İsrail Gazze'de daha önce hedef gösterdiği El Cezire muhabirini öldürdü
İsrail ordusunun gazetecilerin çadırına düzenlediği saldırıda katlettiği 5 gazeteciden biri El Cezire muhabiri Enes Eş-Şerifİsrail'in, Şifa Hastanesi yakınlarında gazetecilerin çadırına düzenlediği saldırıda 2'si El Cezire muhabiri 5 gazeteci yaşamını yitirdi. İsrail, El Cezire muhabiri es-Şerif'i 'Hamas bağlantılı' olduğu iddiasıyla hedef aldığını doğruladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/israil-gazzede-daha-once-hedef-gosterdigi-el-cezire-muhabirini-oldurdu-400482)
***
Balıkesir'de Teksüt fabrikasında yangın: 2 işçi yaşamını yitirdi
Gönen ilçesindeki Teksüt fabrikasında çıkan yangında sevkiyat bölümünde çalışan iki işçi yaşamını yitirdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/balikesirde-teksut-fabrikasinda-yangin-2-isci-yasamini-yitirdi-400483)
***
Ulus devletlerin bütünleşmesi: Birleşik Arap Cumhuriyeti örneği -Erhan Nalçacı-
Emperyalizmin sevdiği bölünmüş küçük ulusal parçalar ise büyük bir hızla kapitalist şirketlerin hegemonyasına girerek bağımsızlıklarını yitiriyorlar. Buralarda emekçi sınıflara özgürlük değil, serbest sanayi ve ticaret bölgelerinde sömürülmekten başka bir şey düşmüyor.
Lozan’ı, ulusal sınırları ve bağımsızlığı emekçi sınıflar adına savunuyoruz bugün. Çünkü bu kavramların hepsi, emepryalizmin, sermaye sınıfının ve işbirlikçilerinin saldırısı altında. Bu aktif savunma hali bir devrim stratejisi haline geliyor.
Emekçi sınıflar emperyalizmi ve sermeye sınıfını yenerek ulusal düzeyde iktidarlarını kuracaklar.
Ancak bundan sonra emekçi sınıfların hayali olan ulusların bütünleşmesine bakılabilir. Halkların barış ve eşitlik içinde kaynaşması, sömürüsüz/yağmasız emek cumhuriyetlerinin birleşmesi, göçmensiz, duvarsız, gericisiz bir dünya kurulması mümkün olabilir.
İnsanlık aslında bütün üstümüze çöken karanlığa rağmen böylesine büyük bir dönüşümün eşiğinde bulunuyor.
Öte yandan devrimci hayallere dalmak yerine bir toplumsal laboratuvar bilimi olan tarihe bakıp ulusların bütünleşmesi deneyimlerinden ders çıkarmak çok daha akılcı olur.
Bugün önemli bir deneyim olarak Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kuruluşuna göz atalım.
Osmanlı’nın fetih alanında kalan içerdiği azınlıkları, farklı dinler ve mezhepleriyle Arap coğrafyası büyük bir alana yayılıyordu. Arapçanın farklı lehçelerinin konuşulduğu bu geniş alan daha Osmanlı’nın son döneminde parçalanmaya başlamıştı, örneğin fiili olarak Mısır ayrı bir hegemonya alanına dönüşmüştü.
En nihayet 1. Dünya Savaşı esnasında Sykes-Picot Anlaşması ile bu coğrafya İngiliz ve Fransız emperyalizmi tarafından paylaşıldı ve ileride kurulucak ulus devletlerin sınırları az çok belirlendi. Emperyalizmin böldüğü her birimde bir gerici feodal işbirlikçi yönetime taşındı.
Arap halkının özellikle Şam ve Kahire’de entelektüel bir birikimi oluşmuş, belirli merkezlerde bir sermaye toplaşması sağlanmıştı. Burjuva devrimleri feodal krallara ve emperyalizme karşı arka arkaya patladı.
1946’da Fransız emperyalizmi halkın direnci karşısında Suriye ve Lübnan’ı bölerek çekilmek zorunda kaldı. 1952’de Mısır, 1958’de Irak Devrimi gerçekleşti.
Mısır’da devrimci yönetim 1956’da Süveyş Kanalı’nı ulusallaştırmak isteyince İngiltere, Fransa ve İsrail’in saldırısına uğradı. Zaferin kazanılmasında Sovyetler Birliği’nin belirleyici etkisi oldu.
Tıpkı 1923 Devrimi’nde olduğu gibi, Sovyetler Birliği’nin söz konusu ulusal devletlerin kalkınmasına ve bağımsızlığına verdiği destekle ileriye çekilen burjuva devrimleri modeli pekişti.
Bu devletler kendi ülkelerindeki komünist partileri bastırmaya çalışıyor, ancak devletçi, planlamacı, halkçı, aydınlanmacı bir programla yol haritalarını çiziyorlardı.
Mısır Devrimi’nin öncüsü Nasır tüm Arapların gözünde bir halk lideri haline gelmişti.
1958’de Suriye’de komünistlerin etkinlik kazanmasından çekinen Suriye burjuvazisi Mısır’a birleşmeyi teklif etti. Bir teredütten sonra Mısır öneriyi kabul etti.
Federal bir birleşme değil, iki ulusun bütünleşmesi öngörülmüştü. Siyasi partilerin faaliyeti durdurulacak, sadece Ulusal Birlik Partisi faaliyet sürdürecekti. Bir halk oylamasından sonra Birleşik Arap Cumhuriyeti kurulacaktı. Ortak bir parlamento birleşik yasama organı olarak çalışacaktı.
Nasır yapılan halk oylamasında oyların %99’undan fazlasını aldı ve Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin Devlet Başkanı olarak seçildi.


Yemen de söz konusu Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne federatif olarak katıldı. 1958’de devrimini yapan Irak’ta ise yöneticiler kendi ulusallığı içinde kalmayı tercih ettiler.
Bu gelişmeler karşısında Arapların ilerici ve anti-emperyalist bir program altında birleşmesini engellemek için İngiltere Ürdün’ü, ABD Lübnan’ı işgal etti. Bugünkü gericiliğini sürdüren Suudi Arabistan ise Yemen’e saldırdı.
Bu tarihsel olarak ileri hamle kısa sürede sorunlarla karşılaştı. Suriye’de faaliyeti durdurulan BAAS ve Suriye Komünist Partisi dağılmamıştı. Suriye’deki yalpalayan gerici unsurlara güvenmeyen Nasır yönetim organlarında bir Mısırlı ağırlığı oluşturdu. Özellikle orduda Suriye’deki Mısırlı komutanlar tepki çekti. Öte yandan Mısır öncülüğünde büyük bir devletleştirme, toprak reformu ve planlama atılımına hazırlık yapılıyordu.
Suriye’deki toprak ağaları ve Suriye burjuvazisinin birçok bölmesi böylesine bir ileri atılımı içlerine sindiremediler.
1961’de Suriye’de bir askeri darbe oldu ve Suriye birlikten çekildi.
Mısır bir umut olarak 1971’de Nasır ölene kadar ismini Birleşik Arap Cumhuriyeti olarak korudu, sonra ismi Mısır Arap Cumhuriyeti olarak değişti.
Bu 10 yıl içinde Cezayir, Libya, Irak ve Mısır arasında birçok kez birleşme görüşmeleri yapıldı ama hepsi sonuçsuz kaldı.
Bu hikâyenin daha geniş incelenmesi gerekiyor, buna karşılık bazı dersler çıkarabiliriz.
AB, NAFTA, Latin Amerika uluslarının birliği gibi süreçlere baktığımız zaman burjuvazinin egemenliğindeki ulus devletlerin bütünleşmesinin mümkün olmadığını görüyoruz. Burjuvazilerin bencillikleri, geri yanları, diğer ulusları sömürme ve hegemonyalarına alma istekleri eşitliğe dayalı ve adil bir birleşmeyi engelliyor.
Emperyalizmin sevdiği bölünmüş küçük ulusal parçalar ise büyük bir hızla kapitalist şirketlerin hegemonyasına girerek bağımsızlıklarını yitiriyorlar. Buralarda emekçi sınıflara özgürlük değil, serbest sanayi ve ticaret bölgelerinde sömürülmekten başka bir şey düşmüyor.
Dolayısıyla günümüzde sadece ülkelerin emperyalizmden ve sermayenin gericiliğinden kurtarılması değil, aynı zamanda dünya halklarının bütünleşmesi de emekçi sınıfların öncülüğünü bekliyor.
/././
Tercihe bağlı körlük sendromu -Engin Solakoğlu-
Bir Türkiye var, onu da Trump’ın emlakçılarına, ırkçı, dinci ayakçılarına ve tercihli körlük sendromu yaşayanlara kaptıracak değiliz.
Bizim basına ne kadar yansıdığını fark edemedim ama dün Lübnan’da bir patlama oldu ve Lübnan Ordusu’nun 6 askeri yaşamını yitirdi. Patlamanın haberini ben ABD Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi kisvesi altında bütün bir bölgenin Yüksek Komiserliği görevini yürüten Barrack’ın bir sayfalık “taziye” mesajından aldım.
Patlama Hizbullah’la bağlantılı bir mühimmat deposunun Lübnan Ordusu tarafından denetlenmesi sırasında meydana gelmiş. Suudi fonlu İslamcı siteler başta olmak üzere, birçok kaynak patlamadan Hizbullah’ı sorumlu tutan yorumlara yer verdiler, ABD, Suudi Arabistan ve İsrail’in Lübnan’daki “dostları” da patlamanın Lübnan’daki tek silahlı gücün Lübnan Ordusu olması gerektiğini ortaya koyduğunun altını kalın kalın çizdiler.
Olay, Lübnan’da Bakanlar Kurulu’nun ABD’nin önerdiği “ateşkes planını” noktasına virgülüne dahi dokunmadan kabul etmesinden tam iki gün sonra yaşandı. Önce bu plan ne diyor ona bakalım.
Özetlemek gerekirse, plan Taif Anlaşması’nın, Lübnan Anayasası’nın ve başta 1701 olmak üzere ülkeye dair BM Güvenlik Konseyi kararlarının uygulanmasını öngörüyor.
Taif Anlaşması 1989 yılında Lübnan’da süren 15 yıllık iç savaşı sona erdiren metin. Perde gerisinde ABD ve Suriye varken, arabulucu S. Arabistan. İsmini hepimizin Türk Telekom yağmasından da anımsayacağı Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri, Taif Anlaşmasının müellifi olarak kabul ediliyor.
Taif anlaşmasının önemi Lübnan’ın kurucu metni kabul edilen “Ulusal Ant”a kimi değişiklikler getirmiş olması. Ulusal Ant’a dair özet bilgi içeren yazımı şuradan okuyabilirsiniz. Bu değişikliklerin başında Lübnan’ı oluşturan etnik ve dinsel grupların değişen nüfus oranlarının yönetime yansıtılması geliyordu. Detayı bu yazının konusu değil. Asıl önemli kısım “milis güçlerinin silahsızlandırılması”na dairdi. Hizbullah ise bu düzenlemenin dışında bırakılmıştı. Bunu bir kenara not edelim.
ABD planında atıf yapılan 1701 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararı ise 2006 tarihli. 15 Konsey üyesinin oybirliğiyle alınmış. Bunun Taif’ten en önemli farkı Hizbullah’ın tamamen silahsızlandırılmasını öngörmesi. Biraz daha açarsak, İsrail’in Lübnan’dan tümüyle çekilmesi, Sınırın 18 km kadar kuzeyinde paralel bir hat şeklinde uzanan Litani nehrinin güneyinin Lübnan Ordusu ve BM Barış Gücü’nün (UNIFIL) denetimine terk edilmesi, Hizbullah’ın da o bölgeyi boşaltması istenmiş.
Daha fazla teknik detaya boğmadan şunu söyleyelim, ABD planında referans verilen Taif Anlaşması ve 1701 sayılı BMGK kararı Hizbullah’ın silahsızlandırılması konusunda yüzde 100 zıt hükümler içeriyor.
ABD planında birçok başka unsur da var ama “savaşı neden kaybettik?” diye soran Napolyon'un, “cephane yoktu” yanıtını aldıktan sonra “tamam, başka bir gerekçeye ihtiyaç yok” demesi gibi, Hizbullah’a dair mesele ABD’nin niyetinin yönetici özeti aslında. ABD’li emlakçıların yürüttüğü bölgesel tasarıma parazit çıkartacak hiçbir unsurun kalması istenmiyor. Diğer yandan da, bu planı kabul etmeyecek olan Hizbullah’ın üstüne bu kez Lübnan’ın içindeki işbirlikçi unsurlarla birlikte yürünecek ve çıkacak iç savaşın sonunda ülke bir daha ayağa kalkmamak üzere parçalanacak. İsrail Lübnan’a canının istediği gibi hiçbir direnişle karşılaşmadan girip çıkacak, hatta istemezse çıkmayacak.
ABD’nin “barış planı” bu. Silahlar susacak ABD ve İsrail’in askeri gücü siyasetin sınırlarını belirleyecek, ondan sonra Lübnan “Biladüşşam” mı olur, “Biladelamerikî (!)” mi olur ne gam? Lübnan’da 75 yıldır yaşayan Filistinlilerin kaderini hiç karıştırmayalım bile. Küresel sermaye yoksul Filistinlileri çoktan gözden çıkarmış durumda.
Sözün özü, bölgeyi yakından izleyen deneyimli gazeteciler Hala Jaber ve Elias J. Magnier’nin vurguladıkları gibi bu bir çözüm değil Lübnan’ı tasfiye planı.
Şimdi başa dönelim, Lübnan Ordusu’nun 6 askerinin ölümüyle sonuçlanan patlamanın ardından Hizbullah’ın suçlanması kuşkusuz başlatılması planlanan iç savaşın işaret fişeklerinden biri olacak. Yıllardır, savaş, işgal, açlık, sefalet gibi her türlü felakete maruz kalan Lübnan halkının acılarını uzaktan seyreden “uluslararası camia”nın bu patlamanın ardından Lübnan’a taziye mesajı yağdırması elbette tesadüf değil.
Ateşkes ve barış diye çıkılan yolun sonunun iç savaş ve çözülme olacağını görmemek için ya bir tür bilişsel körlüğün kurbanı olmak gerek, ya da bile isteye başını öteye çevirmek.
Benzer bir durum Suriye için de geçerli. Federal mi olacak, konfederal mi, üniter mi? Güneyi kimde kalacak, kuzeyi kimde? Lübnan’dan kalan parçalarla mı birleştirilecek, yoksa topraklarının bir kısmı İsrail’e bir kısmı Türkiye’ye mi verilecek? Orada yaşayan halklar ne olacak? Sünni Araplar, Kürtlerle mi çatıştırılacak, Dürziler Bedevilerle mi? Alevi nüfus, Hristiyan nüfus kime, kimlere iltihak edecek? Yoksa hepsi üst üste toplanıp beşe mi bölünecek. Canım “Pax Americana” işte. Dert etmeyin, diktatör Esat’tan, Baas düzeninden kurtulduk ya işte. Hem içinde “pax” geçiyor. Yani barış! Daha ne istiyorsunuz?
Çanakkale’de açılan her yeni emlak/arsa ofisinin daha çok orman yangını anlamına gelmesinde nasıl bir tuhaflık yoksa, Emlakçı Trump’ın bütün adamlarının, özellikle de Barrack’ın bölgedeki faaliyetlerinin daha çok savaş anlamına gelmesi de o kadar olağan.
Bir birey, başta sınıfsal olmak üzere çeşitli sebeplerle ABD ve kapitalizm yanlısı olabilir. ABD hegemonyasının kendi faydasına olduğunu, o hegemonyanın kurbanlarının ölmeyi hak ettiklerini, kazanan/kazanacak tarafta yer almanın çıkarlarına uygun olduğunu, diğer “kahverengi” halkların başına gelenin kendi başına gelmeyeceğini düşünebilir. Bunlara söyleyecek sözümüz yok, bunlarla kavgamız var. Köklerine kibrit suyu ekene ve gezegeni bu asalaklardan kurtarana kadar da duracak değiliz.
Yalnız bir de tercihe bağlı körlük sendromundan mustarip olanlar var. Onların durumu çok acıklı.
Lübnan’a, Suriye’ye baktıklarında planlananların, yapılanların yanlışlığını, sonucun o ülke halkları ve bölge için felaket olacağını görmekte hiçbir zorluk çekmiyorlar. ABD emperyalizminin nelere kadir olduğu konusunda okuyarak ve yaşayarak öğrendikleri deniz derya. E, bunlar okumuş çocuklar! Marx biliyorlar, Engels biliyorlar, kısmen Lenin’e, bir çorba kaşığı da Bookchin’e hâkimler. Aferin!
Şimdi bu “haylaz” emperyalizm, bölgenin canına okuyor. Suriye’yi Lübnan’a, Irak’ı İran’a katma peşinde koşuyor, İsrail’in yürüttüğü insanlık tarihinin canlı görüntülenen en büyük soykırımına her türlü desteği veriyor. Bunları görmekte, tespit ve telin etmekte büyük sorun yaşanmıyor. Ortadoğu’yu gözlerimizin önünde olanca müstehcenliğiyle dans ediyor. Buralarda mutabıkız, değil mi?
Gelgelelim Barrack ve Londra masayı Ankara’da kurunca işler değişiyor. Sürecin biyolojik artıklarında boncuk bulma gayreti, çokça hatasıyla ve doğrusuyla bu bölgede yaşanmış en ilerici atılım olan Cumhuriyet’e sövme abukluğundan geçtim, ortaçağın karanlıklarında yitip gitmiş olması gereken aşiret yapısının yüceltilmesine kadar sıçrıyor.
Kuyruk olma kolaylığına alışmış ve öncülük refleksini yitirmiş bir grup, ABD’nin soğuk savaş icatları arasında ilk sıralarda yer alan, solcu gençleri katlederek, fabrikalarda grev kırarak ABD’deki kurucu babalarına borcunu ödeyen mafyatik bir yapıyla ve ülkeyi kupon arsa olarak gören zihniyetle ele ele tutuşmuş bağırıyor: “Ama Mustafa Suphi’yi Kemalizm öldürdü!”
Tercihli körlük sendromu tam da bu. Lübnan’ı görüyor, Suriye’yi görüyor ama Türkiye’yi orada çevrilen dolaplardan münezzeh ve başka bir gezegende farz ediyor. Arama motorlarını boşuna yormayın. Tercihli körlük sendromunun belirtileri hep vardı ama sendrom seviyesine yeni çıktı. Tedavisi üzerinde çalışıyoruz ve mutlaka bulacağız. Zira başka bir ülkemiz yok.
Bir Türkiye var, onu da Trump’ın emlakçılarına, ırkçı, dinci ayakçılarına ve tercihli körlük sendromu yaşayanlara kaptıracak değiliz.
/././
Yürüdüğümüzün, büyüdüğümüzün ve mücadele ettiğimizin tanıklığı -Freddy Pérez Cabrera-
Tarih, dünyada bıraktığımız izden, inşa ettiğimiz anlardan, bir adım daha ileriye gidebilmek için aşmamız gereken güçlüklerden fazlasıdır. Tarih, her şeyden önce, yürüdüğümüzün, büyüdüğümüzün ve mücadele ettiğimizin bir tanıklığıdır.
Maceo ailesinin annesi Mariana Grajales’in, tüm oğullarını ve eşi Marcos’u diz çöktürerek onlara “Vatanı özgürleştireceksiniz ya da bu uğurda öleceksiniz” diye yemin ettirdiği o yüce anın hikayesini duyunca etkilenmeyecek kimse yoktur sanırım.
Bir arkadaşına “dönek” dediği için on altı yaşını henüz yeni doldurmuşken altı yıl hapse mahkûm edilen gencin hikayesi de en az bu kadar dokunaklıdır. Bu sözü sarf etmişti, çünkü arkadaşı bağımsızlık yanlısı Kübalıları bastırmak için örgütlenen İspanyol kuvvetlerinin tarafına geçmişti. İşte bu yüzden, Küba bağımsızlık kavgasının öncüsü [Jose Marti] ayağında prangalarla, San Lázaro taş ocaklarında çalışmaya mahkûm edilecekti.
Moncada Kışlası baskınından sonra, yoldaşlarını ele vermesi için gözleri oyulup vahşice dövülmesine rağmen tek kelime etmeyen Abel Santamaría’nın direnişine ne demeli? Buna bir de Frank País’i ekleyelim; henüz 22 yaşında, Santiago de Cuba sokaklarında her gün hayatını riske atarak, ülke çapında tiranlığa karşı örülen yeraltı direnişini yöneten o genç adamı…
İşte böyle; tarihimizin sayfalarını biraz kurcaladığımızda, yüreğimizde Küba’ya aidiyet, yurtseverlik ve gurur duygularını kabartan sayısız kahramanlık hikayesi buluruz.
Fidel’in 10 Ekim 1968’de, bağımsızlık savaşlarımızın başlangıcının 100. yılı vesilesiyle yaptığı konuşmada vurguladığı gibi, değerler yaratmak için tarih bilincinden büyük bir kaynak yoktur. Bu uyarı, içinden geçtiğimiz süreçte daha da anlamlıdır.
Bugün nereden geldiğimizi, kim olduğumuzu ve ulus olarak varoluşumuzun her gününde ne gibi tehlikeleri göğüslediğimizi bilmek, hava gibi, su gibi yaşamsaldır. Bu yüzden ekonomik alanda ileri gitmek için sarf edilen büyük çabanın yanı sıra, kültür ve fikirler alanında da aynı ölçüde büyük bir mücadele vermek gerekir.
Merkez Komite Birinci Sekreteri ve Cumhurbaşkanı Miguel Díaz-Canel Bermúdez’in San Lorenzo, Playita de Cajobabo, Baraguá ya da Playa Girón gibi ulusal tarihimiz açısından kutsal olan mekanlarda gençlerle gerçekleştirdiği son buluşmalar, tarihimizin yeniden canlandırılması için neler yapılabileceğine dair birer derstir.
Onlarca yıldır sürmekte olan ekonomik abluka, maddi sıkıntılar ve medya saldırıları, Küba halkının bir kısmında tahribat yaratmış durumda. Bu gerçeği görmek, yeni stratejiler bulmaya da mecbur kılıyor bizi. Kübalı olmaktan duyulan gururu, ulusumuzun gelişimini sağlayan değerleri güçlendirecek yeni stratejiler…
Kübalıların yaşamını daha insancıl kılacak ekonomik dönüşümlere kafa yorarken, bir yandan da bize dayatılmaya çalışılan kültürel sömürgeleşmeyle yüzleşmek gerekiyor. Ne yazık ki bu sömürgeleşme, ünlü Kübalı aydın Abel Prieto Jiménez’in de yakın zamanda belirttiği gibi, azımsanmayacak sayıda zihne sızmış durumda.
Köklerimizi ve geleneklerimizi söküp atmayı hedefleyen bu semboller ve kültür savaşında Küba'nın haklılığını savunmamız gerekiyor, ki bunun için de, Fidel’in “ulusun kalkanı ve kılıcı” olarak tanımladığı tarih ve kültür öğretiminin geliştirilmesinden daha iyi bir araç yoktur.
Bu bağlamda, tarihimizi genç kuşaklara aktarmanın yeni ve daha etkili yollarını bulmamız gerekiyor. Kübalı kahramanların başarılarını, fedakârlıklarını ve adanmışlıklarını çocuklarımızın ve gençlerimizin zihnine yerleştirmeliyiz. Bunun gerekliliğinden zaten kimsenin şüphe ettiği yok. Ancak bunu bayat formüllerle, klişe sözlerle ya da bağlamdan kopmuş örneklerle yapamayız. Ve tarih bilincini yeniden geliştirmeye çabalarken, köşe başında, mahallede, tarlada, okulda veya iş yerinde yüzlercesi bulunan yakın dönem kahramanlardan da bahsetmemiz gerekiyor. Basit bir örnek vermek gerekirse: COVID-19’la göğüs göğüse çarpışan kahramanlardan ya da uzak topraklarda uluslararası görevler yürütmüş olan, halen yürütmekte olan binlerce Kübalıdan...
Zaman değişiyor, bu doğru. Kimse gençlerden ebeveynleri ya da büyükanne ve büyükbabaları gibi düşünüp hareket etmelerini bekleyemez. Bununla birlikte, onların karşısına doğru aynalar koymak hem görevimiz hem de borcumuzdur. Moda ya da müzik ikonları veya viral içerik üreten YouTuber’lar değil, gerçek anlamda “örnek” alınacak kişiler…
Bazen bir gencin tarihe ilgisizliğini değişmez bir gerçek sanıyoruz; “sevmiyor işte” deyip geçiyoruz. Oysa çoğu zaman bu ilgisizlik, tutkuyla anlatılmayan hikayelerin bir kulaktan girip zihinde hiçbir iz bırakmadan diğer kulaktan çıkmasının sonucudur.
Çocuklarımız, genç yaşta Nazi zulmünden kaçmak için iki yıl boyunca tavan arasında saklanmak zorunda kalan Anne Frank ile ailesinin trajedisine kayıtsız kalamaz; yahut silah arkadaşlarını kurtarmak için San Pedro tarlalarında kendini feda eden genç Panchito Gómez Toro’nun yüce anısına…
Gençlerin bu tür konulara ilgisiz olduğuna inanmıyorum. Cumhurbaşkanımızın gençlerle yaptığı buluşmalar da bunu gösteriyor.
Mesele, tarihi onların zamanına taşımakta; çoğu zaman abartılı bir destan havasına sokularak inandırıcılığı azaltılmış anlatımlardan sıyrılmakta.
Tarih, dünyada bıraktığımız izden, inşa ettiğimiz anlardan, bir adım daha ileriye gidebilmek için aşmamız gereken güçlüklerden fazlasıdır. Tarih, her şeyden önce, yürüdüğümüzün, büyüdüğümüzün ve mücadele ettiğimizin bir tanıklığıdır.
Yazar: Freddy Pérez Cabrera
Yayımlandığı yer: Granma
Yayın tarihi: 22 Nisan 2025
Çeviri: Göksun Özhan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder