Cumhuriyet ve yolsuzluk: İmgeyle gerçek arasındaki düş kırıklığı - Bahadır Özgür / duvaR

 

Yeni yüzyılda kimsesizlerin kimsesi olan bir Cumhuriyet'i yeniden inşa etmek, kaybedilen şeyin ne olduğunu, nerede aranması gerektiğini bilen, ona en çok muhtaç olanları kapsayan bir siyasetle mümkün.

Fransız Devrimi’nden sadece dört yıl sonra, Cumhuriyet’in yolsuzluk ve yozlaşma kuşatması altında tehlikeye girdiğini düşünen Robespierre, onu bir ‘giyotin terörüyle’ korumaya girişti. Sonunda kendisi de radikal eyleminin kurbanı oldu. Ölmeden önce günlüğüne hayal kırıklığı taşıyan şu notu düştü: “İmgesinin peşinden bizzat gittiğim bu erdemli Cumhuriyet’ten artık kuşku duyuyorum.” (1) Robespierre’in idamından sonra, yolsuzluğa karşı katı tutumundan dolayı “devrimin ahlakı” olarak anılan Saint-Just şöyle soruyordu: “Ne terör ne erdem isteyenler, aslında ne ister?” Çünkü Cumhuriyet’in erdeminin başının kesildiğine inanıyordu. Nitekim yeni kurulan gerici Termidor iktidarı aradığı yanıtı kısa sürede verdi: Yolsuzluk, kişisel zenginleşme, mali spekülasyon ister! 

Fransız Devrimi’nin koruyucularını düş kırıklığına uğratan şey, üzerine titredikleri Cumhuriyetlerinin taşıdığı imge ile onun pratikteki hali arasındaki uçurumdu. “Dünyanın neresinde bir yoksul varsa, Fransız Cumhuriyeti’nin vatandaşıdır” denilerek somutlanmış bu imge, bizim Cumhuriyet’in de henüz ilk gününden başına kondurduğu halenin doğrudan ilham kaynağıydı: “Kimsesizlerin kimsesi…”

Ne var ki, Cumhuriyet’in geçmiş yüzyılına bakarken tıpkı Fransız devrimcilerin yaşadığı türden bir kuşku ve düş kırıklığı kaplıyor insanı. Zira, Saint-Just’un asırlar önce sorduğu o soru, bugün çok daha hayati görünüyor: Kimsesizlerin kimsesi olma erdemi nasıl yitirildi?

ÖZEL ÇIKARIN HAKİMİYETİ: YOLSUZLUK VE YOZLAŞMA

Yolsuzluk yaygın biçimde, kanunların çizdiği sınırları aşarak maddi ve siyasi güç edinme olarak tanımlanır. Bir hukuk meselesi olarak görülür ve çoğunlukla siyasetle ilişkilendirilir. Oysa Cumhuriyet’in erdeminin esası, maddi ve siyasi imkanların belli bir zümrenin, sınıfın, elitin eline geçmesine değil, adil ve eşit dağıtılması fikrine dayanır. Kurumlar ve yasalardan oluşmuş kuru bir iskelet olmaktan çıkarıp Cumhuriyet’e büyüsünü veren bir ‘kök fikirdir’ bu. Bir Cumhuriyet’in uğruna mücadele edilecek devrimci karakteri buradan gelir.

Fransız devrimciler yolsuzluk ve yozlaşma denildiğinde, iktidarın özel çıkarlara hizmet eden her türden pratiğini anlıyorlardı. Haliyle Cumhuriyet’i koruma görevi de özel çıkarın, kamu çıkarının üzerinde hakimiyet kurmasını önlemekle mümkündü.

Peki bizim Cumhuriyet böyle bir karaktere sahip miydi?

***

1923’e giden yolu açan 1908 Devrimi’nin ilk hedeflerinden birisi de yolsuzluklar ve devletteki yozlaşmaydı. İstanbul sokakları “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet” sloganlarıyla sarsılırken, yolsuzlukları ile nam salmış paşaların konakları, devlet hazinesinden çaldıklarını kaçırmamaları için basılıyordu. Çatışmalarda ölenler oluyor, gazeteler yolsuzluk yapanları isim isim yazıyordu. Keza Anadolu’daki vergi isyanlarının da, baskın bir eğilime dönüşmemekle beraber, halkla devrim arasındaki ilişkiyi sağladığı aşikardı.

Lakin kısa sürede bu düşüncenin imparatorluğu bir arada tutmanın yolu olarak bir milli sermayedar sınıfı yaratma arayışına evrildiğini biliyoruz. Sonrası malum; sermaye birikiminin rotasını belli bir etnik-dini gruba çevirmek için türlü yöntemin siyasal pratiğe dönüşmesi ve yeni devlet oluşumunun çekirdeğine yerleşmesi: Çetecilik, sürgün, gasp, katliam vs… Türkiye’nin sermaye sınıfı daima bu doğum lekesini taşır işte. Cumhuriyet’in 100 yıllık tarihi aynı zamanda devlet zoruyla mülkiyet değişiminin, sermaye birikiminin önünün açılmasının da tarihidir çünkü. Dolayısıyla yolsuzluk ve yozlaşma, sermaye birikim sürecinin yoldan çıkmış hali değildi; bizzat karakteriydi. Devlet-sermaye-siyaset ilişkileri içinde sürekli yeniden üretilen bir karakter…

GENÇ CUMHURİYET’İN YOLSUZLUKLA İMTİHANI

Mesela; milli sermaye birikimini hızlandırmak maksadıyla kamu kaynaklarıyla kurulan İş Bankası, kısa sürede etrafında siyasetçi-bürokrat-sermayedarlardan oluşan bir çıkar grubu yaratmıştı. İsmet İnönü onlara, ‘İş’in Fransızca karşılığına atıfla, ‘Aferistler’ diyordu. Görünüşte bir yolsuzluk ve yozlaşma vakasıydı ancak aslında devletin nasıl bir ekonomi politikasına sahip olması gerektiği konusunda yaşanan ve Cumhuriyet’in geleceğine damga vuracak bir siyasal kamplaşmanın tezahürüydü. Kemal Tahir, Yol Ayrımı romanında İnönü’nün, Celal Bayar’ın öncülüğünü yaptığı ‘Aferistleri’ kastederek, “Ben devletin parasını bunlara yedirmem’ diye Meclis koridorlarında bağırarak dolaştığını yazar.

İnönü’nün, Aferistler’e karşı en etkili hamlesi, Cumhuriyet tarihinin ilk yolsuzluk olayı sayılan ‘Havuz Yavuz Davası’ydı. Osmanlı’yı savaşa sokan Almanların Yavuz zırhlısının onarımı için açılan havuz ihalesinin Fransız şirkete verilmesinde yaşanan yolsuzluklar, İnönü’nün soru önergesiyle yargıya taşınmış, Bahriye Vekili İhsan Bey ceza almıştı. ‘Aferistler’ bunu kendilerine karşı siyasi bir hamle olarak görmüştü ve yanıtları gecikmedi. Bu sefer yolsuzlukla suçlanan İnönü’ye yakın bir isim olan Ali Cenani Bey’di. Ticaret Vekaleti’nin başında bulunan Cenani Bey, kıtlık zamanı özel bir kanunla mısır, buğday ve un ihtiyacının karşılanması için tahsis edilen 500 bin lirayı, yasaya aykırı anlaşmalarla bazı tüccarlara aktarmakla suçlanıyordu. Meclis’in kurduğu soruşturma komisyonunun başında ‘Aferistler’in önde gelen isimlerinden Yunus Nadi vardı. Bayar ve ekibi yolsuzluk olayını siyasi bir hesaplaşmaya çevirmişlerdi. Bu dava da Yüce Divan’la sonuçlandı.

Yani henüz Cumhuriyet’in gençlik yıllarında dahi pek çok yolsuzluk vakası ortaya çıkmıştı. Fakat hepsi sermaye-siyaset-bürokrasi ilişkilerini içeren bir siyasi kamplaşmanın, Cumhuriyet’in nasıl yönetileceği ve iktisadi olanaklarının nasıl paylaşılacağı kavgasının bir parçasıydı.

1940’lı yılların savaş ekonomisinin getirdiği karaborsacılık ve vurgunculuk üzerinden yeni tüccar sınıfının, Garanti Bankası’nın doğması; 50’lerdeki liberalleşmeyle beraber tercihli krediler, altyapı ihaleleri vb. yolla yeni inşaatçı sınıfının büyümesi; ithal ikamecilik döneminde kamu işletmelerinin sağladığı hammadde, korumacı ulusal pazar önlemleri sayesinde bir kısım sermayenin holdingleşmesi, eşzamanlı olarak yedek parça kaçakçılığına kadar varan altın ve döviz kaçakçılığının yeni bir asalak zümre yaratması ve illegal ekonominin, piyasanın ihtiyacına denk düşecek şekilde legal ekonomiyle entegrasyonu… Kısaca Cumhuriyet tarihi boyunca yolsuzluk ve yozlaşma, devlet eliyle hızlandırılan sermaye birikimiyle hep iç içe ilerlemiştir.

İSTİSNAİ BİR AN: İKİ CUMHURİYET ÇARPIŞIYOR

Ama istisnai bir ‘anın’ altını çizmek lazım burada. Bu ‘an’, her şeye rağmen Cumhuriyet fikrini ayakta tutan Aydınlanmacı eğitim sayesinde yetişen yeni aydın kuşağının, öğrencilerin ve sermaye birikiminin dünyadaki iş bölümüne uyumlu gelişmesi adına yeniden düzenlenen emek rejiminin yarattığı örgütlü işçi sınıfının politik birer özne olarak sahneye çıkmasıydı. 60’lı ve 70’li yıllar emek yanlısı bir Cumhuriyet ile sermayenin ihtiyaçlarını karşılayan bir Cumhuriyet’in de kavgasıydı.

Bu iki darbe, Cumhuriyet’in bir imge olarak dahi olsa taşıdığı ‘erdemi’ tümüyle silip süpürdü.

İthal ikameci politikalarla ulusal pazarda tüccarlıktan sanayiye evrilip holdingleşmiş büyük sermayenin uluslararası pazarlarla bütünleşme arzusu ile toplumun emekçi kesimlerinin talepleri çelişiyordu. Çelişki, 12 Mart Darbesi'nin devleti yeni baştan kurgulamasıyla çözüldü. Kontrgerilla, ülkücü komandolar, mafyatik örgütlenmeler de vardı yeni kurgunun içinde. Etnik, dini bir ayrımcılık tezgâhına sokulup, zorbalıkla paramparça edildi toplum. Ve sermayenin değişim rotasında yeniden ıslahını sağlayacak ideoloji de Türk-İslam senteziydi.
Küresel konseptle de uyumluydu süreç. ABD’nin ‘yeşil kuşağı’, İran Devrimi, Afganistan’da Sovyet yanlısı rejimi yıkmak için Pakistan üzerinden Taliban’ı silahlandıran ABD’nin başlattığı mücahit savaşı, bir tür siyasal İslamcı enternasyonal fikri de doğuruyordu. Hani iki bela aynı anda musallat edildi desek, abartı olmaz: Afganistan merkezli ‘yeşil kuşağın’ güçlendirdiği siyasal İslamcılık bir yanda; oradan akan tonlarca uyuşturucunun sonucu mafyalaşma, yozlaşma ve kontra faaliyetler diğer yanda… Türkiye’ye 40 yıldır yön veren siyasetin anatomisi neredeyse bu iki omurgada şekillendi işte.

12 Eylül’ün hayata geçirdiği 24 Ocak Kararları'nın öngördüğü finansal serbestleşmenin ilk ürünü de Suudi sermayesiydi. 14 Aralık 1983’te göreve başlayan Özal hükümetinin iki gün sonra yayımladığı kararname özel finans kurumlarına izin verilmesi üzerineydi. 1985’te Faysal Finans ile Albaraka Türk kuruldu. 89’da Kuveyt Türk, 95’te İhlas Finans, 96’da Asya Finans kuruldu. Özal’lı yıllar bu değişime eşlik eden bir yolsuzluk ve yozlaşma şahikasıydı aynı zamanda. Dış ticarete dayalı büyümenin aktörleri ve döviz ihtiyacı, 60’lı ve 70’li yıllar boyunca illegal ticarette birikim yapmış olanlardan devşiriliyordu. Özal’ın dönemin ünlü organize suç liderleriyle İsviçre’de yaptığı zirve, 1988 yılında SHP tarafından Meclis’e taşınmıştı örneğin. Altın, uyuşturucu, silah kaçaklarının birçoğunun sicili temizleniyor, yeni ekonominin içinde birer ihracatçı, inşaatçı ve turizmci olarak aklanıp paklanıp karşımıza çıkıyordu.

Özal ailesinin etrafındaki çıkar ağları, hazine yağması, bütçeyi sayısı belirsiz fonlarla denetim dışına çıkarıp karanlık bir alana çekerek yandaş sermaye gruplarına para aktarılması, neredeyse sıradanlaşmıştı. Yolsuzluk ve yozlaşma, devletin istihbarat örgütünün basına sızdırdığı bir raporla (1. MİT raporu) ortaya dökülmüştü. Ve bir kez daha siyaset-ticaret-devlet ilişkisi içinde cereyan eden kirli ilişki ağı, siyasetin rotasını belirleyen bir hesaplaşmanın vesilesi oluyordu. Susurluk tam da buradan doğdu işte.

SUSURLUK’TAN GÜNÜMÜZE: KAYBOLAN İMGEYİ BULMAK

Devlet iktidarının, kamu çıkarı üzerinde hakimiyet kurmuş özel çıkar gücünün yeniden dağıtıldığı, üstelik finansal serbestleşmenin yarattığı muazzam olanaklarla patlayan rant ekonomisinin hakimiyet kurduğu yeni bir evreye geçilmişti. Uyuşturucuyu, iç borçlanma araçlarıyla hazine ve bütçe soygununu, kamu bankaları kredilerinin talanını ve özelleştirmeyle Cumhuriyet’in iktisadi imkanlarının paylaşımını beraberce okumak gerekiyor.

Bütün bu karanlığın içinde Cumhuriyet fikrinden de geriye ne kaldıysa, ‘bölücülük ve yıkıcılık faaliyetleriyle mücadele' adı altında, aydın kırımına varan bir siyasal şiddet pratiği sergileyen devlet nizamının eliyle, tıpkı bir kurbanın sunağa çıkarılması gibi, boynuna halat geçirilip sürüye sürüye Siyasal İslam’ın önüne atıldı. Sermayenin yarım asırdır hayalini kurduğu Cumhuriyet mülkünü paylaşma hevesi, bir iskelet halinde dahi Cumhuriyet rejiminin yaşamasıyla çelişiyordu. Siyasal İslam’ın yapması gereken tek şey, kimsesiz bırakılmış olanları büyülemekti. Bunu da hakkıyla başardı doğrusu. Cumhuriyet’in, Fransız Devrimi’nden ilham almış halesi, trajik biçimde bir karşı devrim dinamiğinin itici gücü oldu. Şimdi o gücü tutmak için elinden gelen yıkıcılığı sergiliyor.

Yeni yüzyıla bir Cumhuriyet umudu taşınabilecekse eğer, bunun yolu ancak kimsesizlerin kimsesi olabilecek bir Cumhuriyet fikrini yeniden inşa etmekten geçiyor. Bu da kaybedilen şeyin ne olduğunu ve nerede aranması gerektiğini bilen, ona en çok muhtaç olanları kapsayan bir siyasetle mümkün.

Bahadır Özgür / duvaR

NOTLAR: (1) Robespierre, Peter McPhee, çev: Süha Sertabiboğlu, İş Kültür Yayınları


Zaman yolculuğunda Beyoğlu Sineması - Murat TIRPAN / BİRGÜN

 Beyoğlu Sineması, maddi zorluklar nedeniyle kapılarını kapattığını duyurduğunda bir salonun daha elden gideceği konusunda endişelenmiştik. Neyse ki olmadı, İBB tarafından yenilenen sinema farklı hikâyelerin yuvası olmak üzere hizmete açıldı.

Bir sinema eleştirmeni ve akademisyeni olarak, benim gözlerim, beyazperdeye yansıyan her hikâyenin ötesinde, bu hikâyelerin sahneye konduğu sinema salonlarının duvarlarında gizli, sessiz ama eşsiz hikâyeleri arar ve hatırlar. Beyoğlu Sineması’nın duvarları, bu bağlamda, tüm zamanların en etkileyici hikâyelerini içinde barındırıyor. Sinemanın büyülü dünyasının bir parçası olma arzusu ile yanıp tutuşan birçok insan için, İstanbul’un kalbindeki bu sinematik alan çok önemliydi. Fuaye’de beklemek, muhabbet etmek ve özellikle festival zamanları tıklım tıklım olan salonda yepyeni bir hikâyeye eşlik etmenin imkânıydı. Pandemi dönemi sonrası yaşanan maddi zorluklar nedeniyle kapılarını kapattığını duyurduğunda hepimiz Emek’e olanın tekrarlanacağı, bir salonun daha elden gideceği konusunda endişelenmiştik. Neyse ki olmadı, İBB tarafından yenilenen sinema, yeniden farklı hikâyelerin yuvası olmak üzere hizmete açıldı.

Gelin, zaman makinesine atlayalım ve 1989 yılına dönelim. İstanbul’un tarihi Halep Pasajı’nda, henüz perdesini sinemaseverlere açmış olan Beyoğlu Sineması’nda Şahin Kaygun’un “Dolunay” filmi gösterimdedir. Muhtemelen o gün orada filmi izleyen seyirciler bu sinematik sığınağın, İstanbul’un canlı film kültürünün geniş tablosuna kendi hikayesini ekleyeceğini bilmiyordu. Ama 1990’larla birlikte, bu kültürel mekân, film festivallerine ve etkinliklere de ev sahipliği yaparak sevilen bir mekân haline geldi ve 1994 yılında, Türkiye’den Eurimages European Cinema üyesi olarak kabul edilen ilk sinema kuruluşu olma onuruna erişti. Bu durum mekânın hem Türk hem de Avrupa sineması arasında dinamik bir diyalog yaratma konusundaki imkanını gösterir.

YENİDEN DOĞUŞ VE KÜLTÜREL KORUMA

Beyoğlu Sineması’nın hikâyesi, sadece parlak bir geçmişle değil, aynı zamanda yeniden doğuş ve kültürel koruma ile de ilişkilidir. Hikâyesi, Pera Sirküsü’nün taş duvarlarına işlenmiş ve 1904 yangınından sonra, Mimar Campanaki’nin yeteneğiyle, İstanbul’un mimari ve sinematik tarihinde rezonans yaratan bir taş yapıya dönüştü. Fakat, zamanla kimsenin görmezden gelemeyeceği maddi zorluklar geldi. AVM’lerdeki sinema zincirlerinin yükselişi, Beyoğlu Sineması gibi müstakil sinema salonlarının zor zamanlar geçirmesine neden oldu. Alkazar, Yeni Rüya, Emek, Sinepop ve Çemberlitaş Şafak gibi birçok bağımsız sinema salonu kapanırken, elbette ve ne yazık ki Beyoğlu Sineması da bu fırtınadan nasibini aldı.

Ve sonra, bir tweet ile Beyoğlu Sineması’nın kapanacağı haberini aldık. Sinemaseverler için kalp dağlayan bu haberin neyse ki panzehiri çok geçmeden bulundu. Cem Altınsaray ve Utku Ögetürk gibi sinema yazarları, Beyoğlu Sineması’nın kapanmasına izin vermedi. Bir basın toplantısı düzenlenip  “Beyoğlu Sineması Kartı” projesi tanıtıldı ve sosyal medya kampanyaları başlatıldı. Onur Ünlü, Ercan Kesal, Tolga Karaçelik, Güven Kıraç, Mert Fırat ve Hazal Kaya gibi sanatçılar ile sinemaseverler, kampanyaya verdikleri destekle Beyoğlu Sineması’nın kapanmasının önüne geçtiler.

KÜLTÜREL MEKÂNLARIN KAPİTALİZME DİRENMESİ

İçinde yaşadığımız dönemde kadim kültürel mekânların kapitalizme direnmesinin hikâyesi ne yazık ki kolay olmuyor. Cephelerin kazanıldığı ve kaybedildiği epizodlarla sıkça karşılaşıyoruz. Beyoğlu Sineması’nı kurtarma süreci de uzun sürmedi, heyecan verici başlangıçtan sonra, sinemayı devralan Utku Ögetürk’ün Utku Ögetürk’ün iş hayatında çalışanlarına uyguladığı sistematik mobbing ve psikolojik şiddetin açığa çıkması ve maddi konulardaki hafif bir tabirle başarısızlığı yüzünden sinema yine kapanma noktasına geldi. Bu üzerine çok yazılıp çizilen mevzuları meraklısı kolayca öğrenebilir ama olan sinemaya oldu ve Beyoğlu Sineması uzun süre kapalı kaldı.

Ve hikâyenin sonunda neyse ki mutlu ya da yine kazanılmış bir cephe var diyelim. Sonunda İstanbul Büyükşehir Belediyesi, bu ikonik sinemayı satın alarak, efsanevi yapının içine yeni bir yaşam enerjisi enjekte etti. Taksim Mahallesi’ndeki İstiklal Caddesi’nde perdeler yeniden açıldı ve beyaz ekran hareketli resimlerin büyüsüyle bir kez daha titreyecek artık. ‘Büyülü fener’ yeniden alevlendi, sinemaseverler ile genel olarak şehrin büyük sevinci, Beyoğlu Sineması’nın ve İstanbul’un kültürel dokusunun devam eden hikâyesindeki bu önemli döneme eşlik ediyor.

İstanbul Belediyesi tarafından Beyoğlu Sineması’nın restorasyonu ve yeniden açılması, sadece mimari bir yenilenme/kurtarılma hikâyesi değil, aynı zamanda şehrin sinematik mirasını koruma ve besleme konusundaki sarsılmaz taahhüdünün bir kanıtı. Bu kültürel koruma eylemi, Beyoğlu Sineması’nın tarihi ve sinematik hikâyesinin İstanbul’un dinamik kültürel kimliğinin canlı, soluk alıp veren bir parçası olmaya devam etmesini sağlayacak. Bu hikaye bizler için sadece bir tarihsel yapının korunması değil, aynı zamanda İstanbul’un sinematik ruhunu ve kültürel zenginliğini yansıtan canlı bir anlatının devam etmesi anlamına geliyor.

∗∗∗

‘SULTAN’LI AÇILIŞ

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), 2022 yılında kapısına kilit vuracağını duyuran Beyoğlu Sineması’nı baştan aşağı yenileyerek, kentin kültür-sanat yaşamına yeniden kazandırdı. Önceki akşam yapılan açılışa Türk Sineması’nın ‘Sultan’ı Türkan Şoray da katıldı. Açılışta konuşan İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, şu ifadeleri kullandı: “İstanbul’un geçmişten bugüne taşıdığı değerleri ve güzellikleri, hiçbir ayrım yapmadan, saygıyla ve titizlikle sahipleniyoruz. Hiçbir güzelliğin yok olup gitmesine asla izin vermiyoruz. Buna tahammülümüz yok. Onun için; iyinin, doğrunun, güzelin peşinde koşmaya devam edeceğiz. Hayatı kolaylaştırmak ve insanların yaşamını kaliteli hale getirmek için çok çalışacağız. Göreceksiniz; hep birlikte başaracağız ve hep birlikte kazanacağız. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Çünkü ben, Yeşilçam’ın hayatımıza soktuğu, kimine göre de çok inandırıcı olmayan ama bana göre çok da inandırıcı olan altın kuralına yürekten inanıyorum. O da biliyorsunuz ki; ‘İyiler hep kazanır.’ Yeşilçam’ın kuralıdır bu. Dolayısıyla, biz kazanmaya devam edeceğiz.”

Murat TIRPAN / BİRGÜN

Dünya Öğretmenler Günü - RIFAT OKÇABOL/soL

 

"Eğitimde fırsat eşitliğini, öğretmenin çalışma koşullarının iyileştirilmesini, insan haklarını, barışı ve hoşgörüyü savunmak yerine, iktidarın bu anlayışlarla bağdaşmayan icraatlarını savunmaktadır."

UNESCO1, öğretmenlerin statüsü konusunda1966 yılında Paris’te Hükümetlerarası Özel Konferans düzenlemiştir. Bu konferansta ILO1-UNESCO ortak uzmanlar toplantısında, devletlerin ve öğretmen örgütlerinin gözlem ve görüşleri göz önüne alınarak bir Tavsiye Tasarısı hazırlanmıştır. Türkiye’nin de temsil edildiği bu özel konferansta, Tavsiye Tasarı incelenip kimi değişiklikler sonunda 5 Ekim 1966 tarihinde ‘Öğretmenlerin Statüsü Tavsiyesi’ başlığını taşıyan bir belge kabul edilmiştir.

Bu arada eğitim emekçilerinin ve sendikalarının çalışmalarını yakından izlemesi için, 1966’da 12 üyeli ILO / UNESCO Ortak Komitesi kurulmuştur. UNESCO, 1994 yılında 5 Ekim gününü Dünya Öğretmenler Günü olarak ilan etmiştir.

Bu tavsiye belgesi1, temel ilkeler, eğitimin amaçları ve eğitim politikaları, öğretmenlik mesleğine hazırlama, istihdam ve kariyer, öğretmenlerin hakları ve ödevleri gibi 8 bölümde yer alan 146 maddeden oluşmaktadır.

Bu belgenin giriş kısmında statü tavsiyesinin, evrensel bildirgelerde yer verilen amaçları sağlamak üzere, eğitim hakkının insanın temel haklarından biri olduğu, öğretmenlerin çağdaş toplumun ve bireyin kişiliğinin gelişmesindeki katkısını göz önüne alınarak, … hazırlandığı belirtilmiştir.

Bu belgenin temel ilkeler kısmında, eğitimde, barışa, dinler ve ırklar arasında dostluğa, hoşgörüye ve karşılıklı anlayışa yapabileceği katkıya önem verilmelidir ve öğretimin ilerlemesinin büyük ölçüde öğretmen niteliğine bağlı olduğu kabul edilmelidir gibi 7 temel ilkeye yer verilmiştir.

Bu belgenin eğitimin amaçları ve eğitim politikası kısmında,

  • Her çocuğun cinsiyet, etnik, din, siyasal görüşü ya da ekonomik durumuna bakılmaksızın eşit eğitim hakkına sahip olduğu;
  • Eğitim hizmetinin devlet görevi olup parasız olması ve gereksinim duyan öğrenciye yardım yapılması;
  • Eğitimde niteliğe önem vermeden niceliğe önem verilmemesi;
  • Eğitim alanında, kısa ve uzun dönem programların planlanıp hazırlanması;
  • Öğretmenlerin yetiştirilmesi ve yetkinleştirilmesine önem verilmesi;
  • Eğitime gerekli mali kaynağın sağlanması

gibi konulara vurgu yapılmıştır.

Bu belgenin öğretmenlik mesleğine hazırlama kısmında,

  • Öğretmenlik yeterince çekici kılınmalı;
  • Öğretmen yetiştiren programlar, genel öğrenim; eğitim felsefesi, psikolojisi ve sosyolojisi ile eğitim kuramı ve eğitim tarihi, karşılaştırmalı eğitim, deneysel pedagoji, eğitim yönetimi ve disiplinlerde öğretim yöntemlerinin öğrenimi; alan bilgisi gibi konulara yer verilmelidir; 
  • Eğitim politikaları, ders kitapları ve disiplin kurallarının belirlenmesi ile eğitsel sorunların giderilmesinde öğretmen örgütlerine danışılmalıdır;
  • Öğretmenlik mesleğiyle ilgili ahlaki kuralları öğretmen örgütleri belirlemelidir;
  • Öğretmenler, tüm yurttaşlık haklarını kullanmakta özgür olmalıdır;
  • Mesleki koşullar ve öğretmenlerin aylıkları öğretmen örgütleriyle görüşerek belirlenmelidir;
  • Sınıflardaki öğrenci sayıları, her bir öğrenciye yeterli özen gösterilebilecek nicelikte olmalıdır

ve benzeri konulara yer verilmiştir.

Görüldüğü gibi bu belgedeki tavsiyeler, bugün de geçerliliğini korumaktadır. 100’den fazla ülkede 5 Ekim Öğretmenler Günü kutlansa da ve belgenin kabulünün üzerinden 55 yıl geçmiş olsa da, üye devletlerin bu tavsiyelere uygun davrandığını söylemek zordur. Bazı ülkelerde öğretmen açığı vardır ve bazı ülkelerde de öğretmen eğitimi almamış öğretmenler vardır. Birkaç gelişmiş ülke dışında öğretmenler zor koşullarda çalışmaktadır. Pek çok ülkede eğitim politikaları öğretmenlerin görüşü alınmadan oluşturulmaktadır. Belgedeki tavsiyelere en az uyan ülkelerden biri, 5 Ekim Öğretmenler Günü’nü tanımayan öğretmenlerin de olduğu Türkiye’dir.

Üstelik Türkiye’de öğretmenlerin önemli bir bölümü, giriş bölümünde yapılan vurgularla belgede yer verilen temel ilkelerle bağdaşmayan anlayış ve davranış içindedir. Eğitimde fırsat eşitliğini, öğretmenin çalışma koşullarının iyileştirilmesini, insan haklarını, barışı ve hoşgörüyü savunmak yerine, iktidarın bu anlayışlarla bağdaşmayan icraatlarını savunmaktadır.

RIFAT OKÇABOL/soL


  • 1.a. b. c. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization)

AKP İktisadiyatı III: İlkel Birikim (Devam-Anjin) - Serdal Bahçe / soL

 

"Yanlış anlaşılmasın, burada anlatılan sanki sadece Türkiye’nin hikayesi gibi algılanabilir. Aslında anlatılan senin, herkesin hikayesi işte."

İlkel birikim var ise kapitalist devlet vardır, ya da tersi daha doğrudur; kapitalist devlet var ise ilkel birikim vardır. Özel mülkiyet altında olmayan, ya da özel sermaye birikimine dahil olmayan varlıkların özel mülkiyet altına alınması ya da sermaye birikiminin erişimine açılması hiç bir zaman, hiçbir yerde piyasa kanalıyla ve ekonomik araçlarla mümkün olabilecek süreçler değildirler. Siyasi irade eninde sonunda siyasi bir kararla bu işlemi, bu yağmayı resmi hale getirir. Bu süreç kuşkusuz basitçe “ama yağma diyemezsiniz, çünkü bu devir teslim karşılığı ödenerek gerçekleştirildi” türünden yakınmalarla temize çıkarılabilecek bir süreç değildir. Geçen hafta da dediğimiz gibi kamusal üretken varlıkların değerinin piyasa kanalıyla belirlenebilmesi hemen hemen imkansızdır (alık burjuva iktisadı bunun güvenli ve burjuva ekonomik rasyonalitesine uygun bir yolunu bulmak için çabalıyor yıllardır, ama nafile).

Dolayısıyla ilkel birikimin özellikle özelleştirme ayağı apaçık bir şekilde bu anlamda siyasi otoritenin kamusal varlıkları “ucuza bırakması” anlamına gelmektedir. Dahası sürecin kendisi, özelleştirmenin gözü pek uygulayıcılarının ve savunucularının gözü pek iddialarının aksine, (hadi sermayenin moda söylemini biz de kullanalım) şeffaflıktan ve hesap verebilirlikten çok ama çok uzaktır; en azından Türkiye deneyimi buna sonuna kadar şahitlik edebilir. Satılan varlığın nasıl fiyatlandığı, hangi şartlarda satıldığı, satış sonrasındaki durumu türünden hassas ve incitici sorular genelde pek de muhatap bulamaz.

Örneğin Tekel’in özelleştirilmesi sürecini düşünün. Çok ciddi iddialar ortaya atıldı değil mi? Tekel işletmelerinin ambarlarında bekleyen stokların değerinin bile satış değerinin üstünde olduğundan dem vuruldu. Satılan işletmelerin büyük bir bölümü tasfiye edilirken birden, aslında satın alanın işletmeyi yaşatmak gibi bir derdinin olmadığı, işletmenin arsalarının ve üretim araçlarının satışından elde edilecek gelirin (ki genellikle özelleştirme bedelinin çok ötesinde bir meblağa eşittir bu ikisinin toplamı) satın alanın iştahını kabartan asıl unsur olduğu ortaya çıkıverdi. Daha bu işin başlarında tüm dünyada ve Özal dönemi Türkiye’sinde bu işi şirin, sevimli göstermek için özelleştirmeyi “halka arz” diye yutturmaya kalktılar, ancak sonrasında yaşananların halka değil sermayeye ballı börekli arz olduğu kanıtlandı. Halka bir şey arz edilmedi, ya da halka arz edilen de bir süre sonra yine sermayenin eline geçti.

İhale ve satış süreçleri bile yağma nitelemesini haklı çıkaracak olaylara sahne oldu. Kamu işletmesini satın alan cebinden bir kuruş ödemeden özelleştirme bedelini tuttu kamu bankasından kredi olarak çekti. Kısacası kamunun parasıyla kamunun varlığını satın aldı; kimin aklına gelir yahu? Sonra mı? Bazen kamu bankasından alınanı bile geri ödemedi. Neden ödesin? İhaleye çağrılan firmaların tespit edilmesi süreci ise başka bir trajikomedi idi. Kim, hangi vasıflara sahip olduğu için, neden çağrıldı, bilen yok.

Yanlış anlaşılmasın, burada anlatılan sanki sadece Türkiye’nin hikayesi gibi algılanabilir. Aslında anlatılan senin, herkesin hikayesi işte.

AKP dönemi Türkiye kapitalizminin ilkel birikim güdüsünün ayyuka çıktığı bir dönemdir. Bu pervasız dışa vurumun en önemli unsuru özeleştirmelerdir. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın verilerine göre Türkiye’deki ilk özeleştirme deneyiminin başladığı 1986 yılı ile AKP iktidarlarının başı arasındaki özelleştirme tutarı 8 milyar dolar civarındadır. 1990’larda yüksek yargının, aydınların ve sendikaların direnişinin pek çok özelleştirmeyi engellediğini ekleyelim (1990’ları gecikmiş 1970’ler olarak nitelememizin altında yatan unsurlardan biri de budur). AKP iktidarları döneminde ise özelleştirme tutarı 70 milyar dolar civarındadır. İşte AKP’nin bir dönem maliye bakanının ünlü yakınmasının (“sat sat bitmiyorlar”) semeresi de budur. Aslında satılan Cumhuriyet’in üretken kapasitesiydi, bir tür hafıza silme operasyonu idi açıkçası.

Bu satışlar ve devir-teslimler önemli bir tasfiyeyi de beraberinde getirdi; SEKA, Et-Balık Kurumu kombinaları, Sümerbank, tarımsal KİTler, ülkemizin emekçilerinin ve Cumhuriyet bürokrasisinin bin bir emekle kurdukları tüm bu yapıtaşları kapatıldılar, arsaları satıldı, lojmanları, ve lojmanlarının arsaları doymak bilmeyen sermayeye terkedildi. Sahi ilkel birikim neydi ki?

Dahası ilkel birikimin asri versiyonunun kadim, tarih öncesi bir versiyonundan işlevsel bir farkını da bu tasfiyeler ortaya çıkardı. Marx’ın peşi sıra kapitalist çiftçinin ve kapitalistin doğumunu anlatmak için kullandığı kadim ilkel birikimin gerçekten asli işlevi kapitalistin kutlu doğumuydu. Oysa asri zamanlarda sermayenin daha modern ve daha yaşamsal iki temel sorununun aşılması amacına hizmet eder ilkel birikim; hız ve menzil sorunu.

Şimdi biraz kuram zamanı. Sermayenin döngü hızının ve nüfuz ettiği alanın genişliğinin ve derinliğinin artması bir zorunluluktur (ki emperyalist eğilim de tam olarak bunlardan çıkar). Sermaye hem hızını hem de menzilini ilelebet arttırmak zorundadır, onu insanlığın bedeninde ve yaşamsal organlarında metastatik bir kansere çeviren de bu karşı konulması imkansız eğilimdir. Ancak bu kanser öldürmüyor, süründürüyor ve çürütüyor (Korkut Hoca’nın Türkiye kapitalizminin çürümesine yönelik belirlemesi bu çerçeve içinde çok anlamlıdır). Hız ve menzil artışı ise yine kapitalizmin pürifiye bir ekonomik sistem olduğu iddiasına iman edenlerin beklentilerinin aksine siyasi zoru zorunlu kılar (bakınız emperyalizm).

İlkel birikim bu anlamda asri zamanlardaki formuyla ve işleviyle bir yol kazası değildir. Zorunludur, daimdir ve kaimdir. Sermayenin üretken varlık stokunun, hem de düşük bir maliyetle, artışı değildir sadece. Aynı zamanda sermayenin at oynatabileceği alanın genişlemesidir. Yanlış olmasın; genişlemesi de değil, genişletilmesidir (çünkü siyasi zor vardır).

Örneğin SEKA’nın tasfiyesini ele alalım. Bugün ülkede kağıt neredeyse bütünüyle ithal edilen bir emtiaya dönüşmüştür (yayıncı dostlarımızın yakınmalarını dinleyin hele). SEKA tasfiyesi kağıdı ithal ederek depolayan ve kur arbitrajını da bolca kullanan bir garip kağıt ithalatçısı sektörün doğumuna yol açmıştır. Tarımsal KİTLerin tasfiyesi köylüyü doğrudan tarımsal emtiayı satın alan ya da tarımsal girdi pazarlayan tüccara, ve hata küresel tohum ve gıda firmalarına mahkum bıraktı. Et Balık kombinalarının kapatılması özel toptan ve perakende satış oligopollerini heyula gibi tepemize dikti. Bu dönüşümlerin hiçbiri ama hiçbiri sadece ekonomik zorla gerçekleşmedi. AKP hükümetleri bu süreçleri siyasi bir zorla tamamına erdirdiler. Ne oldu, piyasa dinamikleri yetmedi mi?

İlkel brikim eğiliminin bir hayırlı tarafı var ise o da siyasi faili teşhis edebilmemize izin vermesidir. Daha da önemlisi, yıllardır muhaliflerinin alaya aldıkları, devletin sermayenin koçbaşı olduğuna dair Marksist tezi de haklı çıkarır ilkel birikim. Aslında siyasi zorun ekonomik işlevinin ilkel birikim kanalıyla tespit edilmesi sağ sapmacı ekonomik indirgemecilik eleştirisini de göğüslememize izin verecektir. Öyle ya artık siyasi olan ekonomik olanın içindedir, yapısal olan bir öznenin sırtına yüklenmiştir. Şimdi artık elimizde sistemin ötesinde bir fail var. Fail var ise sürüp giden kader değildir.

Devam edelim. AKP döneminde sermayeye alan açmak için yapılanların listesi bir hayli fazla. En sonda olandan başlayalım, yani kamu özel işbirliği projeleri ya da uygulamaları (KÖİler). Bu ilginç yöntem aslında sermaye gruplarına açık aktarım anlamına gelmektedir. Özellikle otoyolları, hava limanları ve şehir hastaneleri örneğinde gelir garantisine sahip KÖİler kamu bütçesi üzerinde görünen ve görünmeyen yükler yaratmaktadır. Örneğin sadece 2021 yılında Karayolları Genel Müdürlüğü’nün otoyollarına verilen garanti kapsamında 14 milyar TLden fazla bir tutar ödediği hesaplanmıştır. Bu model ayrıca ilkel birikimin sermayeye alan açmak için kamusal alanı kapatma stratejisiyle de uyumludur. Örneğin Ankara Şehir Hastanesi açılırken pek çok uzman kamu hastanesi kapatılmıştır. Otoyollar yapılırken asında halihazırda işleyen ve parasız geçiş sağlayan kamuya ait çift gidiş gelişli yollar kendi hallerine terkedilmiştir. En garibi ise İstanbul Havalimanı ile ilgilidir; sırf yolcular ve havayolu şirketleri oraya yönelsin diye Atatürk Havalimanı kapatılmıştır. İlkel birikim hem sermayeyi zenginleştirmeye hem de onun egemen olacağı alanı genişletmeye yarar.

Gelelim özelleştirme ile ilgili diğer bir konuya, yani serbestleştirmeye. Bu özellikle kamusal hizmet sektörleriyle, yani eğitim ve sağlıkla ilgili bir süreçtir. Bu iki sektörde hem özel eğitim ve sağlık kurumlarına yer açılmış, hem de bunlar gırla kâr etsinler diye kamusal eğitim ve sağlık çürümeye terkedilmiştir. Peki bu ilkel birikimin işlediğini göstermiyor mu? Eğer burada sadece ekonomik zor geçerli olsaydı, en azından kamusal eğitim kurumlarıyla özel eğitim kurumlarının eşit şartlar altında rekabet etmesine izin verilirdi. Oysa şimdi tam ikiye bölünmüş bir eğitim sistemi var; bir tarafta suyu akmayan, pencereleri delik deşik ve bazı durumlarda en temel ihtiyaçları bile karşılayamayan devlete ait okullar, diğer tarafta ise caf caflı, gösterişli (ancak içi boş) özel eğitim kurumları. Özel okullar hem kocaman bir cehaletin hem de kifayetsiz bir sömürünün üzerinde yükselen yapılardır. Bu okullarda çalışan ve kamuda atama bekleyen genç öğretmenler ne kadar maaş alıyor bilen var mı? Peki özel okulların kolayca sömürebilecekleri bol ve ucuz öğretmen emeği piyasa şartlarının mı sonucu yoksa siyasi karaların mı? Ülke çelişkiler ülkesi; bir tarafta öğretmeni olmayan devlet okulları diğer tarafta öğretmenin birini atıp diğerini boğaz tokluğuna işe alan özel okullar. İlkel birikim geçmişte bir yerde bitti diyenlere kamuda atama bekleyen yüzbinlerce öğretmenin ne türden bir yedek işgücü ordusu oluşturduklarını düşünmeleri tavsiye edilir; öyle ya ilkel birikim hem işçi sınıfını hem de yedek işgücü ordusunu yaratmakla amirdir.

Sadece bir gösterge olsun diye birkaç veri verelim. 2021-2022 eğitim öğretim yılında tüm devlet okullarında derslik başına yaklaşık 26 kişi düşerken, özel okullarda bu sayı 9,6 kişiydi. Devlet okullarında öğretmen başına düşen öğrenci sayısı 16 iken özel okullarda 9 civarındaydı. Kısacası bir yerde kendi haline bırakılmışlık, diğer tarafta ise para ile satın alınan bir ihtimam var gibi görünmektedir. Oysa öyle değil, özel okullarda verilen eğitim, eğitimsizliği beslemekten gayrı bir işe yaramamaktadır.

Aynı türden göstergeler özel ve devlet hastaneleri karşılaştırıldığında da şüphesiz ortaya çıkacaktır. Bakın, sağlık sektöründe özel sermayeye nasıl aktarımda bulunuluyor ve nasıl kâr elde etsin diye alan açılıyor? 2021 yılında Sağlık Bakanlığı’na ait hastane sayısı (üniversite hastaneleri hariç) 908 iken özel hastane sayısı 571 imiş. Bakanlığa ait 908 hastanede MR cihazı sayısı 375 iken özel hastanelerdeki MR cihazı sayısı 474, bakanlığa ait hastanelerdeki ultrason cihazı sayısı 2810 iken özel hastanelerdeki ultrason cihazı 2430, bakanlığa ait hastanelerdeki mamografi cihazı sayısı 396 iken özel hastanelerdeki mamografi cihazı sayısı ise 490 adetmiş. Burjuva iktisadının paçoz varsayımlarına kulak verirseniz size manzaranın kamuda ekonomik rasyonalitenin yokluğuna işaret ettiğini söyleyeceklerdir. Oysa AKP’nin sağlık sisteminde hem özel sağlık kurumlarına sosyal güvenlik sistemi aracılığıyla büyük bir aktarım vardır hem de kamusal sağlık kurumları kendi kaderlerine siyasi bir kararla terk edilmişlerdir. Özel sağlık sistemine aktarılan kaynak ile pekala kamu hastanelerinin cihaz, ekipman ve personel açığı kapatılabilirdi değil mi? Ama yapılmıyor, neden? Neden kaynak kıtlığı olamaz, olsaydı şehir hastaneleri için garantili ödemeler yapılamazdı veya özel hastanelere eften püften her test için yüklü meblağlar ödenemezdi. Şimdi ilkel birikim 19. Yüzyılda miadını dolduran arkaik bir eğilimdir diyebilir miyiz? Bunu diyenlere tavsiyemiz acil bir ihtiyaç karşısında bir kamu hastanesinden ultrason randevusu almalarıdır. Baksınlar bakalım ihtiyacın aciliyetine binaen yakın bir randevu tarihi mi verilecek yoksa çıkmaz ayın son çarşambası mı? Bu bile sağlık hizmeti için özel hastanelere yönlendirilmek anlamına gelmez mi?

İlkel birikim toplumsal ve ekonomik hayatın her boyutunda işlemektedir. Bu haftalık bitirirken bir anımı paylaşayım. Çocukken sıkça tekrarlayan anjinden (bademcik iltihabı) mustariptim. Sıkça kulak burun boğaz uzmanına giderdim. O güzel zamanlarda hastaları kapıda karşılayan ve müşteri velinimetimizdir diyerek refakatçi veren, ancak bu ihtimamın ederini faturaya fazlasıyla yansıtan gözü açık özel hastaneler yoktu bildiğiniz gibi. Artık alışmıştım, hasta koltuğuna oturur, ağzımı su aygırı ağzı kadar açar ve dilimi çıkartırdım ki doktor dilimin üstüne basarak bademciklerime baksın. Standart bir prosedür idi, bir bakar sonra ilacı yazardı. O kadar. Para da ödemezdik hani. Bir de o zaman kamusal sağlık kurumu sayısı ganiydi, istediğine giderdin. Özelleştirmeyle aklını bozmuş liboşların yıllarca yaptıkları propagandanın aksine öyle kuyruk felan da olmazdı pek. Aksaklıkları olsa da kamusal sağlık sistemi pek iyi işlerdi (Anam bir köy ebesiydi, köylerde sağlık ocağı ya da en azından bir sağlık personeli olurdu, şimdi var mı?).

Derken ben anjini unuttum, anjin de beni unuttu. Büyüdüm ve bir daha da pek anjin olmadım, beş yıl öncesine kadar. Beş yıl önce eski dostum bir kere daha yokladı naçiz bedenimi ve boğazımı. Çocukken katlanabildiğim, birlikte yaşamaya alıştığım anjin anlaşılan büyük ve yaşlı bedenleri daha fena etkiliyordu; gerçekten dayanması zor yüksek ateş, yutkunamama ve müthiş bir beden ağrısı, zaten ben de dayanamadım, yakındaki bir özel hastaneye gittim. Çocukluğumdan kalma anılardan dolayı hasta koltuğuna oturdum ve ağzımı yine su aygırı gibi açtım. Doktor “O sonra” dedi, “Önce şu testleri yaptır” dedi. Test isteğine bir baktım, şeker, kolesterol, envai türden kan testi. “Ulan ölüyorum herhalde” dedim, peşinden de “Yahu anjin ne kadar değişmiş, ne ara bu kadar ciddi bir hastalık olmuş?” diye düşündüm. Oysa değişen bir tarafı yoktu, değişen sağlık sistemiydi. Benden istediği her bir testin parasını sosyal güvenlik kurumundan çatır çatır alacaklardı. Sadece bademciğime bakması yeterdi ama işi genel bir taramaya çevirdi. Bu işin bu ülkede böyle yürüdüğünü herkes biliyor, özel hastaneler bu yolla kamu bütçesini talan ediyorlar. Peki engellemeye yönelik bir irade var mı? İlkel birikim sermayeye ekonomi dışı yollarla hem aktarımda bulunur hem de alan yaratır. Benim anjin bile ilkel birikim güdüsünü körüklemişti.

Testleri yaptırdıktan sonra gerisin geri doktora gittim. “Evet, neyiniz var?” diye sordu. Hasbinallah! Tekrar anlattım, bademciklerim bembeyaz dedim. Tam keyifle ağzımı yine su aygırı ağzı gibi açacaktım ki oturdu reçete yazdı; bir antibiyotik bir de ağrı kesici. O kadar. Test sonuçlarına ne oldu bilemem. Bu arada sosyal güvenlik kurumumdan aldıkları yetmezmiş gibi ben de kayıt ücreti diye acayip bir şey ödedim. Bunu yaratan ekonomik zor değildi, sermayeye talan alanı yaratan ilkel birikimdi velhasıl kelam. Şimdi hala ilkel birikim atalarımızın bile hatırlayamayacağı kadim bir zamanda işledi bitti diyecek olan var ise inşallah anjin olsun diye beddua etmem, yazık, kıyamam. Ama bir kere daha düşünsün derim.

 Serdal Bahçe / soL

Devamı haftaya...

Türkiye’nin gıda enflasyonu: Ruanda ile Sierra Leon arasında - Çiğdem Toker / T24

 

Bir yanda gıda enflasyonu en yüksek ülkeler arasında ilk sırada yer alan, çocukları okula aç giden, emeklisi insanca yaşamaktan uzaklaşan bir Türkiye. Diğer yanda aynı Dünya Bankası’nın 18 milyar dolar yeni kredi taahhüt etmeye hazırlandığı Türkiye

Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan, TBMM’yi bilgilendirdiği sunumunda -milletvekillerinin soruları üzerine- yatırımı kastederek "milyarlarca dolarlık teklif mektubunun" masasında olduğunu söylüyor. Ne var ki ertesi gün aynı Meclis, emekli maaşının insan haysiyetine yakışır bir seviyeye yaklaşmasını öneren teklifi reddediyor.

Bu kadar değil.

Merkez Bankası Başkanı’nı "doğru" politikalar için kurumun başına atayan siyasi irade, okula aç, beslenme çantası boş giden çocuklara günde bir öğün ücretsiz yemek vermeyi de bütçeye "yük" sayıyor.

Ekonomiyi yönetenler, sürdürülebilir büyüme ezberine inanmamızı ister, ısrarla sabır talep ederken, yemek fiyatındaki artışı protesto eden üniversite öğrencileri cinayet mahallinde suçüstü yakalanmışlar muamelesiyle gözaltına alınıyor.

Türkiye, eğer doğrudan yatırım yapılacak kadar cazipse, bu kadar insanın açlık çekmesinde bir tuhaflık olmalı... Fiyat artışının protesto edilmesini korkunç bir suç gibi bastırıldığı bir ülkede yüzde 4 büyümenin müjde gibi sunulmasında da öyle.

Belki de hepsi dünya ekonomi düzeninin normalleridir de tuhaflık bütün bunların bizlerce kanıksanmasındadır.

* * *

Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan, Dünya Bankası’ndan söz ederken, Türkiye’ye son günlerde yüksek tutarlarda kredi sağlayacağı açıklanan Dünya Bankası’nın "Türkiye’nin başarı öyküsünün bir parçası olmak istediği "tanımını yapıyor.

Tutanaklara yansıyan ilgili bölüm şöyle:

 "Zaten Dünya Bankası, bir kredi değil, Dünya Bankası Türkiye’mizin ve milletimizin başarı öyküsüne parça olabilmek için çok makul rakamlarda verilen bir yatırım ve biz istedikçe verilen bir yatırım. Ama bunun yanısıra, aynı zamanda bizim rezervlerimize doğrudan giriş yapabilecek milyarlarca dolarlık teklif mektubu benim masamda. Ve biz kendi istediğimiz oranlarda, kendi istediğimiz koşullarda kabul etmek istediğimiz için geri dönüşü bile.."

* * *

Aynı Dünya Bankası’nın, 2 Ekim’de açıkladığı Gıda Güvenliği Rapor güncellemesinde Türkiye nasıl geçiyor biliyor musunuz?

Gıda fiyat enflasyonu en yüksek 10 ülke arasında 4. sırada.

Türkiye, Sierra Leone ile Ruanda arasında. Bu da başka türlü bir başarı öyküsü işte…

Dünya Bankası gıda güvenliği konusunda hazırladığı rapordaki Türkiye’nin de yer aldığı gıda enflasyonu endeks tablosunu sosyal medya hesaplarında da duyurdu. (Söz konusu sonuçlar, gıda fiyatları enflasyon verilerinin mevcut olduğu Mayıs ve Ağustos 2023 arasındaki en son aya ait bilgilerden derlendi.)

Rapor, ülkelerin ve bölgelerin gıdaya erişim açısından içinde bulunduğu durumları ve yaşanan gıdaya ilişkin krizlerin dönemsel nedenlerini de analiz ediyor.

Dünya Bankası’nın güncel verilerden derlediği son raporuna göre, gıda fiyat enflasyonu en yüksek artış gösteren 10 ülke şöyle:

ÜLKE ARTIŞ ORANI (%)

Lübnan 44

Mısır 34

Sierra Leone 15

Türkiye 15

Ruanda 13

Gana  12

Gine 12

Pakistan  11

Surinam  11

Malavi 11

Tek bu oranların reel artış oranları olduğu incelemede belirtiliyor. Aynı tabloyla birlikte gıda enflasyonundaki nominal artış oranlarına da yer veriliyor. Nominal artış oranları tablosunda Türkiye ilginç bir şekilde yine 4. Sırada, ancak yüzde 74 oranıyla yer alıyor. Dünyadaki en yüksek gıda artış enflasyonunun yaşandığı ülkelerde reel artışta Sierra Leone ile Ruanda arasında bulunan Türkiye’nin nominal artış tablosunda ise Arjantin ile Zimbabve arasında olduğu görülüyor.

Orijinal adı "Food Security Update" olan raporda, sözünü ettiğim iki tablo şu şekilde yer alıyor:

48 ülkede 238 milyon insan

"Yeni Küresel Gıda Krizleri Raporu 2023 Yıl Ortası Güncellemesi" başlıklı diğer çalışmaya göre, 48 ülkede toplam 238 milyon insan, şiddetli biçimde gıda ve beslenme güvensizliğiyle karşı karşıya.

Dünya Bankası raporunda Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinin ardından, ülkelerin gıda ticaretine yönelik kısıtlamalarının gıda fiyat enflasyonunda etkili olduğu belirtiliyor.

Bir yandan gıda enflasyonu en yüksek ülkeler listesinde ilk sıralarda yer
alan, çocukları okula aç giden, emeklisi insanca yaşamaktan uzaklaşan bir Türkiye. Diğer yanda aynı Dünya Bankası’nın 18 milyar dolar yeni kredi taahhüt etmeye hazırlandığı Türkiye.

İkisi de aynı Türkiye kuşkusuz. Ama Dünya Bankası'nın sağlayacağı kredi penceresinden baktığınızda; bu yeni kaynağın da kârına kâr katacak özel sektöre, garantilere ve projelere yönelik olacağı apaçık.

Sonuçta bütün bu "güven", "kademeli", "istikrar", "sabır", "garanti" vs. gibi bildik sözcüklerden oluşan propaganda seti; iktidarıyla, uluslararası kuruluşlarıyla vatandaşa "değmeyen", gündelik hayatına olumlu yönde dokunmayan bir "kendilerinin çalıp kendilerinin oynadığı düzen"den başkasına işaret etmiyor.

Daha doğrusu, Ruanda ile Sierra Leone arasında bir yere işaret ediyor.

Çiğdem Toker / T24



Göçmen çocuklara imam hatip dayatması: Hedef dindar ve kindar nesil mi? - ÖZKAN ÖZTAŞ/soL-Özel

 

Göçmen çocuklar imam hatiplere zorlanıyor. Bazı okullarda tek bir Türk öğrenci yok, tüm öğrenciler Suriyeli. Uzmanlar, işin "dindar ve kindar nesil" hedefine uyuma dikkat çekiyor.

Türkiye'deki göçmen ve mülteci nüfus, yoğun tartışmaların konusu. Ancak konunun üzerinde pek durulmayan bir boyutu var: İmam-hatip okulları. Göçmenlerin çok büyük kısmı, karma eğitime karşı oldukları için çocuklarını bu okullara gönderiyor. Kilis 7 Aralık Üniversitesi'nin araştırması, bazı imam hatip okullarında Türk öğrencilerden çok Suriyeli öğrenciler olduğuna işaret ediyor. Tamamı Suriyeli öğrencilerden oluşan okullar var. Konuya dair soL'a konuşan bir göç uzmanı, öğrencilerin entegrasyon yerine bu yola sokulmasını, "Dindar ve kindar bir neslin ayak sesleri bunlar" sözleriyle yorumluyor.

'Lise çağına gelmiş ama imam hatipte okumayan mülteci genç görmedim'

Necip (kamuyla çalıştığı için ismi değiştirildi), göç ve nüfus uzmanı. Mülteciler ve göçmenlik alanında çeşitli kurum ve derneklere danışmanlık yapıyor. Şimdiye kadar Ankara, Antep, Urfa, Mersin, Adana, Kayseri ve Eskişehir gibi birçok kentte saha çalışması yürüttü"Aralarında Avrupa Birliği'nden alınan fonlar ile buralarda çalışma yapan dernekler olduğu gibi doğrudan bakanlıklar ya da üniversite kurumlarına bağlı dernekler de var" diyor. 

Necip, "Abartmak istemem, mutlaka istisnai örnekler vardır, ama şimdi, düşünüyorum, evet, yani hiç imam hatip öğrencisi olmayan bir göçmene denk gelmedim" diyor.

"Bunu şöyle de değerlendirebiliriz tabi. Benim danışmanlık hizmeti verdiğim kurumlara ihtiyaç duyan, desteğe muhtaç kişilerin çoğunluğu İmam Hatip'e yönlendiriliyor. Özel okula parası yetenler zaten kendini kurtarıyor diyebiliriz."

Özellikle Suriye'deki savaş ve Türkiye'nin buradaki islamcı örgütlere verdiği destek, Esad karşıtı islamcı çevrelerden Türkiye'ye kitlesel göçe sebep oldu. Irak ve Suriye başta olmak üzere müslüman ülkelerden gelen ailelerin çocuklarını imam hatip okullarına göndermelerinin sebebi, çoğu zaman "anadilleri olan Arapça eğitimin avantajından faydalanmak" olarak gösteriliyor.

Sebep anadil mi, islami eğitim mi?

Göç uzmanına, bunun gerçek olup olmadığını, eğitim dilinde Arapça'nın da olmasının göçmen çocuklarının eğitim almalarını kolaylaştırıp kolaylaştırmayacağını soruyoruz. "Aslında pek öyle değil", diyor, "Yapılan araştırmalar din eğitimini ve dil faktörünün kolaylaştırdığını belirtiyor. Buna şüphe yok. Ama esas soru şu. Neden?"

Necip, bu ailelerin bir Avrupa ülkesine gitmeleri durumunda bir entegrasyon sürecinin parçası olacaklarına işaret ederek, "Sorun yalnızca kültürel fark da değil. Dikkatinizi çekerim. Burada İslami eğitimler veriliyor. Sonra buradan mezun olan ve hakim kültürü Arap coğrafyasının kırsal kesimi olan gençler neden sokakta insanları kameraya alıyor ya da kıyafetlerine müdahale ediyor diye tartışıyoruz veya bu yönde haberlere rastlıyoruz."

Türkiye'nin son kitlesel göç dalgasıyla tanışmasının üzerinden yıllar geçti, ancak çocukların eğitimi konusunda başka bir seçenek yaratılamadı. Necip, bunun hükümetin bilinçli bir tercihi olduğu kanaatinde: "Daha önceleri de diyorlardı 'dindar nesil kindar nesil' falan. Yapabildikleri ölçüde bunu uyguluyorlar zaten ama anladığım kadarıyla eksik kalan yerlere böyle transfer usulü girdiler yapıyorlar."

Tamamı Suriyeli imam hatipler var, aileler de karma eğitimden kaçıyor

Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyet Fakültesi'nden Doç Dr. Nedim Öz'ün kaleme aldığı, 2022 tarihli "Göçmen çocukların İmam Hatip okulları tercih etme sebepleri" çalışması, Necip'in sahadaki gözlemlerini verilerle teyit ediyor. Öz'ün sunduğu verilere göre birçok okulda Suriyeli öğrencilerin mevcudu fazla, bazı okullardaysa yalnızca Suriyeli öğrenciler var. Tek bir Türk öğrenci yok.

2022 yılında Kilis 7 Aralık Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmaya göre, göçmen öğrencilerin imam hatip okullarına yönlendirildiği belirtiliyor ve bu okullardaki göçmen öğrencilerin zaman zaman Türk öğrencilerin sayısını geçtiği örneklere rastlanıyor.

Doç. Dr. Nedim Öz, çalışmasında çok sayıda Suriyeli göçmen aileyle görüştü. Öz'ün bu görüşmelerden aktardığı bilgiler, velilerin, karma eğitime karşı oldukları için imam hatip okullarını seçtiklerine işaret ediyor. Makalede anılan bir veli şöyle diyor:"Sadece kızların bir arada olup, eğitimin kız-erkek karışık olmaması gerekir. Karma eğitim olmadığı ve daha önce iki kızım da buradan (Ekrem Çetin Kız AİHL) mezun olduğundan diğer çocuklarımın da onları izlemesini istiyorum."

Bir diğer veli "Biz buraya yönelten en önemli sebep, eğitimin kız-erkek karışık olmamasıdır" derken, yine bir diğeriyse "Çocuklarımız tesettürlü olsa da karma eğitim istemiyorum" ifadelerine yer veriyor. 

'Mesele göçmen karşıtlığı değil, laiklikle ilgili tehlike'

Necip, imam hatip okullarında eğitim gören çocukların daha çok Suriye'nin ve Irak'ın kırsal ya da kasaba nüfusunu oluşturduğuna işaret ediyor. Göç uzmanı, bu kesimin aynı zamanda Özgür Suriye Ordusu olarak bilinen ve şimdilerde adı Suriye Milli Ordusu olan islamcı örgütlerin de insan kaynağını oluşturan bölgeler olduğunu ifade ediyor: "Ben mülteci ya da göçmen düşmanı biri değilim. Yanlış anlaşılmasın. Laiklik ile ilgili bazı tehlikelerin altını çiziyorum."

"Parası olan göçmenler özel okullarda özellikle dini eğitim dayatması olmayan okullara gidiyor zaten. Ama ekonomik durumu olmayan göçmenler buralardan başka çare bulamıyor. Farkındaysanız zaten normal liselerde kaynaşmaları için Arapça içerik yok. Direkt imam hatiplere yollanıyor bu çocuklar."

2022 yılında 100 bin mülteci çocuk imam hatiplere kaydedildi

Milli Eğitim Bakan Yardımcısı Nazif Yılmaz, 2022 yılında 100 bin mülteci çocuğun İmam hatiplere kaydedildiğini açıklamıştı. Yılmaz da açıklamasında yine dini eğitim ve dil faktörüne dikkat çekmişti. 

Göçmenlerin ilk geldiği yıllarda Suriyeli çocuklar için durumlarının geçici olduğu düşünülerek dil engelleri nedeniyle bulundukları mülteci kamplarında çadır ve konteyner okullarda eğitim verilmişti. Daha sonra da Türk öğrenciler okuldan ayrıldıktan sonra bir tür ikinci öğretim gibi Suriyeli öğrencilerin geldiği örnekler de denenmişti.

Ancak çözüm olarak mülteci çocukların artık imam hatiplere yönlendirilerek çoğunlukla dini eğitimlerin alındığı bir program tarif ediliyor.

ÖZKAN ÖZTAŞ/soL-Özel

Mor çiçeklerle süslü zeytinyağlı sumaklı ekşili incir dolması. Birecik patlıcanı içinde fıstıklı Hatay humusu. Meclis'in açılış yemeği menünün tam listesi - YENİÇAĞ

 

Meclisin açılış yemeğinin hazırlanması 3 gün 3 gece sürdü. TBMM’nin yeni yasama yılı için özel menü sunuldu. Menüdeki 22 çeşit ikramın isimlerini ilk kez duyacaksınız... Mor çiçeklerle süslü zeytinyağlı sumaklı ekşili incir dolması, Vişne soslu bakla favalı, Birecik patlıcanı içinde fıstıklı Hatay humusu. İşte menünün tam listesi...

Hürriyet Gazetesi'nden Oya Armutçu'nun özel haberinde yer alan bilgilere göre; Meclis'in 100. yılında yeni yasama yılının açılış resepsiyonunda konuklara Mardin’li şef Ebru Baybara Demir’in hazırladığı ve içeriğinde 22 çeşit ikramın bulandığı menü hazırlandı.

Söz konusu menünün hazırlanması için tam 3 gün 3 gece uğraşıldı.

Meclisin yeni yasama yılında sunulan bu menüyle 1200 davetliye reyhan, kişniş ve limonata gibi yöresel tatlardan hazırlanan içecekler de sunuldu.

MENÜDE 22 ÇEŞİT ÖZEL İKRAM HAZIRLANDI

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un eşi Sevgi Kurtulmuş, Gastronomi Nobel’ini kazanan Mardin’li ünlü şef Ebru Baybara Demir’e 22 çeşitten oluşan özel ikram menüsü hazırlattı.

Şef, söz konusu menüyü 3 haftada tasarlayıp, 3 gün 3 gecede dağıttı.

İŞTE MENÜDE YER ALAN İKRAMLAR

Menüde yer alan ikramların bir çoğunun adını ilk kez duyacaksınız...

Tuzlu tart içerisinde Çerkez tavuğu.

Dereotlu Trakya turşusu ile beraber Birecik patlıcanı içerisinde fıstıklı Hatay humusu.

Bulgur çanağında yoğurt,

Edirne beyaz peyniri ile kereviz.

Kruvasan içerisinde Ezine peynirli kurutulmuş domatesli haydari.

Diyarbakır çöreği üzerine kiraz sapıyla tütsülenmiş vişneli Erzincan tulum peyniri.

Tuzlu tart içerisinde yaban mersinli kaparili tahinli patlıcan salata.

Mor çiçeklerle süslü zeytinyağlı sumak ekşili incir dolması.

Vişne soslu bakla favalı zeytinyağlı incirli Urla enginar.

Kastamonu çemensiz pastırma ve Hakkâri otlu peyniri ile Aydın inciri.

Biber ve domates eşliğinde sarımsaklı kuzu teşt...

EDİRNEDEN ÖZEL PEYNİR ALMIŞLAR

Geçen haziranda, gastronomi dünyasının en prestijli ödüllerinden olan ve bu dünyanın Nobel’i sayılan ‘Basque Culinary World Prize’a değer görülen sosyal girişimci şef Demir, mönünün hikâyesini şöyle anlattı:

“23 yıllık şefim ve Mardin’de restoranım var. 81 ilimizdeki coğrafi işaretli ürünleri odağımıza alarak, yöre mutfaklarının özgün reçetelerine de sadık kalarak mönümüzü TBMM’nin kıymetli şefleri ile birlikte hazırladık. Kızım ve meslektaşım Pelin Dökmen ile omuz omuza çalışmak da ayrıcalıktı. Çok güzel bir çalışma oldu. Keyifle yemeklerimizi hazırladık.

"MUĞLA’DAN ENGİNAR, DİYARBAKIR’DAN BAHARATLAR, KİLİS’TEN FİRİK GELDİ"

Sonra kullanacağımız malzemeleri o bölgede kim üretiyorsa, yerel üreticisi kimse, onlardan aldık. Muğla’dan enginar, Diyarbakır’dan baharatlar, Kilis’ten firik geldi. Mardin’den bulgur getirdik. Türkiye’nin her yerinden aldığımız coğrafi işaretli ürünleri Meclis’in bu özel ikram mönüsüne dönüştürdük. Üç haftada mönünün tasarım ve hazırlıklarını tamamladık, üç günde de üretim yaptık.”

6565.png

whatsapp-image-2023-10-04-at-13-51-32.jpeg

whatsapp-image-2023-10-04-at-13-51-31-1.jpeg

whatsapp-image-2023-10-04-at-13-51-30.jpeg

whatsapp-image-2023-10-04-at-13-51-30-1.jpeg

whatsapp-image-2023-10-04-at-13-51-30-2.jpeg

whatsapp-image-2023-10-04-at-13-51-31.jpeg

88.png

YENİÇAĞ

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -5 Haziran 2025-

  KRT’de neler oluyor; görünen ve görünmeyenler…-Candan Yıldız- CHP’ye yakınlığı ile bilinen kanalın yayın çizgisi zaman içerisinde değişti,...