TKP bölgelerdeki ihtiyaçlar doğrultusunda dayanışma listesini güncelledi + TKP: Ankara ve İstanbul'da toplanan dayanışma kolilerimiz tırlara yükleniyor (SOL)

 TKP bölgelerdeki ihtiyaçlar doğrultusunda dayanışma listesini güncelledi


 
Kahramanmaraş'taki 7,7 büyüklüğündeki deprem sonrası kriz masası oluşturan TKP deprem bölgelerindeki ihtiyaçlar doğrultusunda dayanışma listesini güncelledi.

Kahramanmaraş merkezli depremin ardından kriz masası oluşturan Türkiye Komünist Partisi kriz masası iletişim numarasını ve dayanışma listesini güncelledi.

TKP'den yapılan açıklamada "Bölgede kurulan TKP kriz masasına gelen aramalar ve yolların kapalı olması sebebiyle ancak ulaşabildiğimiz bazı #deprem bölgelerindeki ihtiyaçlar doğrultusunda dayanışma listemizi güncelledik. İletişim numaramız da güncellendi: 0553 334 7231" denildi.

TKP'nin duyurduğu acil ihtiyaç listesi şöyle: Battaniye, Polar - Uyku Tulumu, Hijyen Malzemeleri, Çadır - El Feneri, Yağmurluk...

Dayanışma malzemelerinin kullanılmamış ve temiz durumda olması gerektiği belirtildi.

Kayıp kültürler atlası: Keldaniler - ÖZKAN ÖZTAŞ / SOL-Özel

 Mezopotamya'nın tarihi kültürlerinden biri olan Keldanilere yakından bakmaya çalılacağız. Fotoğraf sanatçısı Rıdvan Başkurt ve Keldani toplumundan Adnan Sağlamoğlu soL için anlattı


Keldaniler bugün Türkiye'de sayısı yüzlü sayılarla ifade edilen bir devinime gerilemiş durumda. Ancak yıllar için yaşanan göçler nedeniyle sayısı azalan bu kültürün hala izlerini sürmek mümkün. 

Mardin'deki Keldani Katolik Kilisesi'nden Adnan Sağlamoğlu Keldanilerin bugün yaşadığı yerlerden söz ederken listeye yine İstanbulu koyuyor ve ekliyor: "Malum, her şeyin merkezi biraz İstanbul'dur artık. Bizim toplumun önemli bir kısmı hala İstanbul'dadır" diyor. Ama kültürel olarak devinimin izinin sürüldüğü yerler Şırnak, Hakkari, Mardin ve Diyarbakır diyebiliriz. 

Bunun yanı sıra Suriye ve Irak'ta da nüfusu Türkiye'ye nazaran daha kalabalık olan bir Keldani nüfusu var. Ancak bugün ana gövdeyi ne yazık ki kültürel olarak merkezlerinden uzakta Avrupa ve Amerika'da yaşayan Keldaniler oluşturuyor. Bunun dışında Irak anayasasında Keldanilerden söz edildiğini biliyoruz.

                                                     Terk edilmiş bir Keldani köyü

Peki kim bu Keldaniler?

Keldaniler Süryaniler ile birlikte kendilerini Arami, Asuri halklardan biri sayıyor. Ve Ortadoğu'daki Süryaniler ile birlikte Hıristiyanlığa ilk geçen kültürler arasında yer alıyor. Keldani kelimesinin kökenine dair birçok araştırmacı farklı yorumlarda bulunmakla birlikte Babil dönemine kadar izi sürülebiliyor. Bazı çivi yazılı tabletlerde ve eski Yunan kaynaklarında İran körfezi ile Günay Babilonya arasındaki havzaya Kalde ülkesinden söz edilir. Sağlamoğlu'nun ifadesine göre "Bugün Irak'ta bir yerleşim yerinin adıdır Keldani".

Antik çağın birçok gökbilimcisi de Keldaniler arasından çıkmış. Aynı zamanda yine 16. yüzyılda Osmanlıda isminden çokca söz ettiren Nasturiler yine Keldanilerdir. Adnan Sağlamoğlu kültürlerini anlatırken hala Aramice konuşan bir topluluk olduklarını ve ilk Hıristiyan topluluklar ile aynı dili konuştuklarını belirtiyor. 

Kendilerine ait bir çivi yazısı da olan Keldaniler Osmanlı'dan bu yana ciddi bir nüfus kaybına uğramış durumda. Özellikle başta Kürtler olmak üzere komşu Müslüman topluluklarla yaşadıkları çatışmalar sonucunda yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalan Keldanilerin bugün Türkiye'deki nüfusunun 1000 civarında olduğu ifade ediliyor. Osmanlı topraklarından özellikle Kürt Mirlerinden Mir Bedirhan Döneminde (1806-1869) yerlerinden edilen Keldanilere ait birçok yıkılmış kilise, boşaltılmış köy ve eski yapılara rastlamak mümkün. İlk bakışta Süryani köyleri ile karıştırılan bu yerleşim yerlerine bilen bir göz ile bakınca hemen ayrımlarını keşfedebiliyorsunuz. 

İşte bu köyleri gezenlerden birisi de fotoğraf sanatçısı Rıdvan Başkurt. Keldani köylerini gezen Başkurt, bugün nüfusun ciddi manada azaldığının altını çiziyor. Süryanilerden farklı olarak Hıristiyanlığın başka bir biçimine inandıklarını ifade eden Başkurt, bu inanış biçiminin Keldanilerin kültürel örüntülerine de yansıdığını belirtiyor. Süryanilerden aynı zamanda dil açısından da farklılık gösterdiğini ifade eden Başkurt "Sözünü ettiğim bu farklılıklar, Keldanilerin kendine özgü bir kültür ve yaşam tarzına sahip olduğunu gösterir. Keldaniler, tarih boyunca farklı kültürlerle etkileşim içinde olmuşlar ve bu etkileşim sonucu kendilerine özgü bir kimlik oluşturmuşlardır." diyor.

Bugün Keldanilerin Türkiye'den göç etmelerinin temel nedenlerinden birisini güvenlik kaygısı oluşturuyor. Geçmiş yıllarda yaşanmış sıkıntılar ve çatışmalar ile birlikte Ortadoğu'da ve Türkiye'de yükselen siyasal islamcılık Keldani ve benzeri Hıristiyan kültürlerin devinimleri açısından bir tehlike unsuru olarak ifade ediliyor.

Keldani köylerini gezen ve buradaki insanlarla sohbet eden Rıdvan Başkurt, Keldanilerin ülkeyi terk etmesinin nedenlerini ayrıntılandırıyor. Başkurt "Buradaki sıkıntıların başında tabi azınlık bir halk olması ve azınlık haklarına dair yaşanan sıkıntıları yazmak gerekir. İkinci sırada da güvenlik tehdidi yer alır. Özellikle de Keldanilerin yaşadığı bölgeler genellikle dağlık ve ulaşımı zor yerlerdir ve bu da bu halkın gündelik yaşamdaki güvenliğini tehdit eden faktörleri artırmaktadır. Eğitim imkanlarından yararlanamayan Keldaniler diğer azınlık halklarına kıyasla ekonomik ve toplumsal olanaklardan yararlanamamıştır. Yıllar içinde sınır dışı edilmeleri, kültürel olarak sayıları azaldıkça ritüellerini devam ettirememeleri gibi nedenlerle Keldanilerden bir çoğumuzun haberi olmuyor. Oysa Ortadoğu'da Hıristiyanlığa geçen Arami ve Asuri topluluklardan ilk ikisinden biridir Keldaniler" diyor. 

Keldanileri kültürlerin bağlı bir tolum olarak tanımlayan Rıdvan Başkurt, "Beni en çok etkileyen şey Keldanilerin kültürlerine duydukları sadakat oldu. Katıldığım dini törenlerinde ve etkinliklerinde en çok etkilendiğim şey buradaki çoşku oldu hep. Yaşanan onca şeye rağmen kültürel izlerine sahip çıkıyorlar. Yaşadıkları yerlerde bunları görmek mümkün" diyor. 

                                 Terk edilmiş köylerden birinde geriye kalan kilise

Söyleşimizi bitirirken Adnan Sağlamoğlu, Keldanilerin yaşadıkları bazı sıkıntılara işaret ediyor. Bundan yaklaşık 3 yıl önce ölü bulunan Şimoni Diril ve Hurmuz Diril'n hala katillerinin bulunamamış olmasına dikkat çeken Sağlamoğlu bu tür örneklerin geride kalan Keldaniler için olumsuz örnekler teşkil ettiğini ifade ediyor.

Bugün hala sınırlı sayıda temsilcileri ile kültürlerini devam ettirmeye çalışan Keldaniler eşit yurttaşlık haklarını talep ediyor. Ve memleketin birçok yerinde kültürel işaretlerine sahip çıkmaya çalışıyorlar. 

ÖZKAN ÖZTAŞ / SOL-Özel

Dışarıdan içeriye mektuplar: Doğurduğumuz güneşe bakacağımız gün - Barış Terkoğlu / BİRGÜN

 

Bir başka Türkiye’nin sabahı, birikmiş hürriyet isteğinin sonucu olacaksa, Gezi onun güneşini damla damla doğurdu. İçeride dışarıya bakan arkadaşlarımız ise sancısını çekti.

Kökeni tektanrılı dinlerin öncesine kadar gidiyor. Bütün günahlar bir keçinin boynuna asılıyor. İte ite, sürüklene sürüklene, çıkarıldığı uçurumdan aşağıya atılıyor. Sorumlusu zavallı keçiymiş gibi… Kendisiyle yüzleşmekten kaçan ikiyüzlü insanoğlu, bir başkasına çektirdiğiyle günahlarından arınmış sayılıyor.

“Sayın Bay Erdoğan,

Aşağıda imzası olanlar, bu mektubu sizin polis güçlerinizin İstanbul’da Taksim Meydanı ve Gezi Parkı ile Türkiye’nin diğer büyük şehirlerindeki barışçı gösterileri, Türk Tabipler Birliği’nin verilerine göre beş kişinin ölmesi 11 kişinin ayrım göstermeksizin biber gazı kullanımı nedeniyle gözünü kaybetmesi ve 8 binden fazla kişinin yaralanmasına neden olacak biçimde, zalimce bastırmasını en güçlü şekilde kınamak amacıyla yazıyoruz.”

2013 yılının 24 Temmuz’unda, The Times gazetesine verilen tam sayfa ilan böyle başlıyordu. İmzacılar arasında kimler yoktu ki… Sean Penn’den Susan Sarandon’a, Andrew Mango’dan David Lynch’e kadar, dünyanın tanıdığı 30 isim Erdoğan’ı çok ağır bir dille eleştirmek için buluşmuştu.

Dünya ona başka bakıyor

Türkiye’de tepkilere alışıktı. Eski kuşak sanatçılar onun aleyhinde sık sık imza kampanyaları düzenliyordu. Gelgelelim, uzun süre boyunca, dünyaya demokrasi maskesiyle konuşan Erdoğan’ın yıldızlarının dökülme zamanı gelmişti. O güne kadar kendisine karşı muhalefetin statükocu, vesayetçi, darbeci olduğunu söyleyen Erdoğan, artık kimseyi inandıramıyordu. İmza metnindeki «diktatoryal yönetim», «Nuremberg Toplanması» sadece imzalayanların değil, artık dünyanın ona nasıl baktığını gösteriyordu.

Erdoğan, “fikir özgürlüğü” deyip geçebilirdi. Hatta Gezi’de yaşanan şiddetin sorumlusunun kendisi olmadığını söyleyerek bir kez daha dünyayı kandırmaya girişebilirdi. Gelgelelim öyle yapmadı. “Bu insanlar fikirlerini satmış ahlaksızlar”, “Bu insanlara sorsanız Türkiye’nin yerini haritada gösteremezler” diyerek, kendisine yapılan en hafif eleştiriye nasıl yaklaştığını gösterdi.

İlandaki mektuba bakan Erdoğan, derin bir komployla karşı karşıya olduğunu anlatmaya çalıştı. Mektup, ona göre, bir servisin sonunda ortaya çıkmıştı. Hatta İngiltere’de The Times’a ve imzalayan 30 kişiye dava açacağını söyledi.

İlanın parasını kim verdi?

Sahi ne oldu o ilan?

Medyadan Erdoğan’ın operasyonlarıyla tasfiye edilen gazeteci Tolga Tanış, o 30 imzalı mektubun peşinden koşmuştu. Potus ve Beyefendi kitabında hikâyesini, onu hazırlayan isimle konuşarak anlatmıştı.

Bildiride Türkiye’den Fazıl Say’ın da imzası vardı. Ancak organize eden, bildirideki ikinci Türk’tü: Fuad Kavur.

60’lı yıllarda Türkiye’den ayrılmış bir film yapımcısıydı. Mektuplu ilanı konuştular ve kitapta yer verdi.

Kavur’un anlattığına göre, ortaya çıkışı şöyleydi: “Benim aklıma geldi, sonra konuyu ilk konuştuğum kişi Andrew Mango oldu. Onayını ve desteğini aldıktan sonra da diğer insanları aradım.”

Atatürkçü bir sanat insanı olan Kavur, bildiriyi yaratan isimdi. Peki, parayı nasıl buldular? Acaba bu işin altında Osman Kavala mı vardı?
Kavur, paranın toplama hikâyesini şöyle anlatıyor:

“Ben en büyük bağışçılardan biriydim ama Londra’daki Atatürkçü Düşünce Derneği de üyeleri üzerinden büyük bir para ödedi. Sonuçta 12 bin 500 pound ödedik. Büyük bir servet değil.”

Fakat Kavur’un anlattığı bir başka öykü de var. O da Erdoğan’ın yarattığı korku. İmza için gittiği insanlar Erdoğan’ın şiddetinden korkuyorlardı. Bu yüzden pek çok kişiye yaptığı teklif geri çevrilmişti:

“Çok yakın bir arkadaşım var. Katılmak istemediğini söyledi bana. ‘Fuad bu saçma fikirden vazgeç. Çünkü sen intihar ediyorsun’ dedi. Bu adam hoşgörülü biri değil. Unutan biri de değil. Peşinden gelir.”

Kavur, Erdoğan’ın neyi başardığını şöyle anlatıyor:

“Erdoğan’ın yapmayı başardığı en önemli şey, artık hepimiz tek bir şeyin etrafında birleştik: Korku.”

Erdoğan'ın ödeteceği bedel

The Times’taki ilanın altından, beklendiği gibi büyük bir komplo çıkmadı. Ancak ilana verdiği tepki, Erdoğan için, kendisine yönelik eleştirileri nasıl okuduğunun özetiydi. Gezi, perde arkasındaki bu resmi, perdeyi indirerek açığa çıkardı.

Plansız, kendiliğinden harekete geçen kitleler Türkiye’de eleştirdikleri sistemi değiştiremedi. Ama karşı çıktıklarının ne olduğunu dünyaya çok iyi anlattı. O günden beri Erdoğan dünyaya bir daha demokrasi ve özgürlük masalı satamaz oldu. Artık günahları çok uzaktan seçiliyordu.

Kavur’a, “Unutan biri değil, peşinden gelir” diyen arkadaşı haksız değil. Erdoğan da Gezi’nin hep peşinden gitti. Aradan geçen 10 yılda hemen her meydanda adını andı. Sokağa çıkıp özgürlük istemek suçmuş gibi, darbelerle Gezi’yi yan yana getirdi.

Vitrinini Gezi’nin kırdığının farkındaydı. Bir bedel ödetmeden rahatlamayacaktı. Ne olmayan para ne çekilmemiş belgesel… Gezi davası bedel için kurgulandı. Erdoğan’ın, günahlarını boynuna asıp uçurumdan atacağı keçiler yaratıldı. Taksim Meydanı’nda özgürlük arayanlara Taksim Meydanı’nda sallandırma gösterilecekti. Böylece bütün topluma «bir daha asla» mesajı verilecekti.

Gezi'nin 10. yılındaki seçim

Hapisteki insana çoğunlukla “Nerede yanlış yaptın?” diye sorarlar. Oysa siyasi davalar farklıdır. Cezaevine girmenizin nedeni yaptığınız yanlışlar değil, çoğu zaman doğrulardır. O doğrular, milyonlarca insana ibret için, sizi özel seçilmiş sanık haline getirir. Öte yandan sizi içeri sokan siyaset olduğu gibi, çıkaran da siyasettir.

Osman Kavala, Can Atalay, Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman, Hakan Altınay, Çiğdem Mater, Mine Özerden… Bugün, suç olmadan hapiste yatan arkadaşlarımıza, zorbalığın işlediği günahların bedelini ödetiyorlar.

İlginç bir tesadüftür ki Cumhuriyet’in 100’üncü yılının kaderini belirleyecek seçimin ikinci turu, muhtemelen Gezi’nin başladığı günün 10’uncu yılına denk düşecek. Kuşkusuz Gezi, bütün topluma, demokrasilerde sözünü söylemenin tek yolunun seçim olmadığını gösterdi. Ancak unutulmasın… Bir başka Türkiye’nin sabahı, birikmiş hürriyet isteğinin sonucu olacaksa, Gezi onun güneşini damla damla doğurdu. İçeriden dışarıya bakan arkadaşlarımız ise sancısını çekti.

Bir gün aramızdaki duvarlar ortadan kalkacak, tarihin yüksek tepesinden, doğurduğumuz güneşe omuzlarımız birbirine dokunarak bakacağız.

Barış Terkoğlu / BİRGÜN

Ekonomi metninde umduklarımız ve bulduklarımız - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Mutabakat Metni’nin ekonomik hedeflerinin tutturulması biraz da küresel ekonominin seyrine bağlı. IMF’nin Ocak 2023 Dünya Ekonomik Görünüm Raporu, 2023 için yüzde 2,9 bir küresel büyüme öngörüyor. Bu oran Türkiye’nin önde gelen ihracat pazarı Avro Bölgesi için yüzde 0,7’ye, Almanya özelinde yüzde 0,1’e kadar düşüyor.

Koç Holding’e devredilen TÜPRAŞ tesislerinin açılışına Erdoğan da katılmıştı. (Fotoğraf: DepoPhotos)

Ayrıntılı bir biçimde hazırlanmış Mutabakat Metni’nin genel hatlarıyla toplumda olumlu bir hava yarattığı, baskıcı başkanlık rejiminden çıkış için umutları tazelediği söylenebilir. Öncelikle 6’lı Masa’nın kolektif çalışma ürünü bir belge ortaya koyması, metnin bölüm bölüm farklı isimler tarafından sunulması bile, memleketin kaderini Tek Adam’ın iki dudağı arasına hapseden totaliter zihniyete kararlı bir yanıt sayılabilir. Böylelikle olası cumhurbaşkanı adayı için de hem seçim süreci ve sonrasında temel alacağı bir çerçeve metni hazırlanmış, hem de adayın programını kişileştirilmesi tehlikesi savuşturulmuş kabul edilebilir.

Elbette 6’lı Masa’nın beş bileşeninin sağcı partiler olduğunu biliyoruz. CHP adına ekonomi metnini sunan Faik Öztrak’ı da Kemal Derviş’in Hazine Müsteşarı olarak tanıyoruz. Bu nedenlerle ekonomiye ilişkin bir değerlendirmede bulunurken kamucu, kalkınmacı, emekten yana net bir içerik beklentisinin gerçekçi olmadığının da farkındayız. Öte yandan Millet İttifakı’nın en azından parlamenter demokrasiye dönüşü, daha özgür bir tartışma ortamını vaat etmesi, farklı perspektiflerin ortaya konulmasını cesaretlendirmeli. Özellikle CHP tabanı eleştirel görüşlere tepki göstermek yerine kulak vermeli.

Çünkü demokratikleşmeyle ekonomik kalkınma birbirini besleyen, güçlendiren, birbirlerinden kopuk düşünülemeyecek iki önemli mücadele alanıdır. Demokratik bir toplumda korkmadan, çekinmeden, kolaylıkla sendikalaşabilir; alternatif ekonomik programlar tasarlayabilir; ekonomik haklarınızın kavgasını verebilirsiniz. Haliyle bizler de doğru bildiğimiz fikirler doğrultusunda kamuoyunu bilgilendirmek; soldan yana partilere, sendikalara, meslek kuruluşlarına önerilerde bulunmak sorumluluğuyla her zaman olduğu gibi bugün de karşı karşıyayız.

Heddefler gerçekçi mi?

Mutabakat Metni’nin ekonomik hedeflerinin tutturulması biraz da küresel ekonominin seyrine bağlı. IMF’nin Ocak 2023 Dünya Ekonomik Görünüm Raporu, 2023 için yüzde 2,9 bir küresel büyüme öngörüyor. Bu oran Türkiye’nin önde gelen ihracat pazarı Avro Bölgesi için yüzde 0,7’ye, Almanya özelinde yüzde 0,1’e kadar düşüyor. Birleşik Krallık içinse yüzde 0,6’lık daralma bekleniyor. Rusya ekonomisine gelince, bilindiği gibi zaten savaş nedeniyle zor bir dönemden geçiyor. Petrol ve doğalgaz fiyatlarında beklenen düşüş ise, tahmin edileceği gibi Ortadoğu ekonomilerinde talebi olumsuz etkileyecek. Tüm bu bilgiler, beş yılın sonunda 600 milyar dolar ihracat düzeyinin yakalanmasının pek kolay olmadığını gösteriyor.

Ortalama büyüme hızının yüzde 5’in üzerinde gerçekleşmesi hedefinin tutturulması da bu dünya koşullarında zor. Zaten kamu eliyle büyüme hızına ivme kazandıracak kalkınmacı bir perspektif metne yansımamış. Halbuki demokratik planlama yoluyla kamunun ekonomiye müdahale kapasitesini geliştirerek, servet-kâr ve ranttan alınan vergilerle kamu harcamalarını finanse ederek, kamu hizmetlerini geliştirerek, kamunun üretim kapasitesini artırarak, pekala büyüme ve istihdam desteklenebilirdi. Ayrıca belgede “kamuda taşeronlaşmaya son vereceğiz” tarzı bir irade de gözlenmiyor.

Beş yılın sonunda dolar cinsinden kişi başına gelirin en az iki katına çıkması beklentisi de, nüfus artışını göz önüne almasak dahi, ancak döviz kurunun değerlenerek 12 TL’ye düşmesi ile olanaklı. Bu durumda da ihracatta rekabet hedefini baltalayıcı bir döviz kuru ortaya çıkmış oluyor. İşçi ücretlerini düşürerek bu hedefin yakalanması da herhalde düşünülmüyor. Uluslararası döviz rezervlerinin güçlendirileceği ifadesi ile de birleştirince, yoğun bir döviz girişine bel bağlanacağı izlenmi uyanıyor. Bu da hadi IMF’yi telaffuz etmeyelim de, ancak Atlantik İttifakı’nın ABD-AB’nin yoğun desteği ile olanaklı.

Metne sinen neoliberal tını

“Merkez Bankası’na fiyat ve finansal istikrarı sağlama dışında sorumluluklar yüklemeyeceğiz” beyanı da, büyüme ve istihdam hedeflerini gerçekleştirmekte niye bankaya misyon biçilmiyor sorusunu akla getiriyor. ABD Merkez Bankası FED’in dahi böyle bir görevi bulunuyor.

Salı günkü yazımızda belirttiğimiz gibi, Merkez Bankası bağımsızlığı, mali kural uygulanması, dalgalı kur sisteminin mutlak kabul edilmesi gibi ifadeler neoliberal zihniyetin 6’lı Masa’ya da sindiğinin kanıtları. Ülkede iyice bozulan gelir ve servet dağılımını daha adil hale getirme, emeğin milli gelirdeki payını yükseltme kararlılığı da Mutabakat Metni’ne yansımıyor.

Gönlümüzden geçen ilkeler

Peki böyle bir metinde hangi öğeler bulunabilirdi?

Özelleştirilen Ereğli Demir Çelik, PETKİM, TÜPRAŞ’ın tekrar kamu mülkiyetine kazandırılması amaçlanabilirdi.

Sadece Kamu-Özel İşbirliği projelerinin teknik, idari, hukuki veya yasama denetimine tabi tutulacağı ifadesiyle yetinilmez, bir dönem Meral Akşener’in gündeme getirdiği “tiksindirici borçlar” konusu ele alınabilirdi. Dış borçlardan toplumun yararına kullanılmayan veya topluma belli bir yarar sağlasa da maliyetleri ile sunduğu hizmetin bağı kopmuş olan, yolsuzluklara konu teşkil eden borçların gözden geçirilmesi kararlılığı dile getirilebilirdi.
Yurttaşlık temel geliri programıyla, her yurttaşa emek sürecine katılarak elde ettikleri gelirin dışında kamu bütçesinden bir ödeme yapılması sözü verilebilirdi.

Son dönemde fiyatları hızla artan gayrimenkullerin vergilendirilmesi başta gelmek üzere zengin yüzde 1’e servet vergisi uygulanarak yıllardır süregelen bozuk gelir dağılımının birikimli etkisinin dengelenmesi programa alınabilirdi. Ayrıca son dönemlerde aşırı kârlar elde eden bankalar ve enerji şirketlerine ek bir vergi uygulanması gereği vurgulanabilirdi.

Katılımcı bütçe anlayışının benimsenmesiyle hem bütçe gelirlerinin belirlenmesinde, hem de harcama kalemlerinin yönlendirilmesinde, genel bütçeden yerel yönetimlere kadar her düzeyde yurttaşların, yöre halkının, sendika ve meslek örgütlerinin söz ve karar sahibi olacakları demokratik bir süreç tasarlanabilirdi.

Türkiye ekonomisinin en yakıcı sorunlarından işsizlik çözümünde yeni istihdam alanları açmanın yanı sıra, hem çalışma saatlerinin kısaltılması, hem de çalışma günlerinin azaltılmasıyla, mevcut işlerin paylaştırılacağı fikri benimsenebilirdi. Çünkü uzaktan ve hibrit çalışma artık hayatın bir gerçeği haline gelmiş durumda.

Bilginin demokratikleştirilmesi kapsamında, internetin kamusal bir hak olarak herkese ücretsiz ulaştırılacağı müjdesi verilebilirdi.

Eğitim ve öğretim hizmetlerinden alınan KDV’yi indirmek, eğitim ve sağlık harcamalarının vergi matrahından indirilebilmelerine imkan sağlamak gibi vaatler bazı yurttaşlarımıza küçük avantajlar sağlasa da, eğitim ve sağlıktaki piyasalaşmanın kabulünü de ima ediyor. Halbuki bunun yerine toplumsal muhalefetin yıllardır dile getirdiği, eğitim ve sağlığın eşit, parasız ve nitelikli biçimde her yurttaşa bir hak olarak sunulması ilkesi benimsenebilirdi.

Tüm bu eleştiri ve yorumlarımız bugünün asli görevinin, en geniş muhalefet güçleriyle birlikte baskıcı başkanlık rejimine son verilmesi olduğu gerçeğini elbette unutturmuyor. Sadece, seçim sürecinde ve sonrasında farklı bir toplum, farklı bir ekonomi tahayyülünün mümkün olduğunu topluma anlatma görevini bir kez daha hatırlatıyor.

 Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

KISA... KISA... GÜNDEM (5 ŞUBAT 2023)

 


İstanbul'da yaşam maliyeti yüzde 112 arttı, 27 bin lirayı aştı!(SOL)

İstanbul Planlama Ajansı'na göre 1 yıl içinde İstanbul'da yaşam maliyeti yüzde 112 arttı.

İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu, İstanbul Planlama Ajansı tarafından hazırlanan "İstanbul'da yaşam maliyeti" verilerini paylaştı. İmamoğlu,   "İstanbul'da yaşam maliyeti 2021 Aralık ayından 2022 Aralık ayına kadar yüzde 112 arttı" derken, "Yine 2022 Aralık ayında İstanbul'da 4 kişilik bir ailenin yaşam maliyeti tam 27 bin 596 lira" diye ekledi. Başkanı Ekrem İmamoğlu ise ekonomi politikalarını eleştirirken, vatandaşların enflasyon yükünün sıkıntısını çektiğini anlattı. İmamoğlu, Şişli Belediyesince "Şişli Sofrası" başlığıyla hayata geçirilen sosyal yardım programının Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda düzenlenen tanıtım toplantısında konuştu. İstanbul Planlama Ajansınca hazırlanan "İstanbul'da yaşam maliyeti" verilerini paylaşan İmamoğlu, şunları söyledi:   "İstanbul'da yaşam maliyeti 2021 Aralık ayından 2022 Aralık ayına kadar olan süreçte İstanbul'da yaptığımız araştırmada yüzde 112'yi aşan bir oranda ne yazık ki arttı. Yine 2022 Aralık ayında İstanbul'da 4 kişilik bir ailenin yaşam maliyeti tam 27 bin 596 lira. Yani neredeyse dört kişinin yaşadığı bir ailede dördü de en az asgari ücretle çalışmalı ki bunun üzerine çıkabilsin ki, böyle bir aile demografisi ülkemizde yok. İstanbul barometresine göre İstanbulluların yüzde 61'i son 3 ay içerisinde 'Geçinebilecek kadar para kazanamıyorum.' diyor, yüzde 61'i geçinemediğini söylüyor. TÜİK verilerine göre, 2021 Ekim-2022 Ekim arasında gıda enflasyonu tam yüzde 27'den yüzde 99'a çıktı, bu TÜİK'in verileri. İTO verilerine göre ise İstanbul'da gıda enflasyonu yüzde 21'den tam yüzde 115'e çıktı. Bunlar aslında yaşamı derinden etkileyen gerçek veriler."

Ocak ayında 40 gazeteci hakim karşısına çıktı (SOL)

40 gazeteci hakim karşısına çıktı, onlarca habere erişim engeli getirildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ocak-ayinda-40-gazeteci-hakim-karsisina-cikti-364554)

'Erdoğan AFAD'ın bütçesini ikinci örtülü ödeneği olarak kullanıyor'(SOL)

CHP'li Gamze Taşcıer, 'AFAD’da kurulan bir usulsüzlük düzeni vardır ve Erdoğan da bu kurumun bütçesini ikinci örtülü ödeneği olarak kullanmaktadır' dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/erdogan-afadin-butcesini-ikinci-ortulu-odenegi-olarak-kullaniyor-364547)

Erdoğan'ın 'Ülkemizin yüzakı' dediği İstanbul Havalimanı'nda hayat yine durdu(Cengiz Karagöz-Cumhuriyet)

İstanbul için bugünden başlayarak kar fırtınası uyarısı yapıldı. Kar gelmeden İstanbul Havalimanı’nda uçuşlar aksadı. İktidarın “Ülkenin yüzakı” dediği havalimanında bugün ve yarın yapılacak 238 sefer iptal edildi. CHP’li Karabat, “Ranta değil bilime baksalar hava ulaşımında sorun olmazdı” dedi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/erdoganin-ulkemizin-yuzaki-dedigi-istanbul-havalimaninda-hayat-yine-durdu-2048299)

Milas'ta 3 kez iptal edilen projede başa dönüldü(Erman Şentürk-Cumhuriyet)

Muğla Milas’ta Meşelik ve Boğaziçi Mahallesi mevkisinde yapılması planlanan ve mahkemenin üç kez iptal ettiği projeler için yeniden çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) süreci başlatıldı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/cevre/milasta-3-kez-iptal-edilen-projede-basa-donuldu-2048319)

Ormana 8 katlı bina yapacaklar!(İsmail Arı-Birgün)


Ormanlık arazide kurulacağı açıklanan Türk-Japon Üniversitesi’nin imar planları yargıya taşındı. ŞPO İstanbul Şube Başkanı Giritlioğlu, “Plana göre ormanda 8 katlı binalar yapılabilecek” diye tepki gösterdi.(https://www.birgun.net/haber/ormana-8-katli-bina-yapacaklar-420198)

İstanbul'daki IŞİD operasyonunda 'başkonsolosluk' detayı: 15 şüpheli tutuklandı(Birgün)

İstanbul'da IŞİD'den İsveç ve Hollanda Başkonsoloslukları ile Hristiyan ve Musevi yurttaşların ibadethanelerine yönelik eylem talimatı aldıkları gerekçesiyle 15 şüpheli tutuklandı. Başkonsolosluklar ile ibadethanelere yönelik somut tehdidin tespit edilemediği belirtildi.(https://www.birgun.net/haber/istanbul-daki-isid-operasyonunda-baskonsolosluk-detayi-15-supheli-tutuklandi-420185)

Öğrenci almayan bölüme özel kadro(Berkay Sağol-Birgün)

Amasya Üniversitesi Biyoloji bölümünde yalnızca dördüncü sınıflara ders verilmesine ve YÖK Atlas’ta biyoloji programı bulunan üniversiteler arasında yer almamasına rağmen özel ilanla kadroya alım yaptı. Amasya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji bölümünde yalnızca dördüncü sınıflara ders verilmesine ve diğer sınıflara öğrenci alınmamasına rağmen bölüme öğretim üyesi alımı yapmayı sürdürüyor. Bölümde şu anda 6 profesör, 2 doktor öğretim üyesi ve 2 öğretim görevlisi olmak üzere toplam 10 akademisyen görev yapıyor. Göreve 16 Ocak’ta atanan doktor öğretim üyesi E.Ç. kendine özel açılan ilanla bölüme girdi. Amasya Üniversitesi 14 Kasım’da akademik ilan yayımlayarak toplam 24 kişilik kadro açtı. Sadece dördüncü sınıf öğrencilerine ders verilen, YÖK Atlas’ta yer alan bilgilere göre ise biyoloji programı bulunan üniversiteler arasında yer almayan Amasya Üniversitesi, biyoloji bölümüne doktor öğretim üyesi alacağını duyurdu. (HER ŞEY AYARLANMIŞ) İlanda yer alan özel şartlarda ise, “Biyoloji Bölümü Lisans mezunu olup doktorasını Biyoloji alanında yapmış olmak. Siyanobakterilerin moleküler taksonomisi, sekonder metabolit profilleme, biyolojik aktivite ve termofilik bakteri identifikasyonu konularında çalışma yapmış olmak. En az 10 (on) yıl akademik çalışma deneyimine sahip olmak” denildi. Bu şartları karşılayan kişi ise bölümde 2011 yılından beri araştırma görevlisi olarak görev yapan E.Ç. olduğu öğrenildi. YÖK Akademik’te yer alan bilgilere göre, E.Ç.’nin doktora tezinin başlığı, “Farklı ekolojik ortamlardan izole edilen siyanobakterilerin sekonder metabolitlerinin tanımlanması” olarak görülüyor. Bildirileri arasında ise, “Endemik Linaria corifolia Desf. (Scrophulariaceae) Bitki Ekstrelerinin Eldesi ve Biyolojik Aktivite Çalışmaları” başlıklı bir çalışma yer alıyor. Amasya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’nin internet sitesinde 16 Ocak’ta Dr. Öğr. Üyesi kadrosuna atanan E.Ç. için bir tebrik mesajı paylaşıldı.(AYNI SOYİSME ÖZEL KADRO) 14 Kasım’da açılan akademik ilanda, Kimya bölümü içinde iki doktor öğretim üyesi alınacağı belirtildi. İlanlardan birinde, “Kimya Bölümü Lisans mezunu olup, doktorasını Kimya alanında yapmış olmak. Biyo nano konjugatlar, yapay kan, foto-çapraz bağlama, protein saflaştırma ve biyolojik aktivite konularında çalışma yapmış olmak. En az 10 (on) yıl akademik çalışma deneyimine sahip olmak” şartı arandı. Bu şartları karşılayan kişinin ise yine Amasya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Kimya bölümünde 2011 yılından beri araştırma görevlisi olarak çalışan ve biyoloji bölümüne özel ilanla alınan E.Ç. ile aynı soyadı olan U.Ç. olduğu öğrenildi.

Gezegeni asbestli gemiyle zehirlediler(Birgün)

Mücadelenin ardından İzmir’e sokulmayan asbestli savaş gemisi Sao Paulo, Atlas Okyanusu’nda batırıldı. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Soyer, “İzmir adına gururluyuz fakat gezegenimiz için kaygılıyız” dedi.
Brezilya'dan geçen yaz söküm amacıyla İzmir Aliağa'ya gitmek üzere yola çıkan mücadelenin ardından ülkeye girişi yasaklanan eski askeri uçak gemisi, Atlas Okyanusu'nda batırıldı. Brezilya Donanması, "NAE Sao Paulo" adlı geminin cuma günü öğleden sonra kıyıdan 350 kilometre açıkta ve yaklaşık 5 bin metre derinlikte ‘planlı ve kontrollü’ bir biçimde batırıldığını duyurdu. Tonlarca asbest, ağır metal ve zehirli madde içeren geminin denizde batırılması çevre örgütlerince protesto edildi. Greenpeace ve Sea Shepherd, Brezilya'nın gemiyi batırarak üç uluslararası anlaşmayı ihlal ettiğini ileri sürdü. Açıklamada geminin taşıdığı zehirli maddelerin deniz hayatına ve sahil topluluklarına ‘hesaplanamaz’ zararlar vereceği belirtildi.(SOYER: KAYGILIYIZ) İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer; sosyal medya hesabından, “Zehir yüklü Nae Sao Paulo gemisinin şehrimize gelişini engellemiştik. O asbestli gemi Atlantik Okyanusu'nda dün akşam batırıldı. İzmir adına gururlu, fakat gezegenimiz için üzgün ve kaygılıyız. Kendi kendimizi zehirlemediğimiz bir dünya için mücadele etmeye devam edeceğiz” dedi.(YASAKLANMA SÜRECİ) Fransız Donanması tarafından 37 yıl kullanıldıktan sonra 2000'de Brezilya'ya satılan ve 2017'de ıskartaya çıkarılan ülkenin en büyük savaş gemisi "NAE Sao Paulo", Nisan 2021'de sonuçlanan ihaleyle 1,85 milyon dolara satılmıştı. Gemiyi Rio de Janeiro merkezli bir şirket olan Cormack Marítima aracılığıyla Aliağa'dan Sök Denizcilik adlı firma almıştı. Geminin tehlikeli maddeler envanterini hazırlayan Norveçli Grieg Green firması, denetim sırasında Sök Denizcilik'in bazı bölümleri kilitli tuttuğunu ve NAE Sao Paulo'nun sadece yüzde 12'sine erişebildiklerini açıklamıştı. Geminin denetlenmeyen bölümünde hangi tehlikeli toksik kimyasalın ne oranda bulunduğu bilinmiyor. Mevcut rapora göre, geminin incelenen yüzde 12'lik bölümünde dokuz ton asbestin yanı sıra 473 ton kurşun, 173 ton da hem kurşun hem kadmiyum içeren tehlikeli madde bulunuyor. 900 bin asbest olduğu öne sürüle gemini kente gelmemesi için adeta seferberlik başlatıldı. Türkiye Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı da 26 Ağustos'ta giriş yasağını duyurdu. Asbest dâhil çevre ve insan sağlığına zararlı birçok tehlikeli toksik atık barındıran gemi, 4 Ağustos'ta Rio de Janeiro'dan yola çıktıktan sonra alınan ihtiyati tedbir kararına rağmen Brezilya'ya dönmemişti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan tepki çeken ifadeler: 14 Mayıs'ta bunlara öyle çakalım ki bellerini doğrultamasınlar(Evrensel)

Erdoğan, 'yeter söz milletin' sloganını kullanan Kılıçdaroğlu'na seslenerek, "Bunlarda yüz yok ki. 14 Mayıs'ta bunlara öyle çakalım ki bellerini doğrultamasınlar" şeklinde ifadeler kullandı.

Latmos’un teninden parça parça et koparıyorlar(Özer Akdemir/Evrensel)

“Beni çıbanbaşı bellediler. Neymiş efendim, ağaçları koruyormuşum! CİMER’e, kaymakamlığa, valiliğe, ormana yazılar yazıp olan biteni söylüyormuşum. Eh haliyle de dayağı biz yedik” dedi, İhsan Garagöz.

Latmos Dağı’nın ortasında yer alan Çavdar köyü meydanındaki kahvehanede çay içiyorduk bunları anlatırken. Ocak ayının son günüydü ama güneşli, hafif serin bir hava vardı. Gece birazcık yağmur çiselediğini, sabaha karşı ise incecik tül gibi bir kırağının fıstık çamları ve zeytinlerin üzerine çöktüğünü söyledi Garagöz.

Anlattığına göre, orman müdürlüğünün diktiği 4 bin fıstık çamı fidanı, sırf maden işletmesine yer açılsın diye toprak altında bırakılmış. Garagöz, maden şirketinin ne ağaç bedeli verdiğini ne de bu ağaçları kesmek için izin aldığını söylüyordu. Kestiği bu ağaçları köylüler satıyorlarmış ki Garagöz de buna karşı gelip, şikayet ettiği için dayak yemiş.

Başıyla az ötede, sobanın kenarında oturan kahveciyi göstererek; “Aha şu da gördü ya bana atılan dayağı, ‘Haberim yok’ dedi jandarmaya. Üç metreden, yüz kişinin ortasında dayak yediğimi görmemiş, pöhh!”. Kahveci başını öne eğip bıyık altından güldü. Belli ki bu mesele epey dönmüştü kendi aralarındaki konuşmalarda. Kahvecinin bıyık altından gülüşüne içerlediği belliydi ama ses etmedi. “Hadi lokantaya gidelim” deyip kalktı.

Kahvenin tam karşısındaki küçük bir lokantaya geçtik. Köy yerinde çorba ve bir iki çeşit yemek yapılan, tek gözlü bir odacıktı lokanta. Orta yaşlı, şalvarlı ve başı eşarplı bir kadın ‘Hoş geldiniz’ dedi. Daha önce hazırladığı masaya buyur etti bizleri. Temiz, mor çiçekli örtü bulunan masanın üzerinde üç tabak kavurma, turşu ve ekmek vardı.

Biz yemeğe başladık ki biraz önce çay içtiğimiz kahveci de girdi lokantaya. Ocağa geçip, yemeklerle ilgilenmeye başladı. Anladığım kadarıyla karı koca idi lokantacı ve kahveci.

"BU KADIN, TEK BAŞINA ALDI BENİ DAYAKTAN"

Masada biten bol sirkeli lahana turşusu tazelenirken, İhsan Garagöz lokantacı kadının kendisini o kalabalık içinde dayaktan tek başına aldığını, diğer bütün köylülerin ise seyrettiğini anlatıyordu; “Beni dövenler benim köylüm, hatta akrabalarım. On beş kişinin ortasında yerlerde iken bu kadın gelip beni ellerinden aldı. O hengamede cebimden düşen 7 bin liram ise kim aldıya gitti. Hayvanların yem parasıydı.”

Kendisi ile ilgili anlatılanları dinleyen kadın da bir süre masamızın yanında dikilip dayak olayını anlattı. “Millet tiyatro seyreder gibiydi. Yeğenini birileri tutmuş, oğlunu birileri. Ver ha vuruyorlardı buna. Gidip zor aldım ortalarından”.

Garagöz yemeğini bitirip, tabağındaki salçalı yağı ekmekle sıyırdı. İri gövdesinin üzerinde mavi gözleri çıngılandı konuşurken; “Sonra bir gün yaylada yakaladık bunları. Ambulansla indirdiler dağdan!..” dedi. Davaları hâlâ sürüyormuş...

Yemekten sonra birer bardak daha çay içip kalktık. Köyün az ilerisindeki maden ocaklarını gösterecekti İhsan Garagöz. Sağlı sollu fıstık çamlarının arasından giden dar asfalt yolun bir virajında durduk. Bizden biraz aşağıda, tam karşımızda devasa bir maden işletmesi, yarısını yediği tepeyi bir kurt gibi kemiriyordu. Eskiden fıstık çamları ve zeytinliklerle dolu olduğunu öğrendiğimiz tepenin üzerinde kepçeler, kamyonlar, iş makineleri vızır vızır geziyordu. Kepçeler koca kayaları, taşı toprağı kamyonların kasalarına gürültüyle dolduruyor, kırıcıların takır tukur sesleri tepenin bizim göremediğimiz bir yerinden ses verip duruyordu.

"PATLATMALAR SENİ, BENİ, DAĞDAKİ KEKLİĞİ KORKUTUR DA SULARI KORKUTMAZ MI?"

2004-2009 yılları arasında Çavdar köyü muhtarı olan Garagöz, bu tepelerin son 15-20 yılda madenler tarafından nasıl delik deşik edildiğini anlattı bize.

“Benim dönemimde yeni yeni başlamıştı madenler. Sonra birden her tepede bir maden şirketi belirdi. Ortalık toz duman... Zeytin ağaçları, fıstık çamları, meşeler beşer onar köklendi. Dağların tertemiz havası toza belendi. Buna itiraz edince de başıma gelmeyen kalmadı”.

Madenin önce köyü böldüğünü, kendisine yakın bir grup oluşturup diğer köylüleri baskı altına aldığını ileri sürüyordu. “Parayı alan, madencinin yanına koştu. Karşı çıkanlar sindirildi, susturuldu. Ses çıkarana dayak attılar, dava açtılar” dedi.

Sulardan bahsetti bir de; “Eskiden çağıl çağıl akan derelerimiz vardı Latmos’da. İçinde çay balıkları oynaşırdı. Dereler sustu şimdi, su sessiz! Zaten bu madenlerin patlamaları nedeniyle yer altı suları ya yön değiştirdi, ya da daha derine kaçtı. Patlatmalar seni, beni, dağdaki kekliği, tavşanı korkutur da suları korkutmaz mı? Onlar da korktu kaçtı, nereye gitti bilinmez!”

Çavdar köyünde 40 yıl önce yapılan uranyum madenciliği sondajlarının iki yıl önce yeniden başladığından bahsedip, çok ilginç bir bilgi verdi; “Tam bu uranyum sondajlarının altına iki tane içme suyu barajı yapacaklar. Söke, Kuşadası, Didim bu barajların sularını içecekler. Uranyumlu suyu yani!”

"8 BİN 500 YILLIK KAYA RESİMLERİ TUVALET TAŞI YAPILDI"

Araçlarla birkaç km daha gittikten sonra Karakaya köyü yakınındaki başka bir işletmeyi görüntülemek için tepeye çıktım. Tam da 8 bin 500 yıllık kaya resimlerinin en yoğun olduğu vadideydi bu maden sahası. Kuvvetle muhtemeldir ki dağın koynunda kocaman bir maden yarası şeklinde hektarlarca uzayıp giden bu vadide de birçok kaya resmi vardı. Şimdi onların hepsi yok oldu, tuvalet taşı yapıldı!

Bu madende de daha önce çekim yaptığımız yerdeki gibi iş makineleri gürültü patırtı ile tozları göğe savurarak arı gibi çalışıyordu. Çekim yaparken bir arazi aracının son sürat işletmeden çıkıp bize doğru geldiğini gördüm. Düşündüğüm şeyin doğru olduğunu anlamam için iki dakika beklemem gerekiyordu.

Tam çekimleri bitirmiş, son kez cep telefonu ile bir kayanın üzerinden görüntü alırken arkamdaki “Beyefendi, çekim yapmak için kimden izin aldınız?” sözleri, düşüncemde yine yanılmadığımı gösteriyordu.

"BURADA DOĞA MI VAR? NE ÇEKİYORSUN?"

Şirketin iki elemanı bizim çekimlere engel olmak için gönderilmişti. Bulunduğumuz yerin maden işletmesine (Polat Madencilik) ait olduğuna dair hiçbir levha, tel örgü vs. olmamasına, aramızda kocaman bir uçurum halinde derin bir vadi uzanmasına rağmen, şirketin görevlendirdiği kişilere bunu anlatamadık.

Kendisini saha şefi olarak tanıtan kısa boylu, kirli sakallı genç adamın “Neyi çekiyorsunuz?” sorusunu “doğayı” diye yanıtladım, uzatmak istemediğimden. Orhan Kemal'in romanlarından fırlayıp gelmiş bu “Bekçi Murtaza”lara laf anlatmanın deveye hendek atlatmaktan zor olduğuna dair onlarca deneyim biriktirmiştim. Saha şefinden daha da genç gösteren, uzun boylu ve yöre insanının şivesi ile konuşan madenci “Burada doğa mı var?” diye araya girdi. Sözün nereye gideceğini bilmeden.

Dayanamadım bu pasa, gelişine vurdum! “Yok hakikaten, kalmamış sayenizde. Ben de onu çekiyorum”.

“Orası bizi ilgilendir” diyen külhanbeyine aynı tonda yanıt vermek, gereksiz yere tartışmayı büyüteceğinden, gülmekle yetindim. İşim bitmiş, çekimlerimi yapmıştım sonuçta.

Kamera kayıt düğmesi açık olduğu halde (tedbir amaçlı), tripotu sırtlayıp aracımıza dönerken “Bu yol da bizim, bu tepe de. Buralar Polat’ın öz malı. Benim mahremimi çekemezsiniz” diyordu hâlâ saha şefi...

O gün delik deşik edilen Latmos’tan iç burkan görüntülerle ayrıldık. Şirketler dağın teninden parça parça et koparıyorlardı sanki!.. (Özer Akdemir/Evrensel)











Öne Çıkan Yayın

Dünyanın en pahalı evini Türk milyarder satın aldı! - Mehmet Kaya / Ekonomim

Türkiye’nin uzun süre doğrudan yabancı yatırımlarında gayrimenkul satışları önemli yer tutmuştu. 2025 itibariyle yurt dışından gayrimenkul a...