19 Ağustos 2024 Pazartesi

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -19 Ağustos 2024 -

 Aşırı turizm: Gelir kaynağı mı, kaynak israfı mı? -Elif GÖRGÜ-

Yunanistan, İspanya, İtalya gibi bazı Avrupa ülkeleri turist akınına uğruyor. Sayıları mültecilerden çok daha fazla. Ancak para kaynağı turistler, ırkçı söylemlerle karşılanmıyor.

Yunanistan’da bir duvar yazısı, “Turistler evinize dönün” diyor. İspanya’da lüks turistik merkezlere giden yerel halk zengin turistleri su tabancalarıyla ıslatıp kovalıyor. Bu yıl ülkede binlerce kişi “Sizin seyahatiniz bizim sefaletimiz” diyerek yürüyüş yaptı.

Yunanistan, İspanya, İtalya ve benzeri gibi bazı Avrupa ülkeleri özellikle belli mevsimlerde turist akınına uğruyor. Turistlerin sayısı, savaştan, afetlerden ve ağır yoksulluktan kaçarken pasaport-vize çıkaracak imkanları olmadığı için ölümcül seyahatlere zorlanan ve tüm kapılar yüzlerine kapanan mültecilerden çok daha fazla. Ancak turistler para kaynağı görüldükleri için ‘ırkçı’ söylemlerle karşılanmıyor.

“Kiraları yükselttikleri” ve “Kaynakları tükettikleri” gibi iddialar, mülteciler için çoğunlukla birer ırkçı şehir efsanesiyken kitlesel turizm açısından ise açık birer gerçek.

Göçmen ve mülteciler ancak kapitalistlerin talep ettikleri miktarda ucuz emek gücü oldukları sürece makbuller. Birer vatandaşa veya turiste dönüşmelerinin önüne bu yüzden aşılması zor engeller konuluyor. Sınır dışı edilme riski bir şantaj prangası olarak ayaklarına bağlı ve devletin ihtiyaçlarının sınırını aşmamaları için de ırkçı tehlike ağır bir zincir olarak boyunlarına asılı tutuluyor.

Sınırı geçmenin sınıfsallığını çok net anlatan bir örnek ise İngiltere’de özel jetlere pasaport kontrolü yapılmadığını ortaya koyan şu haberimizden okunabilir.

YANGINDA ORMANDAN ÖNCE TURİZMİ KURTARMAK

Kitlesel turizm ya da aşırı turizm olarak adlandırılan bu fenomeni, benzer bir sorunu yaşayan Yunanistan örneğinden öğrenmek için Gazeteci Yannis Elafros ile konuşuyoruz.

Yunanistan’da yaz aylarında dünyaya yayılan iki görüntü öne çıkıyor. Adları “Instagram adaları”na dönmüş küçük turistik adaların adım atılamayacak hale getiren turist konvoyları ve çoğu zaman ölümle de sonuçlanan geniş orman yangınları. Bu ikisi bir araya geldiğinde Yunan hükümeti ormanlardan önce turizmi kurtarıyor denebilir. Sağcı Miçotakis Hükümeti geçtiğimiz yıl Rodos Adası’nda çıkan yangın nedeniyle adayı terk eden turistlere bir hafta ücretsiz tatil imkanı sundu. Canlarını kurtarmak için o güzel adalara ulaşmaya çalışan yüzlerce mülteci ise sahil güvenlik tarafından denize geri itiliyorlar hâlâ.

Gazeteci Elefros, Yunanistan’da bu yıl turist sayısında ve turizmden elde edilen gelirlerde geçen yıla göre yüzde 10’luk bir artıştan bahsediyor. Merkez Bankası 2024 yılında Yunanistan’ı 35 milyon turistin ziyaret edeceğini tahmin etmiş: “2023 yılı 33 milyon turist ve 20.5 milyar doğrudan turizm geliri ile rekor bir yıl olmuştu. Artış büyük: 2010 yılında bu gelir 9.5 milyar avroydu. Turizmin yoğun olduğu bölgeler ise başta Kiklad adaları ve Girit olmak üzere Ege adaları, İyon Denizi adaları ve son yıllarda Atina.”

ÇALIŞANLARIN YÜZDE 60’I TATİLE GİDEMEZKEN…

Tıpkı denizin bize düşen yakasında olduğu gibi Yunanistan’da da ülkenin bu turistik durumundan kendi halkı giderek daha az faydalanabiliyor: “Asıl sorun, çalışanların yüzde 60’ının tatil yapmayacak olması ve kesinlikle adalara seyahat edemeyecek olması. Ya şehirde kalacaklar ya da köylerine gidecekler... Bir turizm ülkesi için trajik bir durum.”

Peki aşırı turizm konusunda yapılan eleştiriler haklı mı?

Yanıtlıyor: “Büyük turist dalgasının sonuçları çok.”

Birkaç hafta önce Santorini Adası’nda bir belediye meclis üyesi, adanın yerli halkını yolcu gemileri bu küçük adaya bir anda binlerce turist birden getirdiği için “Hareketlerini azaltabildikleri kadar azaltmalarını” istemiş! “Yerli halkı ve turistler artık Santorini’nin dar sokaklarına sığamıyor” diyor Elafros.

Santorini’yi yılda 3.4 milyon turist ziyaret ediyor. Yerli nüfus ise yaklaşık 20 bin. Yüksek sezonda adaya bir günde 17 bin gemi yolcusu birden yanaşıyor. Belediye Başkanı Nikos Zorzos, gemi yolcusu sayısının günde 8 bine düşürülmesini önermiş. Ancak, örneğin CNN’ye konuşan bazı turistik otel sahipleri sayıyı az dahi buluyor https://edition.cnn.com/travel/santorini-greece-overtourism-cruise-visitor-cap  

HALK SUSUZ OTELLER İSRAFTA

Ciddi bir sorun su eksikliği. Facebook’ta Girit Adası severlerin oluşturduğu ve benim de dahil olduğum bir grupta müstakbel bir turist soruyor, “Girit’e geleceğim ama su sıkıntısı yaşandığı söyleniyor, doğru mu?​” Yanıt bir Giritliden geliyor: Köylerde su kesintisi çok ancak merkezlerdeki otellerde sular kesilmiyor, merak etmeyin!

Gazeteci Elafros da yaz aylarında su sıkıntısının önemli bir sorun olduğunun altını çiziyor:

“Çünkü iklim değişikliği nedeniyle su sıkıntısı yaşanıyor. Bazı adalarda su kesintileri yaşanıyor ancak büyük oteller ve villalar yüzme havuzlarında su israfı yapıyor. Ayrıca, turizm için yapılan toplu binalar manzarayı tahrip ediyor ve çevreyi bozuyor. Atina’da ve başka yerlerde binlerce dairenin Airbnb için ayrılması, ev fiyatlarını zirveye taşıdı. Restoranlar ve tavernalar da turistlere yönelik oldukları için çok pahalı hale geldi. Adalara giden feribotların biletleri de çok pahalı.”

Çalışanların yüzde 60’ının bu yaz turistik tatil yapamadığı Yunanistan’da turizm sektörü önemli bir istihdam alanı. Gazeteci Elafros bu sayının yaz aylarında 700 bine ulaştığını söylüyor:

“Yaklaşık 350 bin kişi ise sürekli çalışıyor. Temel sorun, düşük ücretlerle birlikte işin aşırı yoğunlaşması. Birçok işçi 3 ay boyunca haftanın 7 günü, izin günü olmaksızın, günde 12 saate kadar çalışıyor! Kötü koşulların sonucu olarak bu yıl birçok otel personel bulamadı. 260 bin pozisyonun 60 bini boştu.

İŞGALE HAYIR, İNSANİ ÇALIŞMA HEMEN

Elafros’a göre, “Yunanistan’da henüz aşırı turizme karşı bir hareket yok” Ancak zaman zaman yükselen tepki ve eylemlerin olduğunu söylüyor: 

“Geçen yıl birçok adada ve sahil bölgesinde plajların özel şirketler tarafından işgal edilmesine karşı başarılı büyük eylemler yapıldı. Ayrıca Atina’da ve başka yerlerde ucuz konut ve Airbnb’ye sert kısıtlamalar getirilmesi için eylemler yapılıyor. Pek çok yerde çevreyi ‘betonlaşmadan’ korumak için mücadele veriliyor. İşçi hareketi, tüm işçiler için iyi ve çok günlük tatil hakkı, turizm endüstrisinde insani çalışma koşulları ve ücret artışı, doğanın ve şehirlerin turizm endüstrisinin kontrolsüz büyümesinden korunması taleplerini dile getiriyor.”

SINIFSAL DÖNÜŞÜM

‘Aşırı turizm’ aynı zamanda turistik bölgelerde bir sınıfsal dönüşüm de yaratıyor. Meksika’nın turistik kenti Oaxaca’ya gelen yerli ve yabancı turist sayısı 2020’den 2024’te yüzde 77’lik bir artış yaşayınca bunun canlı bir örneği haline gelmiş.

Bloomberg’in haberinde 2006’daki öğretmen grevlerinin ardından yöneticilerin kenti dönüştürmeye başladıklarına dikkat çekiliyor. Bunun için halkın “disneylandlaştırma” adını verdiği çeşitli yeni festivaller ve etkinliklerle kentin turistik dönüşümünün gerçekleştirildiğine işaret ediliyor. Kiralar son beş yılda iki kattan fazla artmış durumda. Merkezi mahalleler artık yerel halk için çok pahalı.

‘ÇÖZÜM SADECE EN ÇOK PARASI OLAN GELSİN Mİ?​’

Bazı ülkeler turist sayısını sınırlarken para kaybetmek istemiyor. Örneğin İtalya’da Venedik kentine günübirlik giriş paralı (5 avro) yapıldı, belediye iki ayda 2.2 milyon avro kazandı. Ancak bu tür “önlemler”in artması, zaten birçok insan için imkansız, bir çoğu için de pahalı bir etkinlik haline gelmeye devam eden uluslararası seyahatin giderek zenginlere ait bir ayrıcalığa dönüşmesini de hızlandırabilir. 

İspanya’nın en çok turistin ziyaret ettiği kenti Barselona’da ise son 10 yılda kiralar yüzde 70 civarında, konut fiyatları ise ortalama yüzde 40 oranında artmış. Belediye Başkanı Jaume Collboni, halihazırda kiralık tatil evi olarak faaliyet gösteren 10 bin 101 ruhsatı kasım 2028’e kadar iptal edeceğini duyurdu.

Bu kararın turizm gelirinin, otel ve benzeri lüks konutlarda tekelleşmesi, bu kez de ucuz turistik konaklamanın azalması anlamına da gelmesi mümkün. Uygulama ilerlediğinde, sonuçları görülecek.

ÇÖZÜMSÜZLÜK ÖRTÜSÜ: ‘SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK’

‘Aşırı turizmin’ çözümü ise “sürdürülebilir turizm” adıyla tartışılıyor. Artık sürdürülemez bir sistem olduğunun kendisi de farkında olan kapitalizm bir sorunu çözermiş gibi yapacağı ancak kesinlikle çözmeyeceği zaman başına “sürdürülebilir” koymayı seviyor.

Sınırları kimin geçebileceği, kentsel mekanların kime göre düzenleneceği, doğal güzelliklere kimin ulaşacağı, kimin yolculuğunun yasal olacağı konularını en eşitsiz şekilde düzenleyen, insanlık tarihi açısından vizesi çoktan dolmuş kapitalizme alternatif bulmayı tartışmaya başlamak, daha “sürdürülebilir” sonuçlar yaratabilir halbuki. 

                                                               /././

Büyük-küçük -Ayşen Şahin-

Eskiden; gündelik hayattan, daldan dala konulardan bahseden köşe yazılarını çok severdim.

Bu hafta öyle yazmaya biraz özendim. Seri akan gündemden aklımı başıma, odağımı tek konuya yoğunlaştıramamamın da katkısı olmuştur affınıza mağruren.

Geçmiş günlerde, sahilde ilçede yaşayan ailemi ziyaret etmiştim birkaç gün. Yeğenim ufak daha, yetişkinlere “büyük insan” diyor şaka yaparken, çocuklara “küçük insan”, gençler “orta.”

İlçenin geneli büyük insanlardan oluşuyor işte.

Emekli yeri daha ziyade, hayat sakin ve rutin. Deniz orada genelde serindir, çok turist almaz, günübirlikçi daha ziyade. Yerlisi de o serin suya alışık.

Her gün aynı konu konuşuldu birbirini yabancılamayan insanlar arasında;

- Su soğuk değil mi? 

- Evet ama girince alışıyorsunuz.

- Yavaş yavaş değil, bir anda bırakın kendinizi.

- Başını suya hemen sokarsan üşümezsin.

ya da

- Su bugün ılık değil mi?

- Evet evet çok güzel.

- Dün serindi mesela.

Aslında güzel, havadan sudan konuşup yoktan yaratılmış diyaloglar. Öte yandan sohbet tekrardan ibaret, duyulmaktan nasıl bıkılmıyor bilemedim. Konuşulanın kime ne faydası var onu da çözemedim.

Bir tek gün çok soğuk oldu ama gerçekten çok soğuk. Bir anda patladı şakalar.

- Soğuk kavramını zihninden silemeyen gelmesin.

- Öyle soğuk ki sıcak ne demekti unuttum.

- Girince alışmayı bırak çıkınca bile fikre alışamıyorsun.

O an fark ettim işte biz buyuz. Başımıza olumsuz bir şey geldiğinde alaycılığa vurup yaşıyoruz. Yaratıcılığımız dar günde boy veriyor, o da mavraya yarıyor. 

Sair günlerde biz yeni cümle kuramıyoruz, klişelerden dışarı adım atmıyoruz.

Ve maalesef bu dili gerçekten 500-600 kelime ile konuşuyoruz, fikirler de bu yüzden uçuşmuyor belki.

Dalgasını geçemediğimizin de atışmasını yaşıyoruz. Böylece dağılıyor öfkemiz.

Geçenlerde başka bir gün, Anadolu yakasından Avrupa'ya geçmeye çalışıyorum. Kontak kapatmalı bir trafik var. 

Yaşını anlayamadığım, siyah çarşaf içinde bir kadın, ölçüleni 37 hissedileni sonsuz sıcaklıkta, araçlar arasında elinde bir kartonla dileniyor.

Markör denilen kalın keçeli kalemle yazılmış, (Bu işe yapılmış tek yatırım o kalem sanırım): Allah için para, açım…

Din fikrinden uzaklaşma sebebim tam da bu yaklaşımdı, onu hatırladım. Bir insana, yalnızca aç kalmasın diye yardım etmeye çalışmakla, Allah kızmasın ya da Allah görsün de iyi bir kul desin diye sadaka vermek arasındaki farktı. Açı doyurmak, insan aç kalmasın diye değil, onu doyurana sevap kazandırsın diye yapılması gereken şey. Destek, dayanışma bile bir çıkar üzerinden tembihleniyor.

O kadar sıcak ki bir insanın tüm bedeni siyah bir kumaş altında pişerken, sıcağı çeken, gölgesiz bir asfaltta ve egzoz sıcağında dikeldiğini görmeye dahi dayanmak zor. Camlar açılıyor, avcuna üç beş tıngırdıyor bozukluklar. Zaten arabalardaki demir paralar, koltuk arasında kaybolmaktan başka artık ne işe yarıyorlar?

Az ileride ise bir adam su satıyordu. Tozlu asfaltta, yine aynı sıcağın altında, üzerinde askıdan yeni alıp giymiş gibi, jilet gibi ütülü bembeyaz bir gömlek, kumaş pantolon ve yürüyüş ayakkabıları.

O kadar şık su satıyor ki sanki su markasının sahibi gelmiş sosyal deney yapıyor markasıyla ilgili. Tüm araçlar, beklenmedik bir trafiğin göbeğine düşüp kontak kapatmışlar. Yine de rağbet yoktu ona.

Her memleket insanı gibi ben de içimden hesaplamaya başladım; bu trafikte su satma işi kaç para getiriyor da bu kadar şık ve hevesli olabiliyor insan?

Sözelciyim diye mi bilmem, benim hesapların hiçbiri tatmin edici çıkmadı. Köprü çıkışında, hâlâ devam eden trafikte bu sefer bir kadın gördüm, çiçekli tiril tiril elbisesi, bir elinde güneşten korusun diye yazlık şemsiyesi, diğer elinde bir file içinde su; su satıyor şıkır şıkır.

Bahadır Özgür’ün son okuduğum yazısının manşeti geldi o an aklıma “Hepimizi neden döve döve asgari ücretli yaptılar?” Fark ettim ki bu insanlar henüz yeni su satma işine başlamışlar. Mecburiyetten. İşini ciddiye alan çoğu emekçi gibiler. Onlar, susayan insana, ulaşılması zor yere, ağır su taşıyarak verdikleri emeğin karşılığını ekleyerek su satıyorlar. “Bu garibandan su alırsanız sevap kazanırsınız” pazarlaması yapmadan.

Eski akademisyen yeni seyyar pilavcı, eski mühendis yeni elektrik ustası, eski sosyolog yeni tezgahtar, eski fabrika işçisi yeni iş güvenliksiz temizlikçi olan, olmak zorunda bırakılan herkes gibi.

Milyonlarca insanın yaşadığı, kalanların da yakında yaşayacağı o araftalar: Onuruyla hayatta kalma. 

Mesleğimizin ederi eksildikçe, işsizlik arttıkça, sendikalar vasıfsızlaştıkça, beyaz yaka sınıfının farkında olmadıkça, biz 500 kelimeyle yetinmekten, aynı suda yıkanmaktan, boş konuşmaktan, mavralarda çaresizlik sönümlemekten, çelik gibi öfkemizi birbirimize çala çala paslandırmaktan ve her savunumuzda esas hakkı önceliklemek yerine, karşımızdakinin bakış açısına uyup bir çıkar sunmaktan vazgeçmedikçe hepimiz o asfalttan beter sıcakta yanacağız, hangi cennet vaadi ikna eder bu cehennemi yaşamaya? Asgari ücretle geçinemedikçe, yaşamı asgarileştirmek bir direnme hali ama ancak ölüme direnme.

Köprü yolu neden tamamen tıkalı olur? Ya çakarlı konvoylara kapatıldığından ya da işte denk geldiğim gün gibi köprülerde asgari yaşam emaresine bile ulaşamayınca intihara niyetlenenlerden.

Peki şaşkınlığı yaşamaya alışılıyor da şaşırtmak neden öğrenilemiyor? Neden birkaç bin kelime ile masaya yatırılmıyor şu soru: Direnerek mi kazanılıyor, atağa geçerek mi?

Eray Özer'i bu sıralar podcastlerinden hatırlarsınız, dili 500 kelimeye sıkıştırmayan, fikir üreten ve bilgiyle besleyen bir arkadaştır. İsyan ediyordu sosyal medyada. Bozcaada'da çıkan yangın için desteğe giden itfaiye araçlarına, tatilciler feribot sırasını vermemiş. “Yaşam denilen şeyden aynı şeyi mi anlıyoruz? Yazık size... Bize yazık aslında. Yazık...” diyordu.

Hani yeğenim insanları yaşına göre büyük ve küçük diye ayırıyor ya, o hâlâ sevgi dolu bir çocuk olduğundan. Gerçekte küçük insan, kendisi dışındaki her olaya kör, dilsiz, sağır kalan, memleketi savunduğunu sanırken bile yalnız kendi yarasını esas alan, çıkarı ortaya koymadan bir hakkı savunamayan, serbest gezen yılan kendine dokunmaz sanan o. Küçük insan küçük hesapların insanı, hesapta tutar da değil belirleyici olan.

Parayı bulan kendini büyük sanıyor, bütçesiyle ifade ediyor kendini, büyük fontlarla marka yazıyor giysilerinde, saati görünecek şekilde poz veriyor.  Ama toplasan, su satmaya ütülü gömlekle ya da çiçekli elbiseyle çıkmak kadar büyük etmiyor. Yaşar Usta tiradıyla kaç nesil büyüdü, bilmiyorum kartvizitinde kamu görevi yazan birileri nasıl böyle İtalyan işi ultra pahalı takımlar içinde küçülebiliyor? Bir ada yanarken nasıl kendini itfaiyeden daha önceye koyabiliyor? Küçük insan şu koca dünyada kendini biricik sanıyor. Ne sınıfından haberdar ne her adımının onu da arafa yaklaştırdığından. Sorgulamıyor küçük insan, ona kendi fikri yetiyor, o da başkasından duymuştu, üzerine eklemeden bir diğerine aktarıyor: “Girince alışıyorsun.”

O; itfaiyeden önce adaya varacak, sonra herkese yangın ne fenaydı, tatilleri nasıl zehir oldu onu anlatacak. İnternetten öğrendiği lokantaya gidecek, çok hesap ödeyecek. Kulağına çalınanı kendi de tecrübe etmenin rahatlığıyla aynen aktaracak: “Ada da bozdu ya, üç kişiye bir salata üç çeşit zeytinyağlı, balık bile söylemedik, bir hesap geldi inanamadık.” Kime ne faydası oldu bu muhabbetin hiç sorgulamayacak.

“Neyin faydası olurdu?” sorusu aklına bile gelmeyecek. Küçük insan, yalnızca bir lider ararken farkında oluyor cürmünün ne kadar küçük olduğundan. Hiç kendi bileğiyle güreşe girmek aklına gelmiyor. Hep bir önder arayışında. Böylece ona kalan küçücük bir sorumluluk olacak, en yormayanından. Büyük insan, büyük yaşıyor hayatı. Dalından kopardığı incirin eline yapışan sütünü koklarken bile daha büyük haz alıyor çok sıfırlı adisyonların yiyicilerinden. Ve düşünüyor: Ya tükenirse bu incirin soyu bu topraklardan? Büyük insan suyun soğuğunu değil, sahilin kamuya açık olup olmadığını umursuyor. Onun girdiği deniz onun, onun baktığı gök onun, onun kökü kendine yurt bellediği yerde, milim oynamıyor yerinden. Satın alabilmekle ilgilenmiyor büyük insan, satın alınamamak onun meziyeti. 

Büyük insan olmak öyle milyonda bir gelir biri de değil ki; bilgi, tecrübe, cesaret, geniş bir bakış açısı ve etik duvarlar. Bunları edinince olunuyordu bir zamanlar.

Küçük insanlarla nasıl baş edelim diye düşünürken, dilin güzelliği işte; emir kipiyle fiil: küçülme, türet: küçümse, vesaire...

Ve büyük bir cümle kuralım madem, sıfatıyla, fiiliyle: “Büyük insanı gözünde büyütme, insanın altını çizmek yeterince büyük bir hamle.

Öyle yangın yeri ki ortalık, küçük hamlelerle sönmüyor.

Biraz büyüklenelim diliyorum.         /././

'Dingo'nun ahırı' mı, 'burjuvazinin ahırı' mı? -Fatih Polat-

Geçtiğimiz hafta bu köşede, cezaevinde tutulan TİP Hatay Milletvekili Can Atalay ile ilgili AYM’nin kararıyla ilgili olarak TBMM Genel Kurulunda atılacak hangi adımın ne anlama geleceğini tartışmıştık.

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un Erdoğan’dan yeni bir işaret gelene kadar, Atalay dosyasını sümen altında tutmasının en güçlü ihtimal olduğunu aktarmıştık. 16 Ağustos’ta TBMM Genel Kurulu da bunu doğrulayacak şekilde kapandı.

Ancak Meclis Genel Kurulunda yaşananlar sadece bundan ibaret değildi.

Her şeyin adını doğru koyarak tane tane değerlendirelim. Can Atalay oturumunda yaşananlar, ‘Meclis karıştı’ başlığı altında özetlenemez. Eğer iki sözcükten ibaret en kısa özeti yapacaksak doğru tanım şudur: Meclis karıştırıldı.

Zira, Can Atalay’ın vekilliğinin düşürüldüğü oturumu yöneten ve ülkenin en uzun dönem adalet bakanlığı yapmış isimlerin başında gelen Bekir Bozdağ’ın bu oturumu da, sıra Gülizar Biçer Karaca’da olduğu halde yönetmesinin dayatılması, hem muhalefete meydan okuma, hem de açık bir provokasyondu. Yani, “Bugün buradan Can Atalay’ın vekilliğinin önünü açacak bir karar çıkamayacak” cümlesinin, Saray rejimi tarafından ilanıydı.

Ardından yaşananlara gelelim. Oturumda TİP Milletvekili Ahmet Şık, konuşmasını yaptığı sırada AKP İzmir Milletvekili ve TBMM İdare Amiri Alpay Özalan’ın saldırısına uğradı. İdare amirlerinin görevi Mecliste milletvekillerinin görüşlerini açık ve serbest bir biçimde dile getirebilmesi için gerekli ortamı sağlamaktır. Özalan’ın yaptığı ise, Ahmet Şık’ın ifade özgürlüğünü, kürsü ve yasama dokunulmazlığını hiçe saymaktır. Ortada kınama ile geçiştirilemeyecek bir suç vardır. Ahmet Şık’a kınama cezası verilmesi ise, yaşanılanı saldırı değil de, “kavga” olarak tanımlamak içindir. Saçmalıktır.

AKP’lilerin saldırısı sonucu, DEM Parti Grup Başkan Vekili Gülistan Koçyiğit ile CHP Milletvekili Okan Konuralp’in kaşlarının yarılması, 15 Temmuz darbe girişiminde bombalanan Meclisin iradesine yönelik ikinci fiziki darbedir.

Tüm bunlar AYM’nin Can Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesinin hükümsüz olduğunu ve iade edilmesi gerektiğini belirten kararına karşı, dolayısıyla verili Anayasa’ya karşı yapılmıştır.

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Ahmet Selim Köroğlu’nun sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımında saldırıyı savunarak, “Burası TBMM dingonun ahırı değil, hakaret edersen cevabını da alırsın. Osman Kavala, Selahattin Demirtaş ve Can Atalay teröristtir" ifadelerini kullanması, saldırının adresinin itirafı niteliğindedir. Yani Özalan bir sonuç olarak karşımızdadır.

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Köroğlu’nun, “Burası TBMM dingonun ahırı değil” sözleri, insanın aklına, Lenin’in, burjuva parlamentosunu “Augeas’ın ahırları”na benzetmesini getiriyor. Yunan mitolojisinde Kral Ellis'in oğlu olan Augeas, ülkesindeki en büyük ahırlara sahiptir ve Herkül gelene kadar bu ahırları hiç temizletmemiştir.

Lenin’in “Augeas’ın ahırları”ndan gelen pis kokulara benzettiği burjuva parlamentosu, 16 Ağustos’ta, Türkiye’de adeta yeniden sahnelenmiştir.

16 Ağustos’ta TBMM Genel Kurulunda yaşananları, “Ülkedeki gerilimin ve siyasal kutuplaşmanın yansıması” olarak yorumlamak da ilk bakışta kulağa doğruymuş gibi gelse de, özünde, ya yaşananlardan bir şey anlamamak ya da bilinçli olarak yaşananları çarpıtmaktır.

Ülkede uzun süredir siyasal bir kutuplaşma vardır ama, bu kutuplaşma, devletin zirvesinden aşağıya doğru körüklenmektedir. Kaldı ki, 16 Ağustos’ta yaşanan yeni bir tablonun sonucuna işaret ediyor. 7 Haziran 2015 seçimlerinden tek başına iktidar olma şansını kaybeden AKP, 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde ikinci parti durumuna düşmüştür. Bu konumdaki bir iktidar, kasti olarak, hukuksuz bir biçimde vekilliğini düşürdüğü bir muhalefet partisi milletvekilinin haklarının iade edilmesi gerektiğine hükmeden Anayasa Mahkemesi kararına da direniyorsa bu asimetrik durum, öncesinden daha farklı bir gerçekliğe de tekabül eder. Sandıkta kaybetmiş bir iktidar partisi, Anayasa Mahkemesinin açık hükmünü de yok sayarak elindeki devlet imkanlarını muhalefete zulmetmek için kullanıyorsa, bu aslında, provokasyon topunu hem Meclisin hem ülkenin ortasına atmak demektir.

Bu arada Lenin’in, yukarıda aktardığımız benzetmesine karşın, işçi sınıfının devrimci iktidarı için parlamento dahil başka pek çok aracın kullanılabileceğine vurgu yaptığını hatırlatalım.

Parlamentoyu “Augeas’ın ahırları”na dönüştürenlere karşı, o alanı, halkın iradesinin yansıyacağı bir mekanizmaya dönüştürmek de yine bir mücadele işidir.

Mecliste, iş yerlerinde, fabrikalarda, sokakta, hastanelerde, eğitim kurumlarında, hayatın nabzının attığı her yerdeki mücadele…

Bağlarken de vurgulayalım: Bir ülke, bu düzeydeki bir siyasal çürümüşlüğü uzun süre kaldıramaz.                                           /././

Bu kadar düşük tenörle madencilik yapılır mı?/ Avunmayacağız! -Özer Akdemir-

15 Temmuz darbe girişiminden sonra Gülen Cemaatine yakın İpek Holding bünyesindeyken TMSF’ye aktarılan Koza Altın Şirketi ülkemizde çok tartışmalı altın madenciliğine yeni projeler ekleyerek devam ediyor. Bergama, Dikili, Eskişehir, Ağrı, Kayseri, Gümüşhane gibi yerlerde altın madenleri bulunan Koza Altın son olarak Kaz Dağı silsilesinde yeni bir maden işletmesi için çalışma başlattı. Şirketin Balıkesir Burhaniye’ye bağlı Avunduk köyü yakınlarında altın işletmesi açmak için ÇED süreci başlattığı Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı e-ced internet sitesinden duyuruldu.

CEVHER 1.5 SAAT UZAKLIKTAKİ BERGAMA’YA TAŞINACAK

Koza Altın İşletmeleri A. tarafından 8 bin167 hektarlık proje alanında gerçekleştirilmek istenen altın madenciliği patlatmalı yer altı maden işletmeciliği şeklinde planlanıyor. Şirketin yayımlanan proje tanıtım dosyasına (PTD) göre alandan çıkarılacak cevher Koza’nın Bergama Ovacık’taki altın işletmesine taşınarak burada siyanür liçi yöntemi ile ayrıştırılacak.  Ekonomik ömrünün 10 yıl olacağı öngörülen proje için bu sürede yapılacak kazı miktarı 505 bin 511 ton olarak hesaplanmış. PTD’deki verilere göre yer altı maden işletmeciliği ile üretilecek cevherdeki altının ortalama tenörü 1.75 g/ton olarak öngörülmekte.

"TENÖRÜN EN AZ 10-15 GRAM OLDUĞUNU SANIYORUM"

Tonda 1.75 gram gibi son derece düşük bir tenörle altın üretiminin yapılacağı bilgisini sorduğumuz konunun uzmanı maden mühendisi, bu rakamın hiç inandırıcı olmadığını söyledi. Adının haberde yer almasını istemeyen uzman; “Tenörün en az 10-15 gram/ton olacağını sanıyorum. Düşünün; yer altı madenciliği yapacaksınız ve çıkardığınız cevheri de kamyonlarla bir buçuk saat uzaklıktaki Bergama’ya taşıyacaksınız. Bu tenör bu maliyeti mümkün değil kurtarmaz. Hele ki bu enflasyon ortamında ve mazot fiyatları bu kadar yüksekken…”

"DÜŞÜK TENÖRLÜ ALTIN MADENLERİ VAR AMA…"

Dünyada Avustralya ve Yeni Zelanda’da 2-3 gr gibi düşük tenörlerin bulunduğu yerlerde altın madenciliğinin yapılabildiğini belirten uzman, “Ancak buralarda da devasa makinelerle ve altının yanında kurşun, çinko, bakır gibi farklı madenlerin de olması ile yapılabiliyor. Bu diğer madenler üretim maliyetini düşürüp kârlılığı arttırabildiği için yapılıyor. Ancak şirketin PTD’de verdiği oranla Türkiye’de kârlılık mümkün değil. Zaten ÇED raporlarının ve PTD’lerin bilimsel bir değeri, inandırıcılığı yok maalesef” diye konuştu.

HAFTANIN 5 GÜNÜ, AYDA 18 PATLATMA YAPILACAK

PTD’deki bilgilere göre madenin 8 bin167 ha’lık ruhsat sahası olacak. Arazi hazırlık ve üretim faaliyetleri aşamalarında 3’ü beyaz; 20’si mavi yakalı 23 işçinin çalışması planlanıyor. Maden faaliyeti süresince haftanın 5 günü ayda 18 patlatma gerçekleştirilecek. Yıllık patlatma sayısı ise 210 olarak verilmiş. Madencilik faaliyetinin gerçekleştirileceği proje alanının 14.8 km kuzeybatısında Burhaniye, 1.66 km kuzeyinde Yaylacık Mahallesi, 770 metre kuzeybatısında Avunduk Mahallesi, 1 km güneybatısında Sübeylidere Mahallesi, 2.31 km güneyinde Kırtık Mahallesi, 2.66 km kuzeydoğusunda Karacaoluk Mahallesi ve 5.4 km güneybatısında Yabancılar Mahallesi bulunmakta. Proje alanına en yakın konut ise madenin 560 metre kuzeybatısında; Avunduk Mahallesi’nde bulunuyor.

ZEYTİN KANUNU’NU BU RAPORLA AŞACAKLAR

Proje alanı kadastro haritası ve onaylı çevre düzeni planına göre orman alanı içerisinde yer alıyor. Maden projesinin 3 km çaplı alanı içerisinde birden fazla zeytinlik, zeytin fidanlığı ve fıstık çamı yetiştiriciliğinin yanı sıra, meyve-sebze üretiminin de olduğunu PTD raporundan öğreniyoruz. PTD raporunun ekleri içinde yer alan ve madencilik faaliyetinin zeytinciliğe etkisine dair şirket tarafından Ege Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Nedim Çetinkaya’ya 31 Mayıs 2024 tarihinde yaptırılan raporda proje alanının 3 km çapındaki bölgesinde çeşitli köylere ait zeytin ve fıstık çamı yetiştiriciliği olduğu belirtiliyor. Raporda, bu zeytinlerin bakımsız olduğu, tarımsal girdi maliyetlerinin yüksekliği nedeniyle köylünün bakım yapamadığı, fidanlığın ise ekonomik değerinin bulunmadığı gibi tespitlerin bulunması dikkat çekiyor. Raporun sonuç ve kanaat kısmında ise sıralanan birçok başka şartla birlikte “Koza’nın diğer madencilik faaliyetlerindeki çevresel sorumluluk garantisine, taahhütlere ve alınacak önlemlere titizlikle uyulması kaydıyla bölgedeki altın madenciliğinin zeytinlerin gelişimine etki etmeyeceği ileri sürülüyor.

ENDEMİK İKİ BİTKİ TÜRÜ, BİRKAÇ SAYFA SONRA YOK OLDU!

PTD’ye göre proje alanına 3.4 km kuzeybatıda Reşitköy Barajı bulunmakta ve başkaca gölet ve su kaynakları sıralanmakta. Yine maden alanının 4.5 km kuzeybatısında yer aldığı belirtilen 1. derece arkeolojik sit alanında ne olduğuna dair bir bilgi bulunmuyor. PTD’deki flora fauna verilerinde ise çelişkiler söz konusu. Proje sahasında; 133 cins, 147 tür, 16 alt türün tespit edildiği ve 2 endemik bitki türünün (Alcea apterocarpa Boiss. ve Corydalis wendelboi Liden) bulunduğu bilgisine yer verilirken, ilerleyen sayfalarda “Alanda bulunması muhtemel bitki türleri arasında endemik tür yer almamaktadır” deniliyor. PTD’ye göre, alanda Bern Sözleşmesi’ne (Avrupa Yaban Hayvanları ve Doğal Habitatlarının Korunması Sözleşmesi) göre 5 tür kesin korunması gereken, geriye kalan 14 tür ise korunması gerekli türler arasında bulunmakta. Proje sahası ve yakın çevresinde 123 kuş türü doğrudan saha gözlemleri, literatür, anket ve habitat uygunluğu göz önüne alınarak tespit edilirken, IUCN kriterlerine göre, ruhsat sahaları ve yakın çevresinde belirlenen kuş türlerinden Aquila heliaca (şah kartal) ve Streptopelia turtur (üveyik) türleri VU (hassas) kategorisinde yer almakta. Anthus pratensis (çayır incirkuşu) ve Falco vespertinus (ala doğan) türleri ise NT (tehlikeye yakın) nesli tehlike altına girebilecek türler olarak belirlenmiş.

HANGİSİ DAHA BÜYÜK BİR AYIP!

En son Balıkesir Burhaniye Avunduk maden projesinde görüldüğü gibi Koza Altın ülkenin dört bir yanında devlet eliyle doğa katliamını sürdürmekte kararlı. Avunduk projesinde tonda 1.75 gr olduğu söylenen altın miktarı uzmanlara göre epeyce şüpheli. Bu kadar az bir tenör için bölgedeki zeytinlikler, orman alanı, diğer tarımsal araziler yok edilir mi? “Edilmez, hiç rantabl değil” diyemiyoruz ne yazık ki! İşin içine bütün giderleri devlet olanakları ile karşılanan, çevre koruma, yerel halkın geçim kaynakları, tarıma, ormancılığa, su varlıklarına olumsuz etki, rehabilitasyon kaygısı olmaması gibi unsurlar da göz ardı edilince bu kadar az bir tenör için Kaz Dağı gibi bir yerde patlatmalı altın ocağı açabilirler! Tenör düşük gösterilerek bir yolsuzluk yapılıyorsa ciddi bir kamu zararı var demektir. Ancak, tenörün yazıldığı gibi olması belki ilkinden daha büyük bir skandal ve doğa faciası anlamına geliyor.

Koza Altın’ın Burhaniye Avunduk projesini, ülkede hukukun, adaletin, yönetenlerin vicdani ve ahlaki sorumluluk duygusu gibi erdemlerinin hiç mi hiç kalmadığına en son örnek olarak verebiliriz.

Avunduk köyünün adı Türkçe sözlükte “avuntu, teselli” olarak yer buluyor. Bir ton toprağı, ormanları, zeytin ağaçlarını, fıstık çamlarını 1.75 gram altın alacağız diye yok edenler, işletmenin bölgede istihdam yaratacağı, alışverişi canlandıracağı gibi vaatlerle köylüleri avutmaya çalışıyor. Kesilecek binlerce kızılçam, zeytin ve fıstık çamları göz önüne alındığında bu vaatler ne köylüyü, ne ülkede yaşayan diğer yurttaşları avutacak şeyler değil! Altın madencilerinin yalanları bugüne kadar hiç kimseyi avutmadı, avutmayacak. Avunmayacağız!..                                

                                                        /././

Ücretsiz izin nedir? -Sinan Ceviz-

"Ücretsiz izin işçi tarafından talep edilebilir, belirli koşullar çerçevesinde patron tarafından da uygulanabilir. Ücretsiz izin için yazılı başvuru yapılması gerekir."

Ücretsiz izin, işçinin iş sözleşmesi devam etmesine rağmen ‘Çalışmayıp ücret almaması’ şeklinde özetlenebilir. Ücretsiz izin işçi tarafından talep edilebilir, belirli koşullar çerçevesinde patron tarafından da uygulanabilir. Ücretsiz izin için yazılı başvuru yapılması gerekir.

Ücretsiz izin kullanma şartları nelerdir?

İşçiler “Evlilik, yakın birinin vefatı, seyahat, mazeret izinleri, evlat edinme, doğum” gibi nedenlerle ücretsiz izin için başvuru yapabilir. Özellikle toplu iş sözleşmesinin uygulandığı iş yerlerinde birçok halde ücretsiz izin hakkı tanımlanmıştır. Sendikalı iş yerlerinde işçilerin askerlik hallerinden yargılanmaları durumuna kadar birçok noktada ücretsiz izin hakkının tanımlandığı sözleşmeler mevcuttur.

Patron keyfi şekilde işçiyi ücretsiz izne çıkarabilir mi?

Gerçek anlamıyla patronlar işçileri keyfi anlamda ücretsiz izne çıkaramazlar. Ancak gerek kapitalist sistemin işleyişi gerekse İş Kanunu’ndaki boşluklar bu konuda da patronlara alan açar. Toplu olarak veya tek tek işçilerin ücretsiz izne çıkarılabilmesi için işçilerin onayının alınması gerekmektedir. Ancak; ülkede daha önce de deneyimlenen pandemi dönemlerinde ya da ‘İş yerinde daralma, üretim azalması’ gibi gerekçelerle patronlara ücretsiz izin uygulama hakkı verilmiştir. Bu ise çoğu zaman işçilerin haklarının açık şekilde ihlal edilmesi şeklinde karşılık bulur.

Ücretsiz izin süreleri ne kadardır?

Normal koşullarda patronların toplu uygulamalarında ücretsiz izin en fazla 3 ay şeklinde sınırlandırılmıştır. Ancak yine pandemi döneminden örnek verirsek, ücretsiz izin süresinin bir yılı aştığı hatırlanacaktır.

Öte yandan İş Kanunu, ücretsiz izin sürelerini belirlemiştir. Örneğin; kadın işçiye, analık izninin bitiminden itibaren isteği halinde altı aya kadar ücretsiz izin verilir. Kadın ve erkeğe çocuğun yetiştirilmesi için ücretsiz izin sağlanır. Talepler doğrultusunda ilk doğum için 60 gün ücretsiz izin kullanılır. İkinci doğumda ise bu süre 120 gün olacak şekilde düzenlenmiştir. Diğer doğumlarda ise en fazla 180 gündür. Çoğul doğumlarda 30 gün daha eklenebilir.

Ücretsiz izin kıdemden sayılır mı?

Fiilen iş akdinin askıya alınması olarak uygulanan ücretsiz izin süresi kıdem günlerine dahil edilmez. Fiilen çalışılmadığı süre, işçinin ve patronların karşılıklı borçlarının askıya alınması anlamına gelmektedir ve bu nedenle kıdem hakkına ücretsiz izin günleri dahil edilmez.

Ancak toplu iş sözleşmelerinde yer alacak “Zorunlu ya da değil işçilerin ücretsiz izinde olduğu süreler kıdem gün sayısına eklenebilir” gibi bir ifade ile bunun bir hak olması sağlanabilir.

Ücretsiz izne çıkarılan işçinin hakları nelerdir?

Öncelikle işçilerin en temel hakkı, rızalarının alınmasıdır. Bu hak patronların işçileri zorla ücretsiz izne çıkaramayacağı anlamına gelir. Bu hakkın ihlal edilmesi durumunda işçiler Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı müfettişlerine başvurabilir. Ayrıca mağduriyetlerin giderilmesi için iş mahkemelerine dava açabilir.

Hak ihlallerine karşı en etkili yöntemlerden biri ise işçilerin sendikalaşarak toplu iş sözleşmesi ile haklarını belirlemesidir. Çünkü İş Kanunu işçinin rızası olmadan ücretsiz izin dayatılamayacağını belirtse de pandemi gibi hallerde veya iş daralması gerekçesi ile çeşitli durumlarda işçiler zorla ücretsiz izne çıkarılabilir ve maddi olarak zarara uğratılabilir. Tüm bu hallerde işçilerin mağduriyetlerinin önlenmesi için toplu iş sözleşmesinin yapılması gereklidir. Kısaca işçilerin tüm haklarında olduğu gibi bu hakkın kullanımında da mahkemelerden daha etkili yöntem örgütlü olmalarıdır.

                                                         /././

Filistin kimin ‘dava’sı? Filistin kimin ‘dava’sı olmalı? -Yücel Demirer-

Hamas'ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugaylarının 7 Ekim 2023'te gerçekleştirdiği ‘Aksa Tufanı’ operasyonundan bir hafta sonra bu köşede yayınlanan “İç Siyaset Meselesi Olarak ‘Filistin” başlıklı yazıda ‘Filistin’ konusunu bazı yönleriyle değerlendirmiştik.

Saldırıların ilk haftasından itibaren Filistin halkına yaşatılan kırım, bir yıla yaklaşan bir süredir, ağırlaşarak devam ediyor. İsrail devletinin Gazze’ye yönelik hava ve kara saldırılarında her gün yüzlerce sivil katlediliyor. Yüz binlerce kişi sadece dur durak bilmeyen bombalarla değil, içme suyu ve gıda yokluğuyla, salgın hastalıklarla mücadele ediyor. Zulüm Gazze ile sınırlı değil. Kudüs ve Batı Şeria’da da ölü ve yaralı sayısı her geçen gün artıyor. İşkencede öldürülen Filistinlilere ilişkin haberlere, İsrail askerlerinin Negev Çölü'ndeki Sde Teiman Gözaltı Merkezinde bir Filistinli tutsağa cinsel işkence yaparken güvenlik kamerasına yansıyan görüntüleri ekleniyor.

Bunlara rağmen Gazze’de yaşanan trajedi, acı veren bir sessizlik ve neredeyse kanıksanmışlıkla karşılanıyor. “Demokrasi şampiyonu” ülkelerde Filistin’deki soykırıma karşı çıkan üniversite gençliğinin sesinin orantısız güç kullanılarak bastırılışı sonrasında sokaklarda ve üniversite kampüslerinde derin bir sessizlik hüküm sürüyor. Gazze’ye yönelik saldırıların hemen ardından dünyanın dört bir yanında alanları dolduran kitlelerin sesi artık duyulmuyor.

Ülkemizde de Filistin’de yapılan soykırıma karşı sürmekte olan ilgisizlik can acıtıyor. Geçtiğimiz günlerde Erdoğan rejiminin Instagram’a getirdiği erişim yasağına Instagram yöneticilerinin Filistin konusundaki adaletsiz tutumunu bahane etmesinde görüldüğü gibi Filistin meselesi iç siyaset malzemesi yapılmaya devam ediliyor. Bir yandan Türkiye’den İsrail’e yapılan ihracat dolaylı yollardan sürdürülmekteyken, iktidar tarafından yürütülen algı yönetimine karşı sosyalist solun sesini yükseltmesi, yaratıcı yöntemlerle Filistin halkına desteğini göstermesi gerekiyor.

* * *

Filistin meselesi 1960’lar dünyasının siyasal çekim merkezlerinin başında gelmekteydi. Filistin mücadelesi, o dönemde yolunu arayan sol siyasal enerjiye sadece pratik imkanı değil, siyasal eğitim ve tecrübe de sağlamıştı. Kadro düzeyindeki bu önemli katkısı yanında, haklılığı ile kitlelerin aktif sempatisini kazanıp, onları harekete geçiren bir işlev de yüklendi. Kısıtlı imkanlarla ve çetin koşullarda sürdürülen mücadele dünyanın dört bir yanında antiemperyalist mücadelenin rol modellerinden biri oldu.    

1960-1980’ler arasında sosyalist dünya görüşünün şemsiyesi altında Filistin’de yükselen mücadele sosyalist pratiğe hem deneyim hem de önemli liderler kazandırdı. Ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşünü izleyen dönemde yaşanan hegemonya kaybı ve sahada yapılan taktik ve stratejik hatalara bağlı olarak Hamas, İslami Cihad ve benzeri örgütler Filistin mücadelesinde liderliği ele geçirdi. Filistin mücadelesinde önderliğin İslamcıların eline geçişini sadece emperyalist gizli servislerin eliyle açıklamak mümkün değil. Bu geçişin ve Filistin siyasetini etkileyen güncel dinamiklerin tahlilindeki yetersizlikler, dünya solunun Filistin’e ilişkin kafa karışıklığında önemli bir yer tutuyor.

Bahsi geçen kafa karışıklığı ülkemizin sol cenahında da sessizliğe ve yıllarca verilen devrimci emekle bu konuda kazanılmış olan itibarın zayıflamasına neden oluyor. Yanı başımızda IŞİD tarafından gerçekleştirilen vahşi katliamlardan Ortadoğu ülkelerinden ülkemize yönelik düzensiz göçe kadar pek çok endişe kaynağının izleri Filistin’e ilişkin geliştirilen tutuk söylemde ve sessizlikte izlenebiliyor. Hamas’ın Filistin’deki pozisyonu ile bölgedeki diğer İslamcı hareketlerin rolü, bilgi ve bütünlüklü bakış açısı eksikliğinden birbirine karıştırılabiliyor. Sol cenahta da işgal ve sömürgecilik karşıtı mücadeleyi bağlamından kopartıp “terörizm” çerçevesi içine yerleştirenlerden uzak kalmaya yeterince özen gösterilmiyor.

Oysa bugün Filistin’de Hamas saldırısını fırsat bilen Netanyahu yönetiminin sürdürdüğü kırım sadece kendi iktidarını sürdürme ve eriyen desteğini artırma çabasıyla açıklanamaz. Tıpkı Ukrayna’da yaşananlar gibi Filistin’de sürmekte olan savaş da emperyalist paylaşım mücadelesinden ve artık giderek daha sık anılır hale gelen üçüncü dünya savaşının ön adımlarından biri olarak değerlendirilebilir.

Her ne kadar emperyalist odaklar İsrail’in yürüttüğü katliamı “varoluşsal tehdit” altında bulunan bir ulusun “Kendini savunma hakkı” olarak tanımlama eğiliminde olsalar da, yaşananları Ortadoğu’da egemenliğini korumak isteyen ABD önderliğindeki Batı ittifakı ve bu eğilime karşı bölgede etkinliklerini arttırmak isteyen Çin, Rusya ve İran gibi güçler arasındaki rekabetten ve dolayısıyla siyasetten ayrı düşünmek mümkün değil. İsrail’in Filistinlilerden arındırılmış bir Gazze tasarımının aynı zamanda emperyalist hegemonyaya tamamıyla teslim olmuş bir Ortadoğu hayaliyle kesiştiğinin ve bu durumun Ortadoğu halklarının barış ve özgürlük düşlerinin sonu demek olduğunun görülmesi gerekiyor.

Hamas şiddetini ortaya çıkaran ve sürdürülmesine neden olan tarihsel ve toplumsal koşullar üzerinde sağlıklı bir bakış açısı geliştirmek, bu ve benzeri çatışma ve savaşların yerel gibi görünseler de bütünsel hegemonya mücadelesinin parçası olduğunu unutmamak ve Batı merkezli bakış açısına teslim olmamak büyük önem taşıyor.

Emperyalist rekabetin içinden geçtiğimiz aşaması, Filistin halkının kaderini bölge emekçilerinin ve Türkiye işçi sınıfının kaderine bağlamış bulunuyor. Bu nedenle Hamas önderliğinde yürütülen ancak asla onunla sınırlı olmayan mücadeleye verilen destek tüm bölge halklarının barış, refah ve özgürlük özlemine yakınlaşması anlamı taşıyor. Filistin meselesinde de kültürel ve dinsel ayrımlar yerine sınıfsal ortaklıklara yoğunlaşılması, soldan müdahalenin ısrarla sürdürülmesi gerekiyor.

                                                             /././

Bir erişkin oyunu: savaş, gıda güvencesizliği ve sağlık -Zeki Gül-

'Sobe' kadim bir çocukluk oyunuydu. Şimdi erişkinlerin küresel oyununa evrildi: Sağımız solumuz, önümüz arkamız savaş...

"Savaş, silahlı çatışma, şiddet tartışmasız bir şekilde bir halk sağlığı sorunudur" (HASUDER, 2017). Öyle ki, bir yandan yaşam ve tarım alanlarını yok ederken aynı zamanda atmosfere bırakılan azot oksit, nitrat, cıva vb. ağır metaller, toksik etkiye sahip kimyasallar, radyoaktif maddeler ve yıkılan şehirlerden ortaya çıkan asbest ile telafisi zor sorunlara yol açıyor. 

Sanayi tesislerinin ve barajların yıkılması, tarım alanlarının yok edilmesi, kimyasal ve radyoaktif kirliliğe maruz bırakılması, ormanların yakılması ile çevre yıkımının bir silaha evrilmesi doğal olarak gıda güvencesizliğini daha da derinleştiriyor.

Birleşmiş Milletler verilerine göre "Çevre sorunlarının yüzde 34'ünün nedeni savaş ve silahlar". 

Gıda güvencesi, "Bütün insanların her zaman aktif ve sağlıklı yaşamı için gerekli olan besin ihtiyaçlarını ve gıda önceliklerini karşılayabilmek amacıyla yeterli, sağlıklı, güvenilir ve besleyici gıdaya fiziksel ve ekonomik bakımdan sürekli erişebilmeleri" olarak tanımlanmıştı 1996 dünya gıda zirvesinde.

FAO'nun (2016) yaptığı tahminler, "Dünyada 815 milyon insanın yani her dokuz kişiden birinin yetersiz beslendiğini, bunların çoğunluğunun çatışma, şiddet ve kırılganlıkla mücadele eden ülkelerde yaşadığını gösteriyor."

Gıdanın üretimi, sağlanabilirliği, erişilebilirliği, kabul edilebilirliği, sürdürülebilirliğinde sorunlar, riskler yaşanır. Riskin doğası çok etkenlidir, dolayısı ile bu riskler birbirine eklenebileceği gibi, birbirini etkileyebilir de. Gıda güvencesi "Salt herkese yetecek kadar gıdanın temini olmayıp aynı zamanda sağlıklı, temiz, güvenilir olması ve insan onuruna yakışır bir şekilde sağlanması şartını da kapsar." Toplumsal refah kurumlarının gerilemesi ile bu alandaki yıkım derinleşir.

Denebilir ki, salt yaşandığı coğrafya, zaman ile sınırlı kalmayan, öncesi ve sonrası ile sınır tanımaz bir halk sağlığı sorunudur savaş eksenli gıda güvencesizliği. Savaş bitse de yol açtığı insani kriz dinmez. 

Gıda güvencesinde erozyon, savaş ve çatışmalar için hem bir neden hem de sonuç olabilme özelliği ile sorunu kronikleştirebilme potansiyeli taşır.

Sözü fazlaca yuvarlamaya gerek yok: Gıda güvencesizliği sağlıksız ve hasta nesiller demektir. 

Malnütrisyon ve savaş bağlamında bir örnek olarak 20 yıllık savaşın 2014 yılı itibarıyla Irak'ta faturası "5 yaş altında 1.5 milyon malnütrisyonlu çocuk olup ve her gün 100 bebek ölmekteydi" 

Kapitalizmin, özünde temel bir insan hakkı olan gıda güvencesini, dar bir kesimin ayrıcalığına indirgeyerek geri kalanlar için tüm sorumluluğu bireye yıkma gayreti, kendi yarattığı savaş koşullarında daha da kesifleşir. 

Beslenme toksik kimyasallara maruz kalma yollarından biridir. "Basra, Felluce gibi savaş yoğun bölgelerde çocukluk çağı kanserlerinde 12 kat, doğum anomalilerinde ise 17 kat artış olduğu bildirilmektedir (Bülent Şık, 2018).

Hasılı savaş öldürür: Savaşlarda sobe oynarken çocuklar erişkinler ölümle sobeler onları. Sobe oyununda yakalanmamak için çocuklar kaçar ve bir yere dokunarak "sobe" yaparlar. "Sobe" yapmak, oyuncunun güvenli bir bölgede olduğunu ve yakalanamayacağını belirtir. Savaşın çocukluk halinde sobe yapmak mülteci olabilmektir. Unutmayalım, mülteci çocuklar insanlığın kanayan yarası.

Sağlıcakla kalın.                                   /././

                                                Evrensel - GÜNDEM

İşçiler Türk-İş’in bir mesajla duyurduğu eyleme tepkili: Fabrikaya tek bir sendikacı gelmedi -Andaç Aydın ARIDURU/Murat UYSAL-

Türk-İş yarın sokağa ineceğini duyurdu. Ancak işçiler eylemden bir mesajıyla haberdar edildi, sendikacılar iş yerine uğramadı. İşçiler tepkili: “Göstermelik kararlarla olmaz, inisiyatif almalıyız."(https://www.evrensel.net/haber/525898)

                                                                     ***
WAT Motor ‘ekonomik zorluk’ dedi, işçileri kapı önüne koydu -Murat UYSAL-

Tekirdağ Kapaklı’da bulunan Arçelik’e elektrikli motor üretimi yapan WAT Motor’da 270’e yakın işçi işten atıldı. 600’den fazla işçinin çalıştığı WAT Motor’da 16 Ağustos Cuma günü 270’e yakın işçiye, “Şirketimizin içinde bulunduğu ekonomik durumdan kaynaklanan zorunlu hal nedeniyle 16 Ağustos  tarihi itibarıyla iş akdinizin feshi gerçekleşmiş olup gerekli işlemlerin tamamlanabilmesi için 19 Ağustos Pazartesi günü işletmeye gelmenizi rica ederiz” yazılı mesaj atıldı.(https://www.evrensel.net/haber/525902)

                                                                  ***

Anagold Madencilik 3 bin işçiyi işten çıkarıyor 

Erzincan'ın İliç ilçesinde Çöpler köyünde bulunan ve SSR Mining ile Çalık Holding'in ortaklığında kurulan Anagold Madencilik, işçilere maaş ödemeyeceği iddiasıyla toplu işten çıkarmaya hazırlanıyor. İşçiler bu sabah Anagold'un kapısından bile alınmadı. Halk TV’den Ferit Demir’in aktarımına göre, işçiler sabah saatlerinde işe gitmek için şirkete gittiklerinde kapıdan alınmadı. Bugün hiçbir çalışanın sahaya ve şantiye alanına alınmadığını aktaran Demir, Anagold'un 610 çalışanın 167'sinin işine son verildiğini bildirdi. Taşeron işçilerle beraber 3 bin kişi çalıştığı şirkette toplamda 1800 işçi işten çıkarıldı. (https://www.evrensel.net/haber/525925)

                                                             ***

"Çocuklar deniz istiyor ama biz dondurmayı zor alıyoruz" -Kübra KIRIMLI/Sıla KAYA-
Ankara Mamak'ta aileleri geçim derdiyle boğuşan çocuklarla yaz tatillerini konuştuk. Yaz sıcaklarında çocukların tek eğlence imkanı mahalledeki parklar. Hayalleri ise denize giderek serinlemek.(https://www.evrensel.net/haber/525901)

                                                          ***

Yangının arkasından özelleştirme çıktı: İzmir’deki iki yangının kaynağı elektrik

Elektrik dağıtımında yapılan özelleştirmelerin neden olduğu facialar gündemden düşmüyor. Diyarbakır-Mardin arasında yine elektrik tellerinde çıkan kıvılcımla başlayan yangında 15 kişi, İzmir’de ise açık bırakılan hatlar sonucu yağmur sırasında akıma kapılan 2 kişi hayatını kaybetmişti. Bu defa ise İzmir’in Urla ve Menderes ilçelerindeki orman yangınlarının nedeninin elektrik telleri olduğu ortaya çıktı.(https://www.evrensel.net/haber/525907)

                                                            ***

Muğla'nın Yatağan ve Ula ilçelerinde orman yangınları: 58 ev tahliye edildi

Muğla'nın Yatağan ve Ula ilçelerindeki orman yangınlarına müdahale sürüyor. Yatağan'da 58 ev tahliye edildi, arıcılık yapan baba ve oğlu gözaltına alındı.(https://www.evrensel.net/haber/525884)

                                                                    ***
8 ayda 5 bin 314 kırsal alan ve orman yangını çıktı

İletişim Başkanlığı, Türkiye’de 8 ayda 2 bin 424'ü orman olmak üzere  toplam 5 bin 314 yangın çıktığını duyurdu. İletişim Başkanlığı’nın resmi hesabından yapılan açıklamada “Türkiye’de, 1 Ocak 2024’ten bugüne kadar 2.424’ü orman olmak üzere, kırsal alan ve orman yangını olarak toplam 5.314 yangın çıktığı ve bu yangınları söndürmek için hava araçlar’nın 6.887 saat uçuş gerçekleştirdiği” bildirildi. İletişim Başkanlığı’nın açıklaması şu şekilde: “Türkiye’de, 1 Ocak 2024’ten bugüne kadar 2.424’ü orman olmak üzere, kırsal alan ve orman yangını olarak toplam 5.314 yangın çıktı. Bu yangınlarda ülkemizin sahip olduğu hava araçları 6.887 saat uçuş gerçekleştirdi. Hava araçları toplamda 24.335 sorti yaptı. Bu sortilerde 88.345 ton su, alevleri söndürmek için havadan atıldı. Ormanın Kahramanları  Yeşil Vatan için cansiparane mücadele ediyor”                                                                                             ***

Arap basını: Abbas’tan siyasi şov, ateşkes bir başka tura kaldı -Yusuf Ertaş-
Arap basınında, Katar’ın başkenti Doha’da iki gün süren ateşkes görüşmeleri ile Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın 15 Ağustos’ta olağanüstü toplanan TBMM’de yaptığı konuşma haftanın öne çıkan gündem maddeleri oldu. ABD, Mısır ve Katar’ın çağrısı ile Doha'da gerçekleştirilen ateşkes görüşmeleri önemli bir ilerleme sağlanamadan sona erdi. Abbas’ın TBMM’de “Filistin liderliğinin tüm üyeleri” ile birlikte Gazze’ye gideceğini açıklaması ise “siyasi bir şov” olarak değerlendirildi.(https://www.evrensel.net/haber/525915)
                                                                 ***

Bergama’da parşömen ustası Hazel anlatıyor: Papirüs ihracatı durunca parşömen keşfedildi -Kübra Yeter-
Büyük şehirlerin keşmekeşinden mi, ülkenin giderek ağırlaşan koşullarından mı bilinmez yeni yüzlerle tanışmaya, sohbet etmeye ve birbirimizi anlamaya daha çok muhtacız şu günlerde. Koca koca AVM’lerin içerisinde dolaşmaktansa kasabaların, ufak mahallelerin dükkanlarında turlamak, yeni bir zanaat öğrenmek ve o zanaatın/zanaatçının hikayesine ortak olmak ise hepsinden daha anlamlı. Bergama Tiyatro Festivali kapsamında yolumuz Bergama’ya düşmüştü hatırlarsınız. Yeni oyunlar izlemiş, Bergama’ya has bir portre çıkarmıştık. Yine bu vesileyle ilçenin sokaklarını da arşınladık elbet. Bergama tulumcusu, Bergama kilimcisi, antikacısı, kalaycısı derken yolumuz bir parşömen dükkanının kapısına vardı. Parşömenin bulunduğu yerde, bu zanaatı günümüze taşıyan Hazel Aymaz’la tanıştık. Parşömenin hikayesini, kendisinin bu zanaatı günümüzde nasıl ve niye sürdürdüğünü dinledik.(https://www.evrensel.net/haber/525916)
                                                              
(EVRENSEL)



Yangınları bunlar mı söndürecek! - Deniz Ayhan / SÖZCÜ

Tarım ve Orman Bakanlığı, orman yangınlarıyla mücadeleden birinci derecede sorumlu. Ama ne Bakan Yumaklı ne de 4 yardımcısı Gidergezer, Gümen, Polat ve Bağcı’nın ormanla ilgili liyakati yok, uzmanlık alanları çok farklı.

Orman yangınları ciğerimizi yakıyor. Yangınlarla mücadelede birinci derecede sorumlu olan Tarım ve Orman Bakanlığı’nın üst yönetiminde ise orman konusunda liyakati olmayanlar koltukta oturuyor. 
Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı: Boya fabrikasında müdür ve Arap TV’sinde yönetici

Bakan İbrahim Yumaklı, Uludağ Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdi. Bir boya firması ile Aljazeera TV kanalını yönetti. 2016’da Anadolu Ajansı Uluslararası Operasyon Direktörü oldu. Daha sonra Gübre Fabrikaları A.Ş’de görev yaptı. 7 Nisan 2022’de Bakan yardımcısı, 3 Haziran 2023’de Bakan oldu.

Bakan Yardımcısı 4 isim ve uzmanlık alanları ise şöyle:

Ebubekir Gizligider, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi, avukatlık yaptı. İki dönem AKP Nevşehir Milletvekili olarak TBMM’de yer aldı. 7 Nisan 2022’den bu yana Bakan Yardımcısı.




Ahmet Balcı, Gazi Üniversitesi İktisat mezunu. Polis Akademisinde öğretim üyeliği yaptı. Sayıştay ile Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinde çalıştı. Tarım Kredi ve Gübre Fabrikaları A.Ş’de Genel Müdürlük yaptı. 22 Haziran 2023 Bakan Yardımcısı oldu.


Prof. Dr. Ahmet Gümen, Ankara Veterinerlik Fakültesini bitirdi. Serbest veteriner olarak çalıştı. 1996’da ABD’de doğum ve jinekoloji alanında lisansüstü eğitim yaptı. Uludağ Üniversitesi Veteriner Fakültesi Dekan Yardımcısı görevinde bulundu. 22 Haziran 2023’den bu yana Bakan Yardımcısı koltuğunda.


Abdülkadir Polat, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu ve Sayıştay’da yöneticilik yaptı. Devlet Denetleme Kurulu Üyesi oldu. 5 Ocak 2024’ten bu yana Bakan Yardımcısı görevini yürütüyor.



Ziraat ya da orman mühendisi olmayan Tarım ve Orman Bakanlığı üst yönetimi ormancılık konusuna uzakken, Orman Genel Müdürlüğü yönetimi liyakatli isimlerden oluşuyor. Genel Müdür Bekir Karacabey ile yardımcıları Mustafa Özkaya, İbrahim Yüzer, Kenan Akduman ve Salih Çetiner Orman Fakültesi mezunu.

Deniz Ayhan / SÖZCÜ










T-24 "KÖŞEBAŞI" + Alain Delon “nedir?” -19 Ağustos 2024 -

 Endişe etmeyin! Spor ve bilim dışı alanlarda çok sayıda madalyamız var -Mustafa Durmuş-

Ekonomik ve sosyal çöküş hızlandıkça, işsizlik ve yoksulluk arttıkça, yolsuzluklar ve usulsüzlükler iyice açığa çıktıkça, ülkeyi yönetenler ekonomik sorunları çözemez duruma düşüp, halkın tepkisi arttıkça, halkın iktidar bloğuna karşı olan tepkisinin büyüyerek bunun kitlesel bir karşı çıkışa dönüşünü önlemek için bu ve benzeri saldırılar bundan böyle de artarak sürecektir.

Milli sporcularımız son olimpiyatlarda hiç altın madalya alamadıklarında toplum olarak çok üzülmüştük. Artık bu üzüntüye son verebiliriz. Zira spor ve bilim dışındaki diğer alanlarda birçok altın, gümüş ve bronz madalyamız var.

Bu nasıl olabilir?

O halde, futbolculuğu sırasında ve özel hayatında uyguladığı şiddet konusunda sicili oldukça kabarık eski bir futbolcu olan bir AKP milletvekilinin, kürsüde konuşmasını yapmakta olan bir muhalefet partisi milletvekiline dün Meclis Genel Kurul Salonunda yaptığı ve bu sırada biri kadın iki diğer muhalefet partisinin milletvekillerinin de yaralandığı fiziki saldırıyla söze başlayalım.

TİP'li Ahmet Şık'ın AKP sıralarına işaret ederek, "Bu ülkenin en büyük terör örgütü buradaki sıralarda oturanlardır" sözleri üzerine AKP'li Alpay Özalan kürsüye gelerek saldırıda bulundu

I. Mafyatik, kirli, çürümüş bütün ilişkilerde altın madalya hep bizim

Halkın seçilmiş temsilcilerine, Meclislerde böyle insanlık dışı saldırılar konusunda OECD ülkelerinde bir sıralama yapılsaydı, her halde ülke olarak ilk sıralarda yer alırdık. Gerçi hali hazırda demokratik hak ve özgürlüklerin ihlali, hukuksuzluk, yolsuzluklar, adam kayırmacılık, adaletsizlikte de birinciyiz veya ilk üçteyiz.

Düşünün, geçen yıl dünyada “Hukukun Üstünlüğü” sıralamasında 142 ülke arasında 117. Sırada yer almışız. Paralel bir biçimde “Ülkesindeki Demokrasi Düzeyinden Memnuniyetsizlik” sıralamasında 7. sıradayız. Yani taşlar yerine oturuyor. (1)

II. Enerji, gıda, kira enflasyonunda da birinciyiz!

Keza, Meclis’teki son saldırı ile kamuoyunun dikkatinden kaçırılan bir başka birinciliğimiz daha mevcut: Enerji enflasyonundaki birinciliğimiz. Öyle ki Türkiye bu yılın haziran ayında enerji enflasyonunda OECD ülkeleri içinde açık ara birinci geldi.  

Dile kolay Haziran’da neredeyse yüzde 90’lık bir enerji enflasyonumuz var. Temmuz ayındaki elektrik ve doğal gaz zammını da eklersek enflasyon yüzde 90’ın da üzerine çıkar. Bizden sonra ikinci konumdaki Kolombiya’nın bile sadece yüzde 18’lık bir skoru var. Bu birincilik, gıda enflasyonundaki ve konut kira artışı enflasyonundaki birinciliklerimizin ardından AKP iktidarının “başarılarını” adeta taçlandırdı.

III. “Doğal afetlerle mücadelede yetersizlikte” altın olmasa da gümüş ya da bronz madalya sahibiyiz

İzmir'deki yangın dördüncü gününe girerken, Aydın, Muğla, Bolu ve Manisa'daki orman yangınları etkisini devam ettiriyor. Rüzgâr, yüksek nem ve yeni yangınların çıkması da ekiplerin işini zorlaştırıyor. Sadece İzmir'de 4 bin 159 kişinin tahliye edildiğini açıklandı. (2)

Bu yangın bir kez daha ülkenin bu tür afet ya da felaketler karşısında ne kadar yetersiz olduğunu gösterdi. Öyle ki İzmir’de orman yangınını söndürebilmek için yeterli hava aracı yok.

Benzer yetersizlik seller, su baskınları ve depremler, özellikle de 6 Şubat Kahramanmaraş ve Hatay depremleri sonrasında da ortaya çıkmıştı. Örneğin depremden en fazla etkilenen Hatay’da hala temiz suya erişim, hijyen, barınma ve enerji sorunu yaşanıyor.

Diğer yandan ülkeyi yönetenler, AKP’nin bu yılki kuruluş yıl dönümünde son 22 yılda ülkeyi ekonomik, sosyal ve demokratik açılardan nasıl ilerlettiklerini, ülkeye çağ atlattırdıklarını gözümüzün içine baka baka anlattılar.

Bunun gerçek olmadığını halkımız bizzat yaşayarak gördüğü gibi, uluslararası kamuoyu da belgelerle ve bilimsel araştırmalarla ortaya koyuyor. İşte bazı örnekler.

Dünya risk raporu

Bündnis Entwicklung Hilft tarafından Bochum Ruhr Üniversitesi Uluslararası Barış ve Silahlı Çatışma Hukuku Enstitüsü ile ortaklaşa yıllardır yayınlanan bir rapor var.

Bu öncü rapor, küresel afetler bağlamında çeşitliliğe odaklanarak krizler, ötekileştirilmiş nüfuslar ve toplumsal yapılar arasındaki ilişkiyi analiz ediyor. “Dünya Risk Endeksi Verileri” üzerine inşa edilen bu yılki rapor (2023), 193 ülkeyi afet yaşama riski veya deprem, tsunami, sel ve kuraklık gibi aşırı doğal olaylara karşı kırılganlık açısından sıralıyor. Rapor, krizlerin ve afetlerin kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler ve LGBTQ+ toplulukları gibi belirli topluluklar üzerindeki orantısız etkilerini vurguluyor. Keza kriz bağlamlarında bu nüfusların karşı karşıya kaldığı daha büyük risklerin altını çiziyor ve krizler sırasında bu grupların karşı karşıya kaldığı artan riskleri dikkate alan bir afet yönetimi çağrısında bulunuyor. Rapora, “Dünya Risk Endeksi” verileri, infografikler ve ülkelerin afetlere maruz kalma, zarar görebilirlik ve duyarlılıklarını gösteren haritalar eşlik ediyor. (3)

Aşağıdaki haritada örneğin, Kuzey Afrika ülkeleri ve diğer birçok Arap ülkesi gibi, Türkiye’nin de bu tür afetlerle baş etme kapasitesinin ne denli yetersiz olduğu görülüyor (koyu kırmızı renkteki ülkeler en yetersiz ülkeler.)

Bir başka deyimle, ülkeyi 22 yıldır yönetenlerin doğal afetlerle mücadele konusunu yeterince ciddiye almadığını, aksine rant sağlamak gibi afetlerin önünü açan politikalara yöneldiklerini gösteriyor. (Nitekim İstanbul’da pek çok deprem sonrası toplanma alanının yerine AVM gibi ticari yapıların yapıldığına tanık olmadık mı?)


Dünya Risk Endeksi

Bu raporlarda yer alan Dünya Risk Endeksi'ne göre ise, Türkiye, afetlere dayanıklılık konusunda son derece vasat bir puana sahip. Ülke, afetlere karşı, “güvenlik açığı büyük” ve “çok yüksek” bir kırılganlığa sahip ülke olarak tanımlanıyor. Güvenlik açığı ise; (i) sosyal eşitsizlik ve gelişme eksikliği, (ii) yetersiz siyasi istikrar, sağlık hizmetleri ve altyapı ile (iii) ilerleme eksikliği olarak tarif ediliyor. Özellikle ikinci kategoride Türkiye, doğal afetlere karşı “çok yüksek” kırılganlığa sahip olarak nitelendiriliyor. (4)

17 Ağustos günü, 1999 yılında yaşadığımız Gölcük merkezli büyük depremin yıldönümü. Maalesef o tarihten bu yana depremlere karşı alınması gereken önlemler konusunda son derece yetersiz kalındığı 6 Şubat Kahramanmaraş depreminde ortaya çıktı. Zira bu son depremde resmi olarak 50 binin üzerinde insanımızı kaybettik. Yaralananlar, kaybolanlar, evsiz kalanlar, ekonomik olarak yıkıma uğrayanlardan hiç söz etmiyoruz bile.

“Deprem ölüm yükü”

Bir diğer araştırmaya göre, depreme bağlı ölümlerden en çok etkilenen ülkelerin sık ve şiddetli depremler yaşayan ülkeler olması gerekmiyor. Araştırmacılar 500 yılı aşkın bir geçmişe dayanan verileri analiz ettiler ve bir ülkenin ‘deprem ölüm yükünün’ o ülkenin nüfusunun büyüklüğüne, altyapısının depreme ne kadar dayanıklı olduğuna, inşaat kalitesine ve afetlere müdahale etme kabiliyetine bağlı olduğunu ortaya koydular. Bu durum aşağıdaki tablodan da açıkça görülebiliyor.

Bu tür hazırlıkları olmayan ülkelerde nüfusa göre depremden ölüm oranı (deprem ölüm yükü) diğerlerine göre çok daha yüksek. Türkiye bu açıdan 6’ncı sırada yer alıyor. Buna karşılık, Japonya (28. sırada) ve Endonezya (31. sırada) gibi büyük fay hatları üzerinde olmasına rağmen nispeten düşük deprem yüküne sahip ülkeler. (5)

Bu örnekleri; gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinden, insan hakları ihlallerine, yolsuzluklara, çocuk ve emekli yoksulluğuna,  kadına karşı şiddete, çocuk tacizlerine, eğitim alanında yaşanan yıkıma, basın özgürlüğüne getirilen kısıtlamalara,  kamu kaynaklarının yandaş sermaye gruplarına ve belli cemaatlere kullandırılmasına, ülkenin uluslararası mafya örgütlerinin kozlarını paylaştıkları savaş alanına dönmesine, yerleşik etik değer ve kuralların çöküşüne, savaşçı/militarist politikalara ve otoriterliğe, ne eğitimde ne istihdam olan genç nüfusun büyüklüğüne, genç işsizliğinin büyüklüğüne ve Anayasanın tanınmamasına kadar genişletmek mümkün.

Özetle, olimpiyatlarda altın madalya alamasak da eğer hayatın diğer alanlarında da olimpiyatlar düzenlenseydi, tıpkı at yarışlarındaki gibi diğer ülkelere nal toplatarak altın, gümüş, bronz madalyaları birer birer kapardık. Eee… “İşte AKP farkı. Yaparsa AKP yapar!”

Diğer sorunları unutturma operasyonu mu?

Aslında, halk gıda, enerji, konut, ulaştırma, eğitim ve sağlık gibi en temel ihtiyaçlarını bile artık karşılayamaz durumdayken, yüksek enflasyon ve yoksullukla boğuşurken, Meclis’e sanki “fedailik” yapsın diye vekil olarak sokulanların kullanıldığı bir operasyonla da toplum oyalanıyor.

Bunları, yapılan bu son saldırıyı önemsiz gördüğümüz için söylemiyoruz. Aksine bu saldırı, tıpkı 1990’lı yıllarda bazı Kürt milletvekillerinin kelepçelenerek Meclis’ten zorla çıkartılmasının en son örneği, faşizmin Meclis’teki en bariz tezahürüdür. Bu nedenle de çok önemlidir ve ciddiye alınmalıdır.

Ancak bu ve benzeri saldırıların, ülkedeki ekonomik ve sosyal çöküşün üstünün örtülmeye çalışılması gibi hizmet ettiği başka amaçlarının da olduğunu düşünmekte de yarar var.

Sonuç olarak

Ekonomik ve sosyal çöküş hızlandıkça, işsizlik ve yoksulluk arttıkça, yolsuzluklar ve usulsüzlükler iyice açığa çıktıkça, ülkeyi yönetenler ekonomik sorunları çözemez duruma düşüp, halkın tepkisi arttıkça, halkın iktidar bloğuna karşı olan tepkisinin büyüyerek bunun kitlesel bir karşı çıkışa dönüşünü önlemek için bu ve benzeri saldırılar bundan böyle de artarak sürecektir.

1980 öncesinde bu ve benzeri bir zihniyetle hareket eden milisler sokaklarda, mahallelerde, işyerlerinde ve üniversitelerde kanlı saldırılarını yaparlar, terör estirirlerdi. Bugün yeni olan artık bu saldırıların giderek artan bir biçimde, halkın seçilmiş bir temsilcisinin, ortada serbest bırakılmasına yönelik Anayasa Mahkemesinin lehte kararları olmasına rağmen, içeride tutulup milletvekili yapılmadığı kendilerinin “Gazi Meclis” dedikleri TBMM’de gerçekleşiyor olmasıdır.

Demokrasi güçlerinin bu durumu doğru analiz etmesinin ve amasız fakatsız en geniş demokrasi, emek ve barış cephesinde bir araya gelerek bu ve benzeri saldırıları püskürtmesinin ve halka güven vermesinin zamanı geldi de geçiyor.

Dip notlar:

                                                                                 /././

Alain Delon “nedir?” -Ali Akay- 

88 yaşında hayata veda ederken yeni nesillerden kim hatırlayacak Delon’u?

Bir ikon olarak kabul edilen, “Fransa’nın kutsal abidesi” olarak adlandırılan bir isim: Efsanevi rolleriyle Alain Delon. Geçen yüzyılda, 1957’de başlayan 1960’ta ışıklanan kariyeriyle, 21. yüzyılın başında hala etkisini sürdüren bir efsane olarak gözlerimizin önünde artık sadece imgesi durmakta. Bu efsane çelişkilerle dolu bir hayatı yaşadı.

Daha dört yaşındayken annesi ve babası boşandığında, hapishane gardiyanı bir üvey baba ile Fresnes Hapishanesi’ndeki diğer gardiyanların çocuklarıyla oynayarak büyüdü. Dokuz yaşındayken Nazi işgali sırasındaki Vichy hükümetin başkanı Pierre Laval, Mareşal Pétain’in yakın dostu olarak İspanya’ya kaçarken yakalandığında, Alain Delon onun tüfekle infazının şahidi oldu. Acı ve çelişki dolu bir hayata başlangıç elbette. “Hapishane’deki sesleri değil ama imajları” hatırladığını ifade etmişti. Kendi kişiliğini (bir Yunan tanrısı fiziğiyle) bu acıda ve çelişkilerde ve kadınların yardımıyla inşa etti.

Bu çelişkileri, dönemiyle ilişkili olarak kendi hayatına etki etmiştir. Yukarıda bahsettiğim ailevi sebeplerden dolayı okulu bırakıp o zamanki adıyla Hindiçin’e (Vietnam’a) asker olarak giden, orada kendisini çok mutlu hissettiğini ileri süren Delon dönüşünde, zamanını Paris’te kafelerde Pigalle’de, gece hayatının serserileri ve fahişeleri arasında geçiriyor.

Ve ikonlaşma sürecine giren Alain Delon kariyerinin başlarında iyi yönetmenlerin filmlerinde oynamıştı. René Clement ile başlayan çizgisi, İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin usta isimlerinden Luchino Visconti ile devam ediyor. Bu macera  Rocco ve Kardeşleri filmiyle beyaz perdenin ışığına takılmıştı. Daha sonra Henri Verneuil’ün filmlerinde “Sicilyalılar Çetesi” (hayranı olduğu Jean Gabin ile birlikte) ile dikkat çeken bir filmin kahramanı oldu.

Fransız sosyolog Edgar Morin “Yıldızlar” adlı sosyolojik çalışmasında ikonlaşma sürecinin toplumsal alanda nasıl geliştiğini, o yıllarda, bize aktarmıştı. 1910 ile 1960 arasında yükselen bir star sistem ile sonrasında inişe geçen bu sistemin yapısı iki ayrı döneme tekabül etmekte. Sinemanın bir hayal dünyası olarak başlamasıyla ilk çizgi (Méliès'nin Aya Yolculuk'u) ve gerçek dünya arasında kurduğu başka bir çizgi (Lumière Kardeşlerin Fabrikadan Çıkan İşçiler'i) belki de sürecin içinde hep iç içe, yan yana, bazen de karşı karşıya durdu. Star Sistem hayal dünyası üzerinden gelişen bir çizgidir. Modern söylenceler olarak başlayan bu süreç içinde sinema dünyası “yıldızlar geçidi” olarak ilerledi.

Bilhassa Alman Ekspresyonizmiyle gelişen “yakın plan” çekimler yüzleri ön plana çıkarmaya başladı. Fotojenik bir sürecin bu çizgisi hayal olan ile gerçek temsili arasında gidip geldi. Sinema alanı bir dekor alanıydı; bir propaganda alanıydı. Hitler’in özel fotoğrafçısının çektiği fotoğrafların propaganda yönünü, en iyi anlayıp eleştirenlerden biri de Charlie Chaplin olmuştu, Diktatör'le. Yine İtalya’da Cinnecitta’yı kuran faşist diktatör Mussolini olmuştu. Stalin de popüler köy dünyasına ait aşk filmleriyle bu furyaya destek veriyordu Propagandaya karşı, Batı sineması ticari “meta sinemasını” geliştirdi. Bu sinema bizim hayallerimizi süsledi. Bizden o modelleri takip etmemizi talep etti ve bir ölçüde de bunu başardı. İlahlardan kitle sinemasına doğru yol alındı. Ama ilahlardan bazıları orada yerinde durmasını bildi.

Alain Delon yerini koruyabilenlerden biri oldu. Star sistemi yok eden aygıt ise televizyondu. Televizyonun evlere girmesiyle sinemanın krizi başladı. Fransa’da 1950’lerde başlayan bu süreç, bizde de 1970’lerde yaşandı. Sinemanın (bizdeki Yeşilçam) krizi televizyon ve diziler nedeniyle ortaya çıktı ve sinema psikedelik bir hava (bilhassa 1968’de Alain Delon’un oynadığı Motosikletli Kız filmi) ile zamanın psikanaliz ve erotizmini birleştirdiği zamanlarda, bizde de sinemamızdaki “erotik filmler” furyası da başlamış oldu. Aktörler bu sistemde oynadıkları rollerle özdeşleşmiş, rolleri neredeyse onları temsil etmeye başlamıştı.

Alain Delon bu bakımdan star sistemin içinden çıkan biri olarak oynadığı rollerin temsili olarak yaşadı. Canlandırdığı rollerde daha çok “kötü, saf veya haylaz genç” olarak gözüküyordu. Rocco ve Kardeşleri'ndeki boks sahneleriyle birlikte kavgacı-dövüşçü bir tipoloji ortaya konulmaktaydı. Ama hayat ona hep darbe vurmaktaydı. Seyircinin hayal dünyasına seslenen bu tarz sinema ilahlar ortaya çıkarmasını bildi. Eski Yunan tragedyası gibi sinema halkın beklediği kahramanları halka sunmasını bildi.

Fransız ve İtalyan star sistemi Alain Fabien Maurice Marcel, Delon’dan bir Alain Delon yarattı. Sinema gerçek insanların kendilerini değil, ama temsil ettikleri rolleri sundu. Kadınlardan vamplar, erkeklerden ise kahramanlar yaratmasını bilen bu sinema 1930’lardan itibaren daha realist filmler yapmaya başlamıştı; ama asıl realizm, savaş sonrası, İtalyan Yeni-Gerçekçiliğiyle kendisini gösterdi; çünkü stüdyodan ve dekordan gerçek sokaklara geçildi. Savaş sonrası Roma şehri bunun örneğiydi (Rosselini'nin Roma, Açık Şehir'i.)

Kötü karakter, serseri ve yakışıklı genç Alain Delon haksızlıklara uğrayan bir serseriydi ya da kanun adamıydı (Samuray-Le SamouraiAteş Çemberi-Le Cercle RougeGecelerin Adamı-Un Flic); aynı zamanda iyi olarak resmedilmekteydi. Karakteri biraz zordu rollerinde. Hep kadınlara zaafı vardı bu kahramanın; o yüzden de başı belaya girebilmekte, kanunlarla ve adetlerle sorunlar yaşayabilmekteydi (Sicilyalılar Çetesi). Jean Gabin ile birlikte oynadığı Şehirde İki Adam filmi bize Victor Hugo'nun bir karakterini hatırlatmaktaydı: Sefiller ’deki Jean Valjean. Hugo'nun eserinde açlıktan ekmek çalan, sonra bunun cezasını çeken, sonrasında hayatta başarılı olmuş bir adamın yaptığı ilk hatalarını toplum affetmiyordu. Aynı hikâye bu sefer modern zamanlarda geçmekteydi. Şartlı tahliyeyle hapisten çıkan Delon nasıl kurtulacaktı daha önce yaşadığı hayattan? Bu, sanki Alain Delon efsanesinin kendisiydi. Hayatta yaşadıkları ile oynadığı roller örtüşürcesine basın onu takip etmekteydi.

Hayatında kadınlar, en güzel kadınlar oldu. Cannes Film Festivali onun aşklarıyla çalkalandı: Romy Schneider (1959-63 arası nişan- halbuki Jacques Deray’nin La Piscine (Havuz) filmi 1969’daydı), Nathalie Delon (1964-1969 evlilik.) Sonra ise dedikodular dünyası: Brigitte Bardot, Mireille Darc, Anne Parillaud bunların en bilinenleriydi. Star sistem, ilahları ikili olarak sevmekteydi: Ama sürekli değil; tıpkı Yunan tanrıları gibi bir kadından başka bir kadına giden yarı-tanrı erkekler efsane yaratmaktaydı. Bugünkü dünyamızdan ne kadar uzakta olduğumuzu burada görmekteyiz!

Bugün “siyasi olarak doğru olmayan” ne varsa star sistem onu doğru olarak basına yansıtmaktaydı. Halk inanmakta mıydı bu masallara? Evet inanmaktaydı diyebiliriz; çünkü herkes bu haberlerle eğlenmekteydi. Bugünün dizileri neyse o zamanlarda da sinema benzer bir rolü üstlenmekteydi; ama zihniyetler değişmişti artık!

Sinemadaki kendi rolüne bürünen ve Jean-Paul Belmondo ile gerçekleştirdiği Borsalino Çetesi (Prodüktörlüğü üstlenen Alain Delon’un kendisiydi -1970 ve ikincisi 1974-) tatlı, kahraman hırsızları beyazperdeye taşımaktaydı. Bu kahramanlar aslında iyilerdi; ama kriz yıllarını yaşamak zorunda olmaları ve var olma mücadeleleri onları yasadışına itiyordu; sonuçta bunlar toplum içinde haksızlığa uğrayanlar değiller miydi? Bonnie and Clyde'da olduğu gibi. Ve zaten Serge Gainsbourg’un Bonnie and Clyde adlı şarkısını Brigitte Bardot söylemekteydi. Dönem asilerin dönemiydi. Motosikletli asi gençlik, 1950’li yılların savaş sonrası krizine tekabül etmekteydi. James Dean ve Marlon Brando gibi Alain Delon ve Jean-Paul Belmondo da efsane bir ikili olmuştu; sadece Fransız sinemasında değil, o dönemin dünya sinemasında da. Bu iki ilahın filmleri her ülkede gösterilmekteydi. Dünya onları tanıyordu. O anlamda toplumlar ve adetler üzeri ilahlardı, bu sinema yıldızları.

Alain Delon bu ününü ölene kadar sürdürenlerden birisidir. Efsaneyi kendi ürettiği, oynadığı ve senaryolarını yazdığı filmlerde yeniden üretmesini bildi. Tabiri caizse “vurdulu kırdılı” filmlerde oynadı. Silahlar konuştu; haklar haksızlığa döndü. Çingene filminde Alain Delon bir azınlık halkının sorunlarını bir Çingene kahraman olarak ortaya koymaktaydı ve bu, 1970’lerde azınlık sorununun ne kadar önemsendiğini bizlere göstermektedir. Tıpkı Monsieur Klein filmindeki gibi. Yahudi olduğunu sonradan öğrenen bir iş adamı kendisine kondurmadığı etnik kökeniyle yüzleştiğinde kendisini Temerküz Kamplarında bulmaktaydı. Vahşet için sınıfsal aidiyet değil etnik köken önemliydi.

1980’lere yaklaşıldığında dünya başka bir sermaye rejimine girmişti: Neo-liberalizm ve muhafazakâr devrim. Sinema kahramanları da buradan nasiplerini alacaklardı. Reagan dönemi buna müsait bir sinema ortaya koymaya başlamıştı. Alain Delon daha popüler ve daha basit kahraman polis rollerine soyundu. Ya hayduttu ya da dedektif (Polis veya HaydutGizli SilahKatillere Af Yok). Buna rağmen haksızlıklar hala sürmekteydi. Şok filminde sahte bir doktoru canlandırmaktaydı: Göçmenlerin kanını kullanarak zengin müşterilerine kan içiren ve onları gençleştirmeye çalışan, göçmenleri ölüme terk eden cani bir doktoru.

1980’lerde başlayan bu süreç zarfında basının sunduğu Alain Delon aynı imajı artık saklamıyordu. Siyasi olarak bazı çıkışlar yapmaya başlamış ve Fransız kimliğini savunan Fransız aşırı sağıyla flört eden bir tip oluşmaya başladı. Artık halkın her kesiminin sevdiği biri değildi. Yine de kadın dergilerine göre, yaşlanmaya başlamasına rağmen “en yakışıklı Fransız aktörü” unvanını taşımaya devam ediyordu ve bunu yıllarca da sürdürdü.

En son 2019 yılında Cannes Film Festivali’nde ona verilen “Onur Palmiyesi”, hayat boyu başarı ödülü kadınların tepkisini çekmişti. Toplumsal hissiyat ve hatta normlar değişti: “Me Too” ile kadınların maço, homofobik hatta ırkçı lafları olan erkeklere, isterse Alain Delon gibi çok yakışıklı olsun, sempatisi kalmadı. Haydut ve erkeksi yan yana artık işlemez olmuştu. Sinemanın da toplumsal alanın da artık ilahlara değil, ilahlar döneminde arkada bırakılanlara ihtiyacı vardı. Normlar erkeksi olmaktan uzaklaşmaktaydı 1990’lı yıllardan beri kadın hareketi maço erkekleri kaldıracak, onlara hoşgörü gösterecek halden çıkmıştı.

1967 yılında Motosikletli Kız filminde kamera karşısına beraber çıktığı Marianne Faithfull’un “çok nazik ve cazibe dolu” olarak nitelediği Alain Delon, 21.yüzyılda “eski bir dünyanın” ilahı olarak kalmıştı. Ve sonunda kızının ona olan sevgisi Delon’a ışık ve sıcaklık vermekten öteye gidemiyordu. Hayvanlarıyla Paris dışında yalnız yaşıyordu, hatta “hayvanlara iyi davranılması için” Çin hükümetine bir mektup bile yazmıştı. Brigitte Bardot ve Alain Delon iki büyük yıldız “hayvan sevgisi” içinde hayatlarının sonunu geçirdiler.

Delon, bir zamanlar ilahtı. Kendi rollerinin temsili oldu. Hayatı rollerinin içine girdi. Toplumsal tansiyonları takip etti edebildiği kadar; ama o eski dünya geride kalmıştı. Önünde ise hayatın sonundaki son nefes kalmıştı. Bir serseri olarak başladı hayatına, star sistem içinde bir efsaneye dönüştü. Sonra yavaşça bir yıldız kaydı. Belki hayranı değildik; belki de onun bazı rollerini ve bilhassa Dostoyevski karakterini takdir ettik (1972’de taşralı bir felsefe profesörünü oynadığı rolünde,  Profesör filminde kumarbaz bir felsefeciyi canlandırmıştı, Çingene’de başkaldıran bir Çingeneyi, Monsieur Klein’de Temerküz Kampları’na gönderilen bir Yahudi’yi,  Şehirde İki Adam’da kaderinden kaçamayan bir suçluyu, Aceleci İnsan’da bir sanat tacirini canlandırmıştı.)

Dönem değişti artık. Koleksiyonunda Rembrandt, Véronese, Géricault ve Bugatti’nin bronz heykelleri gibi dikkat çekici sanatçıların bulunduğu hazinesinde Alain Delon “Her şey sahte, her şey kötü, saygı kalmadı” diyordu daha 82 yaşındayken.

Bugün 88 yaşında hayata veda ederken yeni nesillerden kim hatırlayacak Delon’u? Yakın zamana kadar anketlerde Fransa sinema tarihinin en yakışıklı aktörüydü. En iyi ve en yakışıklı aktörlerden biri olmayı, her şeye rağmen, hak etti. Onun üzerinde sahne ışıkları, ebedileşen bir sinema tarihinin içinden geçerek, hep durmakta.

Bazı ikonların, belki de önce “kim olduklarını” değil, “ne olduklarını” sormak gerekecektir. Onları herkes bilir; en azından onların zamanında yaşayanlar. Ama, bu tip ikonların ne olduklarına, toplumsal alanda hangi nesne (ne?) olduklarına bakmak, “nedir?” sorusunu sormak hem onların hem de içinde yaşadıkları zamanın ne olduğunu anlamaya yarayacaktır. Kim oldukları ise daha açığa çıkabilecektir.

                                                                 /././

Ukrayna’da barış ümidi bir kez daha dinamitlendi -Akdoğan Özkan-

Kiev yönetiminin Rusya topraklarına girerek gerçekleştirdiği Kursk Harekâtı, Katar’ın arabuluculuğunda iki tarafın temsilcilerince bu ay içinde Doha’da yapılacak “kısmi barış” zirvesi planlarını suya düşürdü

Kursk

Tam Ukrayna’da barış adına bir kez daha ümitlenmiştik! Kiev ve Moskova heyetlerinin iki ülke arasındaki çatışmaları durdurmak amacıyla Katar arabuluculuğunda gizli birtakım görüşmeler yaptıkları yolunda duyumlar alıyorduk ki, Ukrayna ordu birliklerinin ani bir kararla Rusya’nın Kursk bölgesine yönelik büyük çaplı bir saldırı başlattığı haberi geldi ve barış ümitleri bir anda suya düştü. Rus topraklarına girerek 6 Ağustos’tan bu yana bölgede ABD’ye ait HIMARS çoklu roketatar sistemleriyle de saldırılar düzenleyen Ukrayna birliklerinin bu harekâtı Kiev yönetimine askerî açıdan henüz bir kazanım getirmiş gibi görünmüyor. Ancak, iki aydır arabulucularla dolaylı yürüdüğü ve mesafe alındığı ileri sürülen “kısmi barış” görüşmelerinde anlaşma imzalama ihtimalini şimdilik de olsa ortadan kaldırmış görünüyor.

Nereden biliyoruz? Çünkü, Amerikan Washington Post gazetesi, önceki günkü sayısında ismi açıklanmayan bir diplomatın kendilerine yaptığı açıklamaya dayanarak, iki tarafın enerji altyapılarına yönelik yıkıcı saldırıları karşılıklı durduracak çığır açıcı bir anlaşma imzalamak üzere Katar’ın başkenti Doha'ya heyet göndermeyi planlamış olduklarını, ancak Ukrayna birliklerinin Rus topraklarına girerek büyük çaplı bir saldırı başlatmasının planı suya düşürdüğünü yazdı.

Gazeteye göre, altyapılara yönelik saldırıları sona erdirmeyi hedefleyen “kısmi ateşkes” görüşmeleri son iki aydır sürmekteydi. Bu amaçla ağustos ayı içinde Doha’da iki ülke yetkililerinin katılacağı ve son ayrıntıları müzakere edip imzaları atacağı bir zirve planlanıyordu. Bu zirve ve anlaşma önemliydi, zira önümüz kış. Ukrayna enerji altyapısına yönelik bombalamaların sürmesi, en azından soğuk kış aylarında sivillerin gün içinde saatlerce elektriksiz kalması demek. Hatta, Washington Post’un görüşlerine yer verdiği Ukraynalı bir yetkili, “Bu kışı atlatmak için tek bir şansımız var ve o da Rusların elektrik şebekesine yeni saldırılar başlatmaması” diyor.

Malum, Rusya, özellikle son bir yıldır zaman zaman seyir füzeleri ve insansız hava araçlarıyla Ukrayna'nın elektrik şebekesini vurarak, elektrik santrallerinde büyük hasarlara ve ülke genelinde elektrik kesintilerine neden oluyor. Ukrayna da Rusya’nın rafinerilerini, depolarını ve rezervuarlarını ateşe veren uzun menzilli drone saldırılarıyla Rusya'nın petrol tesislerini vuruyor.

Bu sebeple altyapılara yönelik saldırılara son verecek “kısmi ateşkes” görüşmeleri gizli yürüyen görüşmelerde bir ümit olmuştu. Washington Post kaynaklarına göre, anlaşma Doha’daki zirve öncesinde birtakım ayrıntılara kalmıştı. Hatta, görüşmelere katılan bazı isimler öyle umutluydu ki çatışmaları tamamen sona erdirecek daha geniş kapsamlı bir anlaşmanın önünü açabileceklerini dahi umut ediyorlardı. Ancak Kursk saldırısı bir çuval inciri berbat etmiş görünüyor. Zira bir Washington Post kaynağına göre, Ukrayna’nın Kursk’a yönelik gerçekleştirdiği saldırı akabinde Rus yetkililer Doha’daki toplantıyı erteleme kararı aldıklarını bildirmişler. Çünkü Ruslara göre, Kursk Bölgesi'ne yapılan saldırı çatışmalarda “bir tırmanma” anlamına geliyor.

Gerçi Ruslar görüşmeyi tamamen iptal etmemişler, bir “erteleme” söz konusu olan. Ancak barış için ümitli olma ihtimali geçici olarak da olsa ortadan kalkmış görünüyor.

Tam anlaşma imzalamaya yaklaşmışken! İlginç! 2 yıl önce İstanbul’daki gibi.

Belki de birileri Kursk operasyonu ile kasıtlı olarak bu ihtimali baltalamayı hedeflediler. Belki birileri “daha fazla silah ve yardım” sözü verecekleri yeni bir oyun planıyla Zelenski’nin aklına girdiler. Olabilir mi? Olanlar olacakların teminatı çünkü! Öyle ise acaba bu birileri kim olabilir ki?

Hemen bir tarama yapalım. Aaa, ABD’nin savaş çığırtkanı senatörleri Lindsey Graham (Cumhuriyetçi -Güney Karolina) ile Richard Blumenthal (Demokrat-Connecticut) da Kiev’deymiş. Tesadüfe bakın, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana Rus topraklarına yönelik en büyük saldırı anlamına gelen Kursk operasyonu binlerce Ukraynalı askerin Rusya’nın batı sınırını geçmesiyle 6 Ağustos'ta başlıyor. Amerikalı senatörler hemen soluğu Kiev’de alıyorlar. 12 Ağustos’ta yaptıkları basın açıklamasında da “savaşın gidişatının Putin ve yandaşları aleyhine döndüğüne dair her zamankinden daha fazla umutluyuz. Ukrayna'nın Rusya'nın Kursk bölgesinde saldırıya geçme kararı cesur ve parlak bir karardı,” diyor ve Zelenski’den Ukrayna ordusunun ihtiyaçlarını dinleyip “Eylül ayında Kongre’den ‘Stand With Ukraine Act’ adıyla yeni bir askeri yardım yasası geçireceklerinin” müjdesini veriyorlar. Hatta Zelenski’nin, emekli NATO F-16 savaş pilotlarını askere almak yönündeki planını desteklediklerini ifade ediyorlar.

Kongre’ye ve vergi mükelleflerine mesajları açık: Bakın, hava Putin aleyhine dönüyor. Let’s “Stand With Ukraine!”

İşte silahlar bir kez konuşmaya başlayınca barışın neden başta düşünülenden zorlaştığını gösteren bir başka örnek.

Peki Graham’ın “cesur ve parlak karar” diye nitelediği Kursk harekatının askeri hedefi ne ola ki?

Ukrayna tarafı bu konuda konuşmamayı tercih ediyor. Ruslar ise net. Rusya'nın Çeçen Cumhuriyeti'nden Akhmat Özel Kuvvetleri komutanı Tümgeneral Abdi Alaadinov, geçen haftanın başlarında, Rus ordusunun elde ettiği istihbarata göre, Ukrayna saldırısının gerçek amacının [Kurçatov kasabasındaki] Kursk nükleer santralini ele geçirmek olduğunu söyledi. Rusya’daki en büyük 3 nükleer enerji tesisinden birini ele geçirip bir koz sahibi olmak.

Savaş böyle bir şey işte! Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak! Arada da birileri gelir, “Aaa, nereye böyle daha T-bone steak yiyecektik” der.

 (T24)