Altın Portakal'ın iptali belediye meclisinde: Danışman ve bürokratlara istifa çağrısı - Yusuf Yavuz / soL

 Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin iptali Belediye Meclis toplantısına yansıdı. Meclis üyeleri, festivalin iptaline sebep olanların istifasını ve cezalandırılmasını istedi.

AKP ve MHP’li grup sözcüleri Antalya Altın Portakal Film Festivali tartışmaları üzerinden Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek ve danışmanlarına yüklenirken, Böcek’in katılmadığı Meclis toplantısını yöneten CHP Meclis Üyesi Mesut Kocagöz, “Oradaki arkadaşların hatası, olabiliyor bazen” dedi.

Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek geçtiğimiz hafta tartışmalarla gündeme gelen Altın Portakal Film Festivali'nin iptal edildiğini açıklamış, ancak yıl içinde festivali Cumhuriyet’in 100. yılına yakışır biçimde kendi olanaklarıyla yapacaklarını duyurmuştu.

Bugün yapılan Meclis toplantısına katılmaması dikkat çeken Muhittin Böcek’e yönelik festivalle ilgili sert eleştiriler geldi.

AKP Grup Sözcüsü Demir: Festivale yazık oldu

AKP Grup Sözcüsü Serhat Demir, kentin eski belediye başkanlarından Avni Tolunay’ın öncülüğünde ve Antalya halkının desteğiyle 60 yıl önce başlatılan festivale koltuğa oturan tüm belediye başkanlarının katkı koyduğunu belirterek, “Ancak 60. yılına geldiğimiz film festivalinde maalesef hiç istenmeye görüntüler meydana geldi. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı’mız tarafından Antalya Altın Portakal Film Festivali’miz, Antalya’mızın değerli markası terör örgütlerinin sözcülüğünü, reklamını yapan bir şekle getirildi. Maalesef bütün Antalyalılar buna üzüldüler. Bize de son bir hafta on gündür hemşerilerimizden gelen serzenişler bu yönde. Sayın Muhittin Böcek önce bir dik durma şeyinde oldu ama bundan sonra da geri döndü ve çareyi Antalya Film Festivalini 60. Yılında rafa kaldırarak bir çözüm buldu. Gerçekten hepimiz çok çok üzüldük. Altın Portakal Film Festivali’ne maalesef yazık oldu” dedi.  

'Beş yılda toplu ulaşım, trafik, vektörle mücadele patladı'

Bu durumun kendileri için sürpriz olmadığını söyleyen Demir, “Sayın Böcek’in yönetiminde yaklaşık 5 yıldır toplu ulaşım patladı, trafik patladı, vektörle mücadele patladı; en sonunda geldiğimiz noktada çok şükür Altın Portakal Film Festivali de patladı gitti. Cumhuriyetimizin 100. yılındayız. Keşke film festivali terör örgütü propagandalarıyla gündeme geleceğine Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına yakışır şekilde bir ‘Cumhuriyet filmleri seçkisi’ olsaydı, bu temayla yola çıkılsaydı da Cumhuriyetimizin 100. yılı coşkusuna daha bir coşku katar hale gelseydi. Bütün Antalyalılar da film festivali vesilesiyle bu coşkuyu bir kez daha yaşasalardı” diye konuştu.

'Işıltılı hayatarın lütfedildiği bürokratlara merhaba'

Antalya Büyükşehir Belediyesi MHP Grup Sözcüsü Selçuk Senirli ise festival tartışmalarının yaşandığı dönemde lüks bir otomobilin içerisinden “bu ışıltılı hayatları biz seçmedik” ifadeleriyle sosyal medyadan paylaşım yapan Büyükşehir Belediyesi Başkan Danışmanlarına gönderme yaparak  “Işıltılı hayatların lütfedildiği sayın bürokratlara, yüksek danışmanlara da merhaba diyorum” ifadeleriyle başladığı konuşmasında, “Terör örgütü yardakçılarıyla gaflet uykusunda parıltılı ışıltılı rüya aleminde yaşayan yüksek bürokratların sebep olduğu, ülke gündemine oturan büyük bir krize dönüştü” dedi.

Danışman ve bürokratlara istifa çağrısı

Festivali ülke gündemine getiren tartışmaların "FETÖ" propagandası yapan bir filmin yarışmaya dâhil edilmesi olduğunu iddia eden Senirli, bunun bardağı taşıran son damla olduğunu savunarak şunları söyledi:

“Bu vesileyle bir kez daha kişilerin ülke değerleriyle ilgili tutumunu gördük, yetersizliğini gördük, basiretsizliğini gördük, yok hükmünde olduklarını gördük. Bir öyle bir böyle, sabah başka akşam başka, kararsızlık, yapbozculuk, kargaşa, kriz, skandal. Her şerden bir hayır çıkar. İnşallah Altın Portakal bu kriz sonrası sanatsal düzlemine oturur. Partizanların değil, halkın festivaline dönüşür. Bu skandalın asıl sorumluları olan ışıltılı ve pırıltılı hayatı sürmekten başka kaygı taşımayan, görevini ifa ve icra edemeyen, yüksek mevkilerdeki beceriksiz bürokratları ve danışmanları onurluca istifaya davet ediyorum. Şayet istifa etmezlerse Torosların evladı sayın başkanımızı bu şımarık kibirlere gereğini yapacağını ümit ediyorum. Yoksa bu millet hesabını Nisan'a bırakmaz.”

'İhale ve harcama yapıldı, festival yapılmaksızın kamu zararı oldu'

AKP’li Meclis Üyesi Hasan Cumhur Göncü de benzer şekilde festival üzerinden Böcek yönetimini eleştirdi. Film festivalinin asıl sahibinin büyükşehir belediyesi ile ANSET olduğunun altını çizen Göncü, festivalle ilgili ihalenin yapıldığına, harcamaların başladığına işaret ederek iptal edilmesi durumunda kamu zararı oluşacağını belirterek, “Mecburen bu festivali yapmak zorundasınız. Çünkü bu ihaleye göre harcamalar yapıldı ve bunu yapmazsanız kamu zararı oluşur. Bundan dolayı karar alındı. Bu şehri bu hale getiren bürokratlara ceza ve mükâfat mekanizması çalışmazsa bu hatalar devam edecektir. Bu ayıp kendilerine yeter. Artık dönemin sonunda nelerle karşılaşacağız. Hangi ayıplarla, hangi hatalarla karşılaşacağız, biz bile tahmin edemiyoruz” dedi.

CHP'li meclis üyesi ANSET'i savundu

AKP’li Meclis Üyesi Hasan Cumhur Göncü’nün bu sözleri üzerine Meclis oturumunu yöneten CHP’li Meclis Üyesi Mesut Kocagöz ise “Siz de çok iyi bilirsiniz. ANSET Bu işin yüklenicisidir. Örneğin ben ANET’in yönetim kurulu başkanıyım. Taşere edersiniz bir şeyi. Japonların bir atasözü vardır: ‘Bir işi en iyi bilen o işi yapandır.’ ANSET’in başkanı arkadaşımız veya yönetimi sanatçı değil, bunu bir yere vermek zorunda. Şunu da takdir etmelisiniz o zaman. Bundan önceki üç yıl aynı yönetim tarafından yapıldı. Çok da başarıyla yapıldı. Ama burada yapılan bir filme ilgili, evet dört tane karar falan da değişmesi onların kararıydı. Dediler ki ‘bu devam edecek yargı kararı yok’, bu kaldırılmalı veya yeniden yapılmalı. Tabii ki yapmak zorundayız çünkü Antalya’nın bir markası ve yapacağız. Çok daha iyisini hep beraber yapacağız” diye konuştu.  

'Olabiliyor bazen, oradaki arkadaşların hatası'

Tabii ki biz geçmiş dönemlerdeki gibi çok daha iyi yapılsın isteriz” ifadelerini kullanan Kocagöz,  “Ama burada direk Muhittin başkanımıza veya ANSET’e bunları atmak doğru değil. Oradaki yapan arkadaşların hatası. Olabiliyor bazen. Geçmiş dönemlerde anlatsam bir sürü şeyde oldu. Ama bunlar değil olay. Olay, Antalya’ya, marka değerine leke düşürmemek. Bunu da en iyi şekilde yapacağımızı hep beraber göreceğiz” dedi.

ANSET'in başındaki Çevikkol söz istedi

Tartışmalar sürerken eleştirilerin odağındaki isimlerden biri olan Antalya Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri ve festivali organize eden belediye şirketi ANSET’in Yönetim Kurulu Başkanı Cansel Tuncer Çevikol “Sayın başkanım ben de ANSET ortaklar grubu başkanı olarak bir açıklama yapabilirim” diyerek söz istedi.

'Polemiğe gerek yok' dedi, söz vermedi

Bu sırada AKP’li Meclis Üyesi Hasan Cumhur Göncü’nün “Sayın Başkan, biz bürokratları muhatap almıyoruz” dediği duyuldu. Oturumu yöneten CHP’li Mesut Kocagöz ise “Bence polemiğe gerek yok” diyerek Çevikol’a söz vermedi.

Ek bütçe talebi dahil 87 madde komisyona havale edildi

Tartışmaların ardından oylamaya geçilirken Meclis gündeminde yer alan 7 ila 30 arasındaki maddeler topluca oylanarak oy birliği ile kabul edildi. Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin 2023 yılı bütçesinin personel ve taşıt kiralama gibi giderlere yetmediği gerekçesiyle 1 milyar 452 milyar TL’lik ek bütçe talebini içeren Mali Hizmetler Daire Başkanlığı’nın teklifini de içeren 36. Gündem maddesinin de aralarında olduğu 34 ila 121 arasındaki maddeler ise ilgili komisyonlara havale edildi. Komisyonlara havale edilen maddelerin 13 Ekim Cuma günü yapılacak olan Ekim ayı devam Meclisi’nde ya da ileriki tarihlerde görüşülmesi bekleniyor.

Başkan danışmanları: Bu ışıltılı hayatı biz seçmedik

Antalya Altın Portakal Film Festivali ile ilgili tartışmalar ülke gündeminde yankılanırken Antalya Büyükşehir Belediyesi Başkan danışmanları Dr. Cem Oğuz ile Selahattin Artun’un yanı sıra Dış İlişkiler Daire Başkanı Zeynep Tuğçe Çiftçibaşı’nın lüks bir otomobilin içinde çekilmiş fotoğraflarını “Bu ışıltılı hayatı biz seçmedik” sözleriyle sosyal medyada paylaşmaları kent kamuoyunda tepkiyle karşılanmıştı. Yerel basında yayınlanan haberlere göre eleştirilerin ardından konuyla ilgili bir açıklama yapan Başkan Muhittin Böcek’in Çevre Danışmanı Selahattin Artun, şakacı bir insan olduğunu ve espriyi sevdiğini belirterek, “Ankara'da önemli bir anlaşma yapmıştık ve çok mutluyduk. Avrupa Birliği minibüsünün içinde renkli ışıklarla ironi yapmak istedim. Espriyi seven şakacı bir insan olduğumdan paylaştım ama yanlış anlaşıldım, üzgünüm” ifadelerini kullanmıştı.

Ek bütçe talep eden daire başkanı purolu fotoğrafını sildi

Öte yandan Büyükşehir Belediyesi’nin 2023 yılı bütçesinin yetersiz olduğu gerekçesiyle Meclis’e sunulan 1 milyar 452 milyon TL’lik ek bütçe talebinde imzası bulunan Mali Hizmetler Daire Başkanı Selahattin Artun'un da sosyal medya hesabında lüks tutkusunu gözler önüne seren fotoğraflar paylaşması da eleştiri konusu olmuştu. Artun’un bu eleştirinin ardından elinde puro ile paylaştığı fotoğrafını sosyal medya hesabından silmesi dikkat çekti.

Yusuf Yavuz-soL

                                                              


Orta Doğu'nun Hitler'i Netanyahu - ÇAĞDAŞ GÖKBEL/soL

 

Yıllar süren işgal, gelip geçen ve kasap lakaplı başbakanlar bile Filistin halkının mazlumdan-zalime dönüşme hızına engel olamadı.

Binyamin Netanyahu, gerçek adı aslında bu değil. İsrail Devlet Başkanını'ın gerçek adı: Bünyamin Netenyahu ve aslında özbeöz Türk. Bu tür gizli kalmış bilgileri ve daha fazlasını merak ediyorsanız, 'Gizli Gerçekler' YouTube kanalımı ya da twitter adresimi takip edebilirsiniz. Bünyamin, önemli bir mesele. Onun önemli bir mesele olmasının sebebi, kafamdan uydurduğum bu saçma sapan şeyin sosyal medyada hızla yaygınlaştırılabilecek bir enformasyona dönüşme ihtimali. Filistin-İsrail meselesinde son yaşanan gelişmeler, sosyal medyanın gerçek anlamda bir kanalizasyon olduğunu bir kez daha ispat etti. Bilgi olmayan ama kesinliği kitleler tarafından şüphe götürmeyen bilgiler, hızla milyonlarca kişinin önüne seriliverdi.

Yıllar süren işgal, gelip geçen ve kasap lakaplı başbakanlar bile Filistin halkının mazlumdan-zalime dönüşme hızına engel olamadı. Bu anlamda korkunç bir çağda yaşıyoruz. Kitlelerin duygu ve motivasyonlarının değiştirilme, yönlendirilme ve kısacası manipüle edilme hızları Edward Bernays'ın gözlerini yaşartır düzeyde. Tarihsizleştirilen insan nedir? Tarihi olmayan bu mahluka artık insan denilebilir mi? Kapitalizmin en büyük sihri belki de yarattığı iletişim ağları sayesinde bir şekilde ortaya çıkan 'tarihsizleştirilmiş ve bu araçlar vasıtasıyla zorla uzmanlaştırılmış' bireylerdir. Tüm yaşama ve insanlık tarihine bugünden bakan bir mahluk yarattılar. Belki de süreyi 24 saate yükselterek abartıyorumdur. İnsan denilen canlının elindeki camdan ışıklı uyaranlar yüzünden dikkatinin neredeyse 60 saniyenin altına kadar düştüğünü hesap edersek bu tarihsizleştirmenin korkunçluğu bir kat daha artıyor. Elbette buradan bir yılgınlık ya da umutsuzluk çıkarmamak gerekiyor. Kitlelerin 'zalimden' yana yönlerini değiştirme hızları alabildiğine dehşetengiz gelse de mücadele etmek zorundayız. Bu kesif karanlığın içinde her şeye rağmen doğruları söyleme cesaretini taşıyan ve bunun için örgütlenen insanların olduğunu düşünürsek eğer, bu kesif karanlığın içinde "hiç ışık yok" demek büyük bir haksızlık. Kısacası, karanlığı yırtmak istiyorsak önce kendimiz ışık olmak zorundayız...

16 Eylül 1982 Sabra ve Şatilla katliamı. İsrail tarafından çaresiz ve silahsız insanlara karşı yapılmış bir soykırım girişimi. Eldeki verilere göre, Batı Beyrut'ta Sabra ve Şatilla adındaki Filistin mülteci kamplarında İsrail tarafından çocuklar dahil olmak üzere tahmini olarak 3500 kişi katledilmiştir. Katliamın ayrıntıları çok çirkin ve yazmak bile gerçekten zor. Bizler bunları yazmaya zorlanırken başkaları Filistin halkını hızla zorba ve terörist ilan etmekten çekinmediler. İnsanlığa karşı bu suçları işleyenler ise ne hikmetse bir türlü terörist olamıyorlar. Terör kavramı çok hassas bir kavram ve düzenin bekçileri tarafından sürekli olarak mazlumlara karşı bir silah olarak kullanılıyor. Tarihsizleştirilmiş ya da kafkaesk bir tabirle ifade etmek gerekirse böcekleştirilmişlerin bunu idrak edebilmesi zor. Katliamdan İsrail'in eski başkanı Ariel Şaron sorumlu tutuldu. Ve sorumlu hakettiği bir lakap aldı: Kasap Şaron. İsrail Meclis Araştırma Komisyonu Şaron'u katliamdan 'dolaylı' sorumlu bulmuş. Belki de bu dolaylılık sayesinde Şaron, başbakanlık koltuğuyla ödüllendirilmişti. Kumsallarında bikinili kadınların özgürce partilediği, laik ama şeriatle yönetilen İsrail'den insan manzaralarıdır bunlar. Şimdi, gelelim yaşadığımız yüzyıla.

İngiltere Avam Kamarası'nda İşçi Partisi Milletvekili Kim Johnson, Başbakan'a soru sorduğu sırada tüm İsrail hükümetine faşist dedi.1 Kadın milletvekili hayatının hatasını yapmış, demokrasinin mabedi İngiltere'de ifade özgürlüğünü kullanma cüretini göstermiştir. Partinin lideri Sir Keir Rodney Starmer, tam da iktidara gelmek için tüm ayarlamaları yapmışken tatsız bir sürprizle karşılaşmış ve kendi vekiline karşı akıl almaz bir baskı kampanyası yürütmüştü. Sir Starmer'ın taktiği, 'anti-semitizm' linciydi. Bu linç sayesinde Jeremy Corbyn ve görece solcu çetesini (elbette onun perspektifinden çete) partiden tasfiye etmişti. Kim Johson, partiden atılma korkusu yaşamış olacak ki baskılara dayanamamış ve özür dilemek zorunda kalmıştı. Netenyahu ve İsrail hükümeti Avam Kamarası'nın kayıtlarına faşist olarak kaydedilmişti. Bu kayıt basit bir kayıt olamaz. Karşımızda İsrail muhalefeti tarafından da faşist olarak nitelendirilen bir hükümet var. Bu yüzden 'Hitler' benzetmesinin kendisi ağır değil. Ağır olan İsrail'deki faşist iktidarın aşağıdaki tabloda göreceğiniz suçlarıdır. İsrail'in en büyük gazetelerinden Haaretz'in baş editörü de bu gerçeklere daha fazla kayıtsız kalamamış olacak ki (bu gazetenin ortak görüşü) savaşın sorumlusunun İsrail Başbakanı Netenyahu olduğunu yazmış.2

'2008'den 2023'e İsrail-Filistin Çatışması. Tabloda ölen insan sayıları karşılaştırmalı olarak açık bir biçimde görülüyor. Kaynak:Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi, 7 Ekim 2023'

Şimdi, tarihin o eşsiz sarkacını bir kez daha izleyelim ve geriye doğru bir yolculuk yapalım. Michael Collins, İrlandalı devrimci, asker ya da daha popüler tabirle kabiliyetli bir gerilla ve stratejist. İrlanda Cumhuriyet Ordusu'nun (İRA) istihbarat direktörü olan Collins, İngilizleri şoke edecek bir saldırı planlamıştı. Plana göre, İngiltere ordusunun subayları tek tek yakalanacak ve infaz edilecekti. Bu kabiliyetli devrimci, ilk etapta elli kişilik bir liste hazırlamıştı ancak listede yer alan bazı isimlerin suç işlediğine dair yeterli kanıt bulunamadığının İrlanda Savunma Bakanı Cathal Brugha tarafından ısrarla savunulması üzerine liste otuz beş kişiye düşürülmüştü. Daha sonra adı geçenlerden bazıları hakkında yeterli delil olmadığı gerekçesiyle sayı yirmi kişiye kadar düşürüldü. Devrimciler ince eleyip sık dokuyordu, yine de bu durum onları 'terörist' yaftasından kurtaramayacaktı. Eylem İrlanda halkına karşı suç işleyenlere açık bir mesaj verecekti. 21 Kasım sabahı gerçekleşen başarılı operasyonla on bir İngiliz ajanı ve tüm hassas çabalara rağmen iki sivil yaşamını yitirdi. Eğer bir savaşın ortasındaysanız ve hele hele bu savaşı işgalcilere karşı yürütüyorsanız sivillerin zarar görmemesi neredeyse imkânsız.3 İngiltere'nin bu saldırıya verdiği cevap ise bugünkü İsrail'in uygulamalarını hatırlatır cinsten. Kraliyet kuvvetleri soluğu Croke Park stadyumunda almış ve o esnada oynanan bir Gaelic futbol maçının ortasına makineli tüfek atışıyla dalmıştı. İşte İrlanda'nın ilk kanlı pazarı bu şekilde gerçekleşti (21 Kasım 1920). Gerçekleşen bu saldırıda on üç seyirci ve bir oyuncu yaşamını yitirdi. Neticede işgale karşı haklı bir mücadele veren Michael Collins ve arkadaşları neredeyse fire vermeden düşmana kayıp verdirmiş buna rağmen üzerlerindeki terör sisini dağıtamamışlardır. İngiltere cephesinde ise açık bir biçimde İrlanda halkına kaşı terör suçu işlenmiştir. Tarihin bize gösterdiği bu deneyimler bile 'terör' kavramına neden çok dikkatli bir biçimde yaklaşmamız gerektiğini göstermekte. Peki, IRA o günlerde nasıl bir örgüttü? Michael Collins, katolikleri temsil eden bir burjuva devrimcisiydi. IRA'nın içinde İrlanda'daki tüm siyasi yelpazesinden örgütler vardı ve Anglo-İrlanda (1921) anlaşmasından önce IRA tüm İrlanda halkının içerisinde yer aldığı bir çatı örgütüydü. Komünistler, sosyalistler, milliyetçiler ve burjuva radikaller ülkenin işgalden kurtulabilmesi için bir çatı altında toplanmışlardı. Bolşevikler o dönem IRA'nın en büyük destekçileriydi. "Bu komünistler akıllanmıyor azizim!". Bolşevikler, IRA'ya destek mesajı verirken (bizzat Troçki'nin Rusya'daki devrimciler adına 1916 yılındaki Paskalya Ayaklanması için açık bir mektup kaleme aldığını biliyoruz) örgütün içindeki katolikleri ve pek de sosyalizmle ilişkisi olmayan grupları ne kadar dert edindiler bilinmez. Kendi tarihimize bakacak olursak, Türkiye'nin kurtuluş mücadelesinde Kemalistlere destek verilirken Komünist olup olmamaları pek de dert edilmiş gibi görünmüyor. Yapılan yardımın boyutları yoksul Anadolu halkını ayağa kaldırmıştır. Komünistler, Anadolu'nun kurtuluşu için sorumluluk almış, İrlanda tarihinin aksine burjuva rejim tarafından daha serpilmesine fırsat tanınmadan tasfiye edilmişlerdir. Tarihin bir trajedisi ya da ironisi olarak bu tasfiyelerin cumhuriyetlerin devrimci veçhelerini savunmasız bıraktığını açık biçimde göstermiştir. Bugün, artık benzer tarihlerde kurulan her iki cumhuriyette de aydınlanmacı ve eşitlikçi yönleri tamamen ortadan kaldırılmış, cumhuriyet diyemeyeceğimiz rejimler inşa edilmiştir. Bu trajedilere ve açık sınıf çatışmalarının yarattığı katliamlara rağmen komünistlerin işgalcilere karşı tavrı ve cumhuriyet konusundaki yaklaşımları tutarlı ve ilkesel olmuştur. Şimdi, tarihin sarkacı bugüne doğru salınırken 'Hayırlı Cuma' anlaşmasının tehlikeli bir biçimde sonuna yaklaşıyor olabiliriz. İşgal altındaki (bu ifadeye dikkat edilmeli) Kuzey İrlanda'da, yıllardır terörle ilişkilendirilen ve meşru siyasetin sürekli dışına itilmeye çalışılan Sinn Fein tarihi seçim zaferleri elde etti. Görünen o ki Sinn Fein, benzer bir zaferi Güney'de, İrlanda Cumhuriyeti'nde de elde edecek. Dublin ve Londra bu ihtimale karşı hazırlık yapıyor. 1921 yılında devrimcileri katlederek gerçekleştirilen Kuzey İrlanda'nın dondurulması sürecinin sonuna gelmiş olabiliriz. Artık İrlanda halkı yüzyıllar süren bu ayrılığın sona ermesini istiyor. Bir ada devletinin parçalanmasını biraz olsun hayal edin. Her tarafı denizlerle çevrili bir kara parçasını böldüğünüzde aslında elinizde onu tehdit edecek güçlü bir koz tutuyorsunuz demektir. Belfast limanının ticaret ve para bakımından önemine hiç girmiyorum bile. Bugün, İrlandalılar Filistin halkıyla büyük bir empati kurabiliyor. Bu empati sebepsiz değil. İrlanda hâlâ ingiltere tarafından işgal altında. Şimdi, karşımızda çok ciddi bir soru var: Böyle bir tabloda çatışmalar yeniden başlar ve Sinn Fein merkez siyaseti tarafından yeniden susturulmaya çalışılırsa hangi tarafta olacağız? İşgalciden yana mı olacağız, yoksa işgal altında yüzyıllarını deviren ve onuru için milyonlarca evladını toprağa veren İrlanda halkının yanında mı olacağız?

ÇAĞDAŞ GÖKBEL/soL

Filistin’in unutturulmak istenen devrimci portreleri - YEKTA ARMANC HATİPOĞLU / soL- Görüş

 Filistin’e bakarken görülmesi gereken şey emperyalizme karşı mücadelelerle dolu bir geçmiş, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve onun binlerce inançlı militanı. 

Birkaç gün önce, 7 Ekim’de Filistinli direniş örgütleri İsrail’e karşı “Mescid-i Aksa Tufanı” operasyonunu başlattı. Direniş örgütleri, tahmin edilemeyecek hızda ilerledi. Bu operasyon, beraberinde Filistinli örgütlerle ilgili tartışmaları da getirdi. Direniş örgütlerinin tamamının “köktendinci” olduğunu savunanlar, İsrail’in yıllardır bölgede yaptığı katliamı görmeyip Filistin operasyonundan sonra İsrail’e destek olanlar ortaya çıktı. Bütün bunların ortak tarafı Filistin meselesini tarihselliğinden kopararak, olup bitenleri bugünlerde devam eden operasyon üzerinden okumak ve İsrail’e karşı başlatılan operasyonu sadece HAMAS’a mal etmek. 

Ancak ne bugünlerde devam eden Mescid-i Aksa Tufanı operasyonunu sadece HAMAS yapıyor ne de Filistin’deki direniş örgütlerinin tarihi sadece dinci yapılarla sınırlı. Filistin’in geçmişinde, bugün her fırsatta Filistin’i suçlayanların unutturmak istediği bir Marksist örgütlenme geleneği var. O geleneğin geçmişindeyse yüzlerce George Habaş, Leyla Halid ve Gassan Kenefânî var. 

‘Halkı için yaşadı, halkı için öldü’: George Habaş

Kendisini kurulduktan iki yıl sonra, 1969’da Marksist-Leninist olarak ilan eden Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin kurucusu ve eski genel sekreteri George Habaş, 1925’te, Filistin’in Lidda şehrinde dünyaya geldi. Eğitiminin bir kısmını Kudüs’te tamamladıktan sonra Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde tıp eğitimi almak için ülkeden ayrıldı. Ailesi 1948 yılında, Arap-İsrail Savaşı devam ettiği sırada Filistin’den sürüldü. Bu dönem, tıp eğitimine ara vererek Filistin’e dönen Habaş’ın hayatında önemli bir yer tutar.

Beyrut’taki tıp eğitimine devam eden George Habaş, bir yandan da işgale karşı direniş örgütü kurmanın yollarını arar. Önce Suriyeli Hani el-Hindi ile birlikte Fedailer Topluluğu’nu; ardından 1951 yılında Konstantin Züreyk, Hani el-Hindi ve Wadie Haddad ile birlikte Arap Milliyetçi Hareketi’ni kurar. Bu örgüt Arap dünyasının birliğini ve sosyalizmi amaçlar. Bir yıl sonra İsrail ile Barışa Muhalefet Örgütü’nü kurar. 1955 yılında kurduğu “Al-Ra’i” isimli dergi ise kısa süre içinde yasaklanır ancak Gassan Kenefânî tarafından yurtdışında basımına devam edilir.

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ise 1967’de, Ahmed Cibril’in yönettiği Filistin Kurtuluş Cephesi ile Arap Milliyetçi Hareketi’nin birleşmesi sonucu kurulur. George Habaş FHKC’si Marksist olduğu için Filistin’deki diğer direniş örgütlerinden ayrı bir yerde konumlanır ve Türkiye solunun Filistin direnişiyle kurduğu bağın aracılarından olur.1

George Habaş, “Düşle Gerçek Arasında” isimli kitabında parlak bir geleceğe olan umudunu şöyle dile getirir: “Tarih tekerleği geriye doğru çevrilemez ancak geçmişin derslerini duygusal yıkıcı tepkilerle tarihi inkâr ederek de israf etmemeliyiz. Tarih her kim orada yer almayı hak edecek kararlılık ve yetenekteyse, her kim sonraki yaprakları doldurmaktan onur duyarak iktidarda kalırsa onların kayıtlarına açık defterdir. Çocuklarımızın ve torunlarımızın bizden daha parlak bir geleceğe sahip olacağına dair inancım büyük.” 

Habaş, 26 Ocak 2008 tarihinde Ürdün’de geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Eşi Hilda Habaş, ölümünün ardından George Habaş için “Halkı için yaşadı, halkı için öldü.” demişti. Aynı zamanda ölümünden sonra Filistin’de üç günlük yas ilan edilmişti.

Filistin Direnişi’nin devrimci kadın militanı: Leyla Halid

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi militanlarından Leyla Halid ise 1944’te, o yıllarda İngiliz işgali altında olan Hayfa’da doğdu. Nakba’nın sürdüğü 1948 yılında ailesiyle birlikte, babalarını geride bırakarak Lübnan’a göç ettiler. Henüz 15 yaşındayken köklerini George Habaş’ın attığı, FHKC’nin öncüllerinden Arap Milliyetçi Hareketi’ne katıldı. Bir süre Kuveyt’te öğretmenlik yaptı. Birden fazla uçak kaçırma eyleminde sorumluluk üstlendi, bu eylemlerle dünya çapında tanınırlık kazandı.2

Leyla Halid, Şarku’l Avsat’a verdiği bir röportajda uçak kaçırma eylemleri için Sovyetler Birliği’nden havaalanlarına sokabilecekleri bomba için destek aldıklarını söyledi. Halid’in bu konuyla ilgili sözleri şöyle: “… Ne kadar ileri teknoloji olursa olsun, havalimanlarının kapılarından geçebilecek bombalar üretiyorduk. Bazılarını denedik. Bu, İngilizleri oldukça şaşırttı. Bir gün bombayı geliştirmek için bir zembereğe ihtiyacımız oldu. Eskiden hiçbir büyükelçiliğe güvenmez, sorunları Amerikan Üniversite Hastanesi doktorlarından Vedi’nin dostları aracılığıyla çözerdik. Ancak bu kez sorunu onlarla çözemedik. Sovyetler Birliği Büyükelçiliği’ne gitmek ya da başka bir yerde bir toplantı düzenlemek zordu. Batılı güvenlik servisleri bizi takip ediyordu. Çözüm, Sovyet askeri ataşesiyle sahil şeridinde, sanki yalnızca gezintiye çıkmış gibi yürüyüş yapmaktı. Sorunu ataşeye anlattık. O da talebimizi komutanlığa iletti. Ardından Moskova’ya gittik ve istediğimizi aldık. Sovyetler Birliği bize havaalanından geçirilebilecek bomba yapımı için gerekli parçaları sağladı. Tüm ziyaretlere katılmadım ama Vedi ile Moskova'ya gittim.”3

Leyla Halid aynı zamanda özellikle Filistin Direnişi ve Orta Doğu’yla ilgili uluslararası konferanslara konuşmacı olarak katılıyor. Filistin Ulusal Yönetimi’nde Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ni temsil eden Halid sadece Filistin halkını ya da Filistinli kadınları değil aynı zamanda dünyada gericiliğe, işgale karşı direnen halkların, kadınların ortak liderlerinden. Resimleri başta Orta Doğu olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde duvarları süslüyor. 

‘… Gözleri umutla parlayan bir ressam, yazar ve gazeteci, hüzünlü portakallar ülkesini damarlarında yaşatan Kenefânî’

Filistin Direnişi denildiği zaman akla gelen ilk isimlerden biri Gassan Kenefânî. 1936 yılında Birleşik Krallık işgalinde bulunan Filistin’in Akka şehrinde Hristiyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Kenefânî, doğduğu topraklarda sadece 13 yıl yaşayabildi. 1948 yılında, İsrail’in bölgeye gelmesiyle birlikte başlayan savaş sonucunda birçok Filistinli gibi ailesiyle beraber ülke dışına çıkmak zorunda kaldı. Önce Lübnan, sonra Suriye… 

Liseyi Suriye’de bitiren Kenefânî, 1952 yılında Şam Üniversitesi’nde Arap Edebiyatı bölümüne başladı. 1955’te Arap Milliyetçi Hareketi’yle olan bağı nedeniyle Suriye’den sürüldü. Kuveyt’e yerleşen Kenefânî burada profesörlük ve çeşitli yayınlarda editörlük yaptı. Kuvyet’te geçirdiği yıllarda Arap Milliyetçi Hareketi ve George Habaş ile olan bağını güçlendirdi. Habaş eliyle Filistin’de yayın hayatına başlayan ancak kısa sürede yasaklanan Al-Ra’i dergisini çıkartır. Rus edebiyatı üzerine sıkı çalışmalar yaptı.4

Gassan Kenefânî, 1960 yılında George Habaş’ın daveti üzerine Lübnan’a döndü. Burada Arap Milliyetçi Hareketi’nin Al-Hurriya gazetesinin sorumluluğunu üstlendi. 1962’den 1967’ye kadar Nasırcı gazetelerde çalıştı ancak sonra, daha önceden de ilgi duyduğu Marksizmden geriye düşmemek üzere yoluna devam etti.

Kenefânî, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin sözcülüğünü ve politbüro üyeliğini, 1969’da örgütün programının yazarlığını yaptı. 1967’de FHKC kurulduktan sonra örgütün yayın organ El Hedef’te çalışmaya başladı. 

Lübnanlı Profesör Esad Ebu Halil gazete için “dünya devrimci basınına damga vuracaktı” diyor. Halil’in gazete ve Gassan Kenefânî ilgili sözleri şöyle: “El Hedef kendinden önceki ve sonraki diğer gazetelere benzemiyordu. Dünya devrimci basınına damgasını vuracaktı. Kenefânî, Filistin Devrimi’nin en muhteşem posterlerinden bazılarını Beyrut’taki El Hedef ofisinde tasarladı ve üretti. Lübnan Komünist Partisi’nin sıkıcı basınının aksine Arap devrimci Marksist fikirleri ‘havalı’ ve çağına uygun bir hale getirdi. Filistin’in kurtuluşu için sanatı, edebiyat ve bilgiyle birleştirdi.”

Prof. Esad Ebu Halil’in dediği gibi Gassan Kenefânî’yle birlikte poster tasarımlarında da yeni bir dönem açılmıştı. Kenefânî’nin tasarladığı posterler zamanla Filistin Direnişi’yle özdeşleşti.


 
FHKC sözcüsü olması, Kenefânî’yi basınla sıkça yan yana getirdi. Kenefânî’nin Batılı bir gazeteci olan Richard Carleton kışkırtıcı sorularına verdiği cevaplar, hâlâ Filistin üzerine düşünen pek çok kişinin akıllarında. “Neden örgütünüz İsrail ile barış görüşmelerine katılmıyor?” sorusuna “Barış görüşmelerinden kastınız teslimiyet ve silah bırakma.” diyen Gassan Kenefânî, gazetecinin “Neden sadece konuşmuyorsunuz?” demesi üzerine şunları söylemişti: “Kiminle konuşalım? ‘Kılıç ve boyun’ arasındaki bir konuşmayı kastediyorsunuz sanırım. Henüz sömürgecilerin ve ulusal kurtuluş hareketinin konuştuğu bir olaya denk gelmedim.” demişti. Gazetecinin daha fazla üstelemesi üzerine ise temel insan haklarını kazanmanın Filistinliler için yaşamak kadar asil olduğunu söylemişti. 5

Gassan Kenefânî, 8 Temmuz 1972’de arabasına MOSSAD tarafından konulan bomba sonucu 19 yaşındaki yeğeni Lamis Nacm ile birlikte katledildi. Arkasında 18 kitap ve yüzlerce makale bırakan Kenefânî aynı zamanda diğer devrimciler gibi örnek ve mücadele dolu bir yaşamı da arkasında bıraktı.

Lübnanlı yazar Bassam Ebu Şerif, “Beyrut Benim Şehrim” kitabında Kenefânî’den şöyle bahsediyor: “Gözleri umutla parlıyordu, gözleri umutla parlayan bir ressam, yazar ve gazeteci, hüzünlü portakallar ülkesini damarlarında yaşatan Kenefânî.”

Filistin’e bakarken…

Sadece George Habaş, Leyla Halid ve Gassan Kenefânî değil Filistin’in Marksist-Leninist mücadele tarihi için hepsi birbirinden değerli onlarca isim sayılabilir. Bu üç devrimci isim ve örgütleri Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Filistin bağımsızlık mücadelesinin tarihini dinciliğe, milliyetçiliğe sıkıştırmak isteyenler için verilecek en iyi yanıtlardan biri. Liberal ve milliyetçi safsatalar bir kenara; Filistin’e bakarken görülmesi gereken şey emperyalizme karşı mücadelelerle dolu bir geçmiş, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve onun binlerce inançlı militanı.

YEKTA ARMANC HATİPOĞLU / soL- Görüş 


ABD ablukasına karşı Küba: Küba-ABD ilişkilerinin geleceğinde neler var? - soL/Küba Gerçeği

 ABD’de aynı siyasi sınıf iktidarda dönüşümlü olarak kaldığı sürece ABD ile Küba arasındaki ilişkilerin normalleşmesine ve ablukanın kaldırılmasına yönelik süreç son derecek karmaşık olacaktır.

1959’da Küba Devrimi’nin zafere ulaşması ve ardından sosyalist bir nitelik kazanması ABD açısından ağır bir jeopolitik darbe oldu; ABD’nin küçümsemeyle “arka bahçesi” olarak gördüğü Latin Amerika ve Karayipler üzerindeki hegemonyası sarsılmıştı. O andan itibaren Küba ile ABD arasındaki tarihsel çelişki, “Soğuk Savaş” çerçevesinde yeni ve daha sert bir karşı karşıya geliş evresine geçiyordu.

Düşmanlığı, Dwight Eisenhower’in hükümeti (1953-1961) başlattı: Küba Devrimi’ni alaşağı etmek ve ülkeyi yeniden sömürgeleştirmek için bir dizi terörist ve yıkıcı eylem kurgulayıp uygulamaya koydular. Sonradan tüm ABD hükümetlerinin sürdüreceği ekonomik, ticari ve mali abluka halini alacak olan politikanın temelleri bu dönemde atıldı. Bu temeller, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Lester Mallory’nin 6 Nisan 1960 tarihli gizli notunda ele alınıyordu (Mallory, 1960):

“Kübalıların çoğunluğu Castro’yu destekliyor. Etkili bir siyasi muhalefet yok [...]. Hükümete yönelik iç desteği ortadan kaldırmanın tek olası yolu, iktisadi alanda yaşanacak hoşnutsuzluklar ve sefalet yoluyla bir düş kırıklığı ve çaresizlik hali yaratmaktır [...]. Küba’da iktisadi yaşamın güçten düşürülmesi için olası tüm adımlar hızla atılmalıdır [...]. Büyük etki yaratabilecek adımlardan biri, Küba’ya yönelik her türlü finansman ve sevkiyatın önlenmesidir; bu adım ülkeye para girişini kısıtlayacak, reel maaşları düşürecek ve açlık, umutsuzluk ve hükümetin düşmesiyle sonuçlanacaktır.”

Buradan hareketle, bu makalenin hedefi, tüm ABD hükümetleri tarafından tasarlanıp uygulamaya konulan çatışma ve ablukayı tırmandırma politikasının, Küba’nın sosyoekonomik gelişiminin ve Küba-ABD ilişkilerinin normalleşmesinin önündeki en büyük engel olduğunu ortaya koymaktır. Benzer şekilde, ekonomik kuşatma politikasına temel oluşturan yasalar ve idari hükümler çerçevesinin ortaya konulmasına yardımcı olmaktır.

Gelişim

Bahsi geçen gizli not, ABD hükümetinin açık politikası haline geldi. 4 Eylül 1961’de, John F. Kennedy yönetimi döneminde (1961-1963) ABD Kongresi, Küba hükümetine her tür desteği yasaklayan ve Başkan’a “adaya ticari ambargo uygulama” yetkisi veren Dış Yardım Kanunu’nu onayladı.

3 Şubat 1962 tarihinde, 1917’de kabul edilmiş olan Dış Yardım Kanunu ve Düşmanla Ticaret Kanunu’ndan hareketle, 3447 sayılı kararnameyi çıkaran Başkan Kennedy, adaya ilaç ve gıda ürünlerinin gönderimini de kapsayan “tam ambargo” uygulamasını ilan etti. Elbette, Küba, 1917’den kalma Düşmanla Ticaret Kanunu’nun halen uygulandığı tek ülke. Eylül 2021’de Başkan Joseph Biden, Küba’ya karşı yaptırımları bu kanun çerçevesinde yeniledi. Kararnameye göre Küba, başka sıkıntıların yanı sıra, ABD’nin ve batı yarıkürenin güvenliğine tehdit oluşturuyordu ve bu nedenle de komünist odaklarla yan yana gelmesinin engellenmesi için yalıtılması gerekiyordu; bu gerekçelerle Washington ve Havana arasındaki ticarete tam bir abluka uygulandı.

23 Mart 1962’de Kennedy, başka ülkelerde üretilmiş olsalar dahi içinde Küba malzemesi bulunan tüm ürünleri kapsayacak şekilde ablukayı genişletti. Aynı yılın ağustos ayından itibaren, Küba’yla işbirliğine gidecek tüm ülkeler ABD destek programından dışlandı. ABD hükümeti, Küba’yla ilişkili işlemlerde Amerikan dolarının kullanımını da yasakladı. 16 Eylül’de Küba limanlarına giden ticaret gemileri için bir kara liste oluşturuldu ve bunlara ABD limanlarına demir atma yasağı uygulanmaya başladı.

Yaptırım sistemi ve etkileri

O zamandan bu yana ister demokrat ister cumhuriyetçi olsun istisnasız tüm ABD yönetimleri -Johnson, Nixon, Ford, Carter, Reagan, H. Bush, Clinton, W. Bush, Obama, Trump ve Biden- Küba’ya yönelik ekonomik kuşatma tedbirleri uyguladılar ve abluka politikasını oluşturan diğer bir dolu yasal ve idari hükme imza attılar. Bunlar arasında alttakiler sayılabilir:

  • Hazine Bakanlığı’nın Küba Varlıklarının Denetimi Yönetmeliği (1963). Düşmanla Ticaret Kanunu kapsamında çıkarılan yönetmelik, ABD’deki tüm Küba varlıklarının dondurulması, özel bir ruhsatla izin verilmiş olmayan tüm mali ve ticari işlemlerin yasaklanması, Küba’dan ABD’ye ihracat yapılması, ABD veya üçüncü ülkelerdeki gerçek ve tüzel kişiliklerin Küba’yla Amerikan doları üzerinden işlem yapmasının yasaklanması gibi hususları kapsıyordu.
  • İhracat Yönetimi Kanunu (1979). “Ulusal Güvenliğin Denetimi”, “Belirli Devletlere Yönelik Politika” başlıklı 2401 (b) (1) kısmında Ticaretin Denetimi Listesi yer alıyor. Küba bu listeye dahil.
  • İhracat Yönetimine İlişkin Yönetmelikler (İngilizce kısaltması EAR, 1979). Küba’ya yönelik ihracat ve yeniden ihracat için gerekli ruhsatların reddedilmesini sağlayan genel bir politika çerçevesi çiziyorlar.
  • Küba Demokrasi Kanunu veya Toricelli Kanunu (1992). ABD şirketlerinin üçüncü ülkelerdeki iştiraklerinin Küba’yla ticaret yapmasını veya Küba ürünlerinin ticaretini yapmasını yasaklıyorlar. Küba limanlarına uğrayan üçüncü ülke gemilerinin, Hazine Bakanlığı’ndan özel ruhsat almamışlarsa 180 gün boyunca ABD sınırlarına giriş yapmasını yasaklıyorlar.
  • Küba Özgürlük ve Dayanışma Kanunu veya Helms-Burton Kanunu (1996). Abluka hükümlerini tanımlıyor ve Küba’da devletleştirilmiş işletmelerle ticaret yapan yabancı şirketlerin yöneticilerine yaptırım öngörerek ve ABD mahkemelerinde bunlara ilişkin dava açma hakkı tanıyarak ablukanın etkisini ABD sınırlarının ötesine taşıyor.
  • 1999 bütçe yılı için Ek ve Acil Ödenekler Kanunu’nun 211’inci Kısmı. ABD mahkemelerinin, Küba şirketlerinin devletleştirilmiş işletmelere ait marka haklarını tanımasını yasaklıyor.
  • Ticari Yaptırımlar ve İhracatın Genişletilmesi Reformu Kanunu (2000). Peşin ve nakit ödeme yapılması ve ABD’den finansman sağlanmaması koşuluyla Küba’ya zirai ürünlerin ihracatına izin veriyor. ABD vatandaşlarının turistik amaçlarla Küba’ya seyahat etmelerini yasaklıyor. Federal Düzenlemeler Kanunu’nun 31’inci Maddesinin 515.560 sayılı kısmında belirtilen açık izin alınmaksızın Küba’ya, Küba’dan veya Küba içinde gerçekleşen her türlü seyahat “turistik amaçlı” tanımına sokuluyor. İzin verilecek seyahatleri, bu kanunun çıktığı an itibariyle 12 kategoriye ayırıyor (Küba’nın Daimî Birleşmiş Milletler Misyonu, 2022).

Tüm bunlardan da anlaşılabileceği gibi, abluka yalnızca Küba’yı değil, adayla ekonomik ilişki kurmak isteyen tüm ülkeleri etkileyen bir dizi kanun, kararname, genelge, talimatname, tebligat ve karardan oluşan karmaşık bir yaptırım sistemidir. Özünde, Küba halkının insan haklarını kitlesel ve sistematik bir şekilde ihlal etmektedir, ki bu da 1948 Cenevre Sözleşmesi’nin II maddesinin C bendi uyarınca bir soykırım eylemi olarak tanımlanmaktadır.

Ablukanın uygulandığı altmış yıl boyunca Küba halkı direnmeye, direnirken de kalkınmaya çabaladı. Bugün Kübalıların yaklaşık yüzde 80’i ablukanın dayattığı ağır şartlar altında doğdu. Abluka halen Küba ekonomisinin gelişmesi ve yurttaşlarının insani haklarını kullanmasının önündeki en büyük engel.

Söz konusu abluka politikasına yönelik uluslararası reddiye giderek artıyor. 1992’den bu yana Birleşmiş Milletler Genel Meclisi’ne ABD’nin adaya uyguladığı ekonomik, ticari ve mali ablukaya karşı bir Karar Tasarısı sunuluyor ve bu tasarı her yıl neredeyse dünyanın tüm ülkelerinin desteğini alıyor.

Ablukanın esnekleştirilmesine dönük adımlar

Abluka politikası tüm hükümetler tarafından sürdürülse de bunlardan bazılarının esnekleşmeye dönük adımlar attığı değerlendirmesi yerinde olacaktır. Bu adımlar beyan edilen ulusal çıkarlar çerçevesinde belirli ihtiyaçlara yanıt vermek üzere atılmış ve bazıları yıkıcı amaçlar doğrultusunda tasarlanmıştır. Bunun en son örneği Barack Obama başkanlığı döneminde yaşandı (2009-2017).

Obama, Beyaz Saray’daki son iki yılında ablukanın esnetilmesi amacıyla her ne kadar sınırlı ve yetersiz de olsa olumlu adım teşkil eden beş adet tedbir paketi onayladı. Açıklanan başlıca tedbirler arasında Küba'ya uluslararası işlemlerinde Amerikan doları kullanma yetkisinin tanınması ve izin verilen ABD ürünlerini ithal edecek Kübalı ithalatçılara bankalardan kredi sağlanması imkânı yer alıyordu. Seyahat alanında, Kuzey Amerikalıların yasalarca belirlenen 12 kategoriden oluşan genel bir izin kapsamında Ada'yı ziyaret etmelerine ve yine özel izin kapsamında "people to people" denilen ve eğitim amaçlı görüş alışverişlerini içeren bireysel seyahatler gerçekleştirmelerine izin verildi.

Başkan, ABD'nin Küba'ya yönelik geleneksel politikasının başarısızlığa uğradığını birkaç kez kabul etti ve ablukanın kaldırılması için Kongre’yle bir tartışma süreci başlatacağı sözünü verdi. Başkan Obama 14 Ekim 2016’da Beyaz Saray’ın yeni sakininin seçileceği başkanlık seçimlerine bir aydan az süre kalmışken PPD-43 sayılı “Birleşik Devletler ile Küba Arasında Normalleşme” başlıklı Başkanlık Politika Yönergesi’ni yayınladı.

Ada'ya yönelik politikanın hedeflerini, onu uygulamaya yönelik önlemleri ve uygulamadan sorumlu kurumların işleyişini belirleyen kuralları tanımlan belge, Ada ile ilişkileri normalleştirme kararı alacak olan sonraki yönetimler için bir yol haritası olarak değerlendirildi. Kuzey Amerika hükümetinin resmi bir belgesinde ilk kez "Küba'nın egemenliğini ve kendi kaderini tayin hakkını tanıdıklarını" belirten cümlelere yer verildi (Obama, 2016).

Burada Obama öncesi yönetimlerin hiçbirinin Küba devrimci hükümetini meşru muhatap olarak kabul etmediği göz önünde bulundurulmalıdır; ki bu durum yaklaşık 60 yıldır ikili ilişkilerin kurulmasının önündeki en büyük engellerden birini oluşturmuştur. Pek çok bölgesel ve küresel meselede görüş ayrılıkları devam edecek olsa da her iki ülkenin ortak çıkarlar doğrultusunda ikili ilişkileri ve iş birliğini geliştirmeye devam etmesinin faydalı olacağının kabul edilmesi olumluydu. Görüş ayrılıklarını karşılıklı katılım ve diyalog yoluyla ele almayı ve böylece hem hükümetler hem de halklar arasındaki karşılıklı anlayışı güçlendirmeyi amaçladıklarını belirtiyorlardı.

Başkanlık Yönergesi’nin ABD Kongresi'ni, Küba halkı üzerinde köhnemiş bir yük haline geldiği gerekçesiyle Küba'ya yönelik ablukayı kaldırmaya tekrar zorlaması da olumluydu. ABD, Küba tarafından her yıl Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na sunulan ve ablukanın kaldırılması çağrısında bulunan karar tasarısının oylanmasında 25 yıl sonra ilk kez çekimser oy kullandı. 2016'da elde edilen bu sonucun benzeri görülmemişti; 191 ülke Küba’nın karar tasarısı lehine oy kullandı, hiçbiri karşı oy kullanmadı ve yalnızca ABD ile İsrail çekimser kaldı.

Yönergede ABD hükümetinin ablukayı kaldırma iradesi açıkça ortaya konuluyordu fakat bunun sebebi ABD'nin çıkarlarına engel teşkil etmesiydi. Belgenin müdahaleci doğasını gizleyemedikleri yer, zeki güç doktrinine uygun olarak tam da burasıydı. Ve bu vesileyle uygulayacakları yumuşak gücün temel ilkelerini şu hedefler üzerinden tanımladılar: “ABD ile Küba arasındaki orta vadeli ilişkilere dair altı hedef: iki hükümet arasında etkileşimin sağlanması; katılımın sağlanması ve bağlantıların kurulması; ticari genişleme; ekonomik reform; evrensel insan haklarına, temel özgürlüklere ve demokratik değerlere saygı; ve Küba'nın uluslararası ve bölgesel sistemlere entegrasyonu” (Obama, 2016).

İkili ilişkilerin geleceğine dair ihtimaller

Düşmanca görüş ayrılıklarının ötesine geçen bu olumlu olayların seyri, Donald Trump'ın Beyaz Saray'a gelişiyle (2017-2021) sert bir şekilde kesintiye uğradı. İlk icraatlarından biri Obama'nın Başkanlık Yönergesi’ni yürürlükten kaldırmak ve Küba'yı hedef alan ekonomik savaşı şiddetlendirmek oldu.

Trump yönetimi görevde bulunduğu dört yıl boyunca Küba karşıtı aşırı sağla ittifakını güçlendirdi ve Küba’ya karşı ablukayı bir baskı aracı olarak kullanan bir gerileme, baskı ve retorik politikası uygulamayı seçti. İşi Ada'yı boğmayı amaçlayan 243 adet tek taraflı zorlayıcı tedbiri uygulamaya kadar vardırdılar; bunlardan 55 tanesi COVID-19 pandemisi sırasında, ciddi bir küresel ekonomik krizin ortasında, Küba ulusunun turizm gibi temel gelirlerinden mahrum kaldığı bir dönemde dikte edildi.

Trump, görev süresini tamamlamadan önce, en yüksek ifadesini Küba'nın terörizmi destekleyen ülkeler listesine yeniden dahil edilmesinde bulan abluka politikasını yoğunlaştıran bir dizi eylemi destekledi. Bu tek taraflı karar, ülkenin finansal işlemlerinin yürütülmesi, uluslararası ticarete dahil olması ve temel ihtiyaç maddelerini elde etmesi konusundaki zorlukları artırıyor. Ayrıca, ülkeyi yakıt tedarikinden mahrum bıraktılar; üçüncü ülkelerde verilen sağlık hizmetlerine engel olmaya çalıştılar ve diğer pazarlarda gerçekleştirilen ticari ve mali işlemlere yönelik tacizlerini artırdılar.

İstatistikler, abluka politikasının uygulandığı altmış yıl boyunca biriken zararları gösteriyor: Buna göre, uluslararası piyasada doların altın karşısın değer kaybetmesi dikkate alındığında, Küba’nın uğradığı zarar 1 trilyon 377 milyon 998 bin dolardan fazladır. Bu politika Küba'yı sadece Nisan-Aralık 2020 arasındaki dönemde 3 milyar 586,9 milyon dolar, Nisan 2019 ile Aralık 2020 arasındaki dönemde toplam 9 milyar 157,2 milyon dolar zarara uğratmıştır (Güncellenmiş Genel Sekreterlik Raporu, 2021).

Seçim kampanyası sırasında Ada ile yakınlaşma politikasına yeniden döneceği sözünü veren Joe Biden'ın 2021'de Beyaz Saray'a çıktığında kendisini içinde bulduğu durum buydu. Seçim kampanyasında savunduğu pozisyon, iki ülke arasındaki görüşmelerin yeniden başlatılmasını bekleyen Amerikan toplumunun geniş kesimlerinde ilgi uyandırdı. Beklentinin ortaya çıkmasının bir başka nedeni ise mevcut başkanın Obama'nın Başkan Yardımcısı olmasıydı.

Ancak Biden hükümetinin ilk icraatlarından biri, Küba'nın terörü destekleyen ülkeler listesine dahil edilmesi kararını resmî gazetede yayınlamak ve daha sonra Küba’yı terörle mücadele konusunda tam anlamıyla iş birliği yapmayan uluslar listesine dahil etmek oldu. Küba'nın salgınla mücadelesinde önemli bir engel teşkil eden ablukanın gevşetilmesi için de herhangi bir önlem almadılar.

Örneğin 2021 yılının Haziran ve Temmuz aylarında, pandeminin zirve yaptığı en zor dönemde Küba'nın solunum cihazını edinmesini, COVID-19'a karşı geliştirdiği aşıların endüstriyel ölçekte üretimi için gereken malzemelere erişmesini ve ana tesiste ortaya çıkan bir arıza nedeniyle arz krizinin yaşandığı bir dönemde oksijen ithal etmesini zorlaştırdılar. Tam tersine, Küba karşıtı aşırı sağın, Küba halkının ve Küba hükümetinin içinden geçtiği zor durumu fırsat bilip ABD topraklarından ve ABD hükümetinin sağladığı fonlarla Ada’da kargaşa yaratmak için iletişim kanalları üzerinden yürüyen bir siyasi operasyon düzenlemesine izin verdiler.

Gerçek şu ki, ikili ilişkilerin normalleşmesine yönelik sürecin yeniden başlatılmasıyla ilgilenmediler ve Trump'ın Küba’ya dönük politikasını uygulamada olduğu gibi muhafaza ettiler. Hükümette bulundukları bir yıl dört ay boyunca Küba’ya olan yaklaşım belirsizliğini korudu ve 22 Temmuz 2021'de yayınlanan "Bilgi Formu: Biden-Harris Yönetimi’nin Küba’ya Karşı Aldığı Tedbirler" başlıklı belgede görüldüğü üzere diyalog ve işbirliği yerine çatışmaya öncelik verdiler. Atacakları adımlar belgede şu kavramlarla özetlenmektedir: Küba rejiminden hesap vermesini talep etmek; sürece uluslararası toplumu dahil etmek; Kübalıların internete erişimini güvence altına almak; Küba kökenli Amerikalı kanaat önderlerine kulak vermek; Havana'daki ABD Büyükelçiliği personeline yapılan para transferlerine ve personelin yeniden atanmasına ilişkin politikanın gözden geçirilmesi (Basın Odası, 2021).

Görüldüğü gibi olgular, "azami baskı" politikası sürdüğü müddetçe mevcut Biden hükümeti döneminde Küba-ABD ilişkilerine dair herhangi bir olumlu beklentide bulunulamayacağını göstermektedir. Bununla birlikte, ABD Dışişleri Bakanlığı 16 Mayıs 2022'de, başkanın 2020 yılındaki seçim kampanyası sırasında verdiği bazı vaatler doğrultusunda vizeler, düzenli göç, Havana dışındaki bazı illere uçuşlar, para transferleri, devlet dışı sektörle yapılan ticari işlemlere yönelik düzenlemelerde değişiklik yapılması gibi bazı konularda esneklik sağlayacak bazı önlemler duyurdu.

Belgede yer alan "Biden yönetiminin Küba halkını desteklemek için aldığı önlemler" başlığı altında düşmanca bir dil kullanılarak bunların ulusal güvenlik çıkarlarımıza uygun olduğu belirtiliyor. Bu bahaneyi bir kez daha ikili ilişkileri engellemek ve Küba'ya yönelik ekonomik kuşatmayı sürdürmek için kullanıyorlar.

Kısa vadede, ilan edilen tedbirlerin uygulanabilmesi için ilgili yönetmeliklerin yayınlanmasını beklemek gerekecek; bu tedbirlerin uygulamadaki gerçek kapsamını görmek ancak böyle mümkün olacak. Şüphesiz, şu an bu tedbirler sınırlı bir kapsama sahip olsalar da Trump tarafından benimsenen temel ekonomik kuşatma ilkesinden orta vadede uzaklaşmayı sağlayabilecek ilk olumlu adımı teşkil ediyorlar.

Bugüne kadar, Obama'nın başlattığı yakınlaşma politikasını sürdürmeye veya Ada'yı ekonomik açıdan boğma planını ortadan kaldırmaya dönük bir eğilim olduğunu gösteren hiçbir belirti yok. Mevcut senaryoya rağmen Küba Hükümeti, Birleşik Devletler Hükümeti ile Birleşmiş Milletler Antlaşması temelinde, içişlerine karışmaksızın ve bağımsızlık ve egemenliğe tam saygı göstererek, saygılı ve eşitliğe dayalı bir diyalog başlatma isteğini yineledi (Küba Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, 2022).

İlişkilerin normalleşmesine yönelik karmaşık yolda ilerlemeye karar veren her ABD hükümeti, General Raúl Castro Ruz’un 28 Ocak 2015 tarihinde Kosta Rika’da Karayip ve Latin Amerika Devletleri Topluluğu (CELAC) III. Zirvesi’nde yaptığı konuşmada yinelenen ilkeleri dikkate almak zorunda kalacaktır (Castro, R, 2015):

“Diplomatik ilişkilerin yeniden tesis edilmesi, ikili ilişkilerin normalleşmesine yönelik bir sürecin başlangıcıdır; ancak ablukanın devam ettiği, Guantanamo Deniz Üssü'nün yasadışı işgali altında bulunan topraklar iade edilmediği, uluslararası standartlara aykırı radyo ve televizyon yayınları durdurulmadığı, halkımızın uğradığı insani ve ekonomik zarar adil bir şekilde tazmin edilmediği sürece bu mümkün olmayacaktır. Bunun karşılığında Küba’dan herhangi bir şey talep edilmesi ne etik ne adil ve ne de kabul edilebilir olmayacaktır. Bu sorunlar çözülmezse Küba ile ABD arasındaki bu diplomatik yakınlaşmanın herhangi bir anlamı olmaz. Küba'nın, tümüyle egemenliğimiz altında olan içişlerimiz dahilindeki hususları müzakere etmeyi kabul etmesi de beklenemez.”

Sonuç

ABD’de aynı siyasi sınıf iktidarda dönüşümlü olarak kaldığı sürece ABD ile Küba arasındaki ilişkilerin normalleşmesine ve ablukanın kaldırılmasına yönelik süreç son derecek karmaşık olacaktır. İki ülke arasındaki anlaşmazlığın temelini oluşturan gerçek zaman içinde değişmeksizin varlığını sürdürüyor: Ada üzerindeki hakimiyeti yeniden ele geçirmek ve Küba halkının bağımsızlığını savunma ve sosyalizmi sürdürme konusundaki egemen iradesine rağmen siyasi, ekonomik ve sosyal sistemi dönüştürmek arzusu.

soL/Küba Gerçeği

Abel Enrique González Santamaría

10 Haziran 2022, ISRI.cu

"Küba Gerçeği", 2023 Şubat ayında Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) girişimiyle başlatılan bir yayın. Küba'da siyaset, ekonomi, yaşam, kültür gibi konularda Kübalı yazarların ürettiği makalelerin çevirilerini yayımlayan Küba Gerçeği'nde çıkan makaleler, artık soL'da paylaşılacak.

Rakıya dev zam. Artık bardak yerine damlalık kullanacaksınız+Bakan Şimşek açıkladı: Kamunun maaşı içki ve şans oyunu gelirlerinden veriliyor.(YENİÇAĞ)

 


Rakıya dev zam. Artık bardak yerine damlalık kullanacaksınız(YENİÇAĞ)

İktidarın içki ve şans oyunlarından elde ettiği vergi gelirinin kamuda maaşların ödenmesi kullandığı ortaya çıkmasının ardından rakıya bir zam daha yapıldı. Yılbaşından bu yana rakıya yüzde 32, son bir yılda ise yüzde 65’ten fazla zam geldi.

TELE1'in haberine göre, zamla yatıp zamla kalkan Türkiye bu kez alkollü içeceklere gelen zamla güne başladı. Türkiye Tekel Bayileri Platformu Başkanı Özgür Aybaş, EFE rakı grubuna zam yapıldığını açıkladı. Aybaş, “Efe rakı grubuna zam geçişi oldu. Pardon vergiye zam geçişi oldu” dedi. Yeni fiyat listesini paylaşan Aybaş, zamla ilgili sosyal medya hesabında paylaştığı mesajda ise, “Efe rakı grubuna zam geçişi oldu. Pardon vergiye zam geçişi oldu” dedi. Yeni fiyat listesine göre, rakı fiyatlarında yüzde 7 oranında artış kaydedildi. Öte yandan yılbaşından bu yana rakıya yüzde 32, son bir yılda ise yüzde 65’ten fazla zam geldi. İktidarın içki ve şans oyunlarından elde ettiği vergi gelirinin kamuda maaşların ödenmesi kullandığı ortaya çıkmıştı. CHP’li Milletvekili Ömer Fethi Gürer’in soru önergesini yanıtlayan Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek, söz konusu gelirin tüm kamu giderlerinin karşılanmasında kullanıldığını söylemişti. İşte bayii karı uygulanmadan oluşan yeni fiyat listesi:

                                                              /././

Bakan Şimşek açıkladı: Kamunun maaşı içki ve şans oyunu gelirlerinden veriliyor.

İktidarın içki ve şans oyunlarından elde ettiği vergi gelirinin kamuda maaşların ödenmesi kullandığı ortaya çıktı. CHP’li Milletvekili Ömer Fethi Gürer’in soru önergesini yanıtlayan Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek, söz konusu gelirin tüm kamu giderlerinin karşılanmasında kullanıldığını söyledi.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer, tütün ürünleri, şans oyunları ve alkollü içkilerden alınan vergi gelirlerinin açıklanması istemiyle verdiği soru önergesine Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek yanıt verdi. CHP Milletvekili Ömer Fethi Gürer, “3 kalemden alınan vergiler sonucunda elde edilen gelir toplamı şu an 12 Bakanlığın bütçesini geçmiş durumda muhtemelen yıl sonuna kadar Hazine ve Maliye Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı bütçeleri hariç diğer 2 Bakanlığın bütçesini de geçerek toplam 14 Bakanlığın bütçesinin üstüne çıkmış olacak” dedi.

CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer, alkollü içki, şans oyunları ve tütün ürünlerinden alınan vergi gelirlerindeki artışa dikkat çekmek amacıyla, Hazine ve Maliye Bakanlığı'na soru önergesi yöneltti. CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer, önergesinde şu sorulara yanıt istedi: “2022 ve 2023 yılının ilk 7 ayında alkollü içecekler, tütün, tütünden mamul ürünleri ve sigara ile şans oyunlarından ayrı ayrı alınan vergi ne kadardır? 2023 yılı sonuna kadar hedeflenen vergi tutarı ne kadardır? Dünyada alkollü içecekler, tütün ve tütünden mamul ürünleri ve şans oyunlarında uygulanan vergi uygulamalarında ülkemizde uygulamalarda kaçıncı sıradadır?

Alkollü içecekler, tütün ve tütünden mamul ürünleri ve şans oyunlarında alınan vergiler hazine tarafından toplanıp kamu çalışanlarına ücret olarak ödenen giderlerde kullanılmakta mıdır? Bu bağlamda bu vergi gelirlerinin ücretlilerin ödemelerinde payı nedir?”

Özel Tüketim Vergisi kapsamında tütün ürünleri ve alkollü içkilerden alınan vergi tutarı toplamının 2023 ocak ayında 18 milyar 661 milyon 990 bin TL olduğunu ve bu tutarın 2023 ağustos ayına kadar geçen 8 aylık süreçte %30 artarak 24 milyar 332 milyon 816 bin TL’ye yükseldiğini belirten Gürer, “2023 yılının ocak ve ağustos ayları arasında 5 milyar 670 milyon 826 bin TL arttığı görülmektedir. Şans oyunlarında alınan vergi geliri de artış göstermektedir. Ocak ayında 1 milyon 178 bin 543 TL iken ağustos ayında bu rakam 2 milyar 142 milyon 542 bin TL’ye yükselmiştir. Oransal olarak artışına bakacak olursak %81 oranında artış görülmektedir” şeklinde konuştu.

8 AYDA 154 MİLYAR TL VERGİ GELİRİ SAĞLANDI

CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer, “2023 yılının ilk 8 ayında şans oyunları, alkollü içki ve tütün ürünlerinden alınan vergi gelirleri toplamı 154 milyar 427 milyon 530 bin TL olarak gerçekleşmiştir. Bu 3 kalemde alınan vergilerden elde edilen gelirler tüm vergi gelirlerinin %5’ine tekabül etmektedir. Tütün ürünlerinden 8 ayda toplam 102 milyar 36 milyon 237 bin TL, alkollü içkilerden 39 milyar 937 milyon 837 bin TL ve şans oyunlarından 12 milyar 453 milyon 237 bin TL vergi geliri sağlandığı görülmektedir” dedi.

Alkollü içki, tütün ürünleri ve şans oyunlarından elde edilen 8 aylık vergi gelirlerinin şu an için 12 bakanlığın bütçesini geçtiğini ve yıl sonunda bu rakamın 3 bakanlık hariç tüm bakanlıkların bütçesini geçeceğini belirten Gürer, “2023 yılının ilk 8 ayında Hazine Maliye Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı hariç bu 3 kalemden elde edilen vergi geliri toplamı diğer 12 Bakanlığın bütçesini geçmiş durumda. 2023 yılı sonu ile vergi gelirlerinin Milli Savunma Bakanlığı ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bütçelerini de geçerek toplam 14 bakanlığın bütçesinin üzerine çıkacağı görülmektedir.” diye konuştu

BEKLENTİLERİN ÜSTÜNDE GELİR ELDE EDİLİYOR

Gürer ayrıca bu 3 kalemden her yıl beklenen bütçe tahmininin üzerinde vergi geliri elde edildiğini ve tütün ürünleri, alkollü içkiler ve şans oyunlarından geçen yılın toplamında elde edilen vergi gelirlerinin bu yılın ilk 8 ayında geçildiğini belirterek, “2022 yılında tütün ürünlerinden 13 milyar 672 milyon 822 bin TL, alkollü içkilerden 5 milyar 702 milyon 394 TL ve şans oyunlarından 1 milyar 7 milyon 185 bin TL bütçe tahminlerinin üzerinde vergi geliri elde edilmiştir. 2023 yılının ilk 8 ayında bu 3 kalemden elde edilen gelir geçen yıl aynı kalemlerden elde edilen gelirlerin toplamını geçmiş durumda” şeklinde konuştu.

BAKAN ŞİMŞEK YANIT VERDİ

CHP'li Gürer'in soru önergesine cevap veren Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Gürer'in sorduğu, “Alkollü içecekler, tütün ve tütünden mamul ürünler ile şans oyunlarından alınan vergiler Hazine tarafından toplanıp kamu çalışanlarına ücret olarak ödenen giderlerde kullanılıyor mu?” şeklindeki soruya şu açıklamayla yanıt verdi:

“Söz konusu vergi uygulamaları sonucunda elde edilen kaynaklar, gelir olarak kaydedilmekte ve bu gelir, tüm kamu giderlerinin karşılanmasında kullanılmaktadır.”

CHP Milletvekili Ömer Fethi Gürer, “Şans oyunları, tütünden mamul ürünler ve alkollü ürünlerde ÖTV ve KDV'nin sürekli arttırılmasıyla kamunun önemli bir gelir kaynağı elde ettiği verilerde yer almaktadır. Bakan, verdiği yanıtta bu gelirin kamu harcamalarında kullanıldığını belirtti. Alkol, şans oyunları ve sigara gibi ürünlerin insan sağlığına zararlı olduğu sürekli olarak gündemdeyken, bu kaynaklardan elde edilen vergi gelirlerinin tüm kamu çalışanları dahil kamuya aktarılması önemli bir ayrıntı olarak dikkat çekmektedir. En azından bu gelirlerin ayrı bir hesapta toplanıp özellikle madde bağımlılığıyla mücadele ve tedavi programları için kullanılması, daha doğru bir yaklaşım olacaktır” dedi.

(YENİÇAĞ)



26 futbol sahası büyüklüğündeki alanın ranta açılmasına yargı engeli. Demirören’den kredi borcu karşılığı Ziraat Bankası'na geçmişti-YENİÇAĞ

 İBB Genel Sekreter Yardımcısı Buğra Gökce, Demirören Holding'in kredi borcu nedeniyle Ziraat Bankası'na devredilen ve rezerv yapı alanı ilan edilmek istenen alana ilişkin projenin iptal edildiğini açıkladı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Genel Sekreter Yardımcısı Buğra Gökce, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamayla, Demirören Holding'in kredi borcu nedeniyle Ziraat Bankası'na devredilen ve Emlak GYO tarafından rezerv yapı alanı ilan edilmek istenen Eyüpsultan'daki 26 futbol sahası büyüklüğündeki alana ilişkin projenin iptal edildiğini duyurdu.

Gökce'nin yaptığı paylaşım şöyle:

"Sevgili İstanbullular size güzel bir haberim var. Aşağıdaki arazi Demirören Holding’in kredi borcuna karşılık Ziraat Bankası’na devredilmiştir. Devirden sonra Emlak Konut Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı A.Ş. tarafından lüks konut projesi başlatılan arazi bilindiği üzere bölgedeki en önemli yeşil alandır. Güzel haberden önce küçük bir bilgi: Bu alan 29 Mart 2022 tarihinde Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından 'rezerv yapı alanı' olarak ilan edildi ve 26 futbol sahası büyüklüğündeki alan yapılaşmaya açıldı. Bu plan vatandaşlarımız tarafından açılan davalarla iptal edildi. 29 Mayıs 2023 tarihinde ÇŞİDB tarafından yapılan plan değişikliği ile alan yine rezerv yapı alanı olarak tanımlandı. Böylelikle bölgede plan yapma yetkisi Büyükşehir Belediyemiz’den Bakanlığa aktarılmak istendi. İBB olarak 29 Mayıs 2023 onaylı 1/5000 ölçekli nazım imar planı ve 1/1000 ölçekli uygulama planına karşı iptal davası açtık.

"REZERV YAPI ALANI İLAN EDİLMESİ TAŞKIN VE BENZERİ AFETLER İÇİN KATKI SAĞLAYACAK"

Şimdi güzel haber, açtığımız davaya bakan yetkili mahkeme yaptığı inceleme sonucunda: Bir alanın rezerv yapı alanı ilan edilebilmesi için kentsel dönüşüm açısından 6306 sayılı kanunda belirtilen niteliğe sahip olması gerektiği, alanın rezerv alan olarak ayrılmasının bilimsel olarak mümkün olmadığı, dava konusu alanda yapılaşma ile yeraltına sızan su miktarında ve yeraltı suyu seviyesinde azalmalar görülebileceği, suların yeraltına sızmamasının hidrolojik dengeyi olumsuz yönde etkileyeceği, alanın bir kısmının taşkın riski alanı içerisinde kaldığı, rezerv yapı alanı ilan edilmesinin taşkın ve benzeri afetler için katkı sağlayacağı, hususlarını tespit ederek ilgili plan değişikliğini (yani arazinin rezerv yapı alanı yapılmasını) iptal etmiştir.

"BU EMSAL KARAR İLE VATANDAŞIMIZI AFET RİSKİYLE KARŞI KARŞIYA BIRAKAN BİR DÜZENLEMENİN HAYATA GEÇMESİNİ ENGELLEDİK"

Bu emsal karar ile hem bölgenin ekolojik varlığını korumak için önemli bir kazanım elde ettik, hem de vatandaşlarımızı afet riski ile karşı karşıya bırakan bir düzenlemenin hayata geçmesini engelledik. İstanbul’umuzun güzelliklerini korumak için emek veren tüm arkadaşlarımızı ve hukukçuları tebrik ediyor; İstanbullulara doğal varlığımızın rant iştahıyla yok edilmediği, doğal, ekolojik zenginliğimizin korunduğu, herkesin tertemiz nefes alabildiği güzel günler diliyorum."


   Yeniçağ

Öne Çıkan Yayın

Dünyanın en pahalı evini Türk milyarder satın aldı! - Mehmet Kaya / Ekonomim

Türkiye’nin uzun süre doğrudan yabancı yatırımlarında gayrimenkul satışları önemli yer tutmuştu. 2025 itibariyle yurt dışından gayrimenkul a...