9 Ağustos 2024 Cuma

Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -9 Ağustos 2024-

 

Hukukun değil, Saray’ın dediği olur -Nurcan Bilge Gökdemir-

Atalay milletvekili seçilmesine yetecek halk desteğini aldı, AYM milletvekili olması gerektiğinin altını kalın kalın çizdi. Ancak cezaevinde ve görev yapamıyor. Saray'ın onayı olmadan o kapı açılmıyor.

Hem Milletvekili Can Atalay hem Türkiye İşçi Partisi, Anayasa Mahkemesi’nin “milletvekilliğinin gaspı”nı tescilleyen kararından sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne başvurdu. İktidarın hukuku ayaklar altına alarak cezaevinde tuttuğu, parlamentonun kapılarını açmadığı Can Atalay’ın yasama görevini yerine getirilmesi için engellerin kaldırılması talep edildi ve şu hatırlatma yapıldı:

“AYM kararının, Anayasanın 138. maddesi uyarınca TBMM’nin de bağlayıcı niteliği göz önünde bulundurulduğunda, başkaca bir işleme gerek duyulmaksızın Şerafettin Can Atalay’ın milletvekili kaydının yapılarak özlük haklarının tesisi hususu Anayasal bir zorunluluktur.”

Talebin, hukukiliği konusunda bir eksik yok. Milletvekilleri de yeterli imzayı taşıyan başvurularını Meclis Başkanlığı’na ilettiğinde şekil şartları da yerine getirilmiş olacak. Sonrası da çok basit, TBMM Genel Kurulu Atalay’ın milletvekilliğinin tescil edecek, Atalay cezaevinden çıkacak, Ankara’ya gelip yemin edip görevine gecikmeli de olsa başlayacak…

İktidarda TBMM yönetimi de bu sürecin böyle işletilmesi gerektiğini, AYM kararının, Anayasa’nın bağlayıcılığının olduğunu çok iyi biliyor elbette. Burada eksik olan bunu bilmiyor olmak değil, adını koyalım, Saray “kişisel sorunu” olarak kabul ettiği Gezi Direnişi’nin öne çıkan isimlerinden Atalay’ın cezaevinden çıkmasının, siyaset yapmasının yolunu açmak istemiyor. Gezi günlerinde yaşadıklarını, unutamadığı yenilgiyi hatırlamak istemiyor.

EKSİK OLAN HUKUK KURALLARI DEĞİL

AKP iktidarları döneminde sıradanlaşan, hukukun yok sayıldı uygulamaların en çarpıcı örneklerinden biri olan bizzat bir milletvekilinin seçilme, ona oy verenlerin de seçme hakkının elinden alındığı bir acayip olay Can Atalay şahsında yaşananlar. Türkiye’nin AKP’li siyaset tarihinde, hukuk tarihinde yaşananların en çarpıcı örneklerinden biri olan bu süreç Gezi Direnişi bahane edilerek Silivri Cezaevi’ne konulan Avukat Can Atalay’ın 2023 genel seçimlerinde Hatay’dan milletvekili seçilmesi ile başladı.

Tutuklu iken 75 bin Hataylı seçmenin oyunu alarak milletvekili seçilen Can Atalay’a yaşatılanların Anayasa’yla, hukukla, yasalarla açıklanabilir bir tarafı yok. Kuralların hâkim kılınması konusunda ısrarcı olmak elbette zorunlu ancak burada konuşulması gereken temel sorun, halkın oylarının parlamentoya yansıması ve bu oylarla milletvekili seçilenlerin de bu görevlerini yapabilmelerinin Saray’ın iradesine tabi olması. Türkiye bunu ilk kez yaşamıyor elbette, özellikle Kürt illerinden seçilen, aralarında Selahattin Demirtaş’ın da bulunduğu milletvekillerinin, belediye başkanlarının bu haklarının hoyratça ellerinden alındığına defalarca tanıklık yaptı Türkiye… Can Atalay uzun yıllardır süren bu despotizmin, antidemokratik siyasetin yeni bir örneği.

SİYASET TEHDİT ALTINDA

TBMM Anayasa ve Adalet Karma Komisyonu gündeminde çoğunluğu DEM Parti milletvekillerine ait bine yakın dokunulmazlığın kaldırılması talebini içeren dosya var. Bu dosyalardaki muhalefet milletvekilleri de bir gün Saray isterse Can Atalay’a yaşatılanları yaşayabilir.

Türkiye siyasetinin gelecek projeksiyonu içinde önemli bir yeri olması muhtemel isimlerden İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ya da başka yerel yöneticilerin de siyaset yapmasının yolu kolaylıkla kesilebilir. İmamoğlu’nun Yargıtay’da bekleyen iki yıllık hapis cezasının kesinleşmesinin sadece bir isteme, telkine bağlı olmadığını kim söyleyebilir?

Atalay örneğinde yaşananlara karşı “Ama Anayasa, ama Anayasa Mahkemesi kararı, içtihatlar, temel haklar…” temelinde dillendirilen itirazların çok anlamı olmadığını, Saray’ın duvarlarına çarpıp geri döndüğünü süreç zaten herkese gösterdi. Saray'ın bu talebi görmemesinden antidemokratik karakterinin dışında bir başka etki daha olduğu biliniyor. İktidar ortağı MHP'yi de kızdırmak istemiyor.

NE OLUR?

Şimdi AYM’nin gerekçeli kararının açıklanması, TİP Genel Başkanı Erkan Baş ve milletvekillerinin TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’u ziyareti, CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın’ın Meclis’in olağanüstü toplanmasını sağlayacak bir çoğunlukla toplantı çağrısı yapacaklarını açıklamasının ardından şimdi yanıtı aranan soru: “Ne olur, Kurtulmuş ne yapar?”

Bir parantez: (Numan Kurtulmuş’un Saray’ın istediğinin aksine bir irade ortaya koyabilmesini beklemeyi gerektirecek bir veri yok elimizde.)

Bu soruya hukuk kuralları çerçevesinde verilecek yanıt basit: “Can Atalay kütüğe kaydedilir, özlük hakları iade edilir, tahliye edilir gelip TBMM’de yeminini ederek göreve başlar?” Bu kurallar geçerli olsaydı zaten bugün yaşananların yaşanmayacağını belirttikten sonra devam edelim.

TBMM 15 Ağustos’ta Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas için olağanüstü toplanacak. Numan Kurtulmuş şubat ayındaki olağanüstü toplantı çağrısını Anayasa’ya aykırı bir şekilde görmezden gelmemiş olsaydı “120 milletvekilinin çağrısına uymak zorunda, yoksa Anayasa’yı çiğnemiş olur” derdik. Yine de genel beklenti bu kez TBMM’nin toplanacağı yönünde.

Ancak bu toplantının Can Atalay’ın milletvekilliğinin iadesi ile sonuçlanacağı beklentisi sıfıra yakın. Ankara’da senaryo muhtelif, en iflah olmaz iyimserlerin bile “Can Atalay’a milletvekilliğini iade ederler ama ilk fırsatta hükmü kesinleştirir, dokunulmazlığını kaldırır, yeniden cezaevine geri gönderirler” dediği bir ülkede bu despotik rejime karşı “Hukuk, temel haklar” denilerek bir sonuç alınabileceğini beklemek saflığa varan bir iyi niyet olur, diyerek tamamlayalım.

                                                                /././

Antep fıstığı sahipsiz mi? -Ozan Gündoğdu-

Geçen sene fıstığın kilosu 100 liraydı. Bu sene de 100 lira… Evet, fıstığın üreticiden çıkış fiyatı geçen yıldan bu yana hiç değişmedi. Çiftçi yüzde 61’lik enflasyona maruz kaldı, fiyatlar 2 katına çıktı ama mahsulün fiyatı değişmedi. Üreticiler isyanda.

Başlığın mucidi Antepli fıstık üreticileri… TMO, buğday alımı yapıyor, ÇayKur çayı alıyor, fındıkta taban fiyat var. Peki fıstık? Antep Fıstığı sahipsiz mi? Bu ürünlerin üreticileri dahi büyük gıda tekellerine emeklerini peşkeş çekmek zorunda kalırken, Antep fıstığında durum çok daha fena. Zira ne taban fiyatı var, ne de çiftçinin çıkarını gözettiğini iddia eden bir kurum. 21 bin çiftçinin ortağı olduğu Güneydoğu Tarım ve Satış Kooperatifleri Birliği (GüneydoğuBirlik) de yıllar önce satılmış. Haliyle çiftçi ile tüccar baş başa. Çiftçinin kaderi birkaç tüccarın iki dudağı arasında…

Çok sayıda tüccar olsa, tüccarlar birbirleriyle rekabet eder, fiyat daha cazip hale gelir. Fakat öyle değil. Yüklü fıstık alımlarını yapan baklava devlerinin sayısı belli. Tek seferde 2 bin ton alım yapan çikolata ve baklava devleri ne fiyat verirse, tüccarlar da ona göre fiyat belirliyor. Fıstık depolanabilir olduğu için bir tür emtia… Haliyle yaş meyve sebzeden farklı fıstık. Hasattan sonra depolanıyor, tıpkı altın gibi, gümüş gibi bir yatırım malına benziyor. Fıstık ne kadar ucuza kapatılırsa, yıl içinde elde edilecek kâr o kadar yüksek olacak. Çiftçiler, tüccar ne fiyat verirse, kaderine boyun eğiyor.

Geçen sene fıstığın kilosu 100 liraydı. Bu sene de 100 lira… Evet, yanlış okumadınız. Fıstığın üreticiden çıkış fiyatı geçen yıldan bu yana hiç değişmedi. Çiftçi yüzde 61’lik enflasyona maruz kaldı, ilaç ve gübre fiyatları 2 katına çıktı ama mahsulün fiyatı değişmedi. Haliyle üreticiler isyanda.

10 LİRALIK SUS PAYI

Ağustos’un başında, Antepli çiftçiler traktörleriyle eylem yaptılar, Antep halinin kapısına dayandılar. Bu eylemleri fıstığın kilosunun ancak 100 liradan 110 liraya çıkmasını sağladı. Bir çiftçi veryansın ediyor; “esir aldılar hepimizi, 10 liralık sus payı veriyorlar.”

Bu fiyata fıstık satılır mı? Çiftçinin de hiç mi aklı yok? Satmasınlar, depolasınlar, kurutup kışın satsınlar. Fakat bunların hepsi belli bir sermaye gerektiren işlemler. Maddi durumu daha elverişli olanların zaten yaptığı bu. Peki ya tüccara borçlu olanlar?

Tezgah dışarıdan görüldüğü kadar basit işlemiyor. Çiftçi ilaç mı alacak? Tüccarlardan alır. Gübre mi alacak? Tüccarlardan alır. Peki ya ödeme ne zaman? Hasat zamanında… Böylece yıl boyunca katlanan maliyetler, çiftçiyi tüccarın kapısına muhtaç eder. Çiftçi bir de tüccara borçlu. Nasıl satmasın ürününü?

Hasat zamanı belli. Tüccar alacağını bekliyor. Ne yapsın çiftçi? Başkasına sattım mı desin?

Çiftçi de akıllı olsun. İstanbul’da kurutulmuş fıstığın kilosu 800 lirayı görüyor. Sen ne diye yaş fıstığı 100 liraya satarsın? Bir yolunu bul, Antep’teki bir avuç tüccara değil de, perakendecilere sat fıstığını.

Bu öneri de dile geldiği kadar kolay değil. Çiftçi ürününü oradaki yerleşik tüccara satmazsa, kışın gübre ve ilaç ihtiyacını kimden karşılayacak? İlaçsız, gübresiz kalsa, ertesi sene malının hali ne olacak? Üstelik tüccar on yıllardır bu işin içinde, peki ya tüccara satmazsa ertesi yıl satabileceği bir perakendeci bulabilecek mi? Tüccar hiç değilse eldeki kuş, daldaki kuşa bakarken eldekinden olmak da var.

Haliyle tüccar ne fiyat verirse, çiftçi o fiyata razı gelecek.

Türkiye’deki toplam fıstık üretiminin yüzde 75’ini Antep ve Urfalı çiftçiler gerçekleştiriyor. Haliyle bölge halkı için en önemli geçim kaynağı fıstık. Zaten bu ürünün bölgedeki adı “Yeşil Altın”.

Eğer fıstık para etmezse, bölge halkının maddi durumu da bozuluyor. Haliyle fıstığın fiyatı, bölge esnafını da doğrudan etkiliyor. Fıstık fiyatı cazip olmazsa, bölgedeki berberler dahi bu durumdan zararlı çıkıyor.

Fakat sadece bu değil, fıstık fiyatı bölgedeki ücretleri de belirliyor. Fıstık para etmezse, çiftçinin çocukları tekstile işçi oluyor. Böylece işçi ücretleri de düşüyor. Bölgedeki tekstil fabrikaları Bangladeş’le rekabet ederken, tekstilciler de fıstığın ucuzlaması karşısında seviniyorlar. Ucuz fıstık demek, muhtaç işçi demek.

Peki tüm bunlar, tüketicinin ucuza fıstık tüketmesini sağlıyor mu? Elbette hayır… Türkiye’de üretilen fıstığın yarıya yakını baklavalarda kullanılıyor. Baklavanın kilosu artık bin liraya yaklaştı. Artık bu toprakların belki de en güzel tatlısı, bayramdan bayrama giriyor evlere.

100 MİLYARLIK RANT

Antep Fıstığı kimsesiz bırakılınca, fıstıktan ortaya çıkan rantı, bir avuç rantiye bölüşürken, milyonların geçimi rantiyeye peşkeş çekiliyor. Az değil, fıstık bir yıl çok, bir yıl az çıkıyor. Çift yıllar var yılı, tek yıllar yok yılı…

Çift yıllarda 240 bin ton fıstık üretiliyor. Kilosu 100 liradan hesaplansa, on binlerce çiftçinin cebine girecek toplam para 24 milyar TL. Ama bu 240 bin tonun gerçek değeri ne? Tüketicinin cebinden fıstık için çıkan para kilosu 500 liradan hesaplansa 120 milyar TL. Tüketicinin cebinden 120 milyar TL çıkıyor ama üreticinin cebine 24 milyar TL giriyor. Aradaki yaklaşık 100 milyar TL’lik pastayı ise bir avuç tüccar ve baklava üreticisi paylaşıyor.

Üretici de soruyor; Biz neden sahipsiziz?

                                                             /././

Bu kadarına râzıysan eğer...-Zafer Arapkirli-

Ne güzel şarkıdır, “Begonvil”

Sezen Aksu’nun sözleri, Bülent Özdemir’in müziği ile dillerimize pelesenk olmuştur. Romantik bir sitemin, harf ve notalarla bu kadar dokunaklı ifade edildiği ender örneklerden biridir.

Nakaratın sonunda şöyle der Sezen:

“Bu Kadarına Razıysan, Yaşa Gitsin...”

Bu yazıyı yazarken de sonuna kadar açtım sesini, onu dinliyorum.

Geçen gün adam çıkmış televizyonda avazı çıktığı kadar bağırıyordu:

“Bir takım cibilliyetsizleeeer!..”

O rahatsız edici sesi de bastırır belki, diyerek.

Neymiş efendim? O’nun çok sevdiği ve ideolojik yoldaşlık içinde olduğu ve dünyaca terörist olarak tescillenmiş birini biz sevmiyormuşuz. Sadece biz değil, on milyonlarca kullanıcısı olan bir sosyal medya uygulamasının işletmecileri de sevmiyormuş. Hatta, o şahıs için tek başına “kafadan” ilan ettiği milli yas da eleştiriliyormuş. Bunun adı da “cibilliyetsizlikmiş”

Şimdi burada, “asıl cibilliyetsizlik...” diye başlayan milyonlarca maddeden oluşan bir liste yapmak mümkün de...

Yerimiz dar. Kısa bir liste de kesmez beni. Kalsın şimdilik.

Aynı günlerde, Anayasa Mahkemesi (AYM), ki kararlarının herkesi bağladığı Anayasa tarafından emrediliyor, Hatay Milletvekili Avukat Can Atalay’ın “hukuk darbecilerinin tüm söylemlerine ve yok hükmünde kararlarına rağmen” milletvekili unvanını koruduğuna hükmetti. Hem de 3’ncü kez bu yönde aldığı kararla. TBMM’nin “Milletvekilliğini düşürdük” kararının da yok hükmünde olduğunu söyledi.

Buna rağmen, Saray’ın bir “Uçuk” bürokratı “Anayasa Mahkemesi kim lan?.. Aldığı karar yok hükmündedir” gibilerden vızıldadı. Resmen şunu demiş oldu:

“Biz siyasi otorite olarak (kendisini Anayasa’nın ve AYM’nin üzerinde gördüğü yetmiyormuş gibi, seçilmiş bir siyasi yönetici gibi de görüyor) ne dersek o. Bizim dışımızda herkes yok hükmündedir”

Sonra da “Yahu sen bir bürokratsın. Hangi yetki ve cür’et ile böyle konuşabiliyorsun?” diyenlere cevaben, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde üst kademe yöneticiler, diğer kamu görevlilerinden farklıdırlar. Seçilmiş iradeye karşı tarafsız olmak gibi bir rolleri yoktur” deyiverdi.

Aslında (maalesef) doğruyu söylediğini o da biz de biliyoruz. Çünkü rejimin tam da “bu yönde” değiştiğini daha o günlerden, hattâ Anayasa değişiklik metni ortaya çıktığı andan itibaren söyleyegeldik.

Çünkü rejimi değiştirenler, o gün yapılan hileli referandumun sonucunu tescil edenler, “hayır” çıkmasına rağmen “evet” diye ilan edilmesine ses çıkarmayanlar, “Efendim sokakta silahlı insanlar var diye duyum aldık. Aman tatsızlık çıkmasın dedik. O yüzden halkımıza evinizden çıkmayın dedik. Başka çaremiz yoktu”cular. Yani Kemalgiller, Özgürgiller. Alayı bu sözleri duyunca ne hissettiler bilemiyorum.

Ama, ben ne hissettiğimi buraya yazarsam bu sütunun “tadı” kaçabilir.

Yine aynı günlerde TÜİK yöneticileri, aylık ve yıllık enflasyon oranlarını açıklarken 6,256 TL’lik ev kiralarından, 34 TL’lik doktor muayene ücretinden, litresi 116 TL’ye zeytinyağından filan söz ederek halkın anasına avradına söverken “öyle bir kaygı içinde” değiller.

Yıl olmuş 2024. Bütün dünya, ortak bilgi ve görüş değiş - tokuşu yaptıkları platformlar kurmuş. Siviller de, yönetimler de bu sistemi almış kabul etmiş, kullanmaya başlamış. Ticaret de, şahsi paylaşımlar da, siyasi propaganda da, deyim yerindeyse “Allah ne verdiyse” buralar üzerinden dönmeye devam ediyor. Ama Kuzey Kore’den Çin’e, İran’dan Rusya’ya bazı “örnek(!) demokrasi”lere özenen bizimkiler “Benim istemediğimi yazamazsın. Benim istediğim içeriği de çıkaramazsın” diye mızıkçılık edip, on milyonlarca insanın iletişimini engellemeye - yasaklamaya kalkışıyor. Bir de utanmadan (nasıl bir zeka düzeyiyse?) yasak süresince, kendileri VPN kullanıp kendi paylaşımlarını dolaşıma sokabiliyor, yüzsüzce ve arsızca!

Bu bizimkilerden bir tanesi de, sosyal medyayı “Şeytanın Merkezi” gibi sözlerle tarif edip, kendini ve savunduğu zihniyeti iyice rezil ve pespaye duruma sokuyor.

Buna bir şey derdim ama...

Anlamaz ki, gözündeki yasakçı faşist kara gözlüklerden okuyamaz, kulaklarındaki faşist tıkaçlardan ötürü duyamaz ki.

Tam bunlarla uğraşırken, üzerinden henüz 1,5 yıl ancak geçmiş olan “Yüzyılın en büyük deprem felaketinin” mağdurlarına ağır ve galiz hakaret niteliğinde mahkeme kararları peş peşpeşe gelmeye devam ediyor. “Kolon kesip dükkan yapan adamlar, yüksek sesli, iyi bağırmasıyla ünlü ‘celebrity’ avukatlar ve cömert ücretli bilirkişiler marifetiyle” aklanıyor. Mezarlarda yatan on binlerce masum deprem kurbanının anılarına adeta küfredercesine.

Koskoca bir devletin (“Cihan Devleti”ydi değil mi?) İçişleri Bakanı, daha “kendi adresine yasadışı göçmen kaydı yapıldığı” haberlerinin şokunu atlatamamışken, 700,000 civarında göçmenin “Adreslerinde bulunamadığını” açıklamaktan sıkılmıyor bile.

Halbuki sorsa, “Gelin yahu. Burada, benim evde saklanıyorlar. Zaten sınırdan da, içeri ben soktum alayını...” diyeceğim de. Sormuyor bir türlü.

Şimdi ben soruyorum, Sezen’in nefis mısraları ile:

Ey benim sevgili halkım.

“Bu kadarına râzı mısın?

Ama sadece sormuyorum

“Râzı olma!..” diyorum.

Kalk ayağa, itiraz et!.

Bu son şansın olabilir.

“Râzı olarak” kendine hakaret etme.

Aşağılama benliğini.

Lâyık değilsin bunlara.

Bu kadarına râzı olup da, “yaşama, gitmesin.”

Yazık!

                                                                /././

Cami önünde rektörlük dilenen üniversite hocaları -Zafer Ercan-

Yalçın hocamın kavgasına bin selam!

“Eskiden ‘cahil’ diyorduk ve şimdilerde kibar olduk, ‘üniversite hocası’ diyoruz.” diyerek üniversite hocasının ne olduğuna ilişkin farklı bir bakış açısı getiren Yalçın Hoca’ya (Yalçın Küçük), bir zamanlar birlikte hapis yattığı koğuş arkadaşı Kürt İdris, “Allahıma, Allahıma, hocam ne güzel mahpus yatıyor” diyerek hocaya çok daha farklı bir yerden bakıyor ve derinlik kazandırıyordu.

Koç Vakfı’nın Kürt İdris’e “kabadayılık” alanında ‘Vehbi Koç Ödülü’ vermesi beklenmezken Yalçın Hoca’nın kendisine bu ve benzeri ödüllerin verilme önerisini ağır bir hakaret sayacaktır. Bundan kuşku duyacak bir delikanlının olacağını da zannetmiyorum. Bu tür ödüller her kabadayıyı bozar. ustalaşmasında ‘Sevdalınız Komünisttir’ sermaye sınıfına meydan okuyan şiirlerinin ekmeği de olan usta tiyatrocu Genco Erkal’ın, Kenan Evren’e yazdığı mektupla komünistlerin yok edilmesini isteyen Vehbi Koç’un adına verilen Vehbi Koç Ödülü’nü almış olması -yakışıyor veya yakışmıyor- ötesinde üzücüydü.

Kürt İdris kabadayılıkta sınır tanımıyordu da 1900’lerin başında İsmail Beşikci’ye yaklaşarak: “Hocam; bizim adımız babaya, kabadayıya çıkmış ama asıl kabadayı sizsiniz” diyerek Beşikci’yi dolaylı olarak kabadayı yapıyor ve bunun yanında “entelektüel”lik ile “kabadayı”lık arasında bir bağ kurarak aralarındaki ilişkilerin neler olabileceğinin yolunu açıyordu.

Kabadayı ile üniversite hocası arasındaki farklılığı görebilmek için “Noam Chomsky de bir ‘kabadayı’ mıydı?” gibi benzeri soruları yabana atmamak gerekir. Bu tür soruların “Einstein ‘incedayı’ mıydı?” sorusunu tetiklemesi muhtemeldir. “İncedayı”ya slogan atmak yakıştırılmazken “kabadayı”nın slogan atmasında da bir mahsur yoktur.

Yukarıdaki paragrafların her birinde sıklıkla “kabadayı”lıktan bahsedildi. Henüz “Kabadayı Üzerine Tezler” yazılmamış olması, bu kavramın üzerine yüzlerce kitap yazılmış olan “aydın” kavramından daha az bilinmiş olmasıyla sonuçlanmıyor. Bu yazı çerçevesinde “Kabadayı”yı, doğası gereği, tanım çerçevesinde anlamaya çalışmanın gereği de yok. Tıpkı “deli” ya da “serseri” durumları gibi.

∗∗∗

Yaklaşık yirmi yıl önce “ilk 500’e giren üniversiteler” sıralaması yapıldı ve benzer sıralamalar yaygınlaştırıldı. Pazarlamacılığa yönelik bu tür sıralamaların ve bunun üzerinden “kredi dayatmacılığının” Türkiye borazanlığını Orhan Bursalı ve akıl hocalığını da Ali Mehmet Celâl Şengör yapıyordu. Bunun bir öncülü, Tosun Terzioğlu ve Erdal İnönü’nün girişimiyle üniversite hocalarına “yayın teşviki” üzerinden “dilenci hocalığın” yolunun açılmasıydı. Bunun sonucu olarak basbayağı hırsızlar “yayın teşviki” üzerinden başta TÜBİTAK’ın kasası olmak üzere birçok kasayı boşalttılar. Bunun bir çukur olduğunu anlayana kadar iş işten geçmişti. “Yayın Teşvik” uygulaması, sonraları dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu tarafından akademik teşvike dönüştürülmüş, bu teşvikleri alabilmek için de “üniversite hocaları” puan toplama derdine düşmüş ve farkında olamadıkları çukurlarda çırpınmışlardı. Bu tür hesaplarla hocalar matematiklerini geliştirirken hırsızlık sanatını belirli bir aralıkta da öğrendiler.

ODTÜ’de bir rektörlük seçim günü, rektör adayları Kültür Kongre Binası’nda zavallı zavallı köşe bucak oy avı peşindeyken, baktım, adaylardan biri bana doğru geliyor, “oyunu bana ver” dilenciliğine düşeceği kişiliksiz durumuna neden olmamak için, adayı koruma ve utandırmama bağlamında, kendime yaklaştırmadan oradan uzaklaşmıştım. Özellikle 1980’li yıllardan itibaren ODTÜ yönetimiyle Devrim Stadyumu’ndaki “Devrim” arasındaki ilişki, CHP yönetimiyle maden işçileri arasındaki ilişkiye benzer; birincisinde “Devrim”, yönetim için zararsız bir dekorasyondan ibaret iken ikicisinde maden işçileri, CHP için bir propaganda malzemesidir. 1980’den sonra ODTÜ rektörlerinin hiçbiri “68 kuşağı”nın “anarşik” olaylarına hiç mi hiç bulaşmamış kişilerinden oluşmuştur.

∗∗∗

2003 yılında Gazi Üniversitesi rektörü Prof. Rıza Ayhan imzasıyla üniversiteden “kovulan” Yalçın Küçük’ün, kararın hukuksuz olduğunu ve geri alınması gerektiği konusunda “Rektöre Redname” olarak bilinen yazdığı uyarı yazısında “Sizler, vakıf üniversitelerinin, Koçların, Sabancıların, sabetayistlerin üniversitelerinin değirmenlerine su taşıyanlarsınız.” diyerek Rıza Ayhan’a verilmesi gereken yanıtı bir “aydın korkusuzluğuyla” veriyordu.

Zaman zaman medyada “şu üniversitede isme teslim akademik kadro ilanı” türünde haberler yer alır. Aslında asıl yer alması gereken haber “şu üniversitede isme teslim olmayan akademik kadro ilanı verilmiştir” biçiminde olmalıdır. Bu kadro ilanlarının hemen hemen hepsi, iyi niyetli olarak bakıldığında, mevcut yasa ve yönetmeliklerin yetersizliği nedeniyle, “ihaleye fesat karıştırma” biçimindedir. Bu durumun düzeltilmesi için, bu zamana kadar hiçbir üniversitenin herhangi bir girişimi olmamıştır.

Bir zamanlar binbir seçim sahtekarlığıyla atanan rektörlerin atanma biçimi değişti. Şimdi, “Bu kulunuzu rektör olarak atayın” başlıklı dilekçeyle başvuran adaylar arasından rektörler seçilmektedir.

Evet, günümüzde üniversiteler birçok açıdan dilencilik kurumlarına dönüştürülmüştür. “Eskiden ‘cahil’ diyorduk ve şimdilerde kibar olduk, ‘üniversite hocası’ diyoruz.” ifadesinde geçen “üniversite hocaları” hocalık yapmakta ve cami önünde rektörlük dilenen hocalar, üniversitelere rektör olarak atanmaktadır!

                                                     /././

                                         Birgün - GÜNDEM

Ankara'da yolcu otobüsü kaza yaptı: 11 kişi hayatını kaybetti, 24 kişi yaralandı

Ankara'nın Polatlı ilçesinde yolcu otobüsünün köprünün ayağına çarpması sonucu meydana gelen trafik kazasında 11 kişi hayatını kaybetti, 24 kişi de yaralandı. Ankara Valisi Vasip Şahin fren izinin olmadığını ve şoförün uyumuş olabileceğini söylerken, kazanın nedeninin araştırıldığını ifade etti. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, kazaya ilişkin soruşturma başlatıldığını açıkladı. Tunç, "Bir Cumhuriyet Başsavcı vekili koordinesinde 3 Cumhuriyet Savcısı görevlendirilmiştir" dedi.(https://www.birgun.net/haber/ankara-da-yolcu-otobusu-kaza-yapti-11-kisi-hayatini-kaybetti-24-kisi-yaralandi-550850)

                                                                            ***

Bilal Erdoğan vergi ödememiş -İsmail Arı-

Vergi ödemeyen yandaşlar listesine her geçen gün yenileri ekleniyor. Bir yandan kemer sıkma politikaları ile halkın cebindeki üç kuruşa da göz dikilirken diğer yandan iktidara yakın isimlerin yıllardır vergi ödemediği açığa çıkıyor. AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan, Mis Hediyelik Eşya Sanayi Ticaret Limited Şirketi’nin uzun yıllardır ortağı. İstanbul Ticaret Odası’nın kayıtlarına göre, 2009 yılında kurulan bu şirketin yüzde 25’i Bilal Erdoğan’a ait. Diğer ortaklar ise Ali Bahadır Yeşil ile Mustafa Esenkal. Ancak Gelir İdaresi Başkanlığı’nın verilerine göre, Mis Hediyelik Eşya 2021, 2022 ve 2023 yılında hiç vergi ödemedi. Şirketin merkezi olarak gösterilen Fatih’teki adresinde de “Çay Saati” isimli bir kafe yer alıyor.           ***

Hac rekoru Karagöz’de -Mustafa Bildircin-

Milyonlarca yurttaş sıra beklerken aralarında yöneticilerin eşlerinin de yer aldığı onlarca kişiyi kurasız hacca götürdüğü ortaya çıkan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın "en talihli" hac görevlisi belli oldu. Düzce İlahiyat Fakültesi Dekanı İsmail Karagöz’ün, en az 15 kez hacca gittiği belirlendi. İsmail Karagöz, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan ayrıldıktan sonra Düzce İlahiyat Fakültesi’ne geçti. Fakültede dekanlık yapan Karagöz’ün, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda müfettişlik, iç denetim, Din İşleri Yüksek Kurulu Üyeliği, Rehberlik ve Teftiş Kurulu Başkanlığı görevlerini yürüttüğü kaydedildi.(https://www.birgun.net/haber/hac-rekoru-karagozde-550810)

                                                                  /././

Merkez Bankası hayal dünyasında -Havva Gümüşkaya-

TCMB gerçekçi bulunmayan yüzde 38 yılsonu enflasyon tahmininde değişikliğe gitmedi. Başkan Karahan, asgari ücret ile ilgili soruya karar verici ya da tavsiye kuruluşu olmadıklarını belirterek kaçamak yanıt verdi.(https://www.birgun.net/haber/merkez-bankasi-hayal-dunyasinda-550790)

                                                                     ***

Üreticide bıçak kemiğe dayandı -Bilge Su YILDIRIM-

Hangi taşın altına baksan devletin yanlış tarım politikası çıkıyor. Üretici toprağıyla kavga eder durumda. Tarlada üretemeyen çiftçiler traktörleriyle ülkenin her sokağında eylem yapar duruma geldi. Domates üreticisinden 3 liraya mal ettiği ürünü 2 liraya satması isteniyor. Salça üreticisi sanayiciler çiftçiyle yaptıkları 5 liralık alım sözleşmesine uymuyor. Çiftçi isyan etti: Tek çare sokağa inmek.(https://www.birgun.net/haber/ureticide-bicak-kemige-dayandi-550832)                                                ***

Dolandırıcılığını mahkeme tescilledi -İsmail Arı-

Yurttaşların parasını aldığı halde evlerini teslim etmeyen Doğu Perinçek’in danışmanı Emin Adanur’un yargılandığı bir davada karar çıktı. Adanur’a ‘nitelikli dolandırıcılık suçundan’ 9 yıl 4 ay hapis cezası verildi.(https://www.birgun.net/haber/dolandiriciligini-mahkeme-tescilledi-550572)

 (BİRGÜN)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder