14 Ağustos 2024 Çarşamba

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -14 Ağustos 2024-

Maskesiz beşler: İşçiler, Antep'in en büyük 5 tekstil şirketinden %824 fazla vergi ödedi -Andaç Aydın ARIDURU-

Antep’in en büyük beş tekstil şirketinin ödediği vergi, işçilerinin ödediği vergilerin yanında devede kulak kaldı. Milyarlarca liralık satış yapan şirketler, iktidar eliyle verilen teşvik, vergi indirimi, istisna ve muafiyetleriyle sıfırlandı. Binlerce işçi çalıştıran şirketler, işçilerin ödediği gelir vergisinden çok daha düşük tutarlarda vergi ödedi.

İstanbul Sanayi Odası verilerine göre Zeki Mensucat, Merinos, Karafiber Selçuk İplik, Melike Tekstil ve Şireci Tekstil Türkiye’nin en büyük 500 sanayi şirketi arasına girdi. Söz konusu şirketler Antep’in en büyük beş tekstil şirketi olurken, elde ettikleri kârlara karşılık ödedikleri ya da ödemedikleri vergiler ağır sömürünün boyutunu yeniden gösterdi.

ERDEMOĞLU’DA İŞÇİLER PATRONDAN FAZLA VERGİ ÖDEDİ

Türkiye’nin en zengin ismi olan İbrahim Erdemoğlu’na ait Erdemoğlu Holding bünyesindeki Merinos ve Zeki Mensucat ilk 500’e girdi.

Zeki Mensucat Türkiye’nin en büyük 361. sanayi şirketi oldu. 2023 yılında şirketin faiz, amortisman ve vergi öncesi kârı (FAVÖK) 1.2 milyar TL iken, iş yerinde ortalama ücret 2023’te 10 bin 600 TL seviyesindeydi. Patronun bir işçi için ödediği senelik toplam ücret ise 179 bin 454 TL idi. Yani 2023’te Zeki Mensucat’ın bir işçiden elde ettiği kâr 486 bin TL.

Şirketin 1850 işçiyi sömürerek elde ettiği devasa kâr, işçilerin ödediği toplam gelir vergisinin altında kaldı. Zeki Mensucat 2023 yılında vergi matrahının yüzde 3.88'ini (26 milyon 662 bin TL) ödedi. Bunun karşısında bir sene boyunca bodrolarında yüzde 20 ve 27’lik kesintileri gören Zeki Mensucat işçileri 2023’te işçi başına yılda 22 bin 300 TL vergi ödedi. 1850 işçiden 2023 yılında toplam 41.2 milyon TL gelir vergisi kesildi.

Zeki Mensucat için 2021 nisan ve temmuzda ve 2022 ocak ayında ise toplam 4 adet teşvik belgesi düzenlendi. Şirkete yüzde 70 vergi indirimi sağlandı. Şirketin toplamda 391 milyon TL’lik yatırımının yüzde 30’u yani 117 milyon 300 bin TL teşvik dahilinde devlet tarafından karşılandı.

MERİNOS’TA KÜÇÜLME YOK, KÂR VE TEŞVİK VAR

Merinos, İSO 500 listesinde 76. sırayla Antep’in en büyük tekstil işletmesi konumunda. Şirketin İSO 500 verilerine 2023 FAVÖK’ü 3 milyar 274 milyon 211 bin TL.

2023 yılında fabrikadaki ücretler tüm işçilerin aynı prim ve yardımları aldığını kabul ettiğimizde ortalama 23 bin TL idi. Ortaya çıkan bir yıllık toplam ücret 286 bin TL. Merinos’un işçi başına elde ettiği kâr ortalama yıllık 396 bin TL.

İktidar şirkete teşvik yağdırdı. Merinos’a 2019’da KDV istisnası ve gümrük vergisi muafiyeti, 2020’de iki kez 7 yıl (ikinci teşvikte 6 yıl) sigorta primi işveren hissesi, yüzde 80 vergi indirimi, yüzde 40 yatırım katkı oanı (YKO), gümrük vergisi muafiyeti, KDV istisnası, faiz desteği sağlandı. 2023’te verilen teşvik belgesi ile şirkete 10 yıl faiz desteği, gelir vergisi stopajı desteği, gümrük vergisi muafiyeti, KDV istisnası, 10 yıl sigorta primi desteği, 12 yıl sigorta primi işveren hissesi desteği sağlandı. Ayrıca bu belge ile yüzde 90 vergi indirimi verildi ve yapılan yatırımın yüzde 55’i devlet kasasından karşılandı. Merinos’un bu yatırımları toplam 1 milyar 666 milyon 219 bin TL oldu. Yatırımların 631.9 milyon TL’lik bölümü hazinece ödendi.

Merinos 2021’de hiç vergi ödemedi. Şirketin 2022 ve 2023’te ödediği toplam kurumlar vergisi tutarı ise 14.2 milyon TL. İşçileri ise haziran ayından itibaren yüzde 27’lik vergi dilimine girdi. Ortalama ücret alan bir işçi ayda en az 44 bin TL gelir vergisi öderken, 4 bin 800 işçinin ödediği ortalama gelir vergisi toplamı 211.2 milyon TL oldu. Merinos işçisi 2023’te patronun 15 katı kadar vergi ödedi.

KARAFİBER SELÇUK İPLİK: ÜÇ YILLIK VERGİSİ İŞÇİLER KADAR DEĞİL

Türkiye’nin en büyük 246. sanayi şirketi Karafiber Selçuk İplik, 2023 yılında 6.7 milyar liralık satış gerçekleştirdi. Şirket bünyesinde çalışan işçiler ise 2023 yılında yıllık ortalama 148 bin TL net ücret aldı. Şirketin işçi başına satış tutarı 3.6 milyon lirayı buldu.

Karafiber Selçuk İplik’in 2021’de vergi matrahı olan 487.9 milyon liraydı. Şirket bu tutarın yüzde 4.56’sı (2.2 milyon TL) kadar vergi ödedi.

Şirket, 2022’de vergi matrahının yüzde 0.09’u kadar (693 bin 585 TL) vergi ödedi. Şirket 2023 yılında ise hiç vergi vermedi.

Ortalama ücret alan bir işçi, 2023 yılında kişi başı yıllık yaklaşık 29 bin TL gelir vergisi ödedi. 1850 işçinin çalıştığı fabrikada, ortalama ücret üzerinden yaptığımız hesaba göre işçilerin ödediği toplam gelir vergisi 53.6 milyon TL oldu.

TEŞVİK YAĞDIRDI

İktidar, Karafiber’e yüklü miktarda teşvik, vergi indirim ve istisnası sağladı. Fabrikasını 2021’de modernize etmek için 4.9 milyon TL’lik yatırım yapan şirkete, yüzde 70 vergi indirimi, yüzde 30 yatırıma katkı oranı, KDV istisnası, faiz desteği sağlandı.

Şirket, elektrik üretimi için 48.7 milyon TL’lik yatırım yaptı. Bu yatırım için iki farklı teşvik belgesi düzenlendi. Şirkete 6 yıl KDV İstisnası, sigorta primi işveren hissesi desteği, yüzde 70 vergi indirimi, yüzde 30 yatırımı karşılama oranı sağlandı. Şirkete hazine eliyle 16 milyon TL kaynak transfer edildi.

MELİKE TEKSTİL BEŞ YILDA HİÇ VERGİ ÖDEMEDİ

Melike Tekstil, Türkiye’nin en büyük 245. sanayi devi oldu. Şirketin patronu olan Cengiz Şimşek aynı zamanda Gaziantep Organize Sanayi Bölgesi Başkanı. Şirket, 2023 yılında satış gelirini katladı. Melike Tekstil’in, 2022 yılına yaptığı satışlar 2023 yılında yüzde 131 artarak 6.9 milyar TL tutarına ulaştı. Melike Tekstil, söz konusu şirketler arasında en düşük ücreti dayatan firma oldu. Evli ve iki çocuklu bir işçinin ortalama ücreti baz alındığında, işçinin eline 2023 yılında ortalama 159 bin TL (yıllık) geçti. Melike Tekstil’in işçi başına yaptığı ortalama satış tutarı ise 2.6 milyon TL oldu.

İşçiler bugünlerde ek zam talep ederken, patron bu talepleri baskılamak için işçilere ücretsiz izin dayattı. Aynı şirket Antep’te 2023 yılında ek zam talebiyle direnişe geçen işçileri kara listeye almış ve Antep Organize Sanayi Bölgesi’nde işe alınmamaları konusunda talimat vermişti.

Melike Tekstil 2019, 2020, 2021, 2022 ve 2023’te hiç vergi vermedi. Melike Tekstil’de çalışan 2 bin 600 işçi 2023’te toplam 87 milyon 550 bin TL gelir vergisi ödedi

Melike Tekstil 5 işletme arasında en fazla teşvik alan şirket oldu. Şirket için 2020 yılından bu yana toplam 7 farklı teşvik belgesi düzenlendi. 2020’de de 6 yıl KDV istisnası, sigorta primi işveren hissesi, yüzde 70 vergi indirimi, yüzde 30 yatırımı karşılama oranı alan şirket, 2021 de aynı teşvikten 1 kez daha ve başka bir teşvikle de gümrük vergisi muafiyet ve KDV istisnası aldı. 2022’de 2 kez daha 2023 yılında ise 3 farklı yatırımı için 3 tane daha aynı nitelikte teşvik daha aldı.

263 milyon 632 bin TL’lik yatırımın teşviklerdeki yatırım katkı oranı ile 79 milyon 89 bin TL’si kamuya ödetildi.

ŞİRECİ’DE PATRON SON 3 YILDA 9 BİN TL VERGİ ÖDEMİŞ

Türkiye’nin en büyük 261.sanayi şirketi olan Şireci Tekstil’de son dört ayda küçülme gerekçesiyle yüzlerce işçi işten atıldı.

Geçtiğimiz yıl 1.7 milyar TL FAVÖK elde eden şirkette geçtiğimiz yılın aylık net ortalama ücret 14 bin liraydı. 2023’te 2 bin 500 işçi ile üretim yapan şirketin işçi başı -faiz amortisman ve vergi öncesi- kârı 492 bin lira oldu.

Şireci’nin 2021 yılında vergi matrahı 137 milyon 140 bin TL iken, ödediği kurumlar vergisi tutarı sadece 9 bin 431 TL oldu. Şirket vergi matrahının yüzde 0.00068’i (milyonda 68) kadar vergi ödedi. Şirket 2022 ve 2023 yıllarında ise hiç vergi ödemedi.

Üç yılda sadece 9 bin 431 lira vergi ödeyen şirket, doğrudan kaynak aktardı. Pamuk üretimi için 2023’te 2.9 milyar TL’lik yatırım yapan şirkete faiz desteği, 10 yıl gelir vergisi stopajı desteği, gümrük vergisi muafiyeti, KDV istisnası, 10 yıl sigorta primi desteği, 12 yıl sigorta primi işveren hissesi desteği sağlandı. Şirkete ayrıca yüzde 90 vergi indirimi yapıldı.

Yatırımın yüzde 55’lik bölümü (1.6 milyar TL) ise hazine tarafından karşılandı. Şirkete 2022 yılında verilen teşvik ile de gümrük vergisi muafiyeti, KDV istisnası sağlandı.

İşçilerin vergileri ise kaynaktan kesildi. Geçtiğimiz yıl ortalama ücret alan bir işçi 38 bin 600 TL gelir vergisi ödedi. 2 bin 500 işçinin çalıştığı iş yerinde işçilerin ödediği gelir vergisi toplamı 96.5 milyon TL oldu.

İŞTEN ATMALAR SÜRÜYOR

Merinos'ta işten atmalar devam ediyor. Şireci'de bazı bölümlerin kapatılacağı gerekçesiyle yüzlerce işçi işten atıldı. Karafiber Selçuk İplik’te de benzer gerekçeyle işçiler işten atıldı. Zafer Tekstil’de yüzlerce işçi işten çıkarıldı. Melike Tekstil’de ağustos ayı başından itibaren işçiler yıllık izne gönderildi. Üretim izne gönderilmeyen işçilerle aynı şekilde devam ettirilmek isteniyor.

İŞÇİLER ÖFKELİ: BİRLEŞMELİYİZ

İşçiler vergi sistemine öfkeli. Evrensel’e konuşan işçiler şunları söyledi:

Zeki Mensucat işçisi: Bize gelince hiçbir vergi indirimi yok. Yüzde yüzünü kesiyorlar. Zaten sıkıntı orada, zenginden değil fakirden alıyorlar. Her ay borcun üstüne katıyoruz. Yetişemiyoruz. Ücretler en az 50 bin TL olması gerekiyor. Patronların daha fazla vergilendirileceği bir sistem gelmesi gerekiyor.

Merinos işçisi: Devleti yönetenler Merinos gibiler. Kendiler yönettiği için kendilerine her türlü kolaylığı sağlıyorlar. Kendilerine musluğu açıyorlar zibil gibi akıyor. Parayı kazanan patron ama işçi her şeye vergi ödüyor. Elektrik, telefon, yol, ev. Her şeyden zorla alınıyor. Antep organizenin bel kemiği Merinos. Bütün Antepli işçileri etkiler burada bir şey olması. O yüzden ilk önce kendi fabrikamda bir şey olması için çaba harcamamız lazım. Merinos işçisinin hakkını alabilmesi için şarteli indirip çıkması lazım.

Selçuk İplik işçisi: İşçi vergisini ödemese, bir borcunu yatırmasa hemen evine icra gelir, polis gelir, mahkemelik olur. Ama patrona hiçbir şey olmuyor. Artan vergi yükü dayanılmaz bir hal aldı. Ücretler yoksulluk sınırının üzerinde olmalı. Herkesin bir çatı altında toplanıp, gerekli yerlerde gerekli şekilde hakkını araması lazım. Yoksa işverenin vicdanına bırakırsan maaşından da gitgide keser. Kimse hakkını yedirmesin, hepsi birlik beraberlik içinde olsun.

Melike Tekstil işçisi: Patron OSB’nin başkanı. Bu adaletsizlik, haksızlık, insanların sömürülmesi, hırsızlık. İşçi hem patronu zengin ediyor hem zengin vergisi ödüyor. Patron da hem işçinin sırtından kazanıyor hem vergiden kazanıyor. Yoksulluk sınırının altında ücret alanlardan vergi alınmamalı. Ücretler de yoksulluk sınırının üzerine çekilmeli.

Şireci işçisi: Danışıklı dövüş içindeler. Her zaman fedakarlığı yoksullardan bekleyen bir sistemin, patronlara bu kadar teşvik vermesinin, vergisini sıfırlamasının bizi şaşırtmaması lazım. Aldığımız maaş insanca geçinmemize yetmez. Çocukların eğitimini, mutfak masraflarını, giyim ihtiyacını karşıladığında başka şeylere para kalmıyor. İşçilerin en başta tepki göstermesi lazım. Ama örgütlenmezsek, bireysel olarak hiçbir ses duyulmaz. Hiçbir patron ya da iktidar, gökten zembille inmiş gibi vergileri sıfırlamaz ya da maaşlarımızı artırmaz. Şireci’de daha önce yaptık, yine yaparız.

                                                            /././

Meclis Atalay toplantısında neyi ne kadar tartışacak, ne karar alabilecek? -İhsan Çaralan-

1 Ağustos’tan 1 Ekim’e kadar tatile giren TBMM, 15 ve 16 Ağustos günleri olağanüstü olarak toplanacak.
15 Ağustos günü TBMM, Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın konuşması için toplanacak.
16 Ağustos günüyse, Anayasa Mahkemesinin, TİP Hatay Milletvekili Şerafettin Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesini “yok hükmünde” sayan kararıyla ilgili nasıl bir yol izleneceğini görüşmek üzere toplanacak.
Yarın Abbas TBMM Genel Kurulunda yapılacak olağanüstü toplantıda Filistin’de yaşananlar hakkında bilgi verecek.
Erdoğan da Genel Kurula katılarak Abbas’ın konuşmasını izleyecek.

Tabii bu toplantıda Abbas, İsrail’in Filistin’de soykırıma varan katliamlarını anlatmaya çalışacak. Ama herhalde her vicdanlı milletvekili ve yurttaşın yüreği, İsrail’in Filistinlilere yaptığı zulme karşı bir destek, bir jest olarak yaptırılan bu konuşmayı izlerken, Türkiye’nin İsrail’le ticareti aylarca resmen sürdürdüğünü; “Ticaret tamamen bitirildi” denmesine karşın bugün de “Filistin’e ihracat” maskesi arkasında ticaretin devam ettiğini hatırlayarak burkulacak!

Dolayısıyla TBMM’nin, “Filistinlilere destek” amaçlı olduğu söylenen bu toplantının, daha çok iç kamuoyuna yönelik ve “Filistinlilere selam İsrail’le ticarete devam” politikasının üstünü örtme amaçlı bir toplantı olduğunu aklına getirmekten kaçınmayacak!

MECLİS ATALAY’LA İLGİLİ NEYİ TARTIŞACAK?

Meclis 16 Ağustos günü de Can Atalay için toplanacak.
Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş, CHP, DEM Parti, DEVA, SP, TİP, DP ve Emek Partisi milletvekillerinin başvurusu üzerine, Meclisin 16 Ağustos saat 15.00’te toplanacağını açıkladı.
Gezi davasından 18 yıl hapis cezası verildiği için cezaevinde olan Can Atalay, 14 Mayıs 2023 seçiminde milletvekili seçilmişti.
AYM Can Atalay’ın milletvekili olduğuna, cezaevinden çıkarılarak Meclisteki görevinin başına geçmesi gerektiğine hükmetti. AYM’nin bu kararı yerel mahkeme tarafından reddedilip Yargıtaya taşındı.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi AYM’nin kararını reddetmekle de yetinmedi; bu karara imza koyan AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu! Dahası, kendi aldığı kararın okunarak Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesini de Meclise adeta emretti!
Ancak AYM, Yargıtay 3. Ceza Dairesinin bu kararının ve kararın Mecliste okunarak Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesinin “yok hükmünde” olduğuna karar verdi. Bu karara da AYM kararına itiraz edenlere hukuk dersi verir gibi bir gerekçe yazdı!
Meclis AYM’nin işte bu kararı üzerine, bundan sonra ne yapılacağını tartışmak üzere toplanacak.

AKP İÇİNDE FARKLI GÖRÜŞLER VAR; AMA…

Meclisin AYM’nin Can Atalay kararı için toplantıya çağırılacağının açıklanması üzerine, MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın 9 Ağustos günü, “Bizce teröriste hak ihlali kararı veren bir mahkeme Türk milletinin mahkemesi olamaz” sözleriyle AYM’yi bir kez daha hedefe koyduktan sonra “Toplantıya katılmayacağız” diyerek tutumunu açıkça ilan etti!

Meclisin toplanması için imza vermeyen İyi Parti ise oturuma katılacağını açıkladı.

AKP milletvekillerinin Can Atalay’la ilgili toplantıya katılıp katılmayacakları konusunda ise önceki gün yapılan AKP MYK toplantısında da bir karar almadıkları ya da alamadıkları belirtiliyor. Herhalde Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan bir işaret gelmesi bekleniyor!

Çünkü;

* Osman Kavala’nın “Derhal serbest bırakılması”na dair AİHM ve Avrupa Parlamentosu (AP) kararının uygulanması için Türkiye’ye tanınan sürenin eylül’de sona erecek olmasının baskısı,

* Gezi davasında verilen ağır cezaların kamuoyunda yarattığı huzursuzluğun giderek artıyor olması,

* Can Atalay’ın iki AYM kararına karşın cezaevinde tutulmaya devam edilmesine duyulan tepkinin giderek artması… gibi gelişmelerin; Kavala’nın ve Gezi davasındaki diğer tutsakların cezaevinde tutulması konusunda AKP içinde de farklı görüşler oluşturduğu anlaşılmaktadır.

Abdulkadir Selvi’nin son haftalardaki yazılarıyla açtığı ve yandaş medyadan kimi başka yazarların da katıldığı, “Osman Kavala’nın cezaevinde olmasının Türkiye’ye ne yararı var?” sorusu etrafındaki tartışma bu farklılıkları göstermiştir. AKP içinde Numan Kurtulmuş, Tuğrul Türkeş, Efkan Ala, Abdulhamit Gül gibi kimi etkili isimlerin de Can Atalay’ın milletvekilliğinin iadesinden yana olduğu artık bilinmektedir.

Nitekim gerek Selvi’nin yazılarının gerekse Tuğrul Türkeş’in Kavala ve diğer Gezi tutsaklarıyla cezaevinde görüşmesi ve bu çerçevede kamuoyuna yaptığı açıklamaların, Erdoğan’ın oluru olmadan yapılamayacağı dikkate alındığında AKP’de bir görüş birliğinin olmadığı apaçıktır.

Ancak gelinen yerde, Erdoğan’ın AKP içindeki bu farklılıkları kontrol altıda tutmasının da eskisi kadar kolay olmayacağı anlaşılmaktadır. Özellikle MHP’nin AKP içine yönelik hamlelerinin Erdoğan’ın işini daha da zorlaştırdığı görülmektedir.

"SİZİ BUNUN İÇİN Mİ SEÇTİK" SORUSU BÜYÜYECEK GÖRÜNÜYOR

Ki, 16 Ağustos’a üç gün kala toplanan AKP MYK’si Can Atalay’la ilgili toplantıya katılıp katılmama konusunda bir karar almış, alabilmiş değil.

Burada akla, “Meclis bu toplantıda ne karar alacak?” sorusu gelir.

Tabii bu vesileyle Mecliste Can Atalay üstünden yargı-yasama, yargıdaki MHP kadrolaşması, Meclisin itibarsızlaştırılması gibi konular tartışılacaktır.

Bu Meclisin bileşimi dikkate alındığında siyasi bakımdan önemli bir karar alması pek olanaklı değildir. Bu yüzden de Erdoğan, AKP’li vekillerin toplantıya katılıp katılmamasına karar verememektedir.

Ancak eylül ayında Avrupa Parlamentosu, “Kavala’nın derhal serbest bırakılması” isteği yerine getirilmediği için, Türkiye’nin üyeliğinin askıya alınmasını da kapsayan bir karar alabilir. Ki muhtemelen iktidar, “Bakın Meclis ve mahkemeler bu konuda tartışıyor. Bir uzlaşmaya varılacaktır. Biz de o zaman kararı uygulayacağız” diyerek zaman kazanmaya çalışacaktır. Bu yüzden de AKP, MHP gibi açık bir tutum almıyor. Erdoğan da sanki bu konuda tarafsızmış yargı ve yasama arasındaki tartışmayı bekliyormuş gibi davranmaktadır.

Öte yandan burada şunu eklemeliyiz:

* Seçimin üstünden henüz 15 ay geçmiş olmasına rağmen, yerel seçimde AKP’nin büyük oy kaybıyla ikinci parti durumuna düşmesi ve CHP’nin birinci parti olması,

* Meclisin, yürütme, yani Cumhurbaşkanı tarafından önemsenmeyen, yargı tarafından parmak sallanan bir kurum haline getirilmesi,

* Kendi vekilinin hakkını ve kendi onurunu koruma konusunda acziyetinin ayyuka çıkmış olması… Meclisin meşruiyetinin tartışılması için geniş bir alan yaratmaktadır.  

Kısacası Can Atalay’ın AYM kararlarına karşın 15 aydır cezaevinden çıkartılamaması ve Meclisin bu konudaki tutumu; Atalay’ın ötesinde, sistemin kurumu olarak itibarsızlaştırılıp sadece Cumhurbaşkanlığından gelen yasa taslaklarını kaldır parmak, indir parmak yöntemiyle yasalaştırmanın ötesinde bir inisiyatifi olmadığını göstermektedir.

İşçilerden küçük üreticilere her kesimden emekçilerin, hayvanseverlerin, talep ve tepkilerini alanlardan ifade etmeye başlamaları elbette ki, “Sizi biz bunun için mi seçtik?” sorusu etrafındaki taleplerle genişleyecektir.

O günler de çok uzak değildir!

                                                         /././

Oligarşi ya da “kaçlıysa artık” çeteler üzerine…-Koray R.Yılmaz-

Değerli okurlar bugünkü yazımda size son dönemde siyaset ve sosyal bilimler alanında daha fazla görünür olan ama aslında bir o kadar eski ve sol düşünce için de bir o kadar tanıdık, önemli bir kavramdan bahsetmek istiyorum. Bu vesileyle günümüzü farklı boyutlarıyla tartışırken düşünce dünyamızın dehlizlerinde kalan ancak uluslararası yazında teorik-olgusal düzlemde çeşitli şekillerde tartışılmaya başlanan bir kavramı yeniden gündemimize sokmak amacındayım. Herhalde ilk defa 2022’de İktisat Fakültesi Mezunlar Cemiyeti’nin (IFMC) yıllık toplantılarından birinde bu konudaki fikirlerimi sunma şansı elde etmiştim. Sanıyorum basılı bir formu üretilmedi, ilgilenenler YouTube’dan erişebilirler.* Yazının başlığından da anlaşılabileceği üzere “oligarşi” kavramından söz ediyorum. 

Oligarşi kavramının liberalizm ve temsili demokrasinin gelişimi ile birlikte önemini yitirdiği görüşü günümüzde büyük bir meydan okumanın konusunu oluşturuyor. Ve oligarşinin gerek liberalizmle gerekse de demokrasi ile ilişkisi eleştirel bir bakışla yeniden tartışılıyor.    

Oligarşi kavramı bu alandaki pek çok diğer kavram gibi Antik Yunan kökenli. “Oligoi” ve “arkhein” diğer bir deyişle az (few) ve yönetmek (to rule) kelimelerinin birleşiminden oluşmuş, azın yönetimi (oligarkhia) anlamına gelmekte. Platon’un Politicos diyaloğunda “azın yönetimi” vurgusu yanı sıra azın zenginliği ve yasalara saygı göstermemesi de bir hükümet biçimi olarak oligarşinin özellikleri arasında sayılır. Aristoteles de Politika’da bu kavramda gerçek ayırıcı hususun mülkiyet olduğunu vurgular ve oligarşiyi devlet içinde bulunan az sayıda varlıklı adamın çıkarını temsil eden bir yönetim olarak görür.

Dolayısıyla oligarşi kavramı egemenlik hakkının, azı tanımlayan “zengin/mülk sahibi” tarafından kullanılmasına vurgu yapıyor. Bu açıkça egemenliğin kaynağı olarak “demos”a yani halka ve daha sonra da millete işaret eden demokrasiden ayrı bir yönetim tarzı olarak görülüyor. Bu bakış açısı modern siyaset teorisine de yansımıştır. Modern liberal demokrasi bize inşa ettiği kurumlar yoluyla iktisadi güç ile siyasal erk arasındaki ilişkinin koparıldığını söyler. Bu perspektife göre demokrasiler tanımları gereği oligarşik olamazlar çünkü en temelde evrensel oy hakkı, seçimler, temsil sistemi ve eşit yurttaşlık hukukuna dayalı bir iktidar kullanımı söz konusudur. Böylesi bir perspektiften bakıldığında oligarşi batılı ülkeler için asla geçerli olamayacak ancak Rusya gibi ülkelerde söz konusu olabilecek arkaik bir sisteme işaret eder.

Tam da bu nokta, eleştirel yazının yıllardır sormakta olduğu soruyu oligarşi sorunu bağlamında yeniden gündeme getirir: Egemenliğin kullanımı bağlamında karşımıza çıkan bu eşitlik ve özgürlük söylemi gerçeği ne ölçüde yansıtmaktadır? Halkın temsilcileri ne ölçüde halkı temsil ediyor? Temsil mekanizmasını daha yakından incelediğimizde örneğin, seçim sistemini (seçim kanunu, parti örgütlenmesi ve finansmanı) ve daha genel olarak fiili siyasal sistemi (finansal güç, medya, “ideolojik güçler”) ele aldığımızda liberal demokrasinin yukarıdaki savları konusunda haklı bir şüphe oluşuyor. Aslında bu şüphe ile birlikte demokrasinin temsili görünümünün altında bir oligarşinin büyüdüğü fark edilebiliyor. 

Winters ve Page, 2009 yılında yazdıkları makalede oligarşi ile demokrasinin çelişmediğini ileri sürüyor. Yazarlar, ABD’deki gelir ve servet dağılımlarına ilişkin verilere dayanarak, en zengin Amerikalıların ortalama vatandaşlardan çok daha fazla siyasi etkiye sahip olabileceğini vurguluyorlar. En zenginlerden oluşan çok küçük bir grubun (belki yüzde 1'in ilk onda biri) belirli kilit alanlarda politikaya hâkim olmak için yeterli güce sahip olabileceğini ifade ederek ABD’nin oligarşik bir ülke olduğunu ileri sürüyorlar. Lobicilik, seçim süreçleri, seçmenlerde fikir oluşturma (opinion shaping) ve hatta ABD Anayasası bu tür bir etkiyi meydana getirebilecek olası mekanizmalar olarak ortaya konuyor.

Berman da 2017 yılındaki çalışmasında liberalizm ile oligarşinin bir tür suç ortağı olabileceğini tespit ediyor. Ona göre demokrasi tarafından kontrol edilmeyen liberalizm kolaylıkla oligarşiye dönüşebilecektir. Benzer şekilde Cameron 2021’de yayımladığı çalışmasında “seçkinlerin siyasi gücüne, çoğunluk tarafından temsili hükümet kurumları aracılığıyla etkili bir şekilde karşı konulamadığı durumlarda, liberalizmin oligarşinin suç ortağı olmasının muhtemel olduğunu ifade ediyor. Ona göre tüm temsili demokrasilerin doğasında var olan risk, servet sahiplerinin yoğunlaşmış gücü, temsil mekanizmalarını, halkın etkili bir şekilde sesini duyurma kanalları olarak yetersiz bırakacak kadar büyüdüğünde gerici oligarşik eğilimlerin ortaya çıkmasıdır.

Oligarşi ile ilgili son dönemlerde en etkili çalışmayı yapan Winters, 2010 yılında Cambridge Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan kitabında geniş bir tarihsel sürece yayılan bir analiz yapıyor. Oligarşiyi “servet savunusu” bağlamında tartışan Winters farklı oligarşi türlerine işaret ediyor. Ona göre tüm oligarkların varoluşsal güdüsü servetin savunulmasıdır. Servetlerini savunma arayışları, karşı karşıya kaldıkları tehditlere, mülkiyet taleplerinin oluşturduğu baskıya ne kadar doğrudan dahil olduklarına ve ayrı ayrı mı yoksa kolektif olarak mı hareket ettiklerine göre değişir. Bu varyasyonlar dört tür oligarşi ortaya çıkarıyor: savaşan, hükmeden, sultanistik ve sivil oligarşi. Demokrasi ise oligarşinin yerini almaz, aksine onunla kaynaşır. Dahası, birçok toplumda hukukun üstünlüğü sorunu oligarşilerin ehlileştirilmesi meselesidir.

Winters’ın bu analizi kapsayıcı ve yaratıcı olmasının yanı sıra sınırlıdır da. Çünkü oligarşi analizini birey temelinde geliştirir ve o ölçüde de kendi sınırlarını çizer. Ona göre “oligarklar her zaman bireylerdir, asla şirketler veya diğer kolektiviteler değil”. Yine Winters’e göre “ne oligarklar ne de oligarşi belirli bir üretim tarzı ya da artık elde etme biçimi ile tanımlanamaz… Bu çerçevede kendini Marx’ın analizinden ayırır. Ona göre Marx’ın kapitalist burjuva teorisi, üretim araçlarının mülkiyetini vurgularken önemli sosyal ve politik etkilerle birlikte maddi kaynakları ekonomik olarak kullanan aktörlerin gücüne odaklanır. Oligarşi teorisinde ise odak noktası önemli ekonomik etkileri olan maddi kaynakları siyasal olarak kullanan aktörlerin gücüdür.

Winters’in bu tespitinin farklı soyutlama düzeylerinde sermaye ve devlet ilişkisini çalışan çok sayıda gelişkin Marksist yaklaşımı ihmal etmesinden daha önemlisi Marksist yöntemin oligarşi analizine katkısını gözden kaçırmış olmasıdır. Marx, üretimin bütün aşamalarının ortak özellikleri olduğunu ama her üretimi kapsadığı öne sürülen genel önkoşulların, üretimin gerçek tarihsel aşamasını hiçbir bakımdan kavramayan soyut uğraklardan başka bir şey olmadığını vurgular. Bu vurgu aslında tarih aşırı olan ile tarihsel olarak özgül olan arasında dikkatli bir ayrım yapmanın ve tüm toplumsal olguların tarihsel özgüllüğünü kabul etmenin önemine işaret eder. Bu tespitin oligarşi kavramı için anlamı ise tarih üstü bir kavram olarak görünen birey merkezli oligarşi analizinin, kapitalist üretim tarzı altında karşımıza çıkan oligarşiyi açıklayacak donanımdan yoksun olmasıdır.

Kapitalist üretim tarzı altında karşımıza çıkan ve “oligarşik kapitalizm” olarak nitelendirebileceğimiz olgular toplamının kapitalist üretim tarzının yapısal işleyişi ve tarihsel gelişimi ile ilişkili olarak tartışılması yaşadığımız dünyayı, ülkeyi ve “kaçlıysa artık” çeteleri anlamak için önemli olacaktır. Düşünmeye devam…

                                                               /././

Kimlerle yüründü bu yollarda -Nuray Sancar-

Erdoğan 22 yıldır birçok kişi, akım, çevre ile kısa mesafeler yürüdü. AKP’nin tarihi, partinin bir dönem birlikte yürüdükleriyle düşmanlaşmasının da tarihidir.

AKP’nin tarihi, partinin bir dönem birlikte yürüdükleriyle düşmanlaşmasının da tarihidir. 28 Şubat’ta RefahYol Hükümetini iktidardan el çekmeye zorlayan ordu müdahalesinin ardından eski gömleği çıkararak yeniden örgütlenen parti kurucuları ‘sivilleşme’yi savunan liberallerin de desteğiyle görünürde bir kitle-cephe örgütünün temellerini atmışlardı. 2015 yılında Soros’la bağlantılı TESEV’in o zamanlardaki Yönetim Kurulu Üyesi Cüneyt Zapsu’nun neoconlara yakın American Enterprise Institutede yaptığı bir konuşma sırasında, Ortadoğu’da yeni bir Müslüman Kardeşler ya da Hamas vakasına maruz kalmaktan ürken ABD temsilcilerini rahatlattığı biliniyor. Zapsu “ABD’ye ihtiyacımız var. Alternatif de yok, Devirmeye çalışmaktansa, delikten aşağı süpürmek yerine Erdoğan’ı kullanın” demişti. *

AKP’nin ilk dönemi ABD ile sıcak ilişkilerin kurulduğu, AB beklentilerinin karşılanmaya çalışıldığı bir dönemdi. Parti kendisini muhafazakar demokrat olarak tanımlıyor. Erdoğan’ın yakın çalışma arkadaşlarından Yalçın Akdoğan muhafazakar demokrasiyi anlattığı kitabında partinin İslam ile ilişkilerini oldukça esnek çiziyor ve laiklik konusunda teminat veriyordu.

ABD Erdoğan’ı deliğe süpürmedi ve gerçekten faydalandı. Uluslararası sermaye dolaşımı ve pazar yayılımı için artık bir engel durumuna gelmiş bulunan bürokratik müktesebat, yasalar ve güç dengelerini değiştiren operasyonlar Gülen Cemaatinin devlet içindeki kadrolaşmasını da genişletme sonucunu vererek ‘başarıyla’ sürdürüldü.

AKP iktidarına sıcak paranın aktığı, sandıktan da yüzde 50’ye yakın oy çıktığı bu dönem Erdoğan’ın en iyi zamanlarıydı. Gülen Cemaati ve bağlantıları da arkasındaydı. Cemaate soruşturma açan Savcı İlhan Cihaner’in tasfiyesiyle başlayan; ardından Balyoz, Ergenekon ve bilimum darbe hazırlığı iddiasıyla düzenlenen ‘politik’ dosyalarla ordu içinde yeniden yapılandırmaya şaşaayla gidildi. Birinci anayasa referandumu kamuoyuna ‘sivilleşiyoruz’, ’12 Eylül Anayasası’nı değiştiriyoruz diye sunulmuş ve Genelkurmayın iktidara bağlanmasının yolu açılmıştı.

Sivilleşme kavramının gizlediği, aslında dünyanın yeniden paylaşımı sürecinde en küçük ayak sürçmelerini dahi elimine etmekti. Irak işgali sırasında ordunun tavrı böyle bir ayak sürçmesi olarak görülmüş, ABD Irak’ta Türk askerlerinin kafasına çuval geçirerek Türkiye’yi küçük düşürmüş ve cezalandırmıştı.

2013-14 yılları arasında bir zamanlar dönmesi için yalvar yakar olunan Fethullah Gülen ile AKP’nin arası Türkiye’de hızla biriken sermayenin, kredi akışının, iktidar kadrolarının nasıl paylaşılacağı konusunda bozulmaya başladı. Ki sosyal medyada dolaşan yolsuzluk ve özel hayat tapeleri 3 bakanın başını yedi. Erdoğan bu süreçten kıl payı kurtulmuş ama artık FETÖ olarak anılan cemaat, baş düşman ilan edilmişti. 2016’daki cemaatin şaibeli, önceden haber alınmış ve yol verilmiş görünen darbe girişiminden sonra başlayan yaygın tutuklamalar eşliğinde cemaatin bankalarına ve işletmelerine ‘çöküldü.’ Yıllar süren propaganda eşliğinde AKP, seçmeninin konsolidasyonunu bu yeni iç düşmana nefret aşılayarak sağlamaya çalıştı ve yine bir referandumla bütün yetkilerin Erdoğan’a verildiği tek adam rejimi kuruldu.

HER VİRAJDA YAPRAK DÖKÜMÜ

Tek adam rejimi sonu gelmeyen bir inşa süreci, büyük sermayenin ihtiyaçlarını karşılamak için gerekenin yapıldığı bir harekatın komuta biçimidir. Hemen hepsi sermayedarlardan oluşan atanmış kabinesi, tek adamın etrafında irili ufaklı partilerden ve cemaatin yerini dolduran parçalı tarikat yapılanmalarından başlayarak, yerel siyasi ve ticari ağların da merkeze bağlandığı bu model, kanunla sınırlanmamış olarak iç ve dış siyasetteki hamlelerini, toplumsal ilişkilerin mevcut düzenine yönelik müdahalelerini ve baskılarını sürekli genişletmeye çalışmaktadır.

Ancak bölge ve dünya konjonktüründeki gelişmeler ile, işçi ve emekçilerin mücadele ve tepkileri nedeniyle ilhak ve ilga süreci beklendiği kadar rayında gitmemiştir.

Stratejik derinliğin kuramcısı ve dışişleri bakanı olarak da icracısı olan Davutoğlu zamanında dede yadigarı Ortadoğu ülkelerine karşı ‘yumuşak güç’ kullanma iddiasındaki AKP iktidarı Suriye’de başlayan savaşa müdahil olabilme imkanlarının artmasıyla Davutoğlu’nu da ‘yumuşak güç’ hikayesini de terk etti. Ondan sonrası ABD ile yıldızı yükselen Rusya arasında mekik dokuyarak, emperyalist rekabetin boşluklarından sızma faaliyeti olarak gelişti. Türkiye bu süreçten güney sınırlarının ötesinde konuşlanabilmenin bedelini borçlanarak, bağımlılık prangaları sıkılaştırılarak çıktı. Şimdi aynı macera Irak’ta sürdürülüyor.

Sadece Davutoğlu ve ekibi değil AKP’de bir dizi yaprak dökümü yaşanmıştır. İktidarın hem bir parçası hem de karakteri haline gelmiş olan mafyalaşmanın doğal sonucu olarak ortaya çıkan ikbal kavgaları nedeniyle dün baş tacı yapılanın bugün taşlandığı; Erdoğan’ın, damadı dahil en yakınındaki ‘özgül ağırlık’lardan çabucak kurtulabildiği, ama sonuçta arkasına kendi iç düşmanlarını biriktirerek yol aldığı akışkan siyaseti, ancak bu yaprak dökümüyle sürebilen bir yeniden üretim çevriminden ibarettir. Paylaşım kavgalarının sertleştiği günümüzde yol ayrımlarının çoğalması muhtemeldir.

AKP en kalıcı hikayesini ise Erdoğan’ın pragmatizmine keskin hamleleriyle biçim veren MHP ile oluşturmuştur. Devletin çelik çekirdeği AKP ve temsil ettiği büyük sermayenin günlük ve uzun vadeli çıkarlarına milliyetçi bir gerekçe yaratan, yıldırıcı söylemleri, şiddet geçmişi ile her zaman oy derdi olan tek adam iktidarına payanda olan odur.

Erdoğan 22 yıldır birçok kişi, akım, çevre ile kısa mesafeler yürüdü. Mali sermayenin, beşli çetenin, palazlanmakta olan diğerlerinin; üslubundan ve meydan okumalarından rahatsızlık duyuluyor olsa da uluslararası sermayenin, Zapsu’nun vaktiyle iddia ettiği gibi ‘ihtiyaç’ duyduğu kişidir. Şimdiye kadar çok insan küstürülmüş, gönderilmiş ama hep yağmurda birlikte ıslanacak birileri bulunmuştur.

Bu hikayenin sonu da yine bir sert virajdan geçerken gelebilir elbette. Çünkü Mehmet Şimşek’in adıyla anılır olan orta vadeli program uzun vadeli hasarlar bırakarak uygulanırken yerine bir başkası atanamayan, yoksul halk her an kendine bir yol çizebilir. Erdoğan gücünü başka bir yol arayışının zayıflığından, mücadele dinamiklerinin keskinleşmemesinden almıştı. Şimdi bu o kadar net değil.


                   * https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/guneri-civaoglu/tekzibe-cevap-1264678

                                                                             /././

Taşra ve siyasi kültür: Doğu Almanya'da seçimlere doğru -M.Sinan Birdal-

Almanya’nın üç doğu eyaletinde seçmenler sandığa gidiyor: 1 Eylül’de Thüringen ve Saksonya, 22 Eylül’de Brandenburg. Faşist parti AfD Thüringen’de yüzde 30 oyla birinci, Saksonya’da yine yüzde 30 oyla ikinci, Brandenburg’da yüzde 24’le birinci parti durumunda. Manzarayı AfD’nin bir Doğu Almanya partisi olduğu şeklinde yorumlamak, Doğu hakkındaki Batı ön yargılarını tekrarlamak ve Batı’daki faşist eğilimi gizlemekten başka bir anlama gelmez. AfD’nin Almanya genelinde yükselişte olduğunu yaz başındaki Avrupa seçimleri ve geçtiğimiz yılın gelişmeleri açıkça gösterdi. Sylt Adası’ndaki pahalı kulüpte beyaz gömlek üstüne merserize kazaklarını bağlamış, elindeki aperol spritzini havaya kaldırmış, cezbe içinde gerdan kıran, Hitler selamı çakan “kremanın kreması” gençlik, Nazi sembolleriyle Doğu sokaklarında provokasyon yapan lümpenlerin şarkısını söylüyordu: “Almanya Almanlara, yabancılar dışarı!” Kim kime siyasi önderlik yapıyor, hangisi hegemonik sınıf namzeti? AfD’yi doğru yorumlayabilmek (Ve hegemonya, pasif devrim kavramlarının hakkını verebilmek) için bu ittifakın, sınıflar arasında akan yer altı sularının bir çözümlemesi şart. Bu çabaya bir katkı sunabilmek amacıyla Doğu eyaletlerine biraz daha yakından bakmaya çalışacağım.

Thüringen’le başlayalım. Jena Üniversitesinden Torsten Oppelland Kölnlü Kabareci Rainald Grebe’nin 2004’te ünlenen şarkısıyla tanıtıyor eyaleti: “Thüringen dışında kimsenin bilmediği, zor federal eyaletlerden biri.” (Oppelland 2018) Ne ilk Alman cumhuriyetine adını veren Weimar, ne Hegel’in ders verdiği Jena, ne Marksizm tarihinde anılan Eisenach, Gotha ve Erfurt şehirleri, eyaleti bu durumdan kurtarabilmiş değil. Weimar’da Ulusal Tiyatronun önünde heykelleri yükselen Goethe Hessen ve Schiller Schwaben’dan. Oppelland müze, saray dolup taşan, kültürüyle övünen eyaletin halini teritoryal birim olarak ortaya çıkışıyla açıklıyor. Bugün hâlâ etkili olduğu ve Thüringen’in özgün koşullarını belirlediği için bu tarihsel sürece değinmekte fayda var.

Yerel bir hanedanın boyunduruğunda birleşmiş ve merkezileşmiş eyaletlerin aksine, Thüringen tarih boyunca irili ufaklı hanedanların rekabetine sahne olmuş bir kara parçası. Oppelland’a göre politik merkezileşmenin ve yoğunlaşmanın gerçekleşmemesinin sonucunda Thüringen'de bir metropol ortaya çıkmamış. Bugün eyaletin açık farkla en büyük kenti olan Erfurt’un nüfusu 200 bin civarında. Bunun yanında eyalet, birbiriyle gösteriş rekabetine girişen irili ufaklı hanedanların saraylar, köşkler, tiyatrolar, müzelerle bezedikleri ufak taşra şehirleriyle dolu: Weimar, Meinigen, Gotha, Altenburg, Eisenach, Gera, Greiz, Lobenstein, Rudolstadt, Saalfeld, Schleiz, Sonderhausen vs. “Başka bir deyişle,” diyor Oppelland, “Genelde Almanya için geçerli olan özelde Thüringen için de geçerli: Yerel taşra başkentlerinin [Residenzen] çokluğu, büyük ölçüde ademimerkezi olarak dağılmış büyük bir kültürel zenginlik yaratmış. Bu durum bugün bir yandan büyük bir avantaj, diğer yandan ise-öncelikle finansal- bir yük oluşturuyor.” (2018: 5)

Almanya’nın büyük bir taşralı sanayi ülkesi olması Türkiye’deki tartışmalarda neredeyse tamamen gözden kaçan bir nokta. Partha Chatterjee’nin yıllar önce isabetli bir şekilde ele aldığı gibi, “Batı sömürgeciliğine” karşı çıkarken bile onun “Batı” fantezilerini tekrarlayan üçüncü dünyacıların (ve faşistlerin!), kendi kalkınma hayallerini süsleyen Almanya’nın özgünlüğünü çarpık görmesi çok normal. Milli-manevi sanrılar, turizm anekdotları ve şahsi hatırattan derhal uzaklaşıp, sosyal ve siyasal bilimler açısından Almanya’nın özgünlüğünü ortaya koyan bir noktayı öne çıkaralım. 2019 istatistiklerine göre ülkenin en büyük üç kentinin nüfusu: Berlin 3.6 milyon; Hamburg 1.8 milyon; Münih 1.4 milyon. Küresel finans merkezi Frankfurt’un nüfusu 750 bin. Kanımca Almanya’nın sınıf yapısını, idari ve politik sistemini, siyasi saflaşmasını ve kültürünü yorumlayabilmek için öncelikle taşralılık ve kasabalılık olgularının hesaba katılması gerekiyor. Ne gökdelen boyu ölçen modernistlerin, ne kır şiirleri yazan romantiklerin duygu dünyasına hapsolmadan, kent ve kırın, metropol ve taşranın aynı sermaye birikiminin ürünü olduğunu sergileyen bir yaklaşıma ihtiyaç var. Bu yaklaşımın “Alman disiplini, düzenciliği, kuralcılığı, çalışkanlığı” vs. gibi basmakalıp mitolojik ögelerden ne kadar uzak bir yöntem olduğunu daha fazla vurgulamaya sanırım ihtiyaç yok.

Weimar Bauhaus Üniversitesinde kent araştırmalarından Sosyolog Frank Eckardt, Almanya’daki kent alerjisinin, köylü-çiftçi yaşam tarzının kentli yaşam tarzına tercih edilmesinin eski bir gelenek olduğunu vurguluyor. Bunun nedeni olarak Almanya’nın 19. yüzyıldaki geç kalmış kentleşmesini öne çıkarıyor. Orman, çayır, dağ, göl imajlarına odaklanan bu ideoloji Nazi döneminin “Kan ve Toprak” doktrininin de temelini hazırlamıştı. Eckardt’a göre bu ideolojinin tamamlayıcı unsuru kentteki toplumsal çelişkileri estetikleşme ve bireysel kültürle bastırmaya çalışan bir “cehpe kentçiliğiydi” (Fassaden-Urbanismus). Kentleri medeniyetin, inovasyonun, kültürün kaleleri olarak göklere çıkaran, çatışmaları süslü püslü bina cepheleriyle aşmaya çalışan bu söylemin pastoral romantizmle aynı burjuva ideolojisinin parçası olması, çelişkileri ifşa etmeyi amaçlayan diyalektik bir yaklaşım için verimli bir başlangıç noktasıdır.

Erken cumhuriyet tarihiyle ilgilenenler CHP’nin “Şapka Devriminde” somutlaşan köylüyü köyde tutma çabasını, köyle kent arasına şapka ve kıyafet masrafıyla (yani fiilen bir vergiyle) çektiği kalın sınırı hemen fark edecektir. Nitekim “Orda bir köy var uzakta” şarkısı ve “Köylü milletin efendisidir” sloganıyla bir türlü gerçekleşmeyen toprak reformu, ayan-mütegallibe-jandarma zorbalığı ve muasır medeniyetlere ulaşma hedefi arasındaki çelişkileri Kemalistler bugün hâlâ görememektedir. Onca kentliliklerine, eğitimlerine, kültürlerine rağmen (Ahmet Çiğdem’in deyişiyle) muhafazakar milliyetçiliğin “taşra epiğine” karşı sürekli yenilmelerinin sırrı da bu körlükte. Almanya’nın, Thüringen’in özgünlüğüne yoğunlaşmak Türkiye’nin kentlerine, taşrasına, siyasetine dair yeni keşifler yapma imkanı da sunuyor.

Eckardt, F. 2018. “Die dunkle Seite der Stadt,” Ungeliebte Nachbarn: Anti-Asyl Proteste in Thüringen içinde, (Der) Frank Eckardt. 15-29. Bielefeld: Transcript Verlag.

Oppelland, T. 2018. “Zur Einführung: Thüringen, ein etwas unterschätztes Bundesland.” Politik und Regieren in Thüringen içinde, (Der) Torsten Oppelland. 1-10. Wiesbaden: Springer.                                                                                            /././

                                             Evrensel - GÜNDEM

AKP'nin 23 yıldaki eriyişi

AKP bugün 23 yaşını kutlayacak. Son seçimde oy oranı 35,48’e düşen AKP artık her bölgede kazanabilen bir parti değil.

AKP bugün pek çok kentte 23. kuruluş yıldönümünü kutlayacak. 31 Mart yerel seçimlerinde 23 yıllık tarihinde ilk defa ikinci parti olan AKP'nin kuruluşundan bu yana geçen süreçte girdiği seçimlerdeki tablosunu derledik.

2001 ekonomik krizi ardından 3 Kasım 2002’de yapılan seçimlerde koalisyon partileri ağır bir yenilgi alırken 14 Ağustos 2001'de kurulan AKP, yüzde 34,28 oy alarak Meclis çoğunluğunu almayı başardı. 3 Kasım seçimlerine yasaklı olduğu için katılamayan Erdoğan’ın önündeki engeller Anayasa değişikliği ile kaldırıldı. Siirt seçimleri Yüksek Seçim Kurulu’nca sandıklarda sahtecilik yapıldığı gerekçesiyle iptal edildi, Erdoğan 8 Mart 2003'te yenilenen Siirt seçiminde milletvekili seçildi.

Cumhurbaşkanı Ahmet Nejdet Sezer tarafından hükümeti kurmakla görevlendirilen Erdoğan, 15 Mart 2003'te görevi Gül’den devraldı ve 59. hükümeti kurdu, başbakanlık koltuğuna oturdu.

2004 yerel seçimlerinde AKP yüzde 41,7 oy aldı ve 11 büyükşehir 1950 belediye kazandı. 2007 genel seçimlerinde AKP yüzde 46,58 oy oranı ile yeniden tek başına iktidar oldu.

2007 REFERANDUMU: CUMHURBAŞKANI DÜZENLEMESİ

2007 yılında cumhurbaşkanlığı seçimindeki kriz nedeniyle Anayasa’da değişikliğe gidildi. "367 krizi"nin ardından AKP, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini düzenleyen anayasa değişikliğini gündeme getirdi. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in vetosunun ardından 21 Ekim 2007’de referanduma gidildi. Cumhurbaşkanının 7 yıl olan görev süresi 5, milletvekili seçimleri 5 yıldan 4 yılda indirildi.

KAPATMA DAVASI

Eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya tarafından hazırlanan, Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan'ın da aralarında bulunduğu 71 kişiye 5 yıl süreyle siyaset yasağı getirilmesi ile partinin kapatılmasını içeren iddianame, 14 Mart 2008'de Anayasa Mahkemesine sunuldu. 30 Temmuz 2008'de kapatma talebi reddedildi.

2009 yerel seçimlerinde AKP 11 büyükşehir işe 1442 belediye kazandı.

2010 yılındaki anayasa değişikliği 12 Eylül darbecilerinin yargılanması propagandasıyla referanduma götürüldü. Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanması, AYM ve HSYK’ye üye gönderme kriterlerinde değişiklik gibi birçok kapsamlı değişiklikle özellikle yargı Fethullahçıların kontrolüne geçti. Anayasa değişikliği yüzde 57,88 evet oy oranıyla kabul edildi.

2011 genel seçimlerinde AKP yüzde 49,53 oy aldı.

2014 yerel seçimlerinde 18'i büyükşehir, 818 belediye başkanlığını kazandı. Erdoğan aynı yıl yüzde 52 oyla cumhurbaşkanı seçildi.

İLK KEZ MECLİS ÇOĞUNLUĞU KAYBETTİ

Türkiye 7 Haziran 2015 seçimlerine, 5 Haziran’da Diyarbakır’daki HDP mitingine yönelik bombalı saldırının etkisinde girdi. 5 kişinin yaşamını yitirdiği patlamadan 2 gün sonra yapılan gerilimli ortamdaki seçimlerde AKP, yüzde 40.8 oy aldı ve ilk kez Meclis çoğunluğunu kaybetti. Erdoğan, 7 Haziran- 1 Kasım arasında IŞİD’in terör eylemleriyle yaratılan korku iklimi koşullarında, “teröre karşı milli birlik” adı altında kışkırtılan ırkçı-şoven propaganda eşliğinde, cumhurbaşkanlığı yetkilerini de kullanarak, 1 Kasım’da ülkeyi tekrar seçime götürdü. AKP bu koşullarda da 400 vekil çıkaramadı, ancak oylarını artırarak, Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığında bir kez daha hükümete geldi. Kısa bir süre sonra Erdoğan’ın fiilen azletmesi üzerine Davutoğlu başbakanlıktan istifa etti Binali Yıldırım AKP Kongresi’nde genel başkanlığa getirilerek, seçimlere girmeden başbakan koltuğuna oturdu.

20 Mayıs 2016’da dokunulmazlıkların kaldırılmasına ilişkin anayasa değişikliği CHP'nin de destek vermesiyle Mecliste kabul edildi.

22 Mayıs 2016'da Binali Yıldırım AKP Genel Başkanı seçildi ve 65. hükümeti kurarak başbakan oldu.

2017 REFERANDUMU: TEK ADAM YÖNETİMİNE GEÇİŞ

On yıl boyunca birlikte hareket ettikleri Fethullahçılarla girdiği çatışmayı "Allahın lütfu" olarak niteleyen Erdoğan, devletin tüm kurumlarını kendi politikaları yönünde yeniden biçimlendirilmek için 2017'de referandumuna gitti. Tek adam yönetiminin inşası için parlamenter sistemden, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildi. Erdoğan partili cumhurbaşkanı olurken, Meclisin yetkileri azaldı, Saray’ın yetkileri arttı. Yüksek yargı menuplarının çoğu Cumhurbaşkanlığı tarafından belirlendi. Hükümetin denetimi için düzenlenen güvenoyu, gensoru yöntemleri kaldırıldı. Cumhurbaşkanına getirilen kararname çıkarabilme yetkisinde temel ve kişi hakları istisna denilse de uygulamada kararnameler adeta fermana dönüştü.

8 Ocak 2018’de Bahçeli, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ı destekleyeceklerini açıkladı. Nihayetinde 22 Şubat 2018’de Cumhur İttifakı’nın resmen kurulduğu ilan edildi.

ERİYİŞ DÖNEMİ

3 Kasım 2019’da yapılması gereken seçimler Devlet Bahçeli'nin çağrısı üzerine 24 Haziran 2018'de yapıldı. Genel seçimlerle birlikte yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan, 52,38 oyla Cumhurbaşkanı oldu, AKP yüzde 42,28 oy aldı.

31 Mart 2019 yerel seçimlerinde AKP ve MHP tarafından Cumhur İttifakı olarak girdikleri seçimde 51 ilde ittifak yaptı. AKP yüzde 44,33 oy aldı. Bu seçimde Erdoğan ve Cumhur İttifakı ilk ciddi yenilgisini aldı; sanayi kentlerinde önemli oy kayıpları yaşarken, ellerinde bulunan beş büyükşehirde (İstanbul, Ankara, Adana, Antalya, Mersin) belediyeleri kaybettiler.

14 ve 28 Mayıs 2023 seçimleri, ‘Cumhur İttifakı’nın Meclis’te çoğunluğu sağlaması ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını yeniden kazanması ile sonuçlandı. 2019’daki büyükşehirleri kaybetme tablosunun üstüne, AKP’nin kalesi olarak adlandırılan kentlerde 8 ila 15 puan arasında azımsanmayacak bir güç kaybı yaşadı. 14 Mayıs seçimlerinde %35,5 oranıyla (2018'e göre oyu %2,5 oranında geriledi) en çok oy alan parti oldu. Erdoğan’ın oyu %52’den %49.5’e geriledi.

28 Mayıs kampanyasının merkezi söylemini Kılıçdaroğlu’nu “Kandil ile işbirliği yaptığı” yalanı üzerine oturtan Erdoğan %52 oy oranıyla ikinci turu önde bitirdi.

AKP’DE AĞIR KAYIP: OY ORANI YÜZDE 35’E DÜŞTÜ

31 Mart 2024 yerel seçiminde CHP’nin birinci parti çıktı. AKP oldukça ağır kayıplar yaşadı. İstanbul, Ankara ve İzmir büyükşehir belediyelerini elinde tutmayı başaran CHP, AKP’nin elinden 3 büyükşehir ve 7 il merkez belediyesini daha aldı. 2019 yerel seçiminde Türkiye genelinde oyların yüzde 44,33’ünü alan AKP’nin 31 Mart 2024 yerel seçimindeki oy oranı 35,48’e düştü.

                                                              ***

Gazetelere göre Eskişehir'deki neonazi saldırının sebebi oyunlarmış!

Eskişehir'de neonazi gencin gerçekleştirdiği bıçaklı saldırı birçok gazete tarafından aşırı sağcılıkla değil bilgisayar oyunları ile ilişkilendirildi.(https://www.evrensel.net/haber/525561)

                                                                       ***
CVK zehrini katlayacak -Yücel Özdemir-
Çanakkale’nin Yenice ilçesi Karaaydın köyü yakınlarında faaliyet gösteren CVK Maden İşletmelerinin kapasite artışına gittiği; kurşun, çinko, bakır madeni çevre ve sağlık açısından bölgedeki canlı yaşamını tehdit ediyor. Çevresinde birçok barajın bulunduğu maden işletmesinin çevre ve sağlığa etkilerini sorduğumuz Jeoloji Yüksek Mühendisi ve Tıbbi Jeoloji Uzmanı Eşref Atabey, kullanılan kimyasalların yanı sıra maden işletmesinin asıl tehlikesinin asit maden drenajı olacağını söyledi.(https://www.evrensel.net/haber/525505)
                                                             ***

İki aylık iş göremez raporunu çok buldular -Burkay RENDE-

Avcılar Ağız ve Diş Sağlığı Merkezinde çalışan işçi geçirdiği bel fıtığı ameliyatı sonrası 2 ay iş göremez raporu aldı. 2 aylık raporu çok gören sağlık merkezi, işçiyi yeniden rapor almaya zorladı.(https://www.evrensel.net/haber/525515)

                                                                        ***
Davutpaşa patlamasına zaman aşımı kararı: 21 işçi öldü sadece 2 kişi 5'er yıl ceza aldı

Ruhsatsız havai fişek atölyesinde 31 Ocak 2008’de meydana gelen ve 21 kişinin öldüğü patlamaya ilişkin yargılanan zabıta müdürü, ruhsat ve denetim müdürü ile 2 imar ve şehircilik müdürü hakkındaki dava, zaman aşımı süresi dolduğu gerekçesiyle düşürüldü. Davada, sadece bina sahibi olan 2 kişi 5’er yıl ceza almış oldu. İstanbul Zeytinburnu Davutpaşa’daki 5 katlı Emek İş Hanı’nda 31 Ocak 2008’de meydana gelen patlamada 21 kişi hayatını kaybetmiş, 115 kişi yaralanmıştı. Ruhsatsız havai fişek atölyesinde meydana geldiği belirtilen patlamayla ilgili görülen davada, dönemin Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın, eski Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İstanbul Bölge Müdürü Atakan Tanış ve işyeri çalışanı Hasan Altay hakkında verilen beraat kararı ve bina sahipleri Remzi Koçyiğit ile Resul Koçyiğit’e verilen 5’er yıl hapis cezası yargıtay tarafından onanmıştı.(https://www.evrensel.net/haber/525535)

                                                          ***
16 yaşındaki çocuk işçi çalıştığı inşaatın 11'inci katından düşerek hayatını kaybetti

Niğde'de çalıştığı inşaatın 11'inci katından düşen çocuk işçi hayatını kaybetti. Selçuk Mahallesi'nde 15 katlı apartman inşaatında çalışan 16 yaşındaki O.B., 11'inci kattan düştü. Hayatını kaybettiği belirlenen O.B'nin cenazesi, Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi morguna kaldırıldı.

                                                          ***
Asansör boşluğuna düşen 58 yaşındaki işçi hayatını kaybetti 

Hakkari’de bekçiliğini yaptığı inşaatın asansör boşluğuna düşen 58 yaşındaki 6 çocuk babası işçi Ferzinde Sevik hayatını kaybetti.(https://www.evrensel.net/haber/525579)

                                                                    ***

Almanya "eli silah tutan" Ukraynalıları savaşa göndermek istiyor -Yücel ÖZDEMİR-

Ukrayna devleti yurt dışında yaşayan 18-60 yaşları arasındaki erkekleri geri getirmek için düzenleme yaptı. Almanya’da da eyaletler Ukraynalı erkeklere oturum izni ve sosyal yardım vermemeye başladı.(https://www.evrensel.net/haber/525540)

 (EVRENSEL)




Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -14 Ağustos 2024-

 Gökçe Akçelik (1977 - 2024) -Kaan Sezyum-

Geçen gün Türkiye için bir dönemin, bir neslin sesini kaybettik. Belki bilmezsiniz, belki daha önce duydunuz, belki de farkındasınız, Replikas grubunun değerli müzisyeni Gökçe Akçelik aramızdan genç bir yaşta ayrılmak zorunda kaldı. Ölümün zamansızlığı ve erkenliği yaşa, zamana ve mekana bakmıyor. Ölümün olduğu yerde her şey anlamsızlaşıyor, bir anlığına, sonra da çok uzun bir süreliğine donuyor… Üzülmekten ve memlekete sıkılmaktan çok daha kötü bir şey bu. Keşke her şey birden bitse, her şey yok olsa da bu acıya katlanmasak diyorsunuz ama acılar ancak sahiplenerek azalıyor. Hayatın anlamı ölümün olması, arada geçen şeyler ise sizin o kısa ve anlık yaşamınıza katabileceğiniz güzellikler. Başka bir şey de yok. Bir bakteriden, tavşana benzeyen bir buluttan ya da çok uzaktan geldikten sonra kıyıya vuran dalgalardan başka bir şey değiliz. Çok da anlamlandırmanın anlamı yok. Kendinizi tatmin için “öbür tarafa” da inanabilirsiniz tabii ama bu da sizi motive etmiyorsa yapacak bir şey yok. Organik hayatını tamamladıktan sonra öbür taraftan haber eden, arayan, mektup atan, çaldırıp kapatan da pek gözlemlenemedi henüz. Bari birileri el sallasa…

1990’lı yılların ortalarında, henüz üniversitelerinde okuyan bir takım İstanbullu gençler olarak, ortaokuldan ve liseden gelen alışkanlıklarımızla, hobilerimizle biz de müzik yapmaya, yazı yazmaya, bir yerlerde çalışmaya başlamıştık. O yıllarda da her şey çok güzel değildi. Terör, işkence, -şimdikilerin yanında günlük verilen rüşvet gibi kalan- yolsuzluklarla boğuşuyorduk. Fakat kazandığımız parayla, hem okuyor, hem ailemizden yardım almıyor, hem de kendimize enstrüman alabiliyorduk. Şimdiki gençler için inanılmaz bir durum olmalı… Neyse onu da şimdiki her şey çok iyi bilen genç z kuşağı düşünsün. Her şey bildiklerinden buna da bir cevapları vardır illa ki.

Böyle bir ortamda, sadece İstanbul’da değil, Ankara’da, İzmir’de, Bursa’da, Antalya’da ve ülkenin çeşitli yerlerinde bir bataklıkta yeşeren bitkiler gibiydik. Herkes birbirini az çok tanırdı, yapılan müzikleri bilirdi. Replikas da o yılların en sıra dışı isimlerindendi. Nekropsi, Zen, Replikas, mor ve ötesi, Siddhartha gibi gruplar, o zamana kadar yapılmamış yeni bir şeyleri yapmaya, yaparken de öğrenmeye çalışıyordu. Bir yandan “kendi” müziğimizi bulmaya çalışıyor, bir yandan da “kendi” müziklerimizi tanıyorduk. Her gece İstiklal Caddesi, İmam Adnan Sokak’taki Leman Kültür’ün az yanındaki taş duvarlı ufacık bir mekan olan Peyote’deydik. Her gece birilerimiz çalar, birilerimiz izler, birilerimiz de katılırdı bu eğlenceye. Leman Kültür’de Cem Yılmaz sahne alıyor, yan tarafta yepyeni müzikler deneniyor, üniversite öğrencileri geceleri dışarıda yemek yiyebiliyordu. Şimdilerde tanesi 100 liranın üzerinde olan ıslak hamburgerlerden kaç tane yediğimizi bile hatırlamaz, midye dolma tezgahlarını kapatırdık. Nasıl bir ekonomik özgürlükmüş o. Oysa ki olması gerekendi ve oluyordu. Yeşeren her canlı, tohumdan fidana, fidandan ağaca, ağaçtan da ormana dönüştürüyordu ülkenin kısır, baskıcı ve çorak topraklarını. Gökçe’yi çok güzel bir badem ağacının kollarının altına, güneş tepedeyken bile serin esen güzel bir yere bıraktık. Bir dönem kapandı, hayallerimiz, gençliğimiz ve müziğimizden büyük bir parça koptu, gözyaşları döküldü, eski arkadaşlar artık dostlara dönmüştü. Çıkışta çocukluklarımızı da yanımıza alıp Kadıköy’de sevdiğimiz bir mekana gittik öğle vakti. Tekrar genç olmuşcasına boş midelerimize bu sefer eskisi kadar ucuz olmayan biraları döktük, birbirimize sarıldık, biraz daha ağladık ve kendimizi tekrar hatırladık.

Hayattan göçerken keşkelerimiz olmadan yaşamak isteriz hepimiz, o yüzden elimizde bugünümüz var, sevgimiz var, müziğimiz, harflerimiz, çizgilerimiz, renklerimiz var. Her şeye, her saçmalığa, her bilinçli kötülüğe ve adaletsizliğe karşı hayatta kalıp bir gün daha yaşamak ise en büyük hediye. Bu hayatı bizden çalanların ömründen alınsın, hayata hayat katanların ömürlerine katılsın. Güle güle Gökçe, yaşattığım ve yaşatacağın her şey için teşekkürler. Bir şekilde aramızda olmasan da dün, bir gün bile olsa da yine buluştuk, yine çok eğlendik, yine çok üzüldük, yine bir gün daha yaşadık dostlarla birlikte. Sıra bize de gelecek.

                                                                /././

Tekno-iyimserlik aşırıya mı kaçtı ?-Hayri Kozanoğlu-

Yapay zekânın insanlık için önemli gelişme potansiyeli içerdiği açık. Gelgelelim marifetleri henüz makro ekonomik verilere yansımadı. Hatta “çok harcama, az fayda” gibi ifadelerle kuşkular da uyandırıyor.

Teknolojinin insan yaşamını nasıl etkileyeceği konusunda tekno-iyimser ve tekno-kötümser diye iki ayrı pozisyon söz konusu. İyimserlere göre, dünya teknoloji öncülüğünde bir Rönesans yaşıyor, tüm sorunları çözmenin eşiğinde bulunuyoruz. Kötümserler ise, teknoloji şirketlerinin trilyon dolarlara dayanan piyasa değerlerine karşın büyüme, istihdam, gelir dağılımı gibi ölçütlerle ekonomik performansın iç açıcı olmadığına, gelişmelerin sade yurttaşın yaşam standartlarını istenilen ölçüde yukarı çekmediğine vurgu yapıyorlar.

Son dönemlerde özellikle yapay zekâ üzerinden iyimserlik eğiliminin baskın hale geldiğini gözlemliyoruz. Araştırmacı Evgeni Morozov bu pembe vizyonun, “İnternet-Merkezcilik”, “Siber-Ütopyacılık”, “Tekno-Çözümcülük” gibi terimlerle adlandırıldığını hatırlatıyor. Yeni döneme Panglosçu neoliberalizm denilebileceğini söylüyor. Bilindiği gibi Dr. Panglos Voltaire’in aşırı iyimserlik sembolü bir kahramanıdır. Girişim sermayesi kapitalistlerinden, teknoloji şirketi CEO’larına, startup kurucularına kadar teknoloji camiasınca pompalanan inanç, her şeyin iyiye gittiği, piyasa-çekişli teknoloji altyapılarının alternatifi olmadığıdır.

Serbest piyasanın dijital ekonominin örgütlenmesinde en etkin yol olduğu dogmasına karşı Morozov, Soğuk Savaş döneminde kamu kaynaklarıyla Silikon Vadisi’nin, DARPA adlı Savunma Bakanlığı’na bağlı kamu kurumunun, GPS diye kısalttığımız Küresel Pozisyonlama Sistemi’nin, entegre devrenin ve bilgisayar mouse’unun yaratıldığını vurguluyor.

YAPAY ZEKÂ VE 7 TEMEL SORUN

Morozov günümüzün gözde atılımı üretken yapay zekânın büyük şirketlerce geliştirilmesinin ortaya çıkardığı 7 temel soruna dikkat çekiyor:

Birincisi, üretken yapay zekânın yüksek harcama isteyen, buna karşı yüksek getirileri olan doğası Google, Mistral, Open Al, Anthropic gibi şirketlerin küçük farklarla aynı konuya odaklanmasını, kaynakları israf etmesini getiriyor. Halbuki veri ve modellerin merkezileştiği bir altyapı modeli daha iyi bir seçenek oluşturabilirdi.

İkincisi, yoğun rekabet, devasa miktar veri toplama zorunluluğu hisseden şirketler kaliteyi düşürmeye başlıyor, Google Al’ın “sağlık için kaya yiyin”, “pizzanın üzerine zamk dökün” gibi saçma önerilerde bulunmasına yol açabiliyor.

Üçüncüsü, kullanılan orijinal içeriğin sahibi yazarlar, gazeteciler, sanatçılar bu emeklerinin karşılığını alamazken, onların yaratıcı emekleri şirketler için kar üretiyor.

Dördüncüsü, yapay zekâ araştırmalarının yatırımcıların çıkarlarının ötesinde hangi hedefe varmak istediklerini bilemiyoruz. Diğer şirketlere, hükümetlere ve silahlı kuvvetlere ürünlerini satarak azami kar elde etme motivasyonu taşımaları, deneysel ve yenilikçi doğrultuda ilerleyeceklerinin teminatını oluşturmuyor.

Beşincisi, üretken yapay zekâ hizmetlerinin şeffaf olmamasına ilişkindir. Bazı hizmetlerin ücretsiz sunulması “Silikon Vadisi’nin paralel refah devleti” olarak da adlandırılıyor. Ancak tüm bu hoşluklar platformların yaygınlaşması ve pazar payını artırması içindir. Yapılan faaliyetlerin sürdürülebilirliğine ilişkin tam bir sis perdesi söz konusudur.

Altıncısı, bu teknolojilerin ABD’de yoğunlaşması zaten teknolojik olarak az gelişmiş Küresel Güney’in bağımlılığını derinleştirir. Çin’in dışında Silikon Vadisi’yle ve onun Avrupalı müttefikleriyle rekabet edecek başka bir güç görünmüyor.

Yedincisi, bu sistemlerin istikrar ve tahmin edilebilirliği öncelemesi, yenilik ve çeşitliliği göz ardı etme tehlikesidir. (Evgeni Morozov, Can Al Break of Panglossian Neoliberalism? bostonreview.net)

Aslında tüm bu yapay zekâ tartışmasının özetini, gazetemiz yazarı Yiğit Özgenç’in “Bu teknoloji, kimin elinde olduğu ve nasıl kullanıldığına bağlı olarak, ya toplumsal refahı güçlendirebilir ya da var olan eşitsizlikleri pekiştirebilir” cümlelerinde de bulmak olanaklı.

ÇOK HARCAMA, AZ FAYDA

Yapay zekânın insanlık için önemli gelişme potansiyeli içerdiği yadsınamaz. Gelgelelim marifetleri henüz makro ekonomik verilere yansımış değil. Hatta “çok harcama, az fayda” gibi ifadelerle kuşkular da uyandırmaya başladı. ABD yatırım bankası Goldman Sachs’ın Top of Mind adlı yayınında “…üretici yapay zekânın veri merkezleri, yongalar, enerji şebekeleri ve yapay zekâ altyapısı dahil önümüzdeki yıllarda tam 1 trilyon dolar sermaye yatırımı gerektireceği”  bildiriliyor.

Bu yatırımların büyüme ve verimlilik istatistiklerine yansıması konusunda MIT’den Daron Acemoğlu’nun görüşlerine başvuruluyor. Acemoğlu, yapay zekânın kullanılabileceği işlerin sadece dörtte birinde önümüzdeki on yılda maliyelerin düşeceği, bunun tüm işlerin yüzde 5’inden azını etkileyeceği görüşünde. Acemoğlu yapay zekânın yeni işler ve ürünler yaratacağı varsayımının da “bir doğa kanunu” gibi peşinen kabul edilmemesi gerektiğini düşünüyor. Bu çerçevede önümüzdeki on yılda toplamda üretkenliğin sadece yüzde 0.5 ve büyümenin yüzde 0.9 artacağını tahmin ediyor.

Goldman Sachs’ın kıdemli ekonomisti Joseph Briggs’e göre ise daha iyimser bir senaryo beklemek gerekiyor. Yapay zekânın tüm işlerin dörtte birinin otomasyona geçmesini sağlaması, ABD’de üretkenliği on yılda yüzde 9, GSYH’yı ise yüzde 6.1 artırması olanaklı görünüyor.

DİJİTAL EKONOMİ VE KÜRESEL İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ

Dijital ekonominin gelişiminin küresel iklim değişikliğini nasıl etkilediğinin araştırılması da büyük önem taşıyor. Teknolojik atılımların çevresel maliyetlerini küçümsememek gerekiyor. Birleşmiş Milletlere bağlı Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) geçenlerde yayımladığı 2024 Dijital Ekonomi Raporu’nda işte bu konuya eğiliyor.

Dijital ekonomi küresel iklim değişikliğini başlıca dört kanaldan etkiliyor:

1) Dijital ekonomi küresel sera gazlarının yüzde 1.5 ila yüzde 3.2’sinden sorumlu. 2022’de veri merkezleri 460 terawatt-saat elektrik tükettiler. Bu 42 milyon ABD hanesinde tüketilen enerjiye eşit. Sözü edilen rakamın 2026’da ikiye katlanması bekleniyor.

Yapay zekâ ve kripto para madenciliği teknolojilerinin yükselişi enerji tüketimini belirgin biçimde artırdı. Örneğin, Bitcoin madenciliğinin enerji tüketimi 2015 ve 2023 arasında 34 kat artarak 121 terawatt-saate yükseldi. Bir karşılaştırma açısından Belçika ve Finlandiya’nın bir yılda 90 terawatın altında enerji tükettiğini söyleyebiliriz.

2) Dijital kaynaklı atıklar 2010 ile 2022 arasında yüzde 30 artışla küresel ölçekte 10.5 milyon tona yükseldi. Dijital atık yönetimi yeterince gelişmediği için bu kirlilik çevre için çok olumsuz etkiler yaratıyor.

3) Bugün dijital ekonomi açısından çok hayati önem taşıyan nadir mineraller büyük ölçüde gelişmekte olan ülkeler (GOÜ) tarafından üretiliyor. Bu minerallerde elektronik tüketim malları, elektrikli araç bataryaları ve yenilenebilir enerji depolaması kaynaklı olarak 2050 yılına kadar talebin yüzde 500 artacağı tahmin ediliyor. Bu durum söz konusu kaynaklara sahip GOÜ’ler için haliyle kalkınma fırsatı yaratıyor. Ancak istenen sonuca çıkardıkları minerallerin katma değerini yükseltebilmeleri, sonuçlarını etkin biçimde değerlendirebilmeleri, değer zincirlerinde farklılaşmaya gidebilmeleri ve diğer sektörlerde sıçrama sağlayabilmeleri halinde ulaşabilirler. Böyle bir kalkınma perspektifi, sürdürülebilir ve kapsayıcı dijitalleşmeye doğru stratejik bir atılımla başarılabilir. Yüz güldürücü bir sonuca ulaşmak atık miktarını azaltmak, çevresel etkileri göz önüne almak ve ham madde kullanımında etkinliği artırmak ile mümkün olur.

4) Su tüketimi de dijital ekonominin işlemesi için yaşamsal bir unsurdur. ABD’de veri merkezlerinin beşte bir yararlandıkları su havzalarının potansiyelini zorluyor. 2022’de Google’ın veri merkezleri ve ofisleri 21.2 milyon metreküp, Microsoft ise 6.4 milyon su tüketmiş. Ayrıca Google’ın Uruguay’da kurmayı planladığı veri merkezine ciddi tepkiler yükseltildi. Çünkü ülke 74 yılın en kötü kuraklığını yaşıyordu ve 3.5 milyon insan içme suyundan yoksun kalmıştı. Microsoft’un GPT-3 eğitimi için ABD’deki veri merkezleri de 700 bin litre temiz içme suyu tüketmişti.

ÇEVRESEL ETKİLER HER AŞAMADA GÖRÜLÜYOR

Bilgi ve iletişim teknolojilerinin doğrudan çevresel etkileri üretim aşamasından (hammaddenin çıkarılması ve işlenmesi, imalatı ve dağıtımı) başlar, kullanım aşamasına ve kullanım sonu atık noktasına kadar uzanır.

Ayrıca dijital teknoloji ve hizmetlerin kullanımının dolaylı etkileri de bulunur. Örneğin dijital teknolojiler enerji etkinliğini artırabilir ve tüm sektörlerin talebini aşağı çekebilir. Dijital teknolojiler taşımacılık, inşaat, tarım ve enerji sektörlerinde sera gazı salımlarını düşürebilir. Bu potansiyel kazanımlar dijitalleşmenin mal ve hizmet tüketimini körüklemesi nedeniyle azalabilir veya dengelenebilir, bu da çevreye olumsuz etki yapar.

Dijital ekonomi ile ilgili politikalar geliştirirken tüm bu etmenlerin göz önüne alınması büyük önem taşıyor.

                                                                  /././

‘Çin mucizesi’: Sosyalizmin bir ürünü?-Hüseyin Aygün-

Açılışı ile yankılar yaratan, sporcuların, takımların yeteneklerini, dev şirketlerin ise sponsorluk ve ürünlerin sergilediği, yoksul ve zengin ülkeler ayrımının iyice gözle görülür hale geldiği bir yaz olimpiyatları daha sona erdi.

Dünya ulusları arasında iki bin sekiz yüz yıllık bir tarihi olan bu kadim yarışmaların lideri, ekonomide Amerika’yı geçen ve altın ve gümüşleri en fazla toplayan Çin oldu.

Çin bir süredir ABD-NATO ve AB ile karşı kutbu oluşturan dünyanın da lideri. Öyle ki, bu kutuplar arasında, vergi düzenlemeleri, ambargolar, boykotlarla süren amansız “ekonomik savaş”ın -Rusya-Ukrayna Savaşı sonrası- gitgide bir “dünya savaşı”na dönüşebileceği konuşuluyor.

Nasıl konuşulmasın: Ukrayna daha dün Rusya’daki Zaporijya Nükleer Güç Santrali’ni vurdu. Dünya soluğunu tutmuş, bir yandan havaya radyasyon yayılıp yayılmadığını soruyor, bir yandan da, “İkinci Çernobil”i hatırlıyor ve Rusya/Ukrayna’dan gelebilecek “yeni felaket haberleri”nden korkuyor.

Günümüzde Çin’in meziyetleri pek benzersizdir: “Dünyanın en büyük ihracatçısı”, “ikinci en büyük ithalatçı”, “en çok yabancı sermaye çeken iki ülkeden biri”, “en büyük döviz rezervlerine sahip ülke.” Bitmedi: “En büyük araba üreticisi ve pazarı”, “en büyük televizyon üreticisi ve pazarı”, “en büyük demir-çelik üreticisi ve pazarı”, “en çok internet kullanıcısı ülke”, “en büyük elektronik ticaret hacmine sahip ülkesi.”

Çin başta üretim ve pazar büyüklüğünde genellikle dünya birincisi, istisnai hallerde ikincidir.

∗∗∗

Çin’in artık bir kaynak sorunu yok -tüm büyük güçler gibi- o ürettiğini satma sorunu yaşıyor, pazar bulma ve yayılma onun başlıca sorunu. Böyle olunca pazarların paylaşımı uğruna rekabet ve bu rekabetin askeri biçimlerde bir paylaşıma dönüşmesi riski var –Buna dünya savaşı diyorlar-. Çünkü egemen güç olan ABD epeydir –en azından dünya pazarlarında- “Çin ateşi” altında. Çin bunu biliyor, adımlarını öyle atıyor. Kuzey Çin Denizi’nde ve başka alanlarda sıkça –ve değişen partnerlerle- icra edilen “tatbikatlar”ın sebebi de işte bu ekonomik güç -ve “dünyanın yeniden paylaşılması”- eğilimi. (Fatih Oktay, Çin, İş Bankası Yayınları, s. 5, 2017, İstanbul).

1979’da çiftçilerden müteşekkil bir ulus, zamanla, “sanayi işçileri ulusu”na ve bu son iki on yılda, “mühendisler ulusu”na dönüştü. Muazzam bir disiplin, “emek örgütlenmesi”, “devletçi ekonominin mirası bir makro ekonomi” derken, ortaya çıkan tablo hakiki bir mucizeydi: “Kişi başına GSYH’si tam 30 kat arttı”, “yılda dünyaya 1 trilyon dolar borç veren ülke”, “bir ortalama işçi ailesine 9 bin dolara elektrikli bir araç verme imkânı”, “50 işçinin çalıştığı bir fabrikada günde 2400 tane 5G baz istasyonu üretimi.” Bitmedi. “Askeri sınai kompleks”te de benzersiz bir üretim yoğunlaşması var: “Canının istediği kadar” gemi vuran füze yapıyor, bir ABD destroyeri 100 füze önleyici taşıyabilirken, Çin’in anakaradan fırlatabileceği füzelerin ise bir sınırı yok (David P. Goldman, Asia Times, 22.7.2024).

∗∗∗

1980’li yıllarda Türkiye ekonomisi ile karşılaştırılabilir büyüklükte olan Çin ekonomisi, nasıl oldu da bir yirmi-otuz yıl sonra dünya ekonomisinin birinci gücü haline geldi? Muazzam insan potansiyeli, üretici güçlerin olağanüstü yoğunlaşması ve –düşük ve ağır koşullarda olsa da- emeğin seferberliğiyle açıklanabilecek bir “mucize” bu, ve hiç kuşkusuz “devlet kapitalizmi” biçiminde de olsa bu, “sosyalizmin hanesi”ne yazılabilir.

Rusya’nın yanı sıra, Mao’nun geri bir köylü ülkesinde başardığı tarıma dayalı sosyalist devrim, 21. yüzyıl başında -sosyalist ilkelerden epeyce taviz verse de-, yaklaşık yarım yüzyıllık bu deneyim, ekonomide, sanayide, icatlarda ve son olarak olimpiyatlarda hâlâ büyük bir başarıyı temsil ediyor.

Sosyalizm yenildiği yerde dahi güçlüdür, günceldir. İnsanlık eninde sonunda kamucu ekonomi yolunu tutacak, bir kişinin milyarlarca insandan daha fazla servete sahip olduğu bu eşitsiz düzeni aşmayı başaracaktır.

                                                              /././

Şehirler ve tayyareler -Şükrü Aslan

Türkiye ilk Tayyare Cemiyeti’ni kurduğunda, şehirleri henüz tayyarelerle tanışmış değildi. Ama ‘ulusal’ tahayyüllere uygun tayyare ağları kurmak için ilk somut adımlar atılmıştı. Bu arayışın ürünü olarak bir Tayyare Makinist Okulu 1926’da İstanbul Yeşilköy’de kurulmuş, ilk mezunlarını 1927’de vermişti. Bugün Havacılık Müzesinin Yeşilköy’de olması da bu tarihsel geçmişle ilgiliydi. Tayyare Mektebi, 1930 yılında Genelkurmay Başkanlığı’na bağlanacak ve Eskişehir’e taşınacaktı.

Türkiye şehirlerinin tayyaretayylerle tanışması büyük ölçüde milliyetçi tahayyüle uygun biçimde gerçekleşmişti. Tayyare Mektebi mezunlarına göre bazı şehirler 40 bin TL teberrüde bulunup hem tayyare üretim sürecine katkıda bulunuyorlardı hem de bu vesileyle kendi şehirlerinin isimlerini verdikleri tayyarelerle bir tür ‘teknolojik bayram’ yapıyorlardı. Kastamonu, İzmir, Kayseri, Eskişehir bu şehirler arasındaydı. Mesela Kastamonu’ya ilk tayyare geldiğinde, şehir ulusal bayraklarla donatılmış ve geniş bir kalabalık, uçağı görmek için sıraya girmişti. Keza kurbanlar kesilmiş ve şehrin ileri gelenleri ateşli milliyetçi konuşmalar yapmışlardı. Ayrıca tayyarelerle tanışma günleri özellikle ulusal bayramlara denk getiriliyordu. Kastamonu’da bu tören 30 Ağustos 1931 Zafer Bayramında yapılmış, pilotlara kıymetli hediyeler verilmişti.

∗∗∗

Fakat bazı şehirlerin tayyarelerle tanışma biçimi bu kadar memnuniyet verici bir iklim içinde gerçekleşmemişti. Mesela Ağrı, 1930’da yukarıdan atılan bombalar vesilesiyle tayyarelerle tanışmıştı. Pilot Refik Ali Akyol’un anlattığına göre, 7 Eylül 1930 tarihinde dokuz adet Brege uçağı ‘tek bir canlı bırakmamak şartı ile’ 50 kiloluk bombalarla Ağrı dağı eteklerinde köyleri bombalamıştı. Belgelere göre bu coğrafyaya atılan bombalar, o yıllarda İstanbul Haliç’te, Şakir Zümre’nin yönettiği bir fabrikada üretiliyordu.

Erzincan’ın tayyarelerle tanışması da idari olarak o yıllarda Erzincan’a bağlı olan Pülümür’ün bazı köylerini 1930’da bombalama girişimiyle gerçekleşmişti. Bombaları atanların anlatılarına göre, ‘orada dolaştığı varsayılan eşkıyalara karadan ulaşmak zor olduğu’ için kısa yol seçilmiş altı köy yoğun şekilde bombalanmıştı. Bombalamayı yapanlar, Ağrı’daki işleri bittiğinde Erzincan’a gelmiş ve burada 45 gün kalarak ‘büyük ulusal’ bir ilgi görmüşlerdi.

Bazı şehirlerin tayyarelerle tanışması da biraz zorunlulukların veya tesadüflerin bir ürünüydü. Diyarbakır bunların bir örneğiydi. Uçaklardan birisi arıza yapınca Çermik ilçesi yakınlarında bir köy arazisine zorunlu iniş yapmış, ‘başka bir dil konuşan yerlilerden korkan tayyareciler, köylülerin ‘Elhamdülillah Müslümanız demesiyle rahatlamışlardı. On beş gün zorunlu olarak bu köyde kalan görevliler, köylülerin çok desteğini görmüş ve ayrıldıkları şehrin valisinden, bu köylülerin ‘hiç değilse yol mükellefiyetinden muaf tutulmalarını rica etmişlerdi. O yıllar 18 yaşına gelmiş erkek her vatandaş, yılda on gün devletin gösterdiği bir yol işinde ücretsiz çalışmak zorundaydı ve bu ağır bir yükümlülüktü.

∗∗∗

Dersim’in tayyarelerle tanışması ise 30 Nisan 1937’de Eskişehir’den önce Kayseri’ye, oradan da Elazığ’a gelen on uçaklık filonun Dersim’e varmasıyla mümkün olmuştu. Sabiha Gökçen de bu ekipteydi. Ekibin diğer üyeleri Elazığ’da, muhacirler için yapılan evlerde konaklarken Sabiha Gökçen, Vali Abdullah Alpdoğan’ın evinde ağırlanmıştı. Düzenli aralıklarla Dersim’i bombalayan bu ekip bölgede 105 gün kalmıştı. Pilot Refik Ali Akyol’un aktardığına göre o günlerin birinde açılan ateşle Sabiha Gökçen’in uçağı vurulmuş, rasıdı yaralanmış ve uçak bir tarlaya zorunlu iniş yapmıştı. Havacılık Müzesinde yer alan bilgilere göre, Sabiha Gökçen Dersim’i bombalaması nedeniyle ‘Dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak ilan edilmişti.

Özetle Türkiye şehirlerinin bir bölümü ‘milliyetçi’ gösterileri, bir bölümü de kitlesel kıyımları deneyimleyerek tayyareleri tanımışlardı. O tayyareleri kullananlar artık hayatta değiller, çok büyük bölümü Amerika’dan satın alınan uçaklar ise birer ‘ulusal kahramanlık kanıtı olarak müzelerde sergileniyor. Ama bütün hikâyelerinden muaf ve adeta hafızası silinmiş olarak.

                                                                 /././

CHP’nin başkan adayı ve İmamoğlu sonrası -Yaşar Aydın-

Türkiye kelimenin tam anlamıyla zor günler geçiriyor. Sanayi daralıyor, hizmet sektörü küçülüyor ve işsizlik tarihi zirveleri zorluyor. Enflasyon hedefleri daha şimdiden aşıldı. Üniversite öğrencileri, puanlarına göre değil, ailelerinin bütçesine göre okul tercih ediyor. Çevre ve hayvan katliamları hız kesmeden devam ediyor. Her gün cinayet haberleriyle uyanıyoruz.

Domates, kayısı, fıstık ve çay üreticileri isyan noktasına geldi. Traktörlerle yolları kesip, topladıkları ürünleri ateşe verir hale geldiler. İşçiler, fabrikaların önünde kurdukları çadırlarda direniyor. Yolsuzluk ve adam kayırma haberlerinden 10 gazete çıkar. İsrafın yanı sıra ihale şampiyonu yandaş şirketlere verilen milyarlar konuşulmuyor. Konu çalışan emekliler olunca, gündeme bile alınmıyor.

Tüm bunların yanında, içeride çaresiz, dışarıda çaresi tükenmiş bir iktidar var. Peki, ülkenin gündeminde ne var, muhalefet adına ne konuşuluyor? İşte burası can sıkıcı.

GERİ DÖNSELER NE FAYDA

Muhalefetle ilgili en ateşli konulardan biri, Gelecek ve İYİ Parti'den AKP'ye geçecek vekil sayısı. Katılım olacak, ama sayı belli değil. Mesele öyle bir noktaya geldi ki, Gelecek Partili yetkililer, "Geçersek genel başkanımızla geçeriz" açıklaması yapabiliyor. Yani sol, sosyal demokrat seçmenin oyuyla milletvekili seçilen birileri, çok rahatlıkla "Eski yuvama dönerim" diyebiliyor. Günlerce "6'lı Masa", "Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem" diye milyonlarca insanı uyuttuklarını kabul ediyorlar, ama utanmıyorlar.

Açık ki bitmiş tükenmiş iktidar, Akşener ve Davutoğlu desteği ile bir kez daha ayağa kaldırılabilir mi diye hesap yapılıyor. AKP'nin kuruluş yıldönümünde hazırlıkların olduğu ve sürprizlerin yaşanabileceği bilgisi basına sızdırılıyor. AKP'nin gücü yetmedi, MHP, BBP, Hüda Par, Yeniden Refah imdada koştu. Onların soluğu yetmeyince de devreye Gelecek ve İYİ Parti girecek gibi görünüyor. Gül de katılsa tam olur aslında.

CHP’NİN MAKUS TALİHİ

2019 yerel seçimleri, AKP için hezimetin başlangıcı, CHP için ise iktidar olma şansı anlamına geliyordu. AKP'nin yıpranmışlığına, derinleşen ekonomik krizin katkısı, muhalefetin önündeki son engeli de temizlemiş görünüyordu. Ancak hiç de öyle olmadı. Erdoğan cepheyi genişletirken, Millet İttifakı'nda gedikler açtı ve bir kez daha o koltuğa oturdu.

31 Mart 2024 seçimleri, CHP'ye yeni belediyeler kazandırmanın yanı sıra birinci parti olma şansı verdi. Üstelik ekonomik kriz çok daha derinleşti ve kalıcı hale geldi. Bu koşullarda, normal bir ülkede muhalefetin var gücüyle iktidarın surlarına yüklenmesi ve onu yerle bir etmek için tüm gücünü kullanması beklenir. Her gün, her noktada devam eden itirazlara eşlik eden, cesaretlendiren ve gündemi o noktaya sıkıştıran bir muhalefet performansı doğal bir beklentiye dönüşmeli.

Ancak bu alanda da öyle olmadı. Günlerce konuşulan konuya bakalım:

CHP'nin cumhurbaşkanı adayı kim olacak? Konuyla ilgili anketler başladı. Sanki 2020 yılının kamuoyu şirketlerinin verilerine bakıyoruz. Tek fark Kılıçdaroğlu'nun yerine Özel'in gelmesi. Birbirine yakın üç adayın amansız yarışı var.

İmamoğlu sonrası İBB'nin durumu ne olacak? İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nu önümüzdeki seçimlerde cumhurbaşkanı adayı yapmak isteyenler, bir de onun adaylığı ve sonrasında kimin belediye başkanı olacağını tartışmaya başladı. İsimler havada uçuşuyor. Tekrar etmekte fayda var ki bu arada memleket yangın yeri.

İŞİN ARKASINDAKİLER

Muhalefet partileriyle ilgili bu tartışmaların Erdoğan'ın işine yaradığı çok açık. Ancak bu işin arkasında iktidar var demek gerçeği saklamak olur. Gördüğüm ve izlediğim kadarıyla CHP ve ona yakın medyada bu tartışmaların tarafları var ve bu konuyu köpürtüyorlar. Açık söylemek gerekirse, "Ateş olmayan yerden duman çıkmaz" atasözü bu konuda yerli yerinde duruyor.

Enflasyon ve ekonomik krizin iktidarı ciddi bir şekilde yıprattığını ve durumun artık geri dönülmez olduğunu düşünen bir kesim, şimdiden ilk seçim sonuçlarına göre pozisyon alıyor. Bu saflaşmanın medyayla sınırlı olduğunu söylemek doğru değil. Muhalefetin içine sinmiş ve artık politika yapma tarzına dönüşmüş bir durumdan bahsediyoruz. Memleketin gerçek sorunlarıyla yüzleşmekten çekinen, oradaki değişim talebinin kendi bahçelerine kadar girmesinden endişe eden ve sürecin kendiliğinden "mutlu sonla" bitmesini bekleyen bir muhalefet fotoğrafıyla karşı karşıyayız.

ERDOĞAN YİNE YENER, BEREKET Kİ HALK VAR

"Boş tencerenin götüremeyeceği iktidar yok" sözü ne çok konuşuldu değil mi? Bu memlekete yaşatmadığı acı kalmayan Demirel'e ait bu söz, muhalefetin başucuna asıldı. Halkın yakıcı taleplerine sahip çıkan, onu örgütleyen bir muhalefetin yenemeyeceği iktidar yok. Ancak Türkiye'de siyasetin sadece halkın istekleri doğrultusunda şekillenmediğini burada anlatmak zorundayız.

Gündemin belirlendiği, halkın manipüle edildiği, uluslararası güçlerin elinin sandıkta olduğu seçim süreçleri, çok da yabancısı olmadığımız konular. Açık ki muhalefet güçleri bu anlayış ve tempoyla yol yürümeye devam ederlerse, bir kez daha Erdoğan ya da onların belirlediği bir adaya seçim kaybedecekler. Belki acı gelecek, ama Erdoğan bu muhalefet anlayışı sürdükçe, ömrü yettiği müddetçe girdiği he seçimden galip çıkar. Bereket ki halkın feraseti ve bilinci, Meclis içinde kümelenmiş muhalefetin çok daha ilerisinde. Yaptığı uyarılar, verdiği tepkiler her kesimi kendine getirecek cinsten.

Gelelim başlıktaki sorunun yanıtına. Adayın kim olacağını ya da İmamoğlu'nun yerine kimin geçeceğini bilmiyorum. Ama bu tartışma böyle devam ettiği sürece, adı geçen her ismin sadece aday olarak kalacağından emin olabilirsiniz.

                                                             /././

                                               Birgün - GÜNDEM

Üsküdar Belediyesi’nden AKP’li eski başkan hakkında suç duyurusu: Vurgun yapılmış!

CHP’li Üsküdar Belediyesi, önceki Belediye Başkanı AKP’li Hilmi Türkmen hakkında “Birden çok kez görevi kötüye kullanmak” ve “Edimin ifasına fesat karıştırma” suçlarından soruşturma açılmasını talep ederek suç duyurusunda bulundu (https://www.birgun.net/haber/uskudar-belediyesinden-akpli-eski-baskan-hakkinda-suc-duyurusu-vurgun-yapilmis-551980)

                                                                        ***

AKP’li belediyeden Diyanet seferberliği -Mustafa Bildircin-

2024 yılına 91,8 milyar TL bütçe ile başlayan, ocak-haziran döneminde ise 46,7 milyar TL harcayan Diyanet’in Kuran kursları için kamu kaynakları seferber edildi. AKP’li Hacı Mustafa Palancıoğlu idaresindeki Kayseri Melikgazi Belediyesi, kaynakları ile Kuran kursu inşa etmek için kolları sıvadı.(https://www.birgun.net/haber/akpli-belediyeden-diyanet-seferberligi-551937)

                                                               ***

Alışveriş kartı da bitti: Afetzedeye ‘esen’lik yok! -İlayda Kaya-

Maraş merkezli depremlerin ardından yurttaşların konut sorunu çözülmediği gibi büyük bir coşkuyla duyurulan yardımlar da sessiz sedasız kesiliyor. Kira yardımının ardından şimdi de Esen Kartlar yatırılmıyor.(https://www.birgun.net/haber/alisveris-karti-da-bitti-afetzedeye-esenlik-yok-551935)

                                                                   ***

Samandağ’da hak gasbına karşı yürütülen mücadele zaferle sonuçlandı: Rezerv alan kararı iptal edildi -İlayda Kaya-

Kahramanmaraş merkezli depremlerle yıkılan kentlerde rezerv alan tartışmaları giderek büyürken Hatay’da konuya ilişkin yeni bir gelişme yaşandı. Hatay’ın Samandağ ilçesinde depremzedelerin yaklaşık 1 yıldır verdiği mücadele kazanımla sonuçlandı. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ilçeye ilişkin rezerv alan uygulamasını iptal ettiğini duyurdu. Bakanlığın kararında şu ifadeler yer aldı: "Hatay ili, Samandağ İlçesi, Atatürk Mahallesi sınırları içerisinde yer alan ve ekli kroki ile listede sınır ve koordinatları verilen yaklaşık 1,60 hektar büyüklüğe sahip alanda, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanlar Hakkında Kanun’un 2 nci maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamında Bakanlık Makamı’nın 23.08.2023 tarih ve 7213599 Olur’u ile tesis edilen “Rezerv Yapı Alanı” belirlenmesine yönelik işlem, alan içerisinde taşınmazı bulunan maliklerin “yerinde dönüşüm” esasına dayalı olarak uygulama yapılabilmesine olanak sağlanması talebiyle yapılan yazılı ve sözlü başvuruları göz önünde bulundurularak Bakanlık Makamı’nın 29.07.2024 tarih ve 75585 sayılı Olur’u ile iptal edilmiştir."

                                                                 ***

Uzay bütçesine tasarruf makası -Mustafa Bildircin-

Erdoğan tarafından konulan iddialı hedeflere karşın merkezi bütçeden kuş payı verilen Uzay Ajansı’nın bütçesinin yüzde 15 kesildiği ortaya çıktı. Ajansın 1,7 milyar TL olan 2024 bütçesinin 1,4 milyar TL’ye düşürüldü.(https://www.birgun.net/haber/uzay-butcesine-tasarruf-makasi-551941)

(BİRGÜN)

Skandalın kimlik belgeleri - Timur Soykan / Birgün

 

Avrupa’nın en büyük uyuşturucu baronu Hollandalı Leijdekkers’e Türkiye’de iki farklı isimle verilen iki oturum izni kimliğini yayımlıyoruz. İki oturum izni de aynı şehirde, Muğla’da verilmiş. Bu skandalın sorumluları nasıl kurtarıldı? Skandalda imzası olanlar yargılanmayacak mı?

İlk kez BirGün’de kaleme aldığımız ülke tarihinin en büyük baronlar davasındaki tahliye kararları tartışılmaya devam ediyor. Ortada büyük bir skandal var ve ülkede devlet çürüdüğü için iğne ile kuyu kazarak gerçeği aramalıyız.

Özetleyelim:

Fotoğraf: Eric Schroeder, 13 Haziran 2023’te düzenlenen operasyonla Türkiye’de gözaltına alınmıştı.Skandalın kimlik belgeleri

Hollandalı uyuşturucu baronu Joseph Johannes Leijdekkers, 2020 yılında Avrupa polisinin çalışmaları sonucunda deşifre oldu. 30 yaşındaki ‘Tombul Jos’ lakaplı uyuşturucu baronu, Latin Amerika’dan Belçika ve Hollanda’daki limanlara tonlarca kokain getirtmişti. Dünyanın en çok aranan suçlularından biriydi. Avrupa’daki soruşturmalarda Türkiye’de yaşadığı belirlendi. Sadece Tombul Jos değil, ortağı Isaac Bignan ve onlarla bağlantılı Sırp, İsveçli, Alman, İspanyol uyuşturucu baronlarının da Türkiye’de olduğu ortaya çıktı.

 
                Isaac Bignan Türkiye’de gözaltına alınmıştı.

BÜYÜK OPERASYON

Ali Yerlikaya, İçişleri Bakanı olduktan sonra bu baronlara yönelik ilk operasyon 13 Haziran 2023 tarihinde yapıldı. ‘Tombul Jos’ gözaltına alınmadı. Ancak Tombul Jos’un arkasındaki isim olduğu iddia edilen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Abdullah Alp Üstün, Isaac Bignan, Alman uyuşturucu kaçakçısı Eric Schroeder, Tombul Jos’un kardeşi Wilhelmus Adrianus Leijdekkers’in arasında olduğu 15 kişi tutuklandı.

51 sanıklı iddianameye göre; yabancı baronlar, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak için oteller ve rezidanslarda daireler almıştı. Bu mülklerle aynı zamanda kara paralarını akladılar. Yetmedi, lüks otomobilleri defalarca alıp satarak, şirketler, döviz büroları kurarak kirli paralarını temizlediler. Özel jetleriyle altın külçelerini Türkiye’den Dubai’ye taşıdılar. Bunları yaparken bazıları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuştu, hepsi oturum izni almıştı.

İstanbul 15. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın tutuklu sanıkları Abdullah Alp Üstün, yabancı baronlar, Tombul Jos’un kardeşi Wilhelmus Adrianus Leijdekkers’in arasında olduğu 15 sanık, 6 Temmuz 2024 gecesi saat 02.30’a kadar süren duruşmada tahliye edildi. Böylece ülkenin en büyük baronlar davasında 13 ay sonra tutuklu sanık kalmadı. Savcılığın itirazı üzerine 5 gün sonra İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi serbest bırakılan 7 sanığın tekrar tutuklanmasına karar verdi. Ancak Abdullah Alp Üstün ve diğer 6 sanık çoktan firar etmişti. Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK), İstanbul 15. Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin başkanı Oktay A., mahkeme üyeleri Arzu A. ve Veysi G.’yi açığa aldı.

Sabah Gazetesi’nin haberine göre; HSK’nin olayla ilgili raporunda bir ihbar bulunuyor. Bu ihbara göre; Abdullah Alp Üstün ve diğer sanıklar, hâkim karşısına çıkmadan bir gün önce mahkeme başkanı ile 720 bin dolara tahliye kararı için anlaştı. Ancak bu ihbarın gerçeğin büyük kısmını örttüğü de iddialar arasında. Tahliye organizasyonunun mahkeme heyetiyle sınırlı olmadığı, çok daha yukarılara uzandığı öne sürülüyor. Milyonlarca dolarlık rüşvetlerden bahsediliyor. Hatta tekrar tutuklama kararı verilen 5 günlük sürenin sanıklara kaçmaları için rüşvet karşılığı tanınan zaman olduğu da iddia ediliyor. Bu rüşvet organizasyonunun teknik takibe takıldığı yönünde iddialar da konuşuluyor.

HÂKİMİN OĞLUNDAN TEPKİ

Bu sırada mahkeme başkanı Oktay A.’nın oğlu Gökberk A., sosyal medya hesabından çok dikkat çekici paylaşımlar yaptı.

Gökberk A. özetle şunları yazdı:

“MASAK raporlarına hukuka uygun bir şekilde bakıldı, değerlendirildi. İddianame bomboştu. Yasal tutukluluk süreleri hepsinin dolmak üzereydi. Kara para suçuyla ilgili kesinleşmiş bir tane mahkûmiyet kararı yoktu. İddianamede uyuşturucu yoktu. Savcılık olaya 5 gün sonra itiraz etti. Kimse bunu yazmıyor. (Not: İlk haberimizde bunu da yazdık.) Neden acaba? Adli kontrol ve ev hapsi verildi. Nasıl kaçtılar? Bunu yazan yok. (Not: Bunu da yazdık.) 720 bin dolar rüşvet iftirası; bir kişi de banka hesaplarımıza bakıp ‘Bunların kredi borcu var’ demiyor. 30 yıldan fazla şerefiyle, namusuyla hâkimlik, 7 yıl ağır ceza mahkemesinde başkanlık görevi yapan insanı kalkıp kimse koruyamıyor.”

TAKİPSİZLİK SKANDALI

Baronlar Davası’nda tahliye kararları tartışılırken soruşturma aşamasındaki skandal gölgede kalıyor. Sanık olmadan davadan kurtarılanlara mercek tutmak gerekiyor.

İddianame ve ek delil klasörlerine göre; Tombul Jos, 4 Temmuz 2020 tarihinde ‘Daniel Ernst’ adına düzenlenmiş Alman pasaportuyla Türkiye’ye giriş yaptı. Bir süre Türkiye’de kaldıktan sonra yurtdışına çıktı. İki ay sonra, 7 Eylül 2020’de özel jetiyle Türkiye’ye geldi. Kendi adına yani ‘Joseph Johannes Leijdekkers’ ismine düzenlenmiş pasaportuyla Bodrum Havalimanı’ndan Türkiye’ye giriş yaptı.

Tombul Jos, Bodrum Torbalı’da Usuluk Koyu’ndaki Tabiat Parkı’nı yasadışı şekilde işgal eden beş yıldızlı Vogue Otel’de villalar satın alıp kiralayarak buraya yerleşmişti. Turan Avcı’ya ait otelin yetkililerine banka hesaplarını kullanma yetkisi vermişti.

Turan Avcı’nın yeğeni Cem Avcı, Tombul Jos’un hesaplarından yüzbinlerce avroluk havaleler yapmıştı. Tombul Jos, Turan Avcı’nın kardeşi Fesih Avcı’dan satın aldığı apart otel ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı için ‘uygunluk’ belgesi almıştı.

Hollandalı barona, otel satan, oturum izni ve vatandaşlık koşulları sağlayan bu kişiler nasıl olduysa takipsizlik kararlarıyla davadan kurtarıldı. Sanık yapılmadılar.

ERDOĞAN İSİMLERİNİ ANDI

Arşivde AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu isimleri andığı bir konuşma da yer alıyor. Erdoğan, Maraş’ta depremzedeler için yapılacak kalıcı konutların temel atma töreninde Cem Avcı ve Vogue Hotel’e bağış konutlar yapacakları için teşekkür etti. Bu konutların ne kadarı yapıldı araştıracağız.

Skandallarla dolu Baronlar Davası’nda çok önemli bir belgeye daha ulaştık.

Hollandalı uyuşturucu baronunun Türkiye’de kendi ismiyle yani Joseph Johannes Leijdekkers adıyla oturum izni aldığını daha önce yazmıştık. Türk bayraklı oturum izninin dava dosyasındaki görselini paylaşmıştık. Bu oturum izni kimliği Muğla’da verilmişti.

İKİNCİ KİMLİĞE ULAŞTIK

Ancak Abdullah Alp Üstün’ün 13 Haziran 2023 günü Bodrum Yalıkavak’ta yakalandığı villada polisin tuttuğu tutanağa göre; Tombul Jos için ‘Daniel Ernst’ ismine düzenlenmiş bir oturum izni kartı daha bulunmuştu. Hollandalı uyuşturucu baronuna çifte oturum izni verildiği anlaşılıyordu. Avrupa’nın en büyük uyuşturucu baronuna Türkiye’de iki ayrı isimle oturum izni verilmesi büyük bir skandaldı. Çünkü oturum izni verilirken başvuranların parmak izi ve biyometrik fotoğrafları alınıyor. Normalde aynı kişinin iki farklı isimle oturum izni alması imkânsız.

Ama Türkiye’de devlet çürüdü ve parası olan için imkânsız diye bir şey yok.

Tombul Jos’un kendi adıyla oturum izni varken Daniel Ernst adına düzenlenmiş oturum izninin belgesini yayımlıyoruz. Kendi adıyla düzenlenmiş oturum izninde 1 Temmuz 1991 doğumlu olduğu yazan Tombul Jos, bu oturum izninde 22 Eylül 1992 doğumlu görünüyor. İki oturum izni de Muğla’da verilmiş, muhtemelen aynı kişilerce hazırlanmış.

Gerçekten muz cumhuriyetinde olmaz ama Türkiye’de artık oluyor.

Tolga Şardan’ın haberinden öğrendik;

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın Ankara’daki konutunu adres gösteren iki yabancı oturum izni almıştı.

Uyuşturucu baronları ise çifter çifter oturum izni alıyor.

Ancak bu izinlere aracılık edenler, imza atanlar yargılanmıyor.

(Timur Soykan / Birgün)