19 Ağustos 2024 Pazartesi

T-24 "KÖŞEBAŞI" + Alain Delon “nedir?” -19 Ağustos 2024 -

 Endişe etmeyin! Spor ve bilim dışı alanlarda çok sayıda madalyamız var -Mustafa Durmuş-

Ekonomik ve sosyal çöküş hızlandıkça, işsizlik ve yoksulluk arttıkça, yolsuzluklar ve usulsüzlükler iyice açığa çıktıkça, ülkeyi yönetenler ekonomik sorunları çözemez duruma düşüp, halkın tepkisi arttıkça, halkın iktidar bloğuna karşı olan tepkisinin büyüyerek bunun kitlesel bir karşı çıkışa dönüşünü önlemek için bu ve benzeri saldırılar bundan böyle de artarak sürecektir.

Milli sporcularımız son olimpiyatlarda hiç altın madalya alamadıklarında toplum olarak çok üzülmüştük. Artık bu üzüntüye son verebiliriz. Zira spor ve bilim dışındaki diğer alanlarda birçok altın, gümüş ve bronz madalyamız var.

Bu nasıl olabilir?

O halde, futbolculuğu sırasında ve özel hayatında uyguladığı şiddet konusunda sicili oldukça kabarık eski bir futbolcu olan bir AKP milletvekilinin, kürsüde konuşmasını yapmakta olan bir muhalefet partisi milletvekiline dün Meclis Genel Kurul Salonunda yaptığı ve bu sırada biri kadın iki diğer muhalefet partisinin milletvekillerinin de yaralandığı fiziki saldırıyla söze başlayalım.

TİP'li Ahmet Şık'ın AKP sıralarına işaret ederek, "Bu ülkenin en büyük terör örgütü buradaki sıralarda oturanlardır" sözleri üzerine AKP'li Alpay Özalan kürsüye gelerek saldırıda bulundu

I. Mafyatik, kirli, çürümüş bütün ilişkilerde altın madalya hep bizim

Halkın seçilmiş temsilcilerine, Meclislerde böyle insanlık dışı saldırılar konusunda OECD ülkelerinde bir sıralama yapılsaydı, her halde ülke olarak ilk sıralarda yer alırdık. Gerçi hali hazırda demokratik hak ve özgürlüklerin ihlali, hukuksuzluk, yolsuzluklar, adam kayırmacılık, adaletsizlikte de birinciyiz veya ilk üçteyiz.

Düşünün, geçen yıl dünyada “Hukukun Üstünlüğü” sıralamasında 142 ülke arasında 117. Sırada yer almışız. Paralel bir biçimde “Ülkesindeki Demokrasi Düzeyinden Memnuniyetsizlik” sıralamasında 7. sıradayız. Yani taşlar yerine oturuyor. (1)

II. Enerji, gıda, kira enflasyonunda da birinciyiz!

Keza, Meclis’teki son saldırı ile kamuoyunun dikkatinden kaçırılan bir başka birinciliğimiz daha mevcut: Enerji enflasyonundaki birinciliğimiz. Öyle ki Türkiye bu yılın haziran ayında enerji enflasyonunda OECD ülkeleri içinde açık ara birinci geldi.  

Dile kolay Haziran’da neredeyse yüzde 90’lık bir enerji enflasyonumuz var. Temmuz ayındaki elektrik ve doğal gaz zammını da eklersek enflasyon yüzde 90’ın da üzerine çıkar. Bizden sonra ikinci konumdaki Kolombiya’nın bile sadece yüzde 18’lık bir skoru var. Bu birincilik, gıda enflasyonundaki ve konut kira artışı enflasyonundaki birinciliklerimizin ardından AKP iktidarının “başarılarını” adeta taçlandırdı.

III. “Doğal afetlerle mücadelede yetersizlikte” altın olmasa da gümüş ya da bronz madalya sahibiyiz

İzmir'deki yangın dördüncü gününe girerken, Aydın, Muğla, Bolu ve Manisa'daki orman yangınları etkisini devam ettiriyor. Rüzgâr, yüksek nem ve yeni yangınların çıkması da ekiplerin işini zorlaştırıyor. Sadece İzmir'de 4 bin 159 kişinin tahliye edildiğini açıklandı. (2)

Bu yangın bir kez daha ülkenin bu tür afet ya da felaketler karşısında ne kadar yetersiz olduğunu gösterdi. Öyle ki İzmir’de orman yangınını söndürebilmek için yeterli hava aracı yok.

Benzer yetersizlik seller, su baskınları ve depremler, özellikle de 6 Şubat Kahramanmaraş ve Hatay depremleri sonrasında da ortaya çıkmıştı. Örneğin depremden en fazla etkilenen Hatay’da hala temiz suya erişim, hijyen, barınma ve enerji sorunu yaşanıyor.

Diğer yandan ülkeyi yönetenler, AKP’nin bu yılki kuruluş yıl dönümünde son 22 yılda ülkeyi ekonomik, sosyal ve demokratik açılardan nasıl ilerlettiklerini, ülkeye çağ atlattırdıklarını gözümüzün içine baka baka anlattılar.

Bunun gerçek olmadığını halkımız bizzat yaşayarak gördüğü gibi, uluslararası kamuoyu da belgelerle ve bilimsel araştırmalarla ortaya koyuyor. İşte bazı örnekler.

Dünya risk raporu

Bündnis Entwicklung Hilft tarafından Bochum Ruhr Üniversitesi Uluslararası Barış ve Silahlı Çatışma Hukuku Enstitüsü ile ortaklaşa yıllardır yayınlanan bir rapor var.

Bu öncü rapor, küresel afetler bağlamında çeşitliliğe odaklanarak krizler, ötekileştirilmiş nüfuslar ve toplumsal yapılar arasındaki ilişkiyi analiz ediyor. “Dünya Risk Endeksi Verileri” üzerine inşa edilen bu yılki rapor (2023), 193 ülkeyi afet yaşama riski veya deprem, tsunami, sel ve kuraklık gibi aşırı doğal olaylara karşı kırılganlık açısından sıralıyor. Rapor, krizlerin ve afetlerin kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler ve LGBTQ+ toplulukları gibi belirli topluluklar üzerindeki orantısız etkilerini vurguluyor. Keza kriz bağlamlarında bu nüfusların karşı karşıya kaldığı daha büyük risklerin altını çiziyor ve krizler sırasında bu grupların karşı karşıya kaldığı artan riskleri dikkate alan bir afet yönetimi çağrısında bulunuyor. Rapora, “Dünya Risk Endeksi” verileri, infografikler ve ülkelerin afetlere maruz kalma, zarar görebilirlik ve duyarlılıklarını gösteren haritalar eşlik ediyor. (3)

Aşağıdaki haritada örneğin, Kuzey Afrika ülkeleri ve diğer birçok Arap ülkesi gibi, Türkiye’nin de bu tür afetlerle baş etme kapasitesinin ne denli yetersiz olduğu görülüyor (koyu kırmızı renkteki ülkeler en yetersiz ülkeler.)

Bir başka deyimle, ülkeyi 22 yıldır yönetenlerin doğal afetlerle mücadele konusunu yeterince ciddiye almadığını, aksine rant sağlamak gibi afetlerin önünü açan politikalara yöneldiklerini gösteriyor. (Nitekim İstanbul’da pek çok deprem sonrası toplanma alanının yerine AVM gibi ticari yapıların yapıldığına tanık olmadık mı?)


Dünya Risk Endeksi

Bu raporlarda yer alan Dünya Risk Endeksi'ne göre ise, Türkiye, afetlere dayanıklılık konusunda son derece vasat bir puana sahip. Ülke, afetlere karşı, “güvenlik açığı büyük” ve “çok yüksek” bir kırılganlığa sahip ülke olarak tanımlanıyor. Güvenlik açığı ise; (i) sosyal eşitsizlik ve gelişme eksikliği, (ii) yetersiz siyasi istikrar, sağlık hizmetleri ve altyapı ile (iii) ilerleme eksikliği olarak tarif ediliyor. Özellikle ikinci kategoride Türkiye, doğal afetlere karşı “çok yüksek” kırılganlığa sahip olarak nitelendiriliyor. (4)

17 Ağustos günü, 1999 yılında yaşadığımız Gölcük merkezli büyük depremin yıldönümü. Maalesef o tarihten bu yana depremlere karşı alınması gereken önlemler konusunda son derece yetersiz kalındığı 6 Şubat Kahramanmaraş depreminde ortaya çıktı. Zira bu son depremde resmi olarak 50 binin üzerinde insanımızı kaybettik. Yaralananlar, kaybolanlar, evsiz kalanlar, ekonomik olarak yıkıma uğrayanlardan hiç söz etmiyoruz bile.

“Deprem ölüm yükü”

Bir diğer araştırmaya göre, depreme bağlı ölümlerden en çok etkilenen ülkelerin sık ve şiddetli depremler yaşayan ülkeler olması gerekmiyor. Araştırmacılar 500 yılı aşkın bir geçmişe dayanan verileri analiz ettiler ve bir ülkenin ‘deprem ölüm yükünün’ o ülkenin nüfusunun büyüklüğüne, altyapısının depreme ne kadar dayanıklı olduğuna, inşaat kalitesine ve afetlere müdahale etme kabiliyetine bağlı olduğunu ortaya koydular. Bu durum aşağıdaki tablodan da açıkça görülebiliyor.

Bu tür hazırlıkları olmayan ülkelerde nüfusa göre depremden ölüm oranı (deprem ölüm yükü) diğerlerine göre çok daha yüksek. Türkiye bu açıdan 6’ncı sırada yer alıyor. Buna karşılık, Japonya (28. sırada) ve Endonezya (31. sırada) gibi büyük fay hatları üzerinde olmasına rağmen nispeten düşük deprem yüküne sahip ülkeler. (5)

Bu örnekleri; gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinden, insan hakları ihlallerine, yolsuzluklara, çocuk ve emekli yoksulluğuna,  kadına karşı şiddete, çocuk tacizlerine, eğitim alanında yaşanan yıkıma, basın özgürlüğüne getirilen kısıtlamalara,  kamu kaynaklarının yandaş sermaye gruplarına ve belli cemaatlere kullandırılmasına, ülkenin uluslararası mafya örgütlerinin kozlarını paylaştıkları savaş alanına dönmesine, yerleşik etik değer ve kuralların çöküşüne, savaşçı/militarist politikalara ve otoriterliğe, ne eğitimde ne istihdam olan genç nüfusun büyüklüğüne, genç işsizliğinin büyüklüğüne ve Anayasanın tanınmamasına kadar genişletmek mümkün.

Özetle, olimpiyatlarda altın madalya alamasak da eğer hayatın diğer alanlarında da olimpiyatlar düzenlenseydi, tıpkı at yarışlarındaki gibi diğer ülkelere nal toplatarak altın, gümüş, bronz madalyaları birer birer kapardık. Eee… “İşte AKP farkı. Yaparsa AKP yapar!”

Diğer sorunları unutturma operasyonu mu?

Aslında, halk gıda, enerji, konut, ulaştırma, eğitim ve sağlık gibi en temel ihtiyaçlarını bile artık karşılayamaz durumdayken, yüksek enflasyon ve yoksullukla boğuşurken, Meclis’e sanki “fedailik” yapsın diye vekil olarak sokulanların kullanıldığı bir operasyonla da toplum oyalanıyor.

Bunları, yapılan bu son saldırıyı önemsiz gördüğümüz için söylemiyoruz. Aksine bu saldırı, tıpkı 1990’lı yıllarda bazı Kürt milletvekillerinin kelepçelenerek Meclis’ten zorla çıkartılmasının en son örneği, faşizmin Meclis’teki en bariz tezahürüdür. Bu nedenle de çok önemlidir ve ciddiye alınmalıdır.

Ancak bu ve benzeri saldırıların, ülkedeki ekonomik ve sosyal çöküşün üstünün örtülmeye çalışılması gibi hizmet ettiği başka amaçlarının da olduğunu düşünmekte de yarar var.

Sonuç olarak

Ekonomik ve sosyal çöküş hızlandıkça, işsizlik ve yoksulluk arttıkça, yolsuzluklar ve usulsüzlükler iyice açığa çıktıkça, ülkeyi yönetenler ekonomik sorunları çözemez duruma düşüp, halkın tepkisi arttıkça, halkın iktidar bloğuna karşı olan tepkisinin büyüyerek bunun kitlesel bir karşı çıkışa dönüşünü önlemek için bu ve benzeri saldırılar bundan böyle de artarak sürecektir.

1980 öncesinde bu ve benzeri bir zihniyetle hareket eden milisler sokaklarda, mahallelerde, işyerlerinde ve üniversitelerde kanlı saldırılarını yaparlar, terör estirirlerdi. Bugün yeni olan artık bu saldırıların giderek artan bir biçimde, halkın seçilmiş bir temsilcisinin, ortada serbest bırakılmasına yönelik Anayasa Mahkemesinin lehte kararları olmasına rağmen, içeride tutulup milletvekili yapılmadığı kendilerinin “Gazi Meclis” dedikleri TBMM’de gerçekleşiyor olmasıdır.

Demokrasi güçlerinin bu durumu doğru analiz etmesinin ve amasız fakatsız en geniş demokrasi, emek ve barış cephesinde bir araya gelerek bu ve benzeri saldırıları püskürtmesinin ve halka güven vermesinin zamanı geldi de geçiyor.

Dip notlar:

                                                                                 /././

Alain Delon “nedir?” -Ali Akay- 

88 yaşında hayata veda ederken yeni nesillerden kim hatırlayacak Delon’u?

Bir ikon olarak kabul edilen, “Fransa’nın kutsal abidesi” olarak adlandırılan bir isim: Efsanevi rolleriyle Alain Delon. Geçen yüzyılda, 1957’de başlayan 1960’ta ışıklanan kariyeriyle, 21. yüzyılın başında hala etkisini sürdüren bir efsane olarak gözlerimizin önünde artık sadece imgesi durmakta. Bu efsane çelişkilerle dolu bir hayatı yaşadı.

Daha dört yaşındayken annesi ve babası boşandığında, hapishane gardiyanı bir üvey baba ile Fresnes Hapishanesi’ndeki diğer gardiyanların çocuklarıyla oynayarak büyüdü. Dokuz yaşındayken Nazi işgali sırasındaki Vichy hükümetin başkanı Pierre Laval, Mareşal Pétain’in yakın dostu olarak İspanya’ya kaçarken yakalandığında, Alain Delon onun tüfekle infazının şahidi oldu. Acı ve çelişki dolu bir hayata başlangıç elbette. “Hapishane’deki sesleri değil ama imajları” hatırladığını ifade etmişti. Kendi kişiliğini (bir Yunan tanrısı fiziğiyle) bu acıda ve çelişkilerde ve kadınların yardımıyla inşa etti.

Bu çelişkileri, dönemiyle ilişkili olarak kendi hayatına etki etmiştir. Yukarıda bahsettiğim ailevi sebeplerden dolayı okulu bırakıp o zamanki adıyla Hindiçin’e (Vietnam’a) asker olarak giden, orada kendisini çok mutlu hissettiğini ileri süren Delon dönüşünde, zamanını Paris’te kafelerde Pigalle’de, gece hayatının serserileri ve fahişeleri arasında geçiriyor.

Ve ikonlaşma sürecine giren Alain Delon kariyerinin başlarında iyi yönetmenlerin filmlerinde oynamıştı. René Clement ile başlayan çizgisi, İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin usta isimlerinden Luchino Visconti ile devam ediyor. Bu macera  Rocco ve Kardeşleri filmiyle beyaz perdenin ışığına takılmıştı. Daha sonra Henri Verneuil’ün filmlerinde “Sicilyalılar Çetesi” (hayranı olduğu Jean Gabin ile birlikte) ile dikkat çeken bir filmin kahramanı oldu.

Fransız sosyolog Edgar Morin “Yıldızlar” adlı sosyolojik çalışmasında ikonlaşma sürecinin toplumsal alanda nasıl geliştiğini, o yıllarda, bize aktarmıştı. 1910 ile 1960 arasında yükselen bir star sistem ile sonrasında inişe geçen bu sistemin yapısı iki ayrı döneme tekabül etmekte. Sinemanın bir hayal dünyası olarak başlamasıyla ilk çizgi (Méliès'nin Aya Yolculuk'u) ve gerçek dünya arasında kurduğu başka bir çizgi (Lumière Kardeşlerin Fabrikadan Çıkan İşçiler'i) belki de sürecin içinde hep iç içe, yan yana, bazen de karşı karşıya durdu. Star Sistem hayal dünyası üzerinden gelişen bir çizgidir. Modern söylenceler olarak başlayan bu süreç içinde sinema dünyası “yıldızlar geçidi” olarak ilerledi.

Bilhassa Alman Ekspresyonizmiyle gelişen “yakın plan” çekimler yüzleri ön plana çıkarmaya başladı. Fotojenik bir sürecin bu çizgisi hayal olan ile gerçek temsili arasında gidip geldi. Sinema alanı bir dekor alanıydı; bir propaganda alanıydı. Hitler’in özel fotoğrafçısının çektiği fotoğrafların propaganda yönünü, en iyi anlayıp eleştirenlerden biri de Charlie Chaplin olmuştu, Diktatör'le. Yine İtalya’da Cinnecitta’yı kuran faşist diktatör Mussolini olmuştu. Stalin de popüler köy dünyasına ait aşk filmleriyle bu furyaya destek veriyordu Propagandaya karşı, Batı sineması ticari “meta sinemasını” geliştirdi. Bu sinema bizim hayallerimizi süsledi. Bizden o modelleri takip etmemizi talep etti ve bir ölçüde de bunu başardı. İlahlardan kitle sinemasına doğru yol alındı. Ama ilahlardan bazıları orada yerinde durmasını bildi.

Alain Delon yerini koruyabilenlerden biri oldu. Star sistemi yok eden aygıt ise televizyondu. Televizyonun evlere girmesiyle sinemanın krizi başladı. Fransa’da 1950’lerde başlayan bu süreç, bizde de 1970’lerde yaşandı. Sinemanın (bizdeki Yeşilçam) krizi televizyon ve diziler nedeniyle ortaya çıktı ve sinema psikedelik bir hava (bilhassa 1968’de Alain Delon’un oynadığı Motosikletli Kız filmi) ile zamanın psikanaliz ve erotizmini birleştirdiği zamanlarda, bizde de sinemamızdaki “erotik filmler” furyası da başlamış oldu. Aktörler bu sistemde oynadıkları rollerle özdeşleşmiş, rolleri neredeyse onları temsil etmeye başlamıştı.

Alain Delon bu bakımdan star sistemin içinden çıkan biri olarak oynadığı rollerin temsili olarak yaşadı. Canlandırdığı rollerde daha çok “kötü, saf veya haylaz genç” olarak gözüküyordu. Rocco ve Kardeşleri'ndeki boks sahneleriyle birlikte kavgacı-dövüşçü bir tipoloji ortaya konulmaktaydı. Ama hayat ona hep darbe vurmaktaydı. Seyircinin hayal dünyasına seslenen bu tarz sinema ilahlar ortaya çıkarmasını bildi. Eski Yunan tragedyası gibi sinema halkın beklediği kahramanları halka sunmasını bildi.

Fransız ve İtalyan star sistemi Alain Fabien Maurice Marcel, Delon’dan bir Alain Delon yarattı. Sinema gerçek insanların kendilerini değil, ama temsil ettikleri rolleri sundu. Kadınlardan vamplar, erkeklerden ise kahramanlar yaratmasını bilen bu sinema 1930’lardan itibaren daha realist filmler yapmaya başlamıştı; ama asıl realizm, savaş sonrası, İtalyan Yeni-Gerçekçiliğiyle kendisini gösterdi; çünkü stüdyodan ve dekordan gerçek sokaklara geçildi. Savaş sonrası Roma şehri bunun örneğiydi (Rosselini'nin Roma, Açık Şehir'i.)

Kötü karakter, serseri ve yakışıklı genç Alain Delon haksızlıklara uğrayan bir serseriydi ya da kanun adamıydı (Samuray-Le SamouraiAteş Çemberi-Le Cercle RougeGecelerin Adamı-Un Flic); aynı zamanda iyi olarak resmedilmekteydi. Karakteri biraz zordu rollerinde. Hep kadınlara zaafı vardı bu kahramanın; o yüzden de başı belaya girebilmekte, kanunlarla ve adetlerle sorunlar yaşayabilmekteydi (Sicilyalılar Çetesi). Jean Gabin ile birlikte oynadığı Şehirde İki Adam filmi bize Victor Hugo'nun bir karakterini hatırlatmaktaydı: Sefiller ’deki Jean Valjean. Hugo'nun eserinde açlıktan ekmek çalan, sonra bunun cezasını çeken, sonrasında hayatta başarılı olmuş bir adamın yaptığı ilk hatalarını toplum affetmiyordu. Aynı hikâye bu sefer modern zamanlarda geçmekteydi. Şartlı tahliyeyle hapisten çıkan Delon nasıl kurtulacaktı daha önce yaşadığı hayattan? Bu, sanki Alain Delon efsanesinin kendisiydi. Hayatta yaşadıkları ile oynadığı roller örtüşürcesine basın onu takip etmekteydi.

Hayatında kadınlar, en güzel kadınlar oldu. Cannes Film Festivali onun aşklarıyla çalkalandı: Romy Schneider (1959-63 arası nişan- halbuki Jacques Deray’nin La Piscine (Havuz) filmi 1969’daydı), Nathalie Delon (1964-1969 evlilik.) Sonra ise dedikodular dünyası: Brigitte Bardot, Mireille Darc, Anne Parillaud bunların en bilinenleriydi. Star sistem, ilahları ikili olarak sevmekteydi: Ama sürekli değil; tıpkı Yunan tanrıları gibi bir kadından başka bir kadına giden yarı-tanrı erkekler efsane yaratmaktaydı. Bugünkü dünyamızdan ne kadar uzakta olduğumuzu burada görmekteyiz!

Bugün “siyasi olarak doğru olmayan” ne varsa star sistem onu doğru olarak basına yansıtmaktaydı. Halk inanmakta mıydı bu masallara? Evet inanmaktaydı diyebiliriz; çünkü herkes bu haberlerle eğlenmekteydi. Bugünün dizileri neyse o zamanlarda da sinema benzer bir rolü üstlenmekteydi; ama zihniyetler değişmişti artık!

Sinemadaki kendi rolüne bürünen ve Jean-Paul Belmondo ile gerçekleştirdiği Borsalino Çetesi (Prodüktörlüğü üstlenen Alain Delon’un kendisiydi -1970 ve ikincisi 1974-) tatlı, kahraman hırsızları beyazperdeye taşımaktaydı. Bu kahramanlar aslında iyilerdi; ama kriz yıllarını yaşamak zorunda olmaları ve var olma mücadeleleri onları yasadışına itiyordu; sonuçta bunlar toplum içinde haksızlığa uğrayanlar değiller miydi? Bonnie and Clyde'da olduğu gibi. Ve zaten Serge Gainsbourg’un Bonnie and Clyde adlı şarkısını Brigitte Bardot söylemekteydi. Dönem asilerin dönemiydi. Motosikletli asi gençlik, 1950’li yılların savaş sonrası krizine tekabül etmekteydi. James Dean ve Marlon Brando gibi Alain Delon ve Jean-Paul Belmondo da efsane bir ikili olmuştu; sadece Fransız sinemasında değil, o dönemin dünya sinemasında da. Bu iki ilahın filmleri her ülkede gösterilmekteydi. Dünya onları tanıyordu. O anlamda toplumlar ve adetler üzeri ilahlardı, bu sinema yıldızları.

Alain Delon bu ününü ölene kadar sürdürenlerden birisidir. Efsaneyi kendi ürettiği, oynadığı ve senaryolarını yazdığı filmlerde yeniden üretmesini bildi. Tabiri caizse “vurdulu kırdılı” filmlerde oynadı. Silahlar konuştu; haklar haksızlığa döndü. Çingene filminde Alain Delon bir azınlık halkının sorunlarını bir Çingene kahraman olarak ortaya koymaktaydı ve bu, 1970’lerde azınlık sorununun ne kadar önemsendiğini bizlere göstermektedir. Tıpkı Monsieur Klein filmindeki gibi. Yahudi olduğunu sonradan öğrenen bir iş adamı kendisine kondurmadığı etnik kökeniyle yüzleştiğinde kendisini Temerküz Kamplarında bulmaktaydı. Vahşet için sınıfsal aidiyet değil etnik köken önemliydi.

1980’lere yaklaşıldığında dünya başka bir sermaye rejimine girmişti: Neo-liberalizm ve muhafazakâr devrim. Sinema kahramanları da buradan nasiplerini alacaklardı. Reagan dönemi buna müsait bir sinema ortaya koymaya başlamıştı. Alain Delon daha popüler ve daha basit kahraman polis rollerine soyundu. Ya hayduttu ya da dedektif (Polis veya HaydutGizli SilahKatillere Af Yok). Buna rağmen haksızlıklar hala sürmekteydi. Şok filminde sahte bir doktoru canlandırmaktaydı: Göçmenlerin kanını kullanarak zengin müşterilerine kan içiren ve onları gençleştirmeye çalışan, göçmenleri ölüme terk eden cani bir doktoru.

1980’lerde başlayan bu süreç zarfında basının sunduğu Alain Delon aynı imajı artık saklamıyordu. Siyasi olarak bazı çıkışlar yapmaya başlamış ve Fransız kimliğini savunan Fransız aşırı sağıyla flört eden bir tip oluşmaya başladı. Artık halkın her kesiminin sevdiği biri değildi. Yine de kadın dergilerine göre, yaşlanmaya başlamasına rağmen “en yakışıklı Fransız aktörü” unvanını taşımaya devam ediyordu ve bunu yıllarca da sürdürdü.

En son 2019 yılında Cannes Film Festivali’nde ona verilen “Onur Palmiyesi”, hayat boyu başarı ödülü kadınların tepkisini çekmişti. Toplumsal hissiyat ve hatta normlar değişti: “Me Too” ile kadınların maço, homofobik hatta ırkçı lafları olan erkeklere, isterse Alain Delon gibi çok yakışıklı olsun, sempatisi kalmadı. Haydut ve erkeksi yan yana artık işlemez olmuştu. Sinemanın da toplumsal alanın da artık ilahlara değil, ilahlar döneminde arkada bırakılanlara ihtiyacı vardı. Normlar erkeksi olmaktan uzaklaşmaktaydı 1990’lı yıllardan beri kadın hareketi maço erkekleri kaldıracak, onlara hoşgörü gösterecek halden çıkmıştı.

1967 yılında Motosikletli Kız filminde kamera karşısına beraber çıktığı Marianne Faithfull’un “çok nazik ve cazibe dolu” olarak nitelediği Alain Delon, 21.yüzyılda “eski bir dünyanın” ilahı olarak kalmıştı. Ve sonunda kızının ona olan sevgisi Delon’a ışık ve sıcaklık vermekten öteye gidemiyordu. Hayvanlarıyla Paris dışında yalnız yaşıyordu, hatta “hayvanlara iyi davranılması için” Çin hükümetine bir mektup bile yazmıştı. Brigitte Bardot ve Alain Delon iki büyük yıldız “hayvan sevgisi” içinde hayatlarının sonunu geçirdiler.

Delon, bir zamanlar ilahtı. Kendi rollerinin temsili oldu. Hayatı rollerinin içine girdi. Toplumsal tansiyonları takip etti edebildiği kadar; ama o eski dünya geride kalmıştı. Önünde ise hayatın sonundaki son nefes kalmıştı. Bir serseri olarak başladı hayatına, star sistem içinde bir efsaneye dönüştü. Sonra yavaşça bir yıldız kaydı. Belki hayranı değildik; belki de onun bazı rollerini ve bilhassa Dostoyevski karakterini takdir ettik (1972’de taşralı bir felsefe profesörünü oynadığı rolünde,  Profesör filminde kumarbaz bir felsefeciyi canlandırmıştı, Çingene’de başkaldıran bir Çingeneyi, Monsieur Klein’de Temerküz Kampları’na gönderilen bir Yahudi’yi,  Şehirde İki Adam’da kaderinden kaçamayan bir suçluyu, Aceleci İnsan’da bir sanat tacirini canlandırmıştı.)

Dönem değişti artık. Koleksiyonunda Rembrandt, Véronese, Géricault ve Bugatti’nin bronz heykelleri gibi dikkat çekici sanatçıların bulunduğu hazinesinde Alain Delon “Her şey sahte, her şey kötü, saygı kalmadı” diyordu daha 82 yaşındayken.

Bugün 88 yaşında hayata veda ederken yeni nesillerden kim hatırlayacak Delon’u? Yakın zamana kadar anketlerde Fransa sinema tarihinin en yakışıklı aktörüydü. En iyi ve en yakışıklı aktörlerden biri olmayı, her şeye rağmen, hak etti. Onun üzerinde sahne ışıkları, ebedileşen bir sinema tarihinin içinden geçerek, hep durmakta.

Bazı ikonların, belki de önce “kim olduklarını” değil, “ne olduklarını” sormak gerekecektir. Onları herkes bilir; en azından onların zamanında yaşayanlar. Ama, bu tip ikonların ne olduklarına, toplumsal alanda hangi nesne (ne?) olduklarına bakmak, “nedir?” sorusunu sormak hem onların hem de içinde yaşadıkları zamanın ne olduğunu anlamaya yarayacaktır. Kim oldukları ise daha açığa çıkabilecektir.

                                                                 /././

Ukrayna’da barış ümidi bir kez daha dinamitlendi -Akdoğan Özkan-

Kiev yönetiminin Rusya topraklarına girerek gerçekleştirdiği Kursk Harekâtı, Katar’ın arabuluculuğunda iki tarafın temsilcilerince bu ay içinde Doha’da yapılacak “kısmi barış” zirvesi planlarını suya düşürdü

Kursk

Tam Ukrayna’da barış adına bir kez daha ümitlenmiştik! Kiev ve Moskova heyetlerinin iki ülke arasındaki çatışmaları durdurmak amacıyla Katar arabuluculuğunda gizli birtakım görüşmeler yaptıkları yolunda duyumlar alıyorduk ki, Ukrayna ordu birliklerinin ani bir kararla Rusya’nın Kursk bölgesine yönelik büyük çaplı bir saldırı başlattığı haberi geldi ve barış ümitleri bir anda suya düştü. Rus topraklarına girerek 6 Ağustos’tan bu yana bölgede ABD’ye ait HIMARS çoklu roketatar sistemleriyle de saldırılar düzenleyen Ukrayna birliklerinin bu harekâtı Kiev yönetimine askerî açıdan henüz bir kazanım getirmiş gibi görünmüyor. Ancak, iki aydır arabulucularla dolaylı yürüdüğü ve mesafe alındığı ileri sürülen “kısmi barış” görüşmelerinde anlaşma imzalama ihtimalini şimdilik de olsa ortadan kaldırmış görünüyor.

Nereden biliyoruz? Çünkü, Amerikan Washington Post gazetesi, önceki günkü sayısında ismi açıklanmayan bir diplomatın kendilerine yaptığı açıklamaya dayanarak, iki tarafın enerji altyapılarına yönelik yıkıcı saldırıları karşılıklı durduracak çığır açıcı bir anlaşma imzalamak üzere Katar’ın başkenti Doha'ya heyet göndermeyi planlamış olduklarını, ancak Ukrayna birliklerinin Rus topraklarına girerek büyük çaplı bir saldırı başlatmasının planı suya düşürdüğünü yazdı.

Gazeteye göre, altyapılara yönelik saldırıları sona erdirmeyi hedefleyen “kısmi ateşkes” görüşmeleri son iki aydır sürmekteydi. Bu amaçla ağustos ayı içinde Doha’da iki ülke yetkililerinin katılacağı ve son ayrıntıları müzakere edip imzaları atacağı bir zirve planlanıyordu. Bu zirve ve anlaşma önemliydi, zira önümüz kış. Ukrayna enerji altyapısına yönelik bombalamaların sürmesi, en azından soğuk kış aylarında sivillerin gün içinde saatlerce elektriksiz kalması demek. Hatta, Washington Post’un görüşlerine yer verdiği Ukraynalı bir yetkili, “Bu kışı atlatmak için tek bir şansımız var ve o da Rusların elektrik şebekesine yeni saldırılar başlatmaması” diyor.

Malum, Rusya, özellikle son bir yıldır zaman zaman seyir füzeleri ve insansız hava araçlarıyla Ukrayna'nın elektrik şebekesini vurarak, elektrik santrallerinde büyük hasarlara ve ülke genelinde elektrik kesintilerine neden oluyor. Ukrayna da Rusya’nın rafinerilerini, depolarını ve rezervuarlarını ateşe veren uzun menzilli drone saldırılarıyla Rusya'nın petrol tesislerini vuruyor.

Bu sebeple altyapılara yönelik saldırılara son verecek “kısmi ateşkes” görüşmeleri gizli yürüyen görüşmelerde bir ümit olmuştu. Washington Post kaynaklarına göre, anlaşma Doha’daki zirve öncesinde birtakım ayrıntılara kalmıştı. Hatta, görüşmelere katılan bazı isimler öyle umutluydu ki çatışmaları tamamen sona erdirecek daha geniş kapsamlı bir anlaşmanın önünü açabileceklerini dahi umut ediyorlardı. Ancak Kursk saldırısı bir çuval inciri berbat etmiş görünüyor. Zira bir Washington Post kaynağına göre, Ukrayna’nın Kursk’a yönelik gerçekleştirdiği saldırı akabinde Rus yetkililer Doha’daki toplantıyı erteleme kararı aldıklarını bildirmişler. Çünkü Ruslara göre, Kursk Bölgesi'ne yapılan saldırı çatışmalarda “bir tırmanma” anlamına geliyor.

Gerçi Ruslar görüşmeyi tamamen iptal etmemişler, bir “erteleme” söz konusu olan. Ancak barış için ümitli olma ihtimali geçici olarak da olsa ortadan kalkmış görünüyor.

Tam anlaşma imzalamaya yaklaşmışken! İlginç! 2 yıl önce İstanbul’daki gibi.

Belki de birileri Kursk operasyonu ile kasıtlı olarak bu ihtimali baltalamayı hedeflediler. Belki birileri “daha fazla silah ve yardım” sözü verecekleri yeni bir oyun planıyla Zelenski’nin aklına girdiler. Olabilir mi? Olanlar olacakların teminatı çünkü! Öyle ise acaba bu birileri kim olabilir ki?

Hemen bir tarama yapalım. Aaa, ABD’nin savaş çığırtkanı senatörleri Lindsey Graham (Cumhuriyetçi -Güney Karolina) ile Richard Blumenthal (Demokrat-Connecticut) da Kiev’deymiş. Tesadüfe bakın, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana Rus topraklarına yönelik en büyük saldırı anlamına gelen Kursk operasyonu binlerce Ukraynalı askerin Rusya’nın batı sınırını geçmesiyle 6 Ağustos'ta başlıyor. Amerikalı senatörler hemen soluğu Kiev’de alıyorlar. 12 Ağustos’ta yaptıkları basın açıklamasında da “savaşın gidişatının Putin ve yandaşları aleyhine döndüğüne dair her zamankinden daha fazla umutluyuz. Ukrayna'nın Rusya'nın Kursk bölgesinde saldırıya geçme kararı cesur ve parlak bir karardı,” diyor ve Zelenski’den Ukrayna ordusunun ihtiyaçlarını dinleyip “Eylül ayında Kongre’den ‘Stand With Ukraine Act’ adıyla yeni bir askeri yardım yasası geçireceklerinin” müjdesini veriyorlar. Hatta Zelenski’nin, emekli NATO F-16 savaş pilotlarını askere almak yönündeki planını desteklediklerini ifade ediyorlar.

Kongre’ye ve vergi mükelleflerine mesajları açık: Bakın, hava Putin aleyhine dönüyor. Let’s “Stand With Ukraine!”

İşte silahlar bir kez konuşmaya başlayınca barışın neden başta düşünülenden zorlaştığını gösteren bir başka örnek.

Peki Graham’ın “cesur ve parlak karar” diye nitelediği Kursk harekatının askeri hedefi ne ola ki?

Ukrayna tarafı bu konuda konuşmamayı tercih ediyor. Ruslar ise net. Rusya'nın Çeçen Cumhuriyeti'nden Akhmat Özel Kuvvetleri komutanı Tümgeneral Abdi Alaadinov, geçen haftanın başlarında, Rus ordusunun elde ettiği istihbarata göre, Ukrayna saldırısının gerçek amacının [Kurçatov kasabasındaki] Kursk nükleer santralini ele geçirmek olduğunu söyledi. Rusya’daki en büyük 3 nükleer enerji tesisinden birini ele geçirip bir koz sahibi olmak.

Savaş böyle bir şey işte! Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak! Arada da birileri gelir, “Aaa, nereye böyle daha T-bone steak yiyecektik” der.

 (T24)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder