18 Ağustos 2024 Pazar

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" - 18 Ağustos 2024 -

Bir Spartakist ressam: Namık İsmail -Fide Lale Durak-

"Cumhuriyetin kuruluşuna sanat ve eğitim alanlarında emek vermiş olan Namık İsmail, sosyalist kimliği sanki yokmuş gibi yapılan pek çok aydından biridir."

Namık İsmail, babası Tophane veznedarı ve tanınmış bir hattat olan, küçük yaşlardan itibaren resme olan yeteneği ile dikkat çekmiş, Paris'te ünlü Cormon atölyesinde bulunmuş, Berlin'de Spartakistlere katılmış, Cumhuriyet ruhunu yaşamış bir ressamdır.

                                     Namık İsmail, 1918, Otoportre, İstanbul Resim Heykel Müzesi

Namık İsmail 1890 yılında Samsun'da doğar. Bazı kaynaklara göre bu bilgi kesin değildir, ancak öğrenimini İstanbul’da aldığı bilinmektedir. Hatta Tevfik Fikret’in müdürlüğünü yaptığı yıllarda Galatasaray Lisesinde okumuştur. Dönemin alışıldık uygulamasından farklı olarak sanatçıyı Osmanlı devleti değil babası Paris'e gönderecektir. Bu yüzden eğitimine Akademi'de devam edebilmesi için önce Paris'te bir okuldan ya da hocadan referans mektubu alabilmesi gereklidir. Namık İsmail, 1911-1914 yılları arasında Paris'te bulunduğu sırada önce Julian akademisine, ardından Van Gogh, Toulouse-Lautrec gibi sanatçıların da eğitim aldığı Fernand Cormon atölyesine gider. Ve yurda döndüğü yıl, hem “1914 kuşağı” olarak anılan, Sanâyi-i Nefîse Mektebi’nin (Mimar Sinan Üniversitesi) Paris'e gönderilen ilk mezunlarının da yurda döndüğü, hem de Birinci Dünya Savaşı'nın başladığı yıldır.

Namık İsmail, birçok sanatçı gibi cepheye gönderilir. 1914'ten 1917'ye kadarki dönemi, büyük bölümü Erzurum'da olmak üzere Kafkas Cephesi'nde geçirir ve burada tifüse yakalanır. Bu ölümcül hastalığı atlatmayı başarır, ardından dinlenmesi için İstanbul’a gönderilir ve tekrar cepheye dönmez. İstanbul’a döndükten sonra, savaştaki kahramanlıkları anlatması ve yurtsever duyguları pekiştirecek propagandif resimler yapılması için kurulan Şişli Atölyesine dahil olur. 

Savaşta eskizler çizmeyi ihmal etmemiş olan Namık İsmail, burada bulunduğu sırada, ölümü yakından hissettiği tecrübesiyle, savaşın dramatik yüzünü gösterdiği “Tifüs” resmini yapar. Doğal olarak bu resme hâkim olan duygu ölümdür. Paris’te empresyonizmin ve Barbizon ekolünün etkisinde kalmış olan sanatçının tuvalindeki canlı renkler savaşın etkisiyle soğuklaşmıştır. Tifüs resminde hastalıklı bir yeşil vardır ve hem gökyüzü, toprak, tabut dahil resimdeki tüm nesneler hem de insanlar bu rengin tonlarındadır. Gölgede kalan üç kadın, mitolojide sıkça karşımıza çıkan üç kadın imgesini hatırlatır. Sahip oldukları tek ortak gözle geleceği gören üç yaşlı cadı gibi gölgelerin arasında savaşın yarattığı tüm sefaleti gören ve bu gerçekliğin acısını çeken kadınlar, arka planda tabut ile oluşturulan üçgenin de simetriğidir. Akbabalar ise yaşamın üzerine çökmüş ölümün simgesidir. 

                                 Namık İsmail, 1917, “Tifüs”, Ankara Resim Heykel Müzesi

Namık İsmail’in Şişli Atölyesinde yaptığı diğer önemli resimler “Son Mermi" ve “Vatan Emredince”dir. “Son Mermi"de, yurt savunmasının direnci, ayakta zar zor duran ama iradesinin biraz bile azalmadığı belli olan bir asker ile anlatılır. “Vatan Emredince”de ise diyagonal bir şekilde yerleştirilen ileri atılmış atlar, şaha kalkmış bir at ile tamamlanır. Bu resimdeki en çarpıcı yan atların ve onları süren insanların gözlerindeki dehşetin benzerliğidir. Resmin gerçeğine yakından bakıldığında çok daha iyi anlaşılan bu benzerlik, Namık İsmail'in sanatçı becerisinin yanı sıra, muhtemelen savaşa bizzat tanık olmanın getirdiği duygularının da bir sonucudur.

                    Namik İsmail, 1917(?), “Son Mermi”, Ankara Resim Heykel Müzesi

                              Namik İsmail, 1917(?), “Vatan Emredince”, Ankara Resim Heykel Müzesi

Şişli Atölyesinde yapılan resimlerle Viyana sergisi açılır, aynı serginin Berlin ayağı da planlanmış ama gerçekleş(e)memiştir. Fakat Namık İsmail'in yolu bir grup ressamla birlikte Berlin'e düşmüştür. Aynı dönemde Rusya’da Büyük Ekim Devrimi yaşanmış, Bolşevikler iktidara gelmiştir. Almanya'da güçlü olan sosyalistlerin de kendi ülkelerinde benzer bir devrimi gerçekleştirme umutları vardır. Namık İsmail, dönemin önemli Alman komünistleri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht'in öncülük yaptığı Spartakist hareketinden etkilenmiş ve aynı dönemde öğrenci olarak Berlin'e gelmiş olan Vedat Nedim Tör, Mehmet Sadık Eti (Sadık Ahi) ve Vehbi Sarıdal gibi isimlerle dostluk kurmuştur. Bu grup, “Spartakist Türkler” olarak Kurtuluş dergisini çıkaracak ve 1919'da Berlin'de Türkiye İşçi ve Çiftçi Fırkasını kuracaktır. Namık İsmail’in yolunun kesiştiği Türk Spartakistlerinden bir diğeri Reşat Fuat Baraner ise Berlin treninde Suat Derviş ile tanışacak ve bu karşılaşmadan yıllar sonra Türkiye'de tekrar buluştuklarında bu defa yollarını birleştireceklerdir. 1921 civarında Türk Spartakistlerin bir kısmı SSCB'ye geçecek, bir kısmı ise memlekete dönerek ve Şefik Hüsnü ile birlikte “sosyalist” kelimesini de ekleyerek Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkasını kuracaklardır. Namık İsmail bir dönem bu partiye başkanlık yapacaktır.

Sosyalist hareket içinde yer almış, ülkenin Cumhuriyet ile buluşması için hem cephede hem fikirsel savaş vermiş olan Namık İsmail, belki de Cumhuriyet tarihimizin en ilginç ressamıdır. 1923 yılında yaptığı “Harman” resmi ise sanatçının memlekete bakışının özeti gibidir. Mustafa Kemal’in köylüye de seslendiği bu yıllarda, kurulan Cumhuriyet’in köylü üzerindeki olumlu etkisi görülür. Sımsıcak harman yeri saman sarısı renkte ışıl ışıl parlarken, gökyüzünün mavisi onu dengeler. Emek verilmekte, hasat toplanmakta, besili hayvanlardan sağlık fışkırmakta, verim alınmaktadır. Köylü yurttaş sağdığı taze sütün yanında, soluklanmakta ve susuzluğunu gidermektedir. Aslında bu resim çok erken bir tarihte yapılmış toplumcu gerçekçi bir resimdir. 1930'larda SSCB'de oldukça yakın örneklerini göreceğimiz bu resim, devasa boyutlarıyla da oldukça etkileyicidir. 

                                    Namık İsmail, 1923, “Harman”, İstanbul Resim Heykel Müzesi

Cumhuriyetin kuruluşuna sanat ve eğitim alanlarında emek vermiş olan Namık İsmail, sosyalist kimliği sanki yokmuş gibi yapılan pek çok aydından biridir. Cumhuriyet estetiğinin şekillenmesinde önemli rol oynamış olan eserleri, bu gözle incelenmelidir.

                                                                                 /././

Kuru Otlar Üstüne: Sametlere sahip çıkma mecburiyeti -Cemali Coşkunırmak-

"Kafası karışık, kırılgan, yarı umutlu yarı karamsar bir şeyler arayan, öğrencisinin ilgisine muhtaç yalnız biridir Samet."

“Bir Kuru Otlar Üstüne yazısı daha mı” dediğinizi duyar gibiyim. Film izleyiciyle buluştuktan bu yana hem bu köşede hem de sol çevrelerde epey tartışıldı, birçok eleştiri yazıldı ve bu süreç daha devam edecek gibi görünüyor. Demek ki otlar o kadar da kuru değilmiş!

Diğer yandan şunu da belirtmek gerekiyor ki film üzerine yazılıp çizilenlerin çok azı filme hak ettiği özeni gösteriyor. Elimizde üç saati aşan, her kelimesi özenle seçilmiş, sayısız diyalog içeren, önemli konuları dert edinmiş değerli bir üretim var. Bu durum filmi eleştirilemez yapmaz ancak eleştirmeye başlamadan önce filme özenle yaklaşmak, yönetmenin derdini doğru anlamak ve filme hak ettiği değeri vermek zorundayız.

Bu yazının amacı filme dair kapsamlı bir eleştiri yapmaktan ziyade tartışmalarda çok tekrarlanan bazı problemli argümanları ele alarak filmi doğru bir çerçeveye oturtmaktır. Bunu yapabilmenin yolu da filmin sevilmeyen ana karakteri Samet’i ve onun diğer karakterlerle olan ilişkisini anlamaktan geçiyor.

Samet pedofil midir?

Filmin içine girmeyi, onu anlamayı en çok zorlaştırdığını düşündüğüm yorumların başında Samet ile Sevim arasındaki ilişkide bir “sınır ihlali” görmek var. Bu yaygın yoruma göre zaten filmde tacizle suçlanan Samet genel olarak fazla samimi tavırlarıyla, öğrencisine belinden sarılmasıyla, ona ayna gibi ilginç bir hediye almasıyla, yetişkin bir erkek ve bir kız çocuğunun denk olmayan ilişkisindeki sınırı aşıyormuş.

İlk bakışta böyle bir şüphe duymak, çocuk istismarının ülkemizdeki yaygınlığını düşündüğümüzde gayet doğaldır. Ancak, bu şüpheyi film boyunca ve filmden sonra da sürdürerek yönetmeni bir tacizi aklamakla suçlamak çok büyük bir özensizlik ve haksızlıktır. Çünkü yönetmen filmde durumun göründüğü gibi olmadığını ve niyetinin başka olduğunu belirten birçok ayrıntıya yer vermiştir.

Öncelikle filmdeki taciz suçlamasını ele alalım. Samet, ani bir sınıf aramasında Sevim’in çantasından çıkan, kime yazdığını bilmediğimiz aşk mektubunu gülerek okurken Sevim’e yakalanır. Bunun üzerine Sevim’in onuru kırılır, çok üzülür ve mektubunu ister. Samet ise mektubu zaten yırtıp attığını söyleyerek, muhafazakâr Kevser hocanın aksine bu yaşlarda böyle duygular yaşamanın, aşk mektupları yazmanın ne kadar doğal olduğundan bahseder ancak Sevim o kadar üzgün ve kızgındır ki bunları dinlemez bile ve son kez Samet’in gözlerinin içine çok sert bakarak, tehdit eder bir şekilde “yani şimdi mektubumu vermeyecek misiniz hocam” der ve spor odasını terk eder.

Daha sonra, ilerleyen günlerde muhafazakârlığı ile bildiğimiz Kevser hoca tüm kız öğrencileri toplayarak onlara “öğüt” verir: “Giyiminize kuşamınıza, hareketlerinize dikkat edin, erkek hocalarınızla yakınlaşmayın, yanlarından geçerken bile temkinli olun, büyüdünüz artık” gibi şeyler söyler. Bunun üzerine aynı toplantının devamında Sevim ve bir arkadaşı Samet’i ve derslerini çok sıkıcı buldukları, Samet’in en yakın arkadaşı Kenan hocayı tacizle suçlarlar. Aslında, Sevim’in bastırdığı çocuksu öfkesi, Samet’in “ahlakçı bir şeytanın içindeki çamuru kusması” diyerek nitelendirdiği Kevser hocanın laflarıyla kendisine su yüzüne çıkma olanağı bulmuştur.

“Hocam hediye alıp durma dedim sana, bizim buralar sizin oralar gibi değil, her yerin bir geleneği göreneği bir gerçekliği var.”

Mevcut suçlama Samet ile Kenan arasında da bir gerginliğe yol açar. Neden suçlandığını anlamayan ve panikle kendini bir an önce bu işten kurtarmak isteyen, Milli Eğitim müdürüne “ben yanlış anlaşılır diye yeğenime bile sevgi göstermiyorum” diyen Kenan, alıntıdaki laflarla Samet’i suçlayarak kendini rahatlatmaya çalışır. Samet’in bu suçlamaya verdiği cevap ise her şeyi özetler niteliktedir:

“Lafa gelince mangalda kül bırakmazsın mücadele falan, şimdi kılın kıpırdamıyor, sen gerçekliğe teslim olmuşsun, başka adaletsizliklere neden tepki gösteriyorsun ki o zaman, bağnaz alışkanlıklarınızı esnettiysek, beldenize medeniyet getirmek için risk aldıysak fena mı yaptık, sen ben öğretmenler bunu yapmayacaksak kim yapacak, gelenek dediğin cenderenin kölesi olacaksak, sokmayacaksak elimizin taşın altına kim sokacak?”

Samet’in bu lafı sadece Kenan’a değil, yönetmenin hazırladığı incelikliği tuzağa düşen tüm izleyicileredir de aslında. Yönetmen taciz suçlamasının dışında da filmin başında Samet’in Sevim ile olan ilişkisinde bir sınırın aşıldığını bize özellikle düşündürmek ister, örneğin Samet’in Sevim’e okuması için kitap da hediye ettiğini biliyoruz ancak gözümüze sokulan aynadır; aynı şekilde aynanın Sevim’e verildiği sahnedeki kamera açıları bilinçli bir şekilde Samet’in kıza nasıl sarıldığını göstermek için seçilmiş. Peki yönetmen neden böyle bir tercih yapıyor?

Bir öğretmenin ara tatil nedeniyle bir süredir görmediği başarılı öğrencisiyle karşılaştığında ona sarılması, aldığı hediye ile sevgisini göstermesi kadar doğal ve güzel bir şey olamaz. Ancak yönetmen birkaç provakatif hamleyle kurduğu tuzak sayesinde Kenan’ı düşürdüğü gibi “dikkatsiz” izleyiciyi de kolayca gerici Kevser hocayla aynı konuma düşürür ve “aydın” seyirci kendisini bir öğretmenin normalde gayet samimi ve olumlu kabul edilebilecek davranışlarını muhafazakâr ve ahlakçı bir yerden eleştirirken bulur. Bu tuzak Samet karakterinin gelişimini etkileyen nesnel koşulları anlamak açısından, yazının devamında değineceğim meselelerde önemli bir yer tutuyor.

Samet kötücül müdür?

Film üzerine yapılan tartışmalarda en çok konuşulan mesele belki de budur. Okuduğum ve tartıştığım kadarıyla Samet karakterinin çoğunlukla onunla duygudaşlık kurmayı engelleyecek ölçüde kötücül bulunduğunu söyleyebilirim. En yaygın karşıt görüşe göre ise Samet’i kötücül bulanlar samimiyetsizlerdir, insan doğası zaten bencildir, kötücüldür. Bu iki görüş aslında aynı oranda problemlidir ve filmi anlamaktan uzaktır çünkü bu iki tez de filmde statik, tek bir Samet görür ancak ortada bir değişim vardır.

Şu soruyu kendimize sormak zorundayız: Evindeki fazladan karyolasını ihtiyacı olan bir öğrencisine vermek isteyen, işsiz Feyyaz’a borç vererek destek olmaya çalışan ve borcunun peşine bile düşmeyen, “ben köy ürünlerini yiyemiyorum ya” diyen başka bir öğretmene karşı çıkarak uzakta çocuk okutan okul hizmetlisine destek olmaları gerektiğini söyleyen, “sen hayvanına köpeğine insanına acımaya kalkarsan, valla sana acımazlar ha” diyen veteriner Vahit’e rağmen okulun çevresindeki uyuz köpeklerin sağlığını kendine dert edinmiş Samet, nasıl oldu da hiçbir şeyi umursamayan, bencil, saldırgan, sinsi bir insana dönüştü, yani kötücülleşti?

Samet’in en değerli öğrencisi tarafından ağır bir şekilde suçlanması ve olay üzerine çevresiyle yaşadığı gerilim onun için bir kırılma anı olmuştur. Peki kırılan tam olarak nedir, buna cevap vermeden önce ilk olarak Samet’in o köyde ne aradığını anlamaya çalışalım.

Samet’in derdi nedir?

Sürekli köyden gitmeyi düşünüyor ama Sevim’e okuması için kitaplar veriyor, artık pek resim yapmıyor ama fotoğraflar çekiyor, solcu değil ama hep solcularla zaman geçiriyor… Kafası karışık, kırılgan, yarı umutlu yarı karamsar bir şeyler arayan, öğrencisinin ilgisine muhtaç yalnız bir adamdır Samet.

“Sonra Sevim’i düşündüm, onda aradığımı. Bu yaşama kapanmış, kıpırtısız coğrafyada onda aradığım, kendimde bulamadığım bir şeydi belki, bir enerji, aşkınlığın küçük bir belirtisi... Onu değil, onun ötesini düşlemiştim ben. Onun ötesinde kurduğum bir hayal dünyasının sadece aracı kılmak istemiştim aslında onu. Ama biliyordum, aramızda yine çığlıklarımızın birbirine ulaşamayacağı kadar derin ve geniş bir uçurum, bilinçlerimizin yakınlaşamayacağı kadar acımasız bir uzaklık vardı. İmkansızlığı düşlemiştim.”

Filmin sonundaki monologdan da anlayabileceğimiz üzere Sevim, Samet’e bir öğretmen olarak onu yetiştirme amacı vererek onun hayatını anlamlı kılan, ona geleceğe dair umut veren, başka bir dünya hayali kurduran ve bu anlamda aslında yaşama tutunması için ona bir dal uzatan kişidir. İşte kırılan bu dalın kendisidir. Suçlamadan sonraki ilk derste Samet’in “bana bakın o küçük beyinlerinize bir şeyler girsin diye uğraşıyorum, hiçbirinizin ressam olacağı yok, sizler patates şeker pancarı ekeceksiniz ki zenginler rahat yaşayacak, maalesef gerçek bu” ifadesini kullanması yaşanan kırılmanın Samet üzerinde nasıl bir etki yarattığını anlamak açısından çok önemli.

Bu noktada şunu belirtmekte fayda var, kuşkusuz Samet’in Sevim ile olan ilişkisinde sağlıksız olan birçok nokta var. Bir öğretmenin sınıftaki potansiyeli yüksek öğrenciyi kayırma kolaycılığı göstermesi, yetişkin bir insanın bir çocuğa bu kadar anlam yüklemesi ve bu anlam boşa çıkınca sonradan pişman olsa da acısını çocuktan çıkarması çok problemli. Ancak şunu unutmamak gerek: Yukarıda belirttiğim gibi Samet düşünceleri sistematik, ne istediğini bilen, umudunu her zaman ayakta tutabilen, aydın sayılabilecek biri asla değil, bu anlamda toplumun görece genç sayılabilecek, kentli, eğitimli muhalif profilini iyi temsil ettiğini düşünüyorum. Dolayısıyla, Samet’in Sevim ile kurduğu bağda bu tarz problemli noktalar olması “doğal”dır.

Filmin derdi nedir ve solun derdi ne olmalıdır?

Film için bir anahtar kelime seçmek istesek bu herhâlde umut yorgunluğu olurdu. Aslında, bilinç düzeyleri ve yaşadıkları şeyler ne kadar farklı olursa olsun Nuray, Vahit ve Samet büyük oranda benzer öykülere sahiplerdir. Bu kişiler karşısında durdukları güç tarafından sistematik olarak sindirilmiş, saldırıya maruz bırakılmış, politik aklını koruyamamış ve sonuç olarak nesnel koşullara teslim olarak umudunu büyük oranda kaybetmiş insanlardır. Örneğin, Nuray ile Samet’i de beklenmedik bir anda yakınlaştıran bu duygudaşlıktan başka bir şey değildir. Bu anlamda kuru otlar, değiştirme iradesini, geleceğe olan inancını kaybetmiş emekçi halkın ta kendisidir.

