15 Ağustos 2024 Perşembe

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -15 Ağustos 2024 -


Afganistan’da Taliban yönetiminin üç yılı: Yasaklar, baskı, yoksulluk, açlık -Ela Ava-

Üç yıldır halkı yasaklar ve şiddetle ezen Taliban yönetimi Çin, İran, Rusya ve Orta Asya ülkeleriyle istikrarlı ilişkilerle desteklenen bu yeni "normal"i dünyaya kabul ettirecek bir plan sürdürüyor.

Bugün ABD ve NATO müttefiklerinin Taliban nedeniyle yirmi yıl işgal ettikleri Afganistan’ı terk etmelerinin ardından Taliban’ın Kabil’e yeniden girmesinin üçüncü yıl dönümü.

İdam, işkence, zorunlu göç ve gaspla geçen üç senede özellikle kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddet ve ayrımcılık hız kesmeden devam etti. Taliban, sosyal hayata katılımı; seyahat, eğlence, araba kullanma ve spor gibi diğer alanları kadınlara yasakladı.

Taliban’ın kadınlar için uyguladığı baskılara kısaca bakalım.

YASAK, KIRBAÇ VE RECM

Taliban yönetiminin en önemli baskı unsuru zorunlu örtünme oldu. Afganistan’da kadınlar artık vücutlarını ve yüzlerini tamamen kapatmak zorunda. Kadınların bu talimatlara uymaması durumunda ailedeki erkeklere de işkence yapılıyor. Dolayısıyla aslında örtünme yasakları ve baskıları kadınlar için iki yönlü baskıyı arttırıyor. Hem Taliban tarafından uygulanan baskı hem aile içindeki erkeklerin baskısı.

Taliban’ın Ahlak Bakanlığına göre kadınların “mahremi olmadan” yurt içinde ve dışında seyahat etmeleri yasak. Bu kararın ardından kadınların parklara çıkması, restoranlara girmesi de yasaklandı. Şiddet mağduru kadınlara yardım ve barınma sağlamak amacıyla kurulan “Güvenli Evler” kapatıldı. Şiddet mağduru yüzlerce kadının ne şiddetten çıkış yolu ne de barınacak evi var.

Müfredatta değişiklik ve kız çocuklarına eğitimin yasaklanması ise bu üç yılda en çok tartışılan mesellerden biri oldu. Yetmedi, kadınların çalışması da yasaklanması. Bu yasak kadınların evlerde esnek ve güvencesiz şartlarda çalışmasına yol açtı.

Taliban Yüksek Mahkemesinin istatistiklerine göre üç yılda ülkede 715 kişi herkesin izlemesine açık olan sahra mahkemelerinde kırbaçlandı. Sadece 2024’te 221 kişi bu şekilde kırbaçlandı. Bunların 136’sı kadın.

Bu kişiler, evlilik dışı ilişki, hırsızlık, cinayet; kadınlar için başörtü kurallarına uymama, alkol kullanmak, mahremleri dışındaki kişilerle telefonda konuşmak gibi “suçlar”la suçlanarak kırbaç ve hapis cezalarına çarptırılanlar. Ayrıca Taliban’ın Yargıdaki Sözcüsü Abdul Malik Hakkani, 175 kişiye idam, 37 kişiye recm ve 4 kişiye canlı toprağa gömülme hükmü verdi.

                                                                                              Fotoğraf: Haroon Sabawoon/AA

HAZARALARA ZORUNLU GÖÇ

Afganistan nüfusunun yüzde 9’unu Hazara etnik grubu oluşturuyor. Son üç yılda Taliban çok sayıda Hazara’yı göçe zorladı. Panjshir, Baghlan, Takhar, Daykandi Hazaraları ve Erzegan vilayetleri sakinleri farklı bölgelere gönderildi. Dünya Panjşirliler Konseyi, aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 2 bin 477 kişinin yerinden edildiğini açıkladı. Konsey ayrıca 283 kişinin de Taliban tarafından öldürüldüğünü ve eyalete 21 bin Taliban askerinin yerleştiğini ekledi.

Geçtiğimiz günlerde Afganistanlı İnsan Hakları Savunucusu Leyle Forough Mohammadi, Hazaraların Taliban’a para ödediği videoyu paylaşarak şunları yazdı: “Kandır sakinleri evlerinde ve topraklarında kalabilmek için 30 milyon Afgan parası ödemek zorunda kaldı. Acımasız şiddet, zorunlu göç, toprak gasbı her zaman olduğu gibi devam ediyor.”

HALK AÇLIKLA BOĞUŞUYOR

Taliban, Afganistan yönetimini ele geçirdikten sonra Batı emperyalizmine bağlı birçok şirket ülkeden çekildi. Ancak bu üç sene boyunca ABD ve Çin arasında Afganistan’ın özellikle petrol kaynaklarına yönelik hamleler devam etti. Birleşmiş Milletler son üç yılda Afganistan’a en az 3 milyar 800 bin dolar gönderdi. ABD’nin ise bu süreçte 3 milyar dolar gönderdiği biliniyor.

Bunlar “insani yardım” adı altında yapılırken Taliban’ın bu paraları nereye harcadığı konusu şeffaf değil. Afganistan’da ekonomik durumun halk açısından tahammül dışı koşullara evrildiği süreçte Taliban Ekonomi Bakanı Din Muhammed Hanif, Kandahar Tekstil Fabrikasının yeniden açılış töreninde dünyanın Afganistan’a karşı “ekonomik bir savaş” sürdürdüğünü söylemişti. Oysa kuşatma politikalarından bahseden Taliban yönetimi üç sene boyunca özellikle Çin ile yeni mali anlaşmalara yelken açtı. Türkmenistan ile ticareti genişletmek üzere 200 milyon doların üzerinde 10 sözleşme imzaladı. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 2024 yılının ilk altı ayında 461.4 milyon dolar açıklandı. Özbekistan ile de mali anlaşmalar yenilendi.

Taliban artık Çin, İran, Rusya ve Orta Asya ülkeleriyle istikrarlı ilişkilerle desteklenen ve diğer ülkeleri bu yeni “normale” kabul etmeye zorlayan uzun vadeli bir plan üzerinden devam ediyor. Doha’da Birleşmiş Milletler Afganistan konulu üçüncü uluslararası konferansta öne çıkanlar ise bunun bir göstergesi.

Halka dönersek... Afganistan’da Taliban yönetimiyle birlikte yoksulluk ve işsizlik arttı. Dünya Gıda Örgütü de Afganistan’ın GSYİH’sinin düştüğünü bildirdi. Buna göre Afganistan’ın GSYH’si 2022’de yüzde 20.7 iken bu rakam 2023’te yüzde 6.2’ye düştü. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı “Afganistan’da kalkınma” başlıklı açıkladığı son raporunda yaklaşık 34 milyon Afganistanlının gıda yardımına ihtiyacı olduğunu duyurdu. Bu rapora göre Afganistan halkının yüzde 85’i yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Afganistan kalkınma raporu ülkede 27 milyon kişinin de doğal afetlerden etkilendiğini belirtiyor.

Rapora göre Afganistan halkının yüzde 78’i borçlu, ailelerin yüzde 57’si yeterli yiyeceğe erişemiyor ve ailelerin yüzde 15’i çocuklarını ağır işlerde çalıştırmak üzere çalışmaya yönlendirmiş.

                                                                                      Fotoğraf: Rawa.org

DÜNYA TALİBAN'LA "DİPLOMASİ" PEŞİNDE

Tüm bunlara rağmen Taliban ile diplomatik görüşmelerin arttığı bir senenin içindeyiz. Bunun en bariz örneği, Taliban hükümetinin ilk kez haziran ayında Katar’da Birleşmiş Milletler ev sahipliğinde gerçekleşen görüşmelere katılmasıydı.

Afganistan’dan heyete başkanlık eden Taliban Hükümetinin Üst Düzey Sözcüsü Zabihullah Mücahid, bu toplantının Afganistan’ın “inzivadan çıktığına” dair kanıt olduğunu söyledi.

Batılı ülkelerin Kabil’deki büyükelçilikleri üç yıldır kapalıyken; Pakistan, Çin, Rusya, İran ve Orta Asya cumhuriyetleri Taliban’ı henüz yasal olarak tanımasa da Kabil ile fiilen diplomatik ilişkiler kurmuş durumda. Rusya da Taliban’ı terör örgütleri listesinden çıkarmaya hazırlanırken Pekin ayrıca Kabil’e ilk büyükelçisini atadı.

Tüm bunlar özellikle kadınların ve kız çocuklarının Afganistan’da yaşadığı acımasız yaşam koşulları sürerken gerçekleşiyor. Afganistan’da belirli ölçeklerde mücadele kanalları henüz tamamen kapanmış değil. Bir yandan kadınların vilayetlerde kurdukları örgütlerin çalışmaları kimi zaman sokaklara da yansırken önemli bir kısmı ise yeraltı çalışması sürdürmeye devam ediyor.

                                                            /././

250 kiloluk bomba, 18 kiloluk torba -Elif Görgü-

Gazze soykırımından Filistinlilere kanlı torbalar kaldı. Silah şirketlerine ise torba torba milyar dolarlar.

Hasan Ahmed’e 18 kiloluk bir plastik torba verdiler. İçinde et ve kemik parçaları. Bu senin 6 yaşındaki oğlun Ali dediler, git ve göm. 

İsrail'in El Tabin okuluna düzenlediği saldırıda hayatını kaybedenlerden geriye kalan parçalar, naylon torbalara konularak defnedildi. | Fotoğraf: Abdallah Dalee / AA

Ali’yi ve en az 93 Filistinliyi öldüren bomba 250 kilo ağırlığındaydı. İsrail 10 Ağustos günü bu bombalardan üç tanesiyle Gazze’de 6 bin Filistinlinin sığındığı Birleşmiş Milletlere bağlı El Tabin okulunu vurdu. Sadece 75 ölünün kimliği tespit edilebildi. 11’i çocuk. Tam kaç kişinin öldüğü bilinmiyor. Çünkü GBU-39 isimli bu bombalar öldürdüklerini parçaladı. Parçalar toplandı. Her 70 kiloluk plastik paket 1 insan kabul edildi. 18 kiloluk Ali hariç. 

“Bu benim oğlum mu değil mi bilmiyorum, bu çantada ne taşıdığımı da bilmiyorum. Onun benim oğlum olduğunu söylediler ama ben hiçbir şey bilmiyorum ve bu çantada oğluma ait hiçbir şey görmüyorum” demiş babası gazetecilere.

ABD, aynı gün yaptığı açıklamada bombalama haberlerinden “derin endişe” duyduğunu belirtti. ABD’li yetkililer İsrail’e bomba gönderirken bol bol anksiyete ilacı kullanıyor olmalı. ABD’den İsrail’e akan silah ve askeri yardımlar listesi çok uzun. Bu listedekiler İsrail’in silahlarının yaklaşık yüzde 70’ini oluşturuyor. ABD Dışişleri Bakanlığı son olarak dün 20 milyar dolarlık yeni bir paket açıkladı. 20 milyar dolardan 70 kiloluk kaç torba çıkar?

İsrail’in Filistinlileri parçalamak için kullandığı GBU-39 bombaları Amerikan yapımı. Bunları İsrail’e ABD’li Boeing şirketi satıyor. 7 Ekim sonrası Boeing en az 100 GBU-39 bombasını İsrail’e gönderdi.

Uluslararası Af Örgütü de en az dört katliamda ABD yapımı mühimmat ve bileşenlerin kullanıldığını tespit etti.

10 Ekim 2023’te Deyr el Belah’ta bir eve düzenlenen saldırıda el Neccar ailesinin 21 üyesi ve üç komşusu öldü. Ölenlerden biri 17 aylık bir bebekti. Burada bir Boeing JDAM bombası kullanıldı. Beş gün sonra 22 Ekim’de yine Deyr el Belah’ın kuzeyinde üç ailenin evine saldırı düzenlendi. 19 kişi öldü. Yine en az bir Boeing JDAM bombası tespit edildi. 9 Ocak’ta bu kez Boeing GBU-39 bombası Refah’taki Tal al Sultan’da Nofal ailesinin beş katlı binasına atıldı. 18 kişi öldü. 19 Nisan’da aynı mahallede bu kez Abu Radwan ailesinin dört katlı evini vuran bombada, ABD silah şirketi AeroAntenna tarafından üretilen parçalar bulundu. Raporda yok ama İsrail’in 22 Mayıs’ta Refah kentindeki derme çatma çadırları da GBU-39 bombasıyla vurduğu biliyor. Refah’ta 45 kişi öldürüldü. Af Örgütü “ABD İsrail’e tüm silah tedarikini, satışını ve transferini derhal askıya almalıdır” dedi. Alınmadı.

Haziranda yayımlanan başka bir rapor da diğer endişeli emperyalistlerin kıtası Avrupa’nın en büyük finans kuruluşlarının İsrail’e silah satan uluslararası silah üreticilerine milyarlarca avro yatırım yaptığını ortaya koydu.

Buna göre Avrupalı finans kuruluşları İsrail’e silah satan şirketlere 36.1 milyar avro kredi ve taahhüt sağladı ve 26 milyar avro tutarında hisse ve tahvil sattı. Fransız bankası BNP Paribas, 2021’den bu yana sağladığı 5.7 milyar avroluk kredi ile İsrail’e silah satan şirketlerin en büyük finansman sağlayıcısı konumunda. Diğer büyük yatırımcılar arasında Crédit Agricole, Deutsche Bank, Barclays ve UBS bankalarının yanı sıra Norveç hükümeti emeklilik fonu GFPG ve sigorta şirketi Allianz da yer alıyor.

Gazze soykırımından Filistinlilere kanlı torbalar kaldı. Silah şirketlerine ise torba torba milyar dolarlar. İsrail saldırılarından kâr eden şirketlerin listesi de kısa değil. Önemli bir kısmı Ukrayna savaşı nedeniyle torbalarını zaten büyütmüştü. 

Yolcu uçaklarında üst üste ortaya çıkan arızalar nedeniyle dertli Boeing şirketinin gelirlerinin üçte birini ise savunma sektörü oluşturuyor. Boeing diğer alanlarda sıkıntı yaşarken savunmada ise ilk çeyrekte bir önceki yıla göre yüzde 6 artışla yaklaşık 7 milyar dolar gelir elde etmiş. Şirket ayrıca yüzde 2.2 kâr marjı ve bir yıl önceki 212 milyon dolarlık zarardan geri dönüşü temsil eden 151 milyon dolar kâr bildirdi.

Şirketin Finans Direktörü Brian West yatırımcılara şirketin savunma sektörünü 2025 veya 2026’da yüksek kârlara geri döndürme yolunda ilerlediğini söylemiş. ABD Savunma Bakanlığının 2025 mali yılı bütçe teklifinin Boeing ürünleri için “güçlü talep” gösterdiğini eklemiş.

İsrail’in silahlarının yaklaşık yüzde 30’unu sağlayan Almanya’nın en büyük silah şirketi Rheinmetall, geçtiğimiz perşembe günü yaptığı açıklamada yılın ilk yarısında satışların üçte bir oranında artarak 3.8 milyar avroya ulaştığını, faaliyet kârının ise artan silah ve mühimmat siparişleri sayesinde neredeyse iki katına çıkarak 404 milyon avroya yükseldiğini belirtmiş. İcra Kurulu Başkanı Armin Papperger kârlardaki artışın “önümüzdeki yıllarda” yılda yaklaşık 2 milyar avro artmaya devam etmesini beklediğini söylemiş. Silah şirketi yöneticisi savaşların devam edeceğinden emin. 

Bunda Gazze’nin yanında Almanya’nın Rusya’ya karşı silahlanmayı artırmasının da büyük payı var. Rheinmetall, Ukrayna’da tank bakımı, mühimmat ve hava savunması için bir dizi fabrika kurmayı planlıyor. Şirket 2014 yılına kadar ise Putin yönetimiyle iş yapıyordu. Para hangi cephedeyse silah şirketler hendeklerini oraya kazıyor. 

Bu arada ABD’nin Ortadoğu’daki tetikçisi İsrail’in en büyük silah şirketi de soykırımın kanlı kaymağını sıyıranlar arasında. Elbit Systems hem küresel müşterilerinden hem de İsrail ordusundan gelen “güçlü talep” üzerine gelirlerinin artmasıyla ikinci çeyrekte kârının yükseldiğini bildirmiş. Şirketin bir önceki çeyrekte 1.65 dolar olan seyreltilmiş hisse başına kârı, bu çeyrekte tek seferlik kalemler hariç 2.08 dolar olmuş. Geliri ise 1.45 milyar dolardan 1.63 milyar dolara yükselmiş. Üç aylık satışların yüzde 27’si (geçen yıl yüzde 17) İsrail’den. 

Sonuç olarak denklem şöyle: 

Gazze isimli kanlı bir kafes içinde on aydır başına bomba yağdırılan iki milyon Filistinli, hayatta kalabilmek için üzeri beton ve insan parçalarıyla kaplı bir zemin üzerinde kucağında ceset torbaları oradan oraya koştururken, milyar dolarlık torbalarını kasalarına sığdıramayan bir silah şirketleri ve katil devletler koalisyonu, bir yandan daha fazla ve daha büyük savaşlar çıkarmanın koşullarını örgütlerken dünya halklarını da bu düzenin devamına ikna etmek için uğraşıyor. 

Filistinli Ahmed Hasan, elinde 18 kiloluk bir plastik torba, oğlunu arıyor.

                                                           /././

Zıpzıplar -Arif Nacaroğlu-

“Halk ağır vergi yükü altında eziliyor.”

Eskiden sosyal bilgiler dersi kitaplarından hatırladığımız cümle.

Sistemin özeti Andaç Aydın Arıduru’nun dünkü yazısı; Maskesiz 5’ler.

“Antep’in en büyük beş tekstil şirketinin ödediği vergi, işçilerin ödediği vergilerin yanında devede kulak kaldı.”

5 büyük patronun ödediği (ödemediği) verginin 8 buçuk katını 5 firmanın işçileri ödemiş.

Şaşırtıcı mı?

Hayır.

Bu 5 firma sadece Antep’in sadece 5 firması. Tabloyu Türkiye’ye genişlettiğimizde manzara değişmiyor.  Siyaseti kim besliyorsa siyaset de onları besliyor. Ülkeyi yönetenlerin, Mecliste (Partisinin tepesinden aldığı emirle) el kaldıranların  vergiyi patrondan alıp emeği ile geçinenlere daha iyi bir dünya sunmaları mümkün mü?

“Kralın çıplaklığını Meclis kürsüsünden halka duyuran sosyalist vekillerimizi saymazsak kalanların hiç biri sistemden şikayetçi değil, en fazla sistemdeki konumlarından şikayetçi. Bir parmak bal yalayan susuyor, hopluyor, diğer tarafa zıplıyor.

Evet şaşırmıyoruz. “Ben zengini severim.” demişti bir zamanların muktediri rahmetli. Sevdiği zengin için Anayasa’yı, hukuku ayaklar altına almıştı. Bugün olanlara bakınca o gün olanlar naif bile kalıyor.

Ama kötü olan bu zıpzıpların oraya, emeği sömürülen, patronundan fazla vergi ödeyen örgütsüz işçinin, ineğini kesmek zorunda kalan, satamadığı ürününü hayvanlarına yediren örgütsüz köylünün, üniversite kazanamayan, işsiz örgütsüz gencin, tenceresini kaynatamayan örgütsüz kadının,  sürünen örgütsüz emeklinin oyları ile gelmiş olmaları.

Tarih, kendini sömüren bu siyasetçileri kendi oylarıyla seçip, kendi perişanlığını kendi tercih etmiş olan örgütsüz necip halkımız için ne diyecek acaba?

                                                              /././

Çark dönerken preste ezilmek, ateşte erimek! -A.Cihan Soylu-

Mustafa Taş isimli 21 yaşındaki genç işçi Antep’te Pres makinesinde ezilerek, Safa Celep ise Erzincan’da bir inşaatın üçüncü katından düşerek öldüler. Günlük iş cinayetleri (resmi söylemde ‘iş kazası’) sonucu ölen işçi sayısını bilmek mümkün olmasa da, son on yılda 14 bin 300’den fazla, son yirmi yılda 34 bin civarında işçinin “iş kazası” sonucu öldüğü, resmi veriler arasındadır. Ülkeyi yönetenler işçi ölümleri üzerine açıklama yapmaya zorunlu kaldıklarında ölüm nedenlerini “fıtrat”çı sisle örtmeye çalışırlar. Buna rağmen, işçilerin-ve bir sınıf halinde proletaryanın kapitalistlerin sermayesi olduğunu; işçinin emek gücünün kullanımı olmaksızın sermayenin çoğalamayacağını da bilirler. Bütün sermaye sahipleri, sermayelerini ancak başkasının emek gücünü satın alarak kendi yararına mümkün en azami kâr kaynağı olacak şekilde, en verimli tarzda kullanabilirse artırabileceklerini; işçinin ürettiği değerin küçük bir parçasıyla onun ücretini ödeyip gerisini burjuva yaşamının gerekleri ve sermayesini genişleyecek şekilde yeniden üretmek üzere kullanabilirse zengin olabileceklerini, burjuvazinin genel tecrübesiyle tekil kapitalistlerin kendi deneyimi sonucu bilirler.

Sermayesini çoğaltmanın aracı olarak kullanabileceği işçi sayısının ihtiyaçlarını karşılayamaması durumunda kapitalistlerin işçileri kapma kavgasına tutuşabilecekleri, bu bakımdan düşünülebilir. Ancak artıdeğer sömürüsüyle kârı ve dolayısıyla sermayesini büyütme hedefi, verimlilik artışı ve bunu olanaklı kılan teknolojik gelişmeler, canlı emek gücüne ihtiyacı azaltma işlevi de görmüş olduğu ve kapitalist pazarda emek gücü kıtlığı yaşanmadığı için, kapitalistler işçinin hayatını önemsemezler. Aynı durum, sermayenin çıkarlarını koruma ve toplumu bu amaçlı boyunduruk altında tutma aracı olan devletin-bürokratik militarist cihazını işletenler açısından da geçerlidir. Kapitalistler için olduğu gibi sermayenin hem bir işlevi hem de koruyucu zor aygıtı olan devletin yöneticileri açısından da işçilerin hayatı, sağlığı, güvenli iş yeri koşullarında çalışması vb.ni önceleme ve buna uygun tedbirler alma, bunun için para harcama, kazançtan kayıp sayılır. Bu yöndeki herhangi iyileştirme ancak işçiler, sendikaları ve partileri onları buna mecbur bırakacak büyük güçle dayatmada bulunurlarsa mümkün olmuştur ve öyle olmaya devam ediyor.

İşçilerin taleplerini “Ya bu koşullarda çalışırsın ya da kapı orada çıkar gidersin!” tehdidiyle karşılayan kapitalistler, TÜİK gibi bir kurum tarafından bile  yüzde 29 civarında olduğu belirtilen “geniş tanımlı işsizlik” durumuna güvenirler. İşsizlikten söz edildiğinde “Ben 10 senedir işçi arıyorum bulamıyorum” diye şaklabanlık yapan politika bezirganları, bir iş yerine işçi ya da bir devlet kurumuna, bir belediye işletmesine ‘eleman’ arandığında binlerce-kiminde on binlerce kişinin koşturduğu gerçeğinin farkında olarak boşboğazlık yaparlar.

Sorun şudur ki, kapitalistler, para spekülatörleri, devlet-hükümet yöneticileri ve sermaye partileri için önemsiz olan işçi hayatının-ve işçinin çalışma ve yaşam koşullarının işçi ve diğer tüm emekçiler için yaşamsal birincil önemde olması  gerekir. Olağan durumda bir işçi arkadaşları iş cinayetinde öldüğünde ya da sakat kaldığında binlerle, on binlerle işçi harekete geçer, olayı protesto etmekle kalmaz, önlem alınmadığı, iş yeri güvenliği sağlanmadığı, çalışma koşulları düzeltilmediği sürece çalışmayacaklarını beyan ederek sınıfsal bir tutumla ortaya çıkarlar. İşçilerin çalışmakta olan kesiminin, ellerindekini kaybetme endişesiyle bu gibi tutumlardan geri durmaları oysa, kapitalistlerle siyasal-askeri vs. temsilcilerine, işçi-emekçi hayatı üzerinde etkinlik-tasarrufta bulunma kolaylığı sağlıyor. İş yeri bazlı, lokal ve sınırlı tepkileri bir biçimde geçiştirip sermaye düzenini işletmeye ve sürdürmeye devam ediyorlar.  

Çark dönmeye, sistem işlemeye, ilişkiler aynı zemin üzerinde şekillenmeye devam ederken, iş cinayetlerinde ölüm ve sakatlanmalara yenileri ekleniyor; daha fazla çocuk işçi sömürü çarkına alınıyor; MESEM çarkın önemli bir dişlisi olarak iş görüyor. İşsizlik, pahalılık ve yoksulluk artarken, milyoner ve milyarderlerin sayısı da artıp ellerindeki sermaye daha fazla çoğalıyor. Erdoğan yönetiminin sözcüleri ise sıraya girmiş vaziyette birbiri ardına “Ekonominin düzelmekte olduğunu, finansal birikimin yükseldiğini, Hazine-Merkez Bankası rezervlerinin arttığını” söylüyor ve tümü de sermaye çıkarı ve egemenliğine dair olan iyileşmeleri müjdeliyorlar. İhaleler, hazine teşvikleri, yağma ve talan, karşısında bu zorbalığı durduracak ve püskürtecek halk gücü görmediği için pervasızca sürdürülüyor. Emek güçleri sömürülerek yaratılan kaynak yaşamlarının tüm olanaklarını mümkün kılan kaynak iken, bir de işçilerden doğrudan ve dolaylı vergi alınarak bir daha sömürülüyorlar ve M. Şimşek gibileri, açlıkla boğuşan asgari ücretliler ve emeklilerin, yoksulluk sınırı altında yaşayan on milyonlarca emekçinin sırtına yıkılan vergi ve zamlarla sağlanan kaynakların büyümesiyle övünmektedirler.

Türkiye’nin tüm ulus ve ulusal topluluklarından işçi ve emekçileri (on altı milyon işçi, aileleriyle birlikte elli-altmış milyonluk bir güç oluşturuyor) bir işçi kardeşlerinin iş cinayetlerinde ölümünü, sınıflarının bir sorunu olarak görme duyarlılığıyla  hareket etmeyi başaramazlarsa bu sömürü ve yağma sistem ve düzeninin çarklarında işçiler can vermeye devam eder. Toplumsal yaşam pratiği ve kapitalist iş ilişkileri “Ateş düştüğü yeri yakar” anlayışıyla ya da “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” duyarsızlığıyla değil, “bugün onun başına gelenin yarın benim başıma da gelmemesi için birlikte örgütlenip mücadele etmemiz gerekir  anlayışıyla hareket etmenin gerekli ve zorunlu olduğunu, her gün yeniden ve yeniden gösteriyor.

                                                           /././

Beton iktidarında kira kabusu: Konut sahibi olmak hayal, kirada oturmak ‘lüks’ -Nisa Sude DEMİREL-

Kiralar limitsiz artıyor; ev sahipliği oranı ise AKP’nin 22 yıllık ‘beton iktidarı’na rağmen hızla geriliyor, barınma krizi derinleşiyor.

Türkiye’de barınma sorunu derinleşiyor. Konut kiralarında hemen hiç uygulanmayan yüzde 25 zam sınırının kaldırılmasıyla kiralık konutta oturan milyonlarca yurttaş karamsar. Reel olarak eriyen ücretler karşısında artan kira bedelleri temel bir insan hakkı olan nitelikli barınmaya ulaşmayı zorlaştırıyor. İstanbul’da ortalama kira bedeli asgari ücretten 4 bin lira fazla iken, kiralara en az yüzde 65 zam (TÜİK verileri ile belirlenen zam) gelmesi bekleniyor.

Endeksa’nın verilerine göre 2024’ün mayıs ayında Türkiye genelinde metrekare başı kira fiyatı ortalama 158 lira. Türkiye genelinde birim kira miktarının en fazla olduğu illerin başında 226 lira ile Muğla ve 213 lira ile İstanbul geliyor. 2019’da ise bu birim fiyat 15 TL’ydi. Türkiye’de kiralardaki ortalama birim fiyat 2019’dan bu yana yüzde 953, son bir yılda yüzde 54, son iki yılda ise yüzde 251 oranda artış gösterdi. Aylık ortalama kira ise 17 bin 417 lira. İstanbul’da ise bu miktar 21 bin 289 lira. İstanbul Planlama Ajansının verilerine göre 2021’de ortalama kira 1541 TL’ydi. Ancak 2021 senesinde kiralık ev tutanların ortalama kirası 2 bin 561 TL’ydi.

İstanbul Planlama Ajansının 2022’de düzenlediği konut zirvesi kapsamında yapılan İPA İstanbul İstatistik Ofisi araştırmasına göre araştırmaya katılan yurttaşların yüzde 95.1’i İstanbul’daki kira fiyatlarını yüksek buluyor. Kirada oturan katılımcıların yüzde 41.4’ü pandemi döneminde kirasını ödeyemediğini veya aksattığını belirtiyor.

‘KONTRAT TARİHİNİ ENDİŞEYLE BEKLİYORUZ’

Yine Endeksa verilerine göre 2023 senesi sonunda İstanbul’un Esenyurt ilçesindeki ortalama kira 11 bin 679 TL, ortalama konut fiyatı 1 milyon 923 bin 790 TL. İlçede 2023 senesi boyunca bir yıllık konut fiyatı artışı ise yüzde 41. 2023’te Esenyurt yüzde 7.93’le İstanbul’da konut getirisi en yüksek ilçeydi.

Esenyurt’ta yaşayan Aynur, 48 yaşında bir metal işçisi, son 11 senedir bir alüminyum fabrikasında çalışıyor. Esenyurt’ta Kiptaş Konutlarında 2+1 bir evde 10 senedir oğluyla beraber ikamet ediyor. Şu an evi için 4 bin 800 lira kira ödeyen Aynur’un ağustos ayında yıllık kontratı sona erecek. Aynur, 21 bin 500 lira ücret alıyor. Kontrat dolunca ne yapacaklarını şimdiden oğluyla konuşmaya başladıklarını anlatan Aynur, kontrat yenilenme tarihini endişeyle beklediklerini anlatıyor. Bu evi sadece ekonomik olduğu için tercih ettiğini ifade eden Aynur, “Balkonu yok, ev zaten küçük. Ancak kirası da az işte. Geniş, balkonlu bir evde oturmak isterdim ben de ama neyi karşılayabiliyorsak o evde oturuyoruz” diyor.

Zaten halihazırda geçinmekte oldukça zorlandıklarını anlatmaya başlayan Aynur, “Zaten bir pazara markete gittiğimizde, kirayı ödediğimizde geriye geçinebileceğimiz bir para kalmıyor. Ben mesela evde bir şey bitince gidip yenisini almıyorum, indirimi bekliyorum. Zaten çok uzun süredir tüm alışverişimizi indirim zamanında yapıyoruz. En ağır işlerden birinde çalışıyorum ama bir temel ihtiyacımızı satın alırken bile 10 defa düşünüyoruz” diye yakınıyor.

‘KİRADA OTURMAK BİLE LÜKS’

Aynur; fabrikadan arkadaşının yakın zamanda 8 bin liraya, asgari ücretin yarısında fiyata bahçe katında ve oldukça kötü koşullarda bir eve çıktığından bahsediyor. Kira vererek barınmanın bile lüks hale geldiğinden bahseden Aynur, “Ev sahibi kirayı iki katına çıkarıp 10 bin lira istese bile razıyım. Çünkü bu evden çıksam yan daireme yerleşsem kiralar 15 bin liradan başlıyor. Emlakçı parası, kaporası derken yalnızca evi tutmak bile benim iki üç aylık maaşıma denk geliyor. Her şeye zam gelirken bazen ev sahibine de hak veriyorum ama benim daha fazlasını ödeme imkanım yok. Ödeyemeyeceğim bir miktar söylese, ‘Ödeyemiyorsan çık’ dese ne yapacağım?​” diyor. Sancaktepe’de oturan kardeşinin de kirasının 6 bin liradan 15 bin liraya çıktığını, ödeyemeyince ev sahibinin evden çıkardığını anlatan Aynur, bu konut sorununun nasıl çözüleceğini ise bilmediğini söylüyor.

‘ALDIĞIM ÜCRET KİRA VE AİDATA EŞİT’

Ayten de bir ambalaj fabrikasında işçi, 18 yaşında üniversiteye hazırlanan kızıyla beraber Esenyurt'ta 2+1 bir evde yaşıyor. Aylık geliri 21 bin TL. Şu an oturduğu evde 8 bin 500 lira kira, 2 bin 500 lira aidat ödüyor. Yani maaşının yarısından fazlasını kiraya veriyor. Haziran sonunda kontrat yenilendiğinde kirayı 8 bin 500'den 14 bin liraya, aidat ise 2 bin 500'den 4 bin liraya çıktı. Ayten “Şu anda çaresizim, yine Esenyurt'un ücra köşelerinden ev bulacağım” diyor. Özellikle genç bir kızının olması sebebiyle taşındığı mahalleye dikkat etmek istediğini ancak maddi olarak zorlandığını vurgulayan Ayten, baktığı 2+1 evlerin en az 12 bin liradan başladığını söylüyor.

Bu zamana kadar da kazandığının tamamını yalnızca kira, aidat, faturalar ve mutfak masrafına ödediğini anlatan Ayten, “Artık eve çıkınca ne yaparım bilmiyorum. Kızım üniversiteye gidince o ayrı bir sorun olacak” diye konuşuyor. Kızının hukuk okumayı çok istediğini ama bunu karşılayacak gücü olmadığını anlatan Ayten, barınma gibi masraflarının olmaması için kızının polislik okuluna gitmesini istiyor.

İSTANBUL’DA YÜZ BİNLERCE BOŞ KONUT VAR

Son dönemde açıklanan verilere göre İstanbul'da 450 bin ila 750 bin arasında boş konut olduğu tahmin ediliyor. Endeksa’nın verilerine göre satılmayı bekleyen konut sayısı 233 bin 383, kiralanmayı bekleyen konut sayısı ise 110 bin 619. 2017’de İstanbul’da en fazla konut stokunun olduğu ilçe 32 bin 648 konutla Esenyurt’tu.

Avrupa Ulusal Evsizlik Organizasyonları Federasyonuna göre yüzde 2 ila 5 oranlarında boş konut miktarı kabul edilebilir. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının İstanbul’da 6 milyona yakın konut olduğunu açıklaması göz önünde bulundurulduğunda İstanbul’daki boş konut oranı yüzde 10’a yakın oluyor. İstanbul’un yanı sıra rahatça emekçi havzası sayılabilecek Marmara Bölgesi, en fazla boş konutun bulunduğu bölge. 2024’ün mart ayında yapılan hesaplamalara göre Türkiye’nin satılık stok konutlarının yüzde 50’si Marmara Bölgesi ve çevre illerinde.

KONUT SAHİPLİĞİ İSTİKRARLI DÜŞÜŞTE

Satılık evlerde de durum kiralık konutlardan farklı değil. Ocak 2019’da satılık konutlarda ortalama birim fiyat 2 bin 411’ken bu miktar mayıs 2024’te 25 bin 931’e çıktı. Yani satılık konutların birim fiyatları son 5.5 yılda yüzde 975.53, son bir yılda yüzde 48.47, son iki yılda ise yüzde 200.61 artış gösterdi. Yine fiyatın en yüksek olduğu iller olan Muğla'da 59 bin 237, İstanbul'da ise 39 bin 852 lira. Ortalama konut fiyatı ise 3 milyon 396 bin 961. Merkez Bankasının en son verilerine göre nisan 2024’te konut fiyat endeksi İstanbul’da bir önceki senenin aynı ayına göre yüzde 37.6 oranında arttı. Merkez Bankası konut birim metrekare fiyatını ise Türkiye’de 32 bin 443.5 TL, İstanbul'da 46 bin 213.4 TL olarak hesapladı.

Endeksa’nın konut satın alınabilirliği endeksine göre 2022 nisan ayında 61.3 olarak hesaplanan konut satın alınabilirlik endeksi 2023 nisan ayında 49.9 seviyesine düşerek yüzde 18.6 azaldı. TÜİK verilerine göre de Türkiye’de konut sahiplik oranı 2014 yılından bu yana düşüşte. 2014 yılında yüzde 61.1 olan konut sahipliği oranını 2023’te yüzde 56.2’ye kadar düşüyor. 2022’de ise bu oran yüzde 56.7’ydi. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin ortalaması ise yüzde 69.1. En yüksek konut sahipliği ise Sovyetler Birliği döneminde yurttaşların toplu sosyal konut projelerinden yararlandığı Romanya (yüzde 96) ve Slovakya (yüzde 93).

‘MÜLKLER GİTTİKÇE DARALAN ÇEVRELERİN ELİNDE TOPLANIYOR’

Konut sorunun sebeplerini ve çözümünü ise İktisatçı Murat Güney’e sorduk. Yüksek enflasyon ortamında gayrimenkul, araç, sermaye sahiplerinin zenginleştiğini ifade eden Güney, “Bu da ciddi bir servet transferine sebep oldu tabii. Burada ilginç ve acı olan gerçek ise şu: Bir ya da iki evi olan ve zenginleştiğini sanarak bunları satanlar bu konutları bir daha alamaz hale geldiler. Sadece yoksul sınıfların değil, orta-üst sınıf diyebileceğimiz grupların dahi konut sahipliğine erişemediğini görüyoruz. Bunu TÜİK’in konut sahipliği verilerinde görebiliyoruz. Bunun ardından ilginç Turgut Altınok örneği gibi çok az kişinin yüzlerce konuta sahip olduğu ancak orta halli diyebileceğimiz kişilerin bile konut sahibi olamadığı bir duruma geldik” diyor. Bunun çok kolay geri döndürülebilecek bir durum olmadığını ifade eden Güney, “Kiralar da elbette çok yüksek. Barınmak da vazgeçilemez bir ihtiyaç ve elbette temel bir insan hakkı. Vazgeçilemez olduğu için de pazarlık gücümüz çok düşük oluyor” diye konuşuyor. Türkiye’de hiçbir zaman ulaşılabilir ve ucuz bir konut politikası olmadığını vurgulayan Güney, “TOKİ de yoksullar için değil orta sınıf içindi. Ancak konut arzını yükseltmeye dair bir ihtiyaç olmasına rağmen, kiralık konut ihtiyacını karşılamaya dair bir politika geliştirilmesi düşünülmedi bile” diyor. 6 Şubat depremlerinin ardından sağlıklı konutların yaratılmamasının da bir dengesizlik yarattığını vurguluyor.

‘EMEĞİN PAYI BİR AN ÖNCE ARTIRILMALI’

Yüzde 25 kira zammını değerlendiren Güney şöyle diyor: “Ekonomiyi emekçiden, üretenden, çalışandan yana düzeltmek yerine yanlışı yanlışla düzeltmeye çalışan bir politikaydı bu. Zaten kimse de uygulamadı, TÜİK verilerinde dahi gözüküyor bu, hemen hemen hiç uygulamaya geçmemiş bile. Bu durumda İstanbul’da emekçilerin kent çeperlerine itildiğini, işine daha uzak oturduğunu, bir kesiminse tamamen şehir dışına itildiğini görüyoruz. Sadece geliri çok yüksek olanların merkezde yaşayabildiği, ‘soylulaştırmanın’ çok hızlı yaşandığı bir dönem oldu.”

Çözüme ilişkin ise emeklilerin, emekçilerin, ücretli çalışanların ekonomiden aldığı payın hak edilen biçimde çokça artırılması gerektiğini vurgulayan Güney, ücretlere temmuz zammının şart olduğuna dikkat çekiyor. Ücretlerin yalnızca hayatta kalmaya yettiği bir ortamda emeğin aldığı payın artmasının öncelikli çözüm olduğunu ifade eden Güney, “Bu süreçte şirketler kârlarını inanılmaz oranlarda artırdılar ama ücretli kesim bu sürecin en ağır kaybedeni oldu. Uygun fiyatlı kiralık konut ihtiyacını karşılamak üzere kâr amacı gütmeden bir politika geliştirilmeli. Bu durumda konut arzı da dengeye girecektir” diyor.

                                             /././                                                 

                                                   Evrensel - GÜNDEM

Tarık Ziya Ekinci yaşamını yitirdi

Kürt siyasetçi ve yazar, eski TİP Milletvekili ve Türk Tabipleri Birliği (TTB) Yüksek Onur Kurulu Üyesi Dr. Tarık Ziya Ekinci hayatını kaybetti.

Tarihçi ve siyasetçi Tarık Ziya Ekinci yaşamını yitirdi. Ekinci'nin yaşamını yitirdiği haberi, İstanbul Tabip Odası'nın sosyal medya hesabı üzerinden duyuruldu. Tabip Odası'nın paylaşımında şunlar belirtildi: "1925 yılında Diyarbakır’ın Lice ilçesinde doğan, 1949 yılında İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olan, iç hastalıkları uzmanı, siyasetçi, yazar ve insan hakları savunucusu, değerli üyemiz Dr. Tarık Ziya Ekinci’nin vefatını büyük bir üzüntüyle öğrenmiş bulunmaktayız. 1965 seçimlerinde, Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP) milletvekili seçilen, daha önce Diyarbakır- Mardin-Siirt Tabip Odası Başkanlığı ve Türk Tabipleri Birliği (TTB) Yüksek Onur Kurulu üyeliği yapan değerli meslektaşımızın başta ailesi olmak üzere yakınlarının derin acısını paylaşıyor, tüm hekim camiasına ve sevenlerine başsağlığı diliyoruz."(TARIK ZİYA EKİNCİ KİMDİR?) Ekinci, 1925 yılında Diyarbakır'ın Lice ilçesinde doğdu. Ortaokulu ve liseyi Diyarbakır'da okuyan Ekinci, 1949'da İstanbul Tıp Fakültesi'ni bitirdi. 1957 yılında iç hastalıklarda uzman hekim olarak Diyarbakır'a yerleşti.  Diyarbakır-Mardin-Siirt Tabip Odası başkanlığı görevini üç dönem boyunca sürdürdü. 1958-1980 yılları arasında Türk Tabipler Birliği (TTB) Merkez Konseyi Kongresi'nde bölge hekimlerini temsil etti. Bir dönem de bu konseyde Yüksek Disiplin Kurulu üyeliği görevini yaptı.  Ekinci, mesleğinin dışında siyaset ile de ilgilendi. 1957'de CHP'de, 1960'tan sonra da Türkiye İşçi Partisi'nde siyaset yaptı. Yön Dergisi’nin Sosyalist manifestosunu imzaladı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Sosyalist Kültür Derneği'ni kurdu ve Diyarbakır Şubesi'nde başkanlık yaptı. 1965 yılına gelindiğinde Türkiye İşçi Partisi'nden Diyarbakır Milletvekili oldu.  (SÜRGÜN) Ekinci, 1970'de Diyarbakır Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nın (DDKO) kuruluşunda aktif rol aldı. Ekinci, 12 Mart Muhtırası sonrası Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde "Kürtçülük ve komünizm propagandası" suçlamasıyla nedeniyle 3 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 12 Eylül döneminde 5 kez tutuklandı. Kısa bir süre özgür kalınca yurt dışına çıktı. 1989’a kadar Paris’te doktorluk yaptı. Ardından Türkiye'ye tekrar döndü. Ekinci, sosyalist çevrelerin çıkardıkları çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları yazdı.  Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Akademik Siyasi Danışma Kurulu üyeliği yapan Ekinci, en son Halkların Demokratik Partisi (HDP) Danışma Kurulu'nda yer aldı.(KİTAPLARI)  Doğu Dramı (1966), Devlet ve Ben (1995), Faili Meçhul Bir Cinayet (1994), Vatandaşlık Açısından Kürt Sorunu ve Bir Çözüm Önerisi (1997), Demokrasi, Çokkültürlülük ve Bir Yargısal Serüven (1999), Avrupa Birliği’nde Azınlıkların Korunması Sorunu Türkiye ve Kürtler (2001), Sol Siyaset Sorunları Türkiye İşçi Partisi ve Kürt Aydınlanması (2004), Millet, Milliyetçilik, Devlet ve Anayasa Sorunları (2004), Türkiye’de Demokrasi ve İnsan Hakları Sorunları (2004), Türkiye’nin Kürt Siyasetine Eleştirel Yaklaşımlar (2004), Türkiye’nin Çağdaşlaşması ve Kürtler (2006).

                                                          ***

Saray'dan AKP'li belediyelere "bağış" adı altında 45 milyon aktarıldı

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, iktidarın 31 Mart yerel seçimleri öncesinde İstanbul’daki 24 AKP'li belediyeye 45’er milyon lira aktardığını söyledi. İddianın belgelerine Karar gazetesi ulaştı. Üsküdar, Çekmeköy ve Şile’ye gönderilen paranın belgesinde ‘Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’ yazıldığı görüldü. Aktarılan devasa kaynağın açıklama kısmında ‘Bağış’ yazılması ise dikkat çekti.(PARAYI GÖNDEREN "STRATEJİ VE BÜTÇE BAŞKANLIĞI") Karar'dan Sema Kızılarslan'ın haberine göre 31 Mart’tan sonra çoğu CHP’nin kazandığı belediyelere aktarılan 45’e milyonun belgesinde ‘Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’ yazıldığı görüldü. Devlet bankaları aracılığıyla havale olarak aktarılan paranın açıklama kısmında ‘Bağış’ tanımının yapılması ise dikkat çekti. KARAR’ın ulaştığı bazı eski AKP'li başkanlar iddiayı kabul etmezken, CHP’li Gaziosmanpaşa Belediye Başkanı Bahçetepe, Tuzla Belediye Başkanı Bingöl ve Üsküdar Belediye Başkanı Dedetaş, aktarılan kaynağı doğruladı. Eren Ali Bingöl “Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’ndan değil ama Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndan 45 milyon TL’lik bir para gelmiş” ifadesini kullandı. Sinem Dedetaş, Üsküdar’a da söz konusu hibenin yollandığını aktardı.(https://www.evrensel.net/haber/525644)

Son 5 yılda 2 milyon 436 bin kişi eğitim sebebiyle göç etti

Eğitim için iller arasında göç eden kişi sayısı geçen yıl 512 bin 11 kişi olurken, son 5 yıl için ise 2 milyon 436 bin 522 kişi olarak kayıtlara geçti. Yükseköğretim Kurumları Sınavı'nın (YKS) yerleştirme sonuçları açıklanırken, gözler, eğitim için şehir değiştiren öğrencilere çevrildi. YÖK verilerine göre, bu yıl lisans ve ön lisans programlarına yerleşme hakkı kazanan aday sayısı 987 bin 388 oldu. Ek tercihlerle 1 milyonu aşkın öğrencinin eğitime başlayacağı tahmin edilirken, üniversitelere yerleşen öğrencilerin büyük bölümünün şehir değiştirmesi bekleniyor. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi şehirler, köklü ve büyük üniversiteleriyle yüz binlerce öğrenciye ev sahipliği yapıyor. Üniversite ya da diğer kurumlar için yapılan bu göçler, eğitim sebebiyle yapılan göç olarak tanımlanıyor. TÜİK verilerine göre, geçen yıl 512 bin 11 kişi eğitim nedeniyle yerleşim yerini değiştirdi. Söz konusu kişi sayısı bir önceki yıl 526 bin 8 olurken, 2021 yılında 686 bin 973 olarak kayıtlara geçti. Bu sayı, 2020 yılında 201 bin 178 kişi ve 2019 yılında 510 bin 352 oldu. Böylece, son 5 yılda 2 milyon 436 bin 522 kişi eğitim sebebiyle göç etti.(EN ÇOK GÖÇ ALAN VE VEREN İL İSTANBUL) Eğitim sebebiyle geçen yıl en çok göç alan il İstanbul olurken, mega kente bu sebeple 53 bin 956 kişi göç etti. Ankara, bu dönemde 35 bin 302 öğrenciye ev sahipliği yaptı. Ankara'yı 22 bin 61 kişiyle İzmir ve 15 bin 644 kişiyle Konya ve 12 bin 79 kişiyle Antalya takip etti. Eğitim sebebiyle en az göç alan il ise 1112 ile Ardahan olarak kayıtlara geçti. İstanbul, eğitim kategorisinde en çok göç alan il olduğu gibi en çok göç veren il olarak da belirlendi. İstanbul'dan eğitim sebebiyle göç edenleri sayısı geçen yıl 44 bin 390'ı bulurken, Ankara'dan 29 bin 124 öğrenci ayrıldı. Ankara'yı 19 bin 552 kişiyle Bursa ve 18 bin 131 kişiyle İzmir takip etti. Antalya da 14 bin 885 kişiyle eğitim sebebiyle en çok göç veren 5'inci il oldu. Eğitim sebebiyle en az göç veren il ise Tunceli olarak saptandı. Bu ilden eğitim sebebiyle ayrılanların sayısı 793 olarak kayıtlara geçti.

                                                        ***

Ayvalık’ta statü düşürülmesine bilirkişilerden net rapor: Daha sıkı koruma tedbirleri alınmalı -Özer Akdemir-

Ayvalık'ta Çamlık ve Manastır (Güvercin) Adasının statülerinin düşürülmesine ilişkin hazırlanan bilirkişi raporunda alan için daha sıkı koruma tedbirlerinin alınması gerektiği sonucuna varıldı. (https://www.evrensel.net/haber/525666)

                                                                      ***
Başpınar'ın sessizliği neden? -Mesut BAYLAV-
2012 yılında Antep Başpınar Organize Sanayi Bölgesindeki greve çıkan tekstil işçileri| Fotoğraf: Mehmet Türkmen/Kişisel arşivi

Antep'te, hem son 3 yılda yaşanan ara zam eylemlerinden sonra Başpınar OSB'de bu sene beklenen hareketliliğin olmamasına hem de birlik arayışı ve insanca çalışma koşullarına dair tartışmalar sürüyor.

Antep'te işçiler açısından 2022 Şubat ayının kritik bir dönem olduğunu, öncesi ve sonrası diye tartışmanın yersiz olmadığını söyleyerek başlayalım. Yaklaşık 15 günlük süreçte 35 fabrikada ücret zamları için süren fiili iş bırakma eylemleri, 2023 ve 2024'te de ücretlere zam yapılan aylarda devam etti. Bu süreçlerde özellikle daha büyük ve sektörde kritik yer tutan fabrikalarda önemli direnişler ve mücadeleler yaşandı. Özellikle Şireci Tekstil'de 2023 Ağustos ayında yaşanan ve bir hafta süren direniş, yaşattıkları, öğrettikleri ve ortaya serdikleri ile işçi sınıfı tarihi açısından önemli bir yer edindi.

2024 Şubat ayında da bu mücadeleler sürdü. Yılın başında yapılan zammın yılın sonunu getirmeyeceği o dönemlerde dahi işçiler arasında tartışılan konuların başında geliyordu. (Burada dokuma işçilerinin bu konuda daha temkinli davrandığını çünkü görece diğer işçilerden daha yüksek maaş aldıklarını söyleyebiliriz.) Yani ara zam talebi yaz aylarının gündemi olacaktı. Ki oldu da. Hem hükümet ve patron temsilcilerinin açıklamaları hem de işçiler arasındaki tartışmaların ortaya serdikleri ile... Patronlar ara zam olmaması çağrıları yaparken hükümet temsilcileri de Şimşek programının sözcüleri eliyle ara zam olmayacağını çokça dile getirdi.

İŞÇİLER ARASINDA ÖNCESİ SONRASI İLE ARA ZAM TARTIŞMALARI

Şubat 2024'te yaşanan iş bırakma eylemlerinden sonra özellikle hareketin kazanımla sonuçlandığı fabrikalardaki işçiler arasında yaygın olarak konuşulan şey, "Bütün fabrikaların birlik olması gerektiği", "Ağustosta çok daha güçlü bir hareketin ortaya çıkabileceği" şeklindeydi. Daha önce yan yana gelmeye çekinen, "Bizim işçiler birlik olmaz" eğiliminin güçlü olduğu işçilerde "Bütün fabrikaların birlik olması gerektiği" şeklindeki görüşün yaygınlığı, önceki hareketlerin yalnız ücretleri ve yaşam standartlarını değil, işçilerin bilincini ve mücadeleye bakışını da ilerlettiğini gösteriyor.

Ancak dokuma fabrikalarında "Bütün fabrikalar birlik olmalı" görüşü yaygınlaşsa da "Ağustosta daha güçlü bir hareket olacak" yaklaşımı baskın değildi, çok sınırlı düzeydeydi. Dokuma işçileri, alım gücünün belli bir sınırın altına düştüğü durumda ücretlerine sahip çıkıyor. 2022 Şubat ve 2023 Ağustos döneminde böyle oldu. Ücretlerin düşük tutulduğu yerlerde dokuma işçileri dışarı çıktı ve çoğunlukla kazanım elde ederek işbaşı yaptı. Ancak Şubat 2024’te dokuma işçilerini görece kesen bir zam yapılması ve çeşitli primlerin ücretleri yükseltmesi, işçiler bakımından "Sene sonuna kadar bu ücretler yetebilir" eğilimini oluşturdu. Dokuma fabrikalarında asıl tartışılan şey, üretim baskısı, şef-müdür-amir zulmü, çalışma koşullarının ağır olması yönündeydi. Bunlar için bir mücadeleye girme tutumu ise çok sınırlı. Genellikle çalıştığı fabrikadan bir şekilde tazminatını alıp yeni bir fabrikada işe başlama eğilimi daha yüksek.

İplik fabrikalarında ise ücretlerin yükselmesi gerektiği, genel olarak hayat pahalılığı, hükümetin ekonomik uygulamaları daha yaygın tartışılıyordu. Bu süreçte görüştüğümüz işçiler ve işçi gruplarında "Ağustos ayında hareket olabilir" değerlendirmesi ve beklentisi yaygındı. Hükümetin ısrarla "Asgari ücrete ara zam olmayacak" şeklindeki açıklamaları, işçiler arasında hareket beklentisini zamanla sönümledi. Bazı fabrikaların az da olsa ara zam ya da alışveriş çeki verme gibi açıklamaları kimi fabrikalarda da bunu talep etme tartışmalarını yoğunlaştırdı. Ancak mesele tartışmadan ve dile getirmeden öteye bir mücadeleye dönüşmedi. Vergi meselesi de özellikle son dönemin ana gündemini oluşturdu. Gazetemizde önceki gün yer alan ''Maskesiz Beşler'' manşeti ile gördüğümüz Antep'teki beş büyük tekstil firmasının işçilerinin patronlardan kat kat fazla vergi ödediği haberi, işçiler içerisinde süren vergi tartışmalarının da bir yansımasıdır.

"HÜKÜMET ZAM YAPMAZSA BİZ NE YAPALIM?"

Antep'te ara zam tartışmasında işçiler arasındaki ana eğilimler üzerinden çeşitli değerlendirmeler yapabiliriz. Birincisi işçiler arasında "Hükümet zam yapmazsa biz ne yapalım", "Patron değil, hükümet vermiyor" görüşlerinin ana gövde açısından dillendirildiği bir tablo vardı. İkincisi de iş yerlerindeki şikayetler etrafında işçileri harekete geçirecek mekanizmaların yokluğuydu. Mekanizmaların yokluğuna rağmen Antep işçisi, birlik olup üretim durdurmaya alışkın. Ancak tek tek patronları gözüne kestirebilirken, hükümete rağmen harekete girişmek seviyesinde değil henüz. Bunun olabilmesinin en önemli koşulu elbette fabrikalarda kalıcı birlikleri oluşturabilmekten geçiyor ve özellikle yaşanan mücadelelerden sonuçlar çıkaran ileri işçiler bakımından bu durum böyle tartışılıyor.

Mücadele deneyimlerinin ortaya çıkardığı önemli sonuçlardan biri de sektördeki konumu bakımından kritik fabrikalarda başlayan hareketlenmelerin diğer fabrikalardaki işçilerin mücadeleye girişmesini de doğrudan etkilediği. Bu dönem işte bu kritik fabrikalarda herhangi bir hareketlenme olmasının önü patronların hamleleri ile önemli ölçüde kesildi.

Büyük, son dönemde harekete geçmiş ve diğer iş yerlerinin hareketini tetiklemiş fabrikalarda daha önce harekete yön veren, deneyimli, eski işçilerin işten atılması, özellikle iplik fabrikalarında işçi sirkülasyonlarının yoğunlaşması, organize sanayi içinde işten atmalar ve yeni iş bulma dalgasının yaşanması hareketin önünü kesen önemli noktalar oldu. Bunun olmadığı kimi fabrikalarda ise işçiler ağustos başından itibaren izne gönderildi. Patronlar, "Şu bölümü kapatacağız", "Şu makineler çalışmayacak" gibi bahaneler öne sürse de bu fabrikalardaki temmuz ve ağustos istatistikleri karşılaştırıldığında işçi sayısında azalma olmadığı, işten çıkarılan işçilerin yerine yenilerinin alındığı, kapatılan bölümlerin yerine yenilerinin açıldığı, işçilerin izne gönderildiği fabrikalarda kalan işçilerle aynı üretime devam edilmeye çalışıldığı görülüyor. Temmuz dönemini patronlar örgütlü, sonuç alıcı şekilde geçirdi.

ŞİKAYETLENMEDEN ÖTEYE GİDEN YOL

Başpınar Organize Sanayi Bölgesi'nde önümüzdeki dönem çalışma ve yaşam koşullarına yönelik saldırıların düne oranla artacağı işçiler için şaşırılacak bir durum olmayacak. Çünkü bugün yaşananlardan yarını görmek zor değil. Daha fazla makineye baktırmaya zorlama, fazla mesai baskıları, işçinin kafasını kaldırmasını engellemenin binbir türlü yollarına başvurma hamleleri artıyor. Yani mesele ücret tartışmalarından da öte insanca çalışma koşullarının toplamına yönelik bir mücadele. İş yerlerinde bu sorunlar karşısında şikayetlenmeden öteye gidilmesinin yolunu daha fazla tartışmak bugünün ve yarının kritik meselesi.

İŞÇİ MÜCADELELERİNDE BİRLİK VE BİRTEK-SEN’İN ROLÜ

Bütün bu tartışmalar ve hareketin olası dinamikleri noktasında BİRTEK-SEN'in işçiler içerisinde yürüttüğü tartışmaların ve talepler belirleyip ortak talepler etrafında ortak bir mücadele örgütlemeye yönelik faaliyetlerin önemli bir yanı olduğunu söylemek gerekir. Özellikle talepleri ortaklaştırmak ve aynı anda birlikte hareket edebilme meselesi son yıllarda yaşanan iş bırakma eylemlerinin en önemli eksikliklerinin başında geliyor. Bu mesele BİRTEK-SEN'in mayıs ayından itibaren başlayan ve temmuzda ara zam meselesini de kapsayan (İşçilerin diğer acil taleplerini de içeren) kampanyasının önemli başlıklarından birini oluşturuyordu.

(EVRENSEL)


 



soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" - 15 AĞUSTOS 2024 -

Bir dinin eğitim ve öğretimi zorunlu olamaz! -Ali Rıza Aydın-

Müfredatından zorunlu din dersine ve ÇEDES’ine kadar ortaya çıkan her gerici durum toplumun denetiminden çıkılırken sermaye sınıfının ve ortağı gericilerin denetimi altına girilmesine yarıyor.

Geçen hafta, eğitimi “öğrenci kaynaklı” ve “sistem kaynaklı” ilişkiler olarak iki genel başlıkta değerlendirdiğim “okullar açılmadan eğitim üzerine” yazımda 12 Eylül Anayasasının zorunlu ders olarak getirdiği “din kültürü ve ahlak öğretimi”ni ve bunun dışında bir dinin “eğitim ve öğretimi”nin Anayasaya aykırı olarak zorunlu duruma getirilmesi konusunu bu haftaya bırakmıştım. 

1982 Anayasasının birçok maddesi değiştirilirken dokunulmayan “özgün” maddelerden biri “din ve vicdan hürriyeti” başlıklı 24. madde. Bu özgünlüğe koalisyonlu yıllarda 1995 ve 2001 kapsamlı Anayasa değişikliklerinde dokunulmadı. 12 Eylül ürünü gerici hüküm korundu. Hüküm, AKP döneminde Cumhuriyetin aydınlanmacı değerlerinin ve laikliğin yok edilmesinde etkin olarak kullanıldı, kullanılmaya devam ediliyor.

Anayasanın sözünde ve özünde temel nitelik olarak yer alan “laiklik ilkesi”, “laik hukuk devleti”, “laik Cumhuriyet ilke ve gerekleri” yok sayılırken 24. maddedeki din özgürlüğüne sığınılıyor. Din özgürlüğünün varlığı laiklik ilkesine bağlıyken, laiklik olmadan din özgürlüğü olamayacakken, laiklik din özgürlüğü altında yok sayılıyor. Laikliği savunmak suç sayılıyor. 

Laiklik hem Anayasa ve hukuk tanımamazlıkla hem fiili baskıyla hem de Anayasanın din özgürlüğü maddesine sığınılarak devre dışı bırakılıyor. Hukuksuzluk esas, gereksinme duyulursa din özgürlüğüne sarıl. Tıpkı emekçiyi sömürmede hukuksuzluğun esas olup, gereksinme duyulursa sermayenin özgürlüğüne sarılmak gibi. 

Din özgürlüğü bir dinin bir mezhebinin özgürlüğü olarak dayatılıyor. Başka bir dine inanmak, aynı dinin başka mezhebini benimsemek ya da herhangi bir dine inanmamak din özgürlüğü kapsamında kabul edilmiyor. 

Laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının devlet işlerine, siyasete, hukuka, eğitim ve sağlığa, ekonomiye ve toplumsal yaşam tarzına kesinlikle karıştırılmaması esasken tam tersi yapılıyor. Din her yerde ve baskın. Anayasa Mahkemesinin de bu kervana yol açtığını, kuruluşundan (1962) başlattığı ve geliştirdiği laiklik ilke kararlarını 2012’den sonra yok saydığını, geniş ve özgürlükçü laiklik tanımına geçtiğini biliyoruz. Aynı Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımayan devlet organları içinde “kararlarımla yaşarım” çırpınışında. Kararı yaşatılmıyor ki kararıyla yaşasın. 

Kimsenin, devletin sosyal, ekonomik, siyasal veya hukuksal temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırması veya siyasal ve kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar etmemesi ve kötüye kullanmaması din özgürlüğünün esasıyken din özgürlüğü kendi maddesini de tanımıyor. Dayandıran, sağlayan, istismar eden, kötüye kullanan kabul görüyor. Bu esaslara dikkat çekene suç yükleniyor. 

Anayasa bunun üstüne bir de kimsenin dinsel inanç ve kanaat açıklamaya zorlanamayacağını, dinsel inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamayacağını ve suçlanamayacağını söylediği halde ve bu ilkeye bir dine inanmama da girdiği halde medyada ve yargıda kınamalar, suçlamalar boy boy sıralanıyor. Oysa konu hem Anayasa Mahkemesi hem de İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi tarafından “eğitim ve öğretimde dini ve felsefi inançlara saygı gösterilmesini isteme hakkının ihlali” olarak tanımlanıyor.  

Özgürlük yargısı diye ortaya atılan dayatma bugün yargı tanımama özgürlüğüne(!) dönüştü.  

1982 Anayasasının ilk ve ortaöğretimde zorunlu ders olarak dayattığı “din kültürü ve ahlak öğretimi”. Din kültürü ve ahlak öğretimi genel kapsamda dinler tarihini ve bilimsel olarak din antropolojisini içeriyor. Burada bir dinin davranış kurallarının, varsa peygamberinin, varsa kitabının eğitim ve öğretiminden söz edilmiyor. İkisi aynı anlam ve kapsamda değil. Nitekim Anayasa bu durumu ayırıyor ve birinciyi, “din kültürü ve ahlak öğretimini” zorunlu kılarken, ikinciyi “din eğitim ve öğretimini” kişilerin isteğine, küçüklerin kanuni temsilcilerinin talebine bağlı kılıyor. 

Anayasanın belirttiği bu istekte/talepte herhangi bir din adının da belirtilmemesi gerekiyor. “Ben (a) dinine inanıyorum ama velisi olduğum çocuğun (a) ya da (b) dininin eğitim ve öğretimini almasını” istemiyorum diye başvuruda bulunulmayacak, bulunulursa bir dine inanma ya da inanmama hakkı, dinsel inancını açıklamama hakkı ihlal edilmiş olacak.   

Devlet, Anayasa ve laiklik ihlalini ve dayatmayı birlikte yapıyor. İslam dininin eğitim ve öğretimini din kültürü ve ahlak öğretimi içine sokuyor. Yargı kararlarına karşın bu ihlal ve dayatmada diretiyor. İslam dini dersi almanın isteğe bağlı olması kuralını dolanarak geçmeye kalkışıyor. Üstüne, dersi almak istemeyenlere de hukuksuz gerekçelerle ret yanıtı veriyor. “İstemiyorum” demek yeterliyken “neden” diye soruyor ve gerekçe istiyor. Gereksiz yere yargı yolunu zorluyor. 

Müfredatın ve derslerin belirli bir din anlayışını esas alması durumunda, bunun “bir dinin eğitimi” olacağı açık ve “din kültürü ve ahlak bilgisi dersi” olarak kabul edilmesi olanaksız. Dersin adı değil içeriği esas. Dersin farklı adlar adı altında seçmeli yapılması da durumu değiştirmez. Azınlık okulları, Hıristiyanlık ve Musevilik dinleri gibi sığınmalar laiklik ilkesi karşısında kabul görmez.  

Meşrutiyetten günümüze aydınlanma tarihi ile gericilik tarihi koşut olarak yürütüldü. Kapitalizmin ekonomi politiğiyle gericiliğin vazgeçilmez olarak kenetlenmesi aydınlanmaya, emekçilerin sınıfsal savaşımına karşı kullanılıyor. “Yenilikçiler” başlığıyla kurulan AKP, “ılımlı İslam” adı altında karşı devrimi uzun süreye dağıtarak kalıcılaştırmaya çabalarken “uyumlu İslam”ı getirdi ve düzen içi muhalefeti de AKP’lileştirmeyi başardı. 

Müfredatından zorunlu din dersine ve ÇEDES’ine kadar ortaya çıkan her gerici durum toplumun denetiminden çıkılırken sermaye sınıfının ve ortağı gericilerin, tarikat ve cemaatlerin denetimi altına girilmesine yarıyor.

Anayasaya göre din dersi isteyenler dilekçe verecek, dilekçe vermeyene din dersi verilmeyecek. Ama yıllardır süren gerici dayatma bunu yok sayıyor. Yapılması gereken, 2024-2025 eğitim öğretim yılında din eğitim ve öğretimi almak istemeyenler tarafından okullar açılmadan binlerce, on binlerce “istemiyorum” dilekçesinin devletin önüne yığılması, laiklik savaşımının yaygınlaştırılması.       

Gerici politikalara ve dayatmalara karşı çıkmak aydınlanmanın, bilimselliğin, laik cumhuriyetin, sömürüye karşı çıkmanın gereği. Savaşım, sosyalizme ulaşma yolunda emekçilerin ayağa kalkmasıyla verilecek.  

                                                             /././ 

Mikrokrediyle çalınan devrim -Nevzat Evrim Önal-

Bangladeş’te bu yapılamadı ve emperyalizm, mikrokredi havucunu kullanarak Bangladeş halkının devrimini çaldı, ülkenin başına da madalyalarla donattığı bir sevgili kulunu geçirdi. 

Bu hafta biraz uzun bir tarihçe anlatarak başlayacağım ama bu girişi, ülkemizle benzerliklerini düşünerek okumanızı rica ediyorum.

Bangladeş, Güney Asya’da, Hint Okyanusu’nun kıyısında, Hindistan ile Çinhindi arasında bir ülke. Haritasına baktığınızda, Hindistan tarafından kuşatılmış gibi görünüyor ve bu komşusunun büyüklüğünün yanında küçük kalıyor. Ne var ki Bangladeş’in nüfusu Türkiye’nin iki katı. Kişi başına milli gelirin senede 2700 dolar (Türkiye’nin dörtte biri) olduğu bu yoksul ülkede 170 milyon insan yaşıyor.

Bölgedeki diğer ülkeler gibi Bangladeş de emperyalistler için bir ucuz emek cenneti. Bilhassa tekstil sektöründe Bangladeşli emekçiler Avrupa ve Amerika’nın büyük markalarına fason üretim yapıyor. 

Bangladeşli tekstil emekçilerinin durumu sık sık emperyalist batıdaki hümanistler için bir yazıklanma konusu oluyor1, ama ülkede yoksulluk en şiddetli biçimde kırsal kesimde yaşanıyor. Hindistan ve diğer bölge ülkelerine benzer biçimde Bangladeşli köylüler arasında şiddetli yoksulluk ve açlık yaygın. Üçte biri topraksız ve günden güne yaşıyor, ama toprağı olan çiftçi ailelerinin de önemli bir bölümü borç batağında olduğu için yeterli beslenemiyor.    

Bangladeş yoğun biçimde göç veriyor. Bilhassa eski sömürgecisi olan İngiltere’ye ve Suudi Arabistan’a göçen Bangladeşli emekçiler ülkedeki ailelerine para göndererek yoksulluğu biraz olsun “sürdürülebilir” kılıyor.

Bu yoksulluk ortamında güvenceli devlet memurluğu her Bangladeşlinin hayali. Pek çok genç yalnızca memur olabilmek için üniversite okuyor. Bu yüzden ülkenin bağımsızlığı için savaşmış olanların mirasçılarına (artık torunlarına) memuriyet kontenjanı ayıran kota sistemi sürekli hükümetin kayırmacılıkla suçlandığı ve memuriyetin liyakate dayalı olmasının talep edildiği protestolara neden oluyor. 

Son on beş yıldır ülkeyi yönetmekte olan (ayrıca daha önce de beş yıl başbakanlık yapmış) Şeyh Hasina hükümeti 2018’de protestolar karşısında bir kararname ile kota sistemini kaldırmıştı; ancak eylemler aralıklı da olsa sürüyordu. Geçtiğimiz haziran ayında Yüksek Mahkeme bu kararı bozup kota sistemini geri getirince protestolar Hasina hükümetinin istifasını hedefleyen bir kitlesel ayaklanmaya dönüştü. Yüzlerce insan öldü, sonunda öfkeli kitle başbakanlık konutunu bastı, Hasina bir istifa mektubu bile yazamadan apar topar Hindistan’a kaçtı.

Halk sokakları ele geçirdiğinde politik açıdan öylesine güçlü hale gelmişti ki, protestoları bastırmayı reddetmiş olan orduyu bir cunta kurmaktan men edip, geçici hükümetin sivil olmasını dayatmıştı. 

Ama bu bile yeterli olmadı. Yaşanan kitlesel eylemler yoksulluk ve adaletsizliklere karşı birikmiş büyük toplumsal öfkenin dışavurumuydu; ancak halkın hükümeti devirdikten sonra ne yapacağı, ülkeyi kendi çıkarları doğrultusunda nasıl yöneteceği konusunda pek bir fikri olmadığı gibi, bir devrimci parti de eylemlerin öncüsü haline gelememişti. Sonuçta, eylemlerin en önemli unsurunu oluşturmuş ve geçiş hükümeti konusunda devletle müzakereye oturmuş olan, yüzü Batıya dönük Bangladeşli üniversite öğrencilerinin talebiyle, geçici hükümetin başına, defalarca emperyalistlerin övgülerine mazhar olmuş, Nobel Barış Ödülü, ABD Başkanlık Özgürlük Madalyası ve ABD Kongresi Altın Madalyası almış banker Muhammed Yunus geçti.

Muhammed Yunus, kapitalist sistemin finansal teori ve pratiğine “mikrokredi” kavramını kazandırmış olmasıyla tanınıyor. Nobel’i de bu fikri uygulamak için kurduğu Grameen Bank ile paylaşmıştı.

Bu vakadan çıkartılması gereken çok önemli dersler var. Tartışalım…

***

“Mikrokredi” olağan koşullarda kredi alamayacak yoksul bireylere (bilhassa da yoksul kadınlara) girişimci olup, iş kurup kendilerini yoksulluktan kurtarmaları için sağlanan özel kredilere verilen isim. Kavramın emperyalist sistem tarafından ne düzeyde önemsendiğini şöyle anlatalım: Birleşmiş Milletler 2005 yılını Uluslararası Mikrokredi Yılı ilan etmiş, Yunus’a da Nobel ödülü ertesi yıl verilmişti. Dünya Bankası’nın da başlıca gündemlerinden olan mikrokredi, yoksulluğun azaltılması konusunda en önemli araçlardan biri olarak görülüyor. Ne var ki bu emperyalist kurum dahi raporlarında mikrokredinin alandan ziyade verene faydalı ve yoksulluğu azaltma konusunda etkisi sınırlı bir borçlanma aracı olduğunu kabul ediyor.2

Tabii “ya ne olacaktı?” diye sorulabilir; zira mikrokredi, yoksullukları nedeniyle piyasa ekonomisinin dışında kalan insanların yoksulluğunu, onları yoksul bırakan piyasaya entegre olmalarını sağlayarak gidermeyi hedefliyor. Böyle bir sürecin genel anlamda sınıfsal eşitsizliği ortadan kaldırması söyle dursun, azaltması dahi konu dışı (zaten amaç da bu değil); çünkü krediyi alan yoksullar veren zenginlere faiz ödüyor. Ama pek tabii bazı tekil başarı örnekleri yaşanıyor ve bunlar sayesinde mikrokredi yoksullar için bir havuç olarak kullanılabiliyor.

Peki Birleşmiş Milletler ya da Dünya Bankası yoksullukla neden bu kadar ilgileniyor? Niye Birleşmiş Milletler’in 2030’a kadar ulaşılması gerektiğini savunduğu Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın3 birincisi, “Açlığa Son” dan dahi önce gelen “Yoksulluğa Son”?

Çünkü dünyanın kalabalık ve yoksul coğrafyalarında sefalet içinde yaşayan insanların sayısı sürekli artıyor. Dünya Bankası verilerine göre dünya çapında her 100 yetişkinden 39’u işgücü piyasasından dışlanmış olarak yaşıyor.4Bunun dışında işsizler (yani piyasada iş arayıp bulamayanlar) ve Güney Asya’da açlık sınırında yaşayan küçük ölçekli çiftçi aileleri gibi yeterli gelire sahip olmayıp yoksulluk, hatta açlık çeken yüz milyonlar var.

Bu insanlar kitlesel biçimde zengin emperyalist ülkelere göç etmeye çalışıyor ve kalabalıklıklarıyla buradaki ayrıcalıklı, nezih yaşamı tehdit ediyor. Batı açısından tek sorun bu. 

Eşitsizlik kapitalist zenginliğin sadece sürekli derinleşen bir sonucu değil aynı zamanda temel kaynağıdır. Mülksüz yoksullar mülk sahibi patronlara emeklerini satmaya muhtaç oldukları için sistem işler ve sermaye birikir. Dolayısıyla emperyalistleri tedirgin eden, Birleşmiş Milletleri, Dünya Bankasını harekete geçiren “yoksulluk” değil, yoksulluğun kitleselliği. Ve tabii ki, bu sorunu sistemin temellerini sorgulayarak değil, “sürdürülebilir” kılarak çözmeye çalışıyorlar. Hedefleri “yoksulluğa son” değil; içeriğe bakıldığında apaçık görüleceği üzere, geçmişte yaygın biçimde kullandıkları ama sevimsiz politik iması nedeniyle artık tedavülden kaldırdıkları kavramla “sürdürülebilir” bir yoksulluk. 

Birleşmiş Milletler aynı sebeple 2014 yılını Aile Çiftçiliği yılı, başka pek çok yılı da çeşitli tarım ürünlerinin yılı ilan etmişti. İklim değişikliğinin de etkisiyle yoksulluk en yaygın biçimde yoksul ülkelerin kırsalında yaşanıyor ve buradaki köylülerin topluca kentlere ya da maazallah batıya göç etmemesi için emperyalist merkezlerde türlü çeşitli ekonomik icatlar yapılıyor. Merak eden Birleşmiş Milletler’in geçmiş yıllara yüklediği anlamlar listesine bakıp, “sürdürülebilirlik” kelimesinin kaç kez geçtiğini sayabilir.5

***

Mikrokredi, bu amaca uygun tasarlanmış bir finansal “enstrüman.” Bu enstrüman yoksullara, bulundukları yerden kıpırdamadan başlarının çaresine bakmaya çabalamaları için borç vermeye dayanıyor. 

Ülkemizde de uygulamaları var: Biri hakkında Serap Emir detaylı bir eleştiri yazmıştı.6 Emir bu eleştiride meselenin en can alıcı noktasına yönelik şöyle bir vurgu yapıyor: “[Mikrokredi savunucularına göre] kadınların sadece iki alternatifi var, ya kredilerle borçlanıp 'iş hayatına' atılarak birer girişimci olmak ya da evde oturup sosyal yardım almak. Bu dünyada işçilere yer yok.

Kapitalizm insanları işsiz, yoksul, geleceksiz bırakıyor. Sonra bu sistemin parçası olan bankalar ya da vakıflar, öykülerdeki iblisler gibi üç kuruş para gösterip riyakâr bir dostanelikle “Yardım mı lazım?” diye soruyor.

Bir detaya dikkatinizi çekmek istiyorum: Ekonomik bir kavramı güncelleyip uygulamasını yapacak bankayı kuran Muhammed Yunus’a, ekonomi Nobeli değil barış Nobeli verildi. Çünkü Yunus, er ya da geç bu düzeni yıkacak olan yoksulların öfkesine karşı, düzeni korumak ve sürdürülebilirliğini sağlamak için zehire bulanmış bir zeytin dalı, uyuşturucu doldurulmuş bir barış çubuğu uzatıyor. 

Zenginlerin zenginliklerini ve ayrıcalıklarını korumak için yapılan bu ve benzeri ahlaksız tekliflerin, ne denli çekici görünürse görünsün iç yüzünün yoksul emekçilere ifşa edilmesi ve kökten reddedilmesi gerekiyor. Kapitalist sistem sürdürülmemeli. Onu sürdürülebilir kılan her şey, durmaksızın verdiği zararları da sürdürüyor ve derinleştiriyor.

Bangladeş’te bu yapılamadı ve emperyalizm, mikrokredi havucunu kullanarak Bangladeş halkının devrimini çaldı, ülkenin başına da madalyalarla donattığı bir sevgili kulunu geçirdi. 

Bundan çıkartılacak çok önemli dersler var. Çünkü er ya da geç bizim ülkemizde de devrimci bir ayaklanma olacak. Ve o sırada en temel meselelerimizden biri devrimimizi Amerika ve Avrupa Birliği bayrağı sallayan (ya da şimdilik evinde katlamış saklayan) işbirlikçilere çaldırmamak olacak. Üstelik bu kişiler muhtemelen tüm siyasi kariyerini AKP ya da Erdoğan karşıtlığı üzerine kurmuş, hatta belki bu yüzden Silivri’ye yollanmış olacaklar. 

Yani “bizim tarafta” gibi görünecekler, ama halkın değil yerli ve yabancı sermayedarların çıkarlarını savunuyor olacaklar. 

Nitekim Muhammed Yunus da Şeyh Hasina iktidarı tarafından defalarca hedefe konmuş, Grameen Bank’a kayyum atanmış ve kendisi neredeyse hapse girmiş, emperyalist yayın organları Yunus’a topluca arka çıkmıştı. Bu yayın organlarının önde gelenlerinden The Economist’te, 13 Ekim 2022 tarihinde yayınlanan bir yazıda7, Bangladeş Dhaka Üniversitesi’nden Asif Nazrul’un şu görüşüne yer verilmişti: “Uluslararası toplum bu rejime bir alternatif ararsa, Dr. Yunus -eğer isterse- bu süreçte çok önemli bir rol üstlenebilir.” 

Aradan iki yıl geçmeden, tam olarak bu yaşandı, öngörüde bulunan Asif Nazrul da Yunus’un hükümetinde adalet bakanı oldu.

Tekrar ediyor ve bitiriyorum: Bundan çıkartılacak çok önemli dersler var.

Sermaye savaşı sever, hem de çok -Ogün Eratalay-

Akbank tarafından “borsacı” müşterileri için yayınlanan AK Yatırım Bülteni sermayenin savaş sevgisini gözler önüne seriyor.

Rapor 12 Ağustos 2024 tarihli, Akbank’a bağlı Ak Yatırım sektör notu. Ak Yatırım 1996 yılında tamamı Akbank’a bağlı olarak kurulmuş olan bir “spekülasyon” firması, faaliyet gösterdiği alan sermaye piyasası. Yani kağıttan para kazananların, kısa sürede zengin olma hayalleri kuranların umut kapısı.

Hâl böyle olunca Ak Yatırım uzmanları da hisse senetlerinin durumlarını analiz etmek için türlü türlü raporlar hazırlıyor. Bizim konumuz ise savunma sanayii sektörü hakkında düzenledikleri rapor. Yani aslında söyleyemedikleri şekliyle silah sanayii. Raporun içindeki türlü teknik analiz ve borsa verisinin dışında Türkiye’nin geleneksel önemli sermaye gruplarından Akbank’ın uzmanları artan jeopolitik risklere dikkat çekiyor. Kurdukları mantık çok doğrudan. Risk arttıkça askerî harcama artar, öyle olunca da savunma sektörü talepleri karşılamak için üretimi artırır. Rapor “pazarın büyümesini” olumlu olarak değerlendirdikten, yeni açıklanan Defense News 100 verileriyle beraber ağzındaki baklayı çıkarıyor. Aselsan hissesi alın, OTOKAR’dan şaşmayın!

Defense News 100 listesi

ABD Silahlı Kuvvetleriyle doğrudan bağlantısı olan bu dergi tüm dünyadaki silah şirketlerini her yıl analiz ederek kârlarına göre sıralıyor. Daha önce de başka yerlerde bahsettiğimiz gibi Türkiye’den her yıl yaklaşık 5 firma bu listeye giriyor. Bu yıl listede yer alanlar Aselsan, TAİ, Roketsan, MKE (Makina ve Kimya Endüstrisi Anonim Şirketi) ve Asfat (Askeri Fabrika ve Tersane İşletme Anonim Şirketi). 

Bu bir yatırım tavsiyesi değildir!

Akbank tarafından hazırlanan raporun en sonunda böyle yazıyor. Hem her türlü analizi yaptıktan sonra bize güvenip varınızı yoğunuzu borsaya yatırıp batarsanız biz sorumlu değiliz diyorlar, hem de büyük büyük laflar etmekten geri kalmıyorlar. 

Önce Aselsan’ın teknik kabiliyeti, gerçekleştirdiği projeler ve son dönemdeki satışlarının artması anlatıldıktan sonra Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinden sonra başa geçen kabineye de övgüler düzülüyor. Hükümetin yurtdışı gezilerle, diplomatik girişimlerle sermayenin önünü açtığı ifade ediliyor. Hedef bölgeler arasında Afrika, Orta Doğu ve Güneydoğu Asya’daki pazar olanaklarından bahsediliyor.

İstanbul Borsası’nda işlem gören OTOKAR’dan hareketle Türkiye’nin zırhlı araç alanında önemli bir potansiyeli olduğunu belirten rapor, bu segmentte silah üretimine dahil olan firmaları listeliyor. Bunlar arasında geleneksel firmalar (OTOKAR, BMC, Nurol, FNSS) dışında dikkat çeken firmalar ana faaliyet olarak traktör ve dişli aktarım organı üreticisi olan firmalar (Tümosan, Katmerciler, Hema) ile Canik adıyla piyasada olan Samsun Yurt Savunma gibi silah üreticileri. 

Borsada işlem gören silah firmaları sadece Aselsan ve OTOKAR değil, (Tümosan, Karel Elektronik, Katmerciler vb. mevcut). Herhalde Defense News’de listeye giren diğer firmaların da hızla borsaya açılması salık veriliyor. Ancak Ankara Çayyolu’ndaki Etimesgut Zırhlı Birlikler Eğitim ve Tugay Komutanlığı arazisinde ağaç katliamıyla yeni yerleşkesi yapılmakta olan Asfat, aslında STM gibi silah alanındaki kamuya ait fabrikaların ve tersanelerin aynı şirket bünyesine alınmış hali.  Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı ve Aselsan’ın aksine borsada işlem görmüyor.

Raporda, bu sayfalarda gerçek yüzünü ele aldığımız “Çelik Kubbe” projesine de göndermede bulunuluyor ve Aselsan’ın “bakiye siparişine pozitif katkı sağlayacağı” vurgulanıyor. Raporu hazırlayanlar sonrasında hızlarını alamayıp Aselsan ve OTOKAR’ın “global benzerlerinin çarpan analizine” girişiyor. Daha önce de bahsettiğimiz gibi Türkiye silah sanayii göz ardı edilemeyecek bir büyüklük ve kabiliyette olsa da bunları zirvedeki emperyalist şirketlerle karşılaştırmaya kalkışınca rakamlar gerçekleri söylüyor. Aselsan’ın 2023 kârı 3 milyar dolar seviyelerindeyken benzer sektördeki İngiliz BAE Systems 28 milyar dolar, Amerikan L3Harris 15 milyar dolar, İtalyan Leonardo 13 milyar dolar, Fransız THALES 10 milyar dolar kâr seviyelerinde. OTOKAR’ın sektördeki rakiplerinden Amerikalı firmalar General Dynamics 33 milyar dolar, Oshkosh 2 milyar dolar, Güney Koreli Hanwha 6 milyar dolar kâr seviyelerinde.

                                                          /././

                                              soL - GÜNDEM

Sokak röportajı nedeniyle tutuklanmıştı: İki defa savcı değişmiş

Sokak röportajında kullandığı ifadeler nedeniyle tutuklanan Dilruba Y.’nin avukatı, suçlamanın Türk Ceza Kanunu'nun hangi maddesine dayandırıldığının belirtilmediğini söyledi.(https://haber.sol.org.tr/haber/sokak-roportaji-nedeniyle-tutuklanmisti-iki-defa-savci-degismis-394623)
                                                       ***

MEB başarısızlığını YKS ile belgeledi: Kontenjanlar dolmadı, meslek liselerinde düşüş sürdü

YKS yerleştirme sonuçlarına göre kontenjanlar boş kaldı. Yerleştirme puanı hesaplananların neredeyse yarısı başvuru yapmadı. Sıralamada imam hatip liseleri ve meslek liseleri son sırada yer aldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/meb-basarisizligini-yks-ile-belgeledi-kontenjanlar-dolmadi-meslek-liselerinde-dusus-surdu)

                                                             ***

Marmara Üniversitesi RTE Külliyesi'ne taşınıyor: 'Öğrencileri şehir merkezinden uzaklaştırıyorlar'

Marmara Üniversitesi Rektörlüğü, Göztepe yerleşkesi ve Kartal’daki fakültelerin Recep Tayyip Erdoğan (RTE) Külliyesi'ne taşınacağını açıkladı. Rektörlük, birkaç senedir öğrenciler arasında tartışılan taşınma gündemi sürecinin hiçbir aşamasında öğrencileri muhatap almadı. Karar öğrencilere elektronik posta ile haber verilerek taşınma oldubittiye getirildi. Göztepe ve Kartal yerleşkelerinde yer alan İşletme, İktisat, Atatürk Eğitim, Siyasal Bilgiler ve Finansal Bilimler fakültelerinin Maltepe Başıbüyük’te yer alan “Recep Tayyip Erdoğan Külliyesi"ne taşınmasının sebebi olarak "Göztepe yerleşkesinin yetersiz fiziksel koşulları ve binaların deprem riskinin olması" iddiaları gösterildi.('Marmara öğrencileri olarak boyun eğmiyoruz') Kararın duyurulması sonrası öğrenciler sosyal medya üzerinden “Göztepe boyun eğmiyor” etiketiyle duruma tepki gösterdi.  Okuldaki haberleşme topluluğu olan Marmara’nın Sesi yaptığı açıklamada “Üç hafta önce gelen bir maille Göztepe yerleşkesini şehir merkezinden çok uzak, ulaşımın ise oldukça güç olduğu bir yere, Maltepe Başıbüyük’e taşınacağını öğrendik. Rant ve talan uğruna öğrencilere fikirleri dahi sorulmadan sermaye çıkarlarını öğrenci çıkarlarının önüne koyan bu zihniyeti kabul etmiyor ve Marmara öğrencileri olarak boyun eğmiyoruz” ifadelerini kullandı.(Her şey 4 yıl önce başladı) Dört yıl önce, Göztepe yerleşkesinde başlayan süreçle birlikte, Mühendislik ve Teknoloji Fakültesi Recep Tayyip Erdoğan Külliyesi Maltepe yerleşkesine taşınmıştı. Öğrenciler, döneme başladıklarında ulaşımı belirsiz bir şekilde üniversitelerine gitmeye çalışmış, hâlâ inşaat halinde olan binalarda ders görmüşlerdi. Yemekhanesi bile olmayan kampüste, kantin benzeri bir yerde yemeklerini yemeye çalışan öğrenciler, kimi zaman uzun kuyruklardan dolayı yemek ihtiyaçlarını bile karşılayamamışlardı.(Rant ve talan endişesi) 2018 yılında yine aynı gerekçelerle üniversitenin Nişantaşı yerleşkesi kapatılmıştı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İstanbul en pahalı noktalarından Nişantaşı Teşvikiye semtinde ve Ihlamur Kasrı'nın tarihi SİT alanı sınırları içinde kalan kampüs için yeni bir plan hazırlayarak askıya çıkarmıştı. İhaleyi alan DAP Yapı, üniversite kampüsü alanına “Nişantaşı Koru” projesini inşa etti. Öğrenciler Göztepe yerleşkesinin de benzer bir kaderi yaşamasından kaygılı. Göztepe Yerleşkesindeki fakülte binalarının depreme dayanıklı hale getirilmesi öğrencilerin talepleri arasında. ('Üniversite şehrin ve hayatın merkezinde olur') Taşınma kararına tepki gösteren Marmara Üniversitesi öğrencilerinin açıklaması şöyle: "Düzen bizi yalnızca yoksullaştırıp sefalete mahkum etmiyor, şehrin dışına sürerek bizi hayattan ve toplumsallıktan izole de etmek istiyor. Üniversiteleri ve öğrencileri şehrin ve hayatın dışına sürmek, bilinçli ve uzun erimli bir politikadır. Devlet üniversitelerindeki kampüs kültürü ve öğrenci dayanışması sermaye çıkarlarına hizmet eden rektörlerce uzun yıllardır yok edilmek istenen bir ayak bağıdır. Ancak, üniversitelerimizden bilimi, kamusallığı, laikliği ve siyaseti tasfiye etme çabası beyhude bir çabadır. Üniversitesini sahiplenen öğrenciler, okulunu müteahhit dar kafalılığına teslim etmeyecektir."

                                                         ***

Türk-İş ve Hak-İş'ten 5 ilde miting kararı: "Talepler ek protokol ve vergiyle sınırlandırıldı"

Asgari ücret artışı talepleri kağıt üstünde kalan üç konfederasyondan ikisi şimdi işçiden gelen baskı üzerine mitingler yapma kararı aldı. Talepler “ek protokol” ve “vergide adalet”e daraltıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/turk-ve-hak-isten-5-ilde-miting-karari-talepler-ek-protokol-ve-vergiyle-sinirlandirildi)

                                                          ***

Kuzey Akım sabotajı: Alman mahkeme bir Ukraynalı dalgıç hakkında tutuklama emri çıkardı.

Almanya'da Kuzey Akım sabotajını soruşturan yetkililer, Polonya'da yaşayan Ukraynalı bir dalgıç hakkında tutuklama emri çıkardı. Şüphelinin boru hatlarına patlayıcı yerleştirdiği iddia ediliyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/kuzey-akim-sabotaji-alman-mahkeme-bir-ukraynali-dalgic-hakkinda-tutuklama-emri-cikardi-394626)

(soL)

                                               


Saray müteahhidine bir ballı ihale daha! + ‘Yoksulluk imtihandır’ diyen Diyanet lükse doymuyor! - Deniz Ayhan/SÖZCÜ

 Saray müteahhidine bir ballı ihale daha! 

Ankara Beştepe ve Marmaris Okluk Sarayı’nı inşa eden Rönesans Holding Hatay’da deprem konut ihalesini kaptı. 773 adet konut için 2 milyar 336 milyon lira alacak.

Kısa süre önce tavanın çökmesi sonucu bir bebeğin öldüğü Prof. Dr. Murat Dilmener Acil Durum Hastanesi’nin müteahhit firması REC İnşaat, bir yüklü ihaleyi daha aldı. Ankara Beştepe ve Marmaris Okluk Sarayı’nı da inşa eden Rönesans Holding’e bağlı REC İnşaat, bu kez deprem konutu ihalesini kaptı. 2023 yılından bu yana Malatya ve Hatay’da toplam 4 deprem konutu inşaatı ihalesi kazanan şirket, Hatay Defne’de 773 adet konut inşaatı ihalesi için 2 milyar 336 milyon lira alacak. Şirket 2023’den bu yana kamudan yaklaşık 33 milyar TL’lik ihale kazandı.

Şirket daha önce de Hatay Defne’de 1523 konut inşaatını 3 milyar 89 milyon liraya aldı. Aynı bölgedeki Orhanlı Mahallesi’nde 1546 konut işini de 3 milyar 184 milyon 900 bin TL bedelle kazandı. Antakya’da 1131 konut inşaatı ihalesini 2 milyar 355 milyon TL ve Malatya Yeşilyurt’taki 2341 konut inşaatını da 4 milyar 538 milyon TL bedelle aldı.

REC, İstanbul Sancaktepe’de yapılacak olan şehir hastanesinin ihalesini de 2023 yılında 16 milyar 138 milyon TL bedelle kazanmıştı.

MAHKEME İHALEYİ İPTAL ETTİ

İstanbul Üniversitesi Üst Cerrahpaşa Hastanesi kaba inşaat yapım işini de 2 milyar 60 milyon TL bedelle aldı. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, geçen yıl Ankara Adalet Sarayı ihalesi de düzenlemişti. İhaleyi 23 milyar 998 milyon TL rekor bedelle REC İnşaat aldı. Ancak Ankara 7. İdare Mahkemesi 30 Nisan 2024’te pazarlık usullerine uymadığı gerekçesiyle ihaleyi iptal etti.

45 GÜNDE BİTTİ TAVANI ÇÖKTÜ!

İstanbul Bakırköy’deki Atatürk Havalimanı’nın milyarlarca liralık pistlerinin üzerine yapılan Prof. Dr. Murat Dilmener Acil Durum Hastanesi’ni de Rönesans Holding yapmıştı… 45 günde bitmesiyle övünülen hastanenin geçtiğimiz günlerde tavanı çökmüştü. Tedavi gören bir bebek yaşamını yitirmişti.                                    

                                                 ***

‘Yoksulluk imtihandır’ diyen Diyanet lükse doymuyor! 

Fahiş harcamalar, beş yıldızlı otellerde toplantılar, eşli hac ziyaretleri, lüks araçlar ve ziyafetler ile gündemden düşmeyen Diyanet İşleri Başkanlığı, 2024 için 44 milyon 155 bin TL’ye bastırdığı takvimde vatandaşa “Açlık ve yoksulluk imtihandır” nasihatinde bulundu.

Diyanet 2024’ünn ilk 6 ayında 46 milyar 732 milyon lira harcama yaptı. Yıl sonunda ise 91.8 milyar TL’lik bütçesini de aşıp, 4 milyar 439 bin TL ek bütçe alarak toplamda 96 milyar 264 milyon 615 bin lira harcayacak. Diyanetin son dönem yaptığı harcamalardan bazıları şöyle oldu:

TAKVİME MİLYONLAR: Diyanet 2025 için de 61 milyon 677 bin TL’ye 3 milyon 115 bin adet takvim bastırdı.

SON MODEL ARAÇLAR: Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’a 2024 yılı için Audi A8 marka araç tahsis edildi. Diyanet, tepkilerin ardından tasarruf tedbirleri gereğince Audi’yi otoparka kaldırmıştı. Erbaş’ın makam aracı olarak 3 adet Mercedes,  bir adet TOGG ve bir adet de Mercedes Vito bulunuyor.

LÜKS TOPLANTILAR: Diyanet toplantılar için 5 yıldızlı termal ve spa otelleri seçiyor. Dünya İslam Bilginleri İstişare Zirvesi de geceliği 6 bin lira olan İstanbul Şişli’deki lüks otelde yapıldı.

ZİYAFETLER: Diyanet, Trabzon’daki Hafız Ali Haydar Özak Dini İhtisas Merkezi’nde bu yılki gıda malzemeleri için 7 milyon 885 bin 525 TL ödedi.

VIP GEZİ: Yaklaşık 2.5 milyon kişi hac sırası beklerken, Diyanet yönetimindeki isimlerin “Mücamele” adı verilen özel vizeyle hacca gidiyor. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın eşi Seher Erbaş da 5 kez kurasız hacca gitti.

Deniz Ayhan/SÖZCÜ


Kayyım yönetimi, dün görevine iade edilen Prof. Dr. Cem Say'ı bugün görevden aldı -duvaR

 Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Bilgisayar Mühendisliği Anabilim Dalı başkanlığı görevine mahkeme kararıyla dün iade edilen Prof. Dr. Cem Say, bugün yeniden görevden alındı. 

Boğaziçi Üniversitesi’ndeki kayyım yönetim tarafından üniversitede yapılan atamalara karşı yasal süreç başlattığı gerekçesiyle görevden alınan Prof. Dr. Cem Say, mahkeme kararıyla dün görevine iade edildi.

Ancak Say, bugün yeniden dekanlık kararıyla görevinden alındı.

Görevden almayı sosyal medya hesabından duyuran Say, “İnanmayacaksınız ama dün mahkeme kararına göre beni atayan Dekan bugün (Rektörlükçe sunulan ve mahkemenin itibar etmediği aynı gerekçelerle) beni Anabilim Başkanlığı görevinden yine almış:) Pes eder miyim sizce?” ifadelerini kullandı.


Say, nisan ayında görevinden alınmış, mahkemeyse yürütmeyi durdurma kararı vermişti. Mahkeme kararı gereği Say, dün, Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü Bilgisayar Bilimleri Anabilim Dalı Başkanlığı görevine iade edilmişti.

(duvaR)