26 Ağustos 2024 Pazartesi

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -26 Ağustos 2024-

Bir mekan, bir ülke: Ankara Tren Garı (I)-(Dosya): Kuruluş -Gamze Yücesan Özdemir/Özkan Öztaş

Ankara Garı tüm ihtişamıyla selamlıyor gelenleri. Ancak boynu bükük. Hemen arkasında bitiveren Gar AVM, bozkıra karşı zafer elde eden kentin, sermaye karşısında yaşadığı hezimeti gösteriyor adeta. 

Şehirle bozkırın kavgasıdır Nâzım için Ankara Garı imgesi. Bozkır ayakta olmasına rağmen bu savaşın galibi şehir olacaktır. Bekleme salonu Haydarpaşa'ya nazaran daha fazla Anadolu'yu hissettirir Ankara'da. Köylü yapı işçileri ve göbekli bir marula benzeyen İstanbul hasretidir Ankara Garı.

Mermerleri aydınlıktır ve genç cumhuriyetin iradesi yansır duvarlarına. Ciddi, rahat, bilhassa yenidir. 

Mustafa Kemal de farkındadır demiryollarının öneminin. Sadece ülkeyi kurmak ve bayındır kılmak için değil. Aynı zamanda onu kurtarmak için de önemlidir demiryolları. Bu yüzdendir, Kurtuluş Savaşı yıllarında 17 Mart 1920 tarihinde 143'üncü Alay düşer yola. Ankara-Eskişehir arasındaki demiryollarını korumak için. Yani vaktiyle vatan savunmasıyla eşdeğerdir demiryollarını savunmak. 

Sonrası da var elbette. Rengi kızıla çalar az biraz.

Demiryollarını savunmak komünist işidir çünkü bir yanıyla. Türkiye'de kamusal alanın tasfiyesinin ve liberal politikaların yaygınlaştığı zamanlarda Turgut Özal "kaçırmıştır" ağzından bu ifadeyi. Kendisine demiryolları için yeni yatırımların olup olmadığı sorusunu soran gazeteciye, "Demiryolları komünist işidir" diyen Özal kendince komünizmi ya da demiryollarını kötülemiyordu aslında. Adlı adınca önünde duran ödev listesindeki demiryolları özelleştirmelerini haber veriyordu. Akıl alır gibi değildi o zamanlar için ama zamanı gelince buna da sıra gelecekti. Sermayenin bu hayalini gerçekleştirmek Özal’a nasip olmasa da kendisinden sonra gelecek haleflerine devretti elindeki ödev listesini. 

Ankara Tren Garı bu dönüşümün en önemli ve en simgesel mekanlarından biri haline geldi. Osmanlı'dan cumhuriyete, cumhuriyetten bir alışveriş merkezine dönüşen Ankara Tren Garı bu yüzden üzerine en çok konuşulmayı hak eden yerlerden biri. 

Bu yazı dizimizde işte bu dönüşüme yakından bakacağız. 

Arkada 'Gar lokantası' reklamının yansıdığı bir fotoğraf. Önünden geçen insanların şık giyimleri ve çocuğun elinde gazete. Garlar aynı zamanda lokantası, meyhanesi, sahnesi ve çay bahçeleriyle insanların nefes aldıkları, sosyalleştikleri kamusal mekanlardı. Fotoğraf: Dericizade Arşivi

Kurtuluştan kuruluşa: Cumhuriyetin demiryolları

Ankara'ya ilk tren 1892 yılında gelir. O dönemin Osmanlı Valisi olan Abidin Paşa zamanında ilk kez tren gören Ankaralıların şaşkınlığı anlaşılır olmalı. Hemen ardından gelen 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara'daki demiryolu ağı daha çok önem kazanır. Burası Doğu cephelerine, bilhassa Ulukışla üzerinden Ortadoğu'ya açılan kilit nokta haline gelir.

