‘Sol adına tuhaf bir tuzağa düşülüyor’ - Ali Ufuk Arikan-
TKP’li Arikan’dan ekonomi değerlendirmesi: Ali Ufuk Arikan, TKP’nin şirketleri hedef aldığı çalışmasını değerlendirirken, muhalefetin düştüğü yanlışa işaret ediyor.
Ülkenin gündeminde ekonomi var. İktidar bloğu ortaya “Şimşek programı”nı attı. Yerel seçimdeki başarısız sonucun ardından AKP, ekonomi alanında yürüyen tartışmayı kendi istediği eksende tutmakta yeniden başarılı olmaya başladı. Fahiş fiyatlar, süper-kârlar konuşulurken insanlar açgözlü patronlara ileniyor, kaynağı belirsiz vergi levhası sızıntıları vergisini düzgün veren patronlara şükrettiriyor.
Bu tabloda AKP’nin kurmaya çalıştığı söylemin tamamen dışına çıkan, Türkiye Komünist Partisi (TKP) oldu.
TKP, geride bıraktığımız iki haftada Türkiye’nin en büyük şirketlerinden yedisini hedef aldı, kârlarıyla halk için neler yapılabileceğini anlattı. TKP’nin bu çalışmasını ve genel olarak ekonomiyi, TKP Merkez Komite üyesi Ali Ufuk Arikan’la konuştuk.
Arikan, ekonomi tartışmasında muhalefetin bir kısmının bile isteye Şimşek programını desteklediğini, bir kısmınınsa tuhaf bir tuzağa düştüğünü söylüyor.
“Türkiye’de patronları hedef aldığı söylenen herhangi bir başlık, başta Koç’u, Sabancı’yı rahatsız etmiyorsa, açık söyleyelim, patron düzeninin kulağında sinek vızıltısı kadar bile tehdit olamıyordur” diyor.
“Muhalif medya”nın da büyük oranda, tıpkı Erdoğan gibi, “sermaye düşmanlığı yapılmasına fırsat vermeyen” çarkın parçası olduğunu dile getiriyor.
TKP yaz aylarının en dikkat çekici siyasi çıkışlarından birine imza attı. Ülkenin en büyük holdinglerinden birçoğunun kapısına gidip eylem yaptı, “Bu holdinglerin mal varlığı ve kârı halkımıza feda olsun” dedi, bunları devletleştireceğini söyledi. Ekonomi, malum, son dönemde Türkiye’deki herkesin birinci gündemi. Bu alanda yapılan bu çıkışın daha sloganında bir farklılık göze çarpıyor. Birçok muhalif ekonomist, son bir iki yıldır firmaların “haddinden fazla” kâr ettiğini söylüyor, “süper-kârlar” söylemi ortaya çıktı. Fakat TKP yalnızca kârlar demedi, mal varlıkları da dedi.
Evet, bunun bir nedeni var… Ortada bu düzenin halkımızın sırtına yüklediği koca bir yük var. Bu yük her geçen gün daha da katlanılamaz hale gelirken, düzenin pervasızlığının kaynaklarından biri de gerçeği gizleme mahareti, “cambaza bak” diye sürekli başka noktaları işaret etmesi.
Biz cambaza bak diyenlere, yoksullaşmamızın gerçek kaynağını göstermek ve buna karşı mücadeleyi büyütmekle yükümlüyüz. Yaptığımız şey, gerçek hırsızları, yoksulluğun gerçek kaynaklarını doğrudan işaret edip kapılarına dayanmak oldu.
Kısa bir hatırlatma olsun, sadece Yıldız Holding’in bir yıllık kârına el koyduğumuzda 1 milyon 208 bin 333 öğrencinin bir yıl boyunca sağlıklı beslenmesini sağlıyoruz.
Sadece Rönesans Holding’in bir yıllık kârına el koyduğumuzda 2100 mahallede 210 bin çocuk kapasiteli kreş yapılmasını, 19 bin kreş personelinin istihdam edilmesini sağlıyoruz.
Sadece Koç’un bir yıllık kârına el koyduğumuzda 163 bin 472 ataması yapılmayan öğretmenin yıllık maaşını ödüyoruz.
Bunlar ‘küçük’ örnekler. Birkaç ailenin el koyduğu yıllık gelirlerden söz ediyoruz sadece, bir de bunun yıllar içinde birikmesiyle oluşan devasa servetler var. Bu servetler halkın emeği, alınteri ve kanıyla inşa edildi.
TKP, bu tabloda cambazla oyalanmayın diyerek, asıl olanı işaret etti. Bu eylemler de bu nedenle ilgi çekti.
Burada kısa bir parantez açmak isteriz. Son zamanlarda görüyoruz ki, ‘sol’un bir kısmı da cambaza bakmaktan gerçeğe işaret edemez hale geldi, bunu da ekleyelim. Son vergi tartışmalarına da bu gözle bakıyoruz.
Niye, şirketler doğru düzgün vergilerini verseler yetmez mi?
Hiç lafı dolandırmadan yanıtımızı verelim, yetmez!
Ekonomi meselesindeki söylemin nasıl şekillendiği ilginç. Önce enflasyona maaşların sebep olduğu söyleniyordu, insanlar büyük tepki gösterdi. Sonra kârlar meselesine odaklanıldığında AKP de ayak uydurdu ve ısrarlı bir şekilde “fırsatçı patronları” hedef tahtasına oturttu. Üzerine vergi paketi geldi ve çeşitli firmaların vergi levhaları sızdırılmaya başlandı, bunlar da genelde hükümete yakın kanallardan yayıldı. Bu defa kamuoyu tepkisi, “vergisini ödemeyen şirketlere” yöneldi. TKP’yse ısrarla bu topa girmiyor, en büyük holdinglerin mal varlıklarına el konulması gerektiğini söylüyor. Muhalefet tuzağa mı düşüyor sizce?
“Kazan kazanabildiğin kadar, bunun vergisini verirsen sorun yok. E bak Koç’u Sabancı’sı vergisini veriyor, sürekli vergi rekoru kırıyor, ne güzel…”
Bunu sol değil, patron düzeni söyler. Bu düzende “vergide adalet” gibi tuhaf taleplere rastlıyoruz. Koç ve Sabancı sömürdüklerinin vergisini ödeyip yollarına devam etsin. Yandaşlar ve baş altı bazı patron grupları ise vergilerini yeterince vermiyor, hatta hiç ödemiyor, onlar da ödese sorun kalmayacak!
Tekrarlayalım, düzgün şekilde vergilerini vermeleri, yetmez.
Muhalefetin bir kısmı tuzağa düşmüyor, örneğin CHP. Onlar bu düzenin bu şekilde sürüp gitmesinden, yukarıdaki formülasyonun hayata geçmesinden yana. Bunu da açıklıkla ilan ediyor.
Ama “sol” adına gerçekten oldukça tuhaf bir tuzağa düşülüyor. Türkiye’de büyük sermaye grupları vergi ödüyor, hatta bazıları “rekor” bile kırıyor. Onlar bu düzende hırsızlığın kaynaklarının vergi oyununun çok ötesinde olduğunu bilecek kadar büyümüş durumdalar.
TKP, vergi kaçırmıyorlar, vergilerini tıkır tıkır ödüyorlar demiyor, bu düzen zaten her şeyin ötesinde hırsızlık üzerine kurulu. Vergiyi halktan alıyorlar, kaynakları patronlara aktarıyorlar, sınırsızca. Bu sanıyoruz herkes için oldukça net.
Ancak burada bir tuzak var ve herkes bu tuzağa kolaylıkla düşer hale gelmiş durumda. Burada tablonun kendisine değil, örneğin vergi başlığına odaklandığınızda, farkında mısınız büyük patronlar bu tartışmadan hiçbir şekilde rahatsızlık duymuyor? Büyük sermayenin rahatsızlık duymadığı bir başlık, bu düzene karşı mücadele ettiğini söyleyenler için bir sorun değil mi?
Bakın yukarıda sadece bir yıllık kârlarıyla kondukları servete dikkat çektik, bu sürüp gitsin, ama biraz daha vergi ödesinler!
Bunu bu düzenle bağını koparamayanlar söyler ama sömürü düzenini sonlandırmak için mücadele edenler, ötesini söylemek zorunda. TKP ötesini çok açık söylüyor, kârlarına da, mal varlıkları da el koyacağız. Üstelik el koyacaklarımız listesinde üst sıralarda yer alanlar, ‘vergi rekoru’ haberine konu olan patronlar olacak, çünkü en büyük kaynağın üzerine onlar çöreklenmiş durumda.
İşaret ettiğiniz noktadan gidelim, sermaye kesimlerinde de canlı bir tartışma var. Hafta başında sanayi odası başkanları TOBB’da buluştu, ortak açıklama yaptı, “uygulanan programı destekliyoruz” diye başlayan açıklamanın tamamı serzenişle doluydu. Vergi levhası sızıntılarına tepki gösterildi, KOBİ’lere verilen kredilerin sınırlanmasından şikayet edildi, “istihdamı zorlaştıran mevzuat katılıklarından” dem vuruldu, ki bu sonuncusu, açıkça işçileri daha fazla sömürme talebi demek. Ama sizin de dediğiniz gibi TÜSİAD kanadında, en büyüklerde, hiçbir rahatsızlık göze çarpmıyor. Siz de eylemlerinizde esas olarak bunları hedef aldınız. Ne oluyor sermaye cephesinde?
Hiçbir rahatsızlık duymadıkları çok açık. Bu düzenin merkezinde duran büyük sermaye gruplarının vergi gündemli bir tartışması yok. Vergi ödememek gibi bir dertleri de yok. O kadar büyük servet biriktiriyorlar ki, onun vergisini ödesinler, sorunlar çözülsün tartışması, düzeni, büyük sermaye gruplarını rahatlatıyor. TÜSİAD’ın vergi başlığındaki bu tartışmayı desteklemesi gerçekten bir şey anlatmıyor mu? Sorun buraya daraldığında, en çok bu düzen koruma kalkanına sahip oluyor.
Üstelik bu tartışmalar belli bir yaptırıma dönüşürse küçük ve orta ölçekli bazı parazitlerden kurtulacaklarını düşünüyor suyun başını tutan büyük gruplar.
Türkiye’de patronları hedef aldığı söylenen herhangi bir başlık, başta Koç’u, Sabancı’yı rahatsız etmiyorsa, açık söyleyelim, patron düzeninin kulağında sinek vızıltısı kadar bile tehdit olamıyordur.
Onların karşısına "biriktirdiğiniz her şey halktan çaldıklarınızdır, hepsini devletleştireceğiz” diye dikilmediğimiz sürece, rahatlarına bakmaya devam edecekler. TKP ilkini yapma kararlılığında, bu sesi, fikri, mücadeleyi mutlak olarak güçlendirme kararlılığında.
Yeniden TKP’nin son çalışmasına dönelim. Bir yandan TKP’nin çıkışı kamuoyunda çok ilgi çekti, diğer yandan basında neredeyse hiç yer bulamadı. Siz de uzun yıllar gazetecilik yaptınız. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu tabloyu?
Medyada sansür konusunda onlarca tez, araştırma, makale ve kitap var. Yine bu konuda birçok ince değerlendirme de… Ama bu eylemler sonrasında ister AKP medyası olsun, ister CHP medyası, isterse de adına “muhalif” medya denilsin, sansür konusunda o kadar da “ince” çalışmalara, ciltler dolusu kitaba ihtiyaç olmadığını ortaya koydular.
Ortada medyanın tamamını teslim alan, adı da konulmuş, açık bir sansür var.
Koç’tan, Sabancı’dan, Rönesans’tan, Yıldız’dan, Anadolu’dan reklam alan “muhalif” ve “yandaş” medyamız aynı zeminden beslenen bu sansürün paydaşları konumunda. Açık söyleyelim, Erdoğan’ın çizgisiyle uyumlu bir medya tablosu var karşımıza. Ne demişti Erdoğan, “sermaye düşmanlığı yapılmasına fırsat vermeyeceğiz.” Bu eylemler gösterdi ki, buna izin vermeyecek olan sadece Erdoğan medyası değil, adına “muhalif” denilen medya da bu çarkın büyük oranda parçası…
/././
'Hekim kalmadı' diye acil servis kapanmıştı: Dokuz Eylül'den yasaya aykırı görevlendirme hamlesi -Aslı İnanmışık-
Acil servisinin bir bölümü kapatılan DEÜ Hastanesi'nin asistan hekim eksikliğini kapatmak için hukuka aykırı şekilde bakanlık kadrosundaki hekimleri kurumda görevlendireceği iddia edildi.Asistan hekimlerin mobbing nedeniyle istifa etmesiyle gündeme gelen ve geçtiğimiz ay bir hekimin intihar ettiği Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Hastanesi'nde acil servisin bir bölümü kapatılmıştı.
Yönetimin açıklamasında "binanın tadilata girmesi" gösterilirken, asıl neden eski AKP'li rektör Nükhet Hotar döneminde başlayan sıkıntılar sonrası yaşananlar nedeniyle acil servisteki hekim yetersizliği.
Hekim eksikliği usulsüzlükle kapatılmak isteniyor
Baskı ve usulsüzlükle daha önce de defalarca gündem olan hastanenin hekim yetersizliğini kendi yöntemleriyle çözmeye çalıştığı iddia edildi. Buna göre kapatılma kararı sonrası hekim arayışına başlayan yönetim, başka hastanelerdeki acil uzmanlarını DEÜ'ye geçici olarak görevlendirmek istiyor. Yönetim özellikle İzmir'deki acil uzmanlarının hastaneye alınması için uğraşıyor.
İddiaya göre idari amirler gönüllü listesi istedi bile.
Ancak yapılmak istenen işlem hukuka aykırı. Çünkü DEÜ YÖK'e bağlı çalışıyor ama görevlendirilmek istenen çalışanlar Sağlık Bakanlığı kadrosuna bağlı. Dolayısıyla böyle bir görevlendirme yapılması yasaya aykırı.
Tabip Odası: İstifa etmiş akademik personel bir an önce geri alınmalı
İzmir Tabip Odası da iddialarla ilgili sosyal medya hesabından bir açıklama yaptı. Acil Servis'in kapatılması vurgulanan açıklamada, durumun kaygı verici olduğu ifade edildi.
Geçici görevlendirmeyle ilgili iddiaların hukuksal temeli olmadığını belirten oda yönetiminin açıklamasında şöyle denildi:
"Bir an önce istifa etmiş akademik personel tüm özlük hakları korunarak görevlerine davet edilmeli, bölümde eğitim görmesi planlanan asistan hekim sayısına ulaşacak akademik kadro oluşturulmalı, bölüm çalışanlarının demokratik katılımı ile düzeltme konusunda adım atılmalıdır." /././
Bu video oyunu çok 'eğlenceli' -Kemal Okuyan-
Umarım insanlık Sovyetler Birliği’nin daha 1930’larda “bütün silahları yok edelim” önerisi ile alay etmenin bedelini çok ağır biçimde ödemez.
Bütün yapmanız gereken, tablet ya da bilgisayarınızın imleçini ekranda hızla hareket eden hedefe denk getirmeniz. Hedef bazen bir tank, kamyon ya da zırhlı personel taşıyıcı bazen bir veya birkaç canlı olabiliyor. Ancak oyunun kendine göre zorlukları var. Örneğin hedef bir binanın içindeyse, pencere, kapı ve hatta bacayı kullanarak içeri girmeniz gerekiyor. Zorluk derecesi arttıkça gizlenen hedefi bir kanalizasyon künkünün içinde kıstırmak, toprağın altındaki dehlizlerde sürünen hedefleri yok etmek gibi görevler üstleniyorsunuz.
Oyunu hayal dünyanıza ve karakterinize göre kişiselleştirebiliyorsunuz. Kendisine kilitlenildiğini fark eden hedef ile kedi-fare kovalamacası yapıyor, onu yok etmiyor, korkutuyor ve yine de puan alıyorsunuz. Grafikler çok gerçekçi, hedef bir canlıysa korktuğunu, hatta delirdiğini görebiliyorsunuz. Yolda sizden kaçış olamayacağını anlayan bir araçtan umutsuzca sağa sola fırlayan canlılar da ekstra puan sağlıyor size. Tabii, onları bu kez tek tek avlamak gibi bir göreviniz var.
Bu çok “eğlenceli” bilgisayar oyunu için ihtiyacınız öncelikle bir tablet ya da bilgisayar.
Ama bu kadar değil.
Çünkü bu oyun aslında bir oyun değil.
Oyun olmadığı için tablete ek olarak bir drona ihtiyaç var. Öyle profesyonellerin kullandığından değil. Düğün dernekte görüntü almak için kullanılan basit dronlar yetiyor. Amaca ve hedefe uygun bir patlayıcı drona yerleştiriliyor ve “oyun” başlıyor.
Ha bir de bu oyun için uygun bir “ahlak” gerekiyor!
Sevgili okur, bundan sonra yazacaklarımı okumayabilirsin, benim yazarken midem bulanıyor, insanlığın içine girdiği bu karanlık tiksinti veriyor.
Ama ben yazmaya devam ediyorum.
Ukraynalı askerlerin Telegram ve benzeri platformlarda paylaştıkları görüntüleri izlerken dron kullanımının korkunç bir çürümeye eşlik ettiğini anladım. Bunlar basit, patlayıcıyla birlikte 500 dolar gibi bir rakama mal olan dronlar.
Ruslara küfürler, aşağılamalar eşliğinde paylaşılan bir görüntüde dronun yaklaştığını fark eden Rus askeri, ölümden kaçış olmadığını anladığında tepesindeki drona bakarak haç çıkarıyor. Sonra dron askerle buluşuyor, görüntü kayboluyor. Bir diğerinde ise asker o sırada votka ya da çaylarını yudumlayan cellatlarına ellerini açarak yalvarıyor. Nafile…
Yaralılara dronla işkence edenler, ölüleri toplamaya gelen görevlileri öldürmekten zevk alanlar… Daha ötesi olabilir mi?
Olabilir! Öldürmeyip, kol bacak koparmaya çalışıyorlar, bu işte bayağı ustalaşmışlar da.
Rus kanallarında da benzer paylaşımlar var. İnsan öldürme gerçekten bir oyuna dönüşmüş. Mısır patlağı yiyerek bir insan evladının kafasına dron çakıyorlar.
Abartmıyorum, Rus devlet televizyonunda matah bir şeymiş gibi haberini yapmışlar. Ukraynalıları önce gazlayıp sersemleştiriyor, sonra öldürüyorlar. Bunları yaparken ekibe patlamış mısır dağıtılıyor. Şaşkın Ukraynalılara bakıp bakıp gülüyorlar.
İnsansız Hava Araçları’nın ve onların silahlı versiyonlarının çatışmalarda yaygın olarak kullanıldığını, hatta artık savaşların en temel unsuru haline geldiğini elbette biliyoruz.
Savaşın haklısı olabilir ama insan öldürmenin temizi olmaz, savaş her durumda kötüdür ve insanlığın gündeminden geri gelmecesine çıkmalıdır. Dolayısıyla bütün silahlar günün birinde ortadan kalkmalıdır; kalkacaktır da.
Ama, dronlar için özel bir başlık açmak gerekiyor.
Aslında ilk önceleri daha çok istihbarat ve gözlem amacıyla kullanılan İHA’ların 2001’de silahlandırılmasıyla birlikte, “savaş ahlakı” ile ilgili tartışmalar da hemen başladı. Bu konuda kitaplar yazıldı. “Silah silahtır ve aynı ahlaki sorunlar diğerleri için de geçerlidir” diyenlerden farklı olarak, savaşta kendisini doğrudan tehdit etmeyen ve kendisine ulaşma şansı olmayan bir düşmanı öldürmenin savaş hukuku açısından da sorunlu olduğunu ileri süren çok kişi oldu.
Dediğim gibi, savaşların, dolayısıyla silahların olmadığı bir dünya yaratmalıyız. İnsan öldürmenin hemen her yöntemine tanık olduk. Kimyasal, biyolojik ve nükleer silahlar kullanıldı asker ve sivillerin üzerinde. Ahlak bunun neresinde?
Ama…
Amasını şöyle açalım:
Bilindiği gibi, nükleer silahları ilk ve tek kullanan ülke ABD. 1945’te Hiroşima’ya atom bombasını atarak on binlerce insanı öldüren Enola Gay adlı uçağın pilotu Paul W. Tibbets Jr. hiç pişman olmadığını söylemişti yıllar sonra. “İnsanlar öldü ama daha fazla insanın ölümünü engelledim” derken gerçekleri çarpıtıyordu ama ölen Japonlara dair bir fikri yoktu, onları sayılardan ibaret görmekteydi.
Bir tür yabancılaşma içindeydi.
Savaşa karşı yazılmış en etkileyici eserlerden biri olan Erich Maria Remarque’ın Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok romanında “öldürme” güdüsü şöyle tasvir edilir:
“Tehlikeli hayvanlar olduk şimdi. Savaş değil, ölüme karşı korunma bu bizim yaptığımız. Biz bombaları insanlara karşı atmıyoruz, şu anda insan minsan bildiğimiz yok. Orda ellerle, miğferlerle ölüm saldırıyor peşimizden; üç günden beri ilk defa yüz yüze geliyoruz, üç günden beri ilk defa kendimizi ona karşı koruyabiliriz; çılgın bir öfke bürümüş içimizi; darağacında bitkin beklemiyoruz artık; canımızı kurtarmak, canımızı kurtarıp öç almak için yakıp yıkabilir, öldürebiliriz.”
Ucuz, hatta el yapımı bir dronla “düşman” avına çıkanlarsa, “ölmemek için öldürme”nin ötesine geçiyorlar. Rahat, erişilemez bir ortamdalar (en azından o sırada) ve öldürmek istedikleriyle bayağı yakından bir ilişki kuruyor, onun ızdırabından zevk alıyorlar.
Ve bu ucuz silahlar giderek daha yaygınlaşıyor, daha “mükemmel” hale geliyor. Ukrayna bir yıl içinde FPV (tek kişinin yönlendirdiği) türü dronlardan 1 milyon adet üretmeyi planlıyor. Belki çok büyük bir ateş gücüne sahip değil ama neredeyse hedefi hiç kaçırmıyor ve her deliğe giriyor.
Bu yazıda dronların savaşlara olan etkisine, taktik bir etkiye sahip olmakla birlikte stratejik planlama açısından yarattığı sorunlara hiç girmedim. İlgilendiğim, konunun insani, ahlaki boyu.
Çürümenin boyutları beni fazlasıyla tedirgin ediyor. Yoksa yıllardır dünyamızı defalarca yok edebilecek miktarda nükleer silahla beraber uyuyor, kalkıyor ve yaşıyoruz; bu açıdan yeni bir şey yok.
Umarım insanlık Sovyetler Birliği’nin daha 1930’larda “bütün silahları yok edelim” önerisi ile alay etmenin bedelini çok ağır biçimde ödemez. Ve umarım bütün kötülüklerin, savaşların ve çürümenin kaynağı emperyalist-kapitalist sistemi, o bizi yok etmeden, yok ederiz.
Remarque’ın romanından bir pasajla bitireceğim yine. Bir dron pilotunun hiçbir zaman hissetmeyeceği bir duyguyla…
"Arkadaş, ben seni öldürmek istemedim. (…) Senin, benim gibi bir insan olduğunu ben ancak şimdi görüyorum. Ben senin el bombanı, süngünü, silahlarını düşündüm; karını, yüzünü, ortak taraflarını ben şimdi görüyorum. Affet beni arkadaş, biz bunları daima çok geç görürüz. Ne diye bize boyuna söylemezler, sizin de bizler gibi biçare yaratıklar olduğunuzu, sizin annelerinizin de bizimkiler kadar endişe ettiğini, hepimizin ölüm karşısında hep aynı acıları yaşadığımızı ne diye söylemezler? .. Affet'beni arkadaş, sen benim nasıl düşmanım olabilirsin? Biz bu silahları, bu üniformaları çıkarıp atsak sen benim kardeşim olabilirdin, Kat gibi, Albert gibi. Al örnrumden yirmi seneyi arkadaş, da kalk.! Al daha fazlasını, ben bu ömrü ne yapacağım, artık bilmiyorum çünkü."
Sizin de bizler gibi biçare yaratıklar olduğunuzu bilmiyorduk…
Bu video oyununda ise, biçareleri öldürmekten zevk alıyorlar!
/././
Ağzından çıkanı kulağın duysun -Mesut Odman-
Sadece, ağızdan çıkanlarla kulakların işittikleri arasındaki fark çoğaldıkça işlerin karıştığı, öyle bir farkın oluştuğu hemen her durumda ortaya çıkıyor, sonucuna ulaşmakla yetinmek en iyisi.
Dilimizdeki güzel deyimlerden biridir bu. İki anlamda da deyimdir: Hem bir gerçekliğin saptanmasına dayanır hem de o somutluğa ilişkin belli bir kuşku yaratarak onun üzerinden öğüt verir ya da yol gösterir. Bana sorulursa, atasözü mü deyim mi olduğunu ayırt etme konusunda güçlük yaratan yanını da burada aramak doğru olur.
Başlığımıza bakarsak, bir kimsenin ağzından çıkanı işitmesi, hastalık ve benzeri ayrıksı durumlar dışında, olması gerekendir ya da beklenendir; doğal olandır. Ama doğal olanın deyimin kullanıldığı somut durumda gerçekleşmediği anlaşılmaktadır. Bu saptamanın bir sonucu olarak da konuşan kişiye söylediklerini işitmesi öğüdü verilmektedir, başka bir anlatımla, yakışıksız, uygunsuz, yanlış, gerçeklere aykırı sözlerinin değiştirilerek onların yerine bu olumsuz özellikleri taşımayan bir anlatımın benimsenmesi hatırlatılmaktadır.
Elbette, bu tür bir hatırlatmanın karşılaşabileceği tepkinin, örnek olsun, torpido gözündeki levyeyi kapıp kendisine yol vermeyişinin nedenini açıklayan öndeki sürücüye “ne diyon lan sen!” diye saldıran öfkesinin yönünü şaşırmış yurttaşınkinden çok farklı olması beklenir.
Başlıktaki deyimden yola çıkarak birkaç örnek vermek niyetindeyim. Bulunabilecek birçok başka örneğin, üstelik benim verdiğim örneklerden daha çarpıcı ve bu deyime daha uygun olanların varlığı ileri sürülebilir. İtiraz etmem. Akıl akıldan üstündür. Bu sonuncusu da bir deyimdir nitekim. Deyimlere başvurmadan konuşup yazamıyoruz. Bizim dilimiz deyim bakımından oldukça zengindir, biliyoruz.
Cennet bolluğu
Güzellikleri, güzel dediysem, oturup kalkılan yerler, gezilip görülen doğa parçaları, oralardaki insancıl ilişkiler anlamında söylüyorum, işte bütün bunları dile getirmek isterken sık sık başvurduğumuz bir benzetme var. “Cennet” diyoruz, “cennetten bir köşe” yahut “bilmem nere cenneti”… Burada “bilmem nere” sözcüklerini yazarak geçiştirdiğim yere de ülkemizde hiç az olmamakla birlikte, kapitalizmin gözü dönmüş saldırısı altında henüz tümüyle yok edilememiş güzellikleri barındıran ormanları, kırları, gölleri, akarsuları falan koyuyoruz: Sözgelimi, benim babaannem oraların Gökpınar’ını cennete benzetir, Gürünlülerin ağzıyla söylemeye çalışırsak, “Göğpınar”ı anlata anlata bitiremezdi.
Ne var bunda, denebilir, cennet bütün öyle yerleri ve daha kimselerin görmediği ne güzellikleri barındırdığı söylenegelmiş bir benzersiz evrenler ötesi değil mi? O kadıncağız söylermiş, çok mu! Değil elbette. Gerçi, sekiz çocuğu ile uğraşmaktan burnunun dibindeki o cennet köşesine gitmişliği üçü beşi geçmiş midir, bilinmez. Yine de öyle ballandıra ballandıra anlatması anlaşılabilir. Türkiye kapitalizminin ellili yıllara rastlayan ilk büyük iç göçü sırasında çocuklarının bir bölümüyle birlikte göçtüğü İstanbul’da eğri büğrü sokaklarla yıkıldı yıkılacak evler dışında cennet parçaları görmesi pek kısmet olmadığı için o büyülü Göğpınar anlatısını hiç terk etmeyişi de daha az anlaşılabilir değildir.
Ama geliyoruz bugüne, kendilerine halkımıza öyle yerleri tanıtmak gibi bir misyon yükledikleri anlaşılan okumuş yazmış, yazdıklarının arasına şiir neyim de sıkıştırmış kimseler, oraları anlatırken “cennet”ten başka bir sözcük bulamıyorlar. Takıldığım nokta burası. İşte, şimdi ben de başka söz yok sanki, “nokta” deyiverdim. Özellikle iktidardaki siyasetçinin ağzına bakan pek çok kimsenin diline düşmüş, böylece neredeyse bir tür modaya dönüştürülmüş bu sözcüğü kullanıverdim. Kimsenin görmesine fırsat vermeden silip başkasını yazabilirdim kuşkusuz, ama kendimin de sık sık benzer bir yanılgıya düşmekten kurtulamadığımı örtbas etmemek için değiştirmedim.
Biraz önceki “ne var bunda?” sorusuna iki yanıtımdan ilki buydu. Dilimizi olduğundan çok daha fakir gösteriyorlar. Doğrudur, yüzyıllarca “yabancı dillerin boyunduruğunda” çok çekmiştir, kabul; ama o kadar uzun boylu değil.
İkincisine gelince, kendilerini aydınlanmacı, laik, solcu, devrimci sayanlar arasında da bu sözcüğü sık sık kullanma alışkanlığı edinmiş olanların çokluğuna takılıyorum çaresiz. Tamam, inanmış halkımızın dinsel bağlanmalarının sonucu olarak ağızlarının alışmış bulunduğu birçok sözcüğün, deyişin varlığı doğaldır. Biz de o halkın çocukları olarak kullanırız. Ölmüşlerimizin adını anarken başına “rahmetli” sözcüğünü getiririz; iyi bir sonuçtan yahut ucuz atlatılmış bir saldırıdan söz ederken “çok şükür” deriz; “selamünaleyküm” diye verilen bir selamı “aleykümselam” diyerek almaktan kaçınmayız; çok şaşırdığımız bir durum ya da olay karşısında “Allah Allah!” diye söze başladığımız olur; bir yerden, bir topluluktan ayrılıp giderken “Allaha ısmarladık” deriz, daha doğrusu, buradaki iki sözcüğü birleştirerek “Allasmaladık” biçiminde söyleriz.
Şu son vedalaşma sözüyle ilgili olarak “fıkra gibi” dedikleri türden bir olayı anlatmadan geçmeyelim. Olayın içindeki gazete muhabirleri arasında bulunan eski bir arkadaştan dinlemiştim. Altmışlı yılların ortalarına doğru, koalisyon hükümetinin başbakanı İsmet İnönü’yü başbakanlığın kapısında yakalamış gazeteciler, sorular art arda geliyor. İnönü kimine kaçamak, kimine açık yanıtlar veriyor. O arada, artık muhalif çevrelerden mi, kendi yandaşlarından mı, belleğimde kalmamış, içlerinden biri, “Paşam,” diyor, “Sizin için Allah’ın adını anmaz diyorlar, doğru mu?” Paşa bir an şaşırıyor, birkaç saniye duraklıyor, “Hadi Allaha ısmarladık” diyerek arkasını dönüp gidiyor.
Sözün kısası, doğanın insanlara sunduğu ya da insan emeğiyle yaratılmış her türlü güzellik karşısında “cennet” yakıştırması yapanlara kızıyorum. Yaşayabileceğimiz biricik dünyaya “yalan dünya” deyip oradaki her türlü kötülüğe, haksızlığa, eşitsizliğe rıza gösterirken, dolayısıyla onların sürüp gitmesine ses çıkarmazken, bu boyun eğişin karşılığında hiçbir canlının kazanamayacağı ödül olarak o “asıl dünya”nın konulmasına kızılmaz mı?
Küfe sorunsalı
Partili cumhurbaşkanı, geçenlerde, asgari ücrette, emekli aylıklarında artış gereğini dile getiren muhalefete karşılık verirken “Onların sırtında küfe yok” dedi. Bu da bir deyimdi aslında. Onların ülke yönetiminde sorumluluğu bulunmadığı için onu da isteriz, bunu da isteriz, diye dan dun atarlar böyle, oysa ülkenin durumu o kadar rahat değil şu sıralar, inşallah yakında bunu da atlatacağız, demeye getiriyordu.
Bunu duyan düzen muhalefetinin, daha doğrusu onun ana olanının lideri, normalleşmeydi yumuşamaydı, karşılıklı ziyaretlerdi derken oluşmuş sandığı fırsatı kaçırmadı ve halka seslenerek hiç tasalanmayın sizin sırtınıza bindirilen yükleri biz alırız dedi. Bununla da yetinmedi, koskoca bir küfeyi sırtına alıp miting kürsüsüne çıktı. Koskoca dediysem, içinin boş olduğu görülebiliyordu. Yoksa, genç menç ama, içi dolu küfeyi nasıl taşısın ta kürsülerin üstüne kadar!
Ne gösteriydi ama! Seyreden ahali gül gül ölmüştür herhalde. Hatta bana yakın yaşlarda olanlar arasından “Bizi çok güldürdün Özgür oğlan, Allah da seni güldürsün!” diyenler çıkmıştır.
Buraya kadar iyi güzel de en başta yapılan bir atlama var sanki. O deyim “sırtında –herhangi bir küfe değil- yumurta küfesi yok” olmayacak mıydı? Ne farkı var, aynı şey, dememeli. Sırtındaki küfede yumurta taşıyan kişinin güçlü kuvvetli olması yetmez, bir de çok dikkatli olması, ne bileyim, bale ya da pantomim adımlarıyla yürümesi gerekir. Yoksa, koskoca bir küfe dolusu yumurtayı omletlik kıvama getirmesi işten bile olmaz.
Fesatlığın yapana da kötülüğü oluyor herhalde. Herkes gülüp eğlenirken, kendimden emin olamayıp bu deyim böyle değildi diye bir yığın sözlük karıştırdım durdum. Neyse ki, sonunda, partili cumhurbaşkanımızın bu alanda yetkisi bulunmuyor olamaz; bulunmasa bile, bundan sonra bu deyim böyle söylenip yazılacak diye bir kararname yayımlanmış olabilir Resmi Gazete’de, deyip araştırmayı kestim. Bizim Kadir gitti gideli Resmi Gazete izleyenimiz mi kaldı?
İki devlet olunca…
Bunlar içeride olup bitenlerle ilgili. Ağızdan çıkıp kulakla işitil(e)meyenler dışarıda olunca iş biraz daha karışıyor haliyle. Böyle bir durum, şu İsrail’e yönelik girip çıkma atışmasında izlendi en yakın zamanlarda.
Hemen hatırlanacaktır, partili cumhurbaşkanı Temmuz ayının son günlerinde memleketine gitmişti. Orada miting de yaptı, parti örgütünün elemanlarıyla da toplandı. O toplantı sırasında, karşısında hemşerileri var, üstelik partisine gönül vermişler sabah akşam koşturuyorlar, heyecanlanmaz mı insan? Heyecanını karşısında toplanmış, ağzının içine bakanlara da aktarmaz mı? O da öyle yapmış, en uygun ve güncel başlık olarak da soykırımcı İsrail’i bulmuş ve yüklendikçe yüklenmiş. O arada, yakın geçmişteki fütuhatı hatırlatarak, nasıl Karabağ’a girdiysek, oralara da gireriz, demiş. Aslında Libya’ya girişi de belirtmiş, ama konumuz o değil şimdi.
İyi de, hadi İsrail’dekilerden gelecek çemkirmeleri savuşturmak kolay, ama Azerbaycan’ın da bir hesabı kitabı var, pek çok üçüncü ülkeyle ilişkileri var, onlar zor durumda kalmaz mı? Doğrulamak mümkün değil, çünkü doğru değil; sessiz kalsan bir türlü, sesini çıkarsan bir türlü…
Nitekim, onlar da üçüncü yolu tuttular. O konuşmadan birkaç gün sonra Azerbaycan Savunma Bakanlığı “Karabağ savaşında yabancı devletlerin silahlı kuvvetleri personelinin yer aldığına ilişkin iddiaların asılsız olduğunu” bildirdi. Bakanlık yetkilisi, “Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünün ve egemenliğinin restorasyonu için verilen mücadelede yalnızca Azerbaycan ordusunun görev aldığını” belirtti. Rize konuşması ile bu açıklama arasındaki birkaç günde neler olduğuna ilişkin olarak kamuoyunun bilgilendirildiğine ben tanık olmadım. Bir olasılık, “tamam, tek millet iki devletiz de, böyle konuşmalar devletlerin birinden habersiz yapılınca, güçlükle karşılaşılıyor” benzeri görüşmeler gündeme gelmiştir. Ankara’daki yetkililer ise “canım, her konuşmamızı yapmadan önce size nasıl haber verelim” yollu sitemlerde bulunmuş olabilirler.
Neyse, bilgi eksikliği olduğu için konuyu uzatmakta yarar yok. Sadece, ağızdan çıkanlarla kulakların işittikleri arasındaki fark çoğaldıkça işlerin karıştığı, öyle bir farkın oluştuğu hemen her durumda ortaya çıkıyor, sonucuna ulaşmakla yetinmek en iyisi.
/././
'Çelik Kubbe' hakkında saklanan gerçekler -Ogün Eratalay-
Adını muhtemelen İsrail tarafından kullanılan “Iron Dome” (Demir Kubbe) savunma sistemine benzerliğinden alan “Çelik Kubbe” hakkında çok sayıda spekülasyon yapılıyor. Bu yazıda bunları ele alacağız.Savunma Sanayii İcra Komitesi toplantısının ardından yapılan açıklamada geçen “Çelik Kubbe” ifadesi çok dikkat çekti.
Türkiye Cumhuriyeti İletişim Başkanlığı resmî sitesinden yapılan açıklamada konumuzla ilgili kısım şu şekilde: “Toplantı kapsamında, katmanlı hava savunma sistemleri ile tüm algılayıcı ve silahların bir ağ yapısı altında birbirleriyle entegre çalışması, ortak hava resminin oluşturulması, gerçek zamanlı olarak harekat merkezlerine ulaştırılması ve yapay zekâ destekli olarak karar vericilere sunulmasını temin eden yerli ve millî olarak geliştirilmekte olan 'Çelik Kubbe Projesi' görüşüldü.”
Açıklamayı takiben çok çeşitli basın organı çeşitli görsellerle kendilerince sistemler kurarak, methiye düzmeye başladılar. Bu kapsamda pek çok değerli “uzman” da görüş bildirerek konuya dahil oldu. Bunun dışında Sabah gibi sahibinin sesi boyalı basın kurumları işi daha da öteye götürüp doğrudan Aselsan kataloglarında ne görüyorlarsa kopyalayıp yapıştırıp habercilik yapıyorlar. Bakalım gerçekler onların söyledikleriyle ne kadar örtüşüyor.
Projenin isim babası 'Demir Kubbe' nasıl çalışıyor?
Körfez Savaşı sırasında Irak rejimi tarafından çok sayıda Scud füzesine hedef olan İsrail, 2000’li yıllarında başlayarak bir hava savunma sistemini planlamaya başladı. Günümüzde aktif olarak kısa mesafeden (4 ila 70 km) atılan roketler ve havan topu saldırılarına karşı koruma sağlayan sistem Rafael firması tarafından ABD desteğiyle kurulmuştur. Demir Kubbe üç aşamadan oluşur. Buna göre korunan bölgede erken uyarı radarları, saldırı bilgisini komuta kontrol merkezine iletir, buradan da ilgili bölgedeki füze bataryasından patlayıcılı veya patlayıcısız (kinetik enerjiyle imha eden) füzeler fırlatılarak savunma sağlanır. Sistemin normal bir füze bataryasından farkı komuta merkezinin farklı bölgelerde dağınık şekilde bulunan radarlar ve yine dağınık şekilde bulunan füze sistemlerini uygun şekilde planlaması ve yürütmesidir. İsrail ayrıca ABD’li Raytheon firmasıyla beraber geliştirilen “Davud’un Sapanı” adlı sistemle balistik füzelere karşı koruma sağlayan benzer bir sistemi aktif olarak kullanmaktadır.
'Çelik Kubbe' yapılabilir mi?
Defense News tarafından her yıl ilan edilen dünyadaki en büyük 100 silah şirketinin açıklandığı listede Türkiye’den çoğunlukla 5 civarı firma oluyor. Konumuz gereği ürettiği silah, mühimmat, donanım açısından bakıldığında Aselsan ilgili radar sistemlerini geliştiren, Roketsan da benzer füzeleri üretebilen firmalar. Bu tarz bir komuta merkezini oluşturacak yazılım ve donanım da Savunma Sanayii Başkanlığı koordinasyonunda faaliyet gösteren askerî yazılım şirketleri tarafından yapılabilir. Aslına bakılırsa Havelsan, Kartal adı verilen komuta kontrol sistemini kamuoyuna tanıtmış ve NATO uygunluk sertifikası aldığını duyurmuştu. Dolayısıyla emperyalistlerin izin verdiği bu türlü bir altyapı mevcut. İşin bir diğer ilginç yanı ise “Çelik Kubbe” projesinin aynısının başka bir isimle Aselsan tarafından açıklanmış olması. Aselsan Genel Müdürü Nisan ayında yaptığı açıklamada Gök Kubbe adını verdikleri benzer bir sistem üzerinde çalıştıklarını ilan etmişti. Bu kapsamda kısa menzilli Korkut ve Sungur, orta menzilli Hisar ve uzun menzilli Siper sistemleri anlatılan savunma katmanlarını oluşturmaktadır.
Ukrayna-Rusya Savaşı'nda Ukrayna topraklarındaki askeri tesisleri korumak için kullanılan Alman Rheinmetall firması tarafından geliştirilen otomatik uçaksavar batarya sistemleri.Kurşunu kurşunla vurmak
Kısa ve orta menzilli hedeflerin dışında özellikle balistik füzelerin hava savunma sistemleriyle vurulması havadaki bir kurşunun diğer bir kurşunla vurulmasına benzetilebilir. Teknolojik ilerlemeler, gelişkin radar sistemleri ve akıllı mühimmatlarla savunma sistemleri kurulsa da hava savunma sistemleri gerçek savaş koşullarında iddia edildiği kadar başarılı olmamaktadır. Savunma sistemlerinin gelişmesinin yanı sıra silahlar da gelişmekte, savunma sistemlerini atlatabilecek özellikler kazanmaktadır. Bunun dışında her türlü çevre koşulları, coğrafi etkiler, karmaşık sistemlerin entegrasyon problemleri vb. başarısızlıklara yol açabilmektedir. Silah ve savunma sistemlerini tarihçesinde sürekli olarak yaşandığı gibi daha iyi silah karşısında geliştirilen daha iyi bir savunma, yepyeni bir silahın geliştirilmesine yol açmaktadır. Bu anlamda günümüzde savaş senaryolarını değiştiren unsurlardan insansız hava araçları (İHA) saldırılarına karşı yepyeni hava savunma sistemleri geliştirilmektedir. Bunlar arasında kısa mesafe otomatik uçaksavar bataryaları sayılabilir. Öte yandan başta Havelsan olmak üzere bazı silah yazılım firmalarının otonom sistemler ve yapay zeka kullanılarak bu tür saldırılara karşı özel önlemler aradığı da biliniyor.
Rusya tarafından geliştirilen Kinjal adlı hipersonik balistik füze Ukrayna Savaşı’nda kullanıldı. Geleneksel füzelerden çok daha hızlı olan füze, savunma sistemlerinin cevap vermesine fırsat vermeden hedefi vurabilmekte. Ayrıca bu ve benzer füzeler, kendilerine karşı atılan füzeleri şaşırtmak için savaş uçakları tarafından kullanılan "flare" adı verilen ısı yayın madde atabilmektedir.'Çelik Kubbe' nereyi, kimden koruyacak?
Bu aşamada projenin yapılabilir olduğunu tespit ettikten sonra kritik bir soruya geldik. Çelik Kubbe nereyi-kimden koruyacak? Burada eğer amaç İsrail’deki “Demir Kubbe” gibi yakın mesafedeki saldırıdan kimi kritik bölgeleri korumaksa bunun bölgesel olarak görece yapılabilir olduğunu gördük. Burada sadece bu tür projelerin olağanüstü maliyetli olduğunu hatırlatalım. Burada milyar dolar mertebesinde maliyetlerden bahsettiğimizi söylemiş olalım.
Bunun dışında eğer önemli kentlerin veya kritik tesislerin korunması isteniyorsa bu savunma sisteminin daha büyük bir plan dahilinde kurulması gereklidir. Örneğin ülkemizdeki Malatya Kürecik NATO Radar Üssü, Romanya ve Polonya’daki Terminal High Altitude Area Defense (THAAD) adı verilen sistemin parçası. Açıklanan kuruluş amacı Avrupa’daki hedeflere yönelik olası saldırıların Türkiye’de erken haber alınması ve bu ülkelerdeki batarya sistemleri tarafından etkisiz hale getirilmesidir. Mesafeler ve coğrafi koşullar göz önüne alındığında örneğin İzmit Tüpraş Rafinerisi’nin balistik füzelere karşı korunması için yerleştirilecek erken uyarı sisteminin özgün koşullara göre planlanması gereklidir.
Yeri gelmişken belirtelim, Rusya’dan alınan S-400 sistemlerinin herhangi bir şekilde NATO Standartlarına göre işleyen savunma sistemlerine entegre edilmesi teknik değil siyasi bir meseledir ve açıkçası olası değildir. Bu açıdan bakıldığında herhalde Putin’den Dostluk Nişanı alan Özallı yılların artığı, vurguncu siyasetçi eskisi Cavit Çağlar’ın önerisini dikkate alıp bu sistemleri sessiz sedasız ücreti mukabil iade etmek en makul yöntem olacaktır!
Bağımsızlık edebiyatı
Ülkenin dış saldırılara karşı korunmasında bir problem yok. Ancak burada iki sorunlu nokta var. Birincisi kimin vatanı savunuluyor, ikincisi de kimin onayıyla savunuluyor. Eğer Tüpraş örneğinden gidilirse bu şirketin kimin yararına çalıştığı malum. Kamu kaynaklarıyla var edilen, emekçilerin ortak malı olan şirket 2005 yılında özelleştirildi ve kamu şirketleri zarar ediyor gerekçesiyle özel sermayeye devredildi. Bugün ülkede kârına kâr katıp kamu kaynaklarını talan eden, işçisine hak ettiğini ödemeyen, onun örgütlenmesine, greve çıkmasına engel olan bir sermaye iktidarı mevcut. Bahis konusu savunma sistemi bu düzenin korunmasına ve devam etmesine yarayacak. İkinci mesele ise imalat ve teknolojik kabiliyeti belirli bir seviyeyi aşmış olsa da Türkiye sermayesinin emperyalizme bağlılığı ve bağımlılığı. Burada sadece hammadde, son teknolojik gelişme ve ürünlerin dışında bir konudan bahsetmeye çalışıyoruz. Söz konusu şirketler ve genel olarak Türkiye sermayesi emperyalizmin önde gelen ülkelerinin şirketleriyle eşgüdüm halindedir, özellikle askerî ürünler ve süreçler NATO tarafından onaylanır. Dolayısıyla bu mekanizmadan bağımsız olarak herhangi bir adım atılması mümkün değildir.
Sonuç yerine
Bu yazı, özellikle silah sanayiinde bilinçli bir şekilde sapla samanın birbirine karıştırıldığı bir ortamda, daha kapsamlı siyasal analizlere teknik ve objektif bir temel oluşturabilmesi amacıyla kaleme alındı. Asıl vurgulanması gereken nokta ise herhangi bir savaş sisteminin bulunduğu coğrafyadan bağımsız olarak, hangi sınıfın çıkarlarını koruduğu olmalıdır. Zayıf olsun güçlü olsun bugün gündemde olan savunma sisteminin Türkiye’deki emekçilere değil Türkiye sermayesinin ve emperyalizmin çıkarlarına hizmet edeceği açıktır.
/././
MESEM aldatmacası -Rıfat Okçabol-
Piyasacı ve gerici iktidarlar oldukça, çocukların sömürülmesini önlemenin ve onlara eğitimde eşit fırsatlar sunulmasının olanağı yoktur.
Eğitim Bakanlığı, 1977 yılında Çıraklık Eğitimi Genel Müdürlüğü’nü oluşturup bu genel müdürlüğe bağlı olarak ve örgün eğitimin dışında kalan Çıraklık Eğitimi Merkezleri’ni açmaya başlamıştır. 1983 yılında Çıraklık ve Yaygın Eğitim genel müdürlükleri birleştirilip Çıraklık ve Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğü adı verilmiştir. 2000’li yılların başlarında Çıraklık Eğitimi Merkezi adı Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM) olarak değiştirilmiştir. İlgili genel müdürlüğün adı da Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü olmuştur. MESEM’ler, ilk üç yıl çıraklık eğitimi ve son yılı ise kalfalık eğitimi olmak üzere 4 yıllık yaygın eğitim kurumlarıdır. MESEM’lerde öğrenciler, haftada bir gün ders görmekte ve dört gün işyerinde çalışmaktadır-sözde staj yapmaktadır.
MESEM’ler 2016’da, örgün ve zorunlu eğitim kapsamına alınıp Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü'ne bağlanmıştır. MESEM mezunlarına, 2019-2020’den bu yana da, lise diploması verilmesine başlanmıştır. Bu değişiklikler, eğitim anlayışını sulandıran ve öğrencilerin emeğini daha çok sömüren bir uygulama olmuştur. Birbirinden farklı bilgi ve becerilerin aktarıldığı genel liseleri, meslek liselerini, imam hatip liselerini, açık liseyi ve MESEM’leri bitirenlere lise diploması vermesi (onların eşdeğerde bilgi ve beceri kazandıklarını varsayması) anlaşılabilir ya da kabul edilebilir bir durum değildir.
Bir çarpıklık da, 15 yaşından küçük olanların çalıştırılmaları yasak olsa da MESEM’lerde 14 yaşındaki çocukların çalıştırılmalarıdır. İLO kurallarına göre çocukların günde 6 saatten fazla ya da akşam saatlerinde çalıştırılmaması gerekiyorsa da, MESEM’lerde İLO kurallarına da uyulmamasıdır.
MESEM’lerin bir başka acımasız yanı, iş yerinde 4 gün çalışan öğrencilere, haftada 5 gün çalışan emekçilere verilen asgari ücretin çıraklık eğitimi görenlere %30 ve kalfalık eğitimi görenlere ise %50 kadarı ücret verilerek onların sömürülmelerinin resmen kabul edilmesidir. Öğrenci sömürülürken iş yeri sahibi de yaklaşık olarak her çıraklık öğrencisi üzerinden %70 ve kalfa öğrencisi üzerinden de %50 kadar tasarruf yapmış olmaktadır. Bu uygulamayla sömürülen çocuk sayısı ve dolayısıyla mali açıdan desteklenmiş olan iş sahibi sayısı da her geçen yıl artmaktadır. Örneğin 2021-22 yılında 1.000.033 olan MESEM’lere kayıtlı öğrenci sayısı, 2023’te 1.405.663’e ulaşmıştır. Bakanlığın MESEM’lerde sömürülen çocuk sayısını az bulduğu, 8 Eylül 2023’te Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle diğer liselerin birinci sınıfında sınıf tekrarı yapacak olan öğrencileri MESEM’lere yönlendirmeye başlamasından bellidir. MESEM’lerde öğrencinin sömürülmesi dışında, öğrenciler canlarından da olmaktadır. Son bir yılda 12 MESEM öğrencisi, iş yerinde yaşamını yitirmiştir. Bu arada son 7 ayda MESEM dışında iş kazasında ölen çocuk sayısı da 42’ye çıkmıştır. MESEM öğrencilerine dayatılan bu koşullar da anlaşılabilir ya da kabul edilebilir bir durum değildir.
Bakanlığın açıklamasına göre MESEM’lere kayıtlı 1.405.663 öğrenciden sadece 295.189’u 18 yaş ve altındadır ve 1.110.474’ü ise 19 ve daha büyük yaştadır. Bu sayısal durum bile MESEM’lerin zorunlu örgün eğitim içinde sayılmasının saçmalığını göstermektedir.
MESEM uygulamasının zorunlu eğitim içine alınması, bakanlığın eğitim konusunda ne yaptığını bilmediğinin bir başka göstergesidir. Çünkü zorunlu eğitim süresi, yetişkin yurttaşların edinmiş olması beklenen bilgi ve beceri düzeyiyle ilişkilidir. Bu beklenti çoğaldıkça zorunlu eğitim süresi önce 5 yıla, sonra 8 yıla 2012’de de 12 yıla çıkmıştır. Zorunlu eğitimin temel işlevlerinden ilki öğrenciyi yetişkinlik yaşamına hazırlamak, ikincisi de onu bir üst eğitim kademesine- günümüzdeki durumda yükseköğretime- hazırlamaktır. Devlet, zorunlu eğitim süresine karar verirken, aslında yurttaşlara da, zorunlu eğitim süresinde her öğrenciye eşdeğerde eğitim vereceğim demiş olmaktadır. Oysa ülkemizde imam hatipte, açık lisede, meslek lisesinde, MESEM’de ve genel eğitim verilen liselerde okuyanlar, zorunlu eğitim anlayışıyla bağdaşmayan birbirinden dünyalar kadar farklı nitelikte öğrenim görmektedirler. Meslek liseleri ile MESEM’lerin temel işlevi öğrencileri yükseköğretime değil iş yaşamına hazırlamaktır. Açık lise uygulaması ise öğrencileri hiçbir yere hazırlamayan bir uygulamadır. Oysa yapılması gereken zorunlu eğitimde yerel gereksinimlere özgü olası 1-2 farklı ders dışında öğrencilerin aynı dersleri okumasıdır. Bu yöntemle zorunlu eğitim çağında olan tüm çocuklar, eşdeğer düzeyde genel eğitim göreceklerinden, kendilerini gerçekleştirme fırsatını yakalamış olacaklardır. Gelir düzeyi düşük aile çocukları, imam hatibe, açık liseye, meslek lisesine ya da MESEM’e gitmek zorunda kalmayacak ve yetenekleri doğrultusunda bir alanda öğrenimine devam etme şansı bulacaktır. Olabildiğince uzun süre alınan genel eğitim, aynı zamanda çocukların yeni bilgileri ve becerileri edinmelerini de kolaylaştıracaktır. Nasıl ki mühendis, öğretmen, zorunlu eğitim sonrasında yetiştiriliyorsa, imam da, çırak da, teknisyen de zorunlu eğitim sonrasında yetiştirilmelidir.
Yukarıda özetlenen anlamsız uygulamalar, piyasacı ve gerici iktidarların işine gelmektedir. İmam hatipler, din dersleri, değerler eğitimi, AİHM’nin kararına karşın seçmeli derse dönüştürülmeyen din kültürü ve ahlak bilgisi dersi, ÇEDES uygulaması ile tarikat niteliğindeki diyanet ve diğer kuruluşlarla işbirliği yapılması, AKP’nin gerici yanını öne çıkaran uygulamalardır. Benzer şekilde çocukları genelde ucuz işgücü olarak yetiştiren açıköğretim, meslek liseleri ile MESEM’ler de AKP’nin piyasacı yanını öne çıkarmaktadır. Piyasacılığın bir başka boyutu da, özel öğretimdir. Devlet okulları yerine özelde okuyanlara destek verilmesi ve yoksullarla dar gelirliler açık liseye, dini ya da mesleki öğretime mahkum edilirken parası olanın özel okulda bilimsel eğitim görmesine yol açılması da piyasacı bir yaklaşımdır. Bu arada tarikat niteliğindeki kuruluşların kaçak/resmi özel okul açmasına göz yumulması da, gericiliği beslemek içindir. Piyasacı ve gerici iktidarlar oldukça, çocukların sömürülmesini önlemenin ve onlara eğitimde eşit fırsatlar sunulmasının olanağı yoktur.
Bu konularda en anlaşılmaz durum ise, ülkemizde geçerli olan yasal mevzuatla bağdaşmayan bu uygulamaların hiç birinin Danıştay tarafından iptal edilmemiş olmasıdır; yasaların yok sayılmasıdır!
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder