Karpuz ve dolar: Küçük üreticinin mülksüzleşmesi -Ahmet Yaşaroğlu-
“Türkiye’de şu anda en ucuz şey döviz. Karpuzdan daha ucuz. Kur son üç ayda hiç artmadı. Ancak enflasyon yükseldi. Doların 33 lira olmasıyla 37 lira olması arasında bir fark yok. Yap 37 lira.” Bu sözler Türkiye İhracatçılar Meclisi -TİM- Başkanı Mustafa Gültepe’ye ait. (7 Ağustos Yeniçağ gazetesi) Dolardaki her yükselişin halkın yaşamını zindan ettiği gerçeğine karşın tuzu kuru patronun temennisi bu. Birkaç gün önce ise aynı gazetenin ekonomi sayfasında küçük çiftçi olduğu anlaşılan bir karpuz üreticisi elinde ikiye bölünmüş karpuzuyla, karpuzun kilosunu 1 liraya bile satamadıklarından yakınıyordu. Az çok gerçeğin peşinde koşan gazetelerin ekonomi sayfaları karpuz, soğan ve diğer tarım üreticilerinin bu tür yakınmaları ile dolu. Biraz kazanmak bir yana, yaptığı masrafı bile karşılayacak kadar para etmeyen ürününü tarlada bırakan, yöre halkının toplaması için çağrı yapan küçük üreticilere de rastlanmıştı.
TİM Başkanının sözleri ile küçük üreticinin sözleri sanki iki ayrı dünyadan geliyor gibi. Bir tarafta şu günlerde 33 lira olan dolar kurunda 4 liralık artışın hiçbir şey olduğunu ifade ederek daha fazla kâr hırsını dile getiren bir patron, diğer tarafta ise ürününün kilosunun 1 lira etmediğinden yakınan, bir karpuzun 5 kilo çekmesi hesabıyla 6 veya 7 karpuz satarak ancak bir dolar alabilecek olan bir küçük üretici! İhracat yapan patronların temsilcisi dolar kurunun müdahalelerle düşük tutulması nedeniyle kârlarında azalma olmasından yakınırken, muhtemelen gübresinden mazotuna, tarımsal girdilerini dolar fiyatlarıyla alan küçük üreticiler yüksek maliyetli ürününe verilen düşük fiyattan yakınıyor, tarımın bittiğini, köylünün perişan olduğunu dile getiriyorlardı.
Sözler iki ayrı dünyadan geliyormuş gibi görünse de aslında ikiye bölünmüş tek dünyanın halini anlatıyor. Ama bu dünyanın içindeki çelişkiler o kadar yoğun ve sert ki, ne tarafa dönülse oradan bir feryat yükseliyor. Bir tarafta işçi ve emekçilerin feryadına küçük üreticinin isyanı karışırken, diğer tarafta bambaşka çıkarların ifadesi olarak finans oyunları ile dolar kuru ve yüksek faizler üzerinden vurulan tatlı kazançlarının kendilerinin az kâr etmesine neden olduğunu söyleyerek yakınan fabrika sahibi patronlarının itirazı karışıyor. Bütün bu çelişkiler eşitsiz ve dengesiz gelişen, sektörler arasında kâr rekabetinin keskin olduğu, ama bu dengesizlik içinde ve her durumda işçi ve emekçiyi daha fazla ezen ve sömüren kapitalist ekonominin görünüş biçimleridir.
Ne ürettiğinden bağımsız olarak küçük üretici bir geçiş aşamasını temsil etmektedir. Onların bir bölümü tarıma el atmış büyük tekeller tarafından ezilmekte, onlarla yaptığı “anlaşmalı tarım” ile kendisine dayatılan koşullarda üretim yapmakta, adeta kendi tarlasında onların işçisi olarak çalışmaktadır. Bu bir geçiş biçimidir, şimdiden biçimsel hale gelmiş toprak üzerindeki mülkiyeti giderek bu toprağa tekellerin el koyması ile sonuçlanacak, küçük mülk sahibi mülksüzleşecektir. Kendi başına üretim yapan küçük üreticiler de karpuz ve diğer ürünlerin üretimini yapanları da benzer bir son beklemektedir. Şimdiden ortaya çıktığı gibi giderek üretim yapamaz hale gelecekler ve topraklarından olacaklardır. Küçük üreticilerin dayanışması, kooperatifler vb., bazıları açısından sadece bu süreci bir süre geciktirecektir. Kapitalizmin tarihsel gelişiminin de kanıtladığı gibi küçük üreticileri mülksüzleştirenler komünistler değil, kapitalistler ve tekelci sermayedir! Onları mülksüzleştirme görevini de devrim üstlenecektir.
Bu küçük üreticilerin kaderi mülksüzler sınıfı ile yani kendi iş gücü dışında satacak bir “malı” olmayan işçilerle birleşmektedir. Bu süreç her geçen yıl biraz daha hızlanmakta ve yaygınlaşmaktadır. İş birlikçi tekelci kapitalizm işçiyi, emekçiyi, küçük üreticiyi, tekel dışı kalmış kesimleri ezerek, sömürerek, mülksüzleştirerek ilerlemekte ve kendi saltanatını pekiştirmektedir. Erdoğan iktidarı bu süreci aldıkları ekonomik kararlarla biraz daha hızlandırmakta, soygun ve sömürüden azami ganimet alsınlar diye bu tekellerin önünü sonuna kadar açmaktadır.
Ama bu devran böyle gitmez ve gitmeyecek. Kendi içlerinde birliklerini sağlamayı başaracak ve ekonomik ve sosyal hakları için eyleme geçen, geçecek olan işçiler artık sadece kendi çıkarlarını değil, ezilen, sömürülen, yoksulluğa sürüklenen tüm kesimlerin temsilcisi olarak hareket etmeyi er ya da geç başaracaklardır. Üretim yapamaz hale gelen küçük üretici, taşına, toprağına, ağacına, suyuna sahip çıkarak yaşam alanlarını korumaya çalışan halk kesimleri elbette bu mücadelenin bir bileşeni olmayı, ortak çıkarlara sahip olduklarını anlayacaklardır. İşçi ve emekçi halkın gücü birleştiğinde bugün halkın tepesinde saltanat kurmuş olanlar gerçeklerle yüzleşeceklerdir. O zaman bugünden mallarını kaçırdıkları ülkelere bir göç başlayacaktır. Tabii o ülkelerde hâlâ eskisi gibi kalabilirlerse.
/././
MEB’in fütüvvete ve ahiliğe dayalı meslek okulu ve MESEM anlayışı: Kızıl saçlılar, mavi gözlüler, benekliler, kadınlar giremez -Adnan Gümüş-
Zaman var mı, hareket var mı, değişim var mı, değişim ve hareket belli bir yöne sahip mi, hep ileriye mi gider yoksa geriye doğru da gider mi, geriye doğru giderse ne olur? Zamanın, hareketin, değişimin ilke ve nedenleri nelerdir; zamanı, hareketi, değişimi ne, kim yönlendiriyor? İnsan içinde bulunduğu tarih ve şartlar içinde tarihini yazıyor da bu tarih yazımında, bu toplum kurgusunda “fikirlerin/idelerin” yeri nedir? İnsan fikri; bir gelenek, zümre, fırka/güç veya sınıf tarafından veya bunların bir bloku tarafından ele geçirilebilir mi, dikte edilebilir mi, en azından maniple edilebilir mi? Edilirse, bunun sonuçları ne olur? Muhafazakarlığın, dini muhafazakarlığın, dahası doğrudan dinciliğin çocukların ve toplumun fikrinin, görüşünün, görüsünün, ufkunun yerine geçirilmeye çalışıldığı hallerde ne olur? Hele de bu din, mevcut tanımlanmış norm ve gelenekleri dışında tüm yaratıcılığı olumsuzluyor, kendi norm çizgileriyle sınırlıyorsa?
