9 Ağustos 2024 Cuma

Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -9 Ağustos 2024-

 

Hukukun değil, Saray’ın dediği olur -Nurcan Bilge Gökdemir-

Atalay milletvekili seçilmesine yetecek halk desteğini aldı, AYM milletvekili olması gerektiğinin altını kalın kalın çizdi. Ancak cezaevinde ve görev yapamıyor. Saray'ın onayı olmadan o kapı açılmıyor.

Hem Milletvekili Can Atalay hem Türkiye İşçi Partisi, Anayasa Mahkemesi’nin “milletvekilliğinin gaspı”nı tescilleyen kararından sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne başvurdu. İktidarın hukuku ayaklar altına alarak cezaevinde tuttuğu, parlamentonun kapılarını açmadığı Can Atalay’ın yasama görevini yerine getirilmesi için engellerin kaldırılması talep edildi ve şu hatırlatma yapıldı:

“AYM kararının, Anayasanın 138. maddesi uyarınca TBMM’nin de bağlayıcı niteliği göz önünde bulundurulduğunda, başkaca bir işleme gerek duyulmaksızın Şerafettin Can Atalay’ın milletvekili kaydının yapılarak özlük haklarının tesisi hususu Anayasal bir zorunluluktur.”

Talebin, hukukiliği konusunda bir eksik yok. Milletvekilleri de yeterli imzayı taşıyan başvurularını Meclis Başkanlığı’na ilettiğinde şekil şartları da yerine getirilmiş olacak. Sonrası da çok basit, TBMM Genel Kurulu Atalay’ın milletvekilliğinin tescil edecek, Atalay cezaevinden çıkacak, Ankara’ya gelip yemin edip görevine gecikmeli de olsa başlayacak…

İktidarda TBMM yönetimi de bu sürecin böyle işletilmesi gerektiğini, AYM kararının, Anayasa’nın bağlayıcılığının olduğunu çok iyi biliyor elbette. Burada eksik olan bunu bilmiyor olmak değil, adını koyalım, Saray “kişisel sorunu” olarak kabul ettiği Gezi Direnişi’nin öne çıkan isimlerinden Atalay’ın cezaevinden çıkmasının, siyaset yapmasının yolunu açmak istemiyor. Gezi günlerinde yaşadıklarını, unutamadığı yenilgiyi hatırlamak istemiyor.

EKSİK OLAN HUKUK KURALLARI DEĞİL

AKP iktidarları döneminde sıradanlaşan, hukukun yok sayıldı uygulamaların en çarpıcı örneklerinden biri olan bizzat bir milletvekilinin seçilme, ona oy verenlerin de seçme hakkının elinden alındığı bir acayip olay Can Atalay şahsında yaşananlar. Türkiye’nin AKP’li siyaset tarihinde, hukuk tarihinde yaşananların en çarpıcı örneklerinden biri olan bu süreç Gezi Direnişi bahane edilerek Silivri Cezaevi’ne konulan Avukat Can Atalay’ın 2023 genel seçimlerinde Hatay’dan milletvekili seçilmesi ile başladı.

Tutuklu iken 75 bin Hataylı seçmenin oyunu alarak milletvekili seçilen Can Atalay’a yaşatılanların Anayasa’yla, hukukla, yasalarla açıklanabilir bir tarafı yok. Kuralların hâkim kılınması konusunda ısrarcı olmak elbette zorunlu ancak burada konuşulması gereken temel sorun, halkın oylarının parlamentoya yansıması ve bu oylarla milletvekili seçilenlerin de bu görevlerini yapabilmelerinin Saray’ın iradesine tabi olması. Türkiye bunu ilk kez yaşamıyor elbette, özellikle Kürt illerinden seçilen, aralarında Selahattin Demirtaş’ın da bulunduğu milletvekillerinin, belediye başkanlarının bu haklarının hoyratça ellerinden alındığına defalarca tanıklık yaptı Türkiye… Can Atalay uzun yıllardır süren bu despotizmin, antidemokratik siyasetin yeni bir örneği.

SİYASET TEHDİT ALTINDA

TBMM Anayasa ve Adalet Karma Komisyonu gündeminde çoğunluğu DEM Parti milletvekillerine ait bine yakın dokunulmazlığın kaldırılması talebini içeren dosya var. Bu dosyalardaki muhalefet milletvekilleri de bir gün Saray isterse Can Atalay’a yaşatılanları yaşayabilir.

Türkiye siyasetinin gelecek projeksiyonu içinde önemli bir yeri olması muhtemel isimlerden İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ya da başka yerel yöneticilerin de siyaset yapmasının yolu kolaylıkla kesilebilir. İmamoğlu’nun Yargıtay’da bekleyen iki yıllık hapis cezasının kesinleşmesinin sadece bir isteme, telkine bağlı olmadığını kim söyleyebilir?

Atalay örneğinde yaşananlara karşı “Ama Anayasa, ama Anayasa Mahkemesi kararı, içtihatlar, temel haklar…” temelinde dillendirilen itirazların çok anlamı olmadığını, Saray’ın duvarlarına çarpıp geri döndüğünü süreç zaten herkese gösterdi. Saray'ın bu talebi görmemesinden antidemokratik karakterinin dışında bir başka etki daha olduğu biliniyor. İktidar ortağı MHP'yi de kızdırmak istemiyor.

NE OLUR?

Şimdi AYM’nin gerekçeli kararının açıklanması, TİP Genel Başkanı Erkan Baş ve milletvekillerinin TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’u ziyareti, CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın’ın Meclis’in olağanüstü toplanmasını sağlayacak bir çoğunlukla toplantı çağrısı yapacaklarını açıklamasının ardından şimdi yanıtı aranan soru: “Ne olur, Kurtulmuş ne yapar?”

Bir parantez: (Numan Kurtulmuş’un Saray’ın istediğinin aksine bir irade ortaya koyabilmesini beklemeyi gerektirecek bir veri yok elimizde.)

Bu soruya hukuk kuralları çerçevesinde verilecek yanıt basit: “Can Atalay kütüğe kaydedilir, özlük hakları iade edilir, tahliye edilir gelip TBMM’de yeminini ederek göreve başlar?” Bu kurallar geçerli olsaydı zaten bugün yaşananların yaşanmayacağını belirttikten sonra devam edelim.

TBMM 15 Ağustos’ta Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas için olağanüstü toplanacak. Numan Kurtulmuş şubat ayındaki olağanüstü toplantı çağrısını Anayasa’ya aykırı bir şekilde görmezden gelmemiş olsaydı “120 milletvekilinin çağrısına uymak zorunda, yoksa Anayasa’yı çiğnemiş olur” derdik. Yine de genel beklenti bu kez TBMM’nin toplanacağı yönünde.

Ancak bu toplantının Can Atalay’ın milletvekilliğinin iadesi ile sonuçlanacağı beklentisi sıfıra yakın. Ankara’da senaryo muhtelif, en iflah olmaz iyimserlerin bile “Can Atalay’a milletvekilliğini iade ederler ama ilk fırsatta hükmü kesinleştirir, dokunulmazlığını kaldırır, yeniden cezaevine geri gönderirler” dediği bir ülkede bu despotik rejime karşı “Hukuk, temel haklar” denilerek bir sonuç alınabileceğini beklemek saflığa varan bir iyi niyet olur, diyerek tamamlayalım.

                                                                /././

Antep fıstığı sahipsiz mi? -Ozan Gündoğdu-

Geçen sene fıstığın kilosu 100 liraydı. Bu sene de 100 lira… Evet, fıstığın üreticiden çıkış fiyatı geçen yıldan bu yana hiç değişmedi. Çiftçi yüzde 61’lik enflasyona maruz kaldı, fiyatlar 2 katına çıktı ama mahsulün fiyatı değişmedi. Üreticiler isyanda.

Başlığın mucidi Antepli fıstık üreticileri… TMO, buğday alımı yapıyor, ÇayKur çayı alıyor, fındıkta taban fiyat var. Peki fıstık? Antep Fıstığı sahipsiz mi? Bu ürünlerin üreticileri dahi büyük gıda tekellerine emeklerini peşkeş çekmek zorunda kalırken, Antep fıstığında durum çok daha fena. Zira ne taban fiyatı var, ne de çiftçinin çıkarını gözettiğini iddia eden bir kurum. 21 bin çiftçinin ortağı olduğu Güneydoğu Tarım ve Satış Kooperatifleri Birliği (GüneydoğuBirlik) de yıllar önce satılmış. Haliyle çiftçi ile tüccar baş başa. Çiftçinin kaderi birkaç tüccarın iki dudağı arasında…

Çok sayıda tüccar olsa, tüccarlar birbirleriyle rekabet eder, fiyat daha cazip hale gelir. Fakat öyle değil. Yüklü fıstık alımlarını yapan baklava devlerinin sayısı belli. Tek seferde 2 bin ton alım yapan çikolata ve baklava devleri ne fiyat verirse, tüccarlar da ona göre fiyat belirliyor. Fıstık depolanabilir olduğu için bir tür emtia… Haliyle yaş meyve sebzeden farklı fıstık. Hasattan sonra depolanıyor, tıpkı altın gibi, gümüş gibi bir yatırım malına benziyor. Fıstık ne kadar ucuza kapatılırsa, yıl içinde elde edilecek kâr o kadar yüksek olacak. Çiftçiler, tüccar ne fiyat verirse, kaderine boyun eğiyor.

Geçen sene fıstığın kilosu 100 liraydı. Bu sene de 100 lira… Evet, yanlış okumadınız. Fıstığın üreticiden çıkış fiyatı geçen yıldan bu yana hiç değişmedi. Çiftçi yüzde 61’lik enflasyona maruz kaldı, ilaç ve gübre fiyatları 2 katına çıktı ama mahsulün fiyatı değişmedi. Haliyle üreticiler isyanda.

10 LİRALIK SUS PAYI

Ağustos’un başında, Antepli çiftçiler traktörleriyle eylem yaptılar, Antep halinin kapısına dayandılar. Bu eylemleri fıstığın kilosunun ancak 100 liradan 110 liraya çıkmasını sağladı. Bir çiftçi veryansın ediyor; “esir aldılar hepimizi, 10 liralık sus payı veriyorlar.”

Bu fiyata fıstık satılır mı? Çiftçinin de hiç mi aklı yok? Satmasınlar, depolasınlar, kurutup kışın satsınlar. Fakat bunların hepsi belli bir sermaye gerektiren işlemler. Maddi durumu daha elverişli olanların zaten yaptığı bu. Peki ya tüccara borçlu olanlar?

Tezgah dışarıdan görüldüğü kadar basit işlemiyor. Çiftçi ilaç mı alacak? Tüccarlardan alır. Gübre mi alacak? Tüccarlardan alır. Peki ya ödeme ne zaman? Hasat zamanında… Böylece yıl boyunca katlanan maliyetler, çiftçiyi tüccarın kapısına muhtaç eder. Çiftçi bir de tüccara borçlu. Nasıl satmasın ürününü?

Hasat zamanı belli. Tüccar alacağını bekliyor. Ne yapsın çiftçi? Başkasına sattım mı desin?

Çiftçi de akıllı olsun. İstanbul’da kurutulmuş fıstığın kilosu 800 lirayı görüyor. Sen ne diye yaş fıstığı 100 liraya satarsın? Bir yolunu bul, Antep’teki bir avuç tüccara değil de, perakendecilere sat fıstığını.

Bu öneri de dile geldiği kadar kolay değil. Çiftçi ürününü oradaki yerleşik tüccara satmazsa, kışın gübre ve ilaç ihtiyacını kimden karşılayacak? İlaçsız, gübresiz kalsa, ertesi sene malının hali ne olacak? Üstelik tüccar on yıllardır bu işin içinde, peki ya tüccara satmazsa ertesi yıl satabileceği bir perakendeci bulabilecek mi? Tüccar hiç değilse eldeki kuş, daldaki kuşa bakarken eldekinden olmak da var.

Haliyle tüccar ne fiyat verirse, çiftçi o fiyata razı gelecek.

Türkiye’deki toplam fıstık üretiminin yüzde 75’ini Antep ve Urfalı çiftçiler gerçekleştiriyor. Haliyle bölge halkı için en önemli geçim kaynağı fıstık. Zaten bu ürünün bölgedeki adı “Yeşil Altın”.

Eğer fıstık para etmezse, bölge halkının maddi durumu da bozuluyor. Haliyle fıstığın fiyatı, bölge esnafını da doğrudan etkiliyor. Fıstık fiyatı cazip olmazsa, bölgedeki berberler dahi bu durumdan zararlı çıkıyor.

Fakat sadece bu değil, fıstık fiyatı bölgedeki ücretleri de belirliyor. Fıstık para etmezse, çiftçinin çocukları tekstile işçi oluyor. Böylece işçi ücretleri de düşüyor. Bölgedeki tekstil fabrikaları Bangladeş’le rekabet ederken, tekstilciler de fıstığın ucuzlaması karşısında seviniyorlar. Ucuz fıstık demek, muhtaç işçi demek.

Peki tüm bunlar, tüketicinin ucuza fıstık tüketmesini sağlıyor mu? Elbette hayır… Türkiye’de üretilen fıstığın yarıya yakını baklavalarda kullanılıyor. Baklavanın kilosu artık bin liraya yaklaştı. Artık bu toprakların belki de en güzel tatlısı, bayramdan bayrama giriyor evlere.

100 MİLYARLIK RANT

Antep Fıstığı kimsesiz bırakılınca, fıstıktan ortaya çıkan rantı, bir avuç rantiye bölüşürken, milyonların geçimi rantiyeye peşkeş çekiliyor. Az değil, fıstık bir yıl çok, bir yıl az çıkıyor. Çift yıllar var yılı, tek yıllar yok yılı…

Çift yıllarda 240 bin ton fıstık üretiliyor. Kilosu 100 liradan hesaplansa, on binlerce çiftçinin cebine girecek toplam para 24 milyar TL. Ama bu 240 bin tonun gerçek değeri ne? Tüketicinin cebinden fıstık için çıkan para kilosu 500 liradan hesaplansa 120 milyar TL. Tüketicinin cebinden 120 milyar TL çıkıyor ama üreticinin cebine 24 milyar TL giriyor. Aradaki yaklaşık 100 milyar TL’lik pastayı ise bir avuç tüccar ve baklava üreticisi paylaşıyor.

Üretici de soruyor; Biz neden sahipsiziz?

                                                             /././

Bu kadarına râzıysan eğer...-Zafer Arapkirli-

Ne güzel şarkıdır, “Begonvil”

Sezen Aksu’nun sözleri, Bülent Özdemir’in müziği ile dillerimize pelesenk olmuştur. Romantik bir sitemin, harf ve notalarla bu kadar dokunaklı ifade edildiği ender örneklerden biridir.

Nakaratın sonunda şöyle der Sezen:

“Bu Kadarına Razıysan, Yaşa Gitsin...”

Bu yazıyı yazarken de sonuna kadar açtım sesini, onu dinliyorum.

Geçen gün adam çıkmış televizyonda avazı çıktığı kadar bağırıyordu:

“Bir takım cibilliyetsizleeeer!..”

O rahatsız edici sesi de bastırır belki, diyerek.

Neymiş efendim? O’nun çok sevdiği ve ideolojik yoldaşlık içinde olduğu ve dünyaca terörist olarak tescillenmiş birini biz sevmiyormuşuz. Sadece biz değil, on milyonlarca kullanıcısı olan bir sosyal medya uygulamasının işletmecileri de sevmiyormuş. Hatta, o şahıs için tek başına “kafadan” ilan ettiği milli yas da eleştiriliyormuş. Bunun adı da “cibilliyetsizlikmiş”

Şimdi burada, “asıl cibilliyetsizlik...” diye başlayan milyonlarca maddeden oluşan bir liste yapmak mümkün de...

Yerimiz dar. Kısa bir liste de kesmez beni. Kalsın şimdilik.

Aynı günlerde, Anayasa Mahkemesi (AYM), ki kararlarının herkesi bağladığı Anayasa tarafından emrediliyor, Hatay Milletvekili Avukat Can Atalay’ın “hukuk darbecilerinin tüm söylemlerine ve yok hükmünde kararlarına rağmen” milletvekili unvanını koruduğuna hükmetti. Hem de 3’ncü kez bu yönde aldığı kararla. TBMM’nin “Milletvekilliğini düşürdük” kararının da yok hükmünde olduğunu söyledi.

Buna rağmen, Saray’ın bir “Uçuk” bürokratı “Anayasa Mahkemesi kim lan?.. Aldığı karar yok hükmündedir” gibilerden vızıldadı. Resmen şunu demiş oldu:

“Biz siyasi otorite olarak (kendisini Anayasa’nın ve AYM’nin üzerinde gördüğü yetmiyormuş gibi, seçilmiş bir siyasi yönetici gibi de görüyor) ne dersek o. Bizim dışımızda herkes yok hükmündedir”

Sonra da “Yahu sen bir bürokratsın. Hangi yetki ve cür’et ile böyle konuşabiliyorsun?” diyenlere cevaben, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde üst kademe yöneticiler, diğer kamu görevlilerinden farklıdırlar. Seçilmiş iradeye karşı tarafsız olmak gibi bir rolleri yoktur” deyiverdi.

Aslında (maalesef) doğruyu söylediğini o da biz de biliyoruz. Çünkü rejimin tam da “bu yönde” değiştiğini daha o günlerden, hattâ Anayasa değişiklik metni ortaya çıktığı andan itibaren söyleyegeldik.

Çünkü rejimi değiştirenler, o gün yapılan hileli referandumun sonucunu tescil edenler, “hayır” çıkmasına rağmen “evet” diye ilan edilmesine ses çıkarmayanlar, “Efendim sokakta silahlı insanlar var diye duyum aldık. Aman tatsızlık çıkmasın dedik. O yüzden halkımıza evinizden çıkmayın dedik. Başka çaremiz yoktu”cular. Yani Kemalgiller, Özgürgiller. Alayı bu sözleri duyunca ne hissettiler bilemiyorum.

Ama, ben ne hissettiğimi buraya yazarsam bu sütunun “tadı” kaçabilir.

Yine aynı günlerde TÜİK yöneticileri, aylık ve yıllık enflasyon oranlarını açıklarken 6,256 TL’lik ev kiralarından, 34 TL’lik doktor muayene ücretinden, litresi 116 TL’ye zeytinyağından filan söz ederek halkın anasına avradına söverken “öyle bir kaygı içinde” değiller.

Yıl olmuş 2024. Bütün dünya, ortak bilgi ve görüş değiş - tokuşu yaptıkları platformlar kurmuş. Siviller de, yönetimler de bu sistemi almış kabul etmiş, kullanmaya başlamış. Ticaret de, şahsi paylaşımlar da, siyasi propaganda da, deyim yerindeyse “Allah ne verdiyse” buralar üzerinden dönmeye devam ediyor. Ama Kuzey Kore’den Çin’e, İran’dan Rusya’ya bazı “örnek(!) demokrasi”lere özenen bizimkiler “Benim istemediğimi yazamazsın. Benim istediğim içeriği de çıkaramazsın” diye mızıkçılık edip, on milyonlarca insanın iletişimini engellemeye - yasaklamaya kalkışıyor. Bir de utanmadan (nasıl bir zeka düzeyiyse?) yasak süresince, kendileri VPN kullanıp kendi paylaşımlarını dolaşıma sokabiliyor, yüzsüzce ve arsızca!

Bu bizimkilerden bir tanesi de, sosyal medyayı “Şeytanın Merkezi” gibi sözlerle tarif edip, kendini ve savunduğu zihniyeti iyice rezil ve pespaye duruma sokuyor.

Buna bir şey derdim ama...

Anlamaz ki, gözündeki yasakçı faşist kara gözlüklerden okuyamaz, kulaklarındaki faşist tıkaçlardan ötürü duyamaz ki.

Tam bunlarla uğraşırken, üzerinden henüz 1,5 yıl ancak geçmiş olan “Yüzyılın en büyük deprem felaketinin” mağdurlarına ağır ve galiz hakaret niteliğinde mahkeme kararları peş peşpeşe gelmeye devam ediyor. “Kolon kesip dükkan yapan adamlar, yüksek sesli, iyi bağırmasıyla ünlü ‘celebrity’ avukatlar ve cömert ücretli bilirkişiler marifetiyle” aklanıyor. Mezarlarda yatan on binlerce masum deprem kurbanının anılarına adeta küfredercesine.

Koskoca bir devletin (“Cihan Devleti”ydi değil mi?) İçişleri Bakanı, daha “kendi adresine yasadışı göçmen kaydı yapıldığı” haberlerinin şokunu atlatamamışken, 700,000 civarında göçmenin “Adreslerinde bulunamadığını” açıklamaktan sıkılmıyor bile.

Halbuki sorsa, “Gelin yahu. Burada, benim evde saklanıyorlar. Zaten sınırdan da, içeri ben soktum alayını...” diyeceğim de. Sormuyor bir türlü.

Şimdi ben soruyorum, Sezen’in nefis mısraları ile:

Ey benim sevgili halkım.

“Bu kadarına râzı mısın?

Ama sadece sormuyorum

“Râzı olma!..” diyorum.

Kalk ayağa, itiraz et!.

Bu son şansın olabilir.

“Râzı olarak” kendine hakaret etme.

Aşağılama benliğini.

Lâyık değilsin bunlara.

Bu kadarına râzı olup da, “yaşama, gitmesin.”

Yazık!

                                                                /././

Cami önünde rektörlük dilenen üniversite hocaları -Zafer Ercan-

Yalçın hocamın kavgasına bin selam!

“Eskiden ‘cahil’ diyorduk ve şimdilerde kibar olduk, ‘üniversite hocası’ diyoruz.” diyerek üniversite hocasının ne olduğuna ilişkin farklı bir bakış açısı getiren Yalçın Hoca’ya (Yalçın Küçük), bir zamanlar birlikte hapis yattığı koğuş arkadaşı Kürt İdris, “Allahıma, Allahıma, hocam ne güzel mahpus yatıyor” diyerek hocaya çok daha farklı bir yerden bakıyor ve derinlik kazandırıyordu.

Koç Vakfı’nın Kürt İdris’e “kabadayılık” alanında ‘Vehbi Koç Ödülü’ vermesi beklenmezken Yalçın Hoca’nın kendisine bu ve benzeri ödüllerin verilme önerisini ağır bir hakaret sayacaktır. Bundan kuşku duyacak bir delikanlının olacağını da zannetmiyorum. Bu tür ödüller her kabadayıyı bozar. ustalaşmasında ‘Sevdalınız Komünisttir’ sermaye sınıfına meydan okuyan şiirlerinin ekmeği de olan usta tiyatrocu Genco Erkal’ın, Kenan Evren’e yazdığı mektupla komünistlerin yok edilmesini isteyen Vehbi Koç’un adına verilen Vehbi Koç Ödülü’nü almış olması -yakışıyor veya yakışmıyor- ötesinde üzücüydü.

Kürt İdris kabadayılıkta sınır tanımıyordu da 1900’lerin başında İsmail Beşikci’ye yaklaşarak: “Hocam; bizim adımız babaya, kabadayıya çıkmış ama asıl kabadayı sizsiniz” diyerek Beşikci’yi dolaylı olarak kabadayı yapıyor ve bunun yanında “entelektüel”lik ile “kabadayı”lık arasında bir bağ kurarak aralarındaki ilişkilerin neler olabileceğinin yolunu açıyordu.

Kabadayı ile üniversite hocası arasındaki farklılığı görebilmek için “Noam Chomsky de bir ‘kabadayı’ mıydı?” gibi benzeri soruları yabana atmamak gerekir. Bu tür soruların “Einstein ‘incedayı’ mıydı?” sorusunu tetiklemesi muhtemeldir. “İncedayı”ya slogan atmak yakıştırılmazken “kabadayı”nın slogan atmasında da bir mahsur yoktur.

Yukarıdaki paragrafların her birinde sıklıkla “kabadayı”lıktan bahsedildi. Henüz “Kabadayı Üzerine Tezler” yazılmamış olması, bu kavramın üzerine yüzlerce kitap yazılmış olan “aydın” kavramından daha az bilinmiş olmasıyla sonuçlanmıyor. Bu yazı çerçevesinde “Kabadayı”yı, doğası gereği, tanım çerçevesinde anlamaya çalışmanın gereği de yok. Tıpkı “deli” ya da “serseri” durumları gibi.

∗∗∗

Yaklaşık yirmi yıl önce “ilk 500’e giren üniversiteler” sıralaması yapıldı ve benzer sıralamalar yaygınlaştırıldı. Pazarlamacılığa yönelik bu tür sıralamaların ve bunun üzerinden “kredi dayatmacılığının” Türkiye borazanlığını Orhan Bursalı ve akıl hocalığını da Ali Mehmet Celâl Şengör yapıyordu. Bunun bir öncülü, Tosun Terzioğlu ve Erdal İnönü’nün girişimiyle üniversite hocalarına “yayın teşviki” üzerinden “dilenci hocalığın” yolunun açılmasıydı. Bunun sonucu olarak basbayağı hırsızlar “yayın teşviki” üzerinden başta TÜBİTAK’ın kasası olmak üzere birçok kasayı boşalttılar. Bunun bir çukur olduğunu anlayana kadar iş işten geçmişti. “Yayın Teşvik” uygulaması, sonraları dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu tarafından akademik teşvike dönüştürülmüş, bu teşvikleri alabilmek için de “üniversite hocaları” puan toplama derdine düşmüş ve farkında olamadıkları çukurlarda çırpınmışlardı. Bu tür hesaplarla hocalar matematiklerini geliştirirken hırsızlık sanatını belirli bir aralıkta da öğrendiler.

ODTÜ’de bir rektörlük seçim günü, rektör adayları Kültür Kongre Binası’nda zavallı zavallı köşe bucak oy avı peşindeyken, baktım, adaylardan biri bana doğru geliyor, “oyunu bana ver” dilenciliğine düşeceği kişiliksiz durumuna neden olmamak için, adayı koruma ve utandırmama bağlamında, kendime yaklaştırmadan oradan uzaklaşmıştım. Özellikle 1980’li yıllardan itibaren ODTÜ yönetimiyle Devrim Stadyumu’ndaki “Devrim” arasındaki ilişki, CHP yönetimiyle maden işçileri arasındaki ilişkiye benzer; birincisinde “Devrim”, yönetim için zararsız bir dekorasyondan ibaret iken ikicisinde maden işçileri, CHP için bir propaganda malzemesidir. 1980’den sonra ODTÜ rektörlerinin hiçbiri “68 kuşağı”nın “anarşik” olaylarına hiç mi hiç bulaşmamış kişilerinden oluşmuştur.

∗∗∗

2003 yılında Gazi Üniversitesi rektörü Prof. Rıza Ayhan imzasıyla üniversiteden “kovulan” Yalçın Küçük’ün, kararın hukuksuz olduğunu ve geri alınması gerektiği konusunda “Rektöre Redname” olarak bilinen yazdığı uyarı yazısında “Sizler, vakıf üniversitelerinin, Koçların, Sabancıların, sabetayistlerin üniversitelerinin değirmenlerine su taşıyanlarsınız.” diyerek Rıza Ayhan’a verilmesi gereken yanıtı bir “aydın korkusuzluğuyla” veriyordu.

Zaman zaman medyada “şu üniversitede isme teslim akademik kadro ilanı” türünde haberler yer alır. Aslında asıl yer alması gereken haber “şu üniversitede isme teslim olmayan akademik kadro ilanı verilmiştir” biçiminde olmalıdır. Bu kadro ilanlarının hemen hemen hepsi, iyi niyetli olarak bakıldığında, mevcut yasa ve yönetmeliklerin yetersizliği nedeniyle, “ihaleye fesat karıştırma” biçimindedir. Bu durumun düzeltilmesi için, bu zamana kadar hiçbir üniversitenin herhangi bir girişimi olmamıştır.

Bir zamanlar binbir seçim sahtekarlığıyla atanan rektörlerin atanma biçimi değişti. Şimdi, “Bu kulunuzu rektör olarak atayın” başlıklı dilekçeyle başvuran adaylar arasından rektörler seçilmektedir.

Evet, günümüzde üniversiteler birçok açıdan dilencilik kurumlarına dönüştürülmüştür. “Eskiden ‘cahil’ diyorduk ve şimdilerde kibar olduk, ‘üniversite hocası’ diyoruz.” ifadesinde geçen “üniversite hocaları” hocalık yapmakta ve cami önünde rektörlük dilenen hocalar, üniversitelere rektör olarak atanmaktadır!

                                                     /././

                                         Birgün - GÜNDEM

Ankara'da yolcu otobüsü kaza yaptı: 11 kişi hayatını kaybetti, 24 kişi yaralandı

Ankara'nın Polatlı ilçesinde yolcu otobüsünün köprünün ayağına çarpması sonucu meydana gelen trafik kazasında 11 kişi hayatını kaybetti, 24 kişi de yaralandı. Ankara Valisi Vasip Şahin fren izinin olmadığını ve şoförün uyumuş olabileceğini söylerken, kazanın nedeninin araştırıldığını ifade etti. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, kazaya ilişkin soruşturma başlatıldığını açıkladı. Tunç, "Bir Cumhuriyet Başsavcı vekili koordinesinde 3 Cumhuriyet Savcısı görevlendirilmiştir" dedi.(https://www.birgun.net/haber/ankara-da-yolcu-otobusu-kaza-yapti-11-kisi-hayatini-kaybetti-24-kisi-yaralandi-550850)

                                                                            ***

Bilal Erdoğan vergi ödememiş -İsmail Arı-

Vergi ödemeyen yandaşlar listesine her geçen gün yenileri ekleniyor. Bir yandan kemer sıkma politikaları ile halkın cebindeki üç kuruşa da göz dikilirken diğer yandan iktidara yakın isimlerin yıllardır vergi ödemediği açığa çıkıyor. AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan, Mis Hediyelik Eşya Sanayi Ticaret Limited Şirketi’nin uzun yıllardır ortağı. İstanbul Ticaret Odası’nın kayıtlarına göre, 2009 yılında kurulan bu şirketin yüzde 25’i Bilal Erdoğan’a ait. Diğer ortaklar ise Ali Bahadır Yeşil ile Mustafa Esenkal. Ancak Gelir İdaresi Başkanlığı’nın verilerine göre, Mis Hediyelik Eşya 2021, 2022 ve 2023 yılında hiç vergi ödemedi. Şirketin merkezi olarak gösterilen Fatih’teki adresinde de “Çay Saati” isimli bir kafe yer alıyor.           ***

Hac rekoru Karagöz’de -Mustafa Bildircin-

Milyonlarca yurttaş sıra beklerken aralarında yöneticilerin eşlerinin de yer aldığı onlarca kişiyi kurasız hacca götürdüğü ortaya çıkan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın "en talihli" hac görevlisi belli oldu. Düzce İlahiyat Fakültesi Dekanı İsmail Karagöz’ün, en az 15 kez hacca gittiği belirlendi. İsmail Karagöz, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan ayrıldıktan sonra Düzce İlahiyat Fakültesi’ne geçti. Fakültede dekanlık yapan Karagöz’ün, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda müfettişlik, iç denetim, Din İşleri Yüksek Kurulu Üyeliği, Rehberlik ve Teftiş Kurulu Başkanlığı görevlerini yürüttüğü kaydedildi.(https://www.birgun.net/haber/hac-rekoru-karagozde-550810)

                                                                  /././

Merkez Bankası hayal dünyasında -Havva Gümüşkaya-

TCMB gerçekçi bulunmayan yüzde 38 yılsonu enflasyon tahmininde değişikliğe gitmedi. Başkan Karahan, asgari ücret ile ilgili soruya karar verici ya da tavsiye kuruluşu olmadıklarını belirterek kaçamak yanıt verdi.(https://www.birgun.net/haber/merkez-bankasi-hayal-dunyasinda-550790)

                                                                     ***

Üreticide bıçak kemiğe dayandı -Bilge Su YILDIRIM-

Hangi taşın altına baksan devletin yanlış tarım politikası çıkıyor. Üretici toprağıyla kavga eder durumda. Tarlada üretemeyen çiftçiler traktörleriyle ülkenin her sokağında eylem yapar duruma geldi. Domates üreticisinden 3 liraya mal ettiği ürünü 2 liraya satması isteniyor. Salça üreticisi sanayiciler çiftçiyle yaptıkları 5 liralık alım sözleşmesine uymuyor. Çiftçi isyan etti: Tek çare sokağa inmek.(https://www.birgun.net/haber/ureticide-bicak-kemige-dayandi-550832)                                                ***

Dolandırıcılığını mahkeme tescilledi -İsmail Arı-

Yurttaşların parasını aldığı halde evlerini teslim etmeyen Doğu Perinçek’in danışmanı Emin Adanur’un yargılandığı bir davada karar çıktı. Adanur’a ‘nitelikli dolandırıcılık suçundan’ 9 yıl 4 ay hapis cezası verildi.(https://www.birgun.net/haber/dolandiriciligini-mahkeme-tescilledi-550572)

 (BİRGÜN)



soL "KÖŞEBAŞI" -9 Ağustos 2024-

‘Sol adına tuhaf bir tuzağa düşülüyor’ - Ali Ufuk Arikan-

TKP’li Arikan’dan ekonomi değerlendirmesi: Ali Ufuk Arikan, TKP’nin şirketleri hedef aldığı çalışmasını değerlendirirken, muhalefetin düştüğü yanlışa işaret ediyor.

Ülkenin gündeminde ekonomi var. İktidar bloğu ortaya “Şimşek programı”nı attı. Yerel seçimdeki başarısız sonucun ardından AKP, ekonomi alanında yürüyen tartışmayı kendi istediği eksende tutmakta yeniden başarılı olmaya başladı. Fahiş fiyatlar, süper-kârlar konuşulurken insanlar açgözlü patronlara ileniyor, kaynağı belirsiz vergi levhası sızıntıları vergisini düzgün veren patronlara şükrettiriyor.

Bu tabloda AKP’nin kurmaya çalıştığı söylemin tamamen dışına çıkan, Türkiye Komünist Partisi (TKP) oldu.

TKP, geride bıraktığımız iki haftada Türkiye’nin en büyük şirketlerinden yedisini hedef aldı, kârlarıyla halk için neler yapılabileceğini anlattı. TKP’nin bu çalışmasını ve genel olarak ekonomiyi, TKP Merkez Komite üyesi Ali Ufuk Arikan’la konuştuk.

Arikan, ekonomi tartışmasında muhalefetin bir kısmının bile isteye Şimşek programını desteklediğini, bir kısmınınsa tuhaf bir tuzağa düştüğünü söylüyor.

“Türkiye’de patronları hedef aldığı söylenen herhangi bir başlık, başta Koç’u, Sabancı’yı rahatsız etmiyorsa, açık söyleyelim, patron düzeninin kulağında sinek vızıltısı kadar bile tehdit olamıyordur” diyor.

“Muhalif medya”nın da büyük oranda, tıpkı Erdoğan gibi, “sermaye düşmanlığı yapılmasına fırsat vermeyen” çarkın parçası olduğunu dile getiriyor.

TKP yaz aylarının en dikkat çekici siyasi çıkışlarından birine imza attı. Ülkenin en büyük holdinglerinden birçoğunun kapısına gidip eylem yaptı, “Bu holdinglerin mal varlığı ve kârı halkımıza feda olsun” dedi, bunları devletleştireceğini söyledi. Ekonomi, malum, son dönemde Türkiye’deki herkesin birinci gündemi. Bu alanda yapılan bu çıkışın daha sloganında bir farklılık göze çarpıyor. Birçok muhalif ekonomist, son bir iki yıldır firmaların “haddinden fazla” kâr ettiğini söylüyor, “süper-kârlar” söylemi ortaya çıktı. Fakat TKP yalnızca kârlar demedi, mal varlıkları da dedi. 

Evet, bunun bir nedeni var… Ortada bu düzenin halkımızın sırtına yüklediği koca bir yük var. Bu yük her geçen gün daha da katlanılamaz hale gelirken, düzenin pervasızlığının kaynaklarından biri de gerçeği gizleme mahareti, “cambaza bak” diye sürekli başka noktaları işaret etmesi.

Biz cambaza bak diyenlere, yoksullaşmamızın gerçek kaynağını göstermek ve buna karşı mücadeleyi büyütmekle yükümlüyüz. Yaptığımız şey, gerçek hırsızları, yoksulluğun gerçek kaynaklarını doğrudan işaret edip kapılarına dayanmak oldu.

Kısa bir hatırlatma olsun, sadece Yıldız Holding’in bir yıllık kârına el koyduğumuzda 1 milyon 208 bin 333 öğrencinin bir yıl boyunca sağlıklı beslenmesini sağlıyoruz.

Sadece Rönesans Holding’in bir yıllık kârına el koyduğumuzda 2100 mahallede 210 bin çocuk kapasiteli kreş yapılmasını, 19 bin kreş personelinin istihdam edilmesini sağlıyoruz.

Sadece Koç’un bir yıllık kârına el koyduğumuzda 163 bin 472 ataması yapılmayan öğretmenin yıllık maaşını ödüyoruz.

Bunlar ‘küçük’ örnekler. Birkaç ailenin el koyduğu yıllık gelirlerden söz ediyoruz sadece, bir de bunun yıllar içinde birikmesiyle oluşan devasa servetler var. Bu servetler halkın emeği, alınteri ve kanıyla inşa edildi. 

TKP, bu tabloda cambazla oyalanmayın diyerek, asıl olanı işaret etti. Bu eylemler de bu nedenle ilgi çekti.

Burada kısa bir parantez açmak isteriz. Son zamanlarda görüyoruz ki, ‘sol’un bir kısmı da cambaza bakmaktan gerçeğe işaret edemez hale geldi, bunu da ekleyelim. Son vergi tartışmalarına da bu gözle bakıyoruz.

Niye, şirketler doğru düzgün vergilerini verseler yetmez mi? 

Hiç lafı dolandırmadan yanıtımızı verelim, yetmez!

Ekonomi meselesindeki söylemin nasıl şekillendiği ilginç. Önce enflasyona maaşların sebep olduğu söyleniyordu, insanlar büyük tepki gösterdi. Sonra kârlar meselesine odaklanıldığında AKP de ayak uydurdu ve ısrarlı bir şekilde “fırsatçı patronları” hedef tahtasına oturttu. Üzerine vergi paketi geldi ve çeşitli firmaların vergi levhaları sızdırılmaya başlandı, bunlar da genelde hükümete yakın kanallardan yayıldı. Bu defa kamuoyu tepkisi, “vergisini ödemeyen şirketlere” yöneldi. TKP’yse ısrarla bu topa girmiyor, en büyük holdinglerin mal varlıklarına el konulması gerektiğini söylüyor. Muhalefet tuzağa mı düşüyor sizce?

“Kazan kazanabildiğin kadar, bunun vergisini verirsen sorun yok. E bak Koç’u Sabancı’sı vergisini veriyor, sürekli vergi rekoru kırıyor, ne güzel…”

Bunu sol değil, patron düzeni söyler. Bu düzende “vergide adalet” gibi tuhaf taleplere rastlıyoruz. Koç ve Sabancı sömürdüklerinin vergisini ödeyip yollarına devam etsin. Yandaşlar ve baş altı bazı patron grupları ise vergilerini yeterince vermiyor, hatta hiç ödemiyor, onlar da ödese sorun kalmayacak! 

Tekrarlayalım, düzgün şekilde vergilerini vermeleri, yetmez.

Muhalefetin bir kısmı tuzağa düşmüyor, örneğin CHP. Onlar bu düzenin bu şekilde sürüp gitmesinden, yukarıdaki formülasyonun hayata geçmesinden yana. Bunu da açıklıkla ilan ediyor.

Ama “sol” adına gerçekten oldukça tuhaf bir tuzağa düşülüyor. Türkiye’de büyük sermaye grupları vergi ödüyor, hatta bazıları “rekor” bile kırıyor. Onlar bu düzende hırsızlığın kaynaklarının vergi oyununun çok ötesinde olduğunu bilecek kadar büyümüş durumdalar. 

TKP, vergi kaçırmıyorlar, vergilerini tıkır tıkır ödüyorlar demiyor, bu düzen zaten her şeyin ötesinde hırsızlık üzerine kurulu. Vergiyi halktan alıyorlar, kaynakları patronlara aktarıyorlar, sınırsızca. Bu sanıyoruz herkes için oldukça net.

Ancak burada bir tuzak var ve herkes bu tuzağa kolaylıkla düşer hale gelmiş durumda. Burada tablonun kendisine değil, örneğin vergi başlığına odaklandığınızda, farkında mısınız büyük patronlar bu tartışmadan hiçbir şekilde rahatsızlık duymuyor? Büyük sermayenin rahatsızlık duymadığı bir başlık, bu düzene karşı mücadele ettiğini söyleyenler için bir sorun değil mi? 

Bakın yukarıda sadece bir yıllık kârlarıyla kondukları servete dikkat çektik, bu sürüp gitsin, ama biraz daha vergi ödesinler!

Bunu bu düzenle bağını koparamayanlar söyler ama sömürü düzenini sonlandırmak için mücadele edenler, ötesini söylemek zorunda. TKP ötesini çok açık söylüyor, kârlarına da, mal varlıkları da el koyacağız. Üstelik el koyacaklarımız listesinde üst sıralarda yer alanlar, ‘vergi rekoru’ haberine konu olan patronlar olacak, çünkü en büyük kaynağın üzerine onlar çöreklenmiş durumda.

İşaret ettiğiniz noktadan gidelim, sermaye kesimlerinde de canlı bir tartışma var. Hafta başında sanayi odası başkanları TOBB’da buluştu, ortak açıklama yaptı, “uygulanan programı destekliyoruz” diye başlayan açıklamanın tamamı serzenişle doluydu. Vergi levhası sızıntılarına tepki gösterildi, KOBİ’lere verilen kredilerin sınırlanmasından şikayet edildi, “istihdamı zorlaştıran mevzuat katılıklarından” dem vuruldu, ki bu sonuncusu, açıkça işçileri daha fazla sömürme talebi demek. Ama sizin de dediğiniz gibi TÜSİAD kanadında, en büyüklerde, hiçbir rahatsızlık göze çarpmıyor. Siz de eylemlerinizde esas olarak bunları hedef aldınız. Ne oluyor sermaye cephesinde? 

Hiçbir rahatsızlık duymadıkları çok açık. Bu düzenin merkezinde duran büyük sermaye gruplarının vergi gündemli bir tartışması yok. Vergi ödememek gibi bir dertleri de yok. O kadar büyük servet biriktiriyorlar ki, onun vergisini ödesinler, sorunlar çözülsün tartışması, düzeni, büyük sermaye gruplarını rahatlatıyor. TÜSİAD’ın vergi başlığındaki bu tartışmayı desteklemesi gerçekten bir şey anlatmıyor mu? Sorun buraya daraldığında, en çok bu düzen koruma kalkanına sahip oluyor.

Üstelik bu tartışmalar belli bir yaptırıma dönüşürse küçük ve orta ölçekli bazı parazitlerden kurtulacaklarını düşünüyor suyun başını tutan büyük gruplar.

Türkiye’de patronları hedef aldığı söylenen herhangi bir başlık, başta Koç’u, Sabancı’yı rahatsız etmiyorsa, açık söyleyelim, patron düzeninin kulağında sinek vızıltısı kadar bile tehdit olamıyordur.

Onların karşısına "biriktirdiğiniz her şey halktan çaldıklarınızdır, hepsini devletleştireceğiz” diye dikilmediğimiz sürece, rahatlarına bakmaya devam edecekler. TKP ilkini yapma kararlılığında, bu sesi, fikri, mücadeleyi mutlak olarak güçlendirme kararlılığında.

Yeniden TKP’nin son çalışmasına dönelim. Bir yandan TKP’nin çıkışı kamuoyunda çok ilgi çekti, diğer yandan basında neredeyse hiç yer bulamadı. Siz de uzun yıllar gazetecilik yaptınız. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu tabloyu?

Medyada sansür konusunda onlarca tez, araştırma, makale ve kitap var. Yine bu konuda birçok ince değerlendirme de… Ama bu eylemler sonrasında ister AKP medyası olsun, ister CHP medyası, isterse de adına “muhalif” medya denilsin, sansür konusunda o kadar da “ince” çalışmalara, ciltler dolusu kitaba ihtiyaç olmadığını ortaya koydular. 

Ortada medyanın tamamını teslim alan, adı da konulmuş, açık bir sansür var.

Koç’tan, Sabancı’dan, Rönesans’tan, Yıldız’dan, Anadolu’dan reklam alan “muhalif” ve “yandaş” medyamız aynı zeminden beslenen bu sansürün paydaşları konumunda. Açık söyleyelim, Erdoğan’ın çizgisiyle uyumlu bir medya tablosu var karşımıza. Ne demişti Erdoğan, “sermaye düşmanlığı yapılmasına fırsat vermeyeceğiz.” Bu eylemler gösterdi ki, buna izin vermeyecek olan sadece Erdoğan medyası değil, adına “muhalif” denilen medya da bu çarkın büyük oranda parçası…

                                                                /././

'Hekim kalmadı' diye acil servis kapanmıştı: Dokuz Eylül'den yasaya aykırı görevlendirme hamlesi -Aslı İnanmışık-

Acil servisinin bir bölümü kapatılan DEÜ Hastanesi'nin asistan hekim eksikliğini kapatmak için hukuka aykırı şekilde bakanlık kadrosundaki hekimleri kurumda görevlendireceği iddia edildi.

Asistan hekimlerin mobbing nedeniyle istifa etmesiyle gündeme gelen ve geçtiğimiz ay bir hekimin intihar ettiği Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Hastanesi'nde acil servisin bir bölümü kapatılmıştı.

Yönetimin açıklamasında "binanın tadilata girmesi" gösterilirken, asıl neden eski AKP'li rektör Nükhet Hotar döneminde başlayan sıkıntılar sonrası yaşananlar nedeniyle acil servisteki hekim yetersizliği.

Hekim eksikliği usulsüzlükle kapatılmak isteniyor

Baskı ve usulsüzlükle daha önce de defalarca gündem olan hastanenin hekim yetersizliğini kendi yöntemleriyle çözmeye çalıştığı iddia edildi. Buna göre kapatılma kararı sonrası hekim arayışına başlayan yönetim, başka hastanelerdeki acil uzmanlarını DEÜ'ye geçici olarak görevlendirmek istiyor. Yönetim özellikle İzmir'deki acil uzmanlarının hastaneye alınması için uğraşıyor.

İddiaya göre idari amirler gönüllü listesi istedi bile. 

Ancak yapılmak istenen işlem hukuka aykırı. Çünkü DEÜ YÖK'e bağlı çalışıyor ama görevlendirilmek istenen çalışanlar Sağlık Bakanlığı kadrosuna bağlı. Dolayısıyla böyle bir görevlendirme yapılması yasaya aykırı.

Tabip Odası: İstifa etmiş akademik personel bir an önce geri alınmalı

İzmir Tabip Odası da iddialarla ilgili sosyal medya hesabından bir açıklama yaptı. Acil Servis'in kapatılması vurgulanan açıklamada, durumun kaygı verici olduğu ifade edildi.

Geçici görevlendirmeyle ilgili iddiaların hukuksal temeli olmadığını belirten oda yönetiminin açıklamasında şöyle denildi:

"Bir an önce istifa etmiş akademik personel tüm özlük hakları korunarak görevlerine davet edilmeli, bölümde eğitim görmesi planlanan asistan hekim sayısına ulaşacak akademik kadro oluşturulmalı, bölüm çalışanlarının demokratik katılımı ile düzeltme konusunda adım atılmalıdır."                                          /././

Bu video oyunu çok 'eğlenceli' -Kemal Okuyan-

Umarım insanlık Sovyetler Birliği’nin daha 1930’larda “bütün silahları yok edelim” önerisi ile alay etmenin bedelini çok ağır biçimde ödemez.

Bütün yapmanız gereken, tablet ya da bilgisayarınızın imleçini ekranda hızla hareket eden hedefe denk getirmeniz. Hedef bazen bir tank, kamyon ya da zırhlı personel taşıyıcı bazen bir veya birkaç canlı olabiliyor. Ancak oyunun kendine göre zorlukları var. Örneğin hedef bir binanın içindeyse, pencere, kapı ve hatta bacayı kullanarak içeri girmeniz gerekiyor. Zorluk derecesi arttıkça gizlenen hedefi bir kanalizasyon künkünün içinde kıstırmak, toprağın altındaki dehlizlerde sürünen hedefleri yok etmek gibi görevler üstleniyorsunuz.

Oyunu hayal dünyanıza ve karakterinize göre kişiselleştirebiliyorsunuz. Kendisine kilitlenildiğini fark eden hedef ile kedi-fare kovalamacası yapıyor, onu yok etmiyor, korkutuyor ve yine de puan alıyorsunuz. Grafikler çok gerçekçi, hedef bir canlıysa korktuğunu, hatta delirdiğini görebiliyorsunuz. Yolda sizden kaçış olamayacağını anlayan bir araçtan umutsuzca sağa sola fırlayan canlılar da ekstra puan sağlıyor size. Tabii, onları bu kez tek tek avlamak gibi bir göreviniz var.

Bu çok “eğlenceli” bilgisayar oyunu için ihtiyacınız öncelikle bir tablet ya da bilgisayar.

Ama bu kadar değil.

Çünkü bu oyun aslında bir oyun değil.

Oyun olmadığı için tablete ek olarak bir drona ihtiyaç var. Öyle profesyonellerin kullandığından değil. Düğün dernekte görüntü almak için kullanılan basit dronlar yetiyor. Amaca ve hedefe uygun bir patlayıcı drona yerleştiriliyor ve “oyun” başlıyor.

Ha bir de bu oyun için uygun bir “ahlak” gerekiyor!

Sevgili okur, bundan sonra yazacaklarımı okumayabilirsin, benim yazarken midem bulanıyor, insanlığın içine girdiği bu karanlık tiksinti veriyor. 

Ama ben yazmaya devam ediyorum.

Ukraynalı askerlerin Telegram ve benzeri platformlarda paylaştıkları görüntüleri izlerken dron kullanımının korkunç bir çürümeye eşlik ettiğini anladım. Bunlar basit, patlayıcıyla birlikte 500 dolar gibi bir rakama mal olan dronlar.

Ruslara küfürler, aşağılamalar eşliğinde paylaşılan bir görüntüde dronun yaklaştığını fark eden Rus askeri, ölümden kaçış olmadığını anladığında tepesindeki drona bakarak haç çıkarıyor. Sonra dron askerle buluşuyor, görüntü kayboluyor. Bir diğerinde ise asker o sırada votka ya da çaylarını yudumlayan cellatlarına ellerini açarak yalvarıyor. Nafile…

Yaralılara dronla işkence edenler, ölüleri toplamaya gelen görevlileri öldürmekten zevk alanlar… Daha ötesi olabilir mi?

Olabilir! Öldürmeyip, kol bacak koparmaya çalışıyorlar, bu işte bayağı ustalaşmışlar da.

Rus kanallarında da benzer paylaşımlar var. İnsan öldürme gerçekten bir oyuna dönüşmüş. Mısır patlağı yiyerek bir insan evladının kafasına dron çakıyorlar. 

Abartmıyorum, Rus devlet televizyonunda matah bir şeymiş gibi haberini yapmışlar. Ukraynalıları önce gazlayıp sersemleştiriyor, sonra öldürüyorlar. Bunları yaparken ekibe patlamış mısır dağıtılıyor. Şaşkın Ukraynalılara bakıp bakıp gülüyorlar.

İnsansız Hava Araçları’nın ve onların silahlı versiyonlarının çatışmalarda yaygın olarak kullanıldığını, hatta artık savaşların en temel unsuru haline geldiğini elbette biliyoruz. 

Savaşın haklısı olabilir ama insan öldürmenin temizi olmaz, savaş her durumda kötüdür ve insanlığın gündeminden geri gelmecesine çıkmalıdır. Dolayısıyla bütün silahlar günün birinde ortadan kalkmalıdır; kalkacaktır da.

Ama, dronlar için özel bir başlık açmak gerekiyor.

Aslında ilk önceleri daha çok istihbarat ve gözlem amacıyla kullanılan İHA’ların 2001’de silahlandırılmasıyla birlikte, “savaş ahlakı” ile ilgili tartışmalar da hemen başladı. Bu konuda kitaplar yazıldı. “Silah silahtır ve aynı ahlaki sorunlar diğerleri için de geçerlidir” diyenlerden farklı olarak, savaşta kendisini doğrudan tehdit etmeyen ve kendisine ulaşma şansı olmayan bir düşmanı öldürmenin savaş hukuku açısından da sorunlu olduğunu ileri süren çok kişi oldu.

Dediğim gibi, savaşların, dolayısıyla silahların olmadığı bir dünya yaratmalıyız. İnsan öldürmenin hemen her yöntemine tanık olduk. Kimyasal, biyolojik ve nükleer silahlar kullanıldı asker ve sivillerin üzerinde. Ahlak bunun neresinde? 

Ama…

Amasını şöyle açalım:

Bilindiği gibi, nükleer silahları ilk ve tek kullanan ülke ABD. 1945’te Hiroşima’ya atom bombasını atarak on binlerce insanı öldüren Enola Gay adlı uçağın pilotu Paul W. Tibbets Jr. hiç pişman olmadığını söylemişti yıllar sonra. “İnsanlar öldü ama daha fazla insanın ölümünü engelledim” derken gerçekleri çarpıtıyordu ama ölen Japonlara dair bir fikri yoktu, onları sayılardan ibaret görmekteydi. 

Bir tür yabancılaşma içindeydi.

Savaşa karşı yazılmış en etkileyici eserlerden biri olan Erich Maria Remarque’ın Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok romanında “öldürme” güdüsü şöyle tasvir edilir:

“Tehlikeli hayvanlar olduk şimdi. Savaş değil, ölüme karşı korunma bu bizim yaptığımız. Biz bombaları insanlara karşı atmıyoruz, şu anda insan minsan bildiğimiz yok. Orda ellerle, miğferlerle ölüm saldırıyor peşimizden; üç günden beri ilk defa yüz yüze geliyoruz, üç günden beri ilk defa kendimizi ona karşı koruyabiliriz; çılgın bir öfke bürümüş içimizi; darağacında bitkin beklemiyoruz artık; canımızı kurtarmak, canımızı kurtarıp öç almak için yakıp yıkabilir, öldürebiliriz.”

Ucuz, hatta el yapımı bir dronla “düşman” avına çıkanlarsa, “ölmemek için öldürme”nin ötesine geçiyorlar. Rahat, erişilemez bir ortamdalar (en azından o sırada) ve öldürmek istedikleriyle bayağı yakından bir ilişki kuruyor, onun ızdırabından zevk alıyorlar.

Ve bu ucuz silahlar giderek daha yaygınlaşıyor, daha “mükemmel” hale geliyor. Ukrayna bir yıl içinde FPV (tek kişinin yönlendirdiği) türü dronlardan 1 milyon adet üretmeyi planlıyor. Belki çok büyük bir ateş gücüne sahip değil ama neredeyse hedefi hiç kaçırmıyor ve her deliğe giriyor.

Bu yazıda dronların savaşlara olan etkisine, taktik bir etkiye sahip olmakla birlikte stratejik planlama açısından yarattığı sorunlara hiç girmedim. İlgilendiğim, konunun insani, ahlaki boyu.

Çürümenin boyutları beni fazlasıyla tedirgin ediyor. Yoksa yıllardır dünyamızı defalarca yok edebilecek miktarda nükleer silahla beraber uyuyor, kalkıyor ve yaşıyoruz; bu açıdan yeni bir şey yok.

Umarım insanlık Sovyetler Birliği’nin daha 1930’larda “bütün silahları yok edelim” önerisi ile alay etmenin bedelini çok ağır biçimde ödemez. Ve umarım bütün kötülüklerin, savaşların ve çürümenin kaynağı emperyalist-kapitalist sistemi, o bizi yok etmeden, yok ederiz.

Remarque’ın romanından bir pasajla bitireceğim yine. Bir dron pilotunun hiçbir zaman hissetmeyeceği bir duyguyla…

"Arkadaş, ben seni öl­dürmek istemedim. (…) Senin, benim gibi bir insan olduğunu ben ancak şimdi görüyorum. Ben senin el   bombanı, süngünü, silahlarını düşündüm; karını, yüzünü, ortak taraflarını ben şimdi görüyorum. Affet beni arkadaş, biz bunları daima çok geç görürüz. Ne diye bize boyuna söylemezler, sizin de bizler gibi biçare yaratıklar olduğunuzu, sizin annelerinizin de bizimkiler kadar endişe ettiğini, hepimizin ölüm karşısında hep aynı acıları yaşadığımızı ne diye söylemezler? .. Affet'beni  arkadaş, sen benim nasıl düşmanım olabilirsin? Biz bu silahları, bu üniformaları çıkarıp atsak sen benim kardeşim olabilirdin, Kat gibi, Albert gibi. Al örnrumden yirmi seneyi arkadaş, da kalk.! Al daha fazlasını, ben bu ömrü ne yapacağım, artık bilmiyorum çünkü." 

Sizin de bizler gibi biçare yaratıklar olduğunuzu bilmiyorduk…

Bu video oyununda ise, biçareleri öldürmekten zevk alıyorlar!

                                                                /././

Ağzından çıkanı kulağın duysun -Mesut Odman-

Sadece, ağızdan çıkanlarla kulakların işittikleri arasındaki fark çoğaldıkça işlerin karıştığı, öyle bir farkın oluştuğu hemen her durumda ortaya çıkıyor, sonucuna ulaşmakla yetinmek en iyisi. 

Dilimizdeki güzel deyimlerden biridir bu. İki anlamda da deyimdir: Hem bir gerçekliğin saptanmasına dayanır hem de o somutluğa ilişkin belli bir kuşku yaratarak onun üzerinden öğüt verir ya da yol gösterir. Bana sorulursa, atasözü mü deyim mi olduğunu ayırt etme konusunda güçlük yaratan yanını da burada aramak doğru olur.

Başlığımıza bakarsak, bir kimsenin ağzından çıkanı işitmesi, hastalık ve benzeri ayrıksı durumlar dışında, olması gerekendir ya da beklenendir; doğal olandır. Ama doğal olanın deyimin kullanıldığı somut durumda gerçekleşmediği anlaşılmaktadır. Bu saptamanın bir sonucu olarak da konuşan kişiye söylediklerini işitmesi öğüdü verilmektedir, başka bir anlatımla, yakışıksız, uygunsuz, yanlış, gerçeklere aykırı sözlerinin değiştirilerek onların yerine bu olumsuz özellikleri taşımayan bir anlatımın benimsenmesi hatırlatılmaktadır.

Elbette, bu tür bir hatırlatmanın karşılaşabileceği tepkinin, örnek olsun, torpido gözündeki levyeyi kapıp kendisine yol vermeyişinin nedenini açıklayan öndeki sürücüye “ne diyon lan sen!” diye saldıran öfkesinin yönünü şaşırmış yurttaşınkinden çok farklı olması beklenir. 

Başlıktaki deyimden yola çıkarak birkaç örnek vermek niyetindeyim. Bulunabilecek birçok başka örneğin, üstelik benim verdiğim örneklerden daha çarpıcı ve bu deyime daha uygun  olanların varlığı ileri sürülebilir. İtiraz etmem. Akıl akıldan üstündür. Bu sonuncusu da bir deyimdir nitekim. Deyimlere başvurmadan konuşup yazamıyoruz. Bizim dilimiz deyim bakımından oldukça zengindir, biliyoruz.

Cennet bolluğu 

Güzellikleri, güzel dediysem, oturup kalkılan yerler, gezilip görülen doğa parçaları, oralardaki insancıl ilişkiler anlamında söylüyorum, işte bütün bunları dile getirmek isterken sık  sık başvurduğumuz bir benzetme var. “Cennet” diyoruz, “cennetten bir köşe” yahut “bilmem nere cenneti”… Burada “bilmem nere” sözcüklerini yazarak geçiştirdiğim yere de ülkemizde hiç az olmamakla birlikte, kapitalizmin gözü dönmüş saldırısı altında henüz tümüyle yok edilememiş güzellikleri barındıran ormanları, kırları, gölleri, akarsuları falan koyuyoruz: Sözgelimi, benim babaannem oraların Gökpınar’ını  cennete benzetir, Gürünlülerin ağzıyla söylemeye çalışırsak, “Göğpınar”ı anlata anlata bitiremezdi. 

Ne var bunda, denebilir, cennet bütün öyle yerleri ve daha kimselerin görmediği ne güzellikleri barındırdığı söylenegelmiş bir benzersiz evrenler ötesi değil mi? O kadıncağız söylermiş, çok mu! Değil elbette. Gerçi, sekiz çocuğu ile uğraşmaktan burnunun dibindeki o cennet köşesine gitmişliği üçü beşi geçmiş midir, bilinmez. Yine de öyle ballandıra ballandıra anlatması anlaşılabilir. Türkiye kapitalizminin ellili yıllara rastlayan ilk büyük iç göçü sırasında çocuklarının bir bölümüyle birlikte göçtüğü İstanbul’da eğri büğrü sokaklarla yıkıldı yıkılacak evler dışında cennet parçaları görmesi pek kısmet olmadığı için o büyülü Göğpınar anlatısını hiç terk etmeyişi de daha az anlaşılabilir  değildir.

Ama geliyoruz bugüne, kendilerine halkımıza öyle yerleri tanıtmak gibi bir misyon yükledikleri anlaşılan okumuş yazmış, yazdıklarının arasına şiir neyim de sıkıştırmış kimseler, oraları anlatırken “cennet”ten başka bir sözcük bulamıyorlar. Takıldığım nokta burası. İşte, şimdi ben de başka söz yok sanki, “nokta” deyiverdim. Özellikle iktidardaki siyasetçinin ağzına bakan pek çok kimsenin diline düşmüş, böylece neredeyse bir tür modaya dönüştürülmüş bu sözcüğü kullanıverdim. Kimsenin görmesine fırsat vermeden silip başkasını yazabilirdim kuşkusuz, ama kendimin de sık sık benzer bir yanılgıya düşmekten kurtulamadığımı örtbas etmemek için değiştirmedim.

Biraz önceki “ne var bunda?” sorusuna iki yanıtımdan ilki buydu. Dilimizi olduğundan çok daha fakir gösteriyorlar. Doğrudur, yüzyıllarca “yabancı dillerin boyunduruğunda” çok çekmiştir, kabul; ama o kadar uzun boylu değil. 

İkincisine gelince, kendilerini aydınlanmacı, laik, solcu, devrimci sayanlar arasında da bu sözcüğü sık sık kullanma alışkanlığı edinmiş olanların çokluğuna takılıyorum çaresiz. Tamam, inanmış halkımızın dinsel bağlanmalarının sonucu olarak ağızlarının alışmış bulunduğu birçok sözcüğün, deyişin varlığı doğaldır. Biz de o halkın çocukları olarak kullanırız. Ölmüşlerimizin adını anarken başına “rahmetli” sözcüğünü getiririz; iyi bir sonuçtan yahut ucuz atlatılmış bir saldırıdan söz ederken “çok şükür” deriz; “selamünaleyküm” diye verilen bir selamı “aleykümselam” diyerek almaktan kaçınmayız; çok şaşırdığımız bir durum ya da olay karşısında “Allah Allah!” diye söze başladığımız olur; bir yerden, bir topluluktan ayrılıp giderken “Allaha ısmarladık” deriz, daha doğrusu, buradaki iki sözcüğü birleştirerek “Allasmaladık” biçiminde söyleriz. 

Şu son vedalaşma sözüyle ilgili olarak “fıkra gibi” dedikleri türden bir olayı anlatmadan geçmeyelim. Olayın içindeki gazete muhabirleri arasında bulunan eski bir arkadaştan dinlemiştim. Altmışlı yılların ortalarına doğru, koalisyon hükümetinin başbakanı İsmet İnönü’yü başbakanlığın kapısında yakalamış gazeteciler, sorular art arda geliyor. İnönü kimine kaçamak, kimine açık yanıtlar veriyor. O arada, artık muhalif çevrelerden mi, kendi yandaşlarından mı, belleğimde kalmamış, içlerinden biri, “Paşam,” diyor, “Sizin için Allah’ın adını anmaz diyorlar, doğru mu?” Paşa bir an şaşırıyor, birkaç saniye duraklıyor, “Hadi Allaha ısmarladık” diyerek arkasını dönüp gidiyor.

Sözün kısası, doğanın insanlara sunduğu ya da insan emeğiyle yaratılmış her türlü güzellik karşısında “cennet” yakıştırması yapanlara kızıyorum. Yaşayabileceğimiz biricik dünyaya “yalan dünya” deyip oradaki her türlü kötülüğe, haksızlığa, eşitsizliğe  rıza gösterirken, dolayısıyla onların sürüp gitmesine ses çıkarmazken, bu boyun eğişin karşılığında hiçbir canlının kazanamayacağı ödül olarak o “asıl dünya”nın konulmasına kızılmaz mı?  

Küfe sorunsalı

Partili cumhurbaşkanı, geçenlerde, asgari ücrette, emekli aylıklarında artış gereğini dile getiren muhalefete karşılık verirken “Onların sırtında küfe yok” dedi. Bu da bir deyimdi aslında. Onların ülke yönetiminde sorumluluğu bulunmadığı için onu da isteriz, bunu da isteriz, diye dan dun atarlar böyle, oysa ülkenin durumu o kadar rahat değil şu sıralar, inşallah yakında bunu da atlatacağız, demeye getiriyordu.

Bunu duyan düzen muhalefetinin, daha doğrusu onun ana olanının lideri, normalleşmeydi yumuşamaydı, karşılıklı ziyaretlerdi derken oluşmuş sandığı fırsatı kaçırmadı ve halka seslenerek hiç tasalanmayın sizin sırtınıza bindirilen yükleri biz alırız dedi. Bununla da yetinmedi, koskoca bir küfeyi sırtına alıp miting kürsüsüne çıktı. Koskoca dediysem, içinin boş olduğu görülebiliyordu. Yoksa, genç menç ama, içi dolu küfeyi nasıl taşısın ta kürsülerin üstüne kadar!

Ne gösteriydi ama! Seyreden ahali gül gül ölmüştür herhalde. Hatta bana yakın  yaşlarda olanlar arasından “Bizi çok güldürdün Özgür oğlan, Allah da seni güldürsün!” diyenler  çıkmıştır.

Buraya kadar iyi güzel de en başta yapılan bir atlama var sanki. O deyim “sırtında –herhangi bir küfe değil- yumurta küfesi yok” olmayacak mıydı? Ne farkı var, aynı şey, dememeli. Sırtındaki küfede yumurta taşıyan kişinin güçlü kuvvetli olması yetmez, bir de çok dikkatli olması, ne bileyim, bale ya da pantomim adımlarıyla yürümesi gerekir. Yoksa, koskoca bir küfe dolusu yumurtayı omletlik kıvama getirmesi işten bile olmaz. 

Fesatlığın yapana da kötülüğü oluyor herhalde. Herkes gülüp eğlenirken, kendimden emin olamayıp bu deyim böyle değildi diye bir yığın sözlük karıştırdım durdum. Neyse ki, sonunda, partili cumhurbaşkanımızın bu alanda yetkisi bulunmuyor olamaz; bulunmasa bile, bundan sonra bu deyim böyle söylenip yazılacak diye bir kararname yayımlanmış olabilir Resmi Gazete’de, deyip araştırmayı kestim. Bizim Kadir gitti gideli Resmi Gazete izleyenimiz mi kaldı?  

İki devlet olunca…

Bunlar içeride olup bitenlerle ilgili. Ağızdan çıkıp kulakla işitil(e)meyenler dışarıda olunca iş biraz daha karışıyor haliyle. Böyle bir durum, şu İsrail’e yönelik girip çıkma atışmasında izlendi en yakın zamanlarda.

Hemen hatırlanacaktır, partili cumhurbaşkanı Temmuz ayının son günlerinde memleketine gitmişti. Orada miting de yaptı, parti  örgütünün elemanlarıyla da toplandı. O toplantı sırasında, karşısında hemşerileri var, üstelik partisine gönül vermişler sabah akşam koşturuyorlar, heyecanlanmaz mı insan? Heyecanını karşısında toplanmış, ağzının içine bakanlara da aktarmaz mı? O da öyle yapmış, en uygun ve güncel başlık olarak da soykırımcı İsrail’i bulmuş ve yüklendikçe yüklenmiş. O arada, yakın geçmişteki fütuhatı hatırlatarak, nasıl Karabağ’a girdiysek, oralara da gireriz, demiş. Aslında Libya’ya girişi de belirtmiş, ama konumuz o değil şimdi.

İyi de, hadi İsrail’dekilerden gelecek çemkirmeleri savuşturmak kolay, ama Azerbaycan’ın da bir hesabı kitabı var, pek çok üçüncü ülkeyle ilişkileri var, onlar zor durumda kalmaz mı? Doğrulamak mümkün değil, çünkü doğru değil; sessiz kalsan bir türlü, sesini çıkarsan bir türlü…

Nitekim, onlar da üçüncü yolu tuttular. O konuşmadan birkaç gün sonra Azerbaycan Savunma Bakanlığı “Karabağ savaşında yabancı devletlerin silahlı kuvvetleri personelinin yer aldığına ilişkin iddiaların asılsız olduğunu” bildirdi. Bakanlık yetkilisi, “Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünün ve egemenliğinin restorasyonu için verilen mücadelede yalnızca Azerbaycan ordusunun görev aldığını” belirtti. Rize konuşması ile bu açıklama arasındaki birkaç günde neler olduğuna ilişkin olarak kamuoyunun bilgilendirildiğine ben tanık olmadım. Bir olasılık, “tamam, tek millet iki devletiz de, böyle konuşmalar devletlerin birinden habersiz yapılınca, güçlükle karşılaşılıyor” benzeri görüşmeler gündeme gelmiştir. Ankara’daki yetkililer ise “canım, her konuşmamızı yapmadan önce size nasıl haber verelim” yollu sitemlerde bulunmuş olabilirler.

Neyse, bilgi eksikliği olduğu için konuyu uzatmakta yarar yok. Sadece, ağızdan çıkanlarla kulakların işittikleri arasındaki fark çoğaldıkça işlerin karıştığı, öyle bir farkın oluştuğu hemen her durumda ortaya çıkıyor, sonucuna ulaşmakla yetinmek en iyisi. 

                                                              /././

'Çelik Kubbe' hakkında saklanan gerçekler -Ogün Eratalay-

Adını muhtemelen İsrail tarafından kullanılan “Iron Dome” (Demir Kubbe) savunma sistemine benzerliğinden alan “Çelik Kubbe” hakkında çok sayıda spekülasyon yapılıyor. Bu yazıda bunları ele alacağız.

Savunma Sanayii İcra Komitesi toplantısının ardından yapılan açıklamada geçen “Çelik Kubbe” ifadesi çok dikkat çekti.

Türkiye Cumhuriyeti İletişim Başkanlığı resmî sitesinden yapılan açıklamada konumuzla ilgili kısım şu şekilde: “Toplantı kapsamında, katmanlı hava savunma sistemleri ile tüm algılayıcı ve silahların bir ağ yapısı altında birbirleriyle entegre çalışması, ortak hava resminin oluşturulması, gerçek zamanlı olarak harekat merkezlerine ulaştırılması ve yapay zekâ destekli olarak karar vericilere sunulmasını temin eden yerli ve millî olarak geliştirilmekte olan 'Çelik Kubbe Projesi' görüşüldü.”

Açıklamayı takiben çok çeşitli basın organı çeşitli görsellerle kendilerince sistemler kurarak, methiye düzmeye başladılar. Bu kapsamda pek çok değerli “uzman” da görüş bildirerek konuya dahil oldu. Bunun dışında Sabah gibi sahibinin sesi boyalı basın kurumları işi daha da öteye götürüp doğrudan Aselsan kataloglarında ne görüyorlarsa kopyalayıp yapıştırıp habercilik yapıyorlar. Bakalım gerçekler onların söyledikleriyle ne kadar örtüşüyor.

Projenin isim babası 'Demir Kubbe' nasıl çalışıyor?

Körfez Savaşı sırasında Irak rejimi tarafından çok sayıda Scud füzesine hedef olan İsrail, 2000’li yıllarında başlayarak bir hava savunma sistemini planlamaya başladı. Günümüzde aktif olarak kısa mesafeden (4 ila 70 km) atılan roketler ve havan topu saldırılarına karşı koruma sağlayan sistem Rafael firması tarafından ABD desteğiyle kurulmuştur. Demir Kubbe üç aşamadan oluşur. Buna göre korunan bölgede erken uyarı radarları, saldırı bilgisini komuta kontrol merkezine iletir, buradan da ilgili bölgedeki füze bataryasından patlayıcılı veya patlayıcısız (kinetik enerjiyle imha eden) füzeler fırlatılarak savunma sağlanır. Sistemin normal bir füze bataryasından farkı komuta merkezinin farklı bölgelerde dağınık şekilde bulunan radarlar ve yine dağınık şekilde bulunan füze sistemlerini uygun şekilde planlaması ve yürütmesidir. İsrail ayrıca ABD’li Raytheon firmasıyla beraber geliştirilen “Davud’un Sapanı” adlı sistemle balistik füzelere karşı koruma sağlayan benzer bir sistemi aktif olarak kullanmaktadır.

'Çelik Kubbe' yapılabilir mi?

Defense News tarafından her yıl ilan edilen dünyadaki en büyük 100 silah şirketinin açıklandığı listede Türkiye’den çoğunlukla 5 civarı firma oluyor. Konumuz gereği ürettiği silah, mühimmat, donanım açısından bakıldığında Aselsan ilgili radar sistemlerini geliştiren, Roketsan da benzer füzeleri üretebilen firmalar. Bu tarz bir komuta merkezini oluşturacak yazılım ve donanım da Savunma Sanayii Başkanlığı koordinasyonunda faaliyet gösteren askerî yazılım şirketleri tarafından yapılabilir. Aslına bakılırsa Havelsan, Kartal adı verilen komuta kontrol sistemini kamuoyuna tanıtmış ve NATO uygunluk sertifikası aldığını duyurmuştu. Dolayısıyla emperyalistlerin izin verdiği bu türlü bir altyapı mevcut. İşin bir diğer ilginç yanı ise “Çelik Kubbe” projesinin aynısının başka bir isimle Aselsan tarafından açıklanmış olması. Aselsan Genel Müdürü Nisan ayında yaptığı açıklamada Gök Kubbe adını verdikleri benzer bir sistem üzerinde çalıştıklarını ilan etmişti. Bu kapsamda kısa menzilli Korkut ve Sungur, orta menzilli Hisar ve uzun menzilli Siper sistemleri anlatılan savunma katmanlarını oluşturmaktadır.

Ukrayna-Rusya Savaşı'nda Ukrayna topraklarındaki askeri tesisleri korumak için kullanılan Alman Rheinmetall firması tarafından geliştirilen otomatik uçaksavar batarya sistemleri.

Kurşunu kurşunla vurmak

Kısa ve orta menzilli hedeflerin dışında özellikle balistik füzelerin hava savunma sistemleriyle vurulması havadaki bir kurşunun diğer bir kurşunla vurulmasına benzetilebilir. Teknolojik ilerlemeler, gelişkin radar sistemleri ve akıllı mühimmatlarla savunma sistemleri kurulsa da hava savunma sistemleri gerçek savaş koşullarında iddia edildiği kadar başarılı olmamaktadır. Savunma sistemlerinin gelişmesinin yanı sıra silahlar da gelişmekte, savunma sistemlerini atlatabilecek özellikler kazanmaktadır. Bunun dışında her türlü çevre koşulları, coğrafi etkiler, karmaşık sistemlerin entegrasyon problemleri vb. başarısızlıklara yol açabilmektedir. Silah ve savunma sistemlerini tarihçesinde sürekli olarak yaşandığı gibi daha iyi silah karşısında geliştirilen daha iyi bir savunma, yepyeni bir silahın geliştirilmesine yol açmaktadır. Bu anlamda günümüzde savaş senaryolarını değiştiren unsurlardan insansız hava araçları (İHA) saldırılarına karşı yepyeni hava savunma sistemleri geliştirilmektedir. Bunlar arasında kısa mesafe otomatik uçaksavar bataryaları sayılabilir. Öte yandan başta Havelsan olmak üzere bazı silah yazılım firmalarının otonom sistemler ve yapay zeka kullanılarak bu tür saldırılara karşı özel önlemler aradığı da biliniyor.

Rusya tarafından geliştirilen Kinjal adlı hipersonik balistik füze Ukrayna Savaşı’nda kullanıldı. Geleneksel füzelerden çok daha hızlı olan füze, savunma sistemlerinin cevap vermesine fırsat vermeden hedefi vurabilmekte. Ayrıca bu ve benzer füzeler, kendilerine karşı atılan füzeleri şaşırtmak için savaş uçakları tarafından kullanılan "flare" adı verilen ısı yayın madde atabilmektedir.

'Çelik Kubbe' nereyi, kimden koruyacak?

Bu aşamada projenin yapılabilir olduğunu tespit ettikten sonra kritik bir soruya geldik. Çelik Kubbe nereyi-kimden koruyacak? Burada eğer amaç İsrail’deki “Demir Kubbe” gibi yakın mesafedeki saldırıdan kimi kritik bölgeleri korumaksa bunun bölgesel olarak görece yapılabilir olduğunu gördük. Burada sadece bu tür projelerin olağanüstü maliyetli olduğunu hatırlatalım. Burada milyar dolar mertebesinde maliyetlerden bahsettiğimizi söylemiş olalım. 

Bunun dışında eğer önemli kentlerin veya kritik tesislerin korunması isteniyorsa bu savunma sisteminin daha büyük bir plan dahilinde kurulması gereklidir. Örneğin ülkemizdeki Malatya Kürecik NATO Radar Üssü, Romanya ve Polonya’daki Terminal High Altitude Area Defense (THAAD) adı verilen sistemin parçası. Açıklanan kuruluş amacı Avrupa’daki hedeflere yönelik olası saldırıların Türkiye’de erken haber alınması ve bu ülkelerdeki batarya sistemleri tarafından etkisiz hale getirilmesidir. Mesafeler ve coğrafi koşullar göz önüne alındığında örneğin İzmit Tüpraş Rafinerisi’nin balistik füzelere karşı korunması için yerleştirilecek erken uyarı sisteminin özgün koşullara göre planlanması gereklidir.

Yeri gelmişken belirtelim, Rusya’dan alınan S-400 sistemlerinin herhangi bir şekilde NATO Standartlarına göre işleyen savunma sistemlerine entegre edilmesi teknik değil siyasi bir meseledir ve açıkçası olası değildir. Bu açıdan bakıldığında herhalde Putin’den Dostluk Nişanı alan Özallı yılların artığı, vurguncu siyasetçi eskisi Cavit Çağlar’ın önerisini dikkate alıp bu sistemleri sessiz sedasız ücreti mukabil iade etmek en makul yöntem olacaktır!

Bağımsızlık edebiyatı

Ülkenin dış saldırılara karşı korunmasında bir problem yok. Ancak burada iki sorunlu nokta var. Birincisi kimin vatanı savunuluyor, ikincisi de kimin onayıyla savunuluyor. Eğer Tüpraş örneğinden gidilirse bu şirketin kimin yararına çalıştığı malum. Kamu kaynaklarıyla var edilen, emekçilerin ortak malı olan şirket 2005 yılında özelleştirildi ve kamu şirketleri zarar ediyor gerekçesiyle özel sermayeye devredildi. Bugün ülkede kârına kâr katıp kamu kaynaklarını talan eden, işçisine hak ettiğini ödemeyen, onun örgütlenmesine, greve çıkmasına engel olan bir sermaye iktidarı mevcut. Bahis konusu savunma sistemi bu düzenin korunmasına ve devam etmesine yarayacak. İkinci mesele ise imalat ve teknolojik kabiliyeti belirli bir seviyeyi aşmış olsa da Türkiye sermayesinin emperyalizme bağlılığı ve bağımlılığı. Burada sadece hammadde, son teknolojik gelişme ve ürünlerin dışında bir konudan bahsetmeye çalışıyoruz. Söz konusu şirketler ve genel olarak Türkiye sermayesi emperyalizmin önde gelen ülkelerinin şirketleriyle eşgüdüm halindedir, özellikle askerî ürünler ve süreçler NATO tarafından onaylanır. Dolayısıyla bu mekanizmadan bağımsız olarak herhangi bir adım atılması mümkün değildir.

Sonuç yerine

Bu yazı, özellikle silah sanayiinde bilinçli bir şekilde sapla samanın birbirine karıştırıldığı bir ortamda, daha kapsamlı siyasal analizlere teknik ve objektif bir temel oluşturabilmesi amacıyla kaleme alındı. Asıl vurgulanması gereken nokta ise herhangi bir savaş sisteminin bulunduğu coğrafyadan bağımsız olarak, hangi sınıfın çıkarlarını koruduğu olmalıdır. Zayıf olsun güçlü olsun bugün gündemde olan savunma sisteminin Türkiye’deki emekçilere değil Türkiye sermayesinin ve emperyalizmin çıkarlarına hizmet edeceği açıktır.

                                                            /././

MESEM aldatmacası -Rıfat Okçabol-

Piyasacı ve gerici iktidarlar oldukça, çocukların sömürülmesini önlemenin ve onlara eğitimde eşit fırsatlar sunulmasının olanağı yoktur. 

Eğitim Bakanlığı, 1977 yılında Çıraklık Eğitimi Genel Müdürlüğü’nü oluşturup bu genel müdürlüğe bağlı olarak ve örgün eğitimin dışında kalan Çıraklık Eğitimi Merkezleri’ni açmaya başlamıştır. 1983 yılında Çıraklık ve Yaygın Eğitim genel müdürlükleri birleştirilip Çıraklık ve Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğü adı verilmiştir. 2000’li yılların başlarında Çıraklık Eğitimi Merkezi adı Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM) olarak değiştirilmiştir. İlgili genel müdürlüğün adı da Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü olmuştur. MESEM’ler, ilk üç yıl çıraklık eğitimi ve son yılı ise kalfalık eğitimi olmak üzere 4 yıllık yaygın eğitim kurumlarıdır. MESEM’lerde öğrenciler, haftada bir gün ders görmekte ve dört gün işyerinde çalışmaktadır-sözde staj yapmaktadır. 

MESEM’ler 2016’da, örgün ve zorunlu eğitim kapsamına alınıp Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü'ne bağlanmıştır. MESEM mezunlarına, 2019-2020’den bu yana da, lise diploması verilmesine başlanmıştır. Bu değişiklikler, eğitim anlayışını sulandıran ve öğrencilerin emeğini daha çok sömüren bir uygulama olmuştur. Birbirinden farklı bilgi ve becerilerin aktarıldığı genel liseleri, meslek liselerini, imam hatip liselerini, açık liseyi ve MESEM’leri bitirenlere lise diploması vermesi (onların eşdeğerde bilgi ve beceri kazandıklarını varsayması) anlaşılabilir ya da kabul edilebilir bir durum değildir. 

Bir çarpıklık da, 15 yaşından küçük olanların çalıştırılmaları yasak olsa da MESEM’lerde 14 yaşındaki çocukların çalıştırılmalarıdır. İLO kurallarına göre çocukların günde 6 saatten fazla ya da akşam saatlerinde çalıştırılmaması gerekiyorsa da, MESEM’lerde İLO kurallarına da uyulmamasıdır. 

MESEM’lerin bir başka acımasız yanı, iş yerinde 4 gün çalışan öğrencilere, haftada 5 gün çalışan emekçilere verilen asgari ücretin çıraklık eğitimi görenlere %30 ve kalfalık eğitimi görenlere ise %50 kadarı ücret verilerek onların sömürülmelerinin resmen kabul edilmesidir. Öğrenci sömürülürken iş yeri sahibi de yaklaşık olarak her çıraklık öğrencisi üzerinden %70 ve kalfa öğrencisi üzerinden de %50 kadar tasarruf yapmış olmaktadır. Bu uygulamayla sömürülen çocuk sayısı ve dolayısıyla mali açıdan desteklenmiş olan iş sahibi sayısı da her geçen yıl artmaktadır. Örneğin 2021-22 yılında 1.000.033 olan MESEM’lere kayıtlı öğrenci sayısı, 2023’te 1.405.663’e ulaşmıştır. Bakanlığın MESEM’lerde sömürülen çocuk sayısını az bulduğu, 8 Eylül 2023’te Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle diğer liselerin birinci sınıfında sınıf tekrarı yapacak olan öğrencileri MESEM’lere yönlendirmeye başlamasından bellidir. MESEM’lerde öğrencinin sömürülmesi dışında, öğrenciler canlarından da olmaktadır. Son bir yılda 12 MESEM öğrencisi, iş yerinde yaşamını yitirmiştir. Bu arada son 7 ayda MESEM dışında iş kazasında ölen çocuk sayısı da 42’ye çıkmıştır. MESEM öğrencilerine dayatılan bu koşullar da anlaşılabilir ya da kabul edilebilir bir durum değildir.

Bakanlığın açıklamasına göre MESEM’lere kayıtlı 1.405.663 öğrenciden sadece 295.189’u 18 yaş ve altındadır ve 1.110.474’ü ise 19 ve daha büyük yaştadır. Bu sayısal durum bile MESEM’lerin zorunlu örgün eğitim içinde sayılmasının saçmalığını göstermektedir. 

MESEM uygulamasının zorunlu eğitim içine alınması, bakanlığın eğitim konusunda ne yaptığını bilmediğinin bir başka göstergesidir. Çünkü zorunlu eğitim süresi, yetişkin yurttaşların edinmiş olması beklenen bilgi ve beceri düzeyiyle ilişkilidir. Bu beklenti çoğaldıkça zorunlu eğitim süresi önce 5 yıla, sonra 8 yıla 2012’de de 12 yıla çıkmıştır. Zorunlu eğitimin temel işlevlerinden ilki öğrenciyi yetişkinlik yaşamına hazırlamak, ikincisi de onu bir üst eğitim kademesine- günümüzdeki durumda yükseköğretime- hazırlamaktır. Devlet, zorunlu eğitim süresine karar verirken, aslında yurttaşlara da, zorunlu eğitim süresinde her öğrenciye eşdeğerde eğitim vereceğim demiş olmaktadır. Oysa ülkemizde imam hatipte, açık lisede, meslek lisesinde, MESEM’de ve genel eğitim verilen liselerde okuyanlar, zorunlu eğitim anlayışıyla bağdaşmayan birbirinden dünyalar kadar farklı nitelikte öğrenim görmektedirler. Meslek liseleri ile MESEM’lerin temel işlevi öğrencileri yükseköğretime değil iş yaşamına hazırlamaktır. Açık lise uygulaması ise öğrencileri hiçbir yere hazırlamayan bir uygulamadır. Oysa yapılması gereken zorunlu eğitimde yerel gereksinimlere özgü olası 1-2 farklı ders dışında öğrencilerin aynı dersleri okumasıdır. Bu yöntemle zorunlu eğitim çağında olan tüm çocuklar, eşdeğer düzeyde genel eğitim göreceklerinden, kendilerini gerçekleştirme fırsatını yakalamış olacaklardır. Gelir düzeyi düşük aile çocukları, imam hatibe, açık liseye, meslek lisesine ya da MESEM’e gitmek zorunda kalmayacak ve yetenekleri doğrultusunda bir alanda öğrenimine devam etme şansı bulacaktır. Olabildiğince uzun süre alınan genel eğitim, aynı zamanda çocukların yeni bilgileri ve becerileri edinmelerini de kolaylaştıracaktır. Nasıl ki mühendis, öğretmen, zorunlu eğitim sonrasında yetiştiriliyorsa, imam da, çırak da, teknisyen de zorunlu eğitim sonrasında yetiştirilmelidir.  

Yukarıda özetlenen anlamsız uygulamalar, piyasacı ve gerici iktidarların işine gelmektedir. İmam hatipler, din dersleri, değerler eğitimi, AİHM’nin kararına karşın seçmeli derse dönüştürülmeyen din kültürü ve ahlak bilgisi dersi, ÇEDES uygulaması ile tarikat niteliğindeki diyanet ve diğer kuruluşlarla işbirliği yapılması, AKP’nin gerici yanını öne çıkaran uygulamalardır. Benzer şekilde çocukları genelde ucuz işgücü olarak yetiştiren açıköğretim, meslek liseleri ile MESEM’ler de AKP’nin piyasacı yanını öne çıkarmaktadır. Piyasacılığın bir başka boyutu da, özel öğretimdir. Devlet okulları yerine özelde okuyanlara destek verilmesi ve yoksullarla dar gelirliler açık liseye, dini ya da mesleki öğretime mahkum edilirken parası olanın özel okulda bilimsel eğitim görmesine yol açılması da piyasacı bir yaklaşımdır. Bu arada tarikat niteliğindeki kuruluşların kaçak/resmi özel okul açmasına göz yumulması da, gericiliği beslemek içindir. Piyasacı ve gerici iktidarlar oldukça, çocukların sömürülmesini önlemenin ve onlara eğitimde eşit fırsatlar sunulmasının olanağı yoktur. 

Bu konularda en anlaşılmaz durum ise, ülkemizde geçerli olan yasal mevzuatla bağdaşmayan bu uygulamaların hiç birinin Danıştay tarafından iptal edilmemiş olmasıdır; yasaların yok sayılmasıdır!

(soL)



Niğde'den sonra Ankara! Onlarcası katledildi...+ Atatürk Havalimanı Millet Bahçesi’ne vatandaş girişleri yasak + Tarikat hastanesinde 100 milyon TL'lik SGK vurgunu (SÖZCÜ)

 Niğde'den sonra Ankara! Onlarcası katledildi..

Ankara'nın AKP tarafından yönetilen Altındağ ilçesinde katledilmiş halde çok sayıda köpek bulundu. Yaşam hakkı savunucuları iğne ile uyutulduğu düşünülen köpeklerin görüntülerini yayınladı.

Niğde'de katledilmiş çok sayıda köpeğin bulunmasının ardından benzer bir olay da Ankara'nın Altındağ ilçesinde yaşandı. Altındağ ilçesinde çevresi çitlerle kapalı bir alanda katledilmiş halde onlarca köpek bulundu. Yaşam hakkı savunucuları bazı köpeklerin gömülmüş olduğunu tespit ederken, katledilen çok sayıda köpeğin poşetler içerinde çukurlara atıldığı  görüntülerine ulaştı. Yapılan ihbar üzerine olay yerine avukatların gittiği, durumun kolluk kuvvetlerine ve savcıya bildirildiği öğrenildi.                                         ***

Atatürk Havalimanı Millet Bahçesi’ne vatandaş girişleri yasak -Ali Selim Yamanlı-

Açılışını Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın yaptığı, Millet Bahçesi'ne çevrilen Atatürk Havalimanı'nın son durumu görüntülendi. Milyonlarca dolarlık uçak pistlerinin üzerine basketbol sahası, tenis kortu ve çocuk oyun parkı inşa edildi. İlk etabı açılmasına rağmen vatandaşlar Atatürk Havalimanı Millet Bahçesi’ne giremiyor.(https://www.sozcu.com.tr/ataturk-havalimani-millet-bahcesi-ne-vatandas-girisleri-yasak-p72917)

                                                                 ***

Tarikat hastanesinde 100 milyon TL'lik SGK vurgunu 

Siirt'te Nakşibendi cemaatine bağlılığı ve şeyhliğiyle bilinen Aydın Ailesi’nin özel hastanesinde, yataklar boş olmasına rağmen sistemde dolu gösterilerek kamudan ödenek alındığı ortaya çıktı.(
https://www.sozcu.com.tr/tarikat-hastanesinde-100-milyon-tl-lik-sgk-vurgunu-p72910)

(SÖZCÜ)