Kaza değil cinayet: ‘İş kazalarını’ konu alan filmler (I+II+III) - Mesut Kara / Evrensel

 


(I) 

Son bir iki haftada gazetemizde yer alan konuyla ilgili haberlere baktığımızda bile durumun, sonucun, gelinen noktanın çok ağır kötü, korkulası olduğunu fakat toplumun bu konuda ne kadar, ilgisiz, duyarsız suskun olduğunu görürüz.

Evrensel’e yansıyan son haberlerde yer alan bilgiler şöyleydi:

- Edirne’de fırtınada inşaatın devam ettiği fabrikada çatı yerinden koptu. 5 işçiden 3’ü, çatı parçalarıyla birlikte yaklaşık 12 metre yükseklikten düştü. Düşen 3 işçiden ağır yaralanıp hastanede tedaviye alınan İbrahim Özer, yaşamını yitirdi. (20 Haziran 2023)

- Karaman’da briket makinesine düşen işçi hayatını kaybetti. (19 Haziran 2023)

- Kocaeli Büyükşehir Belediyesi tarafından Derince’de yapılan üst geçitte çalıştığı sırada elektrik akımına kapılan Selçuk Gökbayrak yoğun bakımda yaşam mücadelesi veriyor. (19 Haziran 2023)

- Elazığ’da yük treni, tünelden geçerken tünelin içinde çalışma yapan 2 işçiye çarptı. (19 Haziran 2023)

- Samsun’da kömür deposunu yıkarken istinat duvarı üzerine çöken İşçi Mehmet Elik (52), hayatını kaybetti. (19 Haziran 2023)

- MKE roket ve patlayıcı fabrikasında patlama: 5 işçi yaşamını yitirdi. (10 Haziran 2023)

- Yalova Tersan tersanesinde, 1000 voltluk su hortumuyla yıkama yaparken hortumun çarpması sonucu Ahmet Kaya adlı işçi hayatını kaybetti. (16 Haziran 2023)

- Market Çalışanı Ahmet İkbal Açin, sağanak yağış nedeniyle iş yerinin damındaki su tıkanıklığını giderirken elektrik akımına kapılarak hayatını kaybetti. (15 Haziran 2023)

- İstanbul’un Zeytinburnu ilçesinde raylarda çalışma yapan Vedat Güçtekin adlı işçi Marmaray’ın çarpması sonucu hayatını kaybetti. (13 Haziran 2023)

Yaşananları ve haberlere yansıyabilenleri çoğaltmak mümkün. 08 Haziran 2023 tarihinde İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), yılın ilk beş ayına ait iş cinayetleri raporunu yayımladı. Rapora göre, ilk beş ayda en az 730 işçinin, AKP’li yıllarda ise en az 31 bin 276 işçinin iş cinayetlerinde hayatını kaybettiği bilgisi yer alıyordu raporda. İSİG, yaptığı açıklamada “AKP/Cumhur İttifakının ‘istikrar ve güven’ ile inşa edeceği Türkiye yüzyılı vaadi işte bu. Ülkemizde hüküm süren durum bir ‘iş cinayetleri rejimi’nin varlığıdır. Soma, Davutpaşa, Ostim, Torunlar, Isparta, Düzce, Ermenek, Esenyurt, Erzurum, Samsun, Güllük, Elbistan, Şırnak, Dursunbey, Hendek, 3. havalimanı, Tuzla Tersaneleri, Kot Kumlama gibi birçok işçi katliamı bu dönemde meydana gelmiştir” bilgisine yer verdi.

İŞ KOLLARINA VE YAŞ GRUPLARINA GÖRE DAĞILIMI

2023 yılının ilk beş ayında yaşanan iş cinayetlerinin iş kollarına göre dağılımı: İnşaat, yol iş kolunda 118 işçi; tarım, orman iş kolunda 94 emekçi (27 işçi ve 67 çiftçi); taşımacılık iş kolunda 82 işçi; konaklama, eğlence iş kolunda 80 işçi; ticaret, büro, eğitim, sinema iş kolunda 49 emekçi; belediye, genel işler işkolunda 45 işçi; petrokimya, lastik iş kolunda 41 işçi; metal iş kolunda 38 işçi; sağlık, sosyal hizmetler iş kolunda 33 işçi; gıda, şeker iş kolunda 24 işçi; madencilik iş kolunda 20 işçi; savunma, güvenlik iş kolunda 16 işçi; tekstil, deri iş kolunda 15 işçi; enerji iş kolunda 15 işçi; gemi, tersane, deniz, liman iş kolunda 15 işçi; ağaç, kağıt iş kolunda 10 işçi; çimento, toprak, cam iş kolunda 6 işçi; basın, gazetecilik iş kolunda 3 işçi; banka, finans, sigorta iş kolunda 1 işçi; Elimizdeki veriler ışığında çalıştığı iş kolunu belirleyemediğimiz 27 işçi hayatını kaybetti.

2023 yılının ilk beş ayında iş cinayetlerinin yaş gruplarına göre dağılımı: 14 yaş ve altı 4 çocuk işçi, 15-17 yaş arası 7 çocuk/genç işçi, 18-29 yaş arası 153 işçi, 30-49 yaş arası 314 işçi, 50-64 yaş arası 156 işçi, 65 yaş ve üstü 36 işçi, Yaşını bilmediğimiz 60 işçi hayatını kaybetti.

Önlem almak, çözüm üretmek yerine yaşanan tüm bu acı felaketleri, kayıpları kadere ve fıtrata bağlayan bu iktidar döneminde” geliyorum diyen” facialar, iş cinayetleri ve işçi ölümleri çoğalarak sürüyor. “Oysa felaketlerin ve kazaların çoğunlukla kader olmadığı, eğer önceden gerekli önlemler alınabilirse bu felaketlerin önlenebileceği ya da en az hasarla atlatılabileceği bilimsel ve teknik olarak kanıtlanabilmiştir.(*) Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labor Organization ILO) verilerine göre iş yerlerinde meydana gelen ölümlerin üçte biri yaşanan iş kazaları sonucu olmaktadır.

İŞ KAZASI TANIMI

Ülkemizde, iş kazaları tanımı yapılırken 16 Haziran 2006 tarihinde 26200 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’na göre:

a) Sigortalının iş yerinde bulunduğu sırada,

b) İşveren tarafından yürütülmekte olan iş nedeniyle veya görevi nedeniyle, sigortalı kendi adına ve hesabına bağımsız çalışıyorsa yürütmekte olduğu iş veya çalışma konusu nedeniyle iş yeri dışında,

c) Bir işverene bağlı olarak çalışan sigortalının, görevli olarak iş yeri dışında başka bir yere gönderilmesi nedeniyle asıl işini yapmaksızın geçen zamanlarda,

d) Emziren kadın sigortalının, çocuğuna süt vermek için ayrılan zamanlarda,

e) Sigortalıların, işverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere gidiş gelişi sırasında, meydana gelen ve sigortalıyı hemen veya sonradan bedenen ya da ruhen özre uğratan olaydır maddeleri üzerinden kazaların çerçevesi tanımlanmaktadır.

Bu maddeleri esas alırsak, işverenler sadece üretim tesislerinin içerisinde değil aynı zamanda ulaşım gibi alanlardan da sorumludur. 2009 yılının 9 Eylül’ünde İstanbul, Çatalca’da yaşanan sel felaketi bu duruma en tipik örnektir. Bu selde toplamda 31 vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. En trajik kayıp bir tekstil firmasının atölyesinde çalışan yedi kadın işçiyi taşıyan ve servis koşullarına uygunsuz olan bir minibüsün, sel suları arasında mahsur kalması ile ortaya çıkmıştır. Kapalı tipte, insan taşımaya uygunsuz, yük taşımaya yarayan minibüste bulunan yedi kadın işçi suların içeri dolmasıyla hayatlarını kaybetmişti.

(*) Türkiye’de Yaşanan İş Kazaları ve İşçi Ölümleri: Kader mi Yoksa Kadercilik mi?

Ali Tolga Özden, Bülten, Mimarlar Odası Ankara Şubesi yayını, No: 98, s. 42-51, mayıs, 2012, Ankara

                                                                /././

(II)  

Geçen hafta başladığımız yazının mürekkebi kurumadan üzücü bir iş cinayeti haberi daha aldık. 25 Haziran 2023 tarihli haberde kaçak maden ocağındaki göçükte yaralanan madencinin yaşamını yitirdiği bilgisi vardı.

Bu son iş cinayeti de devlet için, iktidar partisi için insan hayatının hiçbir değerinin olmadığının göstergesiydi. Hem maden kaçak çalıştırılıyor hem de çalışanlar için hiçbir önlem alınmıyordu.

17 Nisan 2016 tarihinde bu sayfada “Yeşilçam’da işçi filmleri: Dünyanın bütün işçileri birleşiniz!” başlığıyla yayımladığımız yazıda sinemamızda yapılan işçi filmlerinden söz etmiştik. Bu yazımızda da iş kazalarını konu alan filmlere yer vereceğiz. Arka arkaya yaşanan ölümlü iş kazaları ne yazık ki, Türkiye’nin en önemli gündem maddelerinden biri olması gerekirken toplumda gerekli ilgiyi, tepkiyi göremiyor. Yaratılan suskun toplum bu iş cinayetleri karşısında da tepkisiz, sessiz. Önemli toplumsal olaylara yıllarca uzak duran sinema da bu önemli soruna fazla ilgi göstermez.

Ülkede 1980 yılına kadar üç askeri darbe ve darbe süreçlerinde toplumu derinden sarsan köklü toplumsal olaylar yaşanmıştır; 6-7 Eylül olayları, 27 Mayıs 1960 müdahalesi, 15-16 Haziran işçi eylemleri, Kanlı Pazar, 1 Mayıs 1977, Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas Katliamları, 16 Mart Katliamı, 7 TİP’li öğrencinin katledilmesi, vb.  

1980’lere kadar bu konularda yapılmış filmler yok denecek kadar azdır ya da yoktur. Örneğin büyük acılara yol açan 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla ya da o dönemle/süreçle ilgili filmler ancak 1999 yılında (Salkım Hanım’ın Taneleri) ve 2008 yılında (Güz Sancısı) Tomris Giritlioğlu tarafından çekilir. Abdi İpekçi suikastının anlatıldığı Oğuzhan Tercan’ın yönettiği “Uzlaşma”nın çekim yılıysa 1991’dir. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın hikayesinin, mahkeme ve idamlarının anlatıldığı “Hoşçakal Yarın” filmini Reis Çelik 1998 yılında çeker. 12 Mart’ın sancılı günlerinin aktarıldığı “Bir Avuç Gökyüzü” 1987’de çekilir.

SİNEMADA İŞ KAZALARI


Bu duyarsızlık, geçmişte olduğu gibi günümüzde de önemli bir toplumsal sorun olan iş kazaları için de geçerlidir. İş kazalarını sinemamız neredeyse görmezden gelir.  “Türk sinemasında hem doğrudan (Diyet, Maden, Bir Günün Hikayesi), hem de dolaylı olarak (Şehirdeki Yabancı, Bereketli Topraklar Üzerinde, Çark) iş kazalarını konu alan film sayısının altı olduğu tespit edilmiştir. Bunlardan sadece üçünde (Diyet, Maden, Bir Günün Hikayesi) iş kazaları temel konuyken diğer üçünde işçi sorunları yardımcı konu durumundadır.(1)

ŞEHİRDEKİ YABANCI

Türk sinemasında iş kazası sorununa dolaylı da olsa ilk değinen film, Halit Refiğ’in çektiği, Zonguldak maden işçilerinin sorunlarını daha çok bir fon olarak ele alan “Şehirdeki Yabancı”dır. Halit Refiğ 1962 yılında çektiği bu filmde, kara elmas kenti Zonguldak’a götürür bizi. Filmin senaryosunu Vedat Türkali yazmıştır. Film sansüre takılan, sinema tarihimizdeki önemli ilk toplumcu gerçekçi filmlerdendir.

Maden Mühendisi Aydın, yurt dışındaki eğitimini tamamlar ve doğup büyüdüğü Zonguldak’a döner, maden işletmesinde çalışmaya başlar. İdealisttir, hayatın kötülükleriyle mücadele edebileceğini ve dönüştürebileceğini düşünür.

Yıllar önce, maden emekçisi babası ve Ağaçlıgillerin villasında hizmetçi olarak çalışan annesi Gülsüm ölünce, bölgenin zengin kişilerinden Selami (Ağaçlıgil) Bey, “Bu çocuğu ben okutacağım” demiştir.

Selami Bey genç mühendisi karşılayıp evine götürür. Aydın evde, ummadığı bir ‘kötü sürpriz’le karşılaşır. Selami Bey’in karısı, onun geçmişteki büyük aşkı Gönül’dür.

Selami: Ee, anlat bakalım, İngiltere’de, kömürün nasıl çıkarıldığından başka bir şey öğrendin mi?

Aydın: Öğrendim. Birlikte yaşayan insanların, birlikte mesut olabileceğini, nasıl çalışmaları ve dayanışmaları gerektiğini öğrendim.

Selami: Vay vay vay, ne dediğini anlamıyorum ama herhalde iyi şeyler söylüyorsun.

Aydın madendeki ilk incelemelerde, destek için kullanılan direklerin bu işe uygun olmadığını görür. Madende kullanılan ağaç direklerin kalitesinin düşük olduğunu, bunların göçüğe sebep olabileceğini söyleyerek bu direklerin kullanıldığı yerlerde çalışmayı durdurur. Müdürün, Mühendis Aydın’ın uyarılarını dinlememesi ve çalışmayı sürdürmesi sonucunda göçük meydana gelir ve iki işçi yaşamını yitirir. Bu arada maden kazası sonrasında görevden alınan müdür, Aydın’dan rahatsız olan çıkar çevreleri ile birlikte, eski bir aşk meselesini gündeme getirerek basın üzerinden Aydın’a karşı bir karalama kampanyasına girişir.

Aydın hep dostluğunu gördüğü Nazif Usta ile birlikte İşletme Müdürü Rahmi Bey’e giderler. O, pek ilgilenmeden onları Orman İşletmesinden Tüccar Mustafa Bey’e gönderir. Nazif Usta, orman yolunda Aydın’a direkleri Mustafa Bakırcı’dan aldıklarını söyler:

“Ne dalavereci heriftir o, bilemezsin. Kaç şikayet oldu bu direk işinde. Ormandan aldığı iyi direkleri başka tarafa gönderir, bozukları bize. Bir ara düzeltir gibi yapar, sonra gene bildiğini okur.”

Aydın “Kabahat, ona bildiğini okutanlarda” diye cevaplar ustayı.

Şehrin ileri gelenlerinden İş Adamı Mustafa Bey, Gazeteci Sabri, İş Adamı-Politikacı Şerafettin Bey, madendeki sömürüye karşı çıkan Aydın’a cephe alırlar. Aydın’ın başına dertler açılır. Direk işini kurcaladıkça yalnızlaşan Aydın’la Selami Bey arasında şöyle bir konuşma geçer:

Aydın: Mustafa Bakırcı nasıl almış bu işi?

Selami: Particilik meselesi. Partinin kuruluşu sırasında çok para sarf etmiş. Şerafettin Toraman da bu bölgede partinin en faal elemanı.

Aydın: Anlayamıyorum, parti menfaatleri insan canından daha mı üstün?

Selami: Boş veer. Bütün bunlar bana vız gelir. Balığımı avlar, keyfime bakarım. Sen de rahatının kaçmasını istemiyorsan ne başkasının işine burnunu sok ne de başkasının derdini kendine dert edin.

Üzücü ve yıpratıcı olaylar gelişir. “Böyle adam bulunmaz vallahi” diye sevgi gösterisinde bulunanlar dahil, herkes Aydın’a yapmadığını bırakmaz. Yürürken omuz atmalar, üstüne tükürmeler... Yanında bir tek Nazif Usta vardır. 

Filmin sonunda kötüler cezalarını çekse de Aydın yorgun ve yılgındır. “Hiç takdir etmediler beni. Elimden artık bir şey gelmez, Nazif Çavuş. Ne yapmak istedimse önüme bir engel çıkardılar. Elimi kolumu bağlamaya çalıştılar” der. Nazif Usta’nın cevabı anlamlıdır: “Yok, öyle bir laf. Millet, bunun için mi seni yabancı memleketlerde okuttu? Bu memlekete her hizmet etmek isteyen bu kadar çabuk bozguna uğrarsa, zoru görünce ters yüz kaçarsa bizim halimiz ne olacak. Üstünde büyüdüğün topraklara, içinde yaşadığın insanlara sevgin laftan ibaret değilse, çalışacaksın. Her şeye rağmen çalışacaksın.”

(1) Türk Sinemasında İş Kazalarını Konu Alan Filmler, Mehmet Işık, Türk Sinemasının 100. Yılına Armağan. Marmara Üniversitesi Yayınları; No. 833, 2015, s. 213

                                                               /././

(III)

Geçen hafta sinemamızın ülkenin en can alıcı sorunlarından iş kazalarına ilgisizliğinden söz etmiş, 2000’lere kadar “Türk sinemasında hem doğrudan (Diyet, Maden, Bir Günün Hikayesi), hem de dolaylı olarak (Şehirdeki Yabancı, Bereketli Topraklar Üzerinde, Çark) iş kazalarını konu alan film sayısının altı olduğu söylemiş, “Şehirdeki Yabancı” filmi üzerine yazmıştık.   Bunlardan sadece üçünde Lütfi Ö. Akad’ın “Diyet”, Yavuz Özkan’ın “Maden” ve Sinan Çetin’in “Bir Günün Hikayesi” filmlerinde iş kazaları temel konu olarak ele alınır.

DİYET

İlk göç filmi Halit Refiğ’in yönettiği “Gurbet Kuşları”ydı. (1964) Lütfi Ö. Akad’ın “göç üçlemesi” olan “Gelin” (1973), “Düğün” (1974) ve “Diyet” (1975) filmlerinde aynı zamanda, göçle birlikte ortaya çıkan kültürel ve sosyal değişimler, gerilimler ve problemler ortaya konmaktadır. Filmlerin olay örgüsü, göçün sebep olduğu çatışmalar ve gerilimler üzerine kurulmuştur. Göç bu kahramanlar için bir tür kaçış, yeni bir başlangıç ya da umut olduğu gibi yozlaşma, hayal kırıklığı, trajedi, intihar veya nadiren de olsa tersine göç gibi anlamlar da taşır.

“Diyet”te Salim Bey’in babası adına yönettiği fabrikada bir makine işçilerin yaralanıp sakat kalmalarına neden olur, en son Mustafa bu makinede bacaklarından olmuştur. Bilal Usta İstanbul’a yeni gelen Hasan’ı Mustafa’nın yerine aldırır. Fabrikada sendikalaşma çabası vardır. Bilal Usta sendikaya karşıdır. Sendikalı olanlar, kocası tarafından terk edilen iki çocuklu Hacer’i de yanlarına çekmek isterler. Sendikacıların isteklerini fabrika sahibi kabul etmez, Hasan’la Hacer evlenir. Salim Bey işçileri sendikalı-sendikasız diye ayırır. Hacer sendikalılar arasında, kocası Hasan sendikasızlar arasında yer alır. Hasan, Bilal Usta ile karısının tutumu yüzünden tartışırken kolunu makineye kaptırır ve kolu kopar. Olay yerine gelen Hacer, “Alın diyetinizi” diye kocasının kolunu Salim Bey ve İbrahim Usta’ya fırlatır.

Diyet’te Hülya Koçyiğit ve Hakan Bakamir’in yanı sıra Erol Taş, Erol Günaydın, Güner Sümer, Gülten Ceylan gibi oyuncular yer alır.

MADEN

“Size güveniyoruz ağabey, size; işçilere güveniyoruz. Bana güzel haberler yazmanı bekliyorum. Sizin, o sade, gösterişsiz fakat doğru, sağlıklı gelişmenizden aydınlık haberler yazmanı. Geçen mektubunda ‘Biz bir yandan faşizme karşı savaşırken, bir yandan da sendika ağalarına karşı savaşmak zorundayız diye yazıyor ve başaracağız, başka çaremiz yok’ diyordun.”

Yavuz Özkan’ın yönettiği Maden (1978) filminin bir sahnesinde İşçi Önderi İlyas’ın düşünceleri (yukarıdaki cümleler) kafa sesiyle yansır bizlere. “Bu filmde gelişen işçi sınıfı hareketine, iş birlikçi burjuvazinin indirmek istediği darbe girişimlerini sergilemeye çalıştım. Bir kamu kuruluşu olan demir yollarındaki greve ekonomik planda hiç ilgisi olmadığı halde politik planda ilgilenenlerin oynadıklarını sergilemek istedim. Bu ana tema içinde toplumun çeşitli kesimlerindeki örnekleri alarak bu baskı, terör ve demagojiyi örgütlü ve birlik içinde püskürtmenin mümkün olabileceğini vurgulamak istedim” diyen Yavuz Özkan “Maden”de bir maden ocağında bir devrimciyi ve işçilerle olan hikayesini anlatır. İlyas (Cüneyt Arkın) maden ocağındaki kötü koşullarda daha fazla çalışmak istemediklerini bütün işçilere anlatmaya çalışan bir devrimcidir. Bu çabaları sonuç verir ve Nurettin (Tarık Akan) ve arkadaşlarını sarı sendikanın etkisinden kurtarır. O sıralarda göçük altında kalan işçilerin bunda etkisi büyüktür. İşçilerin huzursuzluğunu yatıştırmak için maden sahibi şehre lunapark getirir. Bu olumsuz durumu aşmak ve çalışma koşullarının düzeltilmesi için İlyas ve Nurettin bir imza kampanyası düzenlerler. Bu faaliyetleri yürütürken İlyas’a patronun adamları suikast düzenler. Bundan sonra işçilerin kendi aralarındaki dayanışması artar ve ilk önce iş yavaşlatma eylemi yaparlar. Daha sonra İlyas’ın göçük altında kalmasıyla greve giderler.

İlyas arkadaşlarını bilinçlendirmek için yaptığı konuşmalardan birinde şunları söyler: “Arkadaşlar oyuna gelmeyelim. Bu adamlar kargaşa çıkararak işi ‘oldubitti’ye getirmek istiyorlar. Arkadaşlar burada cinayet işleniyor. Ocaklarda yeterli tedbir alınsa ölenlerimizin yüzde doksanı kurtulurdu. Başımızdaki sahte sendikacılar toplu sözleşmelerde alınan göstermelik kazanımlarla bizleri oyaladılar. Üstüne üstlük toplu sözleşmeye ‘İşçiler yerlere tükürmeyecek ve açığa işemeyecek’ gibi bizi küçülten maddeler konulmasına izin verdiler. Yani ‘İşçiler hayvandır, önüne gelen yere işer, olmadık yere tükürür’ demeye getirdiler.”

Başlıca rollerinde Cüneyt Arkın, Tarık Akan, Hale Soygazi, Meral Orhonsay, Halil Ergün, Baki Tamer, Nurhan Nur, Ahmet Turgutlu ve İhsan Yüce’nin yer aldığı film, 1978 yılındaki 15. Altın Portakal Film Festivalinde önemli ödüllerden dördünü kazanır.

 BİR GÜNÜN HİKAYESİ


Sinan Çetin’in “başka bir Sinan Çetin’e dönüşmeden önce çektiği ilk filmi “Bir Günün Hikayesi”nin (1980), bir maden ocağı çevresinde geçen öyküsünde, acımasız töreler ön plana çıkar. Maden ocağındaki bir patlama sonucu ağabeyini yitiren Mustafa (Fikret Hakan), töre gereği dul kalan yengesiyle (Şerif Sezer) evlenmek zorunda kalır. Oysa genç adam, yengesinin kardeşi Zeynep’e (Nur Sürer) sevdalıdır. Zeynep’e, Mustafa’nın geçmişteki bir olay nedeniyle “can borcu” olduğu ve çok sevdiği arkadaşı Nizam da tutkundur. Mustafa törelere karşı çıkamaz. Ağabeyinin karısıyla evlenirken büyük bir acı içindedir ve bu zorunlu evliliğin getirdiği acıdan kurtulabilmek için Zeynep’i Nizam’la (Nizamettin Ariç) evlendirmeye karar verir.

Mustafa, parasal sorunları nedeniyle patronları ile aralarında sürtüşme olan maden ocağı işçilerini toplayıp düğüne getirir. Çalışma yerinde işler aksayınca maden ocağı sahibi, bu kez kiralık katiller tutar. Düğünden dönen işçilerin üzerine ateş açtırır. Mustafa can verir. Zeynep, Mustafa’nın arzusu üzerine zorunlu bir evlilik yaptığı Nizam’la yeni bir hayata başlayacaktır.

Başlıca rollerinde Fikret Hakan, Şerif Sezer, Nur Sürer ve Nizamettin Ariç yer aldığı filmin oyuncu kadrosunda Erdoğan Akduman, Erdinç Bora, Ahmet Fuat Onan, İhsan Tebret, Aslan Ariç de yer alır.

Mesut Kara / Evrensel 


Bir mit yıkılıyor: Bir işbirlikçi ve vatan haini olarak Osman Hamdi Bey - GAMZE ERBİL / soL-Söyleşi

 


Osman Hamdi Bey 1902’de Bağdat ilindeki kazılardan buluntuları düzenlenmesi için 'emaneten' Berlin’e gönderiyor ama o gün bugündür İştar Kapısı Almanya’da sergileniyor.


Osman Hamdi Bey’le ilgili yerleşik algıyı yerle bir edecek olan kimi gerçekler; -aslında sanıldığı gibi tarihsel ve kültürel miras bilincine sahip bir bürokrat olmadığı ve Batılı “ahbaplarının” yönlendirmelerine açık zaaflı bir kişiliğe sahip olduğu, resimlerinin esasen peşkeş çektiği tarihi eserler nedeniyle “beğeni” topladığı-, Yaşar Yılmaz’ın Osmanlı arşivlerinde yaptığı araştırmayla ortaya çıktı. Bu çalışmayla ortaya çıkan bir başka gerçeklik de, Almanlarda bulunan İştar Kapısı’nın aslında “emanet” olarak Berlin’e götürüldüğü ve resmi arşiv belgelerine göre aslında bugün geri istenmesinin meşru olduğu gerçeği. 

Osman Hamdi figürüyle ilgili ortaya çıkan yeni tablonun mevcut yönetsel aygıt içinde “idrak edilmesi” hayli güç görünüyor ama gerçeklerin inatla kendini dayatacağını da biliyoruz.

Yaşar Yılmaz’la son kitabı üzerine konuştuk.

Bir süredir yürüttüğünüz çalışmalar belli bir eksene oturdu ve Osmanlı coğrafyasının / Anadolu’nun kültürel mirasının Batı’ya nakli konusunda odaklandı. “Osman Hamdi Bey’in Öteki Yüzü” biraz da bu odak noktasında ortaya çıkan bir eser… Kitabın ismi neden bu kadar “yumuşak”? Çünkü aslında bir mit’i hedef alıyor ve daha sert olabilirdi…

Yaşar Yılmaz: Osman Hamdi’nin Öteki Yüzü başlığını yerinde bir tanımlama olarak düşünüyorum. Bir efsaneyi devirmek sağlam belgelerle olur. Bu çalışmayla, bir “miti” ben değil Osmanlı arşiv belgeleri hedef alıyor. O belgeleri ilk kez görenler “olamaz” diye irkiliyor; aslında bugüne kadar neden görülmemiş, tartışılmamış diye kandırılmışlığına kızıyor. 

Bugünden bakıldığında, birileri Osman Hamdi Bey’in 'tarihi miras' bilinci oturmamış bir coğrafyada kazı masraflarını karşılayacak bir yönetimin tartışmalı olduğu, Anadolu’da dokunduğun her taşın tarihi eser olduğu… vs. bir nesnellikte 'ancak bu kadarını yapabilirdi' … diye aklanabileceğini düşünüyor. Siz onun karşısına basitçe direnen diğer bürokrat ve yetkilileri (Islahiye kaymakamı, Birecik kaymakamı, bodrum kale komutanı…) koyuyorsunuz ve böylece tablo sadeleşiyor. Biraz daha o dönemin müzecilik/arkeoloji tarihi konusundaki durumunu somutlaştırabilir miyiz?

Evet, ülkenin kültür varlıkları bilinci önemli. Bu bilinci zayıf toplumların eserleri risk altına girer. Daha önceki çalışmam olan Anadolu’nun Gözyaşları’nın önsözünde, bir ülkenin kültür varlıklarının soyulması için; savaş şartları, ekonomik çöküş ve en önemlisi tarihi eser bilincinin gelişip gelişmemesi olarak belirtmiştim. Tarihi eser bilinci doğru öğretilen bir tarih bilinci ortamında gelişebilir. Okullardaki tarih kitaplarımızda tarihi dil, ırk temelli kısır tarih yerine artık “Anadolu coğrafyasının tarihi” olarak öğretmeliyiz. Coğrafya temelli tarihe bakışla Luvier, Hititler, Hurriler’le başlayan yazılı kaynaklarla 4 bin yıllık bir geçmişe, yazılı olmayan dönemimiz ise 12 bin yıl geriye giderek zenginleşecek. Tarihi eserlerimizin hepsinin mirasçısı olduğumuzu kavrayacağız. Bu bilinçle eğitilen her yurttaşımız bu coğrafyanın eserlerini kendiliğinden kollayacaktır.

Kazı olanaksızlığını öne sürenlere şunu söylemeliyiz: “Kazı masraflarını karşılayacak paran yoksa kazma, dokunma. Toprak eserleri binlerce yıl korudu; bırakalım elli yıl daha korusun. Acelen niye, sen son nesil misin ki acele ediyorsun; senden sonrakiler daha paralı, daha bilinçli olacaklar bırak onlar açsın. Emperyalistlere peşkeş çekip çıkar sağlama” demeliyiz. Osman Hamdi’nin eserleri yağmalatmasının hiç gerekçesi yok. Eserlerimizin karnı aç Batılı müzeler için kıymetli olduğunu bal gibi biliyordu. Küçücük, yüz haneli, yoksul İslâhiye’nin genç, yurtsever kaymakamı kadar yurt sevgisi gelişmemişti. Arkadaşı Karl Humann Zincirli Höyüğü’nden kazıp çıkarttığı eserlerimizi kağnılarla taşımak isteyince “kanunen yasak, götüremezsin” diye karşısına durdu. Osman Hamdi ona acele mektup yazıp, özel ulak göndererek zorluk çıkartmamasını istedi. Bununla da yetinmeyerek hem bölgenin mutasarrıfına, hem de bölgenin müze sorumlusuna olmak üzere iki telgraf çekip kaymakamın zorluk değil, Humann’a kolaylık göstermesini istedi. O iki telgrafı Osmanlı arşivlerinde okuduğumda yaşadığım üzüntüyü anlatamam. Kahramanımız kim olmalı? Kaymakam mı, Osman Hamdi mi?

Bu olaylardan yaklaşık yüz yıl önce Batı’da arkeoloji bir bilim olarak üniversitelerde dersler arasına girmiş, arkeologlarını yetiştirmeye başlamıştı. Hamdi Paris’te kaldığı yıllarda müze koleksiyonlarından haberdardı. Osmanlı’da yetişmiş hiç arkeolog yoktu. Hamdi beyin yardımcısı Osgan Efendi, İtalya’da yontuculuk dersleri almıştı. Osman Hamdi, ne arkeoloji ne de kazı yöntemlerini biliyordu. Yardımcı aldığı Fransız arkeologlara rapor hazırlatıyor, o raporlara imzasını atıyor, müze yayını olarak yayımlatıyordu. Onlar eserleri rahat götürme pahasına Hamdi’ye övgüler yağdırıyor, nişanlar veriyorlardı. Bir Doğulu’nun nasıl kullanılacağını, yazdıkları raporlardan açıkça görüyoruz. Bir Osmanlı’nın karakterini, nasıl ikna edilebileceğini ince ince analiz etmiş, raporlamışlar. Kitapta örnek belgeler koydum.


Bir bürokrat olarak Osman Hamdi’nin bugüne kadarki imajını, tarihi ve nesnel temellere oturtarak yerle bir ediyor bu kitap. Elde bugün örneklerine çok rastladığımız bir tipoloji kalıyor: Batı hayranı, kültürel/ulusal değerlere dönük kayıtsızlığı ihanet eşiğini aşmış, bulunduğu konumla ölçüsüz biçimde uyumsuz bir çıkarcılık/düşkünlük gösterecek bir zaaflı kişi portresi… Onu bir bürokrat olarak istismara açık hale getiren bu özellikleri, gerçekleşmiş olan büyük yağmanın kanıtlarıyla birlikte sunulması gerçekten etkileyici. Bugün iktidar cephesinde bu tabloyu kabullenme imkanı olabilecek kimse var mıdır? Çünkü bu tablonun tersine dönmesi ancak o cephede de böyle bir kabullenişle karşılık bulacak sanki.

Yıllar önce, “Anadolu’nun Gözyaşları-Yurtdışına Götürülmüş Tarihi Eserlerimiz” kitabını hazırlarken birkaç arşiv belgesinde Osman Hamdi Bey’le ilgili bize anlatılanlarla uyuşmayan durumları fark ettim. Yayınevimizin uzmanları onu başka bir araştırmada ele almamın doğru olacağını söyledi ve sadece Amerikalılar bölümünde kısa birkaç paragrafla bu konuya değinmekle yetindim. Pandemi boyunca eve kapanıp Hamdi Bey’le yabancıların ilişkisini ele alan belgeleri inceledim. Gaziantep-İslâhiye, Zincirli’den eserlerimizi Hamdi Bey’in müze müdürü olarak hazırladığı raporlarla arkadaşı Alman Karl Human tarafından götürülüşü öyküsü etrafında konuyu ele aldım. Yaklaşık 30 yıllık müdürlüğü döneminde tarihi eserlerimizden sorumlu kişi olarak Piriene’den, Ortaklar civarındaki Menderes Magneziya’sından, Milet’ten, Didim’den, Bergama’dan eserlerin yurt dışına çıkışına yol açan raporları arşivde buldum. Bunların bugüne kadar incelenmeyişini, yayınlanmayışını “şimşekleri üzerime çekmeyeyim” diye düşünen “Doğulu toplum” oluşumuzla mı açıklayacağız? 

Yazdığı raporlar onun bir işbirlikçi olduğunu, kahraman olmadığını gösteriyor. Toplum artık uyanmalı gerçeği görmeli.

Somut bir örnek üzerinden gitmek gerekirse 1902’de Babil’de yapılan kazılar sırasında Babil harabelerinden birleştirilmek üzere parçalar Berlin’e götürülüyor ve orada düzenlendikten sonra iade edileceği söyleniyor. Ancak bugün Berlin’de sergilenen ve sizin de görüntülediğiniz İştar Kapısı süslemeleri bir türlü Türkiye’ye iade edilmiyor. Bu nasıl mümkün olabiliyor, hiç istenmediği için mi? Yoksa karşı taraf açısından başka bir 'hukukuna uydurma' durumu mu var? Çünkü sizin sunduğunuz belgelerde, aslında bir söz yerine getirilmemiş… gibi bir durum var.

Osman Hamdi Bey de, Almanlar da biliyorlardı ki eser unutulacak ve istenmeyecek. Nitekim Hamdi eserin iade şartıyla onarıma göderilmesinden sonra sekiz yıl daha görevda kalıyor; Ama eserimizi geri istemiyor. Sonra birinci paylaşım Dünya Savaşı, Çanakkale Savaşı, Kurtuluş Savaşı derken emanet verilen İştar Kapısı Almanlar’da kalmış. Ben rastlantı eseri arşivde belgeleri görünceye kadar bizim bakanlık ve yetkililer de unutmuş. Tersi olsaydı Almanlar bugüne kadar geri istemez miydi? Unuturlar mıydı? Her memur hazineden aldığı maaşın hakkını vermeli: İşini, ciddi ve cesurca yapmalı.

Bir ikincisi de, bir önceki soruyla ilişkili. Bunu isteyecek bir kültürel formasyonu var mı Türkiye’nin mevcut bürokratik/siyasi aygıtının temsilcileri içinde. Siz kitapla ilgili hazırlıklar sırasında bu konuda bir etüd yapma fırsatı bulabildiniz mi, ya da nasıl tepkiler aldınız-alıyorsunuz?

Kutsal İştar Kapısı’na giden yolun sağlı-sollu 46 metre boyunda, renkli, mineli eşsiz süslemeli yapı Bergama Müzesi’nin, Bergama Sunağı kadar övünerek sergilediği bir eser. Vermemek için bahane sunabilirler ama geçersiz. Onlar Hattuşa sfenksini de tamir için emanet götürmüşlerdi. Unutturdular. Uzun yıllar sonra bizim hükümet geri isteyince vermek zorunda kaldılar. Bu da öyle olacak. Geri gelecek.

Son olarak bir de Osman Hamdi Bey’in “ressamlığı” meselesi var. Burada da bir büyük yanılsama/iki yüzlülük sürüp gidiyor. Siz yine yalın bir biçimde o dönem girdiği ilişkileri ve resminin ne anlam ifade ettiğini ortaya koyuyorsunuz. Bir de basitçe: Fotoğrafını çektiği figürü, tarihi yapı içine yerleştirip (özellikle çinili-renkli ortamlara) eski usul, sıradan oryantalist eserler üretiyor… cümlesiyle yapılan değerlendirme var. Bunlar biraz ağır çıkışlar, on yıllardır buna inanan insanlar için zorluklar yaşanacak gibi… Bu konuda nasıl tepkiler aldınız? Nasıl tepkiler bekliyorsunuz?

Söylemeye gerek yok ki, resim uzmanı değilim. Hamdi Bey’in resimlerini esasen uzmanlara bırakmak isterim. Ben, sadece kısacık kişisel kanımı söyledim. 1832’de, Batı’da Hamdi’nin doğumundan 10 yıl önce modern resim fikri ortaya atılmıştı. Resimde perspektif kaldırılmış, renk anlayışı değişmişti. Ressam, doğayı olduğu gibi kopyalayan değil, onu yorumlayan kişi olarak kabul görüyordu. Fransız Cezanne, Monet, Manet, Hollandalı Van Gogh gibi ressamlarla, modern resim gelişen fotoğraf teknolojisin de zorlamasıyla ilerliyordu. Hamdi Bey bu yıllarda gördüğü şeyleri, fotoğrafını çektiği nesneleri olduğu gibi kopyalıyordu. Dönemin ressamlarının; örneğin Cezanne ya da Van Gogh’un eserleriyle kıyas edilebilir mi? Batılılar’ın, “Siz büyük ressamsınız” yollu övgülerini, onun eserlerini çok yüksek fiyata almalarını ve övgülerinin sebebini kitabımda belgeleriyle anlattım. İşte onların pohpohlamalarının etkisinin günümüze kadar geldiği kanısındayım. 

Ressamımız Avni Arbaş’la yıllar önce bir söyleşi kitabı hazırlamıştım. Resim yapmak isteyen gençlere bir usta ressamımızın öğütlerini aktarmak istemiş, bu nedenle de resim tarihini incelemiştim. Ama tekrar ediyorum bu konuda uzmanların değerlendirmesi daha kıymetlidir. Ben, aynı dönem ressamlardan Şeker Ahmet Paşa, Ali Rıza Bey’in eserlerini yeğlerim.

Bizim zenginlerimiz bir ihale alıp milyon dolarların sahibi oluyor, “ünlü bir ressamın” eserini alabiliyor. Onun için 50 yıl sonra resmin bir anlam ifade edip etmeyeceği, sanat değeri değil, popüler kültürde ressamın ünlü olması önemli oluyor. Hepinizin bildiği gibi para sahibi olmakla asgari burjuva kültürü sahibi olma her zaman eşleşmiyor. O zenginlerin “mega star” dediği sanatçı bazen Kapıkule sınır kapısını bir adım geçince anlamsızlaşabiliyor. O para sahipleri, ressamlar içinde, örneğin Orhan Peker’le daha az ilgileniyor.

Bunlar benim Osman Hamdi resmi konusunda samimi düşüncelerim. Tabi ki bana karşı çıkan da, onaylayan da olacaktır. 

Pekala, kolay gelsin…

GAMZE ERBİL / soL-Söyleşi



Kremlin: Türkiye, Azov liderlerini Ukrayna’ya teslim ederek anlaşmaları ihlal etti + Erdoğan-Zelenskiy görüşmesi sonrası ortak açıklama (soL)

 Kremlin: Türkiye, Azov liderlerini Ukrayna’ya teslim ederek anlaşmaları ihlal etti 

Rusya, neo-nazi grubun liderininin Ukrayna'ya dönüşü hakkında bilgilendirilmediklerini açıkladı.

Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Ukraynalı neo-nazi oluşum Azov Taburu elebaşlarının Türkiye'den Ukrayna'ya dönüşünün daha önce varılan anlaşmaların ihlali olduğunu belirtti.

Anlaşmanın şartlarına göre Azov Taburu liderlerinin ihtilaf sonlanıncaya kadar Türkiye’de kalmaları gerektiğine dikkat çeken Peskov, hiç kimsenin bu kişilerin Türkiye’den Ukrayna’ya teslim edildiğine dair Rusya’yı bilgilendirmediğini vurguladı.

Sputnik'te yer alan habere göre Kremlin Sözcüsü, “Hiç kimse bize bu konuda bilgi vermedi. Anlaşmaların şartlarına göre bu elebaşları, belirtilen bu kişiler ihtilafın sonuna kadar Türkiye Cumhuriyeti’nde kalmaları gerekirdi” diye konuştu.

                                                              /././

Erdoğan-Zelenskiy görüşmesi sonrası ortak açıklama

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, 'Ukrayna'da lider konumda olan müteahhitlik şirketlerimiz Ukraynalı dostlarına yardımcı olacaktır' dedi.

AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy'nin görüşmesi sonrası ortak basın açıklaması yapılıyor.

Erdoğan'ın konuşmasından öne çıkanlar şöyle:

"Sayın Zelenskiy ve heyetini misafir etmekten memnuniyet duyuyorum. Kıymetli dostumla son yüz yüze görüşmemizi geçen sene Ağustos'ta Lviv'de gerçekleştirmiştik. Kendisiyle birçok telefon görüşmesi de yaptık.

'Ukrayna halkı toprak bütünlüğünü savunuyor'

Yaşananlara karşın Türkiye-Ukrayna dostluğu güçlendi. Savaşta, Ukrayna halkı ülkesinin toprak bütünlüğünü savunuyor. Ukrayna'nın bağımsızlığına olan desteğimizi tüm platformlarda ifade ettik.

Savaşın uluslararası hukuk temelinde müzakereler yoluyla sona erdirilmesi için en yoğun çaba harcayan ülke olduk. Geçtiğimiz senenin temmuz ayında ise BM ile yürüttüğümüz arabuluculuk neticesinde Karadeniz tahıl girişimini hayata geçirdik. 1 yılda 33 milyon tona yakın tahılı ihtiyaç sahiplerine ulaştıran girişimin 17 Temmuz'da sona erecek süresinin yeniden uzatılmasını temenni ediyorum.

'Ukrayna'nın yeniden ayağa kaldırılmasında her türlü desteği vereceğiz'

Ukrayna, NATO'ya üyeliği hak ediyor. Adil bir barışın kaybedeni olmaz. Ukrayna'nın yeniden ayağa kaldırılmasında her türlü desteği vereceğiz. Ukrayna'da lider konumda olan müteahhitlik şirketlerimiz Ukraynalı dostlarına yardımcı olacaktır."

'Türkiye'nin barış planımıza olan desteği için minnettarım'

Volodimir Zelenskiy ise toplantıda, "Bugün Türkiye'yi ziyaret etme fırsatından son derece memnunum. Burada şahsi olarak Türkiye Cumhurbaşkanı olarak yeniden seçilmenizden dolayı tebrik etmekten memnuniyet duyuyorum. Aynı zamanda hem ülkemiz ve halklarımız için barış isteyen herkese teşekkür etmek için buradayım. Rusya'nın devletimize ve halkımıza karşı olan saldırganlığından kurtulmak için topraklarınızda bulunan insanlarımıza ve Ukraynalı ailelere gösterdiğiniz misafirperverlik ve saygı için minnettarım" dedi.

DHA'nın haberine göre Zelenskiy şöyle konuştu:

Önemli olan insanlarımız burada ve Türkiye'nin, Türk kalplerinin desteğini bu zor zamanlarda hissediyorlar. Bugün her şeyden önce Türk'ün liderliği ve özellikle sizin Cumhurbaşkanımız, şahsi katkılarınız sayesinde barışın ve normal uluslararası düzeni nasıl kuracağımızı konuştuk ki menfaatler, tüm halkların menfaatleri dengeli olmalı. Bizim Karadeniz bölgesindeki durumu detaylı bir şekilde görüştük çünkü bizim genel bir bakışımız var. Hiç kimse Karadeniz Bölgesi'nde devletimizin ve halkımızın menfaatine aykırı bir şeyi zorla kabul ettiremez çünkü Karadeniz güvenlik ve iş birliği alanı olmalı ve kesinlikle herhangi bir savaş, kriz alanı veya sözde dondurulmuş kriz alanı olmamalıdır. Bu tarz şeyler yeniden başlayabilir ve insanların hayatlarını ve insanları etkileyebilirler. Türkiye'nin, Ukrayna'nın toprak bütünlüğü ve egemenliğine olan değişmez desteği için minnettarım.

'Rusya öyle davranıyor ki sanki Karadeniz'de bulunan her şey ona ait'

Ayrı bir konu olarak Rusya'nın halen kontrol ettiği ve tehdit ve risk olarak kullandığı alan olarak Kırım'daki durumu görüştük. Aynı zamanda Karadeniz Tahıl Girişimi'nin de, Ukrayna'dan tahıl insani inisiyatifine olan desteğiniz için minnettarım. Son zamanlarda maalesef Rusya maksimum derecede geminin seyrini bloke ediyor. Özellikle Karadeniz gıda koridoruyla ilgili durum da aynı. Rusya öyle davranıyor ki sanki Karadeniz'de bulunan her şey ona ait. Sanki burada o ev sahibi. Bölgemizdeki halklarımızın iyiliği bize bağlı ve Karadeniz Bölgesi'nde bu istikrarı sağlamamız lazım. Bizim işbirliğimizde burada çok şey bağlı hem Afrika, gerek Asya gerek Avrupa'daki gıda güvenliği ve birçok halkın gıda güvenliği bize bağlı. Burada önemli olan hep birlikte dünyaya bu açlığa ve sosyal kaosa üstesinden gelmek için yardımcı olmak.

'İHA üretimi ve diğer stratejik alanları da kapsayan ilgili anlaşmayı imzaladık'

Biz hatırlıyoruz ki ortak güvenliğimiz ekonomik büyümeye ve insanlarımızın ve işletmelerimizin iyiliğiyle de alakalı. Bugün değişik projeleri görüştük. Ukrayna ve Türkiye bu projeleri birlikte gerçekleştirebilir. Bu tarz işbirliği, gerek savunma sanayi işbirliği, gerek teknoloji gelişimi ve aynı zamanda İHA üretimi ve diğer stratejik alanları da kapsıyor. Bu ilgili anlaşmayı da imzaladık. Türkiye'nin barış planımıza olan desteği için minnettarım. Ben bu planı geçen sene tanıttım. Biz bu barış planını kayda geçirmek için çalışıyoruz. NATO Zirvesi'ni de görüştük ve Sayın Cumhurbaşkanı'nın Ukrayna'nın NATO'ya üyeliği hak ettiğini ifade etmesi beni ayrıca memnun etti. Aynı zamanda bizim insanlarımızın esaretten kurtulmasına yardımcı olduğunuz için minnettarım. Eminim ki bizim halklarımız daha fazla yapabilir ve insan hayatlarını kurtarabilir. Bu görüşme için minnettarım, desteğiniz için de teşekkür ediyorum."

(soL)


9 milyon emekliye zam şoku - SÖZCÜ

 Emekli zammının taban aylıkla sınırlı tutulup Hazine desteğinin artırılmaması 9 milyon emekliyi hüsrana uğrattı. Zam alamayan da 10-15 lira zamla yetinen de var.

Vatandaşın belini büken vergi ve harçları artıran AKP iktidarı, 16 milyon emekliden düşük gelirli olan 9 milyonunu temmuz zammından mahrum bıraktı. Emekli vatandaşların yüzde 17.55 ve yüzde 19.77'te kalan zammı, tepkilerin ardından yüzde 25'e yükseltildi. Ancak emekli zammının yalnızca kök aylığa yapılıp, Hazine'den sağlanan destek tutarının da arttırılmaması, sayıları 9 milyonu bulan en düşük gelir seviyesindeki emeklileri hüsrana uğrattı.

HAZİNE DESTEĞİ DÜŞTÜ

Kök aylıkları 6 bin lira ve daha altında olduğu halde Hazine desteğiyle aylık gelirleri 7 bin 500 liraya yükseltilen milyonlarca emekli temmuz ayına ‘sıfır' zamla girdi.  Kök aylığı 6 bin ile 7 bin 500 lira arasında değişen milyonlarca emeklinin zam oranı da yüzde 25'in altında kaldı.SSK ve Bağ-Kur'un en düşük aylıklı emeklilerine Hazine'den sağlanan destekle 7 bin 500 lira ödeniyor. Hazine, örneğin kök aylığı 5 bin lira olan emekli vatandaş için 2 bin 500 lirayı, 6 bin lira olan için de bin 500 lirayı SGK'ya ödüyor. Yüzde 25'lik zam ise Hazine destekli 7 bin 500 liraya değil, 5 bin lira, 6 bin lira, 7 bin lira gibi alt düzeylerde bulunan kök aylıklara yapıldı. Örneğin kök aylığı 5 bin lira olan emekli vatandaşın yeni kök aylığı yüzde 25 zammın ardından 6 bin 250 liraya çıkarıldı. Ancak bu emekliye temmuzda yine 7 bin 500 lira ödeneceği için eline geçen aylık tutar hiç artmadı. Yani bu emekli zam alamadı. Hazine'nin bu emekli için SGK'ya verdiği destek 2 bin 500 liradan bin 250 liraya düştü. Bu işten Hazine kârlı çıktı.

ÇIKIŞ FORMÜLÜ

Türkiye Emekliler Derneği (TÜDEF) de 7 bin 500 lira aylık alan emekli sayısının 9 milyonu bulduğunu ifade etmişti. Söz konusu emekli vatandaşların sıfır zamdan kurtulabilmesi için 7 bin 500 liralık ‘en düşük emekli aylığı' tutarının yüzde 25 oranında arttırılması
gerekiyor.

Emekli maaşını niye yüzde 25 artırdınız

İYİ Parti Grup Başkanvekili Erhan Usta, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın seçim öncesi vaatlerini yerine getirmediğini vurguladı. Erdoğan'ın seçim öncesi yaptığı paylaşımlardaki “En düşük memur maaşını 22 bin TL seviyesine yükseltiyoruz. Maaşlardaki bu artışları otomatik olarak memur emeklilerimize de yansıtıyoruz” sözünü hatırlatan Usta, “En düşük memur maaşını 22 bin TL'ye çıkartırken yaptığımız artışı emekliye de yansıtacağım dediniz. Peki niye emekli aylıklarını yüzde 25 artırıyorsunuz” diye sordu.


Sürünsün mü bu insanlar ölmelerini mi bekliyoruz

Emekli aylıklarının yüzde 25 artırılması için verilen önergeye tepki gösteren Prof. Dr. Özgür Demirtaş, “Sürünsün mü bu insanlar, ölmelerini mi bekliyoruz” diye konuştu. Emeklilerin maaşlarına iyileştirme yapılması gerektiğini belirten Demirtaş, “Vicdanım sızlıyor bu kadar düşük maaşları görünce. Yetkililerden ricam, zamanında Türkiye için çalışan bu insanların haklarının yenmemesi” dedi. Vergi oranlarındaki artışlara da değinen Demirtaş, “Fakir fukara ve orta direk çok kötü etkilenecek” diye konuştu.

‘Emeklilere verdiğimiz sözümüzü tutuyoruz'


Bayburt Vilayet Meydanı'nda düzenlenen toplu açılış töreninde konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, milyonlarca emeklinin beklediği zam oranları ile ilgili açıklamalarda bulundu. “Asgari ücretle çalışanlardan memurlarımıza kadar her kesime pek çok müjde verdik” ifadelerini kullanan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Dün de emeklilerimizin maaşları ile ilgili düzenlemeyi Meclis'in onayına sunduk. 2023 yılının ilk 6 ayında Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) oranı yüzde 19.77 olarak gerçekleşti. SSK ve Bağ-Kur emeklilerimize zam oranını yüzde 25'e yükseltiyoruz” dedi. “Emeklilerimizi enflasyona ezdirmeme sözümüzü tutuyoruz” açıklamasını yapan Erdoğan, “Enflasyonla mücadele sürüyor, fırsatçılara geçit yok. Hayat pahalılığı ile mücadelemiz devam edecek” ifadelerini kullandı.

(SÖZCÜ)


Gericiler işbaşında: Tüm festivaller yasaklansın - Merve Kılıç / Cumhuriyet

 

Balıkesir’de düzenlenecek Ekoloji Festivali’nin iptalinin gerekçesi yangın değil gerici derneklerin baskısı çıktı. Balıkesir Sivil Toplum Platformu, tüm festivallerin “gayri ahlaki” diyerek iptal edilmesini istedi. Festivalin organizatörü, “Yasaklar, iktidarın baskı aracına dönüştü. Mücadeleye devam edeceğiz” dedi.

Darıdare Tabiat Parkı’nda yapılması planlanan Kazdağı Ekoloji Festivali’nin (EKOFEST) “yangın” gerekçesiyle iptalinin ardından Balıkesir Sivil Toplum Platformu’nun, yayımladıkları “gerici” açıklamayla Balıkesir’de festivallerin iptalini istediği açıklama ortaya çıktı. Platform, festivalleri “gayri ahlaki haram ilişkilere yönlendiren sınır tanımaz kutlama” olarak nitelendirdi.  

Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği tarafından düzenlenen EKOFEST’e önce 9 Mayıs’ta izin verildi, 17 Haziran’da ise “yangın” gerekçesiyle verilen izin iptal edildi. 2014 yılından bu yana gerçekleştirilen festival, 10 yılda 5’inci kez iptal edilmiş oldu. Öte yandan AKP’li Balıkesir Belediyesi’nin düzenlediği içerik olarak EKOFEST’le aynı olan “Aremoterapi Festivali” Burhaniye Ören’de önceki gün başladı. 

İptalin ardından ise Balıkesir Sivil Toplum Platformu’nun yaptıkları açıklama ortaya çıktı. Platformun festivallerin iptalini istediği açıklamasında “Gençliğin madde bağımlısı haline getirilip köreltilmesi Türkiye Yüzyılı’na zarar vermektedir” denildi.   

                                                Süheyla Doğan

‘MÜCADELEYE DEVAM’

Festivalin düzenleyicisi Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği Başkanı Süheyla Doğan, Cumhuriyet’e yaptığı açıklamada, “2022’de de başvurumuzu yaptık. Ancak son dakikada Orman İdaresi’nden yer tahsisinin ‘yangın’ nedeniyle iptaline ilişkin yazı geldi. Nedeninin yangın olmadığını o zaman da biliyorduk. Bu sene yangın bahane gösterilmesin diye festivali hazirana çektik. Yine son dakikada aynı nedenle iptal edildi” dedi.

O bölgede şu an piknikler yapıldığına da dikkat çeken Doğan, “Söz konusu platformun açıklamasıyla gerekçe ortaya çıkmış oluyor. Toplumun farklı yaşayan yarısının yaşam hakkına doğrudan müdahale ediliyor. ‘Yasakların’ iktidarın kendisinden olmayan herkesi baskılama aracı olarak kullandığını görüyoruz” diye konuştu. Yasaklamaya gösterdikleri tepkiye ilişkin yaptıkları basın açıklamasına da soruşturma açıldığını belirten Doğan, “Bunlar üzerimizde yaratılan korku imparatorluğunun bir parçası. Bizler artık yeni yol ve yöntemlerle bir araya gelerek mücadeleyi sürdüreceğiz” ifadelerini kullandı. 

                                                   Hüsnü Bozkurt

‘DÜZMECE PLATFORM’

Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Genel Başkanı Hüsnü Bozkurt da söz konusu açıklamaya tepki göstererek, “İçinde Ensar Vakfı’nın da bulunduğu bu ‘düzmece’ platformun ne mal olduğu meydanda” dedi.

Festivalde “ayıp bir şey” olmadığını vurgulayan Bozkurt, “Asıl ayıp küçücük çocukların tecavüze uğraması, paramızın pul yurttaşımızın kul olması. İzbe yurtlarda tacize uğrayan çocukların, sokakta katledilen kadınların, gece yarısı gelen zamların ayıbına tepki gösterseler daha iyi olur” diye konuştu. 

İŞTE O DERNEKLER

Festivallerin yasaklanmasını isteyen Balıkesir Sivil Toplum Platformu’nda, Mercan Vakfı, MÜSİAD, İHH, Alperen Ocakları, Anadolu Gençlik Derneği, Türkiye Gençlik Vakfı, Hızıreli, Cansuyu, SANCAK, Selamet Derneği, İlim Yayma Cemiyeti, Semerkand Vakfı, ÖĞ-DER- Şuurlu Öğretmenler, ÖNDER/İmam Hatipliler, Eğitim- Bir- Sen, Müdaffa-i İslam Derneği, Güldeste, Katre, Hizmet Vakfı, Karesi Vakfı, Cihannüma, Evrensel Hafızlar, Benim yuvam, Uluçınar Derneği bulunuyor.

Merve Kılıç / Cumhuriyet

Sosyalizmde yaşlılık: Toplumsal işbölümünde değişim - ERHAN NALÇACI / soL

 

Sermaye sınıfının açmazlarını, muhtemel hatalarını dikkatlice izleyelim, ama sosyalizmi hayal etmekten, yaratacağı farkı ve olanakları tartışmaktan geri durmayalım.

Son iki yazıda dünyamızın sosyalist geleceğine ilişkin konuları ele aldık. Bağımsızlığı tartışırken ulusal sınırları aşan ve sosyalist ülkelerdeki tedarik zincirlerini kapsayan bir merkezi planlama fikrine ulaştık

Kapitalist toplumun işsizlikten emeğe yabancılaşmaya kadar getirdiği derin sorunların aşılmasında Şeker Fabrikaları örneğinden de yararlanarak temel bir toplumsal ölçek olarak üretim birimi kavramına vardık.

Bugünse kapitalizmde yaşlılık etrafında biriken sorunların sosyalizmde nasıl aşılacağı konusunda bir deneme yapalım. Bu konu bize sosyalizmde toplumsal işbölümünü tartışmaya açmamıza da izin verecek.

Bugün emekçilere dayatılan olumsuz yaşam koşulları yaşlılıkta büyüyerek devam ediyor. Sosyal güvencesizlik ve yoksulluk insanları ileri yaşlarda çalışmak zorunda bırakıyor. Çoğunlukla yaşlılıklarında yine sosyal güvencesiz ve sigortasız olarak çalışıyorlar.

Emekli maaşı ile geçinmenin zorlukları bir yana artık emekçiler bir emekli maaşı bile hak edemeden işlere girip çıkıyorlar ve onlara emekli maaşı istiyorsan cebinden primlerini yatırmalısın deniyor.

Türkiye’de 65 yaş üstü insanların %12 kadarının çalışmak zorunda olduğu söyleniyor. Bu oran ABD’den Endonezya’ya %20 ile %50’si arasında değişiyor.

İnsan emeğiyle var olur ve emeklilik insanları bir yanıyla emek süreçlerinden uzaklaştırıyor. Ancak gençken içine girilen emek tüneli değişmeksizin ağır bir yükü emekçilerin omuzuna yüklediği için sağlıklıyken emekli olmak ve yaşlılığında kimseye muhtaç olmadan yaşamak çok haklı bir talep olarak yükseliyor.

Öte yandan giderek parçalanan ve küçülen ailelerde yaşlı bakımı önemli bir sorun haline geliyor. Devletin sosyal hizmet alanından büyük ölçüde çekilmesi ve gelirlerini büyük oranda sermaye sınıfının azalan kârlarını telafi etmek için kullanması yaşlı bakımını daha da zorlaştırıyor. 

             Japonya’da çok sayıda 65 yaşını geçmiş kişinin işçi olarak çalışmaya devam ettiği biliniyor.

Reel sosyalizmin yaşlılık sorununun üstesinden gelmekte zorlanmadığını biliyoruz. Kapitalizmin gayri-insaniliğine son vermek çoğu kez yetiyor.

Öncelikle tüm vatandaşların nitelikli bir işe kavuşması, dolayısı ile herkesin emeklilik hakkına ve sosyal güvencelere sahip olması büyük ölçüde çözüyor sorunu. 

Küba’da 2008 yılında tüm sendikaların merkez yöneticileri ile konuştuğumuzda işe bağlı yıpranmaya bağlı olarak farklı emeklilik yaşları tanımladıklarını söylemişlerdi. Örneğin, dalgıçlar çok daha önce emekli olabiliyorlardı.

Ayrıca nüfusa özel birinci basamak sağlık hizmeti ve yaşlı bakımını içeren gelişkin ve yaygın sosyal hizmetleri eklemeliyiz.

Sosyalizm ilk elden yoksulluğa, güvencesizliğe ve yalnız bırakılmaya meydan okuyor.

Öte yandan sosyalizm bundan mı ibaret?

Sosyalist devrimler işçi sınıfının siyasi öncüsünün somut sorunlara ve nihayet yönetememe krizlerine müdahalesi ile gerçekleşecek. Sabahtan akşama sosyalizmi tartış istersen, buraya doğrudan faydası yok.

Buna rağmen içinde bulunduğumuz yüzyılda gelişkin bir sosyalizmi hayal edebilen, tartışabilen ve buna inanan tutkulu bir toplumsal kesimi yaratmak önemli gözüküyor.

Sosyalizm kurulup öyle kalmaz, kendi içinde tekrar tekrar daha ileri hedeflere doğru atılır.

Tamam, emekçiler sosyalizmde iş güçlüğüne bağlı olarak emekli maaşları, sosyal güvenceleri ile emekli olacaklar. Ne yapsınlar sonra, kahveye mi gitsinler kâğıt oynamaya? Emek süreçlerinden koparılmadan daha ileri yaşlarda bir yaşam hayal edilemez mi? Emek sürecinden kopanların entelektüel açıdan bir gerileme eğilimine girdiğini biliyoruz.

Bu tartışmayı yürütmek için antropoloji ve arkeolojinin yardımına başvuralım. İnsanlığın milyon yıllık ilk ve uzun zamanını oluşturan komünal toplumlarda toplumsal bir artı ürün üretilmediği için dikine toplumsal işbölümü bulunmuyordu. Yani toplum tarımcılar, zanaatkârlar, askerler, bilim insanları, mühendisler, öğretmenler vb. ayrışmamıştı, emek bunları kapsayacak şekilde bütündü.

Çatalhöyük’te bulunan duvar resmi bize muhtemelen ergenlikten yetişkinliğe geçiş törenini yansıtıyor.

Buna karşılık yatay iş bölümü özellikle yaşa bağlı olarak sorumluluk ve hakları değiştiriyordu. Toplumsal sorumluluk ve hakların etle tırnak gibi olduğu bu toplumlarda, örneğin ergenlikten yetişkinliğe veya orta yaşlardan ileri yaşlara geçiş yeni bir hak ve sorumluluk silsilesi getiriyordu. Örneğin, toplumlar ihtiyar heyeti tarafından yönetiliyor, bu yaşa ulaşanlar diğer emek süreçlerinden bir ölçüde serbest kalıyorlardı.

Sosyalizmde her üretim birimi toplumsal iş bölümünde o zamanın modern üretim zincirleri içinde kendine bir yer bulacaktır. Örneğin, tarımın otomatizasyonu birimi, maden ocağı birimi, yonga üretim birimi, insan vücudu için protezler yapan birim, elektrikli motor fabrikası birimi, aşı enstitüsü vb. 

Başlangıçta bu üretim birimleri, doğal olarak farklı toplumsal işbölümlerini içerir, araştırmacı, eğitimci, sağlıkçı, aşçı, temizlikçi, itfaiyeci, okul öncesi bakımcı, elektrikçi vb.

Ancak zaman içinde üretim birimleri toplumsal işbölümünde tanımlı bir yere sahip olmalarına karşın, üretim birimi içinde toplumsal işbölümünün erimesi beklenir.

Çok önemli bir diğer süreç ise, sadece ekmek parası kazanmaktan başka bir anlamı olmayan yabancılaşmış emeğin sönmesi, yerine bütün ve gönüllü çalışmanın almasıdır.

Şimdi artık 65 yaş üstünün emekle ilişkisine bakabiliriz. Belli bir yaştan sonra üretim biriminin 65 yaş üstü emekçisi yeni haklar edinecektir. Örneğin, lojmanlar iki katlıysa zemin katında oturma, üretim biriminin tatil ve kaplıca kontenjanlarından daha fazla yararlanma vb. Öte yandan emeğin niteliği değişecektir, daha az kol işi, ancak daha fazla felsefe, daha fazla eğitim, daha fazla yönetim, daha fazla üretim biriminin tarihinin belgelenmesi…Yaşlanmaya bağlı ortaya çıkan işlev kayıpları ise daha genç üretim birimi üyelerinin gönüllü desteği ile telafi edilecektir.

Sermaye sınıfının açmazlarını, muhtemel hatalarını dikkatlice izleyelim, ama sosyalizmi hayal etmekten, yaratacağı farkı ve olanakları tartışmaktan geri durmayalım.

ERHAN NALÇACI / soL

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı+Gündem" -3 Haziran 2025-

  Cumhuriyet ve sosyalizm: Yarım kalan bir vaat için yürümek -İskender Özturanlı- Okuyan’ın analizleri, solun son otuz yıllık tarihini bir a...