MEB, meslek liselerini metalaştırmaya/ticari ürün yapmaya ve özelleştirilmeye, MESEM çıraklığı okul sayıp yaygınlaştırmaya, 7.-8. sınıf düzeyinde zanaat atölyeleri açarak çıraklığa yönlendirmeyi ortaokul düzeyine çekmeye, en son meslek ortaokulları açmaya yönelik adımlarını sürdürüyor.
Dahası çıraklık ve mesleki terbiye için “fütüvvet ve ahilik”i ana modeli/felsefesi saydığını şûra kararlarına, vizyon belgelerine, ders programlarına yazmış bulunuyor.
Tarihi olan her şey iyi, güzel, hoş olsa idi bugün hiçbir sorunumuz olmazdı. İyisi ile kötüsü ile tarihi tarih olarak okumakta ve dersler çıkarmakta da bir sorun yok.
Ama bu iş biraz başka, tarihi olanı tarihi bir deneyim değil güncel bir model saymada sorun. AKP’nin, İTO’nun (Daha önce onlar da basmışlardı), Aydınlar Ocağı, genel olarak dini muhafazakar grupların eğitim modeli diye öne çıkarttığı “fütüvvet ve ahilik” geleneğinin ne anlama geldiğine dair hiçbir eleştiri ve değerlendirme yapılmadan OLUMLAYARAK bunu çıraklık ve mesleki terbiyenin modeli saymasında. İmamoğlu yönetiminde İBB İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphane ve Müzeler Müdürlüğü de Abdülbâki Gölpınarlı’nın fütüvvetname çevirilerini/makalelerini “Fütüvvet ve Fütüvvetname Makaleler” başlığı ile 2022 yılında basmış durumda.
Gölpınarlı’nın yaptığı çok yerinde akademik çalışmalar, iyi ki bu fütüvvetnameleri araştırmış, bulmuş, çevirmiş, yayımlatmış. Bunların hepsi önemli vesikalar, önemli olaylara doğrudan kaynak niteliğinde.
Fütüvvetin/ahiliğin çocuk, insan, esnaflık, iş, meslek, dünya anlayışının anlaşılması için Abdülbâki Gölpınarlı “Fütüvvet ve Fütüvvetname Makaleler” kitabında ilk sırada yer verilen 13. yüzyıl başlarına ait Harputlu Nakkaş İlyas oğlu Ahmed’in Tuhfat- al-Vasâyâ başlıklı Arapça fütüvvetnamesinden bazı küçük pasajlar aktaracağım.
GÖLPINARLI’NIN DİLİYLE MÜRÜVVET, FÜTÜVVET VE AHİLİK
“Adamlık ve erlik manasına gelen “mürüvvet” kelimesiyle gençlik, yiğitlik ve cömertlik manalarını ifade eden “fütüvvet” kelimesi, esas itibarıyla tasavvufa dayanan, fakat ayni zamanda iktisadi teşekkülleri de kavraması ve sanat erbabını teşkilâtlandırması bakımından ekonomik bir hüviyet de taşıyan ehl-i fütüvvet tarafından daha şümullü mânalara alınmış ve bir terim olmuştur. Bunlarca mürüvvet, fütüvvetin esasıdır, fütüvvetse mürüvvetin sonudur. Bu bakımdan her mürüvvet ehli, fütüvvet sahibi değildir, fakat her fütüvvet ehli, mürüvvette en ileri dereceye varmıştır. Arapçada fütüvvet ehline “fetâ, fityân”, bunların şeyhlerine “abu-l-fityân, seyyid-al-futuvva” dendiği gibi Farsçada fütüvvet ehli “fütüvvet-dâr, cüvan-merd, fetâ” adlarıyle anılmış ve yollarına Arapçada “al-futuva”, Farsçada “fütüvvet” denegelmiştir.Fütüvvet ehlinin şeyhlerine “ahı” da dendiğini kaynaklardan öğrenmekteyiz. Bu kelimenin, Türkçe “akı” kelimesinden geldiği söylenebilir (Mahmud-ı Kâşgarî: Dîvânu Lûgaat-al-Türk, İstanbul Matbaa-i Âmire basımı, c. I, s. 48).(Gölpınarlı, 2022, s.19).
Çok öz olarak Arap ve Acem geleneklerinden Selçuklu ve Osmanlı’ya geçmiş, kökleri Hıristiyanlığa, daha eski Zerdüşti geleneklere, belki daha da eskilere giden, içeriği Müslümanlıkla yeniden biçimlendirilmiş, Selçuklu döneminde 13. yüzyılda Anadolu’da da çok etkili olmuş hem kültürel/normatif/mistik tasavvufi (tekke ve zaviyeler) normatif düzen hem de feodalite/lonca türü askeri ve mesleki örgütlenme tarzını oluşturmaktadır. Modern dönemlerle birlikte, özellikle de 1908 Hürriyet Devriminden sonra resmi niteliğini kaybetmiştir.
Bugün konu edinmemiz, bu tarihi olguyla ilgili değil güncel ile ilgilidir. AKP, Milli Görüş, dinci çevreler yeniden resmiyet kazandırmakta ve dahası eğitime okula model saymaktadırlar. Gerçekten çağdaş bir seçenek oluşturabilir mi, uygulama ile ilgili birkaç kısa pasaj bunu anlamaya yeter.
BAĞLILIK YEMİNİ, BİAT ETME: ŞARAP, TUZLU SÜT, TUZLU SU, TUZLU KAHVE AYNI GELENEK Mİ?
Fütüvvet her şeyden önce söz ile, bağlılık ile, biat ile başlıyor. Bunun pekçok ritüeli var. Eski geleneklerde ve Hıristiyanlıkta “şarap içme” müslümanlıkla “süt içme” ritüeline, “tuzlu su”ya, şerbete” dönüşüyor, içerik aynı kalıyor.
“Şürbî olanlar, kalkıp sahibin adına tuzlu şerbet içer. Bunun aslı şuradan gelmedir: Tanrı rahmet etsin ve esenlikler versin, Peygamberimize peygamberlik gelmeden önce fütüvvet sahiplerinde sahip adına şarap içilirdi. Ebû-Cehl o zamanlar fütüvvet sahibi olmakla tanınmıştı. Dörtyüz kişi onun adına şarap içmişti. Peygamber o vakit gençti. Gençlerden kırk kişi, Peygamberde çağdaştı ve daima beraber bulunurlardı. Tanrı rahmet etsin, Mustafa’ya ya Muhammed dediler, zâhir ve bâtına ait her hususta kutlu ayağınızın bastığı toprak bile Ebû-Cehl’in varlığından daha yücedir, daha iyidir. Sizin cana canlar bağışlıyan vücudunuz varken o, fütüvvet sahipliği süsünü takınmada. Biz de sizin kutlu adınızla fütüvvet yoluna girmek istiyoruz. Tanrı rahmet etsin ve esenlikler versin, Peygamber aramızda şarap kullanmamız doğru değil buyurdu ve tuzlu suyu koydu. Onlar da Peygamber’in kutlu adına tuzlu şerbet içtiler.”
(…) “Bu bakımdan sahabe, ulu Tanrının “Ağaç altında sana bîat ettikleri zaman, Tanrı o bîatta bulunan îman sahiplerinden razı oldu” buyurduğu gibi (LVIII, al-Feth, 18) bîat ettikleri zaman Peygamber, sahabeye süt verdi. Efendimiz, bilginler ve fetâlar Padişahı Urumyalı şerîat ve dîn İmâd’ından (İmâdeddin) duydum, Tanrı faziletini daim etsin, dedi ki: Şeceremizde, yâni Tanrı azîz ruhunu kutlasın, Şeyhler şeyhi, kutupların kendisine uydukları, yol erlerinin mürebbisi saygı değer Şeyh Şihâb-al-milleti valdin (Şihâbeddin) Sühreverdî’nin şeceresinde şöyledir. Şeyh, tarîkat, şerîat, hakıykat ve fütüvvette kemâl sahibiydi. Fütüvvette de nisbeti cihan halîfesi Nâsır Halîfe’ye ulaşır. Kendi eliyle şöyle yazmıştır: Tanrı yüzünü tekrim etsin, Emîr-al-mü’minîn Ebû-Tâlib oğlu Alî, tuzlu su verirdi. Bu zayıfın zannı şudur ki, Tanrı razı olsun, Ebû-Derdâ’, buna kızdı, Tanrı rahmet etsin Resûl, bîatta süt verirken sen neden bu bid’atı koydun? dedi. Emîr-al-mü’minîn zararı yok buyurdu, güzel bir bid’at. Her yerde süt bulunamaz, halk mahrum (227. a) kalır. Fakat sunulursa süte birazcık tuz atılması da gerektir ki, bu suretle her iki kavil yerine gelmiş olur.” (s.171-172)
Güncel bir bağ kurulursa, kız istemede tuzlu kahve geleneği bu ahilik geleneğinin uzantısı mı, “fedailik” başta olmak üzere daha hangi gelenekler fütüvvet ve ahilik ile ilgilidir, bunların araştırılması gerekmektedir.
SAHİBE BAĞLILIK YEMİNİ: AYAKTA DURMAK, ŞERBET İÇMEK, FÜTÜVVET LİBASI (ŞALVAR) GİYMEK
Biat 5-6 yaşlardan başlıyor. Ritüelleri, uzun duası var:
“Özetle “Kavlîyse hutbeyi “Yoksullar hizmetçisinin” cümlesine kadar okur ve “Tanrı fütüvvetini daîm etsin ve mürüvvetini arttırsın, fütüvvet sadrı, mürüvvet sahibi, kardeşlik dolunayı filân ahının adına” der. Bütün bunları söylemeden âcizse “Hamd âlemlerin rabbi Tanrıya. Rahmet ve esenlik Muhammed’e ve tertemiz ehli beytiyle bütün sahabelerine. Durdum, sonsuz günahlarıma istiğfar etmede, Tanrının emrine ve nehyine uyup kulluk etmiye, Mustafâ’nın sünnetine uymıya, analarla babalara muti’ olmıya, Murtazâ yolunu korumıya, yücelik cüvan-mertleriyle sâlihlerin arasında ve kapısında fütüvvet sadrı, mürüvvet bedri, Tanrı başarısını daîm etsin, filân ahı adına” der ve gidip onun elini öper.” (Gölpınarlı 2022, s.174)
Yani sahibe biat ve bağlılık yemini etmiş olur.
Çıraklığa/adamlığa kabul için fütüvvet libası (şalvar) töreni bulunmaktadır.
“Fütüvvet kardeşi olanlar halka olurlar (228. b). Sahiple terbiye de, kalktıkları zaman dönmeleri ve kıbleye karşı uçkur bağlamamaları için kıbleyi sol yanlarına almak şartiyle halkanın ortasında yere otururlar. Kıbleye karşı otururlarsa şalvar giyerken kıbleye saygısızlık göstermemek için ayakların uzatılmaması ve ayak tabanlarının yere dayanması gerektir. Önce sahip, terbiyenin beline, şalvarının üstünden bir peştemal kuşatır. Ondan sonra oturup kendi şalvarının önce sol ayağını çıkarır ve üstüne sol ayağını kor. Sonra sağ ayağını çıkarır ve o şalvarı, önce sağ ayağını, sonra sol ayağını paçasından tutarak terbiyeye giydirir. Bundan sonra tebriye kalkar, kıbleye döner. Sahibi de elini peştemalın altına sokup onun uçkurunu bağlar. Terbiyenin evvelki şalvarı, diğer armağanlarla beraber sahibe aittir. Sahibin, şalvar giydirirken kendi şalvarını çıkardığı zaman iç doniyle kalmaması için birbiri üstüne iki şalvar giymesi münasiptir. Sahip, terbiyeye şalvar giydirip fütüvvet icazeti verdiği zaman terbiyenin de kudreti yettiği kadar ona armağanlar sunması gerektir. Şalvar ne pek bol olmalı, ne de pek dar. Öyle ki, paçasından abdest bozmak imkânı olmamalıdır. İlk şalvar giyen, Tanrı rahmet etsin, İbrâhîm Halîl’di. İlk konuk ağırlıyan da oydu. Tanrı rahmet etsin ve esenlikler versin, Peygamber “ilk olarak konuk konuklıyan ve ilk şalvar giyen İbrâhîm’di” buyurmuştur. “Fetâlık, cüvan-mertlik, ancak şalvarla olur” denmiştir. Mânası da şalvar emanetini korumalarını ve harama uçkur çözmemelerini tenbihtir.” (Gölpınarlı 2022, s.175)
SAHİBLİK-TERBİYELİLİK ESAS, SAHİP DEĞİŞTİRİLEMEZ: FÜTÜVVET EHLİ ÜÇ DERECE
Fütüvvet ehli üç dereceye ayrılmaktadır: Şeyh Şeyh-i Temessük, Şeyh-i Tahallûk, Şeyh-i Teberrük. Fütüvette pirler üçtür: Kavlî, Şürbî, Seyfi Pîr. Esnad sahipliği çok önemlidir.
Fütüvvete giriş sebepleri de üç grupta sayılmaktadır: Sened ve zaruret sahibi, itikat ve muhabbet sahibi, ikbâl ve himaye sahibi.
Burada en önemlisi sahiplik-terbiyelilik (sahip-çırak) ilişkisidir, dahası sahip değiştirilemez: “fütüvvetin iki kısmı şeref ve teberrük hükmünde olup senetleri kuvvetlendirme mahiyetindedir. Sahip, gerçekte ilk sahiptir, eğer fütüvvete müstahaksa ve fütüvvet şartlarını anlatırken söylediğimiz şartları haizse. Fakat bir kimse, esasen fütüvvete müstahak birisinin terbiyesiyse ve sonra gidip bir başkasına terbiye olursa eğer o ikinci sahip, onun başka birine intisabı olduğunu bildiği halde kabul eder ve bunu câiz görürse terbiye de merduttur, ikinci sahip de.” (Gölpınarlı, 2022, s.176).
KADINA, KÖLEYE, KIZIL SAÇLI, KAŞLI VE KİRPİKLİ, GÖK GÖZLÜ VE YÜZÜNDE BENEKLER BULUNAN KİMSEYE FÜTÜVVET VERİLEMEZ
Fütüvvet ve ahiliğin kapsayıcılığı nedir, kimler kabul edilebilir, bununla ilgili de çok açık ırkçı ayrımcı hükümler bulunmaktadır:
“Tanrı rahmet etsin, der ki: Bu yola giren ve kıble ehlinden olan her kişiye ulu Tanrının emirlerini tutmak ve Tanrı esenlikler versin, Peygamber’in sünnetine uymak gerektir. Fütüvvet sahibi, padişahın yardımcılarındansa ve kılıç sahibiyse onun fütüvveti sâbittir, çünkü din yardımcılarından ve Müslümanlara huzur verenlerdendir. 68 Ancak, Tanrı rahmet etsin, Peygamber’in “Ümmetimden on bölük, tövbe etmedikçe cennete giremez” buyruğunda bildirilen on taife, bu hükümden dışarıdır ki asıl kitapta bunlar anlatılmıştır. Şedd bağlanması, fakat tekfiyesi caiz olmıyanlar, çocuklardır ki bunlar ergenlik çağına girinciye dek tekfiye edilmezler, fakat şedd kuşatılması caizdir. Köle de ancak azad edildikten sonra tekfiye edilir. Köleye, efendisinin izni olmadıkça şedd de kuşatılamaz. Şeriatte fâsık olanlara da, islâm olduklarından şedd kuşatılabilir, fakat fâsık oldukları cihetle tekfiyeleri caiz değildir. Şedd kuşatılması da tövbe etmesi ve tâata dönmesi ümidiyledir. Kadınla erkeği buluşturana gelince: Onun fütüvveti esasen sahih olamaz. Bedeninde bir kusuru olanla kızıl saçlı, kaşlı ve kirpikli, gök gözlü ve yüzünde benekler bulunan kimseye de fütüvvet verilemez ve bu, Tanrı rahmet etsin ve esenlikler versin, Peygamber’den rivayet edilen merfû’ hadisle sabittir.69 Bid’atı benimsemiş olanla kötülük eden er, kadın ve müşrik de fütüvvete kabûl edilemez. Ulu Tanrı’nın, fütüvvet mânalarının incelikleriyle hususiyetlendirdiği muhakkık şeyhlerimizce bunların fütüvveti, fütüvvet mezhebinde doğru değildir.” (Gölpınarlı, 2022, s.147).
İrdelenecek söylenecek çok şey var.
Şu ama çok açık ki, fütüvvet ve ahilik bugüne model olamaz.
/././
Dolar karpuzdan ucuz! -Nuray Sancar-
Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mustafa Gültepe | Fotoğraf: Anka
Büyük kentte yaşamanın maliyeti asgari ücretin dört katına çıktı. Yani çoğunluk açlıkla boğuşuyor. Ülkeyi terk eden beceri ve meslek sahibi kesimin sayısı geçen yılınkini şimdiden aşmış durumda. Ücretlerin sürekli erimesi, düşen yaşam kalitesi, baskılar, kadın cinayetlerindeki artış, iş cinayetlerinde genç hayatların sönmesi yoksul sınıfların can yakan realitesi.
Uluslararası finans kuruluşlarından toplayabildiği paralarla ve Türkiye’nin yabancı sermaye yatırım puanının bir nebze artmasıyla övünen Mehmet Şimşek önceki gün aynı ezberini yineledi: ‘Uluslararası finansal kuruluşlarla yaptığımız çalışmalar somut adımlara dönüşüyor, kalkınma odaklı projeler uygun koşullu finansmanla, uzun vadeli ve piyasa koşullarının altında faiz oranlarıyla destekleniyor, programa güven artarak devam ediyor. Bu yıl 2.9 milyar dolar finansman sağladık. Dünya Bankası tarafından onaylanan yaklaşık 1.9 milyar dolar tutarında 4 proje imzalanmak üzere… deprem bölgesinde küçük sanayi sitelerinin yeniden inşa edilmesi… Orta koridor demir yolu geliştirme projesi kapsamındaki çalışmaların sürüyor…reel sektörümüzü güçlendirecek programımıza duyulan güvenin bir göstergesidir.”
Şimşek’in sözlerinde halkın geçim sorunu ile ilgili olarak sadece ‘Bekleyin, çözüyoruz’ var. Her seferinde bir sonraki üç aya ertelenen refah vaatlerine devam ediyor Bakan. Borç alınan paralardan yapılan destek depremzedelere değil, bölgedeki sanayi sitelerine; yolu, okulu, hastanesi olmayan yerlere değil, meta dolaşımını kolaylaştıracak inşaatlara. Ekonomi programıyla güven inşa etmekte Şimşek! Halka değil, sermayeye.
Ancak Şimşek yine de sanayicisine, tüccarına yaranabilmiş değil. İç sanayiciler ve tüccarlar, Şimşek’in somut adımlarını yeterli bulmuyor. ‘Türkiye pahalı değil, çok pahalı bir ülke’ diye vurgulayan Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Mustafa Gültepe’nin pahalılıkla ilgili algısı halkınkinden farklı. Dolar karpuzdan ucuz, ‘33 lira olmasıyla 37 dolar olması arasında fark yok, doları çıkarın 37’ye' diyor. Dört işlem fukarası devam ediyor: Sanayiciler için sürecin ‘Batan batsın’ anlayışıyla yönetildiğini ileri sürüyor. Turizmci ise bu yıl doların 45-50 TL olacağı beklentisiyle hazırlandığı vurgunu yapamadığından, yerli turistin de Yunan adalarını tercih etmesinden şikayet ediyor.
İç tüketimi kısmak pahasına ülkeyi ‘ucuz emek’ cehennemine dönüştüren, ihracata, dış krediye abanan, kamu arazilerini parsel parsel satışa çıkaran iktidarın, IMF’siz ‘yapısal uyum programı’ dış sermaye akışı ve yatırımına ‘Güvenli bir ortam sağlamak’ için, memleket sathını ekonomik buldozerle dümdüz etti, ediyor. Ancak kısa zamanda bol kazanç ve kâr derdindeki sermaye protokolü, oy derdinde ve kazı bağırtmadan yolmak amacındaki iktidarın yeterince hızlı davranmamasından şikayetçi. TİM Başkanı tekstilde Mısır’a kaçış olduğundan ve yabancı sermayenin, Türkiye pahalı olduğu için Türk sanayicileriyle çalışmak istemediğinden yakınıyor; programın daha fazlasını, daha hızlısını istiyor. Çünkü diyor, ‘Dünyada sektörel bazda ihracat yapan ülkelerin senden ucuzluğu yüzde 40-50. Bir yılda kurdaki artış yüzde 25.’ Lira yerlerde sürünsün, ihracatçı kazansın yeter!
Çünkü sanayiciler ve tüccarlar ekonominin baş aktörü olarak kendilerini görmekteler. Memurlara ve emeklilere yapılan zammın bütçeye maliyetini çalışanların gözüne her fırsatta sokarken kendi sermayelerinin ve kârlarının halka ve bütçeye maliyetini ekonomi ilminin konusu haline getirmedikleri için iktidarla ve kendi aralarındaki diyalogda, kalkınmaya ne kadar katkıda bulundurduklarını ballandıra ballandıra anlatıyorlar.
Doların TL karşısındaki değerinin yükselmesi akaryakıttan iğne ipliğe, ekmekten giyim kuşama, kiradan ulaşıma kadar her şeyin fiyatının misline katlanması demek. Tüccarlar ve sanayiciler kazansın, program yürütücülerine ve çevre çeperlerine de pay düşsün diye halkın inim inim inletilmesi demek.
Ancak emekçilere taşıtılan yük istiap haddini aşmış durumda. Öte yandan elini verip de kolunu kaptırdığı bu tablo, iktidarın içinden çıkamayacağı bir noktaya geldi. Çünkü orta vadeli program bir gayya kuyusudur, düştükçe düşen, battıkça batan orta boy boy sanayiciler ve ihracatçılar en alta doğru itilen kitlenin sırtından kuyunun ağzına doğru yükselemez hale geldiler; büyük balık tarafından yutulmak da cabası. Devlet onları kurtarmaya çalıştıkça en alttakiler daha da eziliyor. Borçlarına kefil gösterilen onların ucuz emeği, yoksulluğu çünkü.
Türkiye’nin yabancı sermaye yatırımlarının girişini kolaylaştırmak için ucuzlamasını talep eden, iktidara ‘Doları yap 37 lira’ diye dayatanlar devleti ve iktidarı halk için taşınamaz ölçüde ağırlaştırdılar. Vaktiyle, sosyal hakları budamak suretiyle ucuz bir devlete sahip olunacağını iddia eden asalak sermaye iktidarı halka bir külfet haline getirdi.
Bu pahalı sermayeden ve iktidardan kurtulmak; halkın yönettiği ucuz bir devlet ve ucuz bir devlet emekçilerin tek borcu olsun.
/././
"Ekonomi mucizesi" Almanya, nasıl "Avrupa'nın hasta adamı" oldu? -Yücel Özdemir-
Ekonomisi çöküş sürecinde olan ülkeler için kullanılan "hasta adam" tanımlaması, 20. yüzyılın başlarında Avrupalılar tarafından Osmanlı İmparatorluğu için kullanılıyordu. "Boğaziçi’deki hasta adam"ın ölümü, Birinci Dünya Savaşı’na katılması, emperyalistler tarafından işgal edilme planlarının devreye konulması ve Kurtuluş Savaşı’yla son buldu.
İngiliz "The Economist" dergisi, Osmanlı için yapılan "hasta adam" yakıştırmasını son 25 yılda iki kez Almanya için kullandı. İlk olarak 1999’da bu yakıştırmayı yapan dergi, tam bir yıl önce ikinci kez kapaktan "Almanya yeniden Avrupa’nın hasta adamı mı?" diye sordu.
Aradan geçen bir yıl ve son birkaç ay içinde olanlara bakıldığında, bir zamanlar "ekonomi mucizesi" (Wirtschaftswunder) diye tanımlanan Alman ekonomisi gerçekten de "Avrupa’nın hasta adamı"na dönüştü. Ekonomideki küçülmenin 2030’a kadar ciddi bir büyümeye dönüşmesini kimse beklemiyor. Beş yıl önce büyümenin yüzde 2.5’e kadar çıktığı ülkede, özellikle sanayi dallarında büyük bir daralma yaşanıyor. Sanayisizleşme tehlikesi her geçen gün daha fazla dile getiriliyor.
Alman ekonomisiyle adeta özdeşleşen ana sanayi sektörlerindeki daralma nedeniyle şimdiden on binlerce işçinin işten atılması planlanmış durumda. Bazı işletmelerdeki duruma baktığımızda sürecin hangi yöne doğru gittiği kısmen anlaşılıyor:
- En büyük otomobil tedarik zinciri Bosch, 2025’in sonuna kadar 2 bin işçiyi işten çıkaracak.
- İkinci büyük otomobil tedarik şirketi ZF, Almanya’daki 54 bin çalışandan 14 binini 2028’e kadar işten atacağını açıkladı. Sayının fazla olabileceğine dair basında haberler var.
- Üçüncü büyük otomobil tedarik tekeli Continental de büyük bir kriz içinde. Dünya çapındaki 203 bin çalışandan 7 bin 150’sinin işten atılacağı duyuruldu. Yüzde 40’ı Almanya’dan olacak.
- Tedarik şirketi Webasto, 16 bin çalışanın yüzde 10’unu işten atacak.
- Çip üreticisi Infineon, hafta başında aşırı üretim nedeniyle 1400 işçiyi işten çıkaracağını duyurdu.
- Yazılım alanında Almanya’nın en önemli tekeli SAP, 10 bin çalışanı işten atacak.
Sadece Bosch, ZF, Continental, SAP ve Webasto’daki gelişmelere bakıldığında, ülke sanayisinin kalbi otomobil sektöründe büyük bir krizin kapıda olduğu anlaşılıyor. Elektrikli otomobil için yapılan yatırımlar, tüketim düşük ve rekabet güçlü olduğu için karşılık bulmuş değil. Tedarik zincirindeki daralma doğal olarak yan orta ölçekli şirketleri de vuracak.
Benzer bir tablo kimya sektörü için de söz konusu.
BASF, üçte biri Almanya’da olmak üzere 2 bin 600 işçiyi işten çıkaracağını duyurdu. Evonik, 2026’ya kadar 1500’ü Almanya’da olmak üzere 2 bin işçiyi işten çıkarmaya karar verdi. Aspirin üreticisi Bayer, bu yılın ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 16.5 milyar avro zarar etti ve bunun sonucu olarak çok sayıda işçiyi işten çıkarmayı gündemine aldı. Korona aşısını bulduğu için rekor kârlar elde eden BioNTech, bu yılın ikinci çeyreğinde yaklaşık 800 milyon avro zarar etti. Şirketin yeni umudu, 2026’ya kadar onaylanması beklenen kanser ilacında.
Bunların dışında elektrikli ev aletleri üreten Miele, fabrikanın bir bölümünü Polonya’ya taşımaya karar verirken, toplamda 2 bin 700 işçiyi işten çıkaracağını açıkladı. Deutsche Bahn, 30 bin çalışanı işten atacağını duyurdu.
Sadece buraya kadar olan kesin rakamları alt alta topladığımızda, işten çıkarılacak kalifiye işçi sayısı 70 bini buluyor. Bir de bunların dışında küçük ve orta ölçekli işletmelerden işten çıkarılacakları eklersek, ekonomideki durgunluğun faturasının asıl işçilere kesildiği anlaşılıyor.
Ekonomideki durgunluğun aşılacağına dair veriler ise bulunmuyor. 2025’e dair yapılan en iyimser büyüme tahmini yüzde 0.5. Peki Alman ekonomisinin diğer gelişmiş kapitalist ülkelere nazaran bu denli “Avrupa’nın hasta adamı”na dönüşmesinin nedenleri neler? Bırakalım ABD, Çin, Rusya ve Hindistan’ı; Fransa ve İngiltere’nin ekonomilerindeki büyüme de Almanya’dan daha iyi. Son 15 yıl içinde ekonomi sadece 2009 (mali kriz), 2020 (korona krizi) ve 2023’te (Ukrayna savaşı) küçüldü.
Birçok burjuva ekonomisti küçülmeye gerekçe olarak “kalifiye iş gücü yetersizliği”ni gösteriyor. Halbuki ilgisi yok. Son iki yıl içinde işsizlik oranı yüzde 5.3’ten yüzde 6’ya yükseldi. Büyüme oranlarının Almanya’da eksiye düşmesinin başlıca nedeni elbette Ukrayna savaşı. Ancak, savaşa tam destek veren siyasetçiler ve ekonomistler bu gerçeği halktan gizlemeye çalışıyor. Halk ise her şeyin farkında. Ülkeyi savaşa sürükleyen hükümete güven, rekor düzeyde düşük. Hükümet partileri sürekli güç kaybediyor.
Uzun yıllar dış ticaretten beslenen Alman ekonomisinin en önemli avantajı Rusya’dan ucuza aldığı enerji idi. Sanayinin çarklarını çeviren bu ucuz enerji iki yıldır kesik ve başka ülkelerden katbekat enerji ithal ediliyor. Savaşla birlikte artan enerji fiyatları bir yandan alım gücünü düşürürken, diğer yandan parça başı ürün fiyatını arttırdı. Hal böyle olunca zorunlu olmayan malların tüketimi azaldı. Alman Ticaret ve Sanayi Odası (DIHK) tarafından yayımlanan “enerji barometresi”ne göre yüksek enerji fiyatları nedeniyle sanayi şirketlerinin yüzde 37’si üretimi, enerji ve emek maliyetlerinin daha düşük olduğu ülkelere kaydırma niyetinde. Bu oran savaşın başladığı 2022’de yüzde 21 idi.
Özetle; Ukrayna savaşının uzaması Alman ekonomisindeki “hastalığı” daha da ağırlaştıracağı, “hastane faturası”nın ise daha fazla işçi ve emekçiye kesileceği anlaşılıyor. Bu nedenle özellikle işçi sınıfının savaşa karşı verilen mücadelenin başında yer alması gerekiyor.
/././
İsrail’in Filistin’i işgali Dokufest’te: Susmayan sirenler -Nil Kural-
23. Dokufest Uluslararası Belgesel ve Kısa Film Festivali, proğramında İsrail’in Filistin’i işgaline geniş bir yer açıyor ve çalan bir siren gibi mevzunun aciliyetini izleyicisine hatırlatıyor.
Bu yılki Berlin Film Festivali’ni takip edenler, Filistin konusunda İsrail’i eleştiren filmlerin ve sinemacıların yaşadıkları baskıyı hatırlar. Berlinale’ye damga vuran bu boğucu atmosfer, fikir özgürlüğü ve her şeyden önce sanatın ne üzerinde konuşması ve ne konuda susturulmaması gerektiğine dair güçlü bir fikir vermişti. Bu yıl Kosova’nın Prizren kentinde 23. kez düzenlenen Dokufest Uluslararası Belgesel ve Kısa Film Festivali, seçkisiyle İsrail’in Filistin’i işgalinin geçmişten bugüne nasıl geldiğini, konusu ekoloji olan filmlere bile sızmasının kaçınılmazlığını gösteriyor. Seçkide can alıcı konuların nasıl öne çıkarılması gerektiğini de…
Balkanlar’ın en önemli festivallerinden olmasının yanı sıra belgesel odaklı festivaller arasında özel bir yerde duran Dokufest’in programında adını bu yılın dikkat çekici belgesellerinden “No Other Land”den alan özel Filistin bölümünün yanı sıra programın farklı bölümlerinde bu konuya eğilen filmler göze çarpıyor.
Mesela Uluslararası Yarışması’nda yer alan Filistinli Yönetmen Kamal Aljafari’nin yönettiği “A Fidai Film”, arşiv görüntülerine müdahalelerle oluşturulmuş bir deneysel belgesel. Beyrut’ta yerle bir edilen bir Filistin arşivinden yola çıkan film, kayboluşun yasını tutmak yerine işgalcilerin görüntülerini sabote etmeyi seçiyor. Aljafari’nin arşive müdahalesindeki amaç hem görüntüleri müdahalelerle özgürleştirmek hem de çok uzun yıllardır süren bir yıkıma dair bir hissi izleyiciye geçirmek. Bu iki alanda da başarılı olan belgesel aynı zamanda, sinema dilinde savaş ve yıkımı işlerken arşivin nasıl esnetilebileceği üzerine de bir düşünce egzersizi sunuyor.
Festivalin 1974: Now and Then (Şimdi ve O Zaman) adlı bölümü 1974 yapımı filmlerin günümüzün önemli tartışmalarını nasıl işlediğini gösteriyor. Bu bölümün seçkilerinden birinde Filistin’e odaklanan dört filmden biri olan “Arab Israili Dialogue" adlı orta metraj, özel bir yerde duruyor. Bağımsız ABD’li Belgeselci Lionel Rogosin’in imzasını taşıyan film, aynı zamanda arkadaş olan Filistinli Şair Rashed Hussein ve İsrailli Gazeteci Amos Kenan’ın tartışmaları üzerine. İsrail ve Filistin toprakları ve hak iddiaları üzerine argümanların bu iki entelektüel tarafından birbiri ardına sıralandığı filmde, Yönetmen Rogosin’in müdahaleleri de dikkat çekici: İkilinin tartışmasını bölgenin görüntüleriyle bölmenin yanı sıra İsrailli Kenan’ın tartışmaya haksız bir ağırlık koymasını veya daha düşünerek konuşan Hussein’i susturmasına izin vermeyen bir kurguyu tercih ediyor. Rogosin’in iki tarafa da söz verirken yönetmen olarak aldığı bu pozisyon, belki bugün 50 yıl önce olduğundan da daha değerli.
Konuya doğrudan odaklanan filmlerin yanı sıra başka odakların içinde yolu Filistin’e uzanan filmler, yönetmenlerin dünyanın aciliyet gerektiren mevzularını göz ardı etmemeleri açısından ayrı bir yerde duruyor. Ekoloji konulu filmlerin yarıştığı Green Dox seçkisindeki Sofie Benoot imzalı “Apple Cider Vinegar”, emekli bir doğa belgeseli anlatıcısının böbrek taşı düşürmesinin ardından insan bedeninin dünyayla bağlarını bizlere anlatmaya karar vermesi üzerine. Böbrek taşı üzerinden dünyanın taşlarına, minerallerine uzanan bu makale filmde, Belçikalı Yönetmen Benoot, Filistin’deki taş ustalarını da ziyaret ediyor. Tüm gün büyük bir ustalıkla kırdıkları kadim taşları İsrail’e gönderen ustalara büyük bir alan açan Benoot, çevreden bahsederken sömürgeciliğine arkasını dönmemeyi seçiyor. Tüm taşlar İsrail’e giderken, ustaların bu taşlarda buldukları balık fosilleriyle Filistin’deki evlerini süslemesi ise filmin çıktığı yolculukta keşfettiği bir cevher.
Uluslararası yarışmada yer alan Aura Satz imzalı “Preemptive Listening”, Londra’da yaşayan İspanyol sanatçının sirenler üzerine yaptığı bir deneysel belgesel. Çeşitli müzisyenlerden siren sesini yorumlamasını isteyen ve dünyanın paniğe, savaşa, çevre felaketine karşı diktiği bu alarmları yaratıcı bir dille gösteren film, zamanın ruhunu yakalıyor. Satz, filminde İsrail ve Filistin sirenlerine geniş bir yer ayırırken, haksızlığın yanında politik bir pozisyonu seçiyor ve iki ulusun uyarı sistemleri arasındaki eşitsizliğe geniş bir yer açıyor. Film, felaketlere karşı geç bir uyarı olarak inşa ettiği sirenleri bir alarm olarak kabul edip harekete geçme mesajıyla sonlanıyor. Bu harekete geçme çağrısı, festivalin seçtiği İsrail ve Filistin’i ele alan filmlerin genel ruh haliyle de birebir örtüşüyor.
/././
Roblox yasağı/Gökhan Ahi: Engelleme kanuna aykırı, uzun vadede çözüm değil -Gözde TÜZER-
Instagram’a erişim yasağının ardından bir engel de çocuklar arasında popüler olan Roblox Corporation tarafından geliştirilen çevrim içi oyun platformu ve oluşturma sistemi Roblox, mahkeme kararıyla erişime engellendi. Evrensel'e konuşan Bilişim Hukukçusu Gökhan Ahi engellemenin usule ve kanuna aykırı olduğunu belirterek “Zaten toplum olarak erişim engellemelere karşı şerbetli bir hale geldik. Görüldüğü üzere, erişim engellemeleri, kısa vadede etkili olabilir ancak uzun vadede kalıcı bir çözüm sunmuyor” dedi.
Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumunun resmi internet sitesinde yapılan bilgilendirmede, “roblox.com, 07/08/2024 tarihli ve 2024/5282 D. İş sayılı Adana 6. Sulh Ceza Hakimliği kararıyla erişime engellenmiştir” cümlesine yer verildi. Adana Cumhuriyet Başsavcılığı Bilişim Suçları Bürosunun talebi üzerine verilen kararın yasal dayanağı ise 5651 sayılı Kanun’un “Milli güvenlik ve kamu düzeninin korunması” hakkındaki 8/A maddesi oldu.
"DİŞE DOKUNUR BİR GEREKÇE SUNULMADI"
Gazetemize konuşan Bilişim Hukukçusu Gökhan Ahi erişim engelleme kararlarının, 5651 sayılı "İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi" hakkındaki kanun çerçevesinde verildiğini belirterek “Kamu düzeni, milli güvenlik, halk sağlığı gibi konularda, Cumhurbaşkanı ve bakanların talebi üzerine BTK başkanı tarafından erişim engelleme kararları verilebiliyor. Sulh ceza hakimlikleri ise katalog suçlar ve fikri hakların ihlalleri nedeniyle erişim engelleme kararı verebiliyor” dedi.
Ancak “çocukların istismarı” konusunun teknik olarak 5651 sayılı Yasa’da yer almadığını belirten Ahi şöyle dedi: “Kanunda ‘çocukların cinsel istismarı’ maddesi geçiyor ama cinsel istismar çok farklı bir konu. Çocukların istismarı çocuk işçilerden çocuklara kötü davranmaya kadar çok geniş bir alanı kapsarken, cinsel istismarda çocuklara cinsel amaçlı fiziki olarak dokunmak suç sayılıyor. Roblox'un erişiminin engellendiği kararda, katalog suçlardan hareket edilemediği için 8/A'daki kamu düzeni, milli güvenlik gibi konular gerekçe gösterilmiş. Ancak bu konuda da sulh ceza hakimleri yetkisiz, çünkü bu tip kararları BTK başkanı alıyor ve Ankara'daki sulh ceza hakimine hukuki denetim için gönderiyor. Buradan bakıldığında bile Roblox erişim engelleme kararı usule ve kanuna aykırı görünüyor. Kaldı ki, erişim engelleme kararında dişe dokunur ve kamuoyunu tatmin edecek bir gerekçe de sunulmamış.”
İKTİDAR POLİTİKALARINA GÖRE ŞEKİLLENEN KAVRAM: "KAMU DÜZENİ"
Kamu düzeni, milli güvenlik, halk sağlığı gibi geniş spektrumlu kavramların muğlak olduğu gibi siyasal iktidarların politikalarına göre kolay şekil alabilen kavramlar olduğunu vurgulayan Gökhan Ahi “Dolayısıyla bu kavramların içi günlük politikalara göre kolaylıkla boşaltılabiliyor. Sonuç olarak, bu kavramları ele alarak her türlü çevrim içi içerikler engellenebiliyor. Ki bunun örneğini Instagram'da ve Watpad'de görüyoruz. Daha önce Twitter, Wİkipedia ve YouTube'ta da görmüştük” ifadelerini kullandı. “Erişim engeli günümüz internet dünyasını da düşününce mümkün mü?” diye sorduğumuz Gökhan Ahi şöyle dedi: “Kullanıcılar, erişim engellerini aşmak için VPN veya alternatif DNS sunucuları kullanabilirler. Zaten toplum olarak erişim engellemelerine karşı şerbetli bir hale geldik. Görüldüğü üzere, erişim engellemeleri, kısa vadede etkili olabilir ancak uzun vadede kalıcı bir çözüm sunmuyor. Streisand etkisiyle kullanıcısı ve etkileşimi daha çok artıyor. Türkiye'deki erişim engellemeleri sürekli hale geldikçe, sadece internet özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve kullanıcı hakları konusunda tartışmalara neden olmuyor, ayrıca ekonomik sonuçlar da doğuruyor. Bu tür platformlar üzerinde ciddi bir ticaret, alışveriş, takas, reklam ve yan hizmetler var. Dijital tabanlı ekonomi de etkileniyor.”
/././
Roblox sansürü çocukları koruyabilir mi? -İsmail Gökhan Bayram-
Bilgi Teknolojileri Yazarı İsmail Gökhan Bayram, Roblox'a getirilen erişim engelini değerlendirdi: "Aynı gerekçelerle, her platform sansürlenebilir."
78 milyona ulaşan günlük aktif kullanıcısı ile Roblox, özellikle genç kuşakların en büyük çevrimiçi eğlence alanlarından biri. Çocukların ve gençlerin çeşitli inşa bloklarını ve basit bir programlama dilini kullanarak kendi oyun ve eğlence yerleşkelerini oluşturabildikleri bu dev çevrimiçi oyun parkı çarşamba akşamı Adana 6. Sulh Ceza Hâkimliğinin kararı ile erişime engellendi. Engelleme kararı için atıfta bulunulan madde 5651 sayılı Sansür Yasası’nın 8/A maddesi: Yaşam hakkı ile kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması, milli güvenlik, kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması sebeplerinden bir veya bir kaçına bağlı olarak… Çok sayıda genel, soyut ve kontrolsüzce geniş yorumlanmaya müsait başlık içeren bu maddeden Roblox’un kapatılma gerekçesini anlamak imkansız. İletişim Başkanlığı Medya Koordinatörü Aslan Değirmenci X/Twitter’da yaptığı açıklamada[0] sansür kararını “çocuk istismarı” ve “eşcinselliğe özendirme”ye dayandırırken, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç[1] “çocuk istismarı” ve “çocukların gelişimini olumsuz yönde etkileyecek faaliyet” vurgusu ile temellendiriyor.
Çocukların bir şekilde var olabildiği hemen her çevrimiçi platformun çocuk istismarcıları tarafından “avlanma alanı” olarak görüldüğü bilinen bir gerçek. Yaş grubu olarak çocukları ve gençleri hedefleyen bir platform olarak Roblox da bu durumdan azade değil. 3 bin kişilik bir moderatör kadrosu ve çeşitli teknik izleme yöntemleri ile bütün yazılı ve sesli mesajları takip ettiğini iddia eden Roblox’un tedbirlerinin çocukları korumak için ne kadar yeterli olduğunu elbette tartışmak gerek. Ancak buraya koca bir “AMA” koymalıyız: Bu tartışmadan vardığımız nokta sansür oluyorsa bir yerlerde hata yapıyoruz demektir. Çünkü Roblox için kullanılan gerekçeler ya da benzerleri ile çocukların girdiği hemen her platform için benzer nitelikte sansür kararları almak fazlasıyla mümkün. Steam, Epic, Gog, ve diğer oyun platformlarının tümü “erotik oyunlar” gerekçesi ile, sosyal medyanın tamamı istismarcıların çocuklara erişimini mümkün kıldığından, web siteleri içerikleri çocuklara uygun olmadığından vb. kolayca sansürlenebilir.
Öte yanda ise bütün bu sansür çabalarının çocukları koruma yönünde ciddi bir karşılığı olmadığını da ayrıca not düşmek gerek. Salt Türkiye’deki değil dünyadaki diğer örnekler de dahil olmak üzere güncel erişim engelleme pratiklerinin neredeyse tamamı çocukların bile arkasından dolaşmayı başarabileceği/başardığı pratikler. Bir içerik sansürlendiğinde bir kesim VPN, Tor vb. yollarla içeriğe erişirken, daha küçük bir kesim de sansürlenen içeriğe ya da benzerlerine ulaşmak için karanlık ve şaibeli kaynaklara yönelir. Söz konusu şaibeli kaynaklar çoğunlukla orijinal sansürlenen içerikten daha büyük risk oluşturmaktadır.
Gerek Türkiye’de gerekse de dünyada çocukların cinsel istismardan korunması önemli bir tartışma konusu. TÜİK’in 2024 yılı başında açıkladığı 2022 verilerine göre ülkede çocukların cinsel istismarı 9 yılda üç kat artarak vaka sayısı 31 bin 890’a ulaşmış[2]. Çevrimiçi platformlardaki istismar vakalarını elbette önemsiz görmemek gerek ancak yapılan çeşitli çalışmaların (Türkiye’de de dünyada da) gösterdiği somut bir olgu çocuğun cinsel istismarında failin çoğunlukla tanıdık ya da aileden olduğu. Bu veriden yola çıkarak aileyi ve tanıdıkları tümüyle engellemek ne kadar anlamsızsa platformların engellenmesi de bir o kadar anlamsız.
Özellikle dijital oyunlar ve çevrimiçi platformlar söz konusu olduğunda ebeveynlerin fazlasıyla anlaşılır olan endişelerinden politik, pratik ya da mali bir çıkar elde etmek üzerine yaratılmış çeşitli algılar var. “Şiddet içeren oyunların çocuklarda gerçek hayatta benzer davranışlara yol açacağı” bu iddialardan biri örneğin. Son yıllarda yapılan akademik çalışmaların hemen hiçbiri bu yönde doğrudan bir ilişki bulamamış olsa da 1999’daki Columbine Lisesi katliamından beri oyunlardaki şiddet özellikle de endişeli ebeveynlerden gelecek tıklamalara iştahla bakan medyanın da etkisi ile 25 yıldır bir korkuluk gibi sallanıp duruyor. Bu elbette her oyun her yaş grubuna uygun anlamına gelmiyor ancak buradan yola çıkarak oyunları tümden yasaklatamasa da kendi çocuklarının dijital oyun oynamasını yasaklayan çokça ebeveyn var. Çocukların cinsel istismarı tartışmalarında da oldukça benzer bir mekanizma aynı şekilde işliyor. Ringe çıkan boksör bir korkuluğa yumruklarını saydırarak ekran önünde ve medyada kahraman ilan edilirken gerçek düşman gölgelerden sırıtarak bu saçma maçı izliyor.
Çevrimiçi platformların ve çok oyunculu oyunların çocuklar ve gençler için çeşitli riskler barındırdığını kimse reddetmeyecektir. Esas soru bu risklerle ebeveynlerin ve devletin nasıl başa çıkması gerektiği. Hemen her şeyin yasaklı olduğu bir senaryoda çocukların yasaklı şeylere geniş kitleler halinde erişmeyeceğini düşünmek ahmakça olur. 7/24 çocukları gözetim altında tutan, minik bir diktatörlüğü andıran bir ebeveyn olmayacaksanız öncelikle çocuklara müdahil olamadığınız alanlarda karşılaşabilecekleri çeşitli vakalar karşısında ne yapabileceklerinin öğretilmesi sonrasında da çocuklara güvenmemiz gerekiyor.
Halihazırda ülkemiz eğitim ve okul öncesi müfredatları çocukların cinsel istismarı tanımlamalarına ve bu konuda ne yapabileceklerini öğrenmeye dönük bir program içermiyor. Oysaki okul öncesi dönemde dahi çocukların istismar kavramını öğrenebileceklerine ve kendilerini koruma yetisini kazanabileceklerine dair çokça çalışma literatürde mevcut. Türkiye’de 2018’de 3-6 yaş arası 83 çocukla yapılan çalışmada 20-25 dakikalık 7 seansta verilen eğitimlerin ardından deney grubu çocuklarının uygun/uygun olmayan dokunmayı tanıma, söyleme, yapma, anlatma ve bildirme becerilerinde kontrol grubu ile karşılaştırıldığında artış saptanmış, ön test ve son test puan ortalamaları arasındaki fark istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı bulunmuştu (p<0.01)[3]. Eğer bugün çocukların cinsel istismardan korunması için atılacak adımları tartışacaksak Roblox ya da tek tek çevrimiçi platformları tek tek tartışmaktansa bu tip programların okul öncesi ve ilkokul müfredatlarına alınmasını savunmaktan başlamak gerekir.
/././
Evrensel - GÜNDEM
Tüm Eczacı İşverenleri Sendikası: MS, kanser ve antibiyotik gibi ilaçlar yok
Tüm Eczacı İşverenleri Sendikası (TEİS), ilaç yokluğuna dair açıklama yaptı. Bulunamayan ilaçların eczacıların önemli mücadele alanlarından biri haline geldiğini ifade eden TEİS Başkanı Ecz. Nurten Saydan, "Piyasada birçok ilaca ulaşmakta sıkıntı yaşanıyor. Özellikle, aralarında kanser, MS, hormon, antibiyotik, ağrı kesici, göz damlası, kulak damlası ve hatta hemoroit ilaçları gibi birçok ilaç hâlâ bulunamıyor" dedi.(https://www.evrensel.net/haber/525184)***
Türkiye’de 6.5 milyon çocuk şiddetli yoksulluk içinde
Türkiye, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) verilerine göre, Türkiye’de beslenme ve gıda krizinden doğrudan etkilenen 6.5 milyon çocuk şiddetli yoksulluk içinde. Her beş çocuktan biri yeterli ve besleyici gıdaya erişemezken, her dört çocuktan biri ise okula aç gidiyor. OECD’nin raporuna göre; Türkiye çocuklarda yoksulluğun en yüksek olduğu ülkelerden biri. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın Sosyal ve Ekonomik Destek programının raporuna göre ise maddi durumu kötü ailelere yapılan yardımdan yararlanan çocuk sayısı 172 bine dayandı. Yardım 2012’de 37 bin 295 çocuk ile başlamıştı. 2020’de 129 bin olan yardımdan yararlanan çocukların sayısı, 2023 yılı sonu itibarıyla 164 bin 995’e ulaştı. 2024’ün ilk 6 ayı itibarıyla ise 171 bin 895’e yükseldi. Yıllara göre yardım alan çocuk sayısı da şöyle: *2018: 122 bin 489, *2019: 129 bin 422, *2020: 129 bin 422, *2021: 140 bin 275, *2022: 157 bin 248, *2023: 164 bin 995, *2024: 171 bin 895 (İlk 7 ay) (MA)
***
ABD F-22 Raptor uçaklarını Ortadoğu'ya konuşlandırdı
ABD, hiç kimseye satmadığı F-22 savaş uçaklarını İran-İsrail gerilimi nedeniyle Ortadoğu'ya konuşlandırdı.Bölgeye kaç tane F-22 geldiği veya hangi ülke veya ülkelere konuşlandırıldığına ilişkin ise bilgi verilmedi.(https://www.evrensel.net/haber/525173)
Düzce'de, Anadolu Otoyolu'nda yolcu otobüsünün TIR'a çarptığı kazada 25 kişi yaralandı. Kaza, saat 01.00 sıralarında Anadolu Otoyolu'nun Gümüşova rampaları mevkisinde meydana geldi. İstanbul’dan Sinop’a gitmekte olan Muhammed Çaylak yönetimindeki Boyabat Tur'a ait 57 AAG 077 plakalı yolcu otobüsü, önünde seyir halinde olan Çağatay Kaçan yönetimindeki 81 AED 319 plakalı TIR'ın dorsesine çarptı. Çarpmanın şiddetiyle otobüs şoförü Muhammed Çaylak ve 24 yolcu yaralanırken, ihbar üzerine kaza yerine Sakarya ve Düzce'den çok sayıda sağlık, jandarma ve polis ekibi sevk edildi. Yaralı yolcuların bir kısmı yol kenarında oturarak ve yatarak sağlık ekiplerinin gelmesini bekledi. Yaralılar, sağlık ekiplerinin kaza yerindeki ilk müdahalesinin ardından Düzce’deki hastanelere kaldırdı. Kazayla ilgili başlatılan inceleme sürdürülüyor.
(Evrensel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder