24 Temmuz 2024 Çarşamba

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM -24 Temmuz 2024-

 MHP'nin '154 kişilik listesi': Taktik davayı boğmak mıydı? -Emre Alım-

Oklar MHP'yi gösterdiği her uğrakta hedef saptırıldı. Son örnek mahkemeye sunulan 154 isim oldu. Dilekçenin satır aralarındaysa itiraf ve endişe gizliydi.

Sinan Ateş cinayeti davasında ilk fasıl geride kaldı. Sınırlı soruşturma, seçim ayarlı iddianame ve gerçek sorumlulara dokunmayan mütaalada adı geçmese de oklar hep MHP'yi gösterdi. İl yöneticisinden genel başkan yardımcısına bir partiyi fail haline getiren cinayet siyasi nitelik kazandı. Siyasi cinayetin siyasi sonuçlar doğrucağını öngören MHP son olarak hedef saptırmayı denedi. Bu çaba suçun ikrarını da beraberinde getirdi.

MHP adına iki avukat, ilk duruşmanın görüldüğü 1 Temmuz'da davaya müdahil olmak için mahkemeye dilekçe sundu. Dilekçeyle birlikte çoğunluğu televizyon programlarından oluşan bir hard disk ve 154 isimden oluşan bir liste de verildi. 

Dava hakkında haber yapan, değerlendirmelerde bulunan gazeteci, akademisyen, siyasetçilerden oluşan listedeki herkesin mahkemeye çağrılması, ifadelerinin alınması, "Neden MHP'yi suçluyorsunuz" diye sorulması istendi.

Adil bir yargılamanın "MHP'nin kurumsal yapısına mal olacağını" söyleyen CHP Genel Başkanı Özgür Özel, cinayeti ilk günden bu yana takip eden gazeteci Alican Uludağ, Asuman Aranca, Sinan Ateş'in saldırıya uğrayan yakın arkadaşı Ömer Zengin bu listede yer alan isimlerden birkaçı. 

Dün, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli dilekçenin arkasında durdu ve "Bu dosya elimizdedir. Günü geldiğinde de bu dosya eyleme geçecektir. Eylem hukuki nitelikte olacaktır" dedi. B Yüzü, o dilekçenin tümünü yayımladı. 

Suçtan zarar gören Ateş mi, Bahçeli mi?

Olay Sinan Ateş'in öldürülmesi, mağdur da açıkça Sinan Ateş ve yakınlarıyken dilekçede "suçtan zarar gören" tarafın MHP olduğu savunuluyor. Nitekim MHP'nin davaya "mağdur" olarak katılması kabul edilmedi. Bu sonucun avukatlar için sürpriz olmadığı anlaşılıyor. Zira dilekçe metni hukuki başvurudan çok siyasi bir tartışmaya verilen yanıtı andırıyor.

MHP, aklama girişimine kendi tarihini yazarak başlıyor. Buna göre, Cumhuriyet milliyetçilik fikri üzerine kuruldu, Atatürk’ün ölümünden sonra milliyetçilik geri plana atıldı, Alparslan Türkeş’in MHP’yi kurmasıyla milliyetçilik siyasette yeniden yer aldı ve Bahçeli milliyetçiliği çağa uyarladı.

Bu anlatının Sinan Ateş cinayetiyle bağlantısı ne? Elbette bir bağlantısı yok. Ancak bu bağ yoktan var ediliyor. MHP'yi eleştirmek "Türk milletinin kadim hikayesini" eleştirmekle bir tutuluyor. Nasıl mı?

"MHP, Türk milletinin kadim hikâyesini temsil eden ve tarihsel tecrübenin bugünkü adresi ve kurumsal merkezidir."

Bu arada dilekçede birçok yerde bu cümlede olduğu gibi Türkçe imla hataları ve anlatım bozuklukları dikkat çekiyor.

Belli ki MHP, Ateş cinayetinin nasıl işlendiği ortaya çıktığında partinin kapatılma riskiyle yüz yüze geleceği öngörmüş ve savunmasını esas olarak bununla mücadele etmek üstüne kurmuş.

MHP'nin neden kapatılamaması, hatta sorgulanmaması gerektiğine dair tezler sıralanırken partinin kendine layık gördüğü mertebe de dikkat çekiyor: "En eski ve en köklü". Kuruluş tarihi 1969 olan, Soğuk Savaş döneminde NATO'nun antikomünist projesi olarak doğan partiden bahsediliyor.

Peki bu "kadim hikayeyi" eleştirenler kimler? Yine dilekçeden okuyoruz: 

"Bölücü, liberal, marksist, FETÖ’cü yapıların elemanları, sistematik ve istikrarlı bir şekilde, küresel çeşitli güçlerle ittifak içinde ve siyasi meşreplerine de uygun paylaşım, haber ve yazılarla MHP’ye iftira etmektedir."

'Komplo kuruldu' tezi komplodan ibaret

MHP'ye göre bu geniş yelpazedeki isimlerin ortak özelliği cinayetin siyasi niteliğine işaret etmeleri. Eski bir MHP yöneticisini öldüren tetikçinin MHP milletvekilinin evine kaçmasını yeterince siyasi bulmayan MHP, bunu sorgulayanların da mahkeme önünde hesap vermesini istiyor.

Dilekçede tam bu noktada Devlet Bahçeli'nin "Kimin elinde hangi bilgi belge varsa mahkeme sunmalıdır" sözüne atıf yapılıyor.

Listedeki isimlerin büyük kısmı siyasetçiler ve gazeteciler. Zaten her davada bu kesimler olayı araştırır, bulgular arasındaki bağlantıları ortaya koyar. Savcılık ve mahkeme heyetiyse inceler, araştırır, ortaya çıkarır.

Sinan Ateş cinayetinde de böyle oldu. Yargı ve kolluk kuvvetleri 17 ay boyunca araştırdı, MHP bağlantıları bu sayede ortaya çıktı. Gazeteciler ve siyasetçilerin değerlendirmeleri devletin ulaştığı bulgular ve açık kaynaklardaki bilgilere dayanıyor. Bu nedenle MHP'nin "bize komplo kuruldu" söylemi bir komplo teorisinden öteye geçemiyor.

MHP hedef saptırıyor

Aralarında siyaset bilimciler, ekonomistler ve emekli askerlerin de olduğu 154 kişinin mahkemede dinlenmesinin imkansız olduğu ortada. 

Peki MHP ana muhalefet lideri dahil bunca insanın dinlenmesini neden talep ediyor? Çünkü cinayetin nasıl işlendiğine dair olgular araştırılmasın, olay sınırlarını kendisinin çizdiği bir siyasi tartışmaya dönüşsün ve sadece MHP'ye meşruiyet sağlayan bir meseleden ibaret hale gelsin istiyor.

Sürecin başından bu yana olan da bu. MHP her uğrakta hedef saptırıyor. Yargı süreci başlar başlamaz savunma baştan kuruldu, tetikçiler ağız birliğiyle "Arkadaşları vurdu" savunması yaptı. MHP'nin yayın organları yaz tatillerinden tango gecelerine dek takip ettiği gazetecilerin fotoğraflarını manşetten hedef göstererek "Asıl hedef MHP" tezini işledi. Son olarak Devlet Bahçeli kara kaplı defterinden çıkardığı 154 ismin "tehdit" olduğunu savundu, MHP'nin "suçtan zarar gören" olduğunu iddia etti.

Bu yaklaşım ve bu dilekçe suçun ikrarı niteliğinde.

MHP'yi ne bekliyor?

Davanın MHP ile bağı tamamen koparılmış değil. Dosyası ayrılan 17 ismin çoğunluğunu MHP'li yöneticilerin oluşturduğu biliniyor. Bu isimler yurt dışı çıkış yasağıyla tutuksuz olarak yargılanıyor. Sanıklar arasındaki bazı isimler MHP ve Ülkü Ocakları ile ilişkilendiriliyor.

AKP uzun bir süredir konunun uzağında durmayı tercih ediyordu. 31 Mart seçimlerinin ardından parti içinde MHP ile ittifaka daha temkinli yaklaşan kesimler çıkmaya başladı.

Dilekçenin de ele verdiği gibi dava hâlâ MHP'nin sonunu getirebilecek potansiyele sahip. Bu ihtimal 30 Eylül'de devam edecek duruşmalarda test edilecek.

154 kişilik hedef listesi

Siyasetçiler: Özgür Özel, Deniz Yavuzyılmaz, Gökhan Günaydın, Ali Mahir Başarır, Sezgin Tanrıkulu, Murat Bakan, Yunus Emre, Özgür Karabat, Cumhur Uzun, Ali Öztunç, Mustafa Adıgüzel, Mahir Polat, Ümit Özdağ, Müsavat Dervişoğlu, Uğur Poyraz, Turhan Çömez, Buğra Kavuncu, Ahmet Davutoğlu, Selçuk Özdağ, Ali Babacan, Erkan Baş, Levent Tüzel, Sevda Karaca, Alper Taş, Remzi Çayır, Hüseyin Baş, Salih Uzun, Cem Toker, Doğan Aydal, Ahat Andican, Aytun Çıray, Bahattin Yücel, Ali Haydar Fırat, Emin Şirin, Fikri Sağlar, Gülay Yedekçi, Mustafa Böğürcü, Nazif Okumuş, Önay Alpago, Bahadır Erdem, Turan Aydoğan, Yavuz Ağıralioğlu, Yavuz Değirmenci, Gaye Usluer, Nesrin Nas, Ufuk Söylemez, Gülistan Kılıç Koçyiğit.

Gazeteciler: Murat Muratoğlu, Akif Beki, Ali Kemal Erdem, Altan Sancar, Asuman Aranca, Atakan Sönmez, Ayşen Şahin, Bahadır Özgür, Barış Pehlivan, Caner Taşpınar, Çiğdem Toker, Deniz Zeyrek, Dinçer Gökçe, Nedim Türkmen, Elfin Tataroğlu, Elif Doğan Şentürk, Doğan Şentürk, Ersin Eroğlu, Fatih Ergin, Fatih Polat, Fırat Fıstık, Fikret Bila, Hakan Çelenk, Hilmi Hacaloğlu, Hüsnü Mahalli, İbrahim Kahveci, İnanç Uysal, İslam Özkan, İsmail Saymaz, Kemal Göktaş, Masum Gök, Mehmet Bal, Mehmet Tezkan, Merdan Yanardağ, Miyase İlknur, Murat Ağırel, Murat Karan, Murat Yetkin, Nevşin Mengü, Nevzat Çiçek, Nurcan Gökdemir, Orhan Uğurluoğlu, Özlem Akarsu Çelik, Emre Kongar, Sertaç Eş, Seyhan Avşar, Taha Akyol, Timur Soykan, Uğur Dündar, Yaşar Aydın, Yavuz Oğhan, Yavuz Selim Demirağ, Yıldız Yazıcıoğlu, Zübeyde Sarı, Mustafa Balbay, Mustafa Kurdaş, Hilal Köylü, Orhan Bursalı, Umut Taştan, Alican Uludağ, Namık Koçak, Özlem Gürses, Yalçın Doğan.

Hukukçular: Celal Ülgen, Afşin Hatipoğlu, Bülent Yücetürk, Ruşen Gültekin, Figen Çalıkuşu, Gürkan Çakıroğlu, İlhan Cihaner, Mehmet Saral, Muzaffer Nerse, Hasan Sınar, Salim Şen, Gamze Pamuk Ateşli.

Araştırmacı/Akademisyen: Can Selçuki, Ceren Kumbasar Mumay, Güven Gürkan Öztan, Berk Esen, Can Kakışım, Haldun Solmaztürk, İbrahim Uslu, Eren Aksoyoğlu, Erol Mütercimler, Mehmet Ali Kulat, Mehmet Yaşar Altındağ, Oğul Aktuna, Mithat Baydur, Öner Günçavdı, Sait Yılmaz, Ersin Kalaycıoğlu, İpek Özkal Sayan, Semih Turhan, Sezin Öney, Suat Özçelebi, Seda Demiralp, Osman Sert, Burak Cop, Barış Övgün, Necati Özkan, Tacire Bektaş, Tayfun Atay, Onur Alp Yılmaz, Gülgün Erdoğan Tosun.

Diğer: Türker Ertürk (emekli amiral), Hanefi Avcı (emekli polis), Ömer Zengin (Sinan Ateş’in arkadaşı).

                                                           /././

İtalya’da neofaşizmin referansları: Anaakım medyanın hasır altı ettikleri -EVİN NAGEHAN-

"Neofaşist ideoloji Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi yine emperyalizmin enstrümanı olarak ve emek ve komünizm düşmanı işleviyle siyaset sahnesinde yer almaya devam ediyor."

Haziran 2024 ortalarında İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin partisi İtalya’nın Kardeşleri’nin gençlik kollarına sızan bir grup gazetecinin ortaya çıkardığı görüntüler, (neo)faşizmin Avrupa’da geldiği aşamayı tekrar gözler önüne sermişti. Türkiye’de Anadolu Ajansı, BBC ve Gazete Duvar gibi yayın organları faşizmin ırkçılık, Yahudi, Müslüman ve göçmen düşmanlığı gibi sonuçlarına odaklanırken, faşizmin tarihi, tekrar ortaya çıkmasının sebepleri ve bunların göstergeleri göz ardı edildi.

Fanpage adlı bir İtalyan haber sitesi aracılığıyla ‘Meloni Gençliği’ başlığıyla sızan görüntüler Avrupa’da faşist ideolojinin sıradanlaşmakta olduğunu tekrar gözler önüne serdi. Meloni’nin partisi İtalya’nın Kardeşleri’nin gençlik kollarından iki kişi istifa etmek zorunda kalırken, bir milletvekili gençlik kollarının şiddete bulaşmadığını ve görüntülerin ‘bağlamından koparılmış ve mahrem ortamlarda’ çekildiğini iddia etti.

Videoda öne çıkanlar arasında Meloni’nin partisinin gençlik kollarına devlet bütçesinden para aktarılması, parti üyelerinin siyahilerle ilgili kullandığı ırkçı ifadeler, kürtaj karşıtlığı, üyelerin birbiriyle faşist usulle selamlaşmaları, Naziler gibi Sieg Heil (‘Yaşasın Zafer!’) ve İtalyan faşistleri gibi Duce (İtalyan faşist lider Benito Mussoli’ye referansla ‘lider’) diye bağırmaları vardı. Sızan videodaki konuşma ve görüntüleri yakından incelediğimizde ise Avrupa’da (neo)faşizmin yükselişinde antikomünizmin hala güçlü bir role sahip olduğunu görmek işten bile değildi.  

‘Meloni Gençliği’ ve neofaşist müzik grupları 

Videonun daha en başlarında Aurora adlı İtalyan neofaşist müzik grubunun Sovyetlerin 1956’da Macaristan’daki karşıdevrimi bastırma amacıyla müdahalesinden 10 sene sonra sözleri yazılmış olan antisovyetik şarkısı Avanti ragazzi di Buda’yı (Budapeşte’nin Buda tarafına göndermeyle ‘Haydi Buda’lı çocuklar!’) büyük bir coşkuyla söyleyen Meloni Gençliği bizi karşılıyor. Şarkının Ekim Devrimi’ni ve Sovyetler’i cepheden karşıya alan ‘Güneş artık doğudan doğmuyor’ mısralarında ise kitlenin coşkusu daha da artıyor. Bu şarkı aynı zamanda 2019’da yani daha Meloni başbakan olmadan 3 sene önce, her sene Eylül ayında düzenlenen Atreju festivaline katılan Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın konuşmasının sonunda coşkuyla söyleniyor. İki ülkedeki antisovyetik ve antikomünist ortak köklerin önemi burada su yüzüne çıkıyor.

Aurora sıradan bir neofaşist grup değil, Meloni’nin Azione Studentesca (Gençlik Aksiyonu/Hareketi) adlı neofaşist gençlik örgütünün başındayken onun için 1998’de yazdıkları P.C.A.I.U.C.D.B. diye bir şarkı var, grubun üyeleri de bu hareketin içinde yer almışlar. Rolling Stone dergisinin İtalya edisyonu, açılımını ‘Bir çocuğun bedenindeki antik mahkûm’ diye çevirebileceğimiz bu kısaltmayla anılan şarkıda grubun Meloni’nin ‘erkek gibi güçlü’ karakterine methiyeler düzdüğünü söylüyor. Roma menşeili grubunun şarkısının yer aldığı albüm kapağında yer alan yavru kurtların Roma’nın kuruluş mitinde yer alan Remus ve Romulus’u emziren dişi kurda ve belki de Meloni’ye gönderme olduğunu iddia etmek zorlama olmaz.

Meloni 1996’da bir Fransız kanalına verdiği röportajda ‘Mussolini’nin iyi bir politikacı olduğunu, ne yaptıysa İtalya için yaptığını söylüyordu. (Kaçınılmaz bir ara söz: İki Akdeniz ülkesinin makus talihi ne kadar benziyor, aynı yıllarda Başbakan Tansu Çiller, ülkücü terörist Abdullah Çatlı hakkında ‘Bu millet uğruna kurşun atan da, kurşunu yiyen de bizim için her zaman saygıyla anılır’ demişti. Son kaçınılmaz ara söz: Evet, Meloni, Meral Akşener’i fazlasıyla hatırlatıyor, atanamamış Meloni’yi Orhan Gökdemir çok güzel anlatmıştı.)

Devlet parasıyla faşizm: ‘Orak ve çekiç gibi antifaşist sembollerin üstünü kapatın’

Videonun devamında devlet imkanlarıyla ayda 500 avro dağıtılacağı söylenen gençlerin şehri neofaşist sembollerle kapatmaları için yapılan bir toplantıdan görüntüler var. Bu toplantıda gençlik kolları üyelerine ‘Orak ve çekiç gibi antifaşist sembolleri, üzerinde memento audere semper (Mussolini’nin esinlendiği İtalyan asker ve şair Gabriele D'Annunzio’nun sloganlarından biri) ve boia chi molla (‘Vazgeçen haindir’) yazan stickerlarla kapatmakla görevlisiniz’ diye talimat veriliyor. Bu sticklerların üzerinde ayrıca İngilizce olarak ‘Modernizmi reddet, faşizmi benimse’ yazıyor.

Neofaşist terör örgütü ‘hak ettiği saygıyı görmüyor’

Videonun sonlarına doğru, videonun ortaya çıkmasından sonra istifa etmek zorunda kalan gençlik kolları üyesi Flaminia Pace, babasının neofaşist terör örgütü NAR’ın üyeleriyle dost olduğunu anlatıyor. NAR, 1980’de solun güçlü olduğu Bolonya’da gerçekleştirdiği bombalı terör saldırısında 80 kişinin ölümüne sebep olmuştu. Başka bir üye ise NAR’ın eski üyelerine hak ettikleri gibi davranmadıklarını, onların güçlü ve doğru politik görüşleri olduğunu söylüyor.

Pace, bu saldırının sorumluları ve aynı zamanda örgütün kurucuları olan Francesca Mambro and Valerio Fioravanti’nin babasının arkadaşları olduğunu söylüyor. Bunların firari olduğunu belirten Pace, o dönemde babasının komünistleri dövdüğünü anlatırken başka biri ‘Neden artık böyle şeyler yapmıyoruz?’ diye soruyor. Bir diğeri de ‘Ya gerçekten çok burjuvalaştık’ diye yanıt veriyor… Sonlara doğru söylenen bir şarkıda gençlik kolları üyeleri ‘Togliatti umurumuzda değil’ diyerek tarihsel İtalya Komünist Partisi’nin genel sekreterlerinden Palmiro Togliatti’yi de anıyor…

Sonuç yerine

Giorgia Meloni geçtiğimiz haftalarda NATO zirvesinde AKPli Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la bir araya gelmişti. Sosyal medyada Meloni’nin Erdoğan’a bakışı gibi sansasyonel mevzuların dışında aslında daha ilginç yakınlıklar vardı iki lider arasında. Meloni’nin gençlik yıllarında üyesi olduğu neofaşist partinin günlük gazetesi ‘İtalya Yüzyılı’ bize AKPli Cumhurbaşkanının Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı için kullandığı ‘Türkiye Yüzyılı’nı hatırlatıyor, belki tesadüftür, fakat daha somut siyasi benzerlikler var. 

Erdoğan’ın sağcı ve İslamcı ustaları CIA destekli Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin kurucularıydı. ABD’li siyaset bilimci ve tarihçi Michael Parenti’nin belirttiğine göre 1945-1975 yılları arasında ABD devlet kurumlarının İtalya’da komünizme karşı aşırı sağcı partileri ayakta tutmak için 75 milyon dolar kaynak sağlamıştı. Meloni’nin gençlik yıllarında üyesi olduğu neofaşist İtalyan Sosyal Hareketi (MSI) (1946-1995) de bunlardan biriydi.

Kürtaj ve göçmen karşıtı muhafazakâr ve ırkçı söylemlerle iktidara gelen Meloni, Rusya-Ukrayna savaşında Ukrayna’ya desteğini açıklayarak üstatları gibi ABD-NATO’ya bağlılığını devam ettiriyor. Neofaşist ideoloji Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi yine emperyalizmin enstrümanı olarak ve emek ve komünizm düşmanı işleviyle siyaset sahnesinde yer almaya devam ediyor. Partinin gençlik kollarında antisemitizmin yaygın olmasıyla birlikte partinin İsrail’i desteklediğinin de altını çizmek gerekiyor, zaten bu ikisinin birbiriyle çelişkili olmadığını ABD’deki, Fransa’daki, Ukrayna’daki faşist, aşırı sağcı hareketlerden biliyoruz.

Bütün bunlar ülkemiz Türkiye’ye de bir dönem ‘demokrasi ve refah getireceği’ iddia edilen Avrupa Birliği’nin gözetiminde olup bitiyor. AB yetkilileri basının önünde faşizmi kınadıklarını ve gençlik kollarının yaptıklarının ‘etik olarak yanlış olduğunu’ söyleseler de faşizm olabildiğine sıradanlaşmış durumda. İtalya’da Mussolini’nin doğum yeri olan Predappio kasabasındaki bir hediyelik eşya dükkanında Mussolini temalı parfümlerden takvimlere, heykellerden şaraplara kadar çeşit çeşit ‘faşizm oyuncağı’ satılıyor. ‘Bunların ticareti çok tepki çekerse belki yasaklanır, fakat faşist ideolojinin Avrupa emekçilerini sermayeye karşı mücadele etmek yerine sınıf kardeşlerine, azınlıklara, göçmenlere kışkırtma konusundaki işlevselliğinden vazgeçilmeyeceği kesin.

                                                                   /././

Korkunun Krallığı -Fatih Yaşlı-

"Korkunun krallığı sermaye düzeni için var, yoksul halk sürünmeye, işçiler ölmeye devam etsin, bankalar, holdingler daha da semirsin, kârlar patlasın, kasalar dolup taşsın diye var."

Yazının adı Attila İlhan’ın bir şiirinden ve o şiirle aynı adı taşıyan kitabın ilk basımı da 1987’de yapılmış. “Korkunun krallığı”yla daha lise yıllarında tanışmış aslında İlhan; 1941 yılında, henüz 16 yaşındayken hoşlandığı kıza yazdığı mektuplarda Nâzım’dan dizeler yer aldığı için komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle okuldan uzaklaştırılmış, gözaltına alınmış, iki ay cezaevinde kalmış.

Onun Nâzım’ı okuduğu yıllarda Nâzım cezaevindedir; üç yıl önce, yani 1938’de tamamen uydurma bir suçlamayla askeri isyana teşvikten yargılanmış ve Kemal Tahir, A. Kadir, Hikmet Kıvılcımlı gibi isimlerle birlikte cezaevine konulmuştur. 

İlhan büyük bir şairdir ama bana göre onun romanları da büyüktür, büyük bir romancıdır. 1940’lı yılları anlattığı romanının adını “O Karanlıkta Biz” koyması ise şaşırtıcı değildir. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na girmemiştir belki ama savaşın başka boyutlarıyla sürdüğü cephelerden biridir. Casuslar, komplolar, Nazi yanlısı-Turancı örgütlenmeler, Türkiye’yi Sovyetler’e karşı savaşa sokma arayışları, komünistlere yönelik baskı ve gözaltı politikaları… 

Sahiden de karanlık yıllardır 40’lar, Vedat Türkali “Güven”de müthiş anlatır; polisin solculara göz açtırmadığı, solcu bilinen kim varsa yakından takip ettiği günlerde bir avuç genç bir yandan partiyi, TKP’yi aramakta, ona ulaşmaya çalışmaktadır, öte yandan ise gözler kulaklar cepheden gelecek zafer haberlerindedir. Kızıl Ordu’nun Berlin’e doğru yürüyüşü hızlandıkça kalpler daha hızlı çarpmaktadır.

Savaş biter, faşizm yenilir ama korkunun krallığının saltanatı bitmez. Türkiye yönetici sınıfı Soğuk Savaş’a herkesten önce girmeye hazırdır. Komünizm baş tehdit olarak ilk sıraya yazılır, komünistlere yönelik sürek avı başlar. Bunun için yalanlar hazırlanır: Sovyetler Birliği Türkiye’yi işgal edecektir, komünizm ülkemizdeki faaliyetlerini hızlandırmıştır, komünistler malımızı mülkümüzü, tarlamızı, ineğimizi elimizden alacak, kadınları ortaklaştıracaktır. 

Önce Sertel’lerin Tan Matbaası basılır, gazeteler, dergiler yakılırken makineler, eşyalar tahrip edilir, kırılır. Baskıncı güruhun tüm bunların ardından Necip Fazıl’ın evinin önüne gidip onu selamlaması ise şaşırtıcı değildir. Baskının fitilini CHP’li Hüseyin Cahit Tanin gazetesindeki yazısıyla yakmış, selamlanan ise Necip Fazıl olmuştur. Burada artık yeni bir mutabakat vardır: Devletle Türk sağı antikomünist mutabakatı kurmuştur. 

Korkunun krallığı Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni bastırıp solcu hocaları linç ettirmeye çalışır; ön sırada elbette ki “Anadolu’nun bağrı yanık çocukları”, Serdengeçti’ler vardır, geçmişten bugüne bunlar korkunun krallığının has elemanları, aparatlarıdır. Baskın işe yarar, bir süre sonra solcu hocalar Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Niyazi Berkes üniversitede öğretim üyeliğinden çıkartılır; üniversite artık solsuzlaştırılmıştır. 

Korkunun krallığı Menderes döneminde büyür. 1951 tevkifatı ile komünistler tutuklanırken ülke NATO’ya sokulacaktır, öncesinde kan bedeli olarak ise Kore’ye asker gönderilmiştir bile. 6-7 Eylül 1955 hadisesini bizzat kendileri tertipledikleri halde suç komünistlere atılır; Aziz Nesin, Kemal Tahir, Hasan İzzettin Dinamo, Asım Bezirci gibi isimler tutuklanır, aylarca cezaevinde tutulur.

60’lar korkunun krallığına karşı yükselen seslerin duyulmaya başlandığı, ağaçların bile sola eğildiği yıllardır. “Karanlıkta uyananlar” daha çok aş, daha çok iş istemekte, sendika kurmakta, grev yapmaktadır. Üniversiteler de öyledir, öğrenciler toplumsal uyanışın başını çekmekte, NATO’ya, ABD’ye, emperyalizme karşı kafa tutmaktadır.

Korkunun krallığına karşı toplumsal uyanışın başını çekenlerden biri, Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, 10 Ekim 1965 seçimleri öncesi radyodan halka şöyle seslenir: 

“Senin yoksulluktan, açlıktan kurtulman için; senin işsizlikten kurtulman için; senin cahillikten kurtulman için; senin korkusuz, horlanmadan başı dik yaşaman için; senin çocuğunu okutman için; senin toprağa kavuşman, hastalığında doktora, ilâca, bakıma kavuşman için önce Türkiye'yi yeniden bağımsızlığa kavuşturman gerekiyor.”

Karanlıkta uyananların sayısı arttıkça korkunun krallığı da korkmaya başlar; korktukça daha da hiddetlenir, hiddetlendikçe eline daha da kan bulaşır. 1968’de Amerikan 6.Filosu’na göğsünü siper ederek Vedat Demircioğlu’nu katleder, ertesi sene sokağa kiralık katillerini çıkartarak Kanlı Pazar’ı tertipler. 

Ancak “halkın coşkun akan seli”ni durdurmak öyle kolay değildir; 15-16 Haziran 1970’de Türkiye işçi sınıfı Kocaeli’nden İstanbul’a doğru sel olup akar, DİSK’in kapatılma girişimine karşı işçi sınıfı sendikasını korumaktadır. Korkunun krallığı daha da korkar, daha da kanlı planlar yapar ve 12 Mart karanlığı gelir; “bir orman yangınından fışkırmış genç adamlar”ı, Deniz’leri, Mahir’leri, İbo’ları, dal gibi çocukları kırar. 

Ama “bu su hiç durmaz” ve halk yeniden sahneye çıkar, dalgalar yeniden yükselir ve işte bu sefer daha kanlı günler gelir. Tetikçiler bir kez daha sahneye çıkar ve aydınları, yazarları, gazetecileri katletmeye başlar, amaç halkı yıldırmaktır. Ama bu da yetmez, 1 Mayıs 1977’den Maraş’a toplu katliamlar tertiplenir, halk düşmanları memleketi kana boyar ve 12 Eylül darbesine böyle gelinir.

12 Eylül 1980 korkunun krallığının miladıdır. Darbeciler solu ve emek hareketini ezer geçer, sendikaları kapatır, grevleri yasaklar, patronlar için bir ucuz emek cenneti yaratır. Bugüne kadar işçiler gülmüştür ama şimdi gülme sırası patronlara gelmiştir, ülke neoliberal talana açılmaktadır ve keyifler yerindedir. Halk yıllar boyunca ne zaman azıcık sesini çıkartacak olsa, “yoksa 12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsunuz yoksa” sorusuyla korkutulur.  

90’lar karanlığın daha da kesifleştiği yıllardır. Ülkede köyler yakılmakta, satırla, enseye sıkılan kurşunlarla, domuzbağıyla insanlar öldürülmekte, sanatçılar otellerde yakılmakta, siyasetçiler, aydınlar, yazarlar için faili meçhuller, devrimciler için gözaltında kayıplar, yargısız infazlar sıradanlaşmaktadır. Uğur Mumcu’dan Musa Anter’e bu yıllar aydın kırımı yıllarıdır; koskoca bir ülke bu kırım politikalarıyla sindirilmiş, teslim alınmıştır. 

Ve işte 2000’ler… Korkunun krallığı el değiştirecek, toplumsal uyanışa, sola, emek hareketine, toplumsal uyanışa karşı kendilerine açılan kapılardan girenler, kendilerine o kapıları açanları, kapıları açarken solkırım yapanları tasfiye edecek ve kendi krallıklarını kuracaklardır; artık siyasal İslam ve onun korku politikaları iş başındadır. Buna 15 Temmuz sonrası MHP’yle ittifakla birlikte milliyetçilik de eklenecek ve Türk sağının kutsal Türk-İslam sentezi iş başına gelecek, korku hükmünü bu sefer de böyle sürdürecektir. 

Bugün Türkiye toplumu planlı, programlı bir şekilde ve eşi benzeri görülmemiş ölçüde derin bir yoksulluğa ve sefalete mahkûm edilirken korkunun krallığı en çok bu mahkûmiyete itiraz edilmesi ihtimalinden, ekmeği küçülenlerin ekmeğinin peşine düşme olasılığından korkuyor. 

Vatan-millet-Sakarya edebiyatı işte bunun için var, ezan-kuran-bayrak istismarı bunun için var, kurt işareti yapan eller, 154 kişilik listeler, sığınmacıların hedef haline getirilmesi ve elbette sokak hayvanlarına yönelik bir kolektif katliam örgütleme, toplumu bir sosyal cinayetin faili haline getirip suç ortağı yapma planı bunun için var. 

Sokak hayvanlarının katledilmesi için ortaya çıkan “kutsal ittifak”a bir bakın. İslamcısından ülkücüsüne, seküler milliyetçisinden Hizbullah’çısına hepsi orada birleşmiş, sürekli korkuları tetikliyorlar. Topluma bir deli gömleği giydirmeye çalışmakta ve her gün biraz daha yoksullaşan insanların en ilkel duygularını manipüle edip korkunun krallığını büyütmekte ortaklaşıyorlar. 

Sığınmacılar, sokak hayvanları, Kürt sorunu fark etmez... Kutsal ittifakın derdi memleketin herhangi bir sorununu çözmek değil, korku iklimini daha da büyütüp toplumsal travmalar eşliğinde korkunun krallığının saltanatını devam ettirmek. Korkunun krallığı devam edecek ki milyonlar 17 bin lira asgari ücretle çalışmaya, 12 bin 500 lira emekli maaşıyla yaşamaya, sırtlarındaki ağır vergi yüküne ses çıkarmayacaklar. Nefrette, hınçta, linçte, katliamda ortaklaşacaklar ve fonda “Ölürüm Türkiye’m” çalmaya devam edecek.  

Korkunun krallığı sermaye düzeni için var, yoksul halk sürünmeye, işçiler ölmeye devam etsin, bankalar, holdingler daha da semirsin, kârlar patlasın, kasalar dolup taşsın diye var.  

Kim ki korkunun krallığını yıkmak ister, en başa Türkiye’nin sermaye düzenini yazacak, önce buna itiraz edecek, sonra emeği siyasetle siyaseti emekle buluşturacak, halkı uyandıracak, ayağa kaldıracak. Meydanlar ekmeğinin küçülmesine karşı yumruğunu sıkan milyonlarla dolmadan bu krallık yıkılmayacak.

                                                                /././

Yıkılmaları için depreme gerek yok: Deprem konutları enkazdan beter -Özkan Öztaş

Hatay'da inşa edilen deprem konutlarının durumu tartışmalara yol açtı. Şantiyelerde çalışan işçiler soL'a konuştu: 'Yıkılması için depreme dahi gerek yok. Mezarlık yapılıyor.'

Hatay Samandağ'da inşaatı süren TOKİ'nin deprem konutlarında ortaya çıkan görüntüler kamuoyunda tartışmalara sebep oldu. İnşaatlarda rant sistemi kurulduğundan bahseden işçiler yapılan binaların depreme dayanaksız olduğunu ifade ediyor. 

soL'a konuşan inşaat işçileri durumun sadece Samandağ'dan ibaret olmadığını ve birçok yerde yapılan deprem konutlarının yıkılması için depreme gerek bile olmadığını ifade ediyor. 

Malzemeler mevzuata uygun değil, denetimler yetersiz

Konu gündeme ilk önce Gazete Duvar'dan Burcu Özkaya Günaydın'ın haberiyle yansıdı. Haberde Samandağ'da devam eden inşaat işçileri kötü koşullardan dolayı iş bırakırken, eylemler sırasında medyaya yansıyan görüntülerde binaların mevzuata uygun yapılmadığı ve depreme dayanıksız olduğu iddia edildi. 

Şantiyede çalışan işçiler demirlerin eksik atıldığını, mevzuata uygun yapılmadığını, birçok yerde betonların sağlam olmadığını ifade ediyor. İşçiler aynı zamanda denetimlerin yeterli olmadığını da belirtiyor.

Defne'de de durum aynı: 'Her iş hızlı yapılıyor'

soL'a konuşan inşaat işçileri, şantiyelerde temel sorunun işlerin hızlı yapılması ve birçok şeyin bu nedenle verimli bir şekilde tamamlanmaması olduğunu ifade ediyor. 

Bir işçi durumu şu sözlerle anlatıyor:

"Denetim aslında var. Yok diyemem. Ama hızlı yapılıyor burada her iş. Çoğu zaman müşavir firmalar işlerine geldiği gibi hareket ediyor. Bazen imalat hatası yapılan yerler oluyor. Öyle durumlarda yıkılan yerler oldu. Ben mesela temelden iki kat çıkan binayı yıktıklarını kendi gözümle gördüm. Mevzuata uygun yapmadılar çünkü. Ama bu durum her şirkete uygulanıyor mu, ondan emin değilim. Beton hataları çok oluyor. Ben mesela daha çok ince işlerde çalışıyorum ama orada da durum çok iyi değil. İnce işçilik genelde hızlı şekilde imalatın sürdüğü alanlardan biri. Burada şeflerin dediğine göre bütün binaların su geçirme olasılığı yüksek. Yani en ufak bir yağmurda buranın duvarları kabaracak su geçirecek binalar. İşçi sayısı az, 'yetişin, çabuk' basıncı fazla. İşçilere 'sağlam yapın' diye değil, 'acele edin' diye talimat veriliyor" 

'Burası yeni yapılan bir yeri değil de terk edilmiş bir yeri andırıyor daha çok'

Bir diğer inşaat işçisi ise yaşanan sorunları şu sözlerle anlatıyor:

"Burası yeni yapılan bir yeri değil de terk edilmiş bir yeri andırıyor daha çok. Evet bazı sorunlar teknik olarak olur. Yani bunda yapacak bir şey yok. Neredeyse her yerde benzer sorunlar var. O kadar önemli değil bazı hatalar.

Ama buradaki hatalar facia boyutunda. 'Olur o kadar' diyeceğin şeyler değil. Mesela ben Gülderen şantiyesinde çalışıyorum. İlk iki kat 41 etriye ile yapılırken sonrasında yapılan katlarda 20 etriyeye düşüyor. Bunlar demiri boyutları. Yani demir kesiti 41 etriyeden 20'ye düşüyor. Şimdi mevzuat böyle mi? Proje mi öyle yoksa yüklenici firmanın tasarrufu mu bunu ben bilemem. Ben işçiyim bana gelen talimatı uyguluyorum. Ama bu kısımların iyi denetlenmesi lazım."

'Burası yeni yapılan bir yeri değil de terk edilmiş bir yeri andırıyor daha çok'

Bir diğer inşaat işçisi ise yaşanan sorunları şu sözlerle anlatıyor:

"Burası yeni yapılan bir yeri değil de terk edilmiş bir yeri andırıyor daha çok. Evet bazı sorunlar teknik olarak olur. Yani bunda yapacak bir şey yok. Neredeyse her yerde benzer sorunlar var. O kadar önemli değil bazı hatalar.

Ama buradaki hatalar facia boyutunda. 'Olur o kadar' diyeceğin şeyler değil. Mesela ben Gülderen şantiyesinde çalışıyorum. İlk iki kat 41 etriye ile yapılırken sonrasında yapılan katlarda 20 etriyeye düşüyor. Bunlar demiri boyutları. Yani demir kesiti 41 etriyeden 20'ye düşüyor. Şimdi mevzuat böyle mi? Proje mi öyle yoksa yüklenici firmanın tasarrufu mu bunu ben bilemem. Ben işçiyim bana gelen talimatı uyguluyorum. Ama bu kısımların iyi denetlenmesi lazım."

                                                               /././

                                             soL - GÜNDEM

'SİHA mühendislerine suikast girişimi' yalan çıktı: Kayısıdan roket yakıtı, yengeçten kalkan...

"Mucit" çifte suikast girişimi yapıldığına dair iddialar, Emniyet Müdürlüğü'nün açıklamasıyla yalanlanmış oldu. Çiftin keşifleri ise dikkat çekici: Kayısıdan roket yakıtı, yengeç kabuğundan kalkan...

İHA’ları lazer silahlarına karşı koruyacak kompozit madde geliştirdiği söylenen akademisyen çifte yönelik suikast girişimi iddiası, dün birçok medya kuruluşu tarafından haberleştirildi.

Haberlerde, Yeliz ve Murat Toptaş çiftinin üzerine çalıştığı projeye yapılan vurgu ile söz konusu "suikast" ve saldırı girişiminin projeyle ilgili olduğu ima edildi.

Ancak Malatya Emniyet Müdürlüğü olaya dair bir açıklama yaptı. Yaşanan olayın nedeni maddi hasarlı bir trafik kazasıydı...

Haberlerin ardından gözlerin çevrildiği Yeliz ve Murat Toptaş çiftinin önceki çalışmaları da bir hayli dikkat çekici: Su yengeçlerinin kabuğundan geliştirilen "radyasyon kalkanı", kayısıdan üretilen roket yakıtı...

Olay dün basına yansıdı

Basına yansıyan haberlere göre olay, Malatya'nın Yeşilyurt ilçesinde bulunan Yakınca mevkiinde meydana geldi.

Bölgede özel araçları ile seyahat eden Kimya Mühendisi Doktor Yeliz Toptaş ile İnönü Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü Araştırma Görevlisi Murat Toptaş’ın aracına aynı yöne ilerleyen bir otomobil çarparak çifti durmaya zorladı. Çarpma sonrası akademisyen çifte araçlarını sağa çekmelerini belirten 4 kişi, durdurdukları çiftin üzerine yürüdü.

Bu sırada olay yerinden geçmekte olan polis ekipleri duruma müdahale etti, ancak zanlılardan 2’si olay yerinden kaçarak uzaklaştı. Olaya müdahale eden trafik ekibi, diğer 2 zanlının kimlik kontrolünü yapmak istedi. Ekiplerin kimlik talebi sonrası diğer 2 zanlı da araçlarına binerek olay yerinden kaçmaya çalıştı. 

Polis ekiplerinin 1 saatlik takibi sonrasında Doğanşehir ilçesi sınırlarında yakalanan 2 zanlıdan birinin çok sayıda sabıka kaydının bulunduğu ve arandığı belirlenirken, diğer zanlının ise görevinden ihraç edilen eski bir asker olduğu tespit edildi.

Emniyet Müdürlüğü'nden yalanlama

Malatya Emniyet Müdürlüğü de olayla ilgili araştırma yaptığını duyurarak açıklamada bulundu. Emniyet Müdürlüğü tarafından yapılan açıklamanın içeriği ise "suikast girişimi" iddialarını yalanlar nitelikteydi.

Açıklamada, olayın maddi hasarlı kaza nedeniyle yaşandığı ve taraflar arasında kısa süreli tartışmaya neden olduğu belirtildi.

Açıklamada, devriye görevi yürüten trafik polislerinin olaya müdahale ettiği ancak gerekli işlemlerin yapıldığı sırada, şüpheli şahısların olay yerinden kaçmaya çalıştığı aktarıldı.

Aracın fiziki takibe alınması sonucunda şahısların yakalandığı belirtilen açıklamaya şöyle devam edildi:

"Şüpheli şahsın yapılan kontrollerde1,46 promil alkollü olduğunun anlaşılması üzerine trafik yönünden gerekli cezai işlemleri uygulanarak araç trafikten men edilmiştir. Şüpheli A.L.E. isimli şahsın yapılan kontrollerde 'Uyuşturucu veya Uyarıcı Madde Ticareti Yapma' suçundan aranması olduğunun tespit edilmesi üzerine şahıs Polis Merkezine intikal ettirilmiş, ayrıca 'Mala Zarar Verme-Kasten Yaralama-Hakaret' suçlarından gerekli yasal işlem yapılmıştır.

Araç sürücüsünün yanında bulunan B.Ç. isimli şahsın 2019-2020 yılları arasında sözleşmeli askeri personel olarak görev yaptığı, sözleşme süresinin sona ermesi üzerine görevden ayrıldığı tespit edilmiş, şahsın olaya müdahil olmaması ve hakkında şikayet bulunmaması üzerine herhangi bir adli işlem tesis edilmemiştir."

Bor içerikli madde bir ay önce basına yansıdı

Öte yandan İHA’ları lazer silahlarına karşı koruyacak kompozit madde geliştirdikleri belirtilen Yeliz ve Murat Toptaş çiftinin çalışmaları oldukça dikkat çekici.

Söz konusu kompozit maddenin geliştirildiğine dair haberler basına ilk kez yaklaşık 1 ay önce yansıdı. Toptaşların aktardığına göre; nano partiküller, metal oksitler ve bor katkılı mineraller içerdiği belirtilen malzemenin, lazer silahlarından gelen yüksek ısı enerjisini emerek tüm yüzeye yaydığı ve hızlı bir şekilde soğuttuğu ifade ediliyor.

Toptaş çifti, maddenin, 2 bin 600 derece üzerindeki sıcaklıklara dayanabildiğini iddia ediyor ve sudan da iki kat hafif olduğunu öne sürüyor. Çift, hava araçlarının korunmasına yönelik geliştirdikleri madde için patent başvurusu yaptıklarını da sözleri arasına ekliyor.

Yengeç kabuğundan radyasyon kalkanı...

Toptaşların geliştirdiklerini iddia ettikleri bir diğer buluş da tatlı su yengeçlerinin kabuğundan ürettikleri "radyasyon kalkanı". Söz konusu "radyasyon kalkanına" dair haberler ise geçtiğimiz Mart ayında basına yansıdı. 

Konuya ilişkin haberlerde, "Alper Gezeravcı'nın uzaya gönderilmesinin ardından radyasyon ışınlarına karşı koruyucu kalkan üretmek için çalışmalara başladığı" belirtilen Yeliz ve Murat Toptaş çiftinin, kentte tatlı sulardaki ölü yengeçleri toplayarak kabuklarından geliştirdikleri malzemenin alfa, beta, gama ve x ışın radyasyonlarını önemli ölçüde durdurarak koruma sağladığı öne sürüldü. 

Topbaşların, "elastik yapılı ve hafif olması nedeniyle de tercih edilebilecek 'radyasyon kalkanı'nın patentini almak için Türk Patent ve Marka Kurumuna başvurduğu" aktarıldı.

Kayısıdan roket yakıtı...

Çiftin 2021 yılında basına yansıyan bir diğer keşfi ise kayısıdan üretilen roket yakıtı.

Malatya’nın en büyük ekonomik gelir kaynağının kayısı olduğunu ifade eden Yeliz Topbaş, keşiflerine giden yolu 3 yıl önce gazetelere şöyle anlattı:

"Kayısının atığıyla ne yapabiliriz, bunu nasıl daha katma değeri yüksek bir ürüne dönüştürebiliriz diye düşündük. Neden biz bunu değerlendirmiyoruz, neden bunu imal edip gerçek bir ürüne dönüştürmüyoruz diye düşündük ve çalıştık."

Murat Toptaş ise "Kilogramı birkaç lira olan atık kayısıdan kilogramı 200 dolara ulaşan bir roket yakıtı elde etmeyi başardık. Elde ettiğimiz roket yakıtını sıkıştırarak bir roket motoru haline getirdik. Bundan sonraki aşamada bu roket motorumuza uygun bir nozül tasarlayarak motorun tasarımını bitirmeyi düşünüyoruz” şeklinde konuştu.

Ürettikleri roket yakıtının 6 ay içerisinde ticari hale getirileceğini ifade eden Toptaş, “Roket motoru bittiğinde uluslararası roket sertifikalandırma kurumlarının olduğu Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri'ne kayısıdan üretmiş olduğumuz roket yakıtını göndererek, uluslararası havacılık sertifikası alacağız. Bu roket yakıtlarının itki değerleri belirlenecek, sınıflandırılacak, daha sonra ürettiğimiz yakıt sivil ve askeri roket çalışmalarında kullanılacak. Bunların test ve sertifikasyon süreci 90 gün kadar sürüyor. Ama bizim nozül tasarımımız 90 gün de o sürecektir. Büyük ihtimalle 6 ay içerisinde bu ticari bir hale gelmiş olacak” diye konuştu.

'Ürünü geliştirdik, patentini alacağız' açıklaması sonrası sessizlik

Murat Toptaş'ın tahmin ettiği sürenin üzerinden yıllar geçti ancak "kayısıdan üretilen roket yakıtı" haberlerine yenileri eklenmedi.

Toptaş çiftinin son 3 yıl içinde geliştirdiğini iddia ettiği malzemelere dair haberlerin hepsi, "Ürünü geliştirdik, patentini alacağız" açıklamalarının ardından durdu. Gelişmelere dair herhangi yeni bir haber yayımlanmadı. 

Söz konusu patent başvurularının ve keşiflerin durumu belirsizliğini koruyor.

Oysa kayısıdan üretilen roket yakıtı, yengeç kabuğundan geliştirilen radyasyon koruyucu kalkan ve bor içerikli kompozit maddenin keşfedilmesi, üretilmesi ve kullanıma alınması gibi gelişmelerin haber değeri oldukça yüksek...

                                                              /././

LC Waikiki çalışanının intiharı: Şirket eylem yüzünden çalışanları eve yolladı

LC Waikiki çalışanı Muhammed Yavuz'un yaşamına son vermesiyle ilgili alınan eylem kararının ardından şirket, çalışanları eve yolladı.

Samsun Çarşamba'daki LC Waikiki mağazasında reyon yöneticisi olarak çalışan Muhammed Yavuz yaşamına son verdi. 

Eşine ve çocuklarına veda mektubu bırakan Yavuz, mağazaya ve yöneticilerine de mektup yazdı. Mektupta, şirkette uğradığı baskı ve bezdiriye işaret etti. Eşinin de aynı firmada çalışırken işten çıkarıldığı, işe dönüş davası açtıkları ve akabinde baskı ve bezdiriye maruz kaldığını kaleme aldı. Yavuz, mektubunda şirketi değil, isim vererek bölge müdürünü hedef tahtasına koydu.

Olaya dair kurum içi soruşturma yürütüldüğünü ifade edilen LC Waikiki açıklamasında, Yavuz'un bezdiriyle ilgili daha öncesinde şirketin etik hattına bir şikayette bulunmadığını öne sürdü.

soL’un edindiği bilgilere göre şirket, soruşturma tamamlanana kadar ilgili bölge müdürünü açığa aldı. Özellikle mağazacılık sektöründe çalışanlara yönelik ciddi baskı, bezdiri ve zorlayıcı çalışma koşulları olduğu biliniyor. Sosyal İş Sendikası da bu yaşananlar sebebiyle eylem yapacağını duyurdu.

LC Waikiki'de eylem paniği

Bu duyurunun yayılmasıyla birlikte, şirket yönetimi de kendi “önlemini” aldı. soL’un ulaştığı bilgiye göre eylem sebebiyle yönetim, bilgisayarı yanında olan personelin evden çalışmasına ilişkin talimat verdi. Şirket binasına gelenlereyse “eve gitmek isteyen gitsin” denildi. 

Eylemin iş çıkış saatinde olması sonucunda kalabalıkla bir gerginlik yaşanabileceği ve çalışanların olumsuz etkilenebileceği gerekçesi dile getirildi. Ancak daha önce şirket önünde yapılan eylemlerde böyle bir uygulama yapılmamıştı. Şirket alınan kararların dışarıya yansıması konusunda da çalışanlarına oldukça sıkı uyarılarda bulundu. 

Şirket içi anketlerde ücret düşüklüğü hep dilde

Şirketin her yıl çalışan memnuniyeti anketi yaptırdığı biliniyor. Ücret ve yan haklar, takdir, terfi ve atamalar gibi başlıklarda çalışanların verdiği puanlar, soL'un edindiği bilgilere göre, sürekli düşük geliyor. Performans ve iş baskısı konusunda da ciddi bir sorun olduğu yine bilinen başka bir konu.

Geçtiğimiz yıllarda personel sayısının azaltılması için performansından memnun olunmayan işçilere düşük zam yapıldığı, eğer işten ayrılmazlarsa açığa alındığı soL’un elde ettiği bir başka bilgi.

Sebep belli: Emekçiler geçinemiyor

Muhammed Yavuz'un ölümüyle ortaya çıkan tablonun ayrıntıları, bir gerçeği bir kez daha gözler önüne serdi: Türkiye'de emeğiyle yaşayanların aldığı maaşlarla düzgün bir yaşam sürmesi mümkün değil…

Bu yüzden emekçiler, bu yoksulluk sarmalından çıkmak için yol arıyor. Görünen o ki Yavuz da bu sarmaldan çıkabilmenin yollarını arayanlardandı. Yavuz, iddialara göre kripto para yoluyla birikim elde etmeye çalışmış ve zarara ve borca girmişti.

soL'un görüştüğü LCWaikiki emekçileri, özellikle de depo ve mağaza çalışanları bezdiri, normalin ötesinde iş yükü ve performans baskısını doğruluyor. Ancak çalışanların dile getirdiği en büyük sorunlardan biri ücret düşüklüğü, yani geçim derdi.

                                                            /././

Alman mahkeme Junge Welt gazetesine karşı istihbaratı haklı buldu: 'Marksizm-Leninizm anayasaya aykırı'

Alman Junge Welt gazetesi, istihbaratın 26 yıldır gazeteyi raporlamasını mahkemeye taşıdı. Mahkeme 'Marksizm-Leninizm anayasaya aykırıdır" diyerek istihbaratı haklı buldu.

Almanya'nın Marksist-Leninist çizgideki günlük gazetesi Junge Welt, ülkenin iç istihbarat kurumu Federal Anayasayı Koruma Dairesi'nin (BfV) raporlarında "bir tehdit unsuru" olarak kaydedilmesini mahkemeye taşıdı.

BfV'nin raporlarının yasa dışı olduğunu vurgulayan gazete, önceki yıllara ait mevcut istihbarat raporlarının silinmesi ve bir sonraki raporda düzeltme yapılması talebiyle Berlin İdare Mahkemesi'ne başvurdu. Ancak mahkeme, gazetenin bu şikayetini reddederek BfV'yi haklı buldu.

Junge Welt'in, konuya ilişkin 2022'deki hukuki başvurusu da mahkeme tarafından reddedilmişti.

26 yıldır istihbarat raporlarına giriyor

Junge Welt gazetesi, 1998'ten bu yana BfV raporlarında neredeyse her yıl anılıyor. Gazete, şu ana kadar 23 kez istihbarat raporlarına girdi.

BfV, yıllık Anayasayı Koruma Raporu'nda gazetenin isminin geçmesinin çeşitli nedenlerle haklı olduğunu öne sürüyor. Gerekçe olarak gazetenin klasik Marksist-Leninist anlayışa göre sosyalist-komünist bir toplumsal düzenin kurulması çabasında olmasını savunan istihbarat kurumu, bunun demokrasi ilkesine aykırı olduğunu iddia ediyor. BfV'ye göre, komünist toplumsal düzen, "azınlık görüşlerinin bastırıldığı, çoğulculuğun güvence altına alınmadığı, farklı düşünenlerin dışlandığı tek partili sistemi" destekliyor.

BfV, ayrıca gazetenin, yalnızca bir yayın ve bilgi aracı olarak değil, aynı zamanda siyasi bir faktör olarak da işlev görmesini tehdit olarak görüyor. Gazetenin çeşitli etkinliklerle kitlelere erişim sağladığını ifade eden istihbarat raporu, yayının kitleleri sadece bilgilendirmekle kalmadığını, aynı zamanda harekete geçirdiğini ve direniş oluşturduğunu kaydediyor. Raporda, "Junge Welt" faaliyetinin ifade ve basın özgürlüğünün basit bir şekilde uygulanmasının ötesine geçtiği ve Federal Anayasal Koruma Kanunu'na göre "teşebbüs" yasal terimi kapsamına girdiği anlamına geldiği iddia ediliyor.

İstihbarat servisi aynı zamanda günlük gazetenin aşırı sol kesimle iç içe olduğunu da gözlemlediğini ifade ederek şöyle diyor:

"Editör ekibinin bireysel üyeleri ve bazı düzenli yazarlar ve konuk yazarların aşırı sol yelpazede olduğu değerlendirilebilir. Gazete, şiddet ve siyasi amaçlı suçlara dostça yaklaşan bir üslupla haber yapan seslere tekrar tekrar yer veriyor. Sonuç olarak, Junge Welt açıkça şiddet içermeyen bir taahhütte bulunmuyor, bunun yerine sürekli olarak siyasi amaçlı suçları savunan kişi ve kuruluşlar için kamuya açık bir platform sunuyor."

Anayasayı Koruma Dairesi'nin yetkisi ne?

Federal Anayasal Koruma Kanunu'na göre, Anayasayı Koruma Dairesi prensip olarak “özgür, demokratik temel düzene yönelik girişimleri” denetlemek amacıyla harekete geçebilir. Yani bu, Anayasayı Koruma Dairesi'nin günlük gazeteler veya basın açıklamaları gibi kamuya açık kaynaklardan bilgi toplamasına izni olduğu anlamına geliyor. Bununla birlikte, istihbarat servisi daha sonra gözlediği oluşumlar hakkında, bunların anayasaya aykırı çabalar olduğuna dair "yeterince güçlü gerçeklere dayalı göstergeler olduğu sürece" kamuoyunu bilgilendirme yetkisine sahip. Ancak gizli servisin kamuoyunu bilgilendirmesinden önce şüphelerine dair somut verileri elde etmiş olması gerekir.

Diğer yandan, istihbaratın değerlendirme prosedürü, aynı zamanda değerlendirmeye konu olan kişi ve kurumların hangi temel haklarının tehlikede olduğunu da göz önünde bulundurmalı.

Basın ve meslek özgürlüğü ihlali nedeniyle istihbarat raporlarına karşı dava açan gazetenin avukatı Anja Heinrich de bu durumu vurguladı: "Gazeteyi Google'da arattıklarında, reklam ortakları, röportaj ortakları ve yazarlar, Wikipedia'da belgelenen Anayasayı Koruma Federal Dairesi'nin son 20 yılki raporlarına rastlıyorlar. Bunun caydırıcı bir etkisi var.

Mahkemeyi izlemeye gelenlerden gazeteye destek

Mahkemenin yargıcı Wilfried Peters, konuya ilişkin tavrını baştan açık etmiş olsa da, mahkemeyi izleyenler büyük ölçüde gazetenin yanında oldu. Mahkemeyi beklerken veya duruşma sırasında “Junge Welt” açıldı ve ilgiyle okundu. Davacının avukatı özellikle etkileyici açıklamalar yaptığında seyirciler alkışladı. Yargıçsa izleyicileri "Maalesef burada amaçlanan bu değil" diye azarladı. 

Gazetenin avukatı Heinrich'in keskin savunmasına kendini beğenmiş bir gülümsemeyle yanıt veren Peters, Almanya'da sosyalist ve Marksist siyasetin yasaklanması gerektiği yönündeki görüşünü de gizlemedi.

'Marksizm-Leninizm anayasaya aykırı'

Sanığın tarafını tutan Peters, gazetenin "sınıfsal bir bakış açısını" temsil ettiğini ve Marx ve Lenin'e olumlu göndermeler yaptığını savunarak, bunun anayasaya aykırı olduğunu ileri sürdü.

Peters, kararında, BfV'nin çok sayıda Junge Welt yazarı ve editörünün aşırı solcu olduğu iddia edilen duygularını açığa çıkardığı konusunda ısrar etti ve Lenin'in tarihi bir şahsiyet olarak "anayasal düzenle en enerjik şekilde mücadele ettiğini" öne sürdü. Yargıç, tarihi bu şekilde çarpıtarak, Lenin'e yapılan her türlü olumlu atıfın suç sayılmasını haklı çıkarılması için de zemin yarattı.

Yargıç Peters, mahkeme kararında da şu ifadeleri kullandı: “Junge Welt”, fikirleriyle özgür demokratik temel düzene karşı mücadele edecek olan Lenin'in geleneğini takip ediyor. Bu şahsa açıkça yakınlık ve sempati gösterirseniz, onun fikirlerini de benimsiyorsunuz demektir. Gazete aynı zamanda Doğu Almanya ile bir iç bağlantıyı da açıkça ortaya koyuyor. Burada da Marksizm-Leninizm hakim ideolojidir. Bu olumlu tutum günlük gazetede de dile getiriliyor."

İdeolojik saldırı

Junge Welt'e dönük bu karar, ifade özgürlüğüne ve basın özgürlüğüne yönelik geniş kapsamlı sonuçları olan ciddi bir saldırı niteliği taşıyor. Kararın ardından, ülkede egemen sınıfın görüşünü temsil etmeyen her türlü sol yayının yasaklanabileceği konuşuluyor.

Mahkeme kararının, gazetenin "anayasaya aykırı" olduğunu ve gizli servisin gözetiminde "haklı" olduğunu yasal bir zemine oturtmayı amaçladığı görülüyor. Bunun yol açabileceği geniş kapsamlı sonuçlar, salı günü derhal engellenen ve İçişleri Bakanlığı tarafından el konulan aşırı sağcı Compact dergisine uygulanan yasakta da görülüyor.

Junge Welt'in temel hakları zaten son derece kısıtlı. Gizli servisin yıllık raporunda bunların belirtilmesi, görüşülen kişileri ve okuyucuları caydırıyor ve genel olarak gazetecilerin ve editörlerin mesleklerini icra etmelerini zorlaştırıyor ve engelliyor.

Gazeteye dönük bu operasyonun açık bir ideolojik saldırı olduğu ve yalnızca siyasi saiklerle meşrulaştırıldığı görülüyor.

Gazete dava masrafı için yüksek meblağ ödemek zorunda kalacak

Yargıçın ayrı mahkeme masrafı için yüksek meblağ açıklaması dikkat çekti. Buna göre, yasal harçlar ve mahkeme masraflarını da içeren dava değeri 115 bin avro olarak belirlendi. 

Anayasanın korunmasına yönelik raporlarda ihtilaf konusu olan miktarın 5 bin avro olduğunu belirten mahkeme, neredeyse aynı üslupla da olsa toplam 23 rapor olduğundan bu tutarların toplanması gerektiğini ifade etti.

Sonuç olarak, hukuki anlaşmazlığın devam etmesine ve kararın henüz kesinleşmemesine rağmen Junge Welt yayıncıları artık mahkemeye büyük meblağlar aktarmak zorunda kalıyor. Her ek de yayıncıya daha fazla paraya mal olacak.

Gazetenin hukuki mücadelesi henüz bitmedi

Junge Welt Genel Yayın Yönetmeni Dietmar Koschmieder, mahkeme kararının ardından yaptığı açıklamada, konuyu temyize götüreceklerini ifade etti. 

Koschmieder, "Kendimizi savunmak her halükarda mantıklı. Elbette bununla yetinmeyeceğiz. Junge Welt temyiz izni için başvuruda bulunacak. Ayrıca birinci veya ikinci durumda kazanamayacağımızı da bekliyorduk. Gerektiğinde Federal Anayasa Mahkemesi de, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de davayı ele alacak" dedi.

Junge Welt neyi temsil ediyor?

Alman Junge Welt gazetesi Marksist bir günlük gazete. Gazete, kurulduğu 1947'den 1990'a kadar Alman Demokratik Cumhuriyeti'nin iktidardaki Sosyalist Birlik Partisi'nin gençlik hareketi Özgür Alman Gençliği'nin Merkez Konseyi'nin yayın organıydı.

Alman Demokratik Cumhuriyeti'nin yıkılmasının ardından, gazetenin dolaşımında 1,6 milyondan 200 binin altına bir düşüş yaşandı. Gazete 1997'den beri anti-emperyalizm ve anti-kapitalizme odaklanıyor. Bugün Alman Komünist Partisi'ne ve diğer sol gruplara yakın olduğu kabul edilen gazete, Federal Anayasayı Koruma Dairesi tarafından "aşırı solcu" olarak sınıflandırılıyor ve izleniyor.

Junge Welt'in görevinin toplumsal ayaklanma değil, "her gün mümkün olan en iyi gazeteyi üretmek" olduğunu açıklayan gazetenin genel müdürü Koschmieder, gazetenin mevcut koşullar değerlendirdiğini, her gazetenin bunu yaptığını vurguladı.

23 Temmuz 2024 Salı

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -23 Temmuz 2024-

Kemal Türkler’in kızından DİSK’e tepki: 'Babamın katillerini onaylayanlarla aynı masaya oturanlar...' -Burcu Günüşen-

DİSK Kurucu Genel Başkanı Kemal Türkler’in kızı Nilgün Türkler Soydan, DİSK’in babasının mezarı başında düzenlediği anmaya katılmayarak konfederasyon yönetimini protesto etti.

Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (DİSK) Kurucu Genel Başkanı Kemal Türkler’in kızı Nilgün Türkler Soydan DİSK yönetimine tepki gösterdi, konfederasyonun babası için düzenlediği anmaya katılmadı.

Kemal Türkler 22 Temmuz 1980’de faşistler tarafından katledilişinin 44’üncü yılında mezarı başında anıldı.

DİSK’in düzenlediği anmaya katılmayan Nilgün Türkler Soydan sabah erken saatlerde babasının mezarı başında eşi ve babasının birlikte çalıştığı yakın dostlarıyla birlikte ayrı bir anma yaptı.

Daha sonra Kemal Türkler adlı X hesabından bir paylaşım yapan Nilgün Türkler Soydan, DİSK yönetiminin İYİP’in eski Genel Başkanı Meral Akşener’i ziyaretlerini hatırlattı.

DİSK’in son dönemdeki politikalarının kuruluş ilkelerine uymadığını belirten Türkler, "Babamın katillerini onaylayanlarla birlikte oturdukları aynı masalarda verdikleri TV görüntüleri herkes ve benim tarafından büyük eleştirilerle karşılandı. Bu eleştirileri dikkate almadılar. O nedenle onlara, babamın anma törenleri de dahil olmak üzere hiçbir yerde omuz vermeyeceğim" dedi. (https://twitter.com/i/status/1815298303631798430)

Konuya ilişkin soL’a konuşan Nilgün Soydan Türkler, DİSK yönetimine daha önce farklı zamanlarda tepkisini ilettiğini belirtti.

Meral Akşener’in 2014’te MHP milletvekili ve TBMM Başkan vekili olduğu dönemde, 7 TİP’li gencin ve Kemal Türkler’in katili Ünal Osmanağaoğlu’nun cenazesine milletvekilleriyle birlikte katıldığını hatırlatan Nilgün Türkler Soydan, o dönemde buna karşı suç duyurusunda bulunduğunu ancak aslında bunu DİSK’in yapması gerektiğini söyledi.

O dönemde Ünal Osmanağaoğlu’nun cenazesine katılan milletvekilleri hakkında “suçu ve suçluyu övmek”ten suç duyurusunda bulunan Nilgün Türkler Soydan “Ben suç duyurusunda bulunurken baştakilerin soruşturma açmayacağını belki biliyordum ama tarihe not düşmek gerekir diye bunu yaptım. Bunu DİSK yapmalıydı” dedi.

'Akşener DİSK'in kurucusu Kemal Türkler'in katilinin cenazesine katılmıştır'

“Bana göre ve benim gibi düşünen birçok insana göre DİSK şu anda işgal altında” diyen Nilgün Türkler Soydan “Ben solcu, devrimci bir babanın evladıyım, kesinlikle ben gidip Meral Akşener’in masasına oturmam. Meral Akşener, DİSK’in kurucusu Kemal Türkler’in katilinin cenazesine katılmıştır. Onlarla aynı şekilde düşündüğü bilinen bir gerçektir. Bunlar Meral Akşener’i ziyarete gitmişlerdir DİSK olarak” dedi.

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu ve konfederasyon yöneticilerinin iki kez Akşener’i ziyaret ettiğini hatırlatan Nilgün Türkler Soydan “Bugün DİSK’in sadece adının kaldığını, bu çatının altında olması gereken sendikacılığın yapılmadığını, izledikleri politikaların doğru olmadığını düşünüyorum” dedi.

DİSK’in Hak-İş ve Türk-İş ile asgari ücret konusundaki açıklama için bir araya gelmesini de eleştiren Nilgün Türkler Soydan “mikrofon açıkken başka, kapalıyken başka konuşanlar”la DİSK’in bir araya gelmesini “utanç verici” bulduğunu ifade etti.

                                                         /././

Dünya değişiyor -Oğuz Oyan-

Değişmediği zaman var mıydı ki? Evet ama bir süredir iktisadi, siyasi ve askeri güç dengelerinin yeniden şekillenmesi hızlanmış görünüyor.

Değişmediği zaman var mıydı ki? Evet ama bir süredir iktisadi, siyasi ve askeri güç dengelerinin yeniden şekillenmesi hızlanmış görünüyor. Hegemonya mücadelesi hegemonya çatışmasına doğru evriliyor. Batı emperyalizmi (Japonya ve G. Kore vb. dâhil), yeni hegemon adayını daha fazla güçlenmeden, daha doğrusu ekonomik ve askeri üstünlüğünü iyice pekiştirmeden baskılamak amacında. Biden veya Trump olmuş, hatta şimdi Biden’ın yerine yeni bir aday gelecekmiş fark etmeyecek. Belki Trump’ın Rusya yerine Çin’e biraz daha fazla yüklenmesi beklenebilir.

Sonuç gene de çok değişmez; çünkü sermayenin düzenini sürdürmesi için halkları birbirine düşürme ihtiyacı yeniden büyüme eğiliminde. Bu kadar eşitsizlik üreten, gelir ve servet dağılımını bu denli bozan, kamusal varlıkları bu derecede talan eden, toplumsal hizmet üretme sorumluluğundan kaçınarak sürekli piyasayı yani sermayeyi ihya eden, çevreyi bu denli tahrip eden, ahlaki meşruiyet sorunları giderek büyüyen bir sistem, ancak ulusal ve uluslararası düzlemde çatışma ortamını ve sosyal zorlama dozunu arttırarak ayakta kalabilir. Bu sosyal zorlamalar, uluslararası düzlemde hukuki, siyasi, iktisadi ve özellikle askeri araçların emperyalizmin emrinde fütursuzca kullanımını, hatta çeşitli kışkırtmaları içerebilir.

Bu denli eşitsizlik üreten ve silahlanmaya bu derece yığınak yapan bir sistemin ve özellikle bu eşitsizlikten semiren ve silahlanma yarışından beslenen tarafının olayların edilgen seyircisi konumunda kalmayacağı açık olmalıdır. Elbette bu dramatik savaş kışkırtıcılığının kapitalizmin emperyalizm aşamasında ayrı bir niteliği ve anlamı var. Ama yöntemin kendisi kapitalizmden çok daha eski. Antik Roma’da, üstelik imparatorluk döneminin bile yüzyıl öncesinden başlayarak, “iltizam kumpanyaları” Roma devletini savaşa sürüklemek için önemli baskı unsurlarıydı. Çünkü yeni vergi toplama imtiyazları (iltizam alanları) elde edebilmek için yeni fetih alanlarına ihtiyaç vardı ve dönemin hâkim sınıfıyla ilişkili bu fırsatçı kumpanyalar fetih/savaş körükleyicisi olarak çalışırlardı. Yani şimdiki silah/petrol tekellerinin oynadığı rolü oynamış olurlardı. Elbette bu benzetmeyi kapitalist birikim modelinin tüm nicel/nitel farklılıklarını göz önünde bulundurarak yaptığımızı, eğer gerekliyse, vurgulamış olalım.

Uluslararası savaş örgütü NATO, Atlantik Anlaşmasının coğrafi sınırlarını aşarak Ortadoğu ve özellikle Batı Pasifik bölgesini ve giderek tüm dünyayı kapsamak ve böylece hegemonyası gerileyen ABD’nin dünya çapında müdahale aracına dönüşmek üzere yeniden yapılandırılmaktadır. 1982’ye kadar 16 üyesi olan NATO, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra görünürdeki işlevini yitirmiş olması gerekirken 1999-2024 arasında çoğu eski Sosyalist blok ülkelerinden oluşan yeni 16 ülkeyi daha saflarına katarak 32 üyeye ulaşmış durumdadır. Ukrayna savaşını fırsat bilerek AB ülkelerini de daha NATO’cu bir çizgiye sürüklemiştir. Ancak 32 ülkenin de ABD’nin kuyruğuna takılması olasılığı o kadar yüksek değildir. Yeni savaş kışkırtıcılıklarının bir nedeni de bu kararsızlıkların aşılmasını ve NATO etrafında kayıtsız şartsız kenetlenilmesini sağlamak olabilecektir.

Türkiye’nin siyaseten ve iktisaden sıkışmış ilkesiz iktidar yapısının bu durumda çok güven vermediğini belirtmek gerekir. Ama Türkiye’nin coğrafi/siyasi koşulları şimdiye kadar belirli dengelerin korunmasını mümkün kılmıştır. Bakalım bundan sonrasında halkın “sol duyusu” iktidarın maceracı konumlanmalara girmesini durdurabilecek mi? Bunun başarılabilmesi, bundan böyle eylemli bir kitlesel halk tepkisinin örgütlenmesiyle sağlanabilir gözüküyor. Türkiye, soğuk savaş döneminden çok daha bilinçli kitlelere ve çok daha örgütlü bir barış hareketine ihtiyaç duyuyor.

Fransa ve Türkiye’de vergi tartışmaları

Fransa’da Yeni Halk Cephesi (NFP) hareketinin çok kısa zamanda örgütlenerek seçimlerde ilk sırayı alması kuşkusuz önemsiz bir olay değildi. Gerçi şu sıralarda konuşulan Macron’lu koalisyon seçenekleri bu hareketi sermaye eksenine daha fazla çekebilecek görünüyor. Bu kozmopolit “Cephe” tek başına hükümeti kurabilecek çoğunluğa ulaşabilseydi bile, Fransa’nın dış bağlantılarını ve özellikle de NATO eksenli yönelişini tersine çevirebilecek bir potansiyeli içinde taşımadığı belliydi.

Bununla birlikte, NFP’nin ekonomik ve sosyal programının vergilemeye ilişkin önerilerinin Türkiye’de “sosyal demokrasicilik” oynayan siyasal hareket açısından ağıza bile alınamayacak türden olduğunun alını çizmek gerekir. NFP, şu an beş dilimli olan vergi tarifesini 14 dilime çıkarmayı ve marjinal vergi oranlarını yüzde 1’den başlatıp yüzde 90’a kadar çıkarmayı önerebildi. Tamam Fransa’da da uygulama olanağı bulamayacaktır bu öneri, ama hiç olmazsa ortak reform paketine eklenebiliyor. Türkiye’deki mevcut gelir vergisi tarifesi de 5 dilimli olup yüzde 15’ten başlayan ve yüzde 40’ta sonlanan son derece basık bir sermaye-yanlı tarifedir. Üstelik dilim aralıkları dar tutulduğundan, ücretliler yılın ilk yarısında ikinci dilime, birçoğu da yılın ikinci yarısında üçüncü ve dördüncü dilime ve orana dâhil olmaktadır. Bu nedenle de Türkiye’de sözde artan oranlı olan gelir vergisinin yüzde 80’den fazlası GSYH’nin yüzde 30’u alabilen ücretlilere ödetilmektedir.

Bu tarifeye ilişkin olarak DİSK’in dilimlerin genişletilmesi ve ilk oranın ücretliler için yüzde 10’dan başlatılması dışında düzen partilerinin pek öneri geliştirdiği görülmemiştir. Örneğin, en üst oranın hiç olmazsa yüzde 60’a çıkarılmasını önermeye cesaret edebilecek bir anamuhalefet partisi görebilir miyiz? Bence göremeyiz. Çünkü o zaman sermaye örgütlerinin yoğun saldırılarına maruz kalacağını bilir ve bunu göze alamaz; her sınıfı birden idare etmeyi politika sananlar, köklü vergi reformu bile öneremezler. Kaldı ki, sermayeyi vergilendirmek için gelir vergisi tarifesini dik artan oranlı yapmak da yeterli olmazdı. Çünkü birçok sermaye geliri Özal döneminden beri artan oranlı tarifeye sokulmadan kendi “sedülünde” düşük bir stopaj oranıyla vergilendirilir. Dolayısıyla, sistemin bütününe el atmayan perakende çözüm olanağı artık yoktur.

Bu sırada Türkiye’de de görüşülen bir vergi paketi teklifi var. Komisyondan Şimşek olmadan şimşek hızıyla geçti bile. Paket epey budanarak Meclis’e gelmişti. Çünkü adettendir, bu tür teklifleri önce sermaye görür ve kırmızı kalemi elindedir. Vergi paketinden gelir beklentisi 226 milyar TL’den 150 milyar düzeylerine gerilemiş vaziyette. Bunun da 110 milyarının “küresel asgari kurumlar vergisi” (40 milyar) ve “yurtiçi asgari kurumlar vergisi” (70 milyar) üzerinden sağlanması bekleniyor. Buradan bakılarak bu paketin sermayeyi vergilendirdiği söylenebilir mi? Söyleyenler var elbette. Bu bir “yersen” durumu. Çünkü kurumlar vergisine yapılan bu eklentilerin büyük sermaye çevrelerini asla rahatsız etmediği (etse zaten önceden ayıklanırdı!), hatta tam tersine bu çevrelerce de desteklendiği bilinmeli. Küresel tekellerin asgari bir kurumlar vergisi (KV) ödemesi, büyük sermaye açısından vergi rekabeti eşitliği olarak algılanır; dolayısıyla bu önerinin bizzat bu çevrelerden gelmiş olması şaşırtıcı olmaz. Öte yandan Türkiye’de KV yükümlüsü yarım milyondan fazla şirket zarar beyan ederek vergi ödememektedir. Bunların fiilen hiç olmazsa yüzde 1-3 bandında vergi ödeyicisi olmalarını büyük sermaye neden istemesin ki? Yeter ki, kendisinin 1,5 trilyon TL’yi aşan ve yılsonunda muhtemelen 2 trilyonu dahi aşabilecek olan vergi istisna ve muafiyetlerine dokunulmasın. Sermayenin sadece KV istisna ve muafiyetleri 650 milyar TL’yi aşarken, bunlara hiç dokunmadan getirilen 70 milyarlık “yurtiçi asgari KV” neden rahatsız edici olsun ki?

Vergileme alanı, sınıfsal güç dengelerinin en fazla billurlaştığı alandır. Dolayısıyla, sınıfsal bir kol güreşini gerektirir. Emekçi sınıfların öncelikle bunun bilincine varması gerekir.

                                                               /././

Çiğli Belediyesi işçileri haklarını artık Ankara'da arıyor: 'CHP'deki liste savaşlarının kurbanı olduk' -Özkan Öztaş-

Haksız gerekçelerle işten çıkarıldıklarını savunan Çiğli Belediyesi işçileri direnişlerini Ankara'ya taşıdı; CHP Genel Merkezi önünden belediyeye seslendi: "İddia ediyorsan ispat edeceksin."

Yerel seçimlerin ardından onlarca belediyede işten çıkarmalar yaşandı. Yüzlerce işçi için yer yer "kamu tasarrufu", yer yer "ihtiyaç fazlası", yer yer de "ATM memuru" nitelemeleri yapıldı. Bazı belediyelerde ise işçiler bu gerekçelerin gerçeği yansıtmadığını söyleyerek eyleme geçti. 

Bu örneklerden biri CHP'li Çiğli Belediyesi. 147 işçi "işveren tarafından haklı sebep bildirilmeden iş akdinin feshi"ni içeren Kod-4 ile işten çıkarıldı. Belediye Başkanı Onur Emrah Yıldız işten çıkarılanlar için "ihtiyaç fazlası" derken işçiler sorunun belediyedeki eski ve yeni başkan arasındaki liste çekişmesinden kaynaklandığını söylüyor.

İşçiler belediye binası önünde başladıkları direnişlerini Ankara'ya taşıdı. 

"Artık bir sonuç ve çözüm istiyoruz" diyen işçiler mücadelelerini ve taleplerini soL'a anlattı. 

'İhtiyaç fazlası dediler ama işten çıkarıldığımız yerlerde işler aksıyor'

İşçilerin ilk itiraz belediye başkanının "ihtiyaç fazlası" savunmasına. İşçiler, veteriner hizmetlerinden fizyoterapi desteğine işten çıkarmaların yaşandığı birçok alanda faaliyetlerin aksadığını aktarıyor: 

"Bizi ihtiyaç fazlası diye işten attılar ama çıkarıldığımız iş kollarında bir sürü aksama meydana geliyor. Mesele veteriner hizmetleri bölümünde çalışırken işten çıkarılmalar nedeniyle bazı örneklere yetişilemiyor. Bazen yaralı hayvanların ihbarı geliyor ama oraya sayıca yetersiz ekipleri gidince sağlıklı yürümüyor işler. Bazen hayvanları taşımak için şoförün falan araçtan inip desteğe geldiği falan oluyor. Yani kimse kendi işini de doğru düzgün yapamıyor. Sonuçta bazı şeyler uzmanlık alanı. 

Mesela bir arkadaşımız kuaför. Kendisi yaşlı ve engelli bireylerin evlerine giderek belediye hizmeti olarak kuaförlük yapıyordu. Şimdi bunun ihtiyaç fazlası olma ihtimali var mı? Çok açık ki çıkarıldığımız yerlerde aksamalar meydana geliyor. Belediye fizyoterapi hizmetimiz var reklamı yapıldıktan bir gün sonra fizyoterapisti işten attı. Çok tuhaf bir durumla karşı karşıyayız gerçekten." 

           Haziran ayında işten çıkarılan 147 işçi, belediye yönetimine "işimizi istiyoruz" diye seslendi.

'İddia ediyorsan ispat edeceksin'

İşten çıkarılan işçiler arasında 10 yıldır belediyede çalışan da var seçimlerden önce işe alınan da. Ancak işçiler esas sorunun işten atılmalar nedeniyle yaşanılan sorunlar olduğunu ifade ediyor. 

"Şimdi bizi işten attıktan sonra 15 işçiyi geri aldılar. Sus payı gibi bir şey. Yani 147 kişi işten atıldıktan sonra 15 kişi işe dönse ne olur dönmese ne olur. Aramızda hamile olan işçiler de vardı babası kanser tedavisi gören de."

Bazı işçiler için "Zaten masa başındalar sahaya dahi çıkmıyorlar" denilirken, kimi işçiler için de "Belediyeye dahi uğramıyorlar, bankamatik memurluğu yapıyorlar" denilmiş. İşçiler bu iddiaları yalanlarken, bu tür ithamlarla anılmaktan duydukları rahatsızlığı dile getiriyorlar:

"Şimdi bize yan gelip yatıyorlardı diyorlar kibarca. Hangi çağda yaşıyoruz. Bunu iddia ediyorsan ispat edeceksin. Sonuçta çalıştığımız neredeyse her yerde kamera var. Bu iddialar doğru olsa hakkımızı aramaya yüzümüz mü olurdu? Bu iddiaların hepsi yalan. Sonra dediler ki 'Bunlar zaten işe bile gelmiyor, tek işleri aydan aya gelip maaşını almak.'"

Yahu bizim çalıştığımız bölümlerde girişlerde parmak okuma sistemleri var. Hangi gün geldik hangi gün gittik hepsinin kaydı var. Hadi bunu geçtim çoğu zaman sahada çalışırken saha amirleri gelip sahada parmak okuyucu ile çalışmalarımızı takip edip denetliyor. Bu iddiaların aslı astarı yok. 

Sonra baktılar bu iddiaları ispat etmek mümkün değil, dediler ki belediyenin bütçesi yok. Bizi işten atmadan önce Haziran ayında bütçemiz iyiye gidiyor diye reklamlar yaptılar. Hadi bunu geçtim ihtiyaç fazlası dediler. Yahu bizim çıkarıldığımız yerlerde işler aksıyor. Bir vadede mutlaka yerimize birilerini almak zorunda kalacaklar. O zaman bizi niye işten attılar?"

'CHP içi çekişmelerin kurbanı olduk'

İşten çıkarılan işçilerin dile getirdiği bir diğer husus ise eski ve yeni başkanlar arasındaki "liste savaşları".

İşçilerin bir kısmı CHP üyesi. Aralarında CHP Çiğli Belediye Meclis Yedek Üyesi olan da var. İşçiler CHP'li iki başkanın çekişmesinde kendilerinin kurban edildiğini söylüyor:

"Seçimlere doğru gidilirken adaylar, aday adayları falan derken tabi listeler dolaşıyordu. Hatta Çiğli'de mavi liste ve beyaz liste diye iki liste vardı adayların. Her iki aday da CHP'li zaten. Belediye de CHP'den CHP'ye geçti sonuçta başkan değişti parti değişmedi. Ama gelgelim bu CHP içi çekişmelerde olan bize oldu.

Yeni gelen eskinin listesine, eski listelerin sahibi kaybeden listeye savaş açıyor. Senin işçin benim işçim tartışmaları yapılıyor. Bizler yıllardır bu belediyeye çalışan insanlarız. CHP içindeki tartışmaların, başkanlar arasında yaşanan çekişmelerin kurbanı oluyoruz. Bu durum acilen telafi edilmeli.

15 Temmuz'dan bu yana CHP Genel Merkezi önünde devam ettiğimiz direnişimiz devam ediyor. Artık bir sonuç ve çözüm bekliyoruz. Burada bu soruna çözüm bulamayan CHP sonra AKP'li belediyeler işçi çıkardığında sesini çıkarmasın. Memenen'de AKP'li belediye işçi çıkardığında esip gürleyen bizi görmezden geliyor."

Ailelerinden uzaktan direnişlerini sürdüren işçiler bir an önce iyi haberlerini alıp evlerine dönmeyi bekliyor.

                                                                  /././

Tek gerçek çözüm: Şirketlere ve kârlarına el koymak! -Selahattin Kural-

Lafa "hep birlikte" diyerek başlayanların sunduğu çözüm, holding ve şirket sahiplerinin çıkarı için emekçilerin, çocukların, emeklilerin yaşamlarının gözden çıkarılmasından başka bir ifade taşımıyor.

Çocukken, zenginlerin parası halka dağıtılsa şu kadar insanın karnı doyar, herkes tatil yapar, babamın maaşı artar gibi basit hesaplar yapardık. Hemen herkesin aklından bu mutlaka geçmiştir. Geçmişten söz ediyorum ama zaman geçtikçe de bu yöntem değişmedi.

Elbette bunu nostalji olsun diye söylemiyorum. Yaşanan eşitsizliğin ortadan kaldırılması için hem insani hem de çok sade bir matematik hesabı olduğu için. Her şeyden öte tek gerçekçi çözüm buydu.

Mevcut düzen, karmaşık yapısına rağmen özünde çok basittir. Sermaye sınıfı, emeği sömürüp kendi birikimini arttırmak için işçi sınıfını ezer. Kârlar artar, patronlar yeni şirketler açar ve bu şirketlerle yeni kârlar elde etmeye devam ederler. Bu, kapitalizmin gelişmesi, sömürü ilişkisinin derinleşmesidir. Yani bu düzen geliştikçe emekçiler daha fazla sömürülüyor.

Yaşanan eşitsizliklerin, hayat pahalılığının artmasının ve ücretlere zam yapılmamasının nedeni olarak bu sadeliği baz aldığımızda, sorunun çözümü çok net: Patronlar olmasa, herkes refah içinde yaşar.

Bu sadeliği gerçekçi bulmayan veya sığ bir değerlendirme olarak görenler, patronların kârlarına bakarak mutlu oluyor ve ekonomik analizlerini bunun üzerinden yapıyorlar. Aslında bunlar, burjuvazinin maaşlı ekonomistleri, iktisatçıları ve uzmanlarıdır. Mesela birkaç gün önce popüler bir ekonomist, Akbank'ın açıkladığı kâra sevinip, "bravo" diye alkış tuttu.

Sadece onlar değil, bugün siyasi iktidar ve düzen muhalefeti, ülke ekonomisini düzelteceğiz diye tam da bu sömürü ilişkilerini devam ettirme yarışına girdi. Hatta bazen sergilenen performansa baktığımızda kim iktidar, kim muhalefet birbirine karıştı. Genel olarak yapılan siyasete bakınca tarafların, bu düzenin sorunsuz bir şekilde devam etmesi ve sermaye sınıfının egemenliğinin sürmesi noktasında mutabık kaldıkları anlaşılıyor.

Kemer sıkma politikaları, girilen bu yolun sonucudur. Halka, "hep birlikte çıkış istiyorsak gerekirse simit yiyeceğiz, aç kalacağız, daha çok vergi vereceğiz" gibi riyakarca sözleri dillendirmek, faturayı halka çıkarmaktan başka bir anlama gelmiyor.

Hep birlikte derken kimleri kapsıyor bu söylemler? Mesela bu ülkenin en büyük şirketlerinin başına çöreklenmiş olanları kapsıyor mu? Hayır. Çünkü hepsi kârlarını katlamaya devam ediyor. Onların derdi, bugün daha fazla para kazanmak ve daha fazla yeni alanlarda iş kurmak.

Demek ki lafa "hep birlikte" diyerek başlayanların sunduğu çözüm, holding ve şirket sahiplerinin çıkarı için emekçilerin, çocukların, emeklilerin yaşamlarının gözden çıkarılmasından başka bir ifade taşımıyor.

Burada tek kazanan var; şirketleri elinde tutanlar.

Nasıl bir büyüklükten söz ettiğimizi anlamak için sadece şu birkaç veriye bakmak yeterli olacaktır.

Çok konuşulan ve tartışılan kamuda tasarruf ile hedeflenen 3 yıl içinde 100 milyar lira tasarruf miktarı, Koç Holding'in 2023 yılı kârına yetişemiyor. Koç Holding'in 2023 yılı net kârı 117 milyar lira. Yani 3 yıllık tasarruf başarılı olsa bile bir Koç etmeyecek.

2023’te İSO 500’deki şirketlerin toplam faaliyet kârı 937 milyar lira olarak gerçekleşti. Bu şirketlerde çalışan bir işçi, 2023 yılında patronuna 1 milyon 166 bin lira kâr kazandırdı. Ortalama işçinin net ücreti ise 28 bin lira. Yine bu şirketlerin toplam varlıkları 2023’te 4,7 trilyon liraya çıktı. Şirketlerden alınması gereken 66,7 milyar liralık vergi ise ödenmedi.

Bankacılık sektöründe, BDDK’ya göre ülkemizde faaliyet gösteren toplam 62 banka bulunuyor. Bunun 12'si kamu, 22'si yerli özel ve 28'i yabancı sermaye. Sektörün 2023 yılı net kârı ise 603 milyar 634 milyon TL.

Bu veri listesini daha da uzatabilir, şirket varlıkları ve kârlarıyla halkın refah içinde yaşayabileceğine dair örnekleri çoğaltabiliriz. Ancak geçerken sadece bankacılık sektöründeki net kârla, halkın sağlıklı ve güvenli bir şekilde yaşayabileceği 400 binin üzerinde konut inşaa edilebileceğini söyleyelim. Varın gerisini siz düşünün.

Okul yaşında olan çocuklar, şirketler kâr elde etmeye devam etsin diye okulunu bırakıyor; işçiler fazla mesai ücreti almadan uzun saatler çalışıyor; emekliler açlığa terk ediliyor…

Tüm bunlar ve dahası, Bakan Mehmet Şimşek'in çözüm diye sunduğu kemer sıkma politikalarının sonucu.

Önümüzde tek gerçek çözüm yolu bu eşitsizliği üreten, sürekli krize giren ve emekçileri ölüme götüren şirketlere, onların tüm varlıklarına ve kârlarına el koymaktır. Nasıl özelleştirmelerle şirketler bir günde patronların eline geçirildiyse, aynı şekilde bir günde el koymak.

TKP'nin ücret tartışmalarına karşı başlattığı “şirket varlıklarına ve kârlarına el koyacağız" mücadelesi, bugün yapılan tartışmaların ne kadar ikiyüzlü olduğunu ve gerçekçi çözüm yolunu göstermesi açısından çok önemli.

Halkın bütün sorunlarına merhem olacak bu devasa kaynak, şirket sahiplerinin elinden alınıp bütün yurttaşların ihtiyacı için kullanılmayı bekliyor.

                                                            /././

Direncin simgesi bir komünist kadın: Suat Derviş -Serpil Güvenç-

Bugün Suat Derviş'in 52. ölüm yıl dönümü. Direncin simgesi komünist bir gazeteci, yazar... Serpil Güvenç'in kaleminden, Suat Derviş'i okuyoruz...

Kol ve kafa emekçisi kadınlar, ülkemizin bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde, erkek yoldaşlarıyla omuz omuza savaştılar. Özveriyle, inançla, yüreklilikle ve en önemlisi kendi kararlarıyla katıldılar bu zor yaşama. Her birinin yaşamı araştırılmayı, yazılmayı ve yeni kuşaklara tanıtılmayı fazlasıyla hak ediyor. Biz, Türkiye’de akademisyenlerin, gazetecilerin, sanatçı ve yazarların büyük baskılarla susturulmaya çalışıldıkları günümüz siyasal ortamını dikkate alarak, komünist bir kadın gazeteci ve yazarın yaşamını paylaşmayı seçtik: Suat Derviş. Ölümünün 52. yıl dönümünde, onu anlatmak istiyoruz.

Asıl adı Hatice Saadet Baraner. Ülkemizdeki sosyalist, komünist birçok aydının yazgısını paylaşmış bir kadın yazarımız. Ömrünün büyük bir kısmının mahkemeler ve cezaevleri arasında mekik dokumakla geçtiğini biliyoruz.

Doktor bir babanın, aristokrat bir Osmanlı ailesinden gelme sanatçı bir annenin çocuğu olan Suat Derviş, otuza yakın roman, öykü ve politik eserin sahibi. Ankara Mahpusu on sekiz yabancı dile çevrilmiş. 1921’den itibaren Babıali’nin en başarılı muhabirlerinden birisi olarak gazetecilik yaşamına başlayan Derviş, 1927’de konservatuvar eğitimi için gittiği Almanya’da müzik çalışmalarını sürdürürken bir yandan Berlin Felsefe ve Edebiyat Fakültesine devam etmiş, bir yandan da Alman gazete ve dergilerinde yazılar yazmış. 

‘Niçin Sovyetler Birliği’nin dostuyum?’

1932’de Türkiye’ye dönen Suat Derviş, 1936 yılında, Sertellerin çıkardıkları Resimli Ay dergisindeki yazılarıyla sol basın dünyasına adımını attı. Bunun yanında, Tan gazetesinde de kadın sorunları ve dış siyaset üzerine yazıları yayımlanıyordu. 1937’de SSCB’ye giderek Tan için uzun bir röportaj yaptı. 1941’de TKP Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner ile son evliliğini yapan Suat Derviş ile eşi Baraner, 1940- 41 yılları arasında 26 sayı yayımlanan “Yeni Edebiyat” dergisini birlikte çıkardılar. Derviş, 1939’da ikinci kez gittiği SSCB ziyareti izlenimlerini içeren “Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum?” başlıklı incelemeyi 1944 yılında kaleme almıştır. Sovyet sisteminin övüldüğü, Türk- Sovyet dostluğunun kaçınılmazlığının vurgulandığı bu kapsamlı kitapta, SSCB’de tarım, sanayi, kültür, sanat, müzik, kadın ve çocuk sağlığı, eğitim alanlarında ulaşılan muazzam gelişmeler istatistiklerle ve ayrıntılı olarak aktarılmakta ve yorumlanmaktadır. Suat Derviş, bu başarıda, cephede ve cephe gerisinde Sovyet kadınının verdiği büyük mücadelenin payının önemini de betimler. Kendisine karşı yöneltilen “kıpkızıl komünist” suçlamalarını ise, geri adım atmaksızın şöyle yanıtlar:

“... Bu küçük risale ile, efendilerine sadık kölelik hizmetini yapmaya çabalamış olanlara hitap etmiyorum... Yirmi yılı aşkın bir süredir yazılarımı takip etmiş olan okuyucularımla, her Türk yazıcısı gibi kendimi hesap vermekle sorumlu hissettiğim Türk kamuoyuna hitap ediyorum ve altında imzam bulunan yazıların bütün sorumluluğunu taşımaktan gurur duyduğumu söylüyorum... Sovyetler Birliği’ne karşı olan dostluğum da saklamaya gerek duymadığım ve kemal-i cesaretle açıkladığım bir duygumdur.. Ve ben bu küçük kitabı ‘böyle bir dostluk hissetmiyorum’ diye kendimi savunmak için değil, bilakis, bu dostluğun ne kadar haklı ve doğru olduğunu ispat etmek, onun kaynak ve nedenlerini tahlil etmek için kaleme almış bulunuyorum.”

Türkiye, ırkçılığın ve anti-komünizmin kol gezdiği, siyasal iktidardan destek alan gerici kesimlerin ve gerici ve komünizm karşıtı basının iyice palazlandığı bir dönemden geçmektedir. TCK’nin 141-142. maddeleri, her zamanki gibi, sosyalist, komünist aydınlar üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktadır. Böylesi bir ortamda, bu broşürün yazılması, büyük bir yüreklilik, kararlılık ve inanç gerektirmekte ve yazarını büyük bir bedel süreci beklemektedir.

Komünist aydının ekmek kavgası

Suat Derviş, tüm baskılara ve tehditlere karşın, romanlarını yazmayı sürdürür ama artık Babıali’nin kapıları ona kapanmıştır.

1944 TKP tutuklamalarında eşiyle birlikte gözaltına alınır. Sorguda ilk çocuğunu düşürür ve bir daha çocuk sahibi olamaz. Yardım ve yataklıktan açılan dava ise, “yazdığı yazılarla solcu fikirli bir kadın olduğunu gösterdiği” için 141. maddeye çevirir. TCK’nin 141/1. ve 161. maddelerinden suçlu bulunur ve sekiz ay kalır cezaevinde. Dışarıda yaşam daha da zordur. Yine de roman yazmayı, Reşat Fuat’a para göndermek ve kendi geçimini sağlamak için piyesler ve skeçler yazmayı sürdürür.

Ankara mahpusu

Tahliye edilen eşi Reşat Fuat 1951’de TKP tevkifatı kapsamında bir kez daha içeri alınır. Suat Derviş, bu kez Paris’e gider. Fransız dergilerindeki yazılarında Türkiye işçi sınıfını anlatan öyküler yazar. Fransızcaya çevrilen ilk Türk romanı olan “Ankara Mahpusu” eleştirmenlerce büyük övgü alır. Romanları birçok dile çevrilir.

1961’de Reşat Fuat’ın tahliyesiyle birlikte ülkesine dönen yazarın günleri, çektiği işkenceler ve cezaevi koşullarının çok yıprattığı eşine bakmakla geçer. Maddi sıkıntılar devam etmektedir ve yazarın kitaplarını kimse yayınlamaya yanaşmamaktadır. 1968’de Reşat Fuat’ı yitirir. Aynı yıl, Yeşilçam’da ilgi gören ve filme alınan Fosforlu Cevriye romanından gelen parayla biraz olsun nefes alan Derviş, evini 68 gençliğine açar. Bu arada Neriman Hikmet ve birkaç devrimci kadın arkadaşıyla “Devrimci Kadınlar Derneği”ni kurar. Dernek kısa bir süre sonra kapatılacak, Suat Derviş’in evi basılacak, gözaltına alınacaktır.

Sağlığını da iyice yitiren komünist kadının yaşamı 23 Temmuz 1972’de sona erer.

Bu yazı, haftalık Boyun Eğme dergisinin 66. sayısında yayınlanmıştır.

https://youtu.be/S2EUayBwcCM

                                                              /././

Efenaz Lojistik'te iş güvenliği yok, ücretler eksik: Patrona göre 'gençler iş beğenmiyor' -YEKTA ARMANC HATİPOĞLU-

Efenaz Lojistik işçileri iş güvenliğinin olmaması, hijyen eksikliği, eksik yatırılan ücretlerden şikayetçi. Patronsa kötü koşulları görmezden geldi, gençleri iş beğenmemekle suçladı.

Eskişehir Organize Sanayi Bölgesi’nde (OSB) bulunan Efenaz Lojistik kötü çalışma koşulları ve eksik ücretlerden şikayetçi.

Şişecam, Pınar ve Europen gibi büyük üreticilerle çalışan şirketin sahibi iktidara yakınlığıyla dikkat çekiyor. 

    Efenaz Lojistik kurucusu ve EMŞAV Eskişehir İl Başkanı Mehmet Ali Çil.   Fotoğraf: 2 Eylül Gazetesi

Şirket, 2020 yılında Mehmet Ali Çil tarafından kuruldu. Çil, aynı zamanda Emniyet Teşkilatı Vazife Malulü ve Şehit Aileleri Vakfı (EMŞAV) Eskişehir İl Başkanı. Vakıf, 2022 yılında HDP Genel Merkez binasında yapılan provokasyona öncülük etmişti. Grup, HDP’lilere hakaret ve tehditlerde bulunmuş, gruptan bir kişi “Dikkat edin bir gece ansızın gelebiliriz” demişti.

Çil, EMŞAV Eskişehir İl Başkanı olarak Eskişehir Valisi Hüseyin Aksoy’u da makamında ziyaret etmişti.

Sunduğu koşulları görmezden geldi, gençleri iş beğenmemekle suçladı

Mehmet Ali Çil, 8 Temmuz'da Eskişehir’in yerel gazetelerinden 2 Eylül’e verdiği demeçte kendi iş yerindeki koşulları görmezden gelerek gençleri “iş beğenmemekle” suçlayan sözler söylemişti:

Bizim en çok sorun yaşadığımız konu işte ‘Ben üniversite mezunuyum o işi yapmam’ yaklaşımıdır. Peki ne iş yapmak istersin? İşte; masası olacak, arabası olacak, 8’de gelecek 4’de gidecek. Bu standartlara ulaşabilmesi için Türkiye’de ki sanayi kuruluşlarından bir 10 tane daha olması lazım."

Efenaz Lojistik Eskişehir’in yerel basını tarafından da “kentin önemli şirketlerinden birisi” olarak gösteriliyor.

İş tanımı yok, işi öğreten de yok

Şirketteki çalışma koşullarını soL’a anlatan Can, Efenaz Lojistik’in eski çalışanlarından biri. Can, fabrikada işçiler arasında belli bir iş tanımı olmadığını söylüyor:

“Fabrika demeye bin şahit ister, atölye bozması bir yer. Büyük markalara iş yapıyorduk ancak markaların kurumsallığını bu fabrikada görmek mümkün değil. Her şeyden önce yaptığım belli bir iş yoktu. Altı tane bant, hepsine kim bakarsa… Belli iş tanımları yoktu yani. Zaten yeni çalışana iş öğretme gibi bir durum da yok. Bir kere gösterirler, öğrendin öğrendin, yoksa azar yersin ustalardan.”

'Camın yüzümde patlamasından kıl payı kurtuldum'

İşletmede iş güvenliğinin alınmadığını söyleyen Can, kendi başından geçen ve istifasına neden olan bir olayı anlattı:

“İş güvenliği en büyük sorunlardan biriydi. İş güvenliği uzmanı arada yalandan gelip etrafa bakıyor, sonra gidiyordu. Benim istifa etmeme neden olan olay da iş güvenliğiyle alakalıydı. Paşabahçe’nin ürünlerini paketlerken koruyucu gözlük, eldiven gibi eşyalar verilmedi. O gün ben de dört kişinin işini yapıyorum. Camlar bandın sonunda biriktikçe patlıyordu. Eldiven, gözlük olmayınca haliyle durum daha da riskli oluyor. Bir kere camın yüzümde patlamasından kıl payı kurtuldum. Bu olay benim için son raddeydi. Bu olaydan sonra istifa edip çıktım.”

Ücretler eksik ama istihdam 'iki katına' çıkabilir

Son olarak hijyen koşulları ve ücretlere değinen Can, şirketin geç yatırdığı maaşlarda ekonomik sıkıntıları bahane olarak gösterdiğini kaydetti:

“Soyunma odaları, tuvaletler, mutfak inanılmaz kirli. Fabrika OSB’de bulunduğu için yemek söyleyemiyorduk, mecbur o kirli mutfakta, kirli çatal-kaşıklarla yemek yiyorduk.

Maaşlar bazen eksik ve geç yatırılıyordu. Üç-beş gün geç yatırıp ekonomiyi bahane olarak gösteriyorlardı.”

İşçilerin maaşlarının geç ve/veya eksik yatırmalarına bahane olarak “ekonomik darboğazı” gösteren şirketin kurucusu Çil, 8 Temmuz’da 2 Eylül gazetesine verdiği röportajda şu an çalıştırdıkları kadar işçi daha çalıştırabileceklerini söylemişti:

“EFENAZ’ın sunduğu imkânlar istihdam noktasında çok fazla. Her kesime, her çalışma modeline yönelik iş var bizde. Çünkü bizde toplamda 21 tane alt iş modeli var buraların hepsi farklı farklı iş yapıyor. Kendi yönetimimizde olan 35 bin metre kare kapalı alanımızın harici olarak söylüyorum.  Şu an 1200 küsur kişiyiz. Biz 1200 kardeşimize daha istihdam sağlayabiliriz. Bunun önünde hiçbir engel yok. Yeter ki onlar eğitim hayatlarının yanında gerçek hayatı da öğrenmek istesinler. Aslında, ana konumuz bu gençleri hayata hazırlamak. Bizler onlara sanayide model model iş örnekleri sunuyoruz.”

                                                         GÜNDEM BAŞLIKLAR

TKP, 'şirketlerin kârları halkımıza feda olsun' diyor: İlk hedef Yıldız Holding

Emekçiler ülkenin bütün zenginliklerini yaratıp "kırıntıları" alırken büyük kârlar şirketlerin hanesine yazılıyor, onlar da bu kârları yeni yatırımlara yöneltiyor. TKP'ninse başka bir önerisi var.(https://haber.sol.org.tr/haber/tkp-sirketlerin-karlari-halkimiza-feda-olsun-diyor-ilk-hedef-yildiz-holding-394306)

                                                                         ***

Yeni Şafak ilan etti: 'Zenginsen sığınmacı değilsin'

Yeni Şafak, Türkiye'deki Suriyeli patronların derdine ses oldu.  "Her gördüğünüz sığınmacı değil" başlıklı haberde, adeta "ırkçılık yaparsanız yapın ama zenginlere dokunmayın" çağrısı yapıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/yeni-safak-ilan-etti-zenginsen-siginmaci-degilsin-394299)

                                                                  ***

Menzilciler durağı da otobüsü de harem-selamlık ayırdı

                                                                                 KADIN-ERKEK

Menzil Cemaati'nin köyünde otobüs durakları da otobüsler de harem selamlık ayrıldı. Kadın ve erkekler ayrı yerlerde bekleyip, ayrı kapılardan inip biniyor.

Geçtiğimiz yıl "Gavs" olarak anılan Abdülbaki Erol'un vefatının ardından Menzil Cemaati, üç oğlu arasında bölünmüştü. Bu durum, cemaat içinde tartışmaların ve iç ayrışmaların önünü açmıştı.

Menzil Cemaati'nin Adıyaman'daki köyünde tartışma yaratan bir uygulamaya geçildi.

Köyün Buhara Evleri isimli kısımda otobüs durakları kadın ve erkekler için ayrıldı. Paylaşılan fotoğraflarda kadınlarla erkeklerin ayrı duraklarda beklediği görüldü.

Harem selamlık uygulama bununla da sınırlı kalmadı. Kadın ve erkeklerin otobüslere de ayrı kapılardan inip bindiği ortaya çıktı. Kadınların arka kapıdan, erkeklerin ise ön kapıdan otobüse bindiği öğrenildi. Cemaate yakın Buhara Evleri sitesinde, kadın ve erkeklerin otobüste de kendilerine ayrılan alanda seyahat ettikleri bilgisi paylaşıldı.

(derleyen: mstfkrc)