20 Ağustos 2024 Salı

soL "KÖŞEBAŞI" -20 Ağustos 2024-

 Türk Naziler -Çağdaş Gökbel-

Eskişehir saldırısını Nazilerin ilk saldırısı olarak değerlendirenler bu yüzden çok yanılıyor. Mustafa Hoş'un kitabı bunun ilk olmadığını kavrayabilmek için önemli bir dayanak olabilir.

"Tarih: 30 Eylül 1941 Yer: Ukrayna, Kadın dehşet içinde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Çocukları vurulan annelerin feryatlarını gördükçe kucağındaki bebeğine daha sıkı sarıldı. Sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Yalvardı. “Önce beni vur, yalvarıyorum! Önce beni vur!” Nazi askeri kadına baktı. Sonra kucağındaki bebeğe baktı. Hızlı bir hareketle yeni doğmuş bebeği kadının kucağından aldı. Kadın sanki donup kalmıştı. Sadece ağzından “Önce beni vur!” çıkabildi. Nazi askeri bebeğin kafasını kopardı. Çığlık kampın içinden gökyüzüne doğru yükseldi. Kadın diz çöküp kaldı. Sonra bebeğin kanlar içindeki kafasını anneye yaklaştırıp ateş etti. “Tek kurşun.”"(Hoş, 2024:13)1

Nazilerin inanılmaz bir hızla meşrulaştırıldığı, sınıfsal sömürünün, canavarca bir barbarlığa doğru sürüklendiği karanlık bir çağın içindeyiz. Belgeseller, artık Hitler'i iflah olmaz bir deli ve faşist örgüt üyelerini yoldan çıkmış öfkeli gençler olarak nitelendiriyor. Sadece bilgi yeniden inşa edilmiyor, tehlikeli bir biçimde sınıf savaşının ortasında 'bilim' denen koruma kalkanının ardına saklanarak, yeni faşizmin ideolojisi inşa ediliyor. Açıkçası yazı için yeni bir başlık düşünmek istemedim. Mustafa Hoş'un kitabına atmış oldu başlığın her şeyi net bir biçimde özetlediğini düşünüyorum. Kitabın hemen girişinde çok önemli bir anekdotla başlıyor Hoş. Faşistlerin günümüzde adım adım sevimli ve öfkeli çocuklar olarak görüldüğü bir evrede, onların gerçek kimliğine sarsıcı bir biçimde işaret ediyor. İhtiyacımız olan şey bu! Nazizim denen ölüm makinesini perdelemeden olguğu gibi vermek. Naziler, zorbaların kasabıdır. Yoksullardan, engellilerden, çingenelerden, Araplardan, Yahudilerden, eşcinsellerden ama en başta Komünistlerden nefret ederler.

Naziler çetin bir sınıf savaşının ürünüydü. I. paylaşım savaşının kaybedeni kapitalistlerdi ve Avrupa adeta ellerinin arasından kayıp gidiyordu. Komünist Enternasyonel Berlin kapılarına dayanmış, 'James Connolly' gibi bir devin gölgesinde büyüyen İrlanda'nın sosyalist-cumhuriyetçileri, krallık güçlerine karşı İrlanda kırsalını silahlı denetim altına almıştı. Gerilla güçleri pusuya yatmış, Berlin'den gelecek iyi haberleri bekliyordu. Lenin ve yoldaşlarının küresel bir devrim hayaliyle attığı adımları hatalı bulanlar tarihi çarpık okuyor ve bu konuda Avrupa proleter hareketinin geleceğe bıraktığı tarihsel dökümanları yeterince bilmiyor ya da ideolojik gözlüklerle tarihsel gerçeklere bakıyor ve küresel bir komünist devrime doğrudan karşı olduğunu itiraf edemediği için karşısındakine cüretli bir biçimde 'uzman bir taktisyen' pozu kesiyor. Lenin ve arkadaşlarının çabaları ham bir hayal değildi. Binlerce kilometre uzaktan Lenin'in 'Paskalya Ayaklanması' liderlerine hayranlık beslemesinin temelinde dünya devrimi gerçekliği yatıyordu. Tarihteki hiçbir devrim, İrlandalı mazlumlara elini uzatmayı bu kadar istememiştir. İngiliz sömürgeciliğinin, soykırımlarına atılacak en büyük tokat İrlanda'da 'Sosyalist Cumhuriyet'in ilanıydı.
Devrimcilerin Berlin kapılarına dayanması, Alman sanayicilerini uykusuz bıraktı. Bugün, bu satırları okuyan birinin bunu hayal etmesi zor olabilir; dev Alman demir-çelik şirketlerinin patronları, Bolşevik hayaletinden tir tir titriyordu. Benzer bir korku Türkiye burjuvazisinin ABD'ye sıkı sıkıya sarılmasına ve 'nihai çözüm' denen vahşi barbarlık düzenine eklemlenmesine neden olacaktı. Bu düzenin adı: 'NATO, askeri terör rejimiydi'.

NATO'dan önce komünizmin Avrupa'dan atılması görevini Naziler üstlenecekti ve SSCB'nin kahramanca direnişiyle durdurulan faşizm asla tamamıyla yok olmayacak, biçim ve kılık değiştirecekti. İşte Mustafa Hoş, kaleme aldığı son kitabında tüm bu tarihsel sürecin Türkiye bölümüne ışık tutmaya çalışıyor. Tanıdığım bir insanın kaleme aldığı bir eseri incelemek ve bunun üzerine yazı yazmak zor. Kitap, özellikle bugün geçtiğimiz süreci anlayabilmek için önemli hatırlatmalar içeriyor. Girişte yaptığım alıntının hemen altında Kahramanmaraş katliamının nasıl bir canavarlıkla yürütüldüğünü gösteren önemli bir başka anekdot daha var. Evet, Maraş ve Ukrayna arasında güçlü bir bağ var. NATO, Nazileri kılık değişimine zorlayarak başka ülkelere ihraç etti. Naziler, muzaffer ordularıyla SSCB'nin üzerine yürürken kendilerini Nazi ilan edenler, müttefiklerin zaferi sonrası bir anda başka bir gömleğe sarılmak zorunda kaldılar. Maske değiştiren Naziler, Türkiye'ye büyük zararlar verecekti.

Tipik bir faşist terör hareketi olarak serpilen MHP ve türevlerinin toplumsal meşruyetini kaybetmeden siyasette etkin olması bir devrimci için kabul edilemez bir gerçeklik. Bu hareketin şu an iktidar ortağı olması ise bazı şeyleri kavrayabilmek için önemli bir işaret. Devrimci mücadelenin, bu siyasi yapıları doğrudan 'Nazi' olarak topluma anlatamamış ve bu hareketleri yasal siyasal zeminin dışına itemememiş olması önemli bir tartışma konusu. Burada ilginç bir biçimde temel sorunlardan sadece birisinin (şekilcilik) hilal ve gamalı haç ayrımında yatıyor olması gibi duruyor. Eskişehir saldırısını Nazilerin ilk saldırısı olarak değerlendirenler bu yüzden çok yanılıyor. Mustafa Hoş'un kitabı bunun ilk olmadığını kavrayabilmek için önemli bir dayanak olabilir. Maraş ve Çorum'un devamında yaşanan pek çok etnik ve ideolojik kıyım, Türkiye'nin Nazilerine dair hepimize önemli ve acı veriler sunuyor. Komünizmin ezilmesi için, anne karnında yeni bir yaşamı bekleyen bebeklerin öldürülmesi gerekiyorsa faşistler bunu da yapar ve yaptılar. Demek ki 'bebek katilleri' ifadesi aslında Türkiye faşizminin kendisine bakarak, karşı cepheye yaptığı ideolojik bir yansıtma (saldırı) biçimi. Neticede devlet desteğiyle bu ideolojinin oturması ve faşizmin iktidar ortağı olması sağlandı. Sermayenin kontrolündeki devletlerin faşist yedek kuvvetlere ihtiyaç duymadan ayakta kalması zor. Devrimcilerin faşistleri bıkmadan usanmadan ifşa etmesi ve hukuk denen zorbalık silahını ellerinden alabilmesi için ölümüne mücadele etmesi gerekiyor. İnsanlığın geleceği ve erdemli yürüyüşü için ölümü göze almak gerekiyorsa devrimcilerin sicili bu konuda çok iyi. Berlin'e kızıl bayrak dikilecek, Fransa'da kralın kellesi düşecekse eğer, devrimciler başı dik yürürler ölüme.

Geçmişin puslu havasından edindiğimiz derslerle geleceğe bakmalıyız. BSM'nin bu alanda önemli bir mücadele verdiğini söylemeliyim. ABD merkezli, Nazi belgesellerinin karşısında düzgün bir anlatıya (gerçeğe) ihtiyacımız var2. Şimdi, bu yazıya önemli bir not daha eklemem gerekiyor. Türkiye'de basılmış herhangi bir kitap üzerine uzun süredir eleştiri yazısı yazılmıyor. Gazetelerde yerleşik hale gelen 'halkla ilişkiler ve reklamcılık' ruhu geriye kalan tüm erdemli ve asil ruhları (tıpkı bir kara delik gibi) aramızdan çekip aldı. Mustafa Hoş'un kitabını elbette aptal bir halkla ilişkiler uzmanının abartılı övgüleriyle ele alacak değilim. Kitabın okuyucu için önerdiği en anlamlı ayrım çizgisi Mustafa Kemal döneminin kendisinden sonra gelen ve Nazilerle ticari işbirliğine giden hükümetler döneminden ayrıştırılması gerektiğine yaptığı vurgu. Liberallerin yıllardır 'Cumhuriyet' dönemini hastalıklı, hatta iltihaplı bir gelişme olarak göstermeye çalıştığı ve batı hayranı, 'sömürgeci okumuş' ahalimizde yaygın olarak yerleşen bu teze 'Türkiye'nin Nazileri' gibi çetrefilli bir konu fazlasıyla güç verebilirdi. Hoş, kitapta defalarca yinelediği vurgularla M. Kemal'in faşist rejimlere karşı nasıl bir düşünceye sahip olduğunu anlatmaya çalışıyor. 
Tam bu noktada, kitabı okurken hissettiğim en önemli eksiklik 'Türkiye sermaye sınıfının' Naziler karşısındaki pozisyonu. Mustafa Hoş, bu kitabın devamı niteliğinde, ikinci bir cilt için çalıştığını aynı eserde duyurmamış olsaydı muhtemelen en sert eleştirilerimi bu noktaya yöneltirdim. Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri, 'taraflı-tarafsızlık' politikasını bir kişinin şahsi eğilimleri nedeniyle inşa etmedi. Vehbi Koç'un garip bir biçimde o döneme dair gazeteci Mehmet Ali Birand'a çeşitli itiraflarda bulunması en bilindik ve bariz örneklerden biridir. Koç, ABD'nin kara listesindedir çünkü Nazilerle iş tutmuştur. Kara listeden nasıl çıktığını Birand röportajını izleyenler çok iyi biliyor. Normal şart ve koşullarda yargılanması gereken bir patronun, bir imparatorluğa dönüşmüş olması bugün yaşadığımız kesif karanlığın önemli nedenlerinden biri. Umarım Mustafa Hoş, ikinci kitapta Türkiye sermayesinin Nazilerle olan ilişkisini tüm detaylarıyla okuyucunun takdirine sunar. Evet, yaşadığımız çağın en önemli panzehiri 'hafıza'. Hafıza noksanlığına tutulup, gündelik hayatın girdabına kapılanlar Eskişehir'de yaşananları, aniden fezadan peyda olan bir uzaylı tarafından gerçekleştiğine dahi inanabilir.

Avrupa'da Naziler, çok kutsal bir amaç için önce çekine çekine kamuoyu sahnesine yöneldiler. 'Göçmen karşıtı' denen ve Orta Çağ zırhlarıyla donanan muzaffer şövalyeler, şımarık bir milyarderin satın aldığı propaganda aracı üzerinden kitlelerin zihinlerine karşı 24 saat terör estirdiler. Bu propaganda teröründen etkilenenler, Türkiye sosyalist hareketine zafer partisinin söylemlerini örnekolarak gösterdiler. Örgütsüzlüğün insanı savurabileceği yer gerçekten ürkütücü. Neticede Türkiye dahil olmak üzere pek çok yerde 'işgalci' imgesi hızla yerleşti. Ayrıca garip bir biçimde Avrupa'da esamesi dahi okunmayan bir komünizm efsenesi faşistler tarafından yayılıyor. Bu bilginin kaynağı elbette ABD'li zenginler. Ne yana baksalar komünizm hayaleti görüyorlar. İrlandalı faşistler Sinn Fein lideri Mary Lou McDonald'ı komünist komplonun bir parçası olmakla suçluyor. Yine 'sömürgeci okumuş ve pamuklara sarmamız gereken' kesimimizin güzel insanlarının mucize çocuğu milyarder Elon Musk, Kamala Harris'i komünist olmakla suçluyor. Müthiş bir zeka ve politik düşünce örnekleri bunların hepsi. Şimdi, tek tek bu argümanları sıralayalım:

*Afrikalıları ülkelerinden komünistler sürüyor (Lityum pilleri çıkarmak için Afrikalı çocukları köle olarak sanırım komünistler çalıştırıyor ve elbette Afrika'yı tüm kaynaklarıyla sömürebilmek için sanırım yine komünistler işgal ediyor. Faşistlerin keşke karşımızda SSCB olsaydı dediğini duyar gibiyim).

*Liberal demokrasiye iman eden hükümetlerin tamamı Yahudi-komünist komplosu tarafından yönlendiriliyor (öfkeli çocukların içinden bir anda anti-semitizm fışkırıveriyor).

*Komünistler küresel bir düzen kurmak ve tüm ulus devletleri ortadan kaldırabilmek için küresel demografik operasyon yapıyor.

Faşistlerin fantezileri yazmakla bitmez. 'Kişi, kendinden bilir işi' demişler. Emperyalizmin işlediği tüm suçlar tersine çevrilerek, sürekli korkulan o sınıf düşmanına 'Komünistlere' ihraç ediliyor. Hitler, 'Kavgam' kitabında nasıl bir teorik çerçeveyle komünistlere saldırıyorsa, benzer bir biçimde saldırılıyor. Yeni olan tek şey, bu teorinin kitlelere duyurulmasında daha etkin işitsel ve görsel cihazlar kullanılıyor olması. Küresel sermayenin, komünist komplosunu engelleyeceğini söylüyor NATO'nun serdengeçtileri. Evet, insanlığa karşı büyük ve karanlık bir komplonun tam ortasındayız. Bunun kökleri Roma'ya dayanıyor. Yani bugünün Roma'sı, Amerika Birleşik Devletleri'ne. Öyleyse her yol ABD'ye çıkıyor. Gelecek hafta ABD'nin, Hitler faşizmine katkılarını polis teşkilatının kuruluşu üzerinden anlatmaya çalışacağım. Almanya'daki faşizmin kökleri hiç de garip olmayan bir biçimde ABD'ye uzanıyor. O zamana kadar BSM'nin belgeselini ve Mustafa Hoş'un kitabını incelenecekler listesine alabilirsiniz. Hepimizin Netflix de dahil olmak üzere tüm zihin iğfal şebekelerinden kurtulmaya ve kurtarılmaya ihtiyacı var.

  • 1.Hoş, Mustafa (2024) 'Tarihle Hesaplaşma/Türk Naziler'. İstanbul: Destek Yayınları
  • 2.BKNZ: Hitler'i Kimler Yarattı? - Nazi Almanya'sının Ekonomisi (Krupp) https://www.youtube.com/watch?v=LiE9A-Q-rWw Erişim Tarihi: 15/08/2024
  •                                                               /././
4 yaşında çocuklar Diyanet’e teslim: ‘İnsanın isyan edesi geliyor' -Burcu Günüşen-
Diyanet İşleri Başkanı Erbaş Yaz Kuran Kursları’na 3 milyon çocuk ve gencin katıldığını duyurdu. Çocukların yaşı 4’e kadar iniyor. Prof. Dr. Okçabol “biraz hukuk olsa bu facia yaşanmaz” dedi.

Eğitim bilimci Prof. Dr. Rıfat Okçabol, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Yaz Kuran Kursları’na katılan ve en küçükleri 4 yaşında olan çocukların fotoğraflarıyla yaptığı paylaşıma “İnsanın isyan edesi geliyor” diyerek tepki gösterdi.Erbaş sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ülke genelinde düzenlediği “Yaz Kur'an Kursları”nın kapanış programıyla tamamlandığını ve kurslara 3 milyona yakın öğrencinin katıldığını belirtti. Erbaş kapanış programlarından fotoğraflar da paylaştı. Diyanet’in düzenlediği kurslara 4 ile 22 yaş arası çocuk ve gençler katıldı.

Diyanet’in internet sitesinde yer alan bilgilere göre Yaz Kuran Kursları’nda 4-6 yaş kategorisindeki çocuklara haftada 12 saat “Dini Bilgiler / Değerler Eğitimi”, 8 saat “Kur’anı Kerim” dersi verildi.

'Bu eğitsel bir olay değil, koşullandırma'

Eğitim bilimci Rıfat Okçabol “4-6 yaş çocuklarına Kuran kursu eğitsel bir olay değil, koşullandırma olayıdır” dedi.

“Çocuklara yazık ediyoruz” diyen Okçabol “O çocuklar o yaşta duymamaları gereken şeyleri duyacaklar, dünyaları şaşacak. Kızlar türbana alışacak, yani en azından büyük bir kısmı. Aileleri tarafından laik bir yaşama döndürülmezlerse ‘günahtır’ diye o yolda ilerleyecekler. Oğlanlar da kızların türbanlı olduğuna alışacak ve eşinin türbanlı olmasını arayacak” değerlendirmesini yaptı.

'Çocuğun o yaşta öğreneceği değerler ailede öğreneceği sevgi, saygıdır'

Çocuğun o yaşta öğreneceği bir değerler eğitimi olmadığını ifade eden Okçabol “O yaşta öğreneceği değerler eğitimi, ailede öğreneceği sevgidir, saygıdır, hürmettir” diye belirtti.

Kuran kursunun bir "öğretme işi” olduğunu, bu yüzden eğitim bakanlığının işi olması gerektiğini vurgulayan Okçabol kuran kurslarını Diyanet’e devredenin 1960’lı yıllarda Süleyman Demirel olduğunu hatırlattı:

'Laik bir devlette bu bir suç'

“Süleyman Demirel 60’lı yıllarda kuran kurslarını Diyanet’e devretti. E Diyanet de 60’lardan bu yana bayağı değişti. Diyanet laik cumhuriyetin değerlerine uygun dini hizmet veren bir kuruluş olarak kuruldu. Ama şimdi Diyanet laik sisteme tamamen karşı, tarikatlarla iç içe olan bir kuruluş. Dolayısıyla bu kuruluşun kuran kursu açması zaten laik bir devlette suç. Ama Türkiye’de yasalar çalışmadığı için bütün yasadışı işler uygun görülüyor.”

Kuran kursları için ilkokulu bitirme şartı 2011'de kalktı: Muhalefet sessiz kaldı

Kuran kurslarına başlamak için 2011 öncesinde ilkokulu bitirmiş olmak şartı aranıyordu. 2011’de çıkan 653 sayılı kanun hükmünde kararnameyle kuran kursuna başlamak için ilkokul bitirme koşulu kaldırıldı. Böylelikle 10 yılı aşkın süredir 4 yaşında (48 aylık) çocuklar kuran kursuna alınabiliyorlar.

Okçabol o dönemde CHP’nin sözkonusu KHK’nin iptali için dava açmadığına işaret ederek “Dava açmayınca olay buraya geliyor” dedi.

'Yoksul çocukları ya imam hatibe ya meslek okuluna'

Türkiye’de AKP iktidarının eğitim açısından niteliğinin “piyasacılık ve gericilik” olduğunu vurgulayan Okçabol’a meslek liselerinin ardından şimdi de meslek ortaokullarının açılması kararını da sorduk.

Okçabol “AKP iktidarının genel sıfatı ne eğitim açısından? Piyasacı ve gerici. Bunun anlamı ne? Biri şu: Yoksul adam yoksul kalacak. Yoksul insan sömürülen insan, emeğiyle, aklıyla… İşte tarikatlar yoksulların aklının sömürüyor. İşyerleri yoksulların emeğini sömürüyor. Meslek ortaokulunu açarak ne yapacaklar? Yoksul çocukların daha ilkokulu bitirir bitirmez geleceklerini karartacaklar. Ya imam hatipe gidecek ya meslek okuluna…” dedi.

Meslek ortaokullarının ve imam hatip ortaokullarının geçmişte kapatıldığı dönemleri hatırlatan Okçabol zorunlu eğitimi tamamlayan öğrencilerin imam hatip liselerine geçişinin de dramatik bir biçimde azaldığına dikkat çekti.

12 Mart'ta kapanan meslek ortaokulları yeniden geliyor

12 Mart 1971 darbesinin ardından meslek ortaokullarının kapandığını ancak 1974’te imam hatip ortaokullarının yeniden açıldığını anlatan Okçabol şunları söyledi:

12 Mart felaket bir dönemdi ama birkaç tane olumlu şey yaptılar. Bir tanesi meslek ortaokullarını kapattılar 1972’de. Kapatılınca, 1972’den 1974’e kadar imam hatip lisesine giden öğrenci sayısı yüzde 72 azaldı. Çünkü ilkokul sonunda imam hatip ortaokuluna giden çocuk dünyayı görmeden o okula gidiyor, orayı bitirince nereye gidecek, imam hatip lisesine gidiyor. Ama siz çocuğu 5 yıl sonra değil de 8 yıl sonra okula gönderdiğinizde imam hatipi seçmiyor.

Ama ne oldu? Ecevit Erbakan’la koalisyon hükümeti yapıyordu. Erbakan’ın baskısı üzerine 1974 yılında imama hatip ortaokullarını açtı. Meslek ortaokulları açılmadı. 

Sonra 1973 yılında 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu çıkarıldı ve o yasada 8 yıllık zorunlu eğitim maddesi konuldu ama 'koşullar elverince uygulanacak' diye bir ek maddeyle ertelendi. 

1997 yılına gelindiğinde zorunlu eğitim 8 yıl olunca mecburen imam hatip ortaokulları kapandı. Ama o zaman bazıları haklı olarak dediler ki 'bu Kuran kurslarına da artık ilkokuldan sonra değil zorunlu eğitimden sonra gitmek lazım'. Zorunlu eğitimin anlamı bütün yurttaşlara eşdeğer eğitim vermektir. Ondan sonra onların değişik alanlara gitmesine fırsat vermektir. Doğru bir şey yaptılar.”

'Toplumun isteği çocuklarını okutmak'

Okçabol’un aktardığına göre 8 yıllık zorunlu eğitime geçilmesinin ardından imam hatip liselerine giden öğrenci sayısı 5 yılda büyük bir düşüş kaydetti:

“1997 yılında 600 bin kadar öğrenci gidiyordu imam hatiplere. 2002’ye geldiğimizde imam hatip lisesine giden öğrenci sayısı 64 bine inmişti.”

Toplumun istediğinin çocuklarını okutmak olduğunu, dinsel eğitim görmesi olmadığını belirten Okçabol o dönemde Milli Eğitim Bakanlığı’nca yapılan bir araştırmanın da toplumun büyük oranda 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimi benimsediğini gösterdiğine dikkat çekti.

'Biraz hukuk olsa ne yeni müfredat ne ÇEDES uygulanır'

“Türkiye’de anayasanın laiklik, demokrasi ve insan haklarıyla ilgili maddeleri çalışmıyor” diyen Okçabol şunları kaydetti:

Biraz hukuk olsa ne bu mesleki eğitim olur, ne bu yeni müfredat ne ÇEDES uygulanır. Ne de Diyanet 4 yaşında çocuklara bu faciayı yaşatır.”

Okçabol “Maalesef insanın isyan edesi geliyor. Bırakın bir eğitimciyi bir öğretmen olarak yüreğim sızlıyor. Çok kötü bir yoldayız. Yeni maarif modeli başlıyor, bu modelin amacı dinci insan yetiştirmek, bir başka deyişle ‘dininin ve kininin davacısı’ gençler yetiştirmek” dedi.                                                   /././

MEB'den yeni bir akıl ve bilim dışı uygulama: Mesleki ve Teknik Ortaokul -Haluk İşler*-

Mesleki ve teknik ortaokulların açılmasıyla, bu alanların seçimi ve eğitime başlama yaşı 10’a çekiliyor. MEB, bu uygulamadan derhal vazgeçmeli, tüm MTE süreçlerini 18 yaş sonrasına aktarmalıdır.

Milli Eğitim Bakanlığı son yıllarda giderek artan akıl ve bilim dışı uygulamalarına bir yenisini daha ekliyor.

MEB, “2024-2025 Eğitim ve Öğretim Yılına İlişkin İş ve İşlemleri” konu alan, 14.08.2024 tarih ve 111911202 (2024/53) sayılı bir genelge yayımladı (https://mevzuat... 2229.pdf). MEB yayımladığı bu genelgeyle birçok maddenin arasında “mesleki ve teknik Anadolu liseleri bünyesinde ilk defa açılacak ortaokullar” konusunu gündeme getiriyor. Genelgenin 4. Maddesi bu konuyu şöyle açıklamış:

2024-2025 eğitim ve öğretim yılında mesleki ve teknik Anadolu liseleri bünyesinde ilk defa açılacak ortaokullar, okulun fiziki şartları ile bölgenin ortaokul ihtiyacı doğrultusunda planlanacak, eğitim ortamlarının ve fiziki koşulların belirlenmesinde pedagojik ilkeler gözetilerek ilgili Genel Müdürlüğün koordinasyonu ve onayı ile çalışmalar yürütülecektir.

Demirören Haber Ajansının (DHA) 28 Temmuz 2024 tarihli haberinde, “Türkiye’nin ilk meslek ortaokulu Sivas’ta açılacak” başlığıyla ilk mesleki ve teknik ortaokulun 2024-2025 eğitim-öğretim yılında eğitime başlayacağı duyurulmakta (https://www.dha... 2481904/1). Haberde konu şu şekilde duyuruluyor: “Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Türkiye’nin ilk meslek ortaokulu Sivas’ta açılıyor. Sivas Bilişim Teknolojileri Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi bünyesinde açılacak ortaokulda, ilk öğrenciler 2024-2025 eğitim-öğretim yılında eğitime başlayacak…Milli Eğitim Bakanlığı okullarda mesleki eğitimde yeni bir döneme giriyor. Sadece liselerde olan mesleki eğitim, artık ortaokuldan itibaren başlayacak.

Bu noktada DHA’nın 28 Temmuz 2024 tarihli bu haberinin, 14.08.2024 tarihli Genelgeden 17 gün önce yayımlanması dikkate değer. Genelgede belirtilen söz konusu okulların açılmasıyla birlikte mesleki ve teknik eğitim (MTE) süreçleri 2024-2025 eğitim-öğretim yılından itibaren 10-14 yaş aralığındaki öğrencilerin eğitim gördüğü ortaokul düzeyine indirilmiş olacak. 

2000 yılında, MEB’in program geliştirme çalışmaları kapsamında finansmanı büyük ölçüde Avrupa Birliği fonları tarafından sağlanan “MEGEP-Türkiye’de Mesleki Eğitim ve Öğretim Sisteminin Güçlendirilmesi Projesi” hayata geçirilmişti. MEGEP ile MTE ortaöğretim kurumları öğretim programları “alan” ve “dallar” şeklinde modüler yapıda tasarlanmış, 2005-2006 eğitim-öğretim yılında uygulamaya koyulan bu öğretim programlarıyla, “alan” eğitiminin 10. Sınıfta (lise 2), “dal” eğitiminin ise 11. Sınıfta (lise 3) başlatılması uygulamasına geçilmişti. MEGEP program geliştirme çalışmaları sırasında eğitim bilimleri uzmanı olan bazı Üniversite temsilcileri, “alan” eğitiminin 11. Sınıfta, “dal” eğitiminin ise 12. Sınıfta başlatılmasını önermiş ancak MEB temsilcileri, bu önerinin uygulanması halinde mesleki ve teknik liselere öğrenci akışının 2 yıl kesintiye uğramasının birçok soruna yol açacağı gerekçesiyle bu öneriyi kabul etmemişti. MEGEP öğretim programlarının uygulanmasıyla, o dönemde ilkokula başlama yaşının 7 olması nedeniyle öğrencilerin “alan” eğitimine 16, “dal” eğitimine ise 17 yaşında başlamaları sağlanmıştı. Bu uygulama MTE’ye başlama yaşının nispeten yukarıya çekilmesi açısından olumlu bir uygulamaydı. MEGEP öğretim programlarında liselerin tamamında 9. Sınıflarda ortak genel akademik eğitim veriliyordu. Ancak 2020 yılında yapılan değişiklikle meslek alanları eğitiminin MEGEP öncesinde olduğu gibi tekrar 9. Sınıfta (lise 1) ve 15 yaşında başlatılması uygulamasına geri dönüldü. 2012-2013 eğitim-öğretim yılında, 4+4+4 olarak da bilinen ve birçok bilim insanının itiraz ve uyarılarına rağmen bir gecede devreye sokulan üç kademeli temel eğitim uygulamasıyla ilkokula başlama yaşı 7’den 6’ya çekildiği için, MTE ortaöğretim kurumlarındaki alan seçimi ve alan eğitimine başlama yaşı da 14’e inmiş oldu. Şimdi bu belirtilen mesleki ve teknik ortaokulların açılmasıyla, mesleki ve teknik alanların seçimi ve eğitime başlama yaşı 10’a çekilmiş olacak.

Genelgenin mesleki ve teknik ortaokulların açılmasıyla ilgili 4. Maddesinin bir önceki maddesinde, 10 Ağustos 2024 tarih ve 32628 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Genelgesiyle yürürlüğe giren Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesiyle (https://mtegm...belgesi.pdf) ilgili Valiliklerce gerekli tedbirlerin alınması ve bu kapsamdaki iş ve işlemlerin  hassasiyetle yürütülmesi istenmektedir. Söz konusu politika belgesi Genelgede, yapılacak iş ve işlemler için referans metin olarak gösterilmektedir. Ancak “Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesi”nin hiçbir yerinde mesleki ve teknik ortaokulların açılmasıyla ilgili herhangi bir tanım, bilgi, öneri, şema ya da açıklama bulunmamaktadır. Tam tersine bu politika belgesinde, aşağıda verilen maddelerde ve eğitim sisteminin genel yapısını gösteren şemada da görüldüğü gibi, MTE’nin ortaöğretim ve sonrası okul düzeylerinde yapılacağı açık ifadelerle belirtilmektedir (https://mtegm...belgesi.pdf):

4. Türk Millî Eğitim Sistemi, 4.1. Eğitim Sisteminin Genel Yapısı

10. …İlköğretim kademesi dört yıl süreli zorunlu ilkokul ve dört yıl süreli zorunlu ortaokulları ile imam-hatip ortaokulları, ortaöğretim ise ilköğretim sonrası dört yıllık zorunlu eğitim veren farklı türdeki ortaöğretim kurumlarını içerir. Ortaöğretim kademesi genel, mesleki ve teknik eğitim ile din öğretimine yönelik programlarından oluşur.”

4. Türk Millî Eğitim Sistemi, 4.4. Mesleki ve Teknik Eğitim

16. Türkiye’de mesleki ve teknik eğitim, örgün eğitim kapsamındaki resmî ve özel ortaöğretim kurumları ile yükseköğretim düzeyinde üniversiteler bünyesindeki meslek yüksekokulları, yüksekokullar, fakülteler ve enstitülerde verilmektedir.

“4. Türk Millî Eğitim Sistemi, 4.1. Eğitim Sisteminin Genel Yapısı,

11. Şekil 1. Eğitim Sisteminin Genel Yapısı

Görüldüğü gibi bir politika rehberi niteliği taşıyan “Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesinde” mesleki ve teknik ortaokullar yer almamaktadır. Ayrıca MEB web sitesinde MTE Genel Müdürlüğünün “alan” ve “dallara” ilişkin öğretim programlarını gösteren belgelerin hiç birinde mesleki ve teknik ortaokul öğretim programları yer almamaktadır. MTE’ye başlama yaşının 4 yıl geriye çekilmesi gibi son derece önemli bir uygulama değişikliğinin, bir üst referans metni niteliğinde olan ve 10 Ağustos 2024 tarihinde yayımlanan “Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesinde” yer almamasına rağmen, sadece 4 gün sonra yani 14.08.2024 tarihinde yayımlanan ve daha alt düzeyde bir idari metin olan Genelgeyle gündeme getirilmesi, üstelik okulların açılmasına sadece 3 hafta kalmışken MTE Genel Müdürlüğünün bu konuda henüz hiçbir hazırlığının bulunmaması MEB’in ne kadar kötü yönetildiğinin açık bir kanıtıdır. Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesini hazırlayan Bakanlık birimleriyle Genelgeyi hazırlayan birimler arasında bir koordinasyonun olmaması; önemli politika değişikliklerine gidilirken gerekli akademik hazırlık ve şura çalışmalarının yapılmaması; çok önemli konularda bile günlük ve keyfi kararların kamu yönetimi ilkelerine aykırı şekilde genelge, yönetmelik gibi alt metinlerle uygulamaya sokulması, daha önceki “4+4+4”, MESEM ve ÇEDES gibi örneklerde olduğu gibi MEB’in, akıl, bilim ve kamu yönetimi ciddiyetinden ne denli uzak olduğunu açıkça göstermektedir. Buradan, bilimsel açıdan son derece sakıncalı olan “mesleki ve teknik ortaokulların” açılmasıyla ilgili bu kararın kamuoyunun dikkatinden kaçırılarak alelacele devreye sokulmak istendiği anlaşılmaktadır.

Toplumsal, ekonomik, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin son derece hızlı ve geometrik olarak (katlanarak) arttığı günümüzde, bilimsel ve çağdaş yaklaşımlar doğrultusunda, zorunlu, kesintisiz, temel/genel/akademik eğitim süresinin giderek arttırılması (okul öncesi eğitim hariç 12 yıla çıkarılması) gerekirken, imam hatip ortaokulu uygulamasında olduğu gibi, MTE’nin de 10 yaşındaki çocukların eğitim gördüğü ortaokul düzeyine indirilmesi, akla, bilime ve evrensel insani değerlere aykırı bir uygulamadır.

Bireyleri yaşamın tüm alanlarına hazırlama işlevi olan ve içeriği itibariyle politeknik/polikültür** niteliğe kavuşturulması gereken, zorunlu, kesintisiz, temel/genel/akademik eğitim süresinin en az 12 yıla çıkarılması ve dolayısıyla MTE süreçlerinin 18 yaş ve sonrasına yani reşit döneme kaydırılması zorunluluğunun gerekçeleri şöyle özetlenebilir:

1. Günümüzde çok hızlı gerçekleşen toplumsal, ekonomik, bilimsel ve teknolojik ilerlemeler sonucunda bireylerin içinde bulundukları tüm yaşam alanları hem nicelik hem de nitelik açışından hızla gelişmektedir. Bireylerin mevcut gelişmeler karşısında yetkin ve insanca bir yaşam sürebilmesinin temel koşulu, herkesin ayrım gözetilmeksizin temel/genel eğitim aracılığıyla asgari yaşam becerileriyle donatılmasıdır. Günümüzde tüm yönleriyle gelişmiş bir toplumun yaratılabilmesi için bu temel/genel eğitimin süresinin bilimsel açıdan en az 12 yıl olması genel kabul görmektedir. Ayrıca eğitim yaşam boyu devam etmesi gereken bir süreç olarak görülmektedir.

2. Günümüzde yaşamın her alanında görülen hızlı gelişmelere bağlı olarak, mesleki ve teknik alanların bilimsel ve teknolojik bileşimi çok yükselmiş ve karmaşıklaşmıştır. Bilimsel ve teknolojik bileşimi çok yükselmiş olan, bilişim, elektrik, elektronik, mekatronik, otomotiv, kimya, biyomedikal, havacılık ve uzay teknolojisi, sağlık hizmetleri, çocuk gelişimi, gıda, adalet, muhasebe ve finansman gibi birçok meslek alanının eğitimine başlayabilmek ve eğitimleri başarıyla sürdürebilmek için gerekli olan hazır bulunuşluk düzeyi 4 ya da 8 yıllık temel/genel/akademik eğitim ile sağlanamaz. Örneğin fizik, kimya, matematik gibi temel bilimlerde yeterli eğitim almayan bireylere elektronik, mekatronik, havacılık ve uzay teknolojisi gibi alanların teknolojisi öğretilemez. Aynı durum, felsefe, sosyoloji, tarih, gibi sosyal bilimler tabanlı meslek alanları için de geçerlidir. Bilimsel ve teknolojik bileşimi düşük olduğu düşünülen mesleki ve teknik alanların eğitimi ve icrası için de 12 yıllık temel/genel/akademik eğitimden kesintiye gidilemez. Zira 12 yıllık temel/genel/akademik eğitim daha önce belirtildiği gibi bireyin, genel yaşam becerilerini kazanması için zorunlu olduğu gibi, yaşamı boyunca düşük nitelikli meslek alanlarına mahkûmiyetini ortadan kaldıran bir kazanımdır.

3. MTE’ye başlama yaşı aynı zamanda bireylerin tüm yaşantısını etkileyen ve bu yüzden çok önemli bir karar olan meslek seçiminin de yapılmasını gerektiren bir aşamadır. Mevcut durumda ortaöğretim düzeyindeki MTE alanlarına başlama ve dolayısıyla alanlara bağlı meslek seçiminin yapıldığı yaş, 9. Sınıfa başlama yaşı olan 14’tür. Mesleki ve teknik ortaokulların açılmasıyla bu yaş 10’a indirilmektedir. Değil henüz 10 yaşındaki bir çocuğun, 14 yaşındaki bir çocuğun bile sahip olduğu bilgi ve deneyimiyle MTE alanını ve dolayısıyla meslek seçimini isabetli yapabilme olasılığı oldukça düşüktür. Bu yaşlardaki çocuklar söz konusu seçimlerini genellikle ebeveynlerinin ya da diğer kişilerin etkisiyle yapmakta ve bu tür seçimler de uzun yıllara dayalı deneyimlerle görüldüğü gibi çoğunlukla hatalı olmaktadır. Ayrıca bireylerin henüz çocuk oldukları bir dönemde, herhangi bir kurum, eğitimci, uzman gibi kişilerce de bir MTE alanına yönlendirilmesi doğru değildir. Çünkü hiçbir test sonucu ya da uzman çalışması bireylerin hangi alanda başarı potansiyeline sahip olduğunu tam olarak ölçemez. Bunun da ötesinde bireylerin mutlu olacaklarını düşündükleri meslek alanlarını seçerken o meslekler için yetenekli olmaları şart değildir. Meslek seçimi yetenek koşulundan bağımsız bir öznel tercih konusudur. Bireyler hiç de yetenekli olmadıkları meslek alanlarında çalışmayı arzu edebilir ve yetenekli oldukları düşünülen alanlara göre çok daha fazla mutlu olabilirler. Henüz çocuk yaşta olan bireylerin MTE’ye ve dolayısıyla meslek seçimine zorunlu bırakılması, çoğunlukla da yetişkinlerin iradesine tabi kılınması insan haklarına aykırıdır. Bu nedenle bireylerin MTE alanlarını ve meslek seçimlerini, hem bu kararlardaki isabet oranının arttırılması hem de bireyin böylesine önemli kararlarda sorumluluğu üstlenmesi açısından 18 yaş ve sonrasında yani reşit dönemde yapabilmelerin sağlanması gerekir.

4. Bireylerin 18 yaşına kadar olan çocukluk döneminde, “özgül (spesifik) bir mesleğin” eğitimini alabilmesi ve staj, işletmelerde meslek eğitimi, çıraklık, kalfalık gibi adlar altında gerçek iş ortamlarında çalışabilmesi için gerekli olan, bilgi (bilişsel), beceri (psikomotor) ve tutum (duyuşsal) yeterliliklerini henüz yeterince kazanamadıkları bilimsel bir gerçektir. Bu nedenle zihinsel ve bedensel gelişimini henüz tamamlamamış çocuk yaştaki öğrencilerin, bilgi eksikliği, psikomotor becerilerde zayıflık, dikkatsizlik, konsantrasyon güçlüğü, güvenlik ve disiplin algısında eksiklik gibi nedenlerle okullardaki MTE atölyelerinde ve işletmelerde iş kazası geçirme riskleri çok yüksektir. Bu konuda, yaralanan, sakat kalan ve yaşamını yitiren öğrencilerle ilgili sayısız örnek vardır. Ayrıca nispeten kontrol dışı kalan işletmelerde henüz çocuk durumunda olan öğrencilerin olumsuz ilişkilere maruz kalma olasılıkları da yüksektir. Gerçek makine, alet ve avadanlıklarla eğitim yapılan okul atölyelerinde ve işletmelerdeki üretim ortamlarında fiili olarak çalışan öğrencilerin, bazı ağır ve sağlığa zararlı olabilecek işler nedeniyle bedensel ve zihinsel gelişimleri açısından olumsuz etkilenmeleri de söz konusudur.

O zaman MEB ve AKP iktidarı, yukarıda özetle belirtilen gerekçeler ve çağdaş bilimsel yaklaşımlar gereği yapılması gerekenlerin neden tam tersini yapıyor? 

Tüm diğer alanlardaki politikalar gibi MTE politikaları da mevcut üretim ilişkileri üzerinde biçimlenen toplumsal, ekonomik ve siyasal düzenden bağımsız olamaz. Türkiye kapitalizmi, büyük kapitalist ülkelerin ve çokuluslu şirketlerin egemen olduğu emperyalist düzene, bağımlılık ve taşeron ilişkisiyle eklemlenmiş, çoğunlukla, Fordist***, katma değeri düşük, emek yoğun, fason ve montaja dayalı üretim alanlarında faaliyet gösteren sermaye yapısı üzerinde şekillenmiştir. Her ne kadar bu tabloda değişimler yaşansa da, Türkiye’de hâlâ işletmelerin çok büyük bölümünü küçük ve orta boy işletmeler oluşturmaktadır. Bu işletmeler, sahip oldukları düşük nitelikli üretim dokusuyla büyük ölçüde niteliksiz işgücüne ihtiyaç duymaktadır. Basit, rutin, beden gücüne dayalı, yüksek bilgi ve beceri gerektirmeyen işlerde istihdam edilecek işgücünün birkaç günlük alıştırma döneminden sonra iş başına geçirilmesi mümkün olabilmektedir. Bu nedenle çoğu işletme tarafından işgücü yığınlarının mümkün olduğunca çabuk hatta çocuk yaşta üretime sokulması talep edilmektedir. Türkiye’de göçmenler için uygulanan “açık kapı” politikasının bir nedeni de budur. Özellikle az gelişmiş kapitalist ülkelerde uzun süreli temel/genel/akademik eğitim, sermayenin çok büyük bir bölümü için gereksiz, sermayeyi temsil eden iktidarlar için ise mali ve sosyal yük olarak görülmektedir. Hatta kurumsallık düzeyi nispeten düşük işletme ve esnaf dükkânlarının çoğu açısından mesleki ve teknik liselerdeki 4 yıllık eğitim süresi bile fazla görülmektedir. Küçük ve orta boy işletme sahiplerinin ve esnafların yıllarca büyük desteğini alan AKP iktidarının son yıllarda MESEM öğrencilerinin sayısını arttırmak için uyguladığı politikalar bu yaklaşımın uzantısıdır.

Türkiye’de öğrenci sayıları bakımından mesleki ve teknik ortaöğretimin genel ortaöğretim içindeki payı 2022-2023 eğitim-öğretim yılında %36,92’dir (https://mtegm...belgesi.pdf). Bu oran Türkiye’de son 50 yılda neredeyse hiç değişmeden kalmıştır. Türkiye’de MTE okullarının cazibesi bir türlü artırılamamış, sermaye çok arzu etse de bazı ekonomik ve sosyal nedenler yüzünden öğrenciler bu okullara istenilen oranda yönlendirilememiştir. Bu okullar aracılığıyla işletme önlerindeki ucuz işgücü yığınlarını “yeterince” büyütemeyen sermaye, mesleki ve teknik okullardaki öğrenci sayısının azlığından hep şikâyet etmiştir. Sadece küçük ve orta boy sermayenin değil, büyük sermayenin de temsilcisi olan AKP iktidarı, çeşitli nedenlerle MESEM öğrencilerine mesafeli duran ve istihdam politikaları açısından MTE lisesi mezunlarını tercih eden sermaye gruplarının taleplerini de karşılamak için büyük çaba harcamaktadır. Bu doğrultuda AKP iktidarı MTE liselerine giden öğrenci sayılarını arttırmak amacıyla çeşitli düzenlemeler getirmiştir. Bunların başında, genel liselere giden öğrencilerin MTE liselerinde meslek edinme olanaklarının arttırılması; MTE lise öğrencilerine başarı bursu veren kurum ve kuruluşların yatırım teşvikleri ve devlet desteklerine erişiminin kolaylaştırılması; organize sanayi bölgesi yönetimlerinin ve özel girişimcilerin MTE lisesi açmalarının teşvik edilmesi; MESEM öğrencilerinin fark derslerini vererek lise diploması alabilmelerinin sağlanması gibi düzenlemeler gelmektedir. Bu yazının konusu olan mesleki ve teknik ortaokul hamlesi de çocukları 10 yaşında MTE kulvarına sokup sonrasında MTE liselerine yönlendirmeyi kolaylaştırma amacını gütmektedir. Zaten DHA’nın sözü edilen haberinde de il milli eğitim müdürü düzeyindeki bir yetkili tarafından bu amaç açıkça şöyle dile getirilmektedir: “Amacımız burada çocuklarımızın yetenekleri doğrultusunda meslek liselerine yönlendirilmeleridir" (https://www.dha... 2481904/1).

Görüldüğü gibi AKP iktidarı ve MEB, MTE politikalarının belirlenmesinde, sermayenin talep ve ihtiyaçlarını ön planda tutmakta, insan odaklı, akıl ve bilime dayalı eğitim yaklaşımlarını ise doğal olarak göz ardı etmektedir. 

Sonuç olarak MEB, gelecek nesiller açısından telafisi mümkün olmayan olumsuz sonuçlar doğuracak olan bu vahim “mesleki ve teknik eğitim ortaokulları uygulamasından” derhal vazgeçmeli, bunun da ötesinde tüm MTE süreçlerini 18 yaş ve sonrasına aktarmalıdır. Aklı ve bilimi hiçe sayan MEB bunu yapar mı? Hiç kuşkusuz yapmaz! Ama yapacak iktidar er ya da geç mutlaka gelecektir.

* Dr., Em. Öğretim Üyesi
**Politeknik/Polikültür eğitim, bireylerin tüm yaşam alanlarında, bilgi (bilişsel), beceri (psikomotor) ve tutum (duyuşsal) yeterliliklerini çok yönlü geliştirmek amacıyla, akademik eğitimler yanında, laboratuvar çalışması, iş ve teknik, sanat, spor, gezi, gözlem, oyun, proje gibi tüm eğitim ve emek süreçlerini içerir.
***Fordist üretim, üretimdeki emek süreçlerinin, genellikle bir hat ya da bant üzerindeki istasyonlarda olabildiğince küçük parçalara bölünerek rutin ve basit hale getirildiği ve bu yüzden de niteliksiz işgücünün çalıştırılabildiği kitlesel üretimdir.

Kaynaklar
https://mevzuat.meb.gov.tr/dosyalar/2229.pdf
https://www.dha.com.tr/foto-galeri/turkiyenin-ilk-meslek-ortaokulu-siva…
https://mtegm.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2024_08/12093255_meslekivetek…

(soL)


                                  

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" + Güzel yüz! -20 Ağustos 2024-

 

Devletin işlevsizliği ve kırılganlığı neden artıyor? -Ercan Uygur-

İktidar ve destek veren diğer siyasi partiler yaptıkları eylemlerle ve icraatlarla devletin kırılganlığını sürekli yükseltiyorlar. Farkındalar mı bilmiyorum. Bunun elbette ekonomik, sosyal ve siyasi etkileri de olacaktır.

AKP Kongre Merkezi’nde düzenlenen törenle Cumhurbaşkanı Erdoğan, partiye katılan yeni belediye başkanları ve milletvekillerine rozet taktı

Büyük bir sahne; tek sıra halinde dizilmiş onlarca insan... Yaşlısı var, genci var. Kimisi neşeli görünüyor, kimileri ise önüne bakıyor. Merak ediyorum; neden bazıları mahcup önüne bakıyor? Uzunca boylu bir kişi, sırtı izleyenlere dönük, biraz öne eğilerek insanlara bir şeyler söylüyor.

Biraz yakından bakınca, bu kişinin dizilmiş insanlara rozet takmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olduğu anlaşılıyor. Diğer partilerden veya bağımsızlardan partisine transfer edilen iki milletvekili ve 13 belediye başkanına partisinin rozetini takıyor.

Daha doğrusu takmaya çalışıyor. Anlaşılan rozeti takmak kolay değil, Cumhurbaşkanı zorlanıyor. Aklıma bir sürü soru takılıyor. Ülkenin tüm vatandaşlarının Cumhurbaşkanı olarak neden “Sen artık bizdensin” anlamında şaibeyle transfer edilenlere rozet takıyor? Neden vatandaşları “biz” ve “onlar” diye ayırıyor?

İki gün sonra bu ayrımcılık Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kan akıtacak dereceye varıyor. Cumhurbaşkanının partisinden birisi, kürsüde “Vekilimize büyük haksızlık yapılıyor” duygularıyla konuşan konuşmacının üstüne yürüyüp yere seriyor. Meclis, konuşma değil kavga yeri oluyor.

Aynı günlerde Türkiye’nin 80’den fazla yerinde ormanlar yanıyor. Ormanlarımız yanarken, Cumhurbaşkanından ses çıkmıyor. Önce siyasi transfer hesaplarının, sonra mecliste “kaba kuvvet ile verilen ders”in içine çok dalmış olmalı. Çok meşgul yani.    

Halbuki Cumhurbaşkanı, Devlet Başkanıdır. Öncelikle, devlete, kurumlarına, orman gibi varlıklarına zarar verebilecek tüm olaylarla yakından ilgilenmesi, çareler düşünmesi ve uygulatması gerekir. Ancak Cumhurbaşkanından bir tepki bile duymuyoruz.

Devleti kırılgan yapan unsurlar

Tepkide ve önlemlerde gecikmeyi 6 Şubat depremlerinde de görmüştük ve binlerce insanımızın yaşamı ile ödemiştik. Devlet ve kurumları nereye evriliyor? Devlet gerçekten böyle tepkisiz ve kırılgan hale mi geldi?

Bu yazıda bu sorulara yanıt vermeye çalışıyorum. Bu bağlamda, “Kırılgan Devletler Endeksi”ne (FSI: Fragile States Index) bakıyorum. Bu endeksi 2 yıl önce de değerlendirmiş ve Türkiye’de devletin kırılganlığının giderek arttığını söylemiştim.  

FSI endeksi, 12 kırılganlık maddesine 0 ile 10 arasında verilen notların toplamı ile oluşturuluyor.  Kırılganlığa çok etki yapan madde 10’a kadar yükselen değerler alabilir. Az katkı yapan madde ise 0’a kadar azalan değerler alabilir. Böylece FSI endeksi en kırılgan devlet için 120, hiç kırılgan olmayan devlet için 0 değerini alabilir.    

Bir ABD sivil kuruluşu olan Barış İçin Fon (FFP, Fund for Peace) tarafından hazırlanan ve notlanan kırılganlık maddeleri kısaca şöyledir;

1) Devlet güvenlik sağlamada zayıf, resmi devlet güçleri yetersiz; organize suç örgütleri, paralel silahlı güçler, özel korumalar varsa 

2) Yönetici gruplar kamplara ayrılmış, birbirlerine ayrımcılık, partizanlık, ötekileştirme yapıyorsa

3) Muhalif gruplara karşı haksızlık, kindarlık var; siyasi lider tüm toplumu temsil etmiyor; uzlaşma yok, gerginlik varsa

4) Büyüme, istihdam, cari açık (enflasyon yok) bakımından ekonomik gerileme varsa

5) Ekonomik bölgesel eşitsizlik belirgin ise (kişisel gelir dağılımı yok)  

6) Dış göç ve dış beyin göçü yoğunsa (devlete ve ekonomiye güvensizlik ve küskünlük var, devletin kapasitesi kısıtlanıyor)

7) Devletin meşruluğu azalıyorsa (yolsuzluk yaygın, devlet kurumlarına güven az, seçimlerde halkın önemli bölümü temsil edilmiyor)

8) Eğitim, sağlık, elektrik, su, internet, çevre temizliği... hizmetleri aksıyorsa, düşük nitelikli ise

9) İnsan hakları ihlali ve adaletsizlik varsa (adalete güven azalmış, bağımsız medya ve demokratik haklar kısıtlanıyor)

10) Nüfus artışının getirdiği baskılar ve yetersizlikler varsa

11) Sığınmacılar ve mülteciler yoğunsa (bunlar devletin etkin işleyişini ve vatandaşlarına kaynak ayırmasını sınırlıyor ve sosyal sorunlar yaratıyor)

12) Dış baskılar çoksa; başka devletlerin ve uluslararası kuruluşların baskıları varsa

Bunlarla devlet kırılganlığı artıyor demektir.

Türkiye’de devletin kırılganlığı artıyor

Önce Türkiye’de devlet için verilen kırılganlık notunun belirlediği devletler sıralamasındaki yerine bakalım. Kırılganlık notları, toplam 180 veya bazı yıllarda 179 devlete veriliyor. Bu devletler içinde Türkiye’nin sıralamadaki yeri Şekil 1’de görülüyor.

Türkiye’nin sıralamadaki yeri 2007’de 91’dir. 90 devletin kırılganlığı Türkiye’ninkinden daha yüksek. Dikkat edelim, daha yüksek not alan ve haliyle daha kırılgan devletler sıralama listesinde daha yukarıdalar. Türkiye 2007-2014 döneminde 180 devlet içinde sıralamada 85 ile 95 arasında, tam ortada yer alıyor. 2015’ten sonra ise en kırılgan 60 devlet arasında yer almaya başlıyor.

Türkiye, 2023 listesinde en kırılgan 52'inci, 2024 listesinde en kırılgan 41'inci devlet konumundadır. Üstelik, kırılganlık sıralamasında en hızlı tırmanan devlettir. Bu saptama birçok değerlendirmede yer alıyor. Parlamentoda yaşanan son kavga kırılganlığı daha da yükseltecektir.

Kaynak: https://fragilestatesindex.org/excel/

2023 listesinde ilk 5 sırayı paylaşan en kırılgan devletler Somali, Yemen, Güney Sudan, Kongo D. C. ve Suriye’dir. 2024 listesinde de, bir değişiklik dışında, aynı ülkeler yer alıyor; bu listede Yemen’in yerini Sudan alıyor.

2023 yılında en az kırılgan devletler Norveç, İzlanda, Finlandiya, Yeni Zelanda ve İsviçre’dir. 2024 yılı listesinde bir değişiklik olmuş, İsviçre’nin yerine Danimarka girmiştir.

İlginç bir noktayı da vurgulamam gerekir; bu en az kırılgan ülkelerin tümünde koalisyon hükümetleri var. Koalisyonlar kırılganlığa ve yönetim etkinliğine olumsuz bir etki yapmıyor. Çünkü demokrasinin kuralları ve kurumları aksamadan işliyor, kararlar parlamentoda tartışılarak alınıyor. Böyle olunca koalisyonlar daha kapsayıcı olarak bile düşünülebilir.

2024 yılı listesinde Türkiye’nin hemen altındaki daha az kırılgan devletler içinde Ekvator Ginesi, İran, Mısır, Rwanda gibi ülkeler var. Türkiye’de devletin böyle çok kırılgan ülkeler arasında olması iktidar için ve biz vatandaşlar için hiç de gurur duyulacak bir durum değil.

Türkiye’de devletin kırılganlığı neden yüksek ve yükseliyor?

Bu soruya yanıt vermek için Türkiye’nin kırılganlık notunu en çok arttıran altı maddeye bakıyorum. Belirteyim, bunlar aynı zamanda 2007’den bu yana değeri en çok yükselen maddelerdir. Bu maddeler ve karşılık gelen kırılganlık notları Tablo 1’de yer alıyor.

Kaynak: https://fragilestatesindex.org/excel/

1).Türkiye’de kırılganlık notu en yüksek madde kısaca “Siyasi Gerginlik” dediğimiz Madde 3. Bu maddede muhalif gruplara karşı kindarlık, haksızlık, uzlaşmazlık var ve siyasi liderlik tüm toplumu temsil etmiyor. 2007’de daha düşük iken, bu maddede not son yıllarda 9’un altına düşmüyor.

2). İkinci sırada farklı siyasi grupların ve liderlerin birbirlerine ayrımcılık ve ötekileştirme yapmaları bulunuyor. Buna Madde 2’de kısaca “Siyasi Ayrımcılık” dedik. Bu tavrı iktidar son 15 yıldır giderek daha çok gösteriyor ve Cumhurbaşkanlığı siseminin gelmesiyle daha yerleşmiş durumda.

3). Türkiye’de devletin kırılganlığını daha çok arttıran ve en hızlı yükselen 11. Maddedir. Buna kısaca “Sığınmacı” dedik, ama içinde sığınmacılar da mülteciler de var. Sığınmacı yoğunluğu etkin devlet işleyişini ve devletin vatandaşlarına kaynak ayırmasını sınırlıyor. Bunlar da sosyal sorunlar yaratıyor. Ayrıca, bunların sınırlardan kaçak girişleri zaten devletin güvenilirliğini çok zedeliyor.

4). Madde 9’da adaletsizlikler, insan hakları ihlalleri, adalete güvenin azalması, bağımsız medya ve demokratik hakların kısıtlanması var. Bu madde Türkiye’de devlet kırılganlığını arttıran önemli maddelerden birisidir.

5). Ekonomik sorunlar, daha çok da sınırlı büyüme, sınırlı istihdam artışı ve yüksek cari açık Madde 4’te yer alıyor. Bu madde de Türkiye’de devletin kırlganlığını en hızlı arttıran maddelerden birisidir. Üstelik bu maddede enflasyon yoktur; olsa sanırım Türkiye kırılganlıkta basmakalar atlar. Ancak, enflasyon bir noktada büyüme ve istihdamı sınırlayacaktır. 

6). Türkiye’de iktidarın ve dolayısıyla devletin meşruluğu da giderek tartışma konusu oluyor ve Madde 7 kırılganlık yükselten maddelerden birisidir. Bu maddede özellikle yaygın yolsuzluk, TÜİK gibi devlet kurumlarına güvensizlik ve iktidarın daha yeni seçimlerde oy oranının düşmesi önemli etkendir.

Şöyle bitirelim; iktidar ve destek veren diğer siyasi partiler yaptıkları eylemlerle ve icraatlarla devletin kırılganlığını sürekli yükseltiyorlar. Farkındalar mı bilmiyorum. Bunun elbette ekonomik, sosyal ve siyasi etkileri de olacaktır.

                                                               /././

Jandarma'yı sarsan aşk skandalı ve Emniyet'te MHP'siz atamalarla değişen dengeler -Tolga Şardan-

Emniyet kararnamesiyle göreve getirilen isimler arasında özellikle MHP'nin referansı bulunan polis müdürü olmadığını söylemek yanlış olmaz. Aksine söz konusu kararnamenin genelinde kendilerini "Reyhani" ismiyle tanımlayan Erzincan Grubu'nun, Menzilciler'in ve Okuyucular'ın etkinliği görülüyor.

İçişleri Bakanlığı'nın çatısı altındaki üç kolluk gücünün kararnameleri hafta sonunda Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Emniyet, Jandarma ve Sahil Güvenlik teşkilatlarındaki yönetici kadroları yeniden belirleyen kararnamelerde özellikle Emniyet ve Jandarma'daki atamalar fazlasıyla dikkat çekici.

Önce Jandarma'dan başlamak gerekirse; kamuoyuna yansıdığı üzere, yakın dönemde mesleki yaklaşımları nedeniyle eleştiri oklarının hedefindeki mevcut Genel Komutan Arif Çetin, emekli edilmekten kurtulamadı.

Uzun süre birlikte çalıştığı Önceki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu gibi, kriminal isimlerle birlikte yer aldığı fotoğraflarının kamuoyuna yansımasından hiçbir rahatsız duymadığı görülen Çetin, kendi teşkilatı içinde kapalı kapılar arkasında eleştirilen isim oldu.

Bundan sonra söz konusu kariyeriyle akıllarda yer edecek kendisi.

Kararnamenin çıktığı gün Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın katıldığı jandarma mezuniyet törenindeki sözleri nedeniyle tepki toplayan Çetin'in yerine, aynı zamanda yardımcısı olan Orgeneral Ali Çardakçı, Jandarma Genel Komutanı koltuğuna oturdu.

Daha önce gündeme gelmiş olmasına karşın, yeni atama nedeniyle Çardakçı hakkında "Menzilci" olduğu yönündeki iddiaları hatırlatmak gerekir. Çardakçı'nın kendisiyle ilgili söz konusu iddialara yönelik şimdiye kadar herhangi bir açıklama yapmadığını ekleyeyim.

Çetin'in görev süresinin uzatılmayarak emekli edilmesi sonucunda bir aksilik olmaması halinde kararnameyle önümüzdeki üç Jandarma Genel Komutanı belirlendi. Çardakçı'dan sonra terfisiyle birlikte Orgeneral olan Hüseyin Kurtoğlu, peşinde de yine Aydın'da görevli Jandarma Genel Komutan Yardımcısı Korgeneral Aykut Tanrıverdi'nin genel komutanlık yolu açıldı. Tanrıverdi, teşkilat içinde Çardakçı'nın ekibinden olarak biliniyor.

Kararnamenin bütününe bakıldığında belirli isimlere yönelik tasfiye işleminin gerçekleştiğini söylemek yanlış olmaz. Menzilci oldukları ifade edilen kadroların yanında Nurcu isimlerinde görevlerinde yükseldikleri dikkati çekiyor.

Örneğin, Atatürkçü kimliği ile bilinen Tümgeneral Ferdi Korkmaz emekli edilenlerden. Keza yine herhangi bir tarikata mensubiyeti olmayan Tümgeneral Engin Çırakoğlu da emekli edildi. 15 Temmuz gecesi Jandarma Genel Komutanlığı'nın sembol isimlerinden Balıkesir Jandarma Komutanı Tümgeneral Nurettin Alkan son anda emeklilik furyasının dışında kaldı.

Kararnamede yer alan isimlerden bağımsız olarak, karargâhta yapılan kadro değişikliklerinde Çardakçı ile Kurtoğlu'nun kendi ekiplerine yer verdiklerini söylemek mümkün. Kıta görevine gönderilenlerin yerine gelenlere bakıldığında; Personel Başkanı Tümgeneral Mustafa Erdem, Komutan Yardımcısı Orgeneral Hüseyin Kurtoğlu'nun İstanbul'daki görevi sırasında İstihbarat Şube Müdürü'ydü.

Tunceli Jandarma Komutanı Tümgeneral Nuh Köroğlu ile Bursa Jandarma Komutanı Tümgeneral Tekin Aktemur'un merkeze çekilmesi, kadrolaşma bakımından dikkat çekici.

Ayrıca Muğla Akbelen'de çevre eylemleri gerçekleştiren köylülere karşı uygulanan jandarma şiddetinin emirlerini veren Muğla Jandarma Komutanı Tuğgeneral Ali Gemalmaz, deprem bölgesi olan Kahramanmaraş'a gönderildi.

İl Jandarma Komutanı'nın yasak aşk skandalı

Kararnamenin yayımlanmasıyla beraber İçişleri Bakanlığı kulislerinde ilginç bir olayın değerlendirmesi yapılıyor birkaç gündür.

Olayın tarafları ve içeriği nedeniyle iddiaların odağındaki Jandarma personelinin isimlerini açıklamak istemedim.

Ancak isterlerse İçişleri Bakanlığı açıklama yapabilir!

Aslına bakarsanız Jandarma teşkilatını rahatsız eden tek bir olay değil, aynı isimlerin olduğu olaylar zinciri.

Doğu Anadolu'da orta ölçekli bir kentimizdeki olaylar zincirinin en tepesinde söz konusu kentin il jandarma komutanı ve bir yardımcısı var.

İddiaya göre; daha önce Jandarma Genel Komutanlığı'nda görev yapan tuğgeneral rütbesindeki komutan geçen yıl tayinlerinden söz konusu kente atandı. Evini taşımadı. Bir bakıma bekar olarak görevini yürüttü.

Ancak zaman içinde emrinde ilçe jandarma komutanı olarak görev yapan kadın subayla aralarında yakınlaşma yaşandı. Kadın subayın eşi de aynı kentte ancak başka bir Jandarma birliğinde görevli subaydı.

Bu arada söz konusu komutanın yardımcılarından birisi de Komutan'ın benzeri bir süreç içindeydi. O da emrindeki kadın subaylar ve astsubaylarla gönül ilişkisine girmekten geri durmadı.

Yaşananlar, kısa sürede tüm kentte duyuldu. Hatta ilçe jandarma komutanı kadın subayın, il jandarma komutanından hamile kaldığı iddiası ortaya atıldı.

Bunlar yaşanırken genç kadının eşi, yaklaşık 6 ay önce kent içinde 300 promil alkollü olarak araç kullanırken polise yakalandı. Polise karşı mukavemet gösteren subay hakkında valilik idari, adliye ise adli soruşturma başlattı.

İkinci olayın yaşanmasından sonra, alkollü olarak yakalanan subay, emrindeki kadın personelle birlikte olduğu iddia edilen il jandarma komutan yardımcısını, "elimde görüntüleriniz var" diyerek tehdit etti. Komuta kademesi, görüntülere ulaşabilmek amacıyla valilik nezdinde devreye girip alkollü araç kullanırken yakalanan subayın ceza almasını önlemek amacıyla devreye girdi, fakat başarılı olamadılar.

Aynı dönemde il jandarma komutanından hamile kaldığı iddia edilen kadın subayın eşi, boşanma davası açtı. Hamile kadın subay, görevden ayrılınca yerine yeni atama yapıldı.

Yaşananlar kısa zamanda Ankara'ya yansıdı. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya başta olmak üzere Jandarma Genel Komutanlığı ile İçişleri Bakanlığı'nda duymayan kalmadı.

Yaşananlara sinirlenen Yerlikaya'nın görevden alınması talimatını verdiği il jandarma komutanı emekli edildi. İki yardımcısı da komutanla birlikte emekli edildi.

Bildiğim kadarıyla sürecin araştırılması için jandarmadan herhangi bir müfettiş görevlendirilmedi.

Emniyet'te dikkat çeken kararname

Aynı kararnameler çerçevesinde il emniyet müdürlüklerinde de bir dizi değişiklik yapıldı.

Ancak en dikkat çeken değişiklik Emniyet Genel Müdürü Erol Ayyıldız'ın görevinde bir yılını henüz doldurmuşken görevden alınmasıydı.

Dolayısıyla Emniyet Genel Müdürlüğü gibi önemli bir göreve yapılan atamadaki tercihin ne kadar başarılı olduğunu tartışılır hale dönüştü.

Ayyıldız için bizzat yakın ekibi, "etkisiz eleman" tanımı kullandı bir süredir. İşin ilginci, il emniyet müdürleri kararnamesi için çalışma yapan Ayyıldız, kendisi bir anda kararnameyle görevden alındı.

Hatta Ayyıldız’la ilgili süreci linkini bıraktığım 2 Temmuz tarihli Büyüteç’te aktarmıştım. Bu Büyüteç’te Ayyıldız’ın yerine Marmara veya Güney Anadolu Bölgesi’nden bir valinin getirilme olasılığını duyurdum. Sonuçta Marmara Bölgesi’nden Bursa’nın valisi, Emniyet Genel Müdürü olarak atandı!

Kulislere yansıyan bilgilere göre, Ayyıldız'ın görevden alınmasındaki temel etken, İçişleri Bakanı Yerlikaya ile Emniyet'ten sorumlu İçişleri Bakan Yardımcısı Münir Karaloğlu ile uyumlu çalışamaması.

Bursa Valisi Mahmut Demirtaş'ın Emniyet Genel Müdürü olarak atanmasıyla aralıkta yaş haddinden emekli olacak İstanbul Emniyet Müdürü Zafer Aktaş'ın Emniyet Genel Müdürlüğü'ne getirilmesinin önü kesildi.

Aktaş, Emniyet içindeki gruplar içinde Emniyet Genel Müdür Yardımcıları Mahmut Çorumlu ve Selami Yıldız'la birlikte hareket ediyor.

MHP referanslarına görev yok!

Emniyet kararnamesiyle göreve getirilen isimler arasında özellikle MHP'nin referansı bulunan polis müdürü olmadığını söylemek yanlış olmaz. Aksine söz konusu kararnamenin genelinde kendilerini "Reyhani" ismiyle tanımlayan Erzincan Grubu'nun, Menzilciler'in ve Okuyucular'ın etkinliği görülüyor.

MHP'ye yakın isimlerin olmamasının hem bürokratik hem de siyasi anlamı var elbette. 

Ayrıca İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın, Ankara Emniyeti'nde patlak veren gizli tanık ve darbe girişimi skandalı sırasında kendisine "dolaylı operasyon" yapmaya çalıştıklarını belirlediği polis müdürlerini görevden al(a)maması kararnamenin dikkat çeken diğer yönü.

Dilekçe verip görevden ayrılan emniyet müdürleri

Emniyet kararnamesinde merkeze alınan bazı emniyet müdürlerinin dilekçe vererek görevden ayrılmayı talep ettikleri biliniyor.

Kaldı ki, Yerlikaya'nın göreve gelmesinden sonra geçen yıl yürürlüğe konulan il emniyet müdürleri kararnamesinde yer alan beşi farklı sebeplerle il emniyet müdürlüğünü bıraktı. Sadece Çanakkale Emniyet Müdürü iken merkeze alınan Selim Arıcı, Özbekistan'a görevlendirildi.

Bu durum, teşkilatı yönetenlere bir uyarı olmalı kanımca. Zira her geçen gün il emniyet müdürü olarak taşrada görev yapmak "idari" olarak zorlaşıyor!

Yurt dışına görevlendirilenler

Yeri gelmişken bir bilgi daha ekleyim; kararnameyle il emniyet müdürlüğüne atanan isimlerden birisi hakkında ilginç bir iddia var.

Şöyle ki; söz konusu emniyet müdürü Güneydoğu'da görev yaptığı dönemde başında bulunduğu KOM Şubesi'nce kentin önde gelen özel hastanesine yönelik naylon fatura soruşturması yürütüldü.

Adliyenin el koyduğu soruşturmada hastane yönetimi temiz çıktı. Ancak kısa süre sonra bu polis müdürünün eşi, aynı hastaneye "müdür" olarak atandı!

Yorumu size bırakıyorum.

İl emniyet müdürleri kararnamesiyle birlikte yurt dışına atanan emniyet müdürleri listesi de Cumhurbaşkanlığı'nca onaylandı.

Emniyet kararnamesinde merkeze alınan il emniyet müdürlerinden Ahmet Selçuk Okumuş, bu kez Kazakistan'a görevlendirildi. Bilindiği üzere; Okumuş, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'den "hayır duası" aldığını kişisel sosyal medya hesabından duyurmuştu.

Listeye bakıldığında Önceki İçişleri Bakanı Soylu'nun ekibinde yer alan Antalya Emniyet Müdürü Orhan Çevik'in, Macaristan'a görevlendirilmesi dikkati çekti.

Aynı listede yer alan bir başka isim de, Narkotik Başkan Yardımcısı Soner Yıldırım. Yıldırım, Bataklık dosyasında imzası olan isimlerden. Yıldırım, yurt dışı kararnamesi çerçevesinde son dönemde kara para aklama ve sanal bahis ile kumar organizasyonlarıyla gündeme gelen KKTC'ye görevlendirildi.

                                                                  /././

Güzel yüz! -Umur Talu-

"Güzel yüz"ün öteki yüzü, "kadın düşmanı" değildi ama kadına şiddete meyilliydi; ırkçılığa meyilliydi; toplumsal cinsiyetler açısından ayrımcı ve nefret doluydu. "De Gaullecüyüm" diyordu, bütün merkez sağ liderleri desteklemişti; ama Fransa'nın şu an baş belası olan, Avrupa'daki diğer benzerleriyle "ırkçı, faşizan" bulutları koyulaştıran (eski adıyla) "Milliyetçi Cephe"ye sempati duyuyordu.

Alain Delon

Önce sinema vardı!

Okuma yazma öğrenmeden sinemaya gittik, film izledik. Mutlaka yazlık, açık; sık sık kışlık. John Wayne da Türkçe konuşuyordu, Jean Gabin de.

TV yoktu ve o kadar çok gittik ki sinemaya... Kovboy olduk, asker olduk, gangster olduk, aşık olduk. İlk aşklarımız bir sinema koltuğunda ya da yazlık sinemanın sandalyesinde filizlendi. İlk önce, hiç ulaşamayacaklarımıza aşık olduk.

Alain Delon'un ilk filmlerini izlediğimde, ilkokulda, okuma yazma biliyordum ve belki altyazılıydı ve belki yeni yeni öğrenmeye başladığım Fransızca ile de film başka bir dünyanın kapısı oluyordu.

Kızlar ona aşıktı; biz erkekler ise, fiziği ile baş edemesek dahi, kendimize, kalbimize güvenmeyi de öğreniyorduk.

O zaman sadece "sinema"ydı, oyunculardı, özdeşleştiğimiz her anda bile nihayetinde rollerdi. "Oyuncu"nun gerçeğini bilmiyorduk; bilmek de gerekmiyordu çünkü değerlendirecek donanımımız da yoktu. Ancak, olacaktı!

Filmlerini yine sevdim, olgunlaşan görünüşünü, rollerindeki halini yine sevdim ama adamı sevmedim sonraları.

"Güzel yüz"ün öteki yüzü, "kadın düşmanı" değildi ama kadına şiddete meyilliydi; ırkçılığa meyilliydi; toplumsal cinsiyetler açısından ayrımcı ve nefret doluydu. "De Gaullecüyüm" diyordu, bütün merkez sağ liderleri desteklemişti; ama Fransa'nın şu an baş belası olan, Avrupa'daki diğer benzerleriyle "ırkçı, faşizan" bulutları koyulaştıran (eski adıyla) "Milliyetçi Cephe"ye sempati duyuyordu.

Partinin bugünkü başkanı Marine le Pen'in ekarte ettiği babası Jean-Marie le Pen'le sıkı fıkıydı. (Hoş, Erbakan da bir ara le Pen'le dost olmuştu!) İkisi de "Çin Hindi sömürgecilik savaşı"nda askerdi.

"Soldan" bakınca "güzel yüz" yetmiyordu işte! Esasen, sanatçı bir ailede sevgi dolu büyümüş "burjuva" Belmondo yanında; babasız, sevgisiz büyümüş her işe girip çıkmış "varoş çocuğu" Delon daha sola yatkın olmalıydı ama sağcılık, solculuk otomatik-sınıfsal değil, kültürel-sınıfsal tercihler olabiliyordu.

2019 Cannes Film Festivali'nde, o güne kadar hiç ödül kazanamadığı sinema zirvesinde "Onursal Altın Palmiye" verileceğinde, başta yerli yabancı kadın örgütleri ayaklandı, "Irkçı, homofobik, kadına şiddete meyilli" olmakla suçladı. Biyografisinin yazarına göreyse, "Kadınsı güzelliği gayleri de ona hayran bırakmış, o da endişeyle daha erkek tavırları öne çıkarmıştı!"

"Irkçılık, homofobi vb" ile "maçoluk" hemen birleşiveriyordu işte!

"Leopar"ı izlemiş miydiniz? Müthiş ama kimilerinin de sevmediği bir dönem filmi. Yolu İstanbul'dan, Beyoğlu'nda ikametten geçmiş İtalyan Birliği kurucusu, komutan Garibaldi dönemi. Burt Lancaster, Alain Delon, (sohbetine doyamadığım) Claudia Cardinale ile. "Sağcı ve homofobik" Delon'un yönetmeni "Komünist, gay" Visconti'ydi!

Bunları neden yazdım?

"Eser" ile "müellifi"ni ayıracak mıyız? Nasıl ayıracağız? Ya da hangisi ağır basacak?

Bu soruyu Fransız yazar Louis-Ferdinand Celine için de özellikle sormuştum. Yerli yabancı bu soruyu hak eden çok kişi var elbette. Bu kez sıralama değişmişti. Celine'in "faşist" geçmişini biliyordum ama kitabı okumamıştım. Önce Fransızcası, sonra Sevgili Yiğit Bener'in şahane çeviriyle Türkçesi. "Şaheser" buldum romanı. Birkaç baskısı birden kitaplığıma yerleşti.

"Faşist" Celine'den nefret edip "Yazar" Celine'in kitabını böyle sevmek!

Nasıl yapacağız? Nerede duracağız? Çizgi ne? Sınır ne?

Galiba şöyle: Bir eser (tabii ki onu yazan, yapan, yaratan var), bir film (tabii ki yöneten, oynayan var) kendi içinden bizim içimize uzanan bir yol. O yol mutlu etmişse, o yol içimize işlemişse, o yolda biz de kitabın sayfaları, filmin süresi, bir tablonun gözümüzü aldığı zaman kadar yolculuğa katılmışsak, aklımız, vicdanımız, muhakememizle "güzel" diyorsak; orada sorun yok. İster "oyunculuğu güzel" deyin, ister "yüzü güzel."

Lakin bunun zayıf halkası; yazan, resmeden, çizen, yöneten, oynayan, besteleyen, söyleyen hakkında; kişisel dünyaları bir yana, hayata, topluma, dünyaya, başkalarına ve "ötekiler"e karşı tavrını bilip bilmemek.

Alain Delon, Le Samouraï'da, 1967

Bilmeden sevmek, sorunlu. Bilerek sevmek, başka bir şey! Çünkü "sonradan" öğrenip şaşırabilirsiniz ama kim olduğunu bilerek pekala ürettiği, yarattığı, canlandırdığını "kim olduğunu bilerek" de sevebilir yahut sevmezsiniz. Ve bazen kim olduğu, bazen size nasıl geldiği öne çıkabilir.

Diğeri, sizi tenzih ederim, "cehalet tapınması" olmuyor mu!

Her rolünü değilse de, çok sonra izlediğim ilk filmi, Patricia Highsmith'in Ripley'ini canlandırdığı "Plein Soleil" dahil, Delon'un oynadığı çok filmde oyunculuğunu da filmi de sevdim. Şahsını ise sevmemeyi öğrendim.

Celine'in şahsını sevmiyorken, kim olduğunu bile bile, eserine bayıldım.

Bunlar hayatın ve sanatın çelişkileri. Kendi hayatlarımızın da. Düz değil, dümdüz değil. Hatalar, yanılmalar, yanıltmalar var. O hayatın ve kim olduğumuzun başkalarına zarar verip vermediği meselesi var. Fikirlerimizden öte, eylemlerimizin, ifadelerimizin bu dünyada ne ifade ettiği de var.

Delon da, ödül üzerine protestolar karşısında, "Beni sever ya da sevmezsiniz ama kariyerimi tartışamazsınız" demişti. Bunun farkındaydı demek.

Sadece o değil. Fransa'nın önemli nişanı Legion d'Honneur'ü ona Sosyalist iktidarın Cumhurbaşkanı Mitterrand ve Kültür Bakanı Lang vermişti. Onlar da farkındaydı demek.

İnsanlar eserleriyle mâl olur elbette; biz gerçekte "ne mal" olduklarını bilmezsek de çok eksik olur. Hem onlara da ayıp!

Yine de, ikisi de 88 yaşlarında ölen Belmondo ile Delon'dan birini tercih et deseniz, ilki olur. Siyasi, toplumsal görüşlerini bilmeden de öyleydi zaten; sonra daha da pekişti. Nitekim Belmondo da "Alain'le politika konuşmam. Benim oyum ırkçılığa karşı" demişti. Öldüklerinde ise, ikisi de sağdan sola herkesin kalbinde çoktan yer etmişti!

Onu içtenlikle kayıran biyografi yazarının bile deyişiyle, "Delon'un örnek bir hayatı olmadı." Yine onun sözleriyle, "Aslında aşkı, sevgiyi aradı; yaşlandıkça da ağlamasını öğrendi ve sık sık ağladı."

Gurur duyacak bir kariyerin sonunda bile, ömrünün nihayetinde, hayat ile ölümün mübadelesinde, tüm bir hayat muhasebesinde, "Güzel yüz"ün göz yaşlarına boğulabiliyor işte!     

                                                                  /././
                                             T24 - GÜNDEM 

Aralarında FETÖ soruşturmasında el konulan "Koza" da var: Cumhurbaşkanı kararıyla 12 şirketin bütün hisseleri Türkiye Varlık Fonu'na aktarıldı

koza ipek

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın imzasını taşıyan 20 Ağustos 2024 tarihli Resmi Gazete yayımlandı. Buna göre aralarında daha önce FETÖ soruşturması sonucu TMSF'ye devredilen Koza Altın İşletmeleri Anonim Şirketi'nin de bulunduğu 12 şirketin Hazine'ye ait olan hisselerinin tamamı Türkiye Varlık Fonu'na aktarıldı.Hisselerinin tamamı Türkiye Varlık Fonu'na aktarılacak şirketler şöyle:

                                                            ***

Hisselerinin tamamı Türkiye Varlık Fonu'na aktarılacak şirketler şöyle:

                                                              ***

Gönüllüler ve avukatlar, Mamak barınağına girdi: Hasta hayvanlar ölümü bekliyor, yasaklı ırklar küçük ve pis alanlara hapsedilmiş -Ceren Bala Teke-
Gönüllüler ve avukatlar, Ankara Mamak Belediyesi’nin barınağına yaptığı ziyarette padokların ve beslenme düzeninin yönetmeliğe uygun olmadığını, yerlerde dışkı olduğunu ve temizlik şartlarının sağlanmadığını, yasak ırkların küçük kafeslere hapsedildiğini ve hijyen, beslenme şartlarının sağlanmadığını, yönetmelikte olmasına rağmen ziyaretleri sırasında barınakta veteriner hekim bulunmadığını ve hasta köpeklerden bazılarının küçük padoklarda bakımları yapılmadan ölümü beklediğini gözlemledi. (https://t24.com.tr/haber/gonulluler-ve-avukatlar-mamak-barinagina-girdi-hasta-hayvanlar-olumu-bekliyor-yasakli-irklar-kucuk-ve-pis-alanlara-hapsedilmis,118006)

                                                             ***

İstinaf mahkemesi, Masquerade’deki yangın ile ilgili haklarında soruşturma izni verilen 10 belediye personelinin itirazını reddetti -Cengiz Anıl Bölükbaş-

Karar, ceza soruşturması yapılmasına yeterli bilgi ve belgenin mevcut olduğu gerekçesiyle verildi.İstanbul Bölge İdare Mahkemesi, İstanbul Gayrettepe’de Masquerade adlı gece kulübünün tadilatı sırasında yaşanan ve 29 kişinin hayatını kaybettiği yangınla ilgili İçişleri Bakanlığı’nın soruşturma izni verdiği, aralarında Beşiktaş Belediye Başkan Yardımcısı Ali Rıza Yılmaz’ın da bulunduğu 10 belediye personelinin itirazı hakkında karar verdi. Belediye personelinin sorumluluğunun tespit edildiği ön inceleme raporunu hatırlatan İstinaf Mahkemesi, dosyada ceza soruşturması için yeterli delil bulunduğu gerekçesiyle itirazı reddetti.(https://t24.com.tr/haber/istinaf-mahkemesi-masquerade-deki-yangin-ile-ilgili-haklarinda-sorusturma-izni-verilen-10-belediye-personelinin-itirazini-reddetti,1180091

                                                                 ***

MHP’nin hedef gösterdiği Suavi’nin konseri karıştı: Saldırı girişimi!

Şarkıcı Suavi’nin İstanbul Beykoz’da düzenlenen konserinde bir grup tarafından saldırımı girişimi düzenlendi. İstanbul’un Beykoz ilçesinde “19 Ağustos Dünya Beykozlular Günü”ne özel kutlama gerçekleşti. Beykoz Belediyesi’nin düzenlediğin kutlamada sanatçı Suavi de sahne aldı. Suavi’nin konseri sırasında bir grup tarafından saldırı girişimi düzenlendi. Grup “Beykoz’da terörist istemiyoruz” sloganı attı. Konser öncesinde MHP Beykoz İlçe Başkanlığı bir açıklama yayımlamış ve şu ifadeleri kullanmıştı: "Millî ve manevî yönü yüksek, vatansever karakteriyle Beykozlu kimliğinden gurur duyan hemşehrilerimizle birlikte bu görüşleri gönülden paylaşarak sormaktayız: Neden Suavi? Selahattin Demirtaş’a selam yollayarak etkinliklerini politik bir propaganda üssüne dönüştüren Suavi’nin, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğüne karşı çıkanlarla birlikte hareket ettiği delilleriyle sabittir. Bu kişinin Beykoz’un en önemli ve onurlu gününde sahne alması, millî duyguları yok saymak anlamına gelir ve bu tutum kesinlikle hoş görülemez."

 (T24)