Kurtuluşun hemen ardından başlayan demiryolu ve gar çalışmalarıyla birlikte Ankara'nın da çehresi değişir. İlk yapılan garlardan biri Gazi Garı'dır. Çiftlik arazisi üzerine yapılan bu gar bizzat Gazi Paşa tarafından 1 Şubat 1926 tarihinde açılır. Mimar Burhanettin Tamcı'nın çalıştığı bu gardan sonra peş peşe çalışmalar devam eder. Bugün mekansal ve kamusal dönüşümleriyle gündeme gelen Ankara Garı dahil olmak üzere Ankara'daki tüm gar ve istasyonlarda toplamda 85 bin civarında işçinin çalıştığı biliniyor. 

Tarihi Ankara Tren Garı'nın bir tür kampüs işlevi gördüğünü söyleyebiliriz. Gar lokantası ya da meyhanesi, gar gazinosu, berberi, çay bahçesi, 32 metre uzunluğunda saatli gar kulesi, reviri, misafirhane ve lojmanlarıyla birlikte tüm Ankaralıların uğrak mekânı haline gelir. Özellikle de gar gazinosu ve burada yapılan gösteriler, konserler ve buluşmalar kentin nabzını tutar. Hemen yanında inşa edilecek olan Gençlik Parkı'ndaki gazino ile hep bir yarış içinde olan Ankara Gar Gazinosu pek tabii açık ara farkla öndedir. 

Dönemin tanıkları "hamallarla sanatçıların bir arada eğlendikleri gazino" diye anlatıyor Ankara Garı'nı. Kurtuluş savaşının karargâhlarından bir olan Ankara Garı savaştan sonra da şehrin kültürel merkezlerinden bir haline gelmiş.

İlk olarak Mustafa Kemal'in talimatıyla şehre gelen yabancı misafirlerin ağırlanması için hayata geçirilen gar gazinosu yıllar içinde tüm Ankaralıların birlikte vakit geçirdikleri bir yer haline gelir. Tabii bir de meclis müdavimlerinin... Her ne kadar akla ilk gelen Yahya Kemal olsa da parlamento mesaisinden dolayı her hafta Ankara'ya gelmek zorunda olan birçok İstanbul ve İzmir vekilinin uğrak mekânı haline gelir gaz gazinosu. Ve haliyle sanatçıların… Zeki Müren, Müzeyyen Senar ve Behiye Aksoy gibi birçok önemli ismin sahne aldığı gazino aynı zamanda Ankara Palas ve eski meclise yürüme mesafesinde olduğu için çok ilgi görür. Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Atilla İlhan, Yaşar Kemal müdavimleri arasındadır. 

Gar lokantaları, gazinoları ya da meyhaneleri memleketin dört bir yanında tüm yurttaşların nefes aldıkları, birkaç kadeh içki içip sosyalleştikleri, zaman zaman dinlemeye doyamadıkları sanatçıların sahne aldıkları mekanlardır. Kamusal alanlardır. Tüm yurttaşlara açıktır.

Şimdilerdeyse hem gar meyhaneleri kapatıldı hem de yemekli olan kısımları sadece personele hizmet vermekle sınırlandı. Bu durum kamusal alanın tasfiyesinin yanı sıra kamusal kültürün, cumhuriyet devriminin yarattığı kültürel iklimin de yok edilmesine neden oldu.

Ne yazık ki artık hamallarla sanatçılar yan yana gelemiyor. 

'Ankara'nın kalbi'

Ankara Garı'na doğru yürürken ön tarafta tüm ihtişamıyla eski yapı selamlıyor gelenleri. Ancak boynu bükük, biraz da mahzun. Hemen arkasında bitiveren Yüksek Hızlı Tren (YHT) Garı, nam-ı diğer Gar AVM, bozkıra karşı zafer elde eden kentin, sermaye karşısında yaşadığı hezimeti gösteriyor adeta. 

Garın içine girdiğinizde ferah ve tavanında aydınlık bir cam olan orta salon karşılıyor yolcuları. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki aydınlanma imgesiyle uyumlu tarzı tercih etmiş 24 yaşındaki genç mimar Şekip Akalın. Girişte sağda eskiden yoğun bir şekilde bekleme salonu olarak kullanılan yerin hemen yanında 35 yıldır makas sallayan berber Cemal karşılıyor gelenleri. Ağaran saçlarında Ankara Garı'nın tarihi var. 

"Eskiden cıvıl cıvıldı buralar. Şuraya AVM yapılınca buranın eski ihtişamı kalmadı. Buraya artık sadece eski trenler geliyor. Hızlı trenlerin hepsi AVM'den kalkıyor" diyor. 

"Ben küçüktüm tabi. Burada berberin yanına çırak olarak girmeden önce de çok gelirdim Ankara Garı'na. Gar Gazinosu vardı o zamanlar. Ailece gelirdik. Bak şu kulenin hemen arkasındaki çay bahçesi açık hava gazinosuydu. Zeki Müren, Adnan Şenses, Muazzez Abacı aklıma gelen ilk isimler. Ağaca çıkar izlerdik görebilmek için" diyor anlatırken. O günleri anarken gözlerinin içi parlıyor. 

Girişte sağda eskiden yoğun bir şekilde bekleme salonu olarak kullanılan yerin hemen yanında 35 yıldır makas sallayan berber Cemal karşılıyor gelenleri. Ağaran saçlarında Ankara Garı'nın tarihi var. Fotoğraf: M.F. Arıkan

'Çünkü biz demiryolcuyuz'

Tam sohbetimiz devam ederken bir görevli geliyor yanımıza. "Cemal abi haydi hızlı bir sakal traşı, yola çıkacağım" diyor.

Oturuyor berber koltuğuna. Ne zamandır burada çalıştığını ve görevini sorunca "Demiryolcuyuz biz" diye başlıyor söze, fırçanın yüzündeki hareketleriyle sakalları köpürürken. 

"Babam demiryollarından emekli oldu. Sonra bayrağı ben devraldım. Ben de eski trenlerde çalışıyorum. Host oldum. Ailece demiryolcuyuz biz" diyor.

Demiryolcu olmak bir kimlik. Bunu söylerken mekânın sahibi gibi hissettiriyor ses tonu. Berber Cemal sözü devralıyor ardından: 

"Eskiden buralar curcuna olurdu. Ben dört kalfayla yetişemezdim işlere. Şimdi de böyle işte, gördüğün gibi. Gelen gidenle lak lak ediyoruz" diyor ve ekliyor "Yanlış anlamayın tabii, sözüm size değil. Anlayın işte. Eskiden bura başkaydı. Ankara Demirspor'un bile başka bir forsu vardı. Mesela şimdi kimse bilmez ama Fikri Elma vardı. Gol kralı. Ankara Demirspor'da attığı gollerle 100 gölü geçen nadir futbolcuydu. Anla işte. Golcüsü de başkaydı."

Peki sen de demiryolcu musun Cemal abi diye sorunca "Yok biz demiryolcu olamadık. Berberlik bizim işimiz. Demiryolcular başka" diyor. 

Herkes demiryolcu olamıyor yani Cemal ustanın deyimiyle. Kimileri şanslı. Babadan görmüşler demiryolcu olmayı. Kimisi çok çabalamış ama girememiş kuruma. 

***

Gar gazinosu şimdilerde Kule Restoran olmuş. Ancak görevlisinden, restoranda yemek servisi yapan garsonuna, makinistlere yolluk hazırlayan görevlilerden hareket amirliğine kadar herkes gururla ifade ediyor demiryolcu olmayı. Restorandaki garson kadınlardan bir tanesi göğsüne taktığı demiryolları rozetini gösteriyor kıvançla ve eğilip kulağımıza "Bak bu rozet kimsede yok. Yalnızca bende var. Ben has demiryolcuyum yani" diyor gülerek.

Ama bir yandan da zayıflıyor bu bağlılık ve ilişkiler. Böylesi güçlü bir dayanışmanın ve kimliğin berhava edilmesi için en etkili yöntemi bulmuşlar patronlar: Taşeron sistemi! 

Sohbetimize dahil olan demiryolculardan biri "Ben babadan demiryolcuyum. Henüz demiryolcu olamadım. Taşeronda çalışıyorum. Buradaki işçilerin çoğu taşeron artık. AVM Gar'dakilerin neredeyse hepsi taşeron zaten. Orası ayrı bir dünya" diyor.

İbrahim bunları anlatırken öfkeli. Ne kadar zamandır burada çalışıyorsun diye sorunca “Girdi çıktıya göre mi toplamda çalıştığım süre mi?” diye cevap veriyor. Çünkü taşeron firmalar, işçileri her yıl düzenli olarak bir ay kadar işten çıkararak bir sonraki sene tekrar işe alıyor. Bu sayede kıdem tazminatı gibi ek maliyetlerden kurtulmuş oluyorlar. İbrahim de girdi çıktıya göre sekiz ay, toplamda da sekiz yıldır burada çalışıyormuş. 

Taşeron demiryolu emekçilerinin haklarının olmadığından ve işlerinin pamuk ipliğine bağlı olduğundan söz ediyor diğer yandan. Sohbete katılanlardan daha kıdemli olansa biraz iç çekerek destekliyor İbrahim'i:

"Şimdilerde azaldı. Ama normalde bizim eskiler düğünde, cenazede hep yan yana olurdu. Mesela diyelim ki sen demiryolcusun. Kalk buradan Türkiye'nin neresine gidersen git orada bir demiryolcu bulurdun. Çalışanı yoksa emeklisi vardı. Sahip çıkarlardı birbirlerine. Ama şimdi o duygu, o dayanışma kalmadı. Nasıl kalsın. Burada çalışanlar en fazla üç, bilemedin beş yıl çalışıyor üst üste. Buradan çalışıp da emekli olmak eskilere has bir şey. Yenilerin hepsi neredeyse taşeron artık."

Ankara Tren Garı'nın hemen karşısında yer alan saat kulesi aynı zamanda Kule Restoran olarak kullanılıyor. Burası eskiden Gar Gazinosu olarak kullanılan mekanın üst katı aynı. Fotoğraf: M.F. Arıkan

'O şenliklerden heyhat kim kaldı'

Protokol salonuna giriyoruz. "İzniniz var mı?" sorusunu geçiştirip, “şöyle bir bakıp çıkacağız, gazeteciyiz, hocayız” falan diye yanıtlıyoruz. Kimseler yok. "İçinden tren geçen AVM'den" sonra buralar pek bir tenha kalmış. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren birçok bürokratın gölgesine tanıklık etmiş pencereler ve üzerine devlet ciddiyeti sinmiş koyu kahverengi lambriler yerden tavana kadar yükseliyor. 

"Eskiden çok gözde bir yermiş burası. Hatta yüksek hızlı tren seferleri eski gardan yapılırken çok canlıydı bu salon. Şimdi karşı taraf yapılınca pek kimse gelip gitmiyor buralara. Bu turistik tren uğurlamalarında falan yoğunluk oluyor bazen" diyor protokol salon görevlisi.

Müsaade isteyip çıkıyoruz. Hemen karşımızda, müzenin yan tarafından saat kulesinin altında eski Ankara Gar Gazinosu yer alıyor. Şimdilerde personel yemekhanesi. "Dışarıya" da hizmet veriliyormuş, yani demiryolcu olmayanlara da. Ama randevu sistemiyle. Malum, devletli davetlisi pek sık olunca bazı günler dışarıya kapalı oluyormuş. 

Eskiden Gar Gazinosu olarak kullanılan sahne. Şimdilerde protokol toplantılara ev sahipliği yapıyor. Fotoğraf M.F. Arıkan 

İçeri girince önce kocaman bir sahne karşılıyor bizleri. İçinde baloların yapıldığı, konserlerin verildiği, eğlencelerin düzenlendiği o meşhur sahne. Kimler geldi kimler geçti buralardan diye düşünüyor insan. Kimler yuttu tozunu bu sahnenin.

Karşısında şimdi daha çok protokol ya da toplantı düzeninde kurulu masalar eskilerden gazino düzeninde kuruluymuş. Hemen üst katına çıkan merdivenlerin süslemelerinde TCDD amblemleriyle işlenmiş demir korkuluklar var. En üst kat yemek salonu. Saat kulesinin hemen altındaki yemek salonuna Kule Restoran deniyor. Malum, son düzenlemelerden sonra alkolsüz mekanlar kervanında artık burası da. 

Hemen üst katına çıkan merdivenlerin süslemelerinde TCDD amblemleriyle işlenmiş demir korkuluklar var. En üst kat yemek salonu. Fotoğraf M.F Arıkan

Gazinonun hemen karşısındaki bahçede hummalı bir tadilat var. Burası vaktiyle yaz akşamlarında etkinliklerin düzenlendiği çay bahçesi. Namı diğer açık hava gazinosu. Burada düzenlenen konserleri çocuklar ağaçlara çıkarak izlermiş vaktiyle. Ankara'da hamalla sanatçının yan yana geldiği etkinliklerden. Şimdilerde özelleştirmeler ve alışveriş merkezi olan tren istasyonları derken o eski ihtişamı kalmamış. Akla Attila İlhan dizesi geliyor: "Gramofonda incesaz, meyhane musikisi, o şenliklerden heyhat kim kaldı."

Yarın: AKP'li yıllar ve karşı devrimin portesi: İçinden tren geçen AVM

                                                           /././

Mehmet Şimşek’i istemeyen kim? -Anıl Çınar-

Türkiye ekonomisinin nasıl yönetileceği konusunda başka bir alternatif üretilemiyor. Alternatif çıkmadıkça dün Amerikan Gaye’yi bugünse İngiliz Mehmet’i içlerine sindirmek durumunda kalıyorlar.

“Mehmet Şimşek istifa etti” denildi sonra Şimşek’in kendisinden yalanlama geldi, o da yetmedi bakanlar sırayla açıklama yapmak durumunda kaldı.

İddiaya göre Şimşek “kendi” programının uygulanmasına direnç gösterildiğini, bunun gecikmeye neden olduğunu ve gerilim ürettiğini söylüyor.

Söz konusu programda Şimşek’in ne kadar imzası vardır ne kadar TÜSİAD’ın ve batılı büyük bankaların, bunun bir yerden sonra önemi kalmıyor. Hepsi aynı kulübün üyesi.

Ve bu programın bir alternatifi de bulunmuyor.

Öyle ki, Şimşek’in vergi radarına giren sermaye çevrelerinin seslerini çıkarıp çıkarmamasının da bir önemi yok. Çünkü ekonomi programının can alıcı noktası sermaye içi gerilimler de değil. Asıl önemlisi bu programın acı ilaç olarak, ama son derece rasyonel bir çözüm olarak emekçi çoğunluğa kabul ettirilmesi.

Peki “neyi paylaşamıyorlar?”

Şamil Tayyar herkesçe bilineni yazıya döküyor:

“‘Şimşek istifa etti’ yalanıyla piyasaları manipüle edenleri besleyenler, çoğunlukla içerideki maskeli dostlar. Bunların çift ajandası, bir resmi bir gayri resmî görüşü vardır. (…) Şimşek bakanın, ekonomideki zorlukların yanı sıra aşması gereken bir problem de budur.”

Birileri Şimşek’ten rahatsız ve istemiyor. Yiğit Bulut’un ve eski AKP bürokratlarının adı geçiyor. İddiaya göre Şimşekçiler ile onu istemeyenler arasındaki gerilimi şimdilik Erdoğan yönetiyor.

Kulislerle ve isimlerle ilgilenmiyoruz. Ama şu doğrudur. Şimşek verdiği sözleri tutamadıkça, soru işaretlerinin türemesi kaçınılmazdır. 

Halbuki soru işaretlerinin asıl kaynağı halkın tepkisi pek de değildir. Emin olalım, örgütlü bir halk sesini yükseltmeye başlasa bambaşka soru işaretleri ortaya çıkacak. 

Aksine, emekçi halkın, işçi sınıfının siyasetteki yokluğu söz konusu karmaşaya, sorulması gereken soruların etrafından dolaşılmasına neden olmaktadