Depremzedeye giden fazla giysi Yemenli şirkete satılmış - Bahadır Özgür / BİRGÜN

 


Mersin Limanı’nda çekilen bir videoya göre, depremzedeye giden ama ihtiyaç fazlasına dönüşen giysiler, bazı belediye ve kurumlarca küresel bir atık toplayıcı olan AJ International’a satılmış. Şirket doğruladı. Meğer bu ticaret ‘belediye kumbaraları’na kadar uzanıyormuş.

Depremzedelere gönderdiğiniz ve ‘ihtiyaç fazlası’ olarak biriken giysilerin, Suudi sermayesinin ortak olduğu Yemenli bir şirkete satıldığını duymanız sizi şaşırtır mı? Ya, “birilerine yardım olsun” diye her gün belediye kumbaralarına bıraktığınız giysilerin, yıllardır aynı şirkete verildiğini, onların da üçüncü dünya ülkelerine pazarladığını öğrenmeniz?

Depremin enkazına bakarken bunu da görmüş olduk işte. Meğer hayırseverliğin, geri dönüşümün, ‘sıfır atık’ siyasetinin ardına küresel bir ticaret tezgahı açılmış.

Nasıl mı? Hikaye, depremin ilk günlerinde gelen bir video ile başlıyor…

depremzedeye-giden-fazla-giysi-yemen-li-sirkete-satilmis-1131752-1.

MERSİN LİMANI’NDAKİ GÖRÜNTÜ…

Geçen hafta Mersin Limanı’ndaki bir depoda çekilmiş videoda, peş peşe gelen TIR’lardan koliler halinde kıyafetlerin indirildiği görülüyordu. Videoyu çeken kişi, bunun deprem yardımları olduğunu iddia ediyordu. Aralarında hem giyim markalarının gönderdikleri, hem halkın kendisinin yeni alıp paketlediği, hem de kullanılmış olanlar vardı. Depo, AJ International Group’a aitti. Şirket yetkilileri görüntülerdeki giysilerin, depremzedelere gönderilenler olduğunu doğruladılar. Pek çok belediye ve kuruma çok fazla giysi yardımı ulaştığını, ‘ihtiyaç fazlası’ olarak biriktiğini, altından kalkacak ne personel ne de yer olduğundan kendilerine verdiklerini söylediler. Karşılığında ‘cüzi’ bazı ödemeler de yapmışlar.

depremzedeye-giden-fazla-giysi-yemen-li-sirkete-satilmis-1131753-1.

Aslında şirket açısından gizli saklı bir durum yok. Belediyelerden aldıkları ihale karşılığında yıllardır ‘atık giysileri’ topluyorlar. Ama mesele de burada başlıyor. Zira, hiçbir belediye o kumbaraların içindekilerin uluslararası bir şirkete ait olduğunu, ‘yardıma muhtaç’ olanlara veya geri dönüşüme gitmediğini, üçüncü dünya ülkelerine satılmak üzere ihraç edildiğini söylemiyor.

İşi kurcalamak lazım. Çünkü geri dönüşüm, Emine Erdoğan’ın hamiliğinde yürütülen ‘sıfır atık’ projesi vb. kampanyaların ardında yatanları daha iyi anlayacağız.

NEREDEYSE TÜM BELEDİYELER İŞİN İÇİNDE

İl, ilçe çoğu belediye uzun süredir ‘giysi kumbarası’ koyuyor malum. Üzerlerinde belediyenin amblemi, geri dönüşüm logoları filan bulunuyor. Belediyeler bu sayede hem çevre kirliliğini önleme hem de yardıma muhtaçlara kıyafetleri ulaştırma amacı güttüklerini söylüyorlar. Başkanlar başlarında durup poz veriyorlar, reklamını yapıyorlar. Çoğumuz da sanıyoruz ki giysilerin kullanılabilecek olanları tasnif edilip temizleniyor, ihtiyaç sahibine ulaştırılıyor. Kullanılamayacak olanlar geri dönüşüme gönderilip iplik veya farklı hammaddeler elde ediliyor. Yani tasarruf, çevrecilik, hayırseverlik el ele!

depremzedeye-giden-fazla-giysi-yemen-li-sirkete-satilmis-1131754-1.

Hemen hatırlatalım. Geçen yıl sadece bir belediye bu konuda haber olmuştu. CHP’li Meclis üyesi Nazmi Zavlak, MHP’li başkanın toplanan giysileri AJ International’a verdiğini ifşa etmişti. Alanya Belediyesi yalanlamıştı. Ancak şirketin referanslarında yazılılar. CHP’li siyasetçi biraz dikkatli baksaydı partisi CHP de dahil AKP’li, MHP’li neredeyse her belediyenin aynı işi yaptığını görecekti. Belediyelerin listesi epey uzun. Dışarıdan bakınca bunun yol açtığı ekonomik kaybı da nasıl bir toplumsal sonuç doğurduğunu da görmek zor. Oysa yakından tanık olmuştuk.

Pandemi süreci, ‘vahşi toplayıcı’ adı verilen ve kentlerin doğal temizlik görevlileri olan on binlerce insanın yaşadığı ekonomik çöküşü dramatik biçimde göstermişti. Her gün sokakta gördüğümüz kağıt, şişe vs. toplayanlar bir anda açlıkla karşı karşıya kalmışlar, büyük kentlerde yıllardır geçimini böyle sağlayan sayısız aile yıkıma uğramıştı. Toplayıcılık işi deyim yerindeyse bir ‘derin yoksulluk mesleği’ydi. Üzerine bir de atık toplayanlara kolluk güçlerinin saldırıları yaşandı. Biber gazı attılar, copladılar, onları çete gibi gösterdiler, barakalarını yaktılar. Zaten kilitli kumbaralar koyarak ekmek kapılarını daraltıp değerli olanları küresel şirkete verenler, çöpte geriye kalanları da almak için var güçleriyle çabalıyorlar hala.

depremzedeye-giden-fazla-giysi-yemen-li-sirkete-satilmis-1131755-1.

Türkiye, kendi yoksulluğunun içinden mecburi bir ‘geri dönüşüm ordusu’ yarattı. Belediyeleri yönetenlerden biri de çıkıp “Yabancı şirket milyonlarca dolar niye yatırıyor?” demedi. On binlerce toplayıcı, işsiz çevre mühendisleri, kimyacılar, tasarımcılar, teknik uzmanlar, yazılımcılar düzenli bir istihdama kavuşabilirdi. Bunun yerine en kolay şeyi yaptılar; ihale açtılar. Broşürlerine, faaliyet raporlarına, reklam panolarına koydukları fotoğraflarla da halka yalan söylüyorlar. Toplanan tek bir kumaş parçası Türkiye’de kalmıyor.

Belediyeler bunu yapıyor da merkezi iktidar farklı mı? 

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bünyesindeki ‘sıfır atık’ biriminin, valiliklerin raporlarına baktığımız zaman farklı atıkların kimler tarafından toplandığını görüyorsunuz. Oradaki şirketlerin çoğu aynı adrese çıkıyor aslında. Konumuz olan tekstil üzerinden incelemeye devam edelim.

depremzedeye-giden-fazla-giysi-yemen-li-sirkete-satilmis-1131756-1.

BÜNYESİNDE 20’DEN FAZLA ŞİRKET VAR

AJ International, 2018’de Yemen uyruklu Abduljalil Ali Ali Al-Sharifi tarafından Trabzon’un Akçaabat ilçesinde kuruldu. Aynı yıl İstanbul’da Beylikdüzü Mermerciler Sitesi’ne taşındı. Büyük bir depo açtı. Kurucusu Türk vatandaşı olup Abdülhalil Şerifi adını aldı. İstanbul’da birkaç farklı yerde daha şubesi var. Mersin Limanı’nda da devasa bir deposu bulunuyor. Pakistan, Umman, Yemen, Suudi Arabistan, BAE , Türkiye başta olmak üzere dünyada 20’den fazla geri dönüşüm şirketi bünyesinde. İngiltere de Almanya’da da birer şirketi kuruldu. Pazarının yüzde 40’ı Ortadoğu, yüzde 40’ı Avrupa, yüzde 20’si Afrika. 200’den fazla iş ortağı mevcut. Türkiye’de Mersin, Bursa, İstanbul, İzmir gibi illerde kurulu farklı isimlerle 7 şirketi faaliyette. Hepsi ‘sıfır atık’ projesi kapsamında toplayıcılık yapıyor. Tekstilde atık pazarının tek hakimi. Ambarlı ve Mersin limanlarından her hafta ne kadar ton gönderildiğine dair kayıtları inceledim. Rakam gerçekten inanılmaz. Karlı bir iş. Giysiler temizlenip, tamir edilip çoğunluğu, şirketin tabiriyle üçüncü dünya ülkelerine, pazarlanıyor. Kullanılamayacak olanlardan iplik, kumaş elde ediliyor.

Deprem bildiğimiz çok şeyi acı bir tecrübeyle yeniden teyit etti, göremediğimiz pek çok çürümeyi de ortaya çıkardı. Bunlardan birisinin atık ticaretine bağlanacağını tahmin etmek zordu. Onu da öğrendik. Batı’nın plastiğini, asbestli gemisini ülkeye dolduranlar, belki çok daha önemli, ekonomi için kıymetli bir ‘atığı’ üç kuruşa uluslararası şirketin tekeline vermişler.

Bahadır Özgür / BİRGÜN

Kızılay skandalında ikinci perde: Yardımları da satmışlar - Murat Ağırel / Cumhuriyet

 

Çocukken Kızılay kolu başkanı olmak için verdiğim mücadeleyi hatırlıyorum. Başkan olduğumda aldığım sorumluluğu biliyordum. Birine yardım edecektim. Kahverengi saman kâğıttan yapılmış zarfın içine yardım toplar, öğretmenimize teslim ederken yaşadığım o hazzı anlatamam. Gözbebeğimiz gibi baktığımız kurum ne yazık ki ticarethaneye dönüştü.

TÜCCARLIKLA MEŞGULDÜ

Cumhuriyet’te Kızılay’ın AHBAP’a çadır satışını yazdım. İnsanlar canı ile uğraşırken sırf bugünler için yardım ettiğimiz kurum “Ticaret yapmamıştır” diye düşündüm. Ancak doğruymuş. Kızılay, yurttaş çadır beklerken tüccarlıkla meşgulmüş. Özetle, Kızılay stoklarında 40 bin çadır vardı. Sağdan soldan 14 bin daha geldi. Toplam 54 bin çadırı AFAD’a verdiler. Ancak üretim tesisinden de AHBAP’a 46 milyon TL’lik çadır sattılar. Haluk Levent, FOX TV’de Kızılay’dan konserve barbunya ve fasulye aldıklarını da açıkladı. Yanlış duymadınız. Zaten yazımın içinde bu bilgiyi de vermiştim. Doğrulanmış oldu. Ayrıca Kızılay, elindeki stokları ve gönderilecek yardımları cemaat, tarikat vakıf ve derneklerine kullandırmış. Bu yardım kuruluşları tüm ihtiyacı Kızılay’dan ve AFAD’dan alıp duyarlı halktan da “Yardım yapıyoruz” diyerek para topluyor.

ŞİRKETLER DE ALDI

Burada asıl mesele Kızılay. Kızılay başkanı yaptığı açıklamada “AHBAP almasaydı AFAD’a verecektik çadırları” dedi. Peki sadece AHBAP’a mı çadır satmışlar? Hayır. En zor zamanımızda soğukta tir tir titreyip çadır ararken Kızılay elindeki çadırları “maliyetine” başka kurum ve şirketlere de satmış! TEB, yani Türk Eczacılar Birliği depremin ilk günü bölgede konuşlanmaya çalıştı. Konteyner, çadır aradı. Bulamadı. Kızılay’a sordu. Kızılay, “Bizde çadır var” dedi ve pazarlık başladı. Ne yazık ki TEB, 5 adet 76 metrekare çadırı 800 bin TL bedel ile satın aldı. Bakın, bölgede yardıma muhtaç insanlara ücretsiz ilaç dağıtacak olan kamu kuruluşu tanesi 160 bin TL’ye Kızılay’dan çadır alıyor. Sadece bu kurumlar mı? Mesela Fransız Michelin lastik firması yardım için çadır almış tanesi 19 bin TL’den, OPET de tanesi 19 bin TL’den almış. Arçelik 100 adet çadır almış 2 milyon 242 bin TL ödemiş. Sadece çadır mı? Hayır efendim. Kızılay başka ne satmış? Hani gönderdiğimiz ikinci el eşyalar var ya. İşte onları da satmış!

HESAP VERECEKSİNİZ!

Kızılay’ın 2021 faaliyet raporuna göre 2019 yılında 1 milyon 2020 yılında 759 bin ikinci el eşya satmış! Yönetim kurulu üyeliği ile birlikte 98 bin TL maaş alan genel müdür ve 76 bin TL maaş alan genel müdür yardımcılarının yönettiği Kızılay! Çok yazık, çok... Yani AHBAP ya da başka bir yardım kuruluşu yana yakıla çadır aramasa veyahut bu paraları vermese demek ki Kızılay elindeki çadırları satmak için bekletecekti. Gidip kendi gözlerimle gördüğüm ağzı yüzü kanayarak öksüren çocukları umursamayıp çadır göndermeyecekti. Sadece Kızılay değil, dahası var. Hesap vereceksiniz derken şaka yapmıyordum.

Murat Ağırel / Cumhuriyet


Boş rezidanslara yerleştirilen depremzedelerden çıkmaları istendi: 'Mülk sahipleri öyle istiyor' - EMRE ALIM / SOL-Özel

 Kahramanmaraş merkezli depremlerin ardından bir yönetim şirketi aracılığıyla İstanbul'daki iki rezidansa yerleştirilen depremzedelerden bir ayın sonunda konutları boşaltmaları istendi.


Depremin vurduğu Malatya'da evleri kullanılamaz hale gelen 30 aile, Arı Yönetim Hizmetleri adlı şirket aracılığıyla İstanbul'a getirildi. Bağcılar'daki Mall of İstanbul ve G Yoo rezidanslarındaki çeşitli boş dairelere yerleştirilen depremzedelere "kendilerini toparlayana kadar" misafir edilecekleri bildirildi. 

Depremzedelere 18 Şubat'ta gönderilen mesaj ile bulundukları dairelerden çıkarılmayacakları söylendi ancak 25 Şubat'ta gönderilen yeni bir mesaj ile 10-15 gün içerisinde konutları boşaltmaları istendi. Aralarında hamile, yaşlı ve öğrencilerin de bulunduğu depremzedelere talebin mülk sahiplerinden geldiği aktarıldı, devlet desteği almaları tavsiye edildi.

Mağdur edildiklerini belirten bir depremzede soL'a yaptığı açıklamada "İnsanların gözlerini boyadılar, önlerine her şeyi getirdiler. Bir ay içerisinde normal bir hayata dönmemizi bekliyorlar. Bu normal değil. Bir ayda bir insan kendini nasıl toparlayabilir." sözleriyle duruma tepki gösterdi.

                                        Depremzedelere 18 Şubat'ta gönderilen mesaj

                                           
Depremzedelere 25 Şubat'ta gönderilen mesaj

Şirketten depremzedelere: 'Devlet yerleştirsin'

soL'un ulaştığı Arı Yönetim yetkileri depremzedelere konaklama için belirli bir süre belirtmediklerini doğrularken, çıkmalarını talep ettikleri kişileri kamu kurumlarına yönlendirdiklerini aktardı ve şu sözleri kaydetti: "Bu daireler mülk sahiplerinin. Belirli bir süre kapılarını açtılar. Kendilerini toparlamaları için bir süre verdik kendilerine. Yavaş yavaş bu dairelerin teslimatını istiyoruz. Farklı yerlere, yurtlara yönlendiriyoruz. Ama başka bir yere yerleştirmenin sözünü veremiyoruz. Devlet yerleştirsin ya da bu hayrı yapanlar yardımcı olsun. İyilik yap, kötülük bul. Ben burada bunu görüyorum.” 

Konutlara yerleştirilen depremzedelerin Bağcılar Kaymakamlığı'na bildirildiği söylense de soL'un ulaştığı Bağcılar Kaymakamlığı'na bağlı Sosyal Yardımlaşma Vakfı, kuruma bu yönde bir bilgi verilmediği  açıklamasında bulundu.

EMRE ALIM / SOL-Özel

Deprem bölgesini talana açan kararname: Müteahhitlere sınırsız kaynak, plansız inşaat... - EMRE ALIM / SOL-Özel

 Şehir Plancıları Odası İzmir Şube Yönetim Kurulu, deprem bölgesindeki inşaat faaliyetlerini hızlandıracak OHAL kararnamesini ve beraberinde getirdiği tehlikeleri soL'a değerlendirdi.

On bir ili vuran depremlerde 164 bin bina kullanılamaz hale geldi, milyonlarca yurttaş evini kaybetti. Yıkımdan 9 gün sonra kentlerin yeniden inşası için hazırlıklara başlanıldığı, bir yıl içerisinde inşaat faaliyetlerinin tamamlanacağı duyuruldu. Uzmanların "yeni afetlere yol açmayın" uyarılarına rağmen ihalelere çıkıldı, gerekli yasal düzenlemeler için deprem bölgesinde ilan edilen OHAL kapsamında yeni bir kararname yayımlandı. 

Kararname ile orman ve meralar yapılaşmaya açıldı, ruhsat verme yetkisi belediyelerden alındı, ihale bedelleri sınırsızlaştırıldı, inşaat için gerekli planlamalar kaldırıldı, sayısı artırılan uzman personel sınav şartından muaf tutuldu kısaca inşaat sürecinin hızla başlatılabilmesi önündeki engeller kaldırıldı.

soL'un kararnameye ilişkin sorularını yanıtlayan TMMOB Şehir Plancıları Odası İzmir Şube Yönetim Kurulu, aceleye getirilen düzenlemelerin plandan yoksun olduğunun altını çizdi, kentleşmeye dair birçok önemli unsurun geri plana atıldığına dikkat çekti.

“Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi”, 24 Şubat 2023 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi. Kararnamenin içeriğinden söz edebilir misiniz?

Kararname, adından da anlaşılacağı üzere, depremden etkilenen ve sonrasında OHAL ilan edilen Adana, Adıyaman, Diyarbakır, Elazığ, Gaziantep, Hatay, Kahramanmaraş, Kilis, Malatya, Osmaniye ve Şanlıurfa’da yapılaşma faaliyetlerinin nasıl yürütüleceğine dair hükümler içeriyor.

Kararname ile yer seçimi, mülkiyet hakları, ihale yöntemi, kaynak aktarımı gibi konulara getirilen muafiyetler ya da oluşturulan istisnalar, dikkat çekiyor ki; İmar Kanunu, Kamu İhale Kanunu, Mera Kanunu, Orman Kanunu, Kadastro Kanunu, Kamulaştırma Kanunu ve Çevre Kanununun kararnamede doğrudan konu edildiğini ya da dolaylı olarak etkilendiğini görüyoruz.

Basit anlamda, deprem bölgesinde inşaat sürecinin hızla başlatılabilmesi için, “engel görülen” hükümlerin kaldırıldığını ve hareket serbestliği yaratıldığını söyleyebiliriz. 

Tek plan, plansızlık

Mevcut yasalar yeterli değil miydi? Neden böyle bir değişikliğe ihtiyaç duyuldu?

Olağan bir dönemden geçilmediği için, olağanüstü kararların alınmasına ilkesel olarak bir itirazda bulunulamaz. Hatta yaşanan sorunun büyüklüğü ortada iken, hızlı hareket etmek anlaşılır bir durumdur. Fakat hızlı hareket etmek ile aceleye getirmek arasında bir fark var.

Biraz açalım. Hızlanmak, önceliklerin belirlenmesi demek. Öncelik oluşturmak da, tersinden, başka unsurların geri plana atılması anlamına geliyor. Eğer geride bıraktıklarınızın ağırlığı ve önemi çok büyükse, hızlı hareket etmiş olmuyor, aceleye getirmiş oluyorsunuz. Kararname de bunu yapıyor, aceleye getiriyor.

Bu kararnamede istisna getirilen mevzuat hükümleri, hiç de hafif başlıklar değil. Mesela, planlama. Yıkımın boyutları o kadar büyük ki, sadece binaları değil, kentleri konuşmaya başlamıştık. “Ovalara, sulak alanlara ya da fay hatlarının olduğu bölgelere yerleşilir mi?” soruları haklı olarak daha çok soruluyordu. Oysa bu kararnamede, plan sözcüğünün kullanıldığı ilk cümle, inşaata başlanabilmesi için plana gerek olmadığını söylüyor.  

'Geçici barınma alanları kalıcılaşıyor'

Kent planlaması da uzun süreli bir çalışma gerektirmiyor mu? Planlama yapılması durumunda, geçen süredeki barınma ihtiyacı nasıl çözülecek?

Haklısınız… Planlama, kararnamenin konu edindiği bina inşaatından farklı bir olgu; çok daha geniş bir alanda irdeleme, anlama, sentezleme ve çözüm üretmeyi içeriyor, bilimi kullanıyor. Bunu yaparken de, farklı uzmanlık dallarının bir arada çalışmasını öngörüyor. Bütün kentler için böyledir ama vurgulamak için söylüyoruz. Hatay’ı yeniden planlamak için, sadece plancı, mimar ve mühendis yetmez. Tarihçilerle, sosyologlarla ve birçok meslek grubu ile birlikte çalışmanız gerekir. Bu ekip çalışması, elbette biraz zaman alır. Ancak bu yöntem, sadece binaya odaklanmayacak, bölgenin bütününü ele alacak, kent ve kır arasında sağlıklı bir ilişki kurmaya çalışacak ve nitelikli bir yaşam alanı üretmeyi deneyecektir. O yüzden, binalar ve kentlerin aynı şeyler olmadığını, binaların kentlerin çok ufak bir parçası olduğunu bilerek, zaman açısından bir kıyaslamanın doğru olmadığı söylenebilir.

Barınma sorununa gelince. Afetler sonrasında, kalıcı yapılar inşa edilene kadar, geçici barınma alanları kurulur. Kurulumu da, öncelikle güvenilir olması beklenen açık ve kamusal alanlara yapılır. Barınma üniteleri arasındaki mesafeden toplam kapasitesine, sahip olmaları gereken yemekhane, sağlık birimi, lojistik merkez, çöp toplama alanı, tuvalet/duş alanından kurulacakları alanın eğimine kadar kimi standartları vardır. Bu standartlar sağlandığında, depremden etkilenen vatandaşlar, planlama ekiplerinin çalışacağı süre içerisinde güvenle barınabilir.
İşin ilginç tarafı, kararnamedeki yapılaşma da buna işaret ediyor. Tek bir farkla. Geçici olmasını beklediğimiz, bu yüzden adına geçici barınma alanları denilen, birbirini tekrar eden formalara sahip, modüler bir yapılaşma türü, kararname ile kalıcılaştırılıyor. O tek fark, başlı başına derin ve büyük bir sorun demek.

Bu kadar büyük bir yıkımın ardından, böylesine büyük bir risk nasıl göze alınıyor?

Herkes gibi, başta, siyasi ve ekonomik tercihleri söyleyebiliriz. Biliyorsunuz, depremin hemen ardından yeniden inşanın maliyetine dair açıklamalar yapıldı. 25 ile 80 milyar dolar arasında bir paradan söz ediliyor. Bunun yanına, uzun yıllarca Türkiye ekonomisinin ana damarlarından biri olan ve 200’ün üzerinde alt sektörü etkilediği söylenen inşaat sektörünün son 2 yıldır küçüldüğünü, küçülmenin boyutlarının 2022 yılının 3. çeyreğinde yüzde 14.1’e ulaştığını ekleyelim.

Ayrıca, kararnamede yer almıyor ancak resmi makamlarca, deprem bölgesinde toplam 270 bin konut yapılacağı ifade edildi. Bu sayı, 2021 yılında, tüm Türkiye’de yapı kullanım belgesi alan bağımsız daire sayısının 624 bin civarında olduğu düşünülürse, bir yılda oturmaya hazır hale gelen konut sayısının yüzde 40’ına denk geliyor. Bu verilerin birbirini tamamlaması pek muhtemel.

Bunların üzerine, hayata ve dünyaya bakıştaki kapasite sorunu ile kent kültürünün zayıflığını ya da bilerek zayıflatılmak istenmesini ekleyebiliriz. Çünkü kentlilik, insanlar arasında teması arttıran, ortak bir bilinç yaratan, aklın gücüne güvenen ve örgütlülük düzeyini yükselten bir olgudur.

İnşaat şirketlerine 'sınırsız' kaynak

Kentlilik başlığını biraz ayrıntılandırabilir misiniz?

Konu, yıkıma uğrayan kentlerin nasıl yeniden yapılanacağı tartışmasından başladığı için, kentlilik olarak ifade ediyoruz. Ancak, buna vatandaşlık, yurttaşlık hakkı da diyebiliriz.

Kararnameden birkaç örnek vermeye çalışalım. İmar Kanununda imar ve parselasyon planların için tanımlamış olan, askı, ilan ve itiraz hükümlerinin yeni yapıların yapılacağı alanda uygulanmayacağı belirtiliyor.

Ya da ihale sürecine ilişkin getirilen düzenlemelere bakalım. Kararnamede, yapılacak ihalelerde, yaklaşık maliyet ve anahtar teslim bedeli belirlenmesine gerek olmadığı söyleniyor. Kamunun yapması gereken bir işi özel sektöre yaptırmasını, başlı başına bir sorun olarak görüyor olsak da, sıkça başvurulan bu yöntemde, yasalara göre kamuyu korumak için kimi önlemler alınması gerekli.

Bunlardan biri, ihale öncesinde kamu görevlilerinin bir araştırma yaparak, olası maliyeti belirlemesi ve bu maliyetin çok üstünde ya da çok altında kalan teklifleri elemesi. Böylece, işin bitirilmemesi ya da kamunun maddi olarak zarar uğratılması ihtimali engellenmek isteniyor. Bir diğeri de anahtar teslim bedeli ile toplam maliyetin belirlenmesi. Bu da ihaleyi alan yüklenicilerin, sınırsız ve takibi zor bir şekilde kamu kaynaklarını kullanmasını engellemeyi hedefliyor.

Şimdi, kararname ile her ikisine de muafiyet getiriliyor. Elbette, konunun bir boyutunun, Türkiye ekonomisinin ve enflasyon oranlarının belirsizliğinden kaynaklı olduğu söylenebilir. Ancak, bu yaklaşım, hem yaklaşık maliyet tespitinin hem de anahtar teslim bedelinin, ihalelerin denetimindeki önemli kriterler olduğunu değiştirmez. Bir şeyin kamuya ne kadara mal olacağının bilinmesi, ihalenin verildiği firmanın da yapılan ödemelerin de denetlenebilir olmasını mümkün kılar. Kararname, ne yazık ki, yurttaşların denetim hakkını da elinden alıyor, mevzuatın uygulayıcılarına bir keyfiyet sağlıyor.

Molozların akıbeti belirsiz kalacak

Bir noktayı daha sormak istiyoruz. Depremden etkilenen birçok kırsal alan var.  Buralara nasıl yaklaşmak gerekli? Kararnamede bu konuya dair bir düzenleme var mı?

Çok doğru… Depremden etkilenen bölgenin, gözetilmesi ve korunması gereken önemli kırsal kaynakları var. Sadece coğrafi açıdan değil, sosyal ve ekonomik yapı açısından da durum böyle. Üzerine ayrıca çalışılması gerekiyor. Bu aşamada kestirme yanıtlar verip, planlamanın detaylı bir ekip çalışması olduğu vurgusu ile çelişmek istemeyiz.

Ancak, kararnameyi yorumlayabiliriz. Kararnamede, kırsal alanları ve dolayısı ile kentleri, olumsuz bir şekilde etkileyecek kararlar olduğunu görüyoruz. Normalde yapılaşmaya kapatılmış olan ve özel kanunlar ile korunan orman ve mera alanlarında inşaat yapılmasına izin veriliyor. Oysa kent, kır, bölge planlamasında, orman ve mera alanları bir anlamda dokunulmaz alanlardır. Ekosistemleri bir kez tahrip edildiğinde, yerine yenisinin konulması ya çok uzun sürer ya da imkânsızdır.

Buna ek olarak, deprem bölgesindeki molozlarının geri dönüştürülebilmesine dair hükümler var. Geri dönüşümün ekonomik açıdan rasyonel olduğu söylenebilir. Fakat bunu yapacak tesislerin, belirli koşulları sağlaması zorunludur ve bunlar belgelenir. Kararname, belgelemeye muafiyet getiriyor. “Çevrenin korunmasına ilişkin önlemler alınmak kaydıyla” diye bir ifade var. Ancak, gerekli önlemleri aldığını belgelendiremeyen bir tesiste bu nasıl kontrol edilecek? Tarım ve hayvancılığın yaygın olduğu bir bölgede, bu kontrolsüzlüğün sonuçlarının olması kaçınılmaz. 
Dolayısı ile yine başa dönüyoruz. Kararnamede hızlı hareket etmek için göz ardı edilen başlıklar, asıl dikkate alınması gereken başlıklar. Buna dikkat etmediğimizde, yaşadığımız acılar ortada.

EMRE ALIM / SOL-Özel


KISA KISA GÜNDEM - 28 ŞUBAT 2023 -

 


TGRT ana haber sunucusu: Artık işsizim(SOL)

Ekonomik krize dair yaptığı eleştirilen haber sunumlarıyla gündem olan TGRT Haber Ana Haber sunucusu Ekrem Açıkel'in ekrandan uzaklaştırıldığı iddia edilmişti. Sosyal medya hesabından paylaşım yapan Ekrem Açıkel, "Artık işsizim" dedi. Ekrem Açıkel şu ifadeleri kullandı: "Dostlar ısrarlı sorunuza cevap zamanı. Ekrandan çekilmiş zorunlu izne çıkarılmıştım. Kanalla anlaşarak yolları ayırdık. Mazeretlere sığınmadan aşkla çalışıp işime ruhumu katarak bayraklaştırdığım TGRT Ana Haber benim için bitti. Hakikate hürmete devam edeceğim artık işsizim."

Demirtaş'tan Erdoğan'a 'helallik' yanıtı: 'Hiç utanmıyorsun, helal olsun be'(SOL)

Edirne Cezaevi'nde tutuklu bulunan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş,  AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın "İlk birkaç gün Adıyaman’da arzu ettiğimiz etkinlikte çalışma yürütemedik. Bunun için sizden helallik istiyorum” sözlerine tepki gösterdi. Demirtaş'ın sosyal medya hesabından yapılan paylaşımda "Ben sana helal olsun (!) diyorum Erdoğan. 100 bin insanın ölümünden sorumlusun ve bırak istifa etmeyi, halen aday olmayı düşünüyorsun. Hiç utanmıyorsun. Helal olsun be!!! #helaletmiyorum" ifadelerine yer verildi.

Kızılay'ı protesto eden SOL Parti üyelerine ev baskınlarıyla gözaltı (SOL)

Bugün Mersin'de Kızılay'ı protesto eden SOL Parti üyelerinden 13 kişi ev baskınlarıyla gözaltına alındı. SOL Parti Mersin İl Örgütü üyeleri, Kahramanmaraş merkezli depremlerin üçüncü gününde deprem bölgesine gönderilmesi gereken çadırları sattığı ortaya çıkan Kızılay'ı protesto etti. Bir Gün'ün haberine göre Kızılay Mersin Şubesi önünde gerçekleştirilen protestonun ardından SOL Parti üyeleri, akşam saatlerinde polis tarafından yapılan ev baskınlarıyla gözaltına alınmaya başladı. Edinilen bilgiye göre şu ana kadar İl ve İlçe Yönetim Kurulu üyeleri Kemal Dama, Mehmet Antmen, Hazal Manguldar, Tuna Şahin, Çağdaş Oğul Arı'nın da içinde olduğu 13 SOL Parti üyesi gözaltına alındı. (SOL Parti'den gözaltılara tepki) SOL Parti, gözaltı kararlarına tepki göstererek, "Mersin'de parti üyelerimiz Kızılay önünde yaptıkları eylem nedeniyle ev baskınlarıyla gözaltına alınıyor. Baskıya, tehdide, zorbalığa boyun eğmeyiz. Gözaltıları derhal serbest bırakın" açıklamasında bulundu.

Arda Turan İspanya'da vergi kaçırmakla suçlanıyor (SOL)

İspanya'da Barselona kentindeki Esplugues 2 numaralı mahkemesinin, savcılığın yürüttüğü soruşturma sonrasında eski futbolcu Arda Turan'ı Atletico Madrid ve Barcelona'da forma giydiği dönemlerle bağlantılı olarak vergi kaçırmakla suçladığı bildirildi. AA'nın aktardığına göre Vozpopuli adlı İspanyol gazetesinin haberinde, savcılığın Arda Turan'ı 2015 ile 2016 yılları arasında 828 bin avro vergi kaçırmakla suçladığı belirtildi. Haberde, Arda Turan ile ilgili 2021 yılında başlatılan soruşturmanın tamamlandığı ve savcılığın yaptığı suçlama sonrasında Barselona'daki Esplugues 2 numaralı mahkemesinin dava açmak için ilk girişimde bulunduğu, ancak anlaşma yoluyla dava açılmadan soruşturmanın kapatılabileceği kaydedildi. İspanya'da 2015'te 499 bin 740 avro, 2016'da 328 bin 351 avro vergi kaçırmakla suçlanan Arda Turan'ın, ilerleyen haftalarda Barselona'ya gelerek, mahkeme huzurunda Maliye ile anlaşarak dava açılmadan çözüm bulabileceği ifade edildi. İspanyol gazetesi, hesaplarda usulsüzlük olduğuna ilişkin 2015 yılında yetkili makamlarca uyarılan Arda Turan'ın "bunu ciddiye almayarak, gelir beyanında bulunmadığını" yazarak, şu bilgileri paylaştı: "Arda Turan 2016 yılında kişisel gelir vergisi beyannamesini sunmuş ancak imaj haklarından elde ettiği gelirleri eksik vermiş. Arda'nın, Barcelona'nın futbolcusu olarak 10 milyon 386 bin 780 avro 15 sent maaşı ortaya çıkmış ve bunun 4 milyon 644 bin 244 avro 39 senti vergi olarak kesilmiş. Ancak reklamlardan 4 milyon avrodan fazla gelir elde ettiği tahmin ediliyor." İspanya'da şimdiye kadar Cristiano Ronaldo, Lionel Messi, Xabi Alonso, Marcelo, Fabio Coentrao, Radamel Falcao, Angel Di Maria, Luka Modric, Javier Mascherano gibi futbolcular ve teknik direktör Jose Mourinho'un da aralarında olduğu futbol dünyasından çok sayıda isim, vergi kaçırma suçundan para cezası aldı.

Patron işçileri zorla hasarlı fabrikaya soktu: Depremde yıkılan fabrikada 1 işçi öldürüldü (SOL)

Kahramanmaraş'ın Dulkadiroğlu ilçesi Karaziyaret Mahallesi'nde depremlerde ağır hasar alan bir metal fabrikasının patronu, bazı işçileri paket ürünlerini hasarlı fabrikadan çıkarmak için zorla içeri soktu. Bu esnada, bugün Malatya merkezli 5,6 büyüklüğündeki artçı sarsıntıda, fabrikanın tavan ve kolonları çöktü, işçiler enkaz altında kaldı. Tavan ve kolonların çöktüğü fabrikada işçiler, enkaz altında kaldı. Bölgeye giden itfaiye ekipleri, Ali Çam, İdris Nacar, Mehmet Canlı ve İbrahim Burak Öztürk'ü yaralı kurtardı. Kolonun altında kalan İsmail Alakız ise hayatını kaybetti. Yaralanan işçiler, ambulanslarla hastaneye kaldırıldı. Fabrika önüne gelen işçi yakınları, fabrikanın patronunun mallarını kurtarma derdine düştüğünü, girilmesi yasak olan hasarlı fabrikaya işçileri zorla soktuğunu belirterek tepki gösterdi. Öte yandan ağır hasar alan fabrikanın duvarlarında ve girişteki danışma ofisinin kapısındaki iş güvenliğine ilişkin "sözde" uyarılar dikkat çekti. Ofis duvarında ''İş güvenliği bu noktada başlar'' ile fabrika duvarlarında ''Önce iş güvenliği'' yazısının olduğu görüldü. DHA'nın haberine göre, olaya ilişkin soruşturma sürüyor.

Mansur Yavaş açıkladı: Kızılay Hatay'a boş giden kamyonlara çadır yüklememiş (SOL)

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Yavaş Kızılay'dan çadır almadıklarını ama Hatay'a giden boş kamyonlarına Kızılay çadırı yüklemeyi önerdiklerini ancak bu teklife geri dönülmediğini açıkladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/mansur-yavas-acikladi-kizilay-hataya-bos-giden-kamyonlara-cadir-yuklememis-367182)

Kılıçdaroğlu'ndan Çakıcı'ya mesaj: 'Hepinizle hesabımız var'(SOL)

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada isim vermeden Alaattin Çakıcı'ya seslenerek "Şimdi oturun bana tehdit mektupları yazın. Herkes olması gerektiği yere gidecek, bu da benim sözüm olsun" dedi. Kılıçdaroğlu Twitter hesabından yaptığı paylaşımda şu ifadeleri kullandı: "Türk milletini, gençlerimizi hiçbir illegal oluşumun tehdit etmesine izin vermeyiz. Herkesin safı netleşsin. Depremde canla başla mücadele eden gençlerden mi yanasınız, yoksa sosyal medyadan tehdit mesajları yayınlayanlardan mı? Beşli Çeteler, mafyalar, çantacılar, rantçılar… İnanın hiç fark etmez, hiç! Hepinizle hesabımız var. Şimdi oturun bana tehdit mektupları yazın. Herkes olması gerektiği yere gidecek, bu da benim sözüm olsun." Alaattin Çakıcı tribünlerde hükümeti istifaya çağıran taraftarları tehdit ederek "Bu ihaneti organize eden kim ise bu ihanetlerde kim aktif görev almış ise Allah'ın laneti üzerlerine olsun devlet ve milletine bağlı olanlar bu ihaneti asla unutmayacaklar" ifadelerini kullanmıştı.

TİP'li Sera Kadıgil'den gözaltılara tepki: 'Kemiği kırılanlar var'(Rıfat Kırcı-Cumhuriyet)

Kızılay’ın depremzedelere ücretsiz dağıtması gereken çadırları yardım kuruluşlarına satmasını protesto eden TİP’lilerin gözaltına alınmasına kamuoyu tepki gösterdi. TİP Milletvekili Sera Kadıgil “Korkuyorlar, hesap verecekler” derken yurttaş ise polislere “Onlar yardım kolisi hazırlıyorlardı. Sizi ezenler karşında sizin hakkınızı savunan onlar” şeklinde tepki gösterdi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/tipli-sera-kadigilden-gozaltilara-tepki-kemigi-kirilanlar-var-2055977)

Kan üzerinden rant kavgası (BİRGÜN)

Kızılay’ın en önemli görevlerinden biri olan kan ve kan ürünleri ile ilgili nasıl bir işlem yürüttüğü sorusu da gündeme geldi. Dr. Ergün Demir ve Dr. Güray Kılıç, Kızılay’ın gönüllülerden bağış ile temin ettiği kanı ücret karşılığı hastanelere verdiğini belirterek “Kızılay ticari bir kuruluş mudur?” diye sordu.(Ücret karşılığı veriliyor) Tartışmaların odağındaki Kızılay'a ilişkin bir değerlendirme yapan Demir ve Kılıç, Sosyal Güvenlik Kurumu’nun Sağlık Uygulama Tebliği’ne (SUT) dikkat çekti. Demir ve Kılıç, SUT'ta kan ve kan bileşenlerinin temini ve bedellerinin ödenmesi ibarelerin yer aldığını anımsatarak “Kızılay, tüm hastanelerin ihtiyaç duyduğu kanı gönüllü bağışçılardan temin ediyor, bağış yolu ile alınan insan kanı, hastanelere SGK’nin belirlediği ücret karşılığı veriliyor, kan bileşenlerinin fatura bedelini kamu hastaneleri Kızılay’a, SGK ise SUT’ta belirlenen tutar üzerinden hastanelere ödüyor” dedi.(https://www.birgun.net/haber/kan-uzerinden-rant-kavgasi-422982)

Cerrahpaşa Tıp'ın büyük kısmı deprem risk durumu nedeniyle kapatıldı (Evrensel)

Rektör Nuri Aydın, acil ve çocuk servisleri haricindeki hasta kabulünün ve tüm ameliyatların durdurulduğunu açıkladı. Hastane geçici olarak Prof. Dr. Murat Dilmener hastanesinde hizmet verecek.(https://www.evrensel.net/haber/483603/cerrahpasa-tipin-buyuk-kismi-deprem-risk-durumu-nedeniyle-kapatildi)


(derleyen: mstfkrc)








Türkiye’nin göç yolunda sınırlarda ölen gençleri - Çağdaş Gökbel / SOL

 


Özne gizlendiğinde gerçekleri kavramak zorlaşıyor. ‘Beyin Göçü’ böyle bir kavramsallaştırma ve pek çok şeyin üzerini örtüyor.

Not: Bu köşe yazısı deprem felaketinden önce kaleme alınmıştır. Yazının amacı, göçün trajedilerle dolu görülmeyen yüzünü bir biçimde gösterebilmekti. Türkiye’deki mevcut iktidarın, göç etmeye çalışan yurttaşlarının canı için çaba göstermesi gerektiğini vurgulayabilmekti. Ancak deprem gösterdi ki yurttaşlarımızın canı, sermayenin kârına sıkıştırılmıştı. Emperyalist yağmayla talan edilen Libya ve Suriye’den göç eden insanlarla konuşma fırsatım oldu. Savaşın getirdiği yıkıma göç yollarının acımasızlığı eklenmişti. Şimdi, Türkiye bu trajediyi bir yönüyle yaşıyor ve her trajedide olduğu gibi gerçekleri halı altına süpürmeyi meziyet sanıyor. Gerçekler ise geleceği uğruna yola çıkan yoksul yurttaşlarımızın doğayla ve AB’nin acımasız sınır birlikleriyle mücadele ettiğini gösteriyor. Çok yönlü bir göç dalgasının ortasında medya, vizeyle ve uçakla yolculuk etme ayrıcalığına sahip olanlara odaklanmaya devam ediyor. Diğerlerinin hikâyesi ise yine metalaştırılan haberin ruhuna uygun bir biçimde estetize ediliyor ve izleyicilerin tüketimine sunuluyor. Resmi rakamlar bize bir şey söylüyor, oysa resmi rakamların ötesindeki gerçeklik ise daha büyük bir trajediyi haykırıyor. Yine kimse gerçeği görmek istemiyor...

“Avrupa Birliği (AB) ülkelerine iltica talebi geçen yıl, 2015 yılındaki göç krizinden bu yana en yüksek seviyeye çıkarak 1 milyona ulaştı. Türkiye, 55 bini bulan başvuruyla Suriye ve Afganistan’ın ardından 3. sırada yer aldı.”1

Uzunca bir süredir bu köşede ısrarlı ve inatlı bir mücadele veriyoruz. Çoğul eki kullanıyorum çünkü bu mücadeleyi tek başıma verdiğimi söylemem haksızlık olur. Gazeteciliğin altın kurallarından biri bir konunun üzerine inatla gitmektir. Gazeteci bunu gerçekleştirmek istese bile bağlı bulunduğu gazetenin de bunu istemesi gereklidir. Yani gazeteci ve gazetenin kendisi gerçeğin açığa çıkması çabasında uyumlu olmak zorundadır. Bu anlamda soL Haber’in desteği benim için gerçekten önemliydi. Yurt dışına göçün, medya aracılığıyla şuursuzca propaganda edilmesinin sonuçlarını artık net bir biçimde görüyoruz. Hafızam beni yanıltmıyorsa yaklaşık iki sene önce soL Haber’in genel yayın yönetmeni Mehmet Kuzulugil ile yaptığımız telefon konuşmalarında konvansiyonel medya ile telegram gibi mecraların insanları nasıl göçe teşvik ettiğini kritik etmiştik.2 Bir felaket geliyordu, bunu görüyorduk ve elimizdeki araçlarla halkımıza yalan söyleyenlere karşı başka bir gerçek olduğunu göstermeye çalışıyorduk...

Maalesef tahmin ettiğimiz gibi toplumsal bir olgu olan göç, kişisel trajedilerle karanlık yüzünü göstermeye başladı. Elbette trajediler bireysel gibi görünse de bu trajedileri yaratan, toplumsal iletişimin para hırsıyla organize edilmesiydi. Prof Dr. Nazife Güngör’den çok önemli dersler aldık. Bu dersleri aklımdan çıkarmam kolay değil; çünkü duyduklarımı okuduklarımla pekiştirmeyi başarabildim. Maalesef bugün, iletişim fakültelerinde giderek silikleşen bir ekolün temsilcisinden bahsediyorum. Gazeteci tıpkı doktor gibi yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgiyi temsil edebilir. Bu yüzden toplumsal sorumluluğu omuzlarında hisseden gazeteciler korkunç bir stres yükü altında iş yaparlar. Bunu salt para kazanmak için harcanan çaba olarak görmeyin. Böyle görenler zaten gazeteci olamamış demektir. Daha çok kâr etmek için aşağıdaki ekran görüntülerinde göreceğiniz gibi utanmazca halka karşı suç işliyorlar.






‘İddiaya göre İsviçre Türkiye’den gelen ekonomik temelli mülteci başvurularına olumlu yanıt verecek. İsviçre mülteci ofisinin cevabı hemen yanında’

Bir gazeteci soğukkanlı bir seri katil olabilir mi? Buz gibi olur. Yukarıdaki görüntüde yer alan iddiayı pek çok gazete kaynak göstermeden haber yaptı. Meslektaşım Hakan Erol ile bu konuyu tartışırken ona şunları yazmıştım: “Bu haberi gören insanlar valizini hazırlamaya başlamıştır bile”. Twitter paylaşımındaki alıntılara bakılırsa bunun çabucak gerçekleştiğini acı bir biçimde gördük. Medyanın bu düzende durabileceği bir nokta yok. İndikçe en dibe, pislik dolu sulara dalmaya devam ediyor. Bu kuruluşlarda gerçekten bir tane gazeteci olsaydı, hiçbir ülkenin enflasyon temelli mülteci kabul etmeyeceğini rahatlıkla bilirdi. Muhtemelen biliyorlar da etkileşimin, paranın yüzü tatlı geliyor anlaşılan; belki farkında değiller ama hepsi soğukkanlı seri katiller.3

Medya, işçi sınıfını görmezden geliyor. Bunu yaparken bir orta sınıf efsanesine tutunuyor. Aslında medya kapitalizmde karşı karşıya gelen iki önemli sınıfı gizleme gayreti gösteriyor (burjuvazi ve proletarya). Biz buna ‘Şeyleştirme Kuramı’ diyoruz. Bir haber metnini yazarken şeyleştirme, ‘faili-özneyi’ gizlemeye yarıyor. Kim? Sorusunun cevabının olmadığı bir iletişim dili inşa ediliyor. Örneğin: Devlet eliyle işlenen bir cinayetin haberi şeyleştirme müdahalesiyle ehlileştirilmeden verilemez. İşte medya sınıfları gizlerken esasında katili gizliyor. Özne gizlendiğinde gerçekleri kavramak zorlaşıyor. ‘Beyin Göçü’ böyle bir kavramsallaştırma ve pek çok şeyin üzerini örtüyor. 

Neyin üzerini örtüyor? 

Meksika ya da Yunanistan sınırından kaçak geçen binlerce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının yaşadığı trajedinin üzerini örtüyor. Türkiye’de çok güçlü bir göç eğilimi var, bunun üzerini hamasetle kuru vatanseverlik söylemleriyle örtemeyiz. Zaten bu hızla giderse kimse hamasetle bunun üzerini örtemediğini görecek. Hamaset biz devrimcilerin işin değil, bizler gerçeklere odaklanmak zorundayız. Birazdan o gerçeğin ne olduğunu tek tek yazacağım. Okur bu satırlardan Türkiye’den bir kalifiye insan göçü olmadığı iddiasında olduğum çıkarsaması yapmamalı. Anlatmaya çalıştığım şey, medyanın işçi sınıfını görmezden geldiği. Vize almayı başarıp uçakla güvenli bir şekilde ülkeyi terk edenlerin hikâyesi, tıpkı profesyonel bir reklam metnine yaslanarak hazırlanmış bir reklam filminde olduğu gibi güçlü bir başarı hikâyesi olarak pazarlanıyor. İşte bu başarı hikayesine ‘Beyin Göçü’ deniyor. Oysa bu kavramsallaştırma bir camera obscura işlevi görüyor. Gerçekler, reklamın diliyle harmanlanarak baş aşağı duruyor. Ayrıca pek çok üniversite mezunu gencimizin Avrupa’da kendi işini yapamadığını ve temel iş gücünde yer almak zorunda olduğunu söylemiyorum bile. Vize alamayan gençlerimiz ise insan kaçakçılarının insafına kalıyor.4 30 yaşındaki Barış Büyüksu o gençlerden biriydi. Üniversite mezunuydu ve insanca yaşayabilecek bir ücrette çalışma imkânı bulamadığı için çareyi yurt dışına göç etmekte buldu. Beyin göçünü ve medyanın gerçeğin üzerini örtme çabalarını bir kenara bırakalım. İnsanlar yüzyıllardır aynı reflekse göç ediyor. Yani refahı arıyorlar. İnsanca yaşamak istiyorlar. Onları yargılamak bir gazeteci olarak benim işim değil. Yunanistan’a geçen Barış, insanlığa karşı girişilen bir suçun kurbanı oluyor. Olayın detayları şu şekilde: 

“VOA tarafından görülen ilk otopsinin raporu, işkenceye işaret eden yaralanmaları kayıt altına alıyor. Rapora göre Barış Büyüksu’nun yüzünü ve bedenini kaplayan kesikler ve çürükler bulunuyordu ve iç kanama bulguları belirlenmişti. Büyüksu’nun yüzü ve boynunda kesikler, gözleri ve ağzının etrafında morluklar, göğsünde 25 santimetre genişlikte büyük morluklar, sırtında yarım metreye varan kesikler olduğu tespit edildi. VOA ayrıca şişme botta bulunan diğer mültecilerin Türk polisine verdiği ifadelerin kopyalarına da erişti. Buna göre mülteciler soyunmaya zorlandıklarını ve dövüldüklerini, Büyüksu’nun yan odada işkence gördüğünü, hatta elektrikle işkence edildiğini düşündüklerini söyledi. VOA’in bu iddiaları doğrulama imkanı bulunmuyor. Filistinli sığınmacı Abdurrahman Zekud, Türk polisine şu ifadeyi verdi:“Acı çektiğini duyuyorduk. Elektrikle işkence gördüğünü anlıyorduk. Elektrikli işkence makinası olduğunu düşündüğüm bir makinanın sesini duyabiliyordum. İşkence gece boyunca sürdü. Sabah 5 civarında bizi odadan çıkardılar. Türk vatandaşını da çıkardılar ve yanımıza getirdiler. Hepimizi bir aracın içine koydular ve denize götürdüler. Önce kelepçeleri, sonra da gözümüzdeki bağları çıkardılar.”5  Yunan sınır güvenliği tarafından mülteciler Türkiye’ye doğru geri gönderildi ve Barış Büyüksu gördüğü işkencelere daha fazla dayanamayarak hayatını kaybetti. Türkiye AŞ’nin Ceo’su Erdğan’ın ülkeyi getirdiği nokta işte burası. AB ile yapılan geri kabul anlaşmasının acı sonucu. Ayrıca Barış’ın trajedisi haber olduğu için biliyoruz. Göç yolunda kim bilir kaç tane Barış yaşamını yitirdi. Geçtiğimiz aylarda Antepli bir gencimizin Sırbistan sınırında donarak öldüğünü yazmıştım. Göç medyamız için seyirlik bir eğlence olduğundan kimse ölen berberleri, aşçıları ve işçilerin hayatını umursamıyor. Tıpkı salgın döneminde internete ve yeterli araca erişimi olmadığı için eğitim hakkından mahrum bırakılan çocukları umursamadıkları gibi. Vicdan sahibi bir ‘iş insanının’ hediye ettiği dizüstü bilgisayarın reklamını yapmak ideolojik ve maddi açıdan işimize geliyor. Konudan daha fazla sapmadan devam edelim. Barış’ın hikayesini gazeteden yazar arkadaşım Engin Solakoğlu ile paylaşıyor ve onun deneyimlerine başvurmak istiyorum. Böyle bir durum karşısında Türkiye, Yunanistan’a karşı ne yapabilir diye soruyorum. Cevabı şu şekilde:

“İlk bakışta karşımızda bir cinayet varmış gibi görünüyor ama esasen ortada bir insanlık suçu var. Türkiye ile AB arasındaki Geri Kabul Düzenlemesi bu suçun temel mekanizması. Yunanistan, uzun süredir göçmenlere karşı yaptığı kötü muameleyle, geri itmelerle ve cinayetlere gündeme geliyor. Yunan hükümeti, esasen bu suçu AB adına işliyor. Kimi STK’ların bu suçlara dikkat çekmeleri gözaltı, tutuklanma ve mahkeme süreçleriyle sonuçlanıyor. Dikkat ederseniz ne AB sözcüleri ne de tek tek ülkeler kendi yurttaşlarının da gayet “erdoğanvari” sözde adli süreçlerle hedef alınmasına ses çıkarmıyorlar. Meselenin Türkiye boyutuna gelince. Her konuda bağırıp çağıran Akepe yönetiminin kendi vatandaşının Yunanistan tarafından işkenceyle öldürülmesine sessiz kalması ibret verici ama sebepsiz değil. Yıllardır Ege’de sahneye konan “geri itme” uygulamaları sadece Yunanistan’a ait değil. Bu çirkin ve ölümcül dansın diğer partneri Akepe Türkiyesi.  Sessizliğin birinci sebebi bu. İkinci sebebi ise uyguladığı ekonomik programla ülkeyi bir emek cehennemi hale getiren Akepe’nin Yunanistan tarafından bu ülkeden kaçmak durumunda kalanlara karşı işlenen cinayet ve cinayetlerin azmettirici konumunda olması”.  Solakoğlu, net ve açık bir cevap veriyor.

Şimdi, sözü doğrudan bu yollardan geçmiş göçmen bir yurttaşımıza bırakmak istiyorum. Medyanın giriştiği cinayetler serisini açığa vuruyor ve gerçeğin izini sürmeye devam ediyoruz.

“Yunanistan'a Türkiye'den geçişin çeşitli yolları vardır. Bunun en yaygın olanı Meriç nehri üzerinden bot, sandal ve derinlik/yakınlığa bağlı olarak yüzerek geçmelerdir. İki tarafın kolluk kuvvetleri eskiye oranla denetimi çok arttırmış olsalar bile tam anlamıyla denetim mümkün olmadığından hala kaçışlar sürmekte. Türkiye tarafı genelde yabancı milletlerden insanların geçişine göz yumuyor; yakalamaya çalıştığı daha çok siyasi sebeplerle ülkeyi terk etmek isteyenlerdir. Bu geçişler şebeke ile yapılmışsa çoğunlukla bir veya daha fazla rehber de yanlarına verilir. Bu rehberler genelde yabancı olurlar. Çünkü, Türk askeri yakaladığında serbest bırakmaktadır. Çünkü, kendilerinin de kaçak olduğunu söyledikleri için aksi yönde bir işlem yapılamıyor. Fakat karşı tarafta yakalanırlarsa, Türkiyeli kaçak bir ekibin yanında bunların rehber olduğunu anlayan Yunan polisi, çok ağır darp ve ağır cezalandıracakları bir mahkemeye sevk ile karşılaşıyorlar. Bu kısmı, Türk tarafıyla ilgiliydi. Yunan tarafı ise asker, polis vb. dışında paramiliter diyebileceğimiz güçleri sınırda konuşlandırıyor. Gerek resmi gerek gayriresmi bu güçler adeta kaçak avındalar. Yakaladıklarında yaygın yaptıkları işlem fiziki olarak soymak, tüm eşyalarına el koymak ve kaba dayak atmaktır.

Sonrasında bu insanları bir alanda toplayarak toplu şekilde geri Türkiye tarafına atıyorlar. Bu atma işlemlerini de yine bizzat kaçaklara yaptırıyorlar. Kaçakları Türkiyeli olmayanlardan seçiyorlar, belli sayıda karşıya atış yapanın ülkeye kaçak girmesine izin veriyorlar. Eskiye göre Yunan kolluğu şiddetini ve sınır dışı etme terörünü arttırmış durumda. Eskiden bu sınır hattındaki ormanları aşanlar, kiliseye sığınanların iltica başvurusu alınmak zorunda kalınıyordu. Karakola vb. bir kuruma götürüp, işlemlerini başlatıyorlar ya 6 aylık serbest dolaşım kâğıdı ya da kampa yolluyorlardı. Fakat artık çoğunlukla bu hattı aşmış kişileri bile kapalı kasa kamyonetlere doldurup, sınırdaki alanlarına götürüp, Türkiye'ye atıyorlar. Erkekler için bu pişmanlık yaratmaya yönelik işkence kaba dayak, onur kırmadan ibaretken kadınları ya bizzat taciz ediyorlar ya da oluşturdukları çetelere taciz ettiriyorlar. Ülke içindeki sol ve sola yakın gruplar sık sık mültecilerle dayanışmak, işkenceleri ve geri itmeleri teşhir etmek için kitlesel yürüyüşler yapıyorlar. Miçotakis hükümeti de sağcı bir iktidar, kitlesi de yoğun şekilde göçmen karşıtı. Bu göçmen karşıtı politika onun o kesimlerden destek almasını sürdürüyor. Yunan halkı da Türkiye halkları gibi çarpık şekilde ekonomik vb. sorunlarının büyük sebeplerinden biri olarak göçmenleri görüyor, batılılar tarafından sömürülmelerini değil. Bu yanılsama sağ iktidarların her yerde olduğu gibi Yunanistan'da da işlerine geldiği için bu yönde kullanıyorlar. Zorbalığın ve şiddetin artma sebeplerinden biri de bu”.  İşçiler ve onların yaşamları gazetelerin, televizyonların ve sosyal medyanın umurunda değil. Herkes o kaba fakirlikten ve yoksulluktan köşe bucak kaçmak istiyor. Burada maalesef politik gerekçelerle göç etmiş insanlarımıza değinemiyorum bile. Medya için onların hayatları kızgın demir misalidir ve gördükleri anda çekiliverirler, asla dokunmak istemezler.

Bu uzun yazının sonunda Almanya’ya bir parantez açmalıyım. Çünkü, Almanya tarihsel olarak da vatandaşlarımızın önemli göç noktalarından biri. Bu son başlıkta bana Almanya TKP’den Tevfik Taş yardım edecek. İşte onun gözünden göçün son durumu:

“Bizim Türkiye’den yeni göç dalgası dediğimiz şey yoğun bir biçimde var. İstatistik verileri maalesef söyleyemeyeceğim, bunlara ulaşmak kolay değil. Bizim genç yoldaşlarımız göç konusuyla ilgili bir komisyon oluşturdular. Özellikle sağlık çalışanları alanında, çünkü aramızda doktor ve hemşireler var. Ayrıca hukukçular ve her meslek alanından insanlar var. Hızlı bir akımla karşı karşıyayız hem parti içinden hem parti dışından. Eğitim için gelenler olduğu gibi özellikle çalışmak için gelen çok fazla insan var. Özellikle bunun sağlık alanında çok daha fazla yoğunlaştığını görüyoruz. Şimdi, parti üzerinden gelen yoldaşlarımızı ya da partiye yakın dostlarımızı sıkıntıya sokmuyoruz. Onlara barınacak yer bulmalarında, iş bulmalarında ve dil engelini aşmaları noktasında yardım ediyoruz. Açıkçası güçlü ve etkili bir dayanışma ağı kurmaya gayret ediyoruz. Örgütsüz insanlar ise WhatsApp grupları ve çeşitli sosyal ağlar aracılığıyla dayanışma organize etmeye çalışıyorlar. Biz, nerede böyle bir oluşum varsa o gruplara dahil olmaya çalışıyoruz ve mümkün olduğu kadar insanların sorunlarının çözülmesi için uğraşıyoruz. Ayrıca Bremen, Berlin ve Münih gibi şehirlerde bulunan üniversitelere ilanlar asarak insanlara ulaşmaya çalışıyoruz. Tabii ki bizim motivasyonumuz insanları yalnız bırakmamak ve örgütlemek. Yine de bizim hedeflediklerimizle göç eden insanların hedefleri arasında tam bir uyum sağlanabildiğini söylemek zor. Ama bunun için gerçekten çaba harcıyoruz. En azından bir komisyon oluşturmuş olmamızın önemli bir adım olduğunu düşünüyoruz. İletişim ağlarına girmeye çalışıyoruz. Şu an göç eden insanların en etkili oldukları yerler bu iletişim ağları. Konut sorununu, dil sorununu ve bürokratik engelleri aşma meselelerini bu dayanışma ağlarıyla aşmaya çalışıyorlar. Sayılar çok yüksek, bayağı bir gelen ve giden var, bunu söyleyebilirim.” Tevfik Taş, daha sonra gönderdiği ses kaydında önemli bir başlık daha açıyor: “Bu söylediklerime ek olarak şunları da söylemek isterim. Bu yeni gelen göç dalgasında en önemli unsurlardan bir tanesi kalifiye unsur olmaları. Yani birçoğunun meslek sahibi olması. İkincisi de belki mücadele açısından değerlendirilmesi gerek bir şey de pek çoğunun ilerici yönelimlere sahip insanlar olmalarına karşın, bir yılgınlık içerisinde olmaları. Yani bunu da vurgulamakta yarar olabilir. Örgütlü mücadelede dahil olmak üzere kendilerini pek çok şeye kapatmış durumdalar. Türkiye’deki bu garabet düzenden bıkmışlar, yılmışlar ama mücadele etmeye de takatleri yok. Her biri kendi kişisel-bireysel çözümünün peşinde. Böyle bir şey var, yani bir yanıyla ilericiler diğer yanıyla da atacak barutları yok, enerjileri yok, örgütlü mücadeleye ve bazı şeylerin değişebileceğine inanmıyorlar. Bu da bence yeni göç dalgasında önemli kabul edilmesi gereken veriler içerisinde yer almalı diye düşünüyorum”.

Tevfik Taş, yoldaşımız Almanya’dan yeni göçe dair gerçekten önemli şeyler aktardı. Bu uzun yazıyı sonlandırırken şu notu eklemek zorundayım. Burada meslek sahibi insanlardan kasıt usta işçiler dahil olmak üzere herkestir. Berber, tornacı ve kaynak ustası da buna dahildir. Medyanın bize dayattığı şablonlarla düşünmeyi terk etmenin zamanı geldi. Okuyucular bu insanlar ne yaşadılar ki örgütlenmeye ve mücadeleye güçleri yok diyebilir. Her insanın kendi kişisel hikâyesi içerisinde karşılaştığı büyük zorluklar olabilir. Bu yüzden bu yazıda da belirttiğim gibi insanları yargılamak bizlerin görevi değil. Tevfik ve Almanya’daki dostlarımız canla başla yurt dışına göç etmiş insanları mücadeleye çekmeye çalışıyor. Çok önemli ve zor bir işin içindeler. Onlar başarılı olursa bizler başarılı oluruz. İnsanların ülkelerinden zihinsel olarak kopmalarına izin veremeyiz.

Uluslararası medya yayın organları göçü önce bir reklam nesnesine dönüştürdüler ve yoksul insanlarımıza bir düş gibi pazarladılar. Şimdi, bazı haberlerle sanki günah çıkarıyor gibiler. Sermaye düzeninde medya ne yaparsa yapsın, bu düzen yıkılmadan o günahların affı çok zor. Yoksul insanlarımıza gerçekte olmayan hayali refah cennetini pazarlayanların soğukkanlı seri katiller olduğunu unutmayın.

Çağdaş Gökbel / SOL

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...