“Sevim, son konuşmamızda yalan söyledim sana, tüm kendimi inandırma çabalarıma rağmen pişman değilim seni tanıdığıma, senin gözünden kendimi görmek isterdim, ilerde bana benzemeyeceğin kesin ve hayatla daha doğrudan bir bağ kurabilen hırçın, yırtıcı, mutlu ve umutlu biri olacağın da. Ki böyle olacağı için bir yandan acırken, bir yandan da seviniyorum senin adına. Hayat böyle. Bizi birbirimizle buluşturan bu rastlantı bile, ne akıl almaz bir bilmece. Bu düşüncenin başlangıcında bile bizi saran his, yaşananların hiçbir kıymeti yok denemeyeceğidir. Evet, yaşananlar konuşulanlar, duygular, belki de evrenin karanlık bir dehlizindeki kusursuz bir bilince yansıyor. Ama görünen şu ki gerçek, sıkıcı olduğu kadar acımasız da. Her insan gibi sen de göreceksin bunu. Zaman geçip gidecek ve kendi içine batmış, binbir aksiliğin yaşandığı bu coğrafyada hayatta kalırsan yine de sararıp kuruyup gideceksin sonunda. Bakmışsın ki ortalarına gelmişsin hayatın ve içindeki çölden başka hiçbir kazancın olmamış, ellerin bomboş.” 

Samet bu sözlerle bitirir filmi. Büyük oranda karamsar ama kapıyı azıcık da olsa aralık bırakarak... Nuray ve Vahit’in yani solun iddiasını yitirdiği bir durumda Samet’in çürümesi ve böyle cümleler kurması gayet “anlaşılır”dır.

Filmi bir başyapıt olarak kabul etmeye mecbur olmayabiliriz ancak bu ülkede bir şeyleri değiştirmek istiyorsak Samet’in aralık bıraktığı kapıdan içeri dalarak onun koluna girmeye, gerekiyorsa onu bütün gücümüzle sarsarak dönüştürmeye, yönetmen dahil tüm “Sametlere” tam olarak bu anlamda sahip çıkmaya mecburuz! 

Ancak bunu başarabildiğimiz ölçüde bir kez daha “Kuru Otlar” değil “Büyük İnsanlık” olduğumuzu gösterebiliriz.

                                                               /././

Konya'da toplanan köpekler 'yok oldu': Belediye yanıt vermiyor, barınak 'bizde değil' diyor -Çağdaş Übeyit Büyükdalda-

Barınak olmayan Konya Bozkır'daki köpeklerin akıbeti belirsiz. "Götürdük" denilen ilçeden "Buraya köpek gelmedi" cevabı alan yurttaşlar görevlilerin köpekleri toplamasını engelledi.

Sokak köpeklerinin, barınaklara alınarak öldürülmesinin yolunu açan yasa değişikliğinin ardından birçok ilden katliam haberleri geldi. Benzer bir örnek bu defa Konya'nın Bozkır ilçesinde yaşandı.

Hayvan barınağı bulunmayan ilçede köpeklerin toplandıktan sonra nereye götürüldüğü bilinmiyor.

"Barınağa götürüleceği" ifade edilen köpekler hakkında yurttaşlar bilgi talep etmesine rağmen bir cevap alamıyor. 

Yeni düzenlemeyle birlikte "topla, aşıla ve kısırlaştır, yerine bırak" metodu yürürlükten kaldırıldı.

Yeni yasa, sokaktaki tüm köpeklerin toplanarak sahiplendirilinceye kadar barınaklarda bakılmasına hükmediyor.

İlgili maddede, “İnsan ve hayvanların hayatı ve sağlığı için tehlike teşkil eden ve olumsuz davranışları kontrol edilemeyen, bulaşıcı hastalığı bulunan ya da sahiplenilmesi yasak olan” köpeklerin veteriner hekim tarafından/gözetiminde öldürülebileceği belirtiliyor.

soL'a konuşan yurttaşlarsa toplanan köpeklerin gayet sağlıklı olduğunu ve kendileri tarafından beslediklerini söylüyor.

Olayın tanıklarından Mehmet Avcı, toplanan köpeklere ne yapıldığını, nereye götürüldüğünü sorguluyor. 

'Akıbetleri belli değil'

Yeni yasayla yerel yönetimlere bakımevi kurmaları ve mevcut şartları iyileştirmeleri için 31 Aralık 2028'e kadar süre tanıyor. Ancak Bozkır Belediyesi seçim öncesinde verdiği barınak inşa etme sözünü dahi yerine getirmedi ve yasanın yürürlüğü girdiği 2 Ağustos'tan günler sonra harekete geçti.

Mehmet Avcı köpeklerin barbar bir şekilde kamyonete yüklendiğini belirterek şu ifadeleri kullandı:

"İlçemizde barınak bulunmuyor, şu anki belediye başkanı seçim vaadi olarak barınak yapacağını söylemişti ama halen yapılmadı. Yasa çıkmadan öncede de köpekler toplanıyordu. O zamanlar bazılarının kısırlaştırılıp salındığını gördük. Özellikle yasanın çıkmasıyla birlikte hareketlilik oldu. Çoğu köpeğe biz bakıyoruz zaten. Zararsız ve sağlıklı canlılar. Kimseye bir zararları yok. Duyduğumuza göre şikayet üzerine belediye başkanı hayvanların toplanmasını emretmiş.  Uyuşturucu ok kullanarak barınak olmayan yerde köpekleri barbar bir şekilde kamyonete yükleyip götürdüler. Akıbetleri belli değil."

'Buraya köpek gelmedi dediler'

Mehmet Avcı, hayvanların vahşice toplanmasından dolayı ilçe sakinlerinin konuya tepki gösterdiğini ve yetkileri aradıklarını aktarıyor. İlçede hayvan barınağı olmadığı için köpekleri nereye götüreceklerini sorduklarında da yetkililerden "Bozkır ilçesinden alıp Seydişehir ilçesindeki barınağa götüreceğiz" cevabını aldıklarını anlatıyor. 

Ancak Seydişehir'deki barınağı arayınca aldıkları cevap kaygıları daha da arttırmış. 

Mehmet Avcı, bu durumu şu sözlerle anlatıyor: 

"Köpekleri götüren ekiplere durumu sorduğumuzda 'Biz bilmeyiz şoför bilir' cevabı aldık. Şoföre sorunca da Seydişehir'de bulunan barınağa götürdüklerini söyledi. Biz de merak ettik ertesi gün Seydişehir'deki barınağı aradık. Barınakla yaptığımız görüşmede herhangi bir köpeğin o barınağa gitmediği öğrendik. Durum böyle olunca ekipler ikinci geldiğinde hayvanları toplamalarına izin vermedik. Bu başına buyruk durum derhal son bulmalı. Köpeklerin durumlarından endişeliyiz. Yazıktır, ayıptır. Bu katliam yasası bir an önce geri çekilmeli."

Yetkililerin toplanan köpeklerin akıbetine ilişkin hiçbir açıklama yapmamasına tepki gösteren mahalle sakinleri, hayvanların toplatılmasına engel oldukları gibi benzer bir durum karşısında yine müsaade etmeyeceklerini belirtti.

İki yıl önce 'ölüm kafesleri' kurulmuştu

Bozkır ilçesi 2022 yılında yine köpek katliamı ile gündeme gelmişti. Belediyenin mezbahane binasının avlusunda kafeslere kapatılmış yaklaşık 50 köpek bulunmuştu. Aç ve susuz bırakılan köpeklerin bir kısmı ölmüş, bir kısmıysa birbirine saldırarak yalanmıştı.

Bir yurttaşın ihbarı üzerine olay yerine giden hayvanseverler köpekleri kurtarmış ve tedavi ettirmişti.  

                                                               /././

Özgürlüğe bağlayan kınnaplar(II) -Asaf Güven Aksel

Bütün o gülümseten çocuk çağrışımlarının alaca kuyruğunda salınan özgürlük, isyan, direniş gibi değerlerin sembolü uçurtma, örgütlü emek olmadan, düz nesnedir.

Evet, bunun bir devam yazısı olması gerektiğini biliyorum. Olacak da. 

Çok uzun zaman önce, “Bugsy Malone” filmindeki siyah temizlikçi çocuğun şarkısı üzerine yazmıştım birşeyler. Anımsar mısınız, Alan Parker’ın yalnızca çocuk oyunculara yer verdiği bu “müzikli film”i? Sahneye çıkıp şarkı söylemek isteyen bu çocuğa, hep, “yarın söylersin” yanıtı veriliyordu, çünkü önce “bugün”ün zorunlu görevi vardı, mesela ortalığın temizlenmesi gerekiyordu, hele o bitsindi. Gün, her “yarın”a evrildiğinde “bugün” oluyordu ve “bugün” de hep öncelikli görevler taşıdığından, şarkı, “yarın”a kalıp duruyordu. Onun şarkısı, “Yarın, hiç açık olmayan oyun bahçesi”ydi … 

Şu “devam yazısı”nın başına oturduğumda, aklıma bunun gelivermesi, uçurtma-kınnap, özgürlük-örgütlülük bağıntısını biraz da keyifli ifadelerle paylaşmak isterken, İzmir başta, ülkenin dört bir yanında, yangınların başgöstermesindendi. Maalesef böyle durumlarda “istatistik” hep ânı yansıtır. Can kaybının olmadığı söylendi. Nasıl yok? Hayır, sadece yanan alanlardaki doğal hayatın canlıları değil,  klişe deyimle “ciğerleri yanan” ülkenin insanları da, böyle bir doğa yıkımının bir  vadedeki sonucundan yaşamsal olarak etkilenmeyecek mi? Nasıl yok? Alev, duman, geleceğe ipotek, keyifli ifadelerle devam ha… Sevgili ülkem, ah bir, ah bir…

Öyle kol kavuşturmuş bakarken, “hadi” dedi yoldaşım, “senin takım yılda bir geliyor, seni maça götüreyim,  açılırsın biraz”… Aklımın ucundan geçmezdi, o an siyah çocuk, çalı süpürgesini hem buruk hem kızgın sallamasaydı, sahneyi tozutmasaydı suratıma suratıma… Gidelim. “Yarın”ın provasını olsun çekip alalım …

Uçurtmalardan bahsetmek, belki de daha çok böyle anlarda gereklidir, ne bileyim. Siz gücünü ne oranda görürsünüz, oyla mı ölçersiniz, toplumsal işlevle mi, belde belediye hesabı mı yaparsınız, siyasal mihenk mi, değişmeyen tek bir şey vardır: Biz çocukken, “kara gün dostu” olarak Kızılay’ı bilirdik. Epeydir, Türkiye Komünist Partisi’dir. Sadece “doğal âfet”lerde  değil, emekçi halka zarar verecek her siyasal dönemeçte, her düzen hamlesinde, her patron çıkarı tezgâhında, en hızlı, en gerekli müdahaleleri yapan  parti. Siz, etini budunu nasıl bilirsiniz, uzattığı elin sımsıkı güvenilirliğini nasıl tesis ettiğini düşünürsünüz, değişmeyen tek bir şey vardır: Biz çocukken, “esirgeyen” anne kucakları öğrenirdik. Artık Türkiye Komünist Partisi’dir.

Nasıl becerdiğini düşünürsünüz, böyle sanki refleksif seferber olabilmesini nasıl anlarsınız, sadece çalacak da değil açık kapınız olduğunu nereden bilirsiniz...

Bunu kınnap yapar. Uçurtma kınnabı. Örgütlülük “sihirli şurubu”. “Yarın”ın bugünden umudu.

Geçen yazıda, Sait Faik’ten, bir şeytan uçurtmasının “hunharca” yağmalanması ve karşısında çaresizlik yansıması tablosunu aktarmıştık. Oysa, ne güzel başlamıştı, bilseniz. Hani, rüzgâr çıkmıştı, çocuk başı gibi oynak, afacan bir rüzgâr. Gök bahtiyardı, rüzgâr kıskanç, güneş hasret. Uçurtmalar birer çocuk ruhuydu, haydi tam vaktiydi hani… 

Düşünüyordu bizim Sait: 

“Ben bir kuş olsaydım! Yükseklerde uçan bir kuş ... Kanatlarını germiş, gölgesinin düştüğü yerden bihaber bir kuş ... uçurtmaları gagalar mıydım?
“Ben bir kuş olsaydım! Ufacık bir kuş, uçurtmaları acaba nerden seyrederdim? Çınarın üstünden mi? Yoksa yukarlardan, atmacalardan korkmayarak daha yukarlardan, uçurtmaların üstünden mi?
“Ben bir kuş olsaydım, kınnapların sarkmış, gevşemiş münhanisinden denize atılmış kaypak taşlar gibi seker; uçurtma sahiplerinin sedef düğmeleri çözülmüş göğsüne girer, oradan o ot, tere, ceviz, böğürtlen, fındık yaprakları kokan yerden başımı çıkarır, uçurtmaları oradan seyrederdim.”

Bir kuş olsaydı Sait Faik. Kıyamazdı gagalamaya canım… Ama niye sahiplerinin göğsüne çözülmüş düğmelerden girer, oradan seyrederdi uçurtmaları? Yani, bir kuş olsaydı, bilir miydi ki, ot ve böğürtlen kokan örgütü acep?

Sonra ne olmuştu?

“Rüzgâr kınnapları gerdi. Rüzgâr kalemleri kırdı, Rüzgâr kâğıtları yırttı, terazileri bozdu, kuyrukları savurdu…
“Şimdi, döndüğüm yolun ağaçlarında ipler sarkıyor, kırık altı-köşelerin kalemleri sallanıyor, mor kâğıt parçaları uçuyordu.
“Bir aralıktan çocuk gölgeleri yağmaya koşarlarken, benim yolum da akşam alacası içinde, ipi kesilmiş mor bir uçurtma gibi büklüm büklüm kıvranarak, uzaklara, uzaklara... sessiz bahçeliklere doğru düşüyordu...”

İpi kesilmiş uçurtma kıvranırken, gölgeler hazin bir yağmaya koşarken mi bitmişti gerçekten bu öykü? Hem de biz varken? Ya çocuk ruhu? Kof edebiyat mıydı?

Önce… Uçurtmayı Vurmasınlar, Uçurtmanın Kuyruğu, Uçurtmam Savaştan Korkmaz, Uçurtma gibi yapıtlarda, harikadan ipini koparana, avlanandan kalbe, tel örgülere, yarin telgrafına takılanlara kadar sayısız temada yer alan uçurtmalar, ağırlıklı olarak özgürlüğü, baskı ortamlarında isyanı, yılgınlıkta direnişi sembolize ederek salınır gökyüzünde. Çocukluk eşlik eder onlara bütün gülümseten çağrışımlarıyla. 

Sait Faik’in şeytan tipi uçurtması yağmalandı, altı-köşelisi tarumar edildi madem, buradan gidelim.

Siz hiç uçurtma yaptınız mı? Yaptığınızı uçurdunuz mu? O emeği verenler bilir, uçurtma öyle yedi noktalı uç-uç böceği gibi, (uçuyorsa ne işi olur terlik pabuç vaadiyle hiç anlamam) kanatlı değildir.

Mutlaka tarifleriyle doludur internet. Ama bakmam. Çoğu mektepli işi, nizamlı intizamlıdır onların. Ben kısaca, alaylı ağzıyla söyleyeyim. Alaylı, ama usta-çırak ilişkili, bir de kolektif curcuna şartlı gördük biz.

Altıgenin iskeleti için, quantum ne der bilmem, üç çubuk lazımdır. Çubuk, tuhaf oldu, çıta. Çıta, modern, kolay ve mantıklı oldu, kamış. Yok artık. Öyle ama, biz uçurtma yaparken her yer dutluktu, malum, çok da sazlık vardı. Oradan boyu ve düzlüğü münasip iki kamışı kesip alın. Üç lazımdı, niye iki? Dikine kesip en az dört yapacağız. Niye? E hem sağlam hem hafif olur kamışla iskelet. Emekle.

O üç kamışı, üst üste, bi artı bi çapraz gibi ortadan birleştirin. Sıkıca kınnap dolayarak. Dış uçlarını çentin ki, iskelete kasnak olacak kınnapları çevreleyerek sararken, çıkmasın yerinden. 

Okuyor musunuz cidden? Neyse ki benim aklım başımda olabildiği kadar.

O çubukların uçlarından kınnapla oluşturduğunuz altıgen kasnağa, uçurtmanın gövdesini gereceksiniz. Eğrilik, eşitsizlik kabul etmez. Gövde gazete mi, defter kabı mı, naylon mu, sırf estetiğine değil, dayanıklılığına bakacaksınız. Dayanıklı ve hafif. Sonra çubuk kasnağın birleşme yerinden tam bir mühendislik hesabıyla, bir boşluk açıp terazisini sağlayacaksınız. Milim milim, gram gram, denge denge. Yoksa, küt! Onun bileşimi, salacağınız yüksekliğe göre kınnapla alta uzayacak. Bir çubuğa, “acul el hareketleriyle, fakat, ihtiyatla kazanılmış bir çocuk maharetiyle” saracak, sıkı, ama kolay da açılır yumak yapacaksınız kalanı. Altıgenininizin bir kenarının uzunluğunu 5’le çarpın, o boyda kâğıtları yırta büke, kuyruk yapın. Uzunsa, alta çekebilir, kısaysa takla attırabilir, ince hesap pratikten çıkar. Haa, o kuyruğu da yine dengeler fiziğini gözeterek, altıgenlerden bir köşe seçip kınnapla bağlayın.

Uçurtma elinizde mi? Şu an sadece varsayımsal olarak uçurtma. Yoksa, alelade nesne. Uçurtma olması, yukarıdaki bütün merhaleleri büyük dikkatle, milim mikron denge kontrolleriyle, en küçük şeyi hesaba katarak mümkün (misal, gövde kâğıdının kenarlarını kınnaplara katlayarak tuttururken ne kullandınız? Bunlar, hem dayanma hem ek ağırlık hesabına tabidir, siz ne diyorsunuz).

Biz, uçurtmanın böyle incelikle, bütün bileşenlerinin uyumu ve tekil işlevi gözetilerek inşasına parti çalışması diyoruz, efendim.

Yetmiyor. Rüzgârın elverişliliği gerekiyor. Tarihin pususuna yatmaktır. Nesnel şartları gözetmek, elverişli esintiyi aramaktır. Kınnapın uzunluğunu, o ânın rüzgårıyla, o ânın gövdesinin çapıyla orantılamayı bilmek gerekiyor. Stratejidir, taktiktir. 

Esintinin yönüyle, uçurtmanın hedef doğrultusu arasındaki bağıntıya göre konumlanmayı bilmek, kendi yönüne doğru hükmetmek gerekiyor. Politikadır.

Yerden havalandıramazsınız uçurtmayı genelde. Bir yukarıda tutan ve sizin ivme vermenizi kolaylaştıran gerekir.  Örgütlü kitledir.

Esen her yel yetmez, ona kâh karşı koyacak, kâh arkasına alacak ve havalanmasını sağlayacak maharet ve inatta, çoğu kez koşarak kendi rüzgârını yaratan, süzülmesini böyle sağlayan el gerekir. Kollektif emektir. Örgüttür.

Daha o kadar çok bileşeni vardır ki, “alt tarafı uçurtma”nın, döne döne çakılmasını, takla atmayı marifet diye sunmasını, yağmaya uğramayı çoğalma sanmasını, her “yükseğe” takılıp kalmasını önlemek mühendisliğinin.  

İşte bütün o gülümseten çocuk çağrışımlarının güzelim kuyruğunda salınan özgürlük, isyan, direniş gibi değerlerin sembolü uçurtma, böyle bir örgütlü emek olmadan, laf-ü güzaftır, nesneye çakılılıktır.

Sait Faik bunu bildiğinden, kuş olsa, uçurtmayı, onu tutan elin göğsüne girip pırpırlanarak  izlerdi. Bu eldeki kınnap, gökyüzü sevdalısının özgürlüğünü kısıtlıyor, onu sınırlıyor, o olmasa flamasız dünya şahane diyen kakavanlara dönüp bakmazdı. Yağma vardı yahu!

Amanın, Ambroise Amca ne oldu? Onu unuttuk… Unutulur mu canım, şey oldu….

                                                              /././

Şeyler ya da Arzuyu Kaybetmek -Ayşe Şule Süzük-

"İnsanlığın iyicil kollektif sembolleri üzerinde ter ter tepiniliyorken, biz hassas ruhlar için mutluluk mümkün mü?"

“Anlaşılmaz ve anlık olanın ateşi tüm fikirleri tüketiyor.” diye yazısına başlıyor Erique Ubieta Gomez, Cubasí’de Paris Olimpiyatları ile ilgili yayımlanan yazısında. “Bugün, şu anda yaşadığımız yakıcı olay ve gündemlerin…” diye devam ediyor yazı. Dönüp dönüp okuyorum. Arkadaşlarıma gönderiyor, çok tartışılan olimpiyat açılışını bir de bu bakışla okumalarını salık veriyorum. Özgürlük üzerine saptamaları belki hep dediğimiz gibi ancak cümleler, söyleyiş biçimi, sözcüklerin yan yana gelişindeki incelik sapasağlam, iyi, devrimci ve dünya tatlısı bir insanla karşılaşmanın sevincini ve şaşkınlığın verdiği afallamayı taşıyor kalbime. O gün, o anda, okuduğum yazı içimi arzu, yaşam sevinci ve hayranlık ile dolduruyor. Öteden, çok uzaktan, başka bir yerden, başka bir kültürden Kübalı Enrique Ubieta artık çok yakın. 

Olimpiyat açılış törenine dair çok şey söylendi, farklı kesimlerden pek çok görüş dillendirildi. Nihayetinde “bizim taraf” özgürlükçü vodvilin heyecanı ile karnavala benzer katarsis büyüsü yaşadı ve büyük oranda sempati ve heyecanla bu tartışmalara dâhil oldu. Özgürlük ve “öteki”ni içerme üzerine; her şeyi, her olayı, her olguyu ağırlıksız bir şekilde bağlamından koparıp havada baş aşağı bırakıveren bu “yaratıcı” enerji karşısında afallayanlar da ezberi bozulanlar da olmuştur elbet… Fakat tartıştırdığı, saflaştırdığı, iz bıraktığı doğrudur. Özgürlük, şeyler ve semboller ise yönüne döndürülmeli, postmodern uçuşmaların pembe rüyalarına kurban edilmemeli derim.

İşte tam da bunu yazıyor Erique Ubieta Gomez:

“Çeşitliliğe ve özgürlüğe saygı ise bunun çok daha ötesindedir: Filistinlilerin toprakları, Venezuelalıların petrolleri üzerindeki egemenlik hakkını, halkların bireysel ve kolektif olarak saygı görme hakkını; herkesin yaşam, sağlık, spor, bilgi, sosyal ve kişisel refaha erişme hakkını içerir.”

Evet, evet, özgürlük parıltılı, albenili bir metafor… 

Eşitliksiz özgürlük ise bir tür züppelik…

Bir gün lazım olur düşüncesi ile elinden bir türlü çıkaramadığı, geçmişten bugüne insanlık tarihinin aydınlık kesitlerinin içini samanla dolduran ve zulasına istifleyen bir kapitalist sistem var karşımızda. Kesip biçiyor, eğip büküyor, kırıp döküyor ve kâğıttan kuşlar olarak “değerlimizin” değişim değerini parlatarak pazara salıyor. Vaat ettiklerini yerine getiremedikçe kapitalizm işte bu ters yüze, bu vodvile, bu kötücül karnavala şerh düşüp eğlence özgürlüğümüzü de elimizden alıyor. İtirazım var.

Ve çok sıkıcı…

Çok banal, çok pespaye…

Arzularımızı göz göre göre çalıyor. Bizleri yalnızlaştıran, odaksızlaştırıp bencilleşiren, küstüren, hareketsizleştiren, kıran, güvensizleştiren, ezen bir değirmen gibi habire öğütüyor. Goethe’ye atıfla  “Dünyayı hassas kalpler için bir cehenneme çeviriyor.” Yuvamız, gezegenimiz, mavimiz, Dünya’mız artık bir yangın yeri. 

Bir daha soralım

Kapitalist sistem vaat ettiklerini yerine getiriyor mu? 

İnsanlığın iyicil kollektif sembolleri üzerinde ter ter tepiniliyorken, biz hassas ruhlar için mutluluk mümkün mü? 

Bir kocaman parantez açayım yazının sonunda ve yazıyı bitirmeden. Bu yazı şikâyet etme yazısı olmayacaktı. Hatta Alexantra Kollantai’ın “İşçi Arıların Aşkı”ndan,  Allain de Botton’un “Ateistler için Din”inden,  Irmak Zileli’nin “Eşik” romanından söz edecekti. Ağlama duvarında göz yaşlarına ve öfkeye boğulmak yerine okumanın, düşünmenin, çoğalmanın yollarını ve mümkünlüğünü araştıracak, aşktan girip geçmişten ve gelecekten çıkarak Sovyetler Birliği’ne uğrayıp sörf yapacaktı. 

Heyhat araya zaman girince, çocuklar salondan hadi film izlemeyecek miydik diye bağırınca…

Peki, ne yapacağız o zaman?

                                                               /././

Devlet okullarında kayıt ücreti skandalı: ‘Bu çirkin tablonun sorumlusu MEB’ -Yekta Armanc Hatipoğlu-

Kimi devlet okullarında istenen kayıt ücretleri, veli ve öğrencileri mağdur ediyor. Hukuksuz bir şekilde talep edilen ücretleri Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay ile konuştuk.
                                                       
Kadem Özbay

2024-2025 eğitim öğretim yılının başlamasına bir aydan kısa bir süre kala devlet okullarında “kayıt ücreti” skandalı tekrar gündeme geldi. Her yıl pek çok okulda bu paralar istenmeye devam ederken, kimi idarecilere bu nedenle soruşturma açılıyor. 100 bin TL’ye kadar çıkan ücretlerin herhangi bir yasal dayanağı yok.

Bunun son örneği Bursa'da yaşandı. Eğitim ve Bilim İşgörenleri Sendikası (Eğitim-İş) Bursa Şube Başkanı Yeliz Toy, kentteki bir devlet okulunun 100 bin TL kayıt ücreti istediğini açıklamış, “Devlet okulları ve o okulları kendi özel mülkü sanan okul yöneticileriyle onları görmezden gelen İl Milli Eğitim Müdürlüğü yetkilileri suç işliyor” diyerek duruma tepki göstermişti.

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, geçtiğimiz sene katıldığı bir televizyon programında kayıt ücretleriyle ilgili konuşurken “Okul bazlı olarak gönderdiğimiz bütçe, okullarımızın ihtiyaçlarını belki asgari düzeyde karşılıyor. Yani oradaki eleştirilere katılabilirim. Okullarımızın, yani 74 bin kurumun asgari ihtiyaçlarını gideriyoruz ama her okulda farklı ihtiyaçlar ortaya çıkabilir. Onlarda da elimizden geldiğince destek oluyoruz” diyerek okullara sağlanan kaynağın yetersiz olduğunu itiraf etmişti. Tekin, bu konudaki sözlerini “Okullarımızda kayıt ücreti, bağış, bunların hiçbirisi yok. Böyle bir talepte bulunma hakları yok arkadaşlarımızın” diyerek noktalamıştı.

‘Kamusal eğitim anlayışının ve sosyal devlet ilkesinin terk edildiğini kanıtlıyor’

Geçtiğimiz senelerden beri devlet okullarında yaşanan kayıt ücreti skandalını ve MEB’in sorumluluğunu Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay ile konuştuk.

Okullara gönderilen ödeneklerin okul ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte olmadığını söyleyen Özbay, devlet okullarında para toplanmasının kamusal eğitim ve sosyal devlet ilkesinin terk edildiğini kanıtladığını belirtti:

“Okullara gönderildiği söylenen ödenekler bakanlık yetkililerin söylediği gibi okulların ihtiyacına cevap olacak nitelikte değil. Devlet okullarında para toplanıyor olması kamusal eğitim anlayışının ve sosyal devlet ilkesinin terk edildiğini kanıtlamakta. Bu anlayış yüzünden bir veli için devlet okullarına çocuğunu kaydetmek de orada okumaya devam etmesini sağlamak da ciddi bir maliyet haline geldi.”

‘Okullarda para toplanıyor olması yalnızca okul idarecilerinin üzerine atılarak geçiştirilemez’

Özbay, devlet okullarında toplanan paraların sadece idarecilerin üstüne atılarak geçiştirilemeyeceğini kaydederek MEB’in de sorumlu olduğunu söyledi:

“Okullarda para toplanıyor olması yalnızca okul idarecilerinin üzerine atılarak geçiştirilemez, devlet okullarına yeteri kadar kaynak ayırmayan hatta neredeyse hiç ayırmayan adeta kendi kaderine terk eden ve okullarda para toplandığını bildiği halde kafasını kuma gömen, eğitimi satın alınabilir bir hizmet haline dönüştüren, kamuoyuna gerçek dışı açıklamalar yapan siyasi iktidar ve atadıkları MEB yetkilileridir.”

Para toplamak için keşfedilen yeni yöntemlerle müfettişeler de atlatılıyor

Kayıt paralarının eskiden sadece "bağış" adı altında ve okul aile birliği aracılığıyla toplandığını söyleyen Kadem Özbay, artık yeni yöntemlerin keşfedildiğini, bu yöntemler sayesinde müfettişlerin de atlatıldığını belirtti:

“Eskiden kayıt paraları sadece bağış adı altında ve okul aile birliği aracılığıyla toplanırken şimdi MEB’in adeta ‘Ne haliniz varsa görün’ dediği okul yöneticilerinin velilerden para almak için yeni yöntemler keşfettiğini görüyoruz: Kayıt paraları genelde bağış adı altında okul aile birliği hesaplarına yatırtılıyor. Okul aile birliği hesabı dışında servis, market, temizlik ürünleri mağazası gibi yerlerin hesaplarına yatırmaları isteniyor. Çeşitli mağaza ve marketler aracılığı ile kredi kartı ile ödeme alınıyor. Birçok okulda eğitim dönemi başlarken alınmayan kayıt parası, dönem başladıktan sonra aidat adı altında da alınabiliyor. Böylece sadece dönem başlangıcını inceleyen müfettişler de atlatılmış oluyor.”

Geçtiğimiz yıl sadece Ankara’da 65 okul müdürüne kayıt parası nedeniyle soruşturma açıldığını hatırlatan Özbay, bakanlığın “Okulların tüm ihtiyaçlarını gideriyoruz” söyleminin de gerçeği yansıtmadığını söyledi:

“Bakanlık, zaten kendi hallerine terk ettiği devlet okullarını bu kez ‘tüm ihtiyaçlarını giderdikleri’ söylemi üzerinden velilerle karşı karşıya getirmekte, aradan sıyrılmaya çalışmaktadır. Ankara’da geçtiğimiz yıl kayıt parası sebebiyle 65 okul müdürüne soruşturma açıldığını biliyoruz; herkesçe aşikâr bu konu üzerine ‘Kayıt parası uygulaması da okulların paraya ihtiyacı da yok’ demek gerçeği tamamen saptırmaktır."

‘Tablonun sorumlusu MEB’

Bu tablonun sorumlusunun okul yönetimlerini tüccara çeviren MEB olduğunu kaydeden Özbay laik, bilimsel, kamusal ve adil bir eğitim sistemi inşa edilmeden bu sorunun önüne geçilemeyeceğini söyleyerek sözlerini noktaladı:

“Oysa bu çirkin tablonun sorumlusu, devlet okullarına adeta birer özel şirketlermiş gibi kendi ekonomilerini yaratmalarını dayatan, okulların en temel ve hayati ihtiyaçlarını bile görmezden gelen, eğitimi paralı, okul yönetimlerini de tüccara çeviren MEB’dir. Ve altını çiziyoruz ki Eğitim-İş’in savunduğu gibi laik, bilimsel, kamusal ve adil bir eğitim sistemi inşa edilmeden, bunun önüne geçmek mümkün olmayacaktır.”

                                                                /././

Olimpiyat oyunları geride kaldı: Peki nerede bu olimpik ruh? -V. Bora Uğur-

Bugün, “olimpik ruh”un büyülü maskesinin ardında sporla aklama, sömürü, talan ve iki yüzlülük gizleniyor ama olimpiyat tarihini böyle hatırlamak birçok sporcuya ve mücadeleci insana haksızlık olur. 

Yazı, ülke ve dünya gündemini mizahın diliyle işçilerin gündemine taşıyan 'Asgari Dergi'nin Ağustos ayında çıkan sekizinci sayısında yayınlanmıştır.

Bu düzende sporda var olan karşıtlıkları görmezden gelirsek olimpiyatlar iki reklam arası izlenen gündüz kuşağı programından ibaretmiş gibi gelebilir. O zaman gelin, karşıtlıkların tarihindeki aydınlık ve karanlık anlar üzerinden Herakles’in oyunlarının ruhunu hep birlikte arayalım... 

Olimpiyatlar törenleri, tarihsel mirası ve hikayeleriyle kendi içinde büyülü bir yan taşır. Olimpia kentinin Hera Tapınağı’nda olimpiyat meşalesinin yakılmasıyla olimpiyat ruhu ve heyecanı tüm dünyaya yayılır...

Uluslararası Olimpiyat Komitesi’ne göre olimpik ruh, dostluk, dayanışma, adil oyun ile karşılıklı anlayışı gerektiren barışçıl ve daha iyi bir dünya inşa etme anlamı taşıyor. İki dünya savaşı geçirmiş, kuruluşundan itibaren ayrımcılık üreten bir spor organizasyonu için iyimser bir temenni, değil mi? Bugün, “olimpik ruh”un büyülü maskesinin ardında sporla aklama, sömürü, talan ve iki yüzlülük gizleniyor ama olimpiyat tarihini böyle hatırlamak birçok sporcuya ve mücadeleci insana haksızlık olur. 

Modern anlamda ilk olimpiyatlar Baron Pierre de Coubertin’in girişimiyle 1896 yılında Atina’da düzenlendi. Coubertin, “Spor, savaş için dolaylı bir hazırlık olarak görülebilir. Sporlarda, savaşa hizmet eden tüm benzer nitelikler gelişir” diyordu. Emperyalist Batı’nın kendini eğlediği ilk olimpiyatlarda, ABD dışında, Avrupalı olmayan yalnızca bir sporcu vardı ve hiç kadın sporcu bulunmuyordu.

Komite’nin bireyci ve ayrımcı politikalarına karşı Allice Millat’ın öncülüğünde örgütlenen kadın sporcular olimpiyatlarda yer almak için mücadele etmeye başladı. Ekim Devrimi ile aynı yıl kurulan Fransa Kadınlar Spor Federasyonu, 1934’e dek Millat başkanlığında dört kez Kadın Olimpiyatları düzenlendi. “Kadınların terinin arenadaki kumları kirlettiğini ve olimpiyatlardaki tek görevlerinin erkeklere çelenk takmak olduğunu” söyleyen Coubertin’e rağmen, sonraki yıllarda kadınlar her branşta temsil edilmeye başlandı.

1904 St. Louis Olimpiyatları tam bir fiyaskoydu. Sömürgeleştirilmiş ülkelerdeki renkli insanların doğal atlet olup olmadıkları konusunda deney yapılması kararlaştırıldı. Komitenin onayıyla, ırkçı antropolojinin doğruluğunu kanıtlamak için; spor yapmamış, yüzme bilmeyen, hormonal hastalıklara sahip farklı etnik kökenlerden insanları bir araya getirip, zamanlarını ve performanslarını beyaz, üniversiteli Amerikalı atletlerle test ettiler. Resmi raporda “vahşilerin uzuvlarının güçlü olduğu ve tuhaf yaşam tarzları nedeniyle doğal atlet olma teorisinin çürütüldüğü” kayıtlara geçti.

Ancak 1960 Olimpiyatları’nda Etiyopyalı atlet Bikila, Olimpiyat Komitesi’nin ırkçı tutumuna unutulmayacak bir başarıya imza atarak cevap verecekti! Ayakkabıları eski ve dar olduğu için çıplak ayak koştuğu maratonda çocukluk yıllarında ülkesini işgal eden İtalya’nın başkenti Roma’da dünya rekoru kıran Bikila, altın madalyayı göğüsleyen ilk Afrikalı sporcu oldu.

İki savaş arasında işçi sınıfı tarih sahnesine çıktıkça sporun da rengi değişiyor, işçi takımları kuruluyor, spor, siyaset ve yaşam iç içe geçiyordu. Sosyalistlerin başını çektiği İşçi Olimpiyatları yüz binlerce işçinin odağı haline geldi. Coubertin’in Olimpiyatları bencilce bir rekabeti teşvik ederken, İşçi Olimpiyatları işçi dayanışması ve barış üzerine kurulmuştu.

1931 yılında Viyana’da düzenlenen İşçi Olimpiyatları’na farklı milletlerden kadın ve erkek 100 bin işçi sporcu fabrikalardan, atölyelerden çıkıp etkinliklere katılırken, 26 ülkeden 250 binden fazla seyirci oyunları izledi. Karşısında IOC Olimpiyatları meşruiyet krizi yaşıyordu. Sporun herkes için olduğu görüşü dalga dalga yayılıyor, aranan olimpiyat ruhu tarih sahnesine çıkıyordu.

1936 Berlin Olimpiyatları, Nazi iktidarı tarafından bir propaganda fırsatı olarak kullanıldı. Olimpiyat takımlarına Yahudiler ve siyahlar alınmamış, Nazilere propaganda fırsatı vermek istemeyen Sovyetler Birliği dahil birçok ülke olimpiyatlara katılmama kararı almıştı. Yayınlanan deklarasyon şöyle diyordu: “Milyonlarca atletin toplumsal görevini gerçekleştirmekten mahrum bırakıldığı, üst düzey atletlerin hapsedildiği, emekçilerin büyük bir çoğunluğunun inançları nedeniyle işkence tehdidiyle yaşadığı, bir ırkın topluca yasadışı ilan edildiği bir ülke, Olimpiyat Oyunlarına ev sahipliği yapabilecek doğru yer değildir!”

Nazi iktidarına karşı Barselona’da düzenlenmesi kararlaştırılan Halk Olimpiyatları'na 23 ülkeden 6 binin üzerinde atlet davet edildi. Berlin’de gamalı haçlı olimpiyat bayrağı dalgalanırken, Barselona Halk Olimpiyatları’nın afişinde farklı ten rengine sahip üç insan bayrak taşıyor, kadın ve erkek sporcular yan yana koşuyordu. Oyunlardan bir gün önce Faşist diktatör Franco tarafından kanlı iç savaş başlatıldı ve oyunlar iptal oldu. Olimpiyatlar için kente gelen atletlerden 200’ü, ülkelerine dönmek yerine anti-faşist direnişe katılma kararı aldılar ve birçoğu cephede savaşırken yaşamını yitirdi.

Nazi Olimpiyatları’nı boykot etmeyen ABD’ye rağmen, sporcular mevcut durumu bir meydan okumaya çevirmeyi başarmıştı. Siyahi atlet Jesse Owens dünya rekoru kırdıktan sonra madalya töreninde Nazi selamı vermeyi reddetmiş, törenin ardından Hitler, stadyumu terk etmek zorunda kalmıştı. Oyunlar boyunca siyahi atletlerin 14 madalya kazanması nedeniyle “aryan ırkın üstünlüğü” propagandası ağır darbe aldı. Ancak siyahi oyuncular ABD’ye döndüklerinde Beyaz Saray’daki kutlamalara çağırılmadılar!

Sonraki yıllarda olimpik arenanın kalbinden başka bir mücadele doğdu. 1952 Helsinki’ye kadar olimpiyatlara dahil olmamayı tercih eden Sovyetler Birliği, politika değiştirerek sermaye düzenine karşı başka bir spor anlayışının bayrağını yükseltmeyi hedefledi. İşçi ülkesi Sovyetler Birliği’nin, on milyonlarca insanını ikinci savaşta kaybettikten ve Nazileri tarih sahnesinden sildikten sonra katıldığı ilk olimpiyatlarda en çok madalya toplayan ikinci ülke olması başta ABD olmak üzere, emperyalistleri sarstı. Sonraki yıllarda olimpiyatlarda kızıl bir rüzgâr esti. Sovyetler, katıldıkları 9 yaz olimpiyat oyununda 6 kez, kış olimpiyatlarında ise 7 kez en çok altın madalya kazanan ülke olmayı başardı. Madalya alan sporcuların aileleri zengin, aristokrat ya da ayrıcalıklı değildi. Tamamı işçi çocuklarıydı ve başarıyı asıl değerli kılan da buydu. 2024 Paris Olimpiyatları’nda 40 yıl aradan sonra altın madalya kazanamayan ülkemizi düşündüğümüzde Sovyet deneyimi bize çok şey anlatıyor.

                                              Sovyet kadın sporcular, 1960 Olimpiyatları.

1968’de Meksika’da, ırkçılığa karşı olimpiyat tarihindeki belki de en dikkat çekici protesto gerçekleşti: Altın ve bronz madalya için podyuma çıkan ABD’li atletler Tommie Smith ve John Carlos, ABD ulusal marşı sırasında, siyah eldiven giydikleri ellerini yumruk yaparak havaya kaldırdılar. Protestonun ardından Olimpiyat Komitesi iki sporcuyu kamptan çıkartarak madalyalarını iade etmeye zorladı. 

                                              ABD’li atletler Tommie Smith ve John Carlos.

36 Olimpiyatları'nda Hitler selamını ayakta alkışlayan Komite, hiçbir yaptırım uygulamazken “Spora siyaset bulaşmasın!” diyerek tarihin her döneminde defalarca kez sporcuları susturmaya çalıştı. İsrail’in men edilmediği ve her türlü protestonun engellendiği 2024 Paris Olimpiyatları’nda Taliban’dan kaçan Afgan dansçı Manizha Talash, “Özgür Afgan Kadınları" yazan bir pelerin giydiği için yarışmadan diskalifiye edildi. Demek Komite için Nazizm ve Siyonizm politik değil, kadınların özgürlük çağrısı politik! Kimin işine gelirse…

Olimpiyat Komitesi, şehirleri ve ürünleri mega şirketlere pazarladığı ölçüde her türlü ayrımcılığa müsamaha gösterir ve iki yüzlüdür. Kimsenin senin benim spora erişmemize dair bir kaygısı, çabası yok. Tek istedikleri mesai sonrası televizyon başında sporcuların ayakkabı markalarına ağzımızın suları akarken yorgunluktan bayılana kadar o dünyayı uzaktan izlememiz. Kasalarında 1 milyar dolardan fazla bulunuyor.

Bununla da yetinmeyip oyunların düzenlendiği şehirlerde her türlü talan ve yağmanın önünü açıyorlar. 2016 Rio Olimpiyatları’nda şehrin üzerine çullanan sermaye "favela"larda yaşayan 77 bin insanı yerinden etti. Her olimpiyat oyununda kamu kaynaklarından milyarlarca dolarlık bir para akışı patronların ceplerine doluyor. Aynısını İstanbul için de hayal ediyorlar. Koca bir şehri rant ve sömürü cehennemine çevirmek...

Sporcularımızın başarı ve başarısızlığından ziyade, bu yıl Paris’te pazarlanmaya çalışılan bu ruh işte!

Peki 32 Viyana’da ufkumuzu açan, 36 Barselona’da en zorlu şartlarda imkansıza cüret eden, 60’ta çıplak ayak koşan ve on yıllarca işçi çocukları ve toplumcu bir planlamayla spor dünyasına damga vuran o gerçek olimpik ruh nerede? Cevap 68’de yumruğunu sıkan bileklerde. Cevap iş çıkışı arkadaşlarla gidilen bir halı sahada. Girilen bir kolda, verilen bir omuzda. Yani sende…

                                                                /././

Ölülerden kâr etmek: Ukrayna'da cenaze işleri nasıl halk için kabusa dönüştü? -Okay Deprem-

Sosyalizm çözülür çözülmez Ukrayna'da ilk özelleştirilen sektörlerden biri, cenaze işleri oldu. Şimdi bu sektör, savaş nedeniyle ölümle burun buruna olan halkın üzerine karabasan gibi çöktü.

Ölümün kol gezdiği Ukrayna'da özel sektörün elinde olan cenaze işleri, halk üzerinde büyük bir sömürü mekanizması haline gelmiş durumda.

Ukrayna'da cenaze hizmetlerinin organizasyonu, yani çelenk, tabut üretimi, krematoryum ve naaşların gömülmesi gibi faaliyetleri içeren "cenaze işleri" 1991'den beri, çoğunlukla Ukrayna hükümetine yakın yapılarla ilişkili, mafyavari unsurların elinde.

2014 Şubat ayındaki Meydan olaylarından sonra Ukrayna cenaze işlerinde bir yeniden paylaşım mücadelesi yaşandı. Söz konusu sektörün su başları, darbe sonucu iktidara gelen oligark-banker ve aynı zamanda uzun süre Ukrayna İçişleri Bakanlığı yapan Arsen Avakov'a yakın gruplar ve 2014-2019 yılları arasında ülkenin Cumhurbaşkanı olan Petro Poroşenko'ya yakın gruplar tarafından tutulmaya başlandı. Mevcut Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy iktidara geldikten sonraysa ülkedeki cenaze hizmetleri yavaş yavaş onun en yakın ortaklarının, siyasi himayesindeki kişilerin ve arkadaşlarının eline geçmeye başladı.

Zelenskiy’in ekibindeki Sergey Trofimov’un yükselişinin kısa öyküsü

Ukrayna cenaze hizmetleri pazarı bir kez daha yeniden dağıtımının, dönemin İçişleri Bakanı Avakov'un devletteki görevinden ayrılması ve siyasi nüfuzunu kaybetmesinin ardından 2021'in sonlarında başladı.

Aralık 2021'de Devlet Başkanlığı Ofisi Başkanı Andrey Yermak’ın, Zelenskiy'in yakın çevresinden Sergey Trofimov ve Yuriy Kostyuk adlı kişilere ülkenin oldukça kârlı cenaze işlerini kontrol etmeleri yönünde talimat verdiği iddia ediliyor.

1983 Zaporojye doğumlu Sergey Trofimov, teknik okuldan mezun olduktan ve 2005 yılında Ukrayna Ordusu’nda görev yaptıktan sonra Zelenskiy’in “Studio Kvartal 95 LLC” adlı film yapım şirketinde çalışmaya başlar ve burada ülkenin gelecekteki başkanı Zelenskiy ile tanışır. 2019'da Ukrayna'daki başkanlık kampanyası sırasında cumhurbaşkanı adayı ekibinin bir parçasıdır artık. Zelenskiy'in iktidara gelmesinden hemen sonraki gün Trofimov, Ukrayna Cumhurbaşkanlığı Ofisi Birinci Başkan Yardımcısı pozisyonuna atanacaktır. Kasım 2020'ye gelindiğinde Zelenskiy, Trofimov'u dış ilişkiler danışmanı olarak atar.

                                                    Trofimov ve Zelenskiy

Trofimov’un adının karıştığı yolsuzluk olayları

Sergey Trofimov göreve getirildiği ilk günlerden itibaren ismi, yolsuzluk skandalları ve haraç alma işlerine bulaşır. İddialara göre Trofimov ve yakın çevresi Kiev yakınlarında bir çocuk hastanesi binasının hizmete açılması işinde rüşvet alır ve yolsuzluklar sebebiyle Zaporojye ilinde bir köprünün inşasına engel olur.

O yıllarda Trofimov ve Zelenskiy'in karşılıklı çıkarlara dayalı "güçlü bir ortaklık" kurduğu ve bu ortaklığın, Cumhurbaşkanı Zelenskiy'in Trofimov'u 30 Mart 2024'te dış danışmanlık görevinden azletmesinden sonra dahi devam ettiği belirtiliyor.

Ukrayna cenaze işleri işiyle Trofimov'un yanı sıra, “Kvartal 95” TV programı ile “Halkın Hizmetkârı” dizileri üzerinden Ukrayna liderinin yakınlarından olan Yuri Kostyuk’un da ilgilendiği söyleniyor. Zelenskiy'in 2019 seçimlerindeki zaferinin ardından Kostyuk, Ukrayna devlet başkanlığı ofisi birinci yardımcılığı pozisyonuna terfi edecektir. 

Alla Landar’ın cenaze hizmetleri şirketinin pazardaki tekelci konumu

Avakov'un Ukrayna İçişleri Bakanlığı'ndan istifa etmesinden sonra, Kostyuk doğrudan Ukrayna cenaze endüstrisini Volodimir Zelenskiy'in yardımcılarına ve yakın çalışma arkadaşlarına yeniden dağıtma işinden sorumlu olur. Onun arabuluculuğuyla, Ukraynalıların cenazelerinden para kazanma işinde Avakov'un adamlarıyla müzakereler gerçekleşir ve bu pazarlıklar ancak Ukrayna İçişleri Eski Bakanı Denis Monastırski'nin ölümünden sonra, 2023 baharında sonuçlanır. Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy'e bağlı kişiler için doğru zamanda meydana gelen bu pazarlığın sonrasında cenaze pazarının yeniden paylaşımının Zelenskiy ve ekibi lehine sonuçlanıp pekiştiğine dikkat çekiliyor.

                             Zelenskiy ve hemen sağında en yakın danışmanlarından Kostyuk

Ukrayna cenaze pazarı iki kişi ve çevresi arasında bölüşülmüş durumda

Ukrayna'daki tüm cenaze pazarı gelinen nokta itibariyle iki Ukraynalı girişimci arasında bölüşülmüş durumda: Alla Landar (Pogrebnaya) ve Vadim Malinovski. Ukrayna'nın en büyük cenaze hizmetleri şirketi niteliğindeki "Pyotr Veliki"nin sahibi olan Landar, vakti zamanında Avakov'un adamlarına bağlıyken şimdilerdeyse Zelenskiy ve yardımcılarının ticari faaliyetleri lehine çalıştığı iddia ediliyor.

Pandemi yıllarında ve büyük savaşın başlamasından sonra pazardaki fiili tekelci statüsünden yararlanan Landar, temin ettiği cenaze hizmetleri karşılığında piyasa fiyatının 1,5 - 2 katı ücret talep etmekte. Landar'a bağlı kuruluşlar, hemen hemen tüm Ukrayna hastanelerinde neredeyse bedelsiz yer kiralıyor ve krematoryumlar da ölenlerin bedenlerini yalnızca "Pyotr Veliki" şirketinin cenaze arabaları üzerinden kabul ediyor.

Cenaze işleri firması, naaş başına 10 bin dolar para talep etmeye başladı

Ukrayna'daki hemen hemen bütün sağlık kurumlarıyla anlaşmalara sahip olan "Pyotr Veliki" şirketinin, ölülerin bedenlerini kendisine birkaç bin grivna tutarında ciddi bir parasal bağışta bulunulmadan almaya yanaşmadığı ileri sürülüyor.

Koronavirüs salgını sırasında Landar’ın şirketi, hayatını kaybeden her kişinin naaşı için 23 bin Grivna (bin dolardan biraz daha az) talep ederken, 24 Şubat 2022'den sonra, yani savaşın başlamasıyla birlikte naaş başına kimi örneklerde 10 bin dolara kadar bedel talep ettiği belirtiliyor.

"Pyotr Veliki" adlı firmanın cenaze hizmeti ücreti piyasa ortalamasının birkaç katı üzerinde. Her cenaze için ortalama ücret 4-5 bin dolara kadar ulaşabiliyor. Ukrayna'da bu konudaki ortalama fiyatın ise normalde bin beş yüz doları geçmediği biliniyor. Ölen kişinin akraba ve yakınları çoğu zaman, başka alternatifleri olmadığından ötürü, normalin çok üzerinde ödeme yapmak zorunda kalıyorlar.

Uzlaşmayan tıp üniversitesi rektörüne tehdit, başhekim aleyhine kampanya
               
“Cenaze kraliçesi” lakaplı Alla Landar ve şirketi Pyotr Veliki'nin logosu

“Pyotr Veliki” şirketinin, kârını maksimize etme uğruna çoğu zaman tehdit, şantaj, rüşvet ve taciz de dâhil, en kirli yöntemleri kullanmaktan çekinmediği, Ukrayna basınında yer alan iddialar.

Verilen örneklerden biri, bir rektörün başına gelenler. Ağustos 2023’te Landar’ın firması Kiev’deki en eski eğitim kurumlarından biri niteliğindeki “Bogomolets Ulusal Tıp Üniversitesi”nin giriş katında bir tabut ve çelenk mağazası açar. “Cenazelerin ticarileştirilmesine” karşı olan üniversite rektörünün, Landar’ın adamlarının bir “ziyaretinden” sonra fikrini hızlıca değiştirmek durumunda kaldığı düşünülüyor. “Cenaze kraliçesi” lakaplı Landar’ın Kiev 8. Şehir Klinik Hastanesi’nin Başhekimi olan Dr. Anatoli Piletski’ye karşı, kendisiyle bir anlaşmaya varamadığı için bir taciz ve iftira kampanyası başlattığı biliniyor. 

Alla Landar’ın 'cenaze imparatorluğu' yılda 2 milyar grivna’dan fazla para kazanıyor 

Yapılan tahminlerine göre, son iki buçuk senede Landar'ın, daha ziyade yaşamlarını yitiren Ukraynalı askerlerin naaşlarıyla ilgilenen “cenaze imparatorluğu”nun 2,2 milyar grivna'dan fazla para kazandığı tahmin ediliyor. Askerlerin yakınlarının harcadıkları cenaze masraflarının yüzde 30'unun doğrudan Zelenskiy ve maiyetine gittiği, diğer yüzde 15'inin ise Landar'ın yabancı ortaklarına gittiği yönünde iddialar var.

Bayan Landar’ın, yurtdışından para çekmek maksadıyla da, kendi adına kayıtlı olan ve Amerikan, Panama ve Kıbrıs bankalarında hesapları bulunan “Uluslararası Cenaze Profesyonelleri Derneği” adlı şirketi kullandığı öngörülüyor. Landar’ın itibarını “aklamak” amacıyla, Vladimir Zelenskiy’in ülkedeki cenaze işlerinden sorumlu danışmanları Kostyuk ve Trofimov’un, kadına bir hayır kurumu kurması, sosyal yardım sağlamak gayesiyle birtakım faaliyetler yapar gözükmesi ve de cephenin ihtiyaçları için para toplamasını salık verdikleri konuşuluyor.

Landar’ın kuruluşunun bütçesinin önemli kısmının; Ukrayna’nın önde gelen medya kuruluşları ve televizyonlarında; söz konusu iş kadınını “büyük bir yüreğe sahip bir halk figürü, hayırsever ve insancıl birisi” olarak takdim eden haber ve yayınları yayınlatmak doğrultusunda harcandığı iddia ediliyor.

'Mangust'un sahibi iş adamı Vadim Malinovski’nin kârlı defin ticareti 

Ukrayna cenaze hizmetlerindeki bir diğer önemli isim ise, Mangust güvenlik firmasının sahibi Vadim Malinovski.

Malinovski'nin görevleri arasında mezarlıklarda yer bulmak, Landar'ın rakiplerine gözdağı vermek ve gerekirse onları bir biçimde tasfiye etmek, "fiziksel şiddet kullanımı da dâhil olmak üzere yasal çerçevenin dışında çeşitli sorunları çözmek" olduğu iddia ediliyor. İş adamıyla ilişkili kişi ve kuruluşların, “Ukrayna Acil Operasyonel Hizmetleri”nden naaş satın aldıkları, ölenlerin ailelerinden yüksek miktarda para kopardıkları ve kapalı mezarlıklarda 50 bin dolara dek yüksek fiyatlarla mezar yeri sattıkları iddiaları dile getiriliyor. Kimi Ukrayna medya organları, Malinovski için, “Doğu Ukrayna'daki savaşta öldürülen askerlerin yakınlarından tehdit ve güç kullanarak para temin ettiği” ifadelerini kullanıyor.

                                           Mangust şirketinin sahibi Vadim Malinovski

Naaşları kaçırmak suretiyle, ölenlerin ailelerinden cesedin saklanması için para talebi 

Normalde askerlerin cenaze masrafları devlet bütçesinin fonlarından karşılanmasına rağmen, ölenlerin yakınları bir nevi çaresiz durumda. "Gönüllü hayırseverlik katkısını" ödeyememe ve "doğru" kişilerden mezar taşı almayı kabul etmeme halinde Malinovski'nin adamlarının, devlet morglarında bu hizmet ücretsiz sağlanmasına rağmen, naaşları kaçırıp ölenlerin ailelerinden cesedin bir günlüğüne saklanması için 6 bin Grivna talep ettikleri vurgulanıyor. Bazı Ukrayna basın organlarına bakılırsa Malinovski, bu amaçla evinin birinci katına bir "ceset depolama tesisi" dahi kurmuş durumda... Özellikle özel mezarlıklar için arazi tahsisi hususunun Malinovski ve mahiyeti tarafından çözüldüğü ileri sürülüyor. Zelenskiy yönetiminin, “Konut ve Toplumsal Altyapı Bakanlığı” aracılığıyla Malinovski'ye hektarlarca araziyi neredeyse ücretsiz olarak tahsis ettiği ve onun da buraları mezarlıklara dönüştürüp akabinde mezar yerlerini astronomik paralara sattığı yazılıp çiziliyor.

                                                             /././

                                                   soL-GÜNDEM

TKP İzmir İl Örgütü'nden açıklama: 'Kent yangına değil, plansızlığa ve piyasacılığa teslim!'

Yangından hemen sonra kriz masası kurarak ihtiyacı olan yurttaşlara ulaşmaya çalışan ve bölgeye gidip durumu yakından takip eden TKP İzmir İl Örgütü, gözlem ve değerlendirmelerini paylaştı.(https://haber.sol.org.tr/haber/tkp-izmir-il-orgutunden-aciklama-kent-yangina-degil-plansizliga-ve-piyasaciliga-teslim-394667)

                                                              ***

Bekir Bozdağ niye kavga çıkar çıkmaz gitti? Hedefte tutanaklar var

Bozdağ’ın Özalan ve yanındaki AKP’liler kürsüye yürürken hızla oturuma ara vermesinin nedeninin saldırının tutanaklara geçmemesini sağlamak olduğu yorumları yapılıyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/bekir-bozdag-niye-kavga-cikar-cikmaz-gitti-hedefte-tutanaklar-var-394656)

                                                              ***

Büyük Marmara Depremi’nin yıldönümü: 25 yıl boşuna harcandı!

17 Ağustos Depremi’nin 25. yılında ülke genelinde yapı stokunun alarm verdiğine dikkat çeken inşaat mühendisleri “25 yıl boşuna harcanmıştır” diyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/buyuk-marmara-depreminin-yildonumu-25-yil-bosuna-harcandi-394662)

                                                               ***

17 Ağustos'tan 6 Şubat'a: Adalet Peşinde Aileleri ve THTM 'kader değil cinayet' dedi

Büyük Marmara Depremi'nin yıldönümünde uzmanlar ''kader değil bilim'' dedi, 6 Şubat'ta yakınlarını kaybedenler "adalet" talebini yineledi. 6 Şubat'ta hayatını kaybedenlerin ailelerinin kurmuş olduğu Adalet Peşinde Aileleri ve Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi, Büyük Marmara Depremi'nin yıldönümünde  Bakırköy'de bir araya geldiler.(https://haber.sol.org.tr/haber/17-agustostan-6-subata-adalet-pesinde-aileleri-ve-thtm-kader-degil-cinayet-dedi-394676)
                                                             ***
Kadıköylüler Kalamış Limanı'nın satışını yargıya taşıdı: İhaleyi durdurun, özelleştirmeyi iptal edin!
Kadıköylüler henüz sonuçlanmayan Kalamış Yat Limanı'nın özelleştirilmesi ihalesine dava açtı. İhalenin durdurulması, yeni imar planıyla yeni rantlara kapı aralayan özelleştirmenin iptali istendi.(https://haber.sol.org.tr/haber/kadikoyluler-kalamis-limaninin-satisini-yargiya-tasidi-ihaleyi-durdurun-ozellestirmeyi-iptal)
                                                        ***

Emeğe saldırıda yeni perdenin adı 'hedef enflasyon': AKP yüzde 20 zammın yolunu döşüyor

İddiaya göre Merkez Bankası Başkanı "yılbaşı zamları yüzde 15 en fazla yüzde 20 oranında yapılacak" dedi. Bu durumda asgari ücret, en iyimser tahmin üzerinden zamlansa bile açlık sınırını aşamıyor. Seçimlerin ardından asgari ücrete ikinci zam pas geçildi, kemerde bir delik daha sıkıldı. "Şimşek Programı"nın arzu ettiği üzere emekçiler daha az tüketebilir hale getirildi ve yıllık enflasyonda  sınırlı gerileme sağlandı.Ancak ekonomi yönetimi bununla yetinecek gibi görünmüyor. Kemerde yeni bir delik, yeni bir saldırı gündemde.  Haber bu defa dışarıdan geldi. İktidarın 2025 için planladığı ücret zammı yabancı yatırımcılardan öğrenildi. Karahan'ın yabancı yatırımcılara, yılbaşında ücretlere yüzde 15-20 civarında zam yapılacağını söylediği öne sürüldü.(https://haber.sol.org.tr/haber/emege-saldirida-yeni-perdenin-adi-hedef-enflasyon-akp-yuzde-20-zammin-yolunu-dosuyor-394675)

                                                              ***

Kartal Belediyesi halkın sorunlarını halkın parasıyla dinledi: 'Bu bir talan'

İşçilerinin ücretlerini 6 aydır eksik yatıran Kartal Belediyesi, halkın şikayetlerini dinlemek için organize ettiği mahalle buluşmalarına 2 milyon lira harcadı. İstanbul Kartal Belediyesi'nde yerel seçimlerin ardından başlayan maaş krizi hâlâ çözülemedi. CHP’li Gökhan Yüksel’in yeniden başkanlık koltuğuna oturduğu belediye, yüzlerce çalışanının ücretini 6 aydır eksik yatırıyor.Son olarak Ağustos ayında işçilerin 4 bin 500 lira tutarındaki enflasyon destek primleri verilmedi, geçen ay bordroya yansıyan ancak yine yatırılmayan ikramiyelerin vergisiyse ücretlerden kesildi. Buna karşın belediyenin aynı dönemdeki harcamaları dikkat çekti. Kartal Belediyesi, 6 Haziran ve 2 Ağustos arasında mal ve hizmet alımı başlığı altında 286 milyon 552 bin lira harcadı. Belediye Başkan Yardımcısı Adem Uçar, gazeteci Vural Dağtekin'e yaptığı açıklamada bu tutarın "neredeyse 3'te 2'sinin işçilerin alacağı ödemeler için belediye şirketine aktarılan paralar" olduğunu bildirdi. Ancak en az 95 milyon liraya tekabül eden diğer harcamaların hangi kalemlerde yapıldığı bilgisini paylaşmadı.(https://haber.sol.org.tr/haber/kartal-belediyesi-halkin-sorunlarini-halkin-parasiyla-dinledi-bu-bir-talan-394670)
                                                         
(soL)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder