçerken not edelim, Türkiye’de liberalizmin sadece ekonomik değil siyasal olarak güçlü bir damarı olduğuna dair örneklerden biri dönemin sol aydınlarının önemlice bir bölümünün çok partili hayata geçiş sürecinde Demokrat Parti’ye yanaşması ve “aşamalı” perspektife uygun bir şekilde, demokratikleşme adına DP’yle tek parti iktidarına karşı bir ittifak yapmalarıdır. Tek parti iktidarının sola karşı izlediği politikalar açıktır elbette ama müttefik olarak görülen DP’nin iktidar olur olmaz Türkiye tarihinin en antikomünist politikalarına başvurması da ders çıkarılması gereken bir hadise olarak karşımızda durmaktadır. 

Kalkınmacılığın, ulusal kurtuluş savaşlarının, üçüncü dünyacılığın, sömürgelerin bağımsızlığa kavuşmasının, büyük öğrenci ve işçi hareketlerinin damgasını vurduğu ve “ağaçların bile sola doğru eğildiği” 60’larda Türkiye’de liberalizmin en zayıf dönemini yaşadığı düşünülebilir. Bu bir yanıyla doğrudur ama öte yandan özellikle düşünce dünyamızda bunun böyle olmadığını görebiliriz. Türkiye’yi emek-sermaye değil ceberut devlet-toplum dikotomisi üzerinden okuyan “özgücü” görüşler bu dönemde şekillenmiştir. İdris Küçükömer’in “düzenin yabancılaşması” ve Kemal Tahir’in “kerim devlet” tezlerinde ifadesini bulan “sınıfsızlık” okumaları bu döneme aittir. Asya Tipi Üretim Tarzı ya da merkez-çevre tartışmaları da yine bu dönemde karşımıza çıkar ve hepsinin ortak özelliği Osmanlı-Türkiye modernleşmesinin bir “yokluklar tarihi” olarak okunmasıdır. Buna göre bizde burjuvazi, işçi sınıfı, sivil toplum vs. yoktur ve tarihin itici gücü de sınıflar mücadelesi değil, ceberut devlete karşı verilen mücadeledir. Bunun 70’lerdeki yansıması Ecevit’in ve İsmail Cem’in formüle ettiği yeni “halkçılık” olacaktır. Her ikisi de Osmanlı’dan Türkiye’ye uzanan sınıflar ve tarih üstü bir devlet geleneği saptamasından yola çıkarlar ve esas mücadelenin halkla bu gelenek arasında olduğunu iddia ederler. Bu, sol popülizmin Türkiye’deki serüvenine de etki eden bir bakış açısı ve politik pozisyon olup başka bir yazıda uzun uzadıya ele alınmalıdır.  

12 Eylül’den AKP’ye

Liberalizmin Türkiye’deki serüveni açısından kırılma noktası ise elbette ki 12 Eylül darbesidir. Bu dönemde, bir yandan Türkiye sermaye sınıfı ekonomiyi asker postalıyla neoliberalizme açarken, öte yandan son derece ironik bir şekilde, asker postalına karşı çareyi burjuva demokrasisinde gören yeni bir liberal dalga, taşıyıcılarının çoğu soldan gelen isimler olacak şekilde yükselmeye başladı. Bu dalga, emek-sermaye çelişkisini bir kenara atıp merkez-çevre, ceberut devlet-toplum, elitler-halk gibi ikilikleri ön plana çıkarıyor, sınıflar üstü bir demokrasiyi ve sivil toplumu fetişleştiriyordu. Bu dalganın yükselişine bir de reel sosyalizmin çözülüşü denk gelince, Türkiye’de de “tarihin sonu” ilan edildi, medya, akademi, düşünce dünyası, liberalizmin etkisi altında, kapitalizme kolektif bir şekilde ibadet etmeye başladı. Özal’dan Çiller’e, TÜSİAD’dan Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi’ne yepyeni kahramanlar, yepyeni “demokrasi savaşçıları” sahneye çıktı, bunlardan kahramanlar yaratıldı, beklentilere girildi.   

Kaotik 90’ların ardından düzenin hegemonya krizinden çıkış arayışının bir sonucu olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ortaya çıkışı ve 3 Kasım 2002 seçimlerini kazanmasının liberalizm açısından 12 Eylül’den sonraki en büyük kırılma olduğu söylenebilir. AKP’nin ortaya çıktığı konjonktürde liberalizm Galip Yalman’ın deyişiyle “muhalif ama hegemonik” bir karakter taşımaktadır. Çünkü düzenin yaşadığı krizin karşısında muhalif bir tutum takınıp çözüm önerileri geliştirmekte ve bu liberal önerileri biricik gerçeklik gibi kabul ettirmeyi başarmaktadır. Örneğin devletin küçültülmesi, özelleştirme, siyasetle ekonominin ayrıştırılması, bağımsız merkez bankası, özerk üst kurullar, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizden çıkış reçetesinin temel başlıkları olarak sunulmakta, üstelik bunlar yapıldığında beraberinde demokrasinin de geleceği öne sürülmektedir. 

AKP iktidarı bu “muhalif ama hegemonik” söylemin taşıyıcılığını üstlenmiş ve neoliberal ajandayı hakkını verecek şekilde uygulamıştır. Özelleştirme, taşeron ve güvencesiz çalışma, emek hareketinin dağıtılması gibi başlıklarda Türkiye sermaye sınıfının neoliberal ihtiyaçlarına yanıt verilirken, bir yandan da “demokratikleşme, vesayetle hesaplaşma, Avrupa Birliğİ’ne tam üyelik” vs. gibi başlıklar üzerinden bir demokrasi retoriği devreye sokulmuş, ekonomik ve siyasi liberalizm eş zamanlı olarak yürütülmüştür. 

Buradan yola çıkarak AKP’nin rejim inşasının temel stratejisinin bu olduğu söylenebilir. Liberal program, dışarıda ABD ve AB emperyalizminin içeride ise Türkiye burjuvazisinin desteğini getirmiştir. Ucuz ve bol dövizle birlikte kurun, faizin ve enflasyonun belirli bir seviyede tutulması krizden çıkmış Türkiye toplumunun AKP’ye desteğini beraberinde getirince, AKP kendi rejimini daha kolay inşa edebilmiştir. Liberalizm üzerine kurulu bu stratejiye Türkiye liberalleri büyük bir iştahla destek vermiş, AKP’nin iktidara gelişi “muhafazakâr demokrat inkılap” diye selamlanmış, “ceberut devletin sonu” ve “otantik devrimi” analizleri havalarda uçuşmuştur. 

2007’deki ikinci seçim zaferinin ardından AKP’nin kendi rejimini inşa etmeye başlaması ve buna hem devlet aygıtından hem de toplumun çeşitli kesimlerinden yükselen itirazlar ciddi bir siyasal çatışmayı beraberinde getirmiş, AKP bu çatışmadan Cemaat kadrolarının başrolde olduğu kumpas davaları aracılığıyla galip çıkmıştır. Özellikle ordu içerisindeki geniş tasfiyeler ve kamuoyunda tanınan, bilinen AKP muhalifi isimlerin tutuklanması, hegemonyanın bir yandan zor bir yandan rıza ayağını oluşturmuştur. Bu davalarla bir yandan muhalif toplum kesimlerine sopa gösterilmiş ama bir yandan da davaların üzerine kurulduğu “demokratikleşme” retoriği üzerinden farklı kesimlerin desteği alınmıştır. Liberal entelektüeller de bu davaların savcıları gibi hareket etmiş, Ergenekon, Balyoz, KCK, Oda TV, Devrimci Karargâh gibi davaların rejim inşası için kullanılan aparatlar olduğu görmezden gelinmiştir. Bu ise perspektifle, bakış açısıyla ilgilidir. Türkiye’deki temel çelişki emek-sermaye ikiliği üzerinden değil devlet-toplum ikiliği üzerinden okununca, ne AKP’nin neoliberalizmin ve dinselleşme adına attığı adımlar ne de kendi otoriterliğini inşa edişi görülebilmiş, upuzun bir körlük dönemi yaşanmıştır. 

“Yetmez ama evet” bu tutumun somutlaştığı en önemli hadise olarak görülebilir. Güya 12 Eylül’le hesaplaşma adına yapılan 12 Eylül 2010 referandumu, aslında otoriterliği, dinciliği ve piyasacılığı tahkim etmesi bakımından 12 Eylül’ün mantıksal sonuçlarına doğru götürülmesiyken, liberal entelijansiya “vesayetten kurtuluş” adı altında AKP’nin ve Gülen Cemaati’nin arkasında hizalanmış ve “evet” kampanyasının taşıyıcılığını üstlenmiştir. Liberalizm söz konusu olduğunda elbette ki Gülen Cemaati’ne de bir parantez açmak gerekir. Cemaat gerek liberal söylemi gerekse liberal entelektüelleri kapsama ve örgütleme (Abant Platformu) açısından Türkiye liberalizminin tarihinde ciddi bir rol oynamış, liberal fikirlerin popülerleşmesine Gülencilerin sahip olduğu medya aygıtı ve Cemaat kadroları büyük katkı yapmıştır. AKP-Cemaat ayrışması sonrasında ve 15 Temmuz darbe girişimine rağmen, liberal kalem erbabının bir bölümü Cemaat yörüngesinde dolanmayı sürdürmektedir.

Netice itibariyle, Türkiye liberalizmi altın çağını AKP’nin ilk on yılında yaşamış, AKP’nin rejim inşasının ideolojik hegemonyasının tesisinde büyük rol oynamıştır. İşin ilginç yani liberal entelijansiyadan hiç kimse bu inşa sürecinde oynadığı role dair bir özeleştiride bulunma ihtiyacı hissetmemekte ve AKP muhalifi muteber aydın rolünü oynamaya, AKP-sonrası Türkiye’ye yatırım yapmaya devam etmektedir. 

AKP’den sonra? 

Ekonomik krizin hızla derinleştiği ve halkın hızla yoksullaştığı bir konjonktürde gidilen 2023 seçimlerine doğru, AKP-sonrası Türkiye daha fazla tahayyül edilir ve konuşulur hale gelmiştir. AKP’nin seçimleri kaybedeceği ve iktidarı devredeceği yönünde kamuoyunda güçlü bir kanaat şekillenmektedir. Bunun gerçekten böyle olup olmayacağını henüz bilemeyiz ama ironik olan şey AKP-sonrası Türkiye’nin de tıpkı AKP’nin iktidara gelişinin hemen öncesindeki gibi liberal paradigma üzerinden tahayyül ediliyor oluşudur. Yani nasıl ki AKP iktidara “muhalif ama hegemonik” bir söylemin taşıyıcılığında gelmişse, şimdi de gidişinin ve yerine gelecek olanın söylemi bunun üzerine kurulmaktadır. Buna göre Türkiye’nin içinde bulunduğu durumdan çıkışı için “kurallı” serbest piyasa ekonomisine dönülmeli, ekonomi “bilimsel” bir şekilde yönetilmeli, liyakat esas alınmalı, Merkez Bankası bağımsız ve üst kurullar özerk olmalı, parlamenter sistem ve kuvvetler ayrılığı yeniden tesis edilmelidir. Dolayısıyla AKP’yi iktidara getiren ve onu yıllarca omuzlarında taşıyan liberalizm bu sefer de onun gidişini hazırlamakta ve böylece AKP-sonrası dönemin de hegemonik ideolojisi olma iddiasını devam ettirmektedir. 

Sınıflar mücadelesi aynı zamanda sınıfların fikir, ideoloji ve söylemlerinin de mücadelesidir. Bu nedenle Marksistler burjuvazinin ideolojisi olan liberalizmle de mücadele ederler. Bu mücadelenin çıkış noktalarından biri, yazının başında söylediğimiz “hile”yi, yani liberalizmin köksüz ve zayıf bir ideoloji olmayıp Türkiye siyasetine damga vuran bir ideoloji olduğunu görmekten geçmektedir. Sınıf düşmanımız güçlüdür ve onunla bu gücün hakkını verecek şekilde, ciddiyetle mücadele edilmesi gerekmektedir. Bu aynı zamanda, güncel bir mücadele başlığı olarak, AKP-sonrası Türkiye’ye dair de bir mücadele demektir. 

Fatih Yaşlı / Dayanışma Forumu-SOL

Zavallı Halk Partisi - Aydemir Güler / SOL

'2022’de tasfiyeciler CHP’yi bitirmekle kalacak gibi görünüyor. Laiklik ise sahipsiz kalmayacak. Bu kez önüne de geçilemeyecek…'


1950 genel seçimleri 14 Mayıs 1950’de yapıldı. Yaprak dergisinin 26. sayısı bundan bir gün sonraki tarihle çıkmış; TÜSTAV’ın sitesindeki süreli yayınlar arşivinde bulunabiliyor. Şu muazzam kısa yorumun yer aldığı sayfayı Orhan Veli Kanık hazırlamış: 

“Seçimler bitti.

Demokrat Parti, Halk Partisi’ni korkunç bir bozguna uğrattı. Oysaki Halk Partisi, halkın kazanacağını umarak, fikirleriyle prensiplerinden son zamanlarda ne fedakârlıklar etmişti. Bütün yayınlarına göz yumulan din dergileri, okullara konan din dersleri, yeniden açılan ilahiyat fakülteleri, imam hatip kursları, türbeler, şahsi sermayeye sağlanan imtiyazlar, her türlü irticaa tanınan haklar… Hiçbiri kâr etmedi.

Zavallı Halk Partisi.”

Türkiye Komünist Partisi 1940’ların başlarından 1951 Tevkifatı'na kadarki zaman diliminde bugünden bakıldığında şaşırtıcı ölçüde yaygınlaştığı anlaşılan bir aydın örgütlenmesi gerçekleştirmiştir. Yukarıdaki ironik satırlar bu atmosferin yansıtıcısıdır. 

Demek ki CHP’nin laikliğin muhafızı olmasına son verenin Kemal Kılıçdaroğlu olduğunu düşünmek temelsizdir. Fedakârlık veya ihanet edilen fikir ve prensipler, fedakâr veya hainin düşüncesi ve ilkesi olmayı sürdürebilir mi? Olur mu öyle şey demeyin hemen; CHP örneğinde sürdürmüştür ve bunun hayli sağlam nedenleri vardır. 

Mustafa Kemal’in liderliğindeki CHP ülkemizde bir burjuva devrime imza atmıştır ve tarihimizin en önemli ileri sıçraması olduğundan kuşku duyulmaması gereken bu devrimin en ileri gittiği cephe de laikliktir. Türkiye’de başka birkaç ülkede olduğu gibi yoksul yurttaşların kendilerini sömürü ve çaresizliğe mahkûm kılan dinsel kurumları topa tuttuklarına rastlanmamış, gerici ideolojinin temsilcileri halk tarafından kovalanmamıştır. Devrimci dönüşümler sırasında önlerine özgür yurttaş olma ufku açılan dünün köleleri bu umuda sarılırlar ve gereğini yaparlar. Ancak devrim sözcüğü ile onun burjuva sıfatı arasında bir gerilim yaşanması kaçınılmazdır. Ağırlık koyan mülk sahibi sınıflar halkın önüne geleni süpürüp özgürlük hayaline yürüme ihtimalinden bile dehşete kapılırlar. CHP devrimin imzacısı olduğu kadar bu sınıfsal endişenin de temsilcisidir. CHP’nin egemen sınıfı, laikliğin hainidir. CHP’nin yurttaş tabanı laikliğin nefes alıp verdiği büyük kütledir. Bu çelişkili yapı nedeniyle laikliğin savunusu ve laikliğe ihanet CHP’de birlikte var olur. TKP’nin biçimlendirdiği Türkiye ilericiliği çok zaman önce bu gerçeği kavramıştı. Orhan Veli’nin muazzam alayı bu kavrayışın kanıtıdır.

Türkiye doğruyu görmek için solun aklına mecbur. Bizim Gazete’nin manşetinde söylendiği gibi “Sağa teslim olarak solcu olunmaz.” Ancak sadece CHP’nin değil aynı zamanda HDP’nin de solcu olarak algılanması sürüp gitmektedir. Yeri gelmişken eklemeliyim; HDP de Türkiye’de Kürtler'in özgürlük ve eşitlik taleplerinin taşıyıcısı olarak bir yer tutmaktadır ve CHP’ninkine benzer bir ikilik burada da söz konusudur. Kürt halkımızın da egemenleri vardır ve yoksul emekçi Kürt yurttaşların diğer sınıf kardeşleriyle ortak fikir ve prensiplerin peşine düşmelerinden korkmaktadırlar. 

Bu durumda düzen solunun sol sayılmasına itiraz etmek yetmez. Söz konusu olan entelektüel bir analiz tartışması değildir çünkü. Düzen solunun tabanındaki “sol eğilim” gerçektir ve tarihsel kaynaklardan sürekli yeniden üremektedir. CHP’den laikliği tasfiye etmeye kalkışan ilk kişi de Kılıçdaroğlu değildir. Kılıçdaroğlu bu işi tamamlamak iddiasındadır. 

HDP cephesinde ise “Başörtüsü takmak isteyen kadınlar hiçbir engelleme ile karşı karşıya kalmamalıdır” diyen ilk kişi Meral Danış Beştaş olmamıştır! CHP Genel Başkanı'nın laikliğe son ihanetinde HDP’nin kadın mücadelesinin olumlu etkisini keşfeden Beştaş’ı, HDP’ye soldan gitmiş olan Saruhan Oluç yalnız bırakmayarak konuya yeni bir vizyon getirdi: “Dün başörtüsü için mücadele eden kadınların yanındaydık, bugün de başörtüsü takmasına rağmen coplanan kadınların yanındayız.” Böyle bir demecin gelişigüzel laf değil düşünülmüş mesaj olduğunu varsayacaksak, Oluç’un yakın zamanlarda copa maruz kalan Furkancılar'a el uzattığını düşünmek durumundayız. Daha da yakın zamanda eşitlikten, emekten dem vuran bir seçim pazarlığını bağlayanların kılı kıpırdayacak mıdır? Onu bilmiyoruz, ama Orhan Veli yaşasaydı, bir de “Zavallı HDP” diye değini yazardı, ondan emin olabiliriz.

CHP ve HDP, sermaye adına tarihsel bir soygun yürütmekte olan AKP’ye bir kez daha mağduru oynama, Anayasa gündemi açma, yani yapıcı görünme olanağı sundular. İşin bu kısmı yeterince işlendi. Peki, Kılıçdaroğlu’nun yaptığı açıklamanın içine gömdüğü “oy kaybetmek pahasına” ifadesi ne demektir? Oluç’un sözlerinde mesaj ararken Kemal Bey'e “laf işte” diye yaklaşmak büyük saygısızlık ve haksızlık olacaktır. 

Türbancılık yapan CHP olsa olsa soldan oy kaybedebilir. CHP kendisini diğer sol değerlerin yanında en başta laiklikle tanımlayagelen tabanının bir bölümünü güverteden atmayı kabul etmektedir. Kılıçdaroğlu liderliği yukarıda işaret ettiğim gerilime son vermek arzusundadır. Ancak bu, tanımı, tarihsel varoluşu nedeniyle ikili karakter taşıyan CHP’nin tasfiyesinden başka anlama gelmez. Tarihsel çelişkilerin partisi CHP, sermayeye yük gelmektedir. 

CHP’de geçen hafta laikliğe darbe yapıldı. İlk olmadığını biliyoruz. 1940’lardan beri çok yaşanmış... Bir önceki yazımı okuyanların hatırlayacağı gibi birkaç gün önce Hatay’da olduğum için, aklıma ilk gelen örnek de bu ilimizden oluyor. 2014’te Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na aday gösterilen Lütfü Savaş bundan önce Antakya’nın AKP’li belediye başkanıydı. Üstüne üstlük MHP kökenliydi. Seçim sırasında bölgeyi Gezi Direnişi'nin sıcaklığı ısıtmaya devam ediyordu. İstanbul’un Taksim’i varsa, Hatay’ın da şimdi bizim bir semt evimizin süslediği Armutlu’su vardı. Savaş kışkırtıcılığına karşı ve laiklik uğruna bedeller canla ödendi. Eylül ayında Lütfü Bey Hatay’daki Gezi eylemlerinin birkaç marjinal grup tarafından yapıldığını bir röportajında dile getirmişti!

Orada CHP’de, hayallerinin peşine düşen taban dinamikleri ortalamadan daha güçlüdür ve bu anlamda Hataylı CHP’liler “daha solcu”dur. Gezi’nin düşmanı Lütfü Savaş eskiden üniversitede öğretim üyesiyken meslektaşlarını fişlediği için kovuşturmaya uğramış. “Komploya uğradım, demiş o sıra, fişleri mahkeme dosyamın içine attılar. Bunu yapan, üniversitede bir önceki dönemden nemalanan bazı CHP’lilerdi.” Buraya kadarına ve daha fazlasına Oda TV arşivinden ulaşılabiliyor. Fazlası var, eksiği yok!

CHP’nin ortalamadan daha solcu olan unsurları 2014 Kılıçdaroğlu-Savaş darbesine ses etmeyince, 2019’da aday listelerinin altına Lütfü Bey'in imza atmasını da sineye çekmek zorunda kalmışlar. Zavallı CHP…

1950’lerde CHP’nin sırtından atmak istediği değerlere, başta laikliğe sol sahip çıktı. 1951 Tevkifatı'nın bir anlamda bu sahip çıkışın önüne geçmek için yapıldığını söyleyebiliriz. 2022’de tasfiyeciler CHP’yi bitirmekle kalacak gibi görünüyor. Laiklik ise sahipsiz kalmayacak. Bu kez önüne de geçilemeyecek…

Aydemir Güler / SOL


Kılıçdaroğlu projesinin alamet-i farikaları - Orhan Gökdemir / SOL

 

'Bütün bu tuhaf, ipten kazıktan kurtulmuş karakterler yıllar sonra cumhuriyetin kurucu partisi CHP’yi yönlendirmenin bir yolunu buldu. Baş sorumlusu Kemal Kılıçdaroğlu’dur.'

Hekimdi aslında. Ama nedense reklamcılığa merak saldı. Bu işe girmek için MHP en iyi kapıydı. Ülkücü harekette “Cemal amca” olarak tanınan ve Muhsin Yazıcıoğlu'nun kankası olan Cemal Bölücek'in oğluydu nihayetinde. Ağabeyi Hasan Bölücek de tanınmış bir ülkücü militandı. Küçük partilerde “reklamcılık” stajını yaptıktan sonra MHP’nin kapısını çaldı. Referansları yeterliydi, Devlet Bahçeli’ye danışman oldu, MHP’nin seçim kampanyasını da o yürütecekti. Yıl 1999’du. Onun yürüttüğü kampanyanın ardından MHP oylarını yükseltti. Artık “yaratıcı yönetmen” olmuştu.  

Genetik ülkücü Rasim Bölücek, 2011’de, demek ki Kılıçdaroğlu’nun parti genel başkanı koltuğuna oturmasının hemen ardından CHP’ye davet edildi. Artık danışmanlık hizmetini Kemal Kılıçdaroğlu’na verecekti. Kolları sıvadı, değişik sağ partilerde görev almış kişilerden profesyonel bir ekip oluşturdu. Hoş zaten CHP’de herhangi bir tanıdığı yoktu. Sağdan gelmişti, sadece sağcıları tanıyordu. Transferin amacı da “sağ seçmenle CHP arasında ortak bir dil oluşturarak, bu kesimdeki seçmen sayısını artırmak” olarak açıklanmamış mıydı? İş, solcunun bileceği iş değildi yani. 

Danışmanın yol göstermesiyle önemli adımlar attı çiçeği burnunda CHP başkanı. Bunlardan biri ülkücü Mansur Yavaş’ın Ankara Belediye Başkanlığı’na aday gösterilmesiydi. Yavaş o seçimde, ülkücü-tilkici-dinci Melih Gökçek’e yenildi. Yenilginin ardından CHP’den istifa edip ülkücü hareketin şefkatli kollarına geri döndü.  

Danışmanımız 2015 Ağustosu'ndaki AKP-CHP koalisyon görüşmelerine de Kılıçdaroğlu’nu temsilen katıldı. Bu da CHP tarihindeki ilklerden biriydi. Bundan daha büyüğü yine bir MHP’li olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nu cumhurbaşkanı adayı yaptırmaktı. MHP zaten dünden razıydı. Kılıçdaroğlu ise ülkücü danışmanı ne diyorsa tereddütsüz yerine getiriyordu. Şu meşhur “Ekmek için Ekmeleddin” saçmalığını da ülkücü danışman bulmuştu. Güya Ekmeleddin seçilirse ekmeği “bölücek”ti. Fakat sol-laik seçmen ayağını sürüyerek gitti sandığa, Tayyip Erdoğan açık ara kazandı haliyle. Ekmek başka zaman bölünecekti. Ekmeleddin İhsanoğlu seçimi kaybedince de peşini bırakmadı Kılıçdaroğlu, CHP’den milletvekili adayı yapmak istedi. Ancak Ekmeleddin ekmeğini MHP’nin kapısında aramayı tercih etti. Rasim Bölücek ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun tarihi başarısıdır.  

Kemal Kılıçdaroğlu o gün bugündür bir yolunu bulup sağ seçmeni tavlamaya çalışıyor. Başarılı olamadığı kesin ama vazgeçmediği de bir o kadar kesin. Sağcı, dinci, Fethullahçı danışmanlar ordusu harıl harıl çalışıyor bunun için. 

                                                                   ***

Biz ekmeği bölüşmeyi sürekli ertelesek de bölüşenler var bu vesileyle. Rasim Bölücek CHP’den danışman maaşı alıyordu almasına ama o maaş verdiği akılları karşılayamazdı. Mansur Yavaş ikinci kez aday olup kazanınca yeni bir kapı da açılmış oldu. Yavaş’ı CHP’den aday yapan Bölücek’ti, çok yakınlardı. Kılıçdaroğlu’nun talimatı üzerine, bizim “yaratıcı yönetmen”i Ankara Belediyesi’nin en akçalı işlerinin döndüğü Metropol İmar A, Ş.’nin yönetim kuruluna üye atadılar. Yalnız bir sorun vardı, Ankara’da olması gereken elemanın adresi Manhattan, New York olarak görünüyordu. Yandaş basın basınca, oralara kulis için değil tedavi için gittiği açıklandı. Hastaydı. 

Buruda bir paranteze ihtiyaç var: Hikâyeye palas pandıras giriş yapan Metropol İmar A.Ş. yakın dönem siyasi tarihimizin en önemli şirketlerinden biri. Benim “Öteki İslam” kitabımda var, bu şirket 1980’li yıllarda “psikolojik harp” ile iştigal eden Genelkurmaya bağlı Toplumla İlişkiler Başkanlığı (TİB) şebekesinin örtülü adresiydi. Kapısından giren belediye adına ucuz konut yapan şirkete geldiği izlenimine kapılıyordu. İçeride sivil giyimli subaylar Genelkurmay adına psikolojik harbe komuta ediyorlardı. Psikolojik harp dedikleri toplumun dinselleştirilmesi girişimiydi. Toplum, Metropol İmar AŞ’deki karargâhtan bombalanmış, sağcılaştırılmış ve yobazlaştırılmıştı. Şimdi Kemal Kılıçdaroğlu’nun sağcı-ülkücü danışmanını finanse ederek halkımızın bu sağcılıktan ve yobazlıktan bir kurtuluş yolu bulmasına yardım ediyordu!

                                                                     ***

Danışmanın izini takip ediyoruz. İki yıl önce eski MİT’çi ve daimî ülkücü Enver Altaylı gözaltına alındı. Hakkındaki yakalama kararı “FETÖ” mensubu ve eski MİT görevlisi Mehmet Barıner'in ifadeleri üzerine verilmişti. Kararı duyup iki gün boyunca kaçmayı başaran Altaylı, yakalanınca ifadesinde “biri iki gün dinledikten sonra teslim olacaktım” dedi. Altaylı’nın telefonunda yapılan incelemede yakalanıncaya kadar geçen iki günde ABD’deki 12 ayrı kişiyle 152 görüşme yaptığı belirlendi. Bu görüşmelerin 53’ü CIA’nın eski yöneticilerinden Alan Fiers ile, 14’ü ise bizim danışman ve “yaratıcı yönetmen” Rasim Bölücek ile yapılmıştı. Araştırma genişletildi, Altaylı ile Bölücek arasındaki görüşmelerin 1159 adet olduğu anlaşıldı. Bölücek mahkeme safahatında görüşmeleri doğruladı, “Enver Altaylı hiperaktiftir, günde 10 kez arar” diye gerekçelendirdi durumu. Pek sıkı fıkıydılar. 

Hoş, hangi ülkücü değildi ki? Bir başka ülkücü şöyle özetledi durumu: “Enver Altaylı'yla bir şekilde görüşmüş olanlar bir adım öne çıksın talimatı verseniz, milliyetçilerin arasında arka sıralarda kalan pek çıkmaz. Sadece milliyetçiler değil, özellikle sağın diğer partilerinin yönetici takımının pek çoğu için geçerlidir bu…” Fethullah Gülen için de geçerliydi aynı bağlantı. Gülenle görüşmeyen sağcı yoktu. Kemal Kılıçdaroğlu’nu, şimdilik, hariç tutuyoruz. Tabii, “görüşmesine gerek var mı” bir sorudur. Yalnızca Rasim Bölücek değil, Kılıçdaroğlu'nun başka pek çok danışmanı “FETÖ bağlantısı” iddiasıyla yargılandı, sorgulandı. Ülkede bunun pek çok davada mahkûmiyet için yeterli bir illiyet bağı sayıldığını biliyoruz. Bakarız.

                                                                    ***

Gelelim danışmanın kankası Enver Altaylı’ya. O da bir ülkücü ve eski ünlü bir MİT’çi. 1977-1980 arasında MHP’nin Hergün gazetesinin başyazarı. Orta Asya cumhuriyetlerine Türkçülük yaymakla görevlendirildi vaktiyle. Fakat Orta Asya’da onun yaymaya çalıştığı Türkçülüğü benimsemeye hazır kimse olmadığını çabuk anladı. Orta Asya’da çalışırken CIA ile, belli ki Fethullahçılarla da, yakınlaşmıştı. Bu bağları hiç koparmadı, korudu.   

Orta Asya’daki CIA sorumlusu ise Ruzi Nazar’dı. Onun da çok ilginç bir hikayesi var. Nazar, bir Özbek’ti, gençliğinde Komünist Parti üyesiydi. 1941’de Kızılordu’ya alındı. Kısa bir eğitimin ardından Nazilere karşı cepheye yollandı. Savaşta Nazilere esir düştü. Naziler Ruzi’deki saf değiştirme eğilimini görmüştü. Üzerinde çalıştılar, Nazi saflarına geçti ve Kızılordu’ya karşı savaşmaya başladı. Hitler’in Türkistan Lejyonlarının en parlak isimlerinden biri olmuştu. Savaştan sonra da Sovyet düşmanlığına devam etti. Amerika’ya yerleşti. Columbia Üniversitesi’ndeki Ortadoğu Enstitüsü’nde çalışmaya başladı, burada birçok Türk diplomat ve devlet adamı ile tanışma imkânı buldu. 1959’da Türkiye’ye atandı, uzun yıllar Ankara’da çalıştı. Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye üzerinden yürütülen soğuk savaş faaliyetlerin planlayıcısı ve uygulayıcısı oldu.

Nazar, Enver Altaylı ile de bu dönemde tanıştı. Altaylı, Harp Okulu öğrencisiyken okul komutanı Albay Talat Aydemir’in darbe girişiminden dolayı 1963’te okuldan atılan subay adaylarından biriydi. Eğitimine İstanbul Hukuk Fakültesi’nde devam etti. Bir taraftan da Yeni İstanbul gazetesinde çalışıyordu. “Baba dostu” dediği Ruzi Nazar ile de burada tanıştı. 1968’de onu MİT Müsteşarı Fuat Doğu’ya tavsiye eden Ruzi Nazar’dı. Ülkücü Altaylı böylece CIA tavsiyesiyle MİT ajanı olmuştu. Altaylı, 2013’te “Ruzi Nazar: CIA’nın Türk Casusu” adıyla bir de kitap yazdı, komünizmle mücadele serüvenlerini anlattı. Bütün sağcıları birleştiren ortak paydadır. 

Bütün bu tuhaf, ipten kazıktan kurtulmuş karakterler yıllar sonra cumhuriyetin kurucu partisi CHP’yi yönlendirmenin bir yolunu buldu. Baş sorumlusu Kemal Kılıçdaroğlu’dur. 

                                                                     ***

Malum, CHP’nin mevcut başkanı halka kurt işareti yapmayı çok seviyor. Yakın zamana kadar bunu bir politikacı hoşluğu veya gevşekliği sananlar çoğunluktaydı. Fakat geçen gün “türbanı yasalaştırma” videosunda masa üzerine özenle “Türkçülüğün Esasları” ve tesbih yerleştirildiği görülünce anlaşıldı gevşeklikten kaynaklanmadığı. Bunlar Kılıçdaroğlu projesinin alamet-i farikalarıydı. Bu Bölücekler, Ekmeledinler, Mansurlar, Akşenerler falan normal işler değil. CHP genel merkezinde kime el atsak ya ülkücü ya Fethullahçı çıkıyor, rastlantı saymamız imkansızdır. 

Adaylığa soyundu ya, Türk ve Müslüman olduğunu ispat etmeye çalışıyor aklı sıra. Peygamber sülalesindenmiş de Türk soyluymuş da… Ama farkında değil, camiye imam, ülkü ocaklarına stajyer militan aramıyor halk. Yaralanmış cumhuriyete merhem, tecavüz edilmiş laikliğe ilaç arıyor. 

Öyle “Türkçülüğün Esasları”yla, türbanla falan olmaz o da. Danışman arıyorsa Zafer Toprak’ın veya Taner Timur’un kapısını çalsın. Bizim Korkut Hoca var, müthiş çalışkandır. CHP genel başkanına biraz laiklik, cumhuriyet, devrim tarihi ve solculuk öğretir. Yoksa biz vura vura öğreteceğiz!

Orhan Gökdemir / SOL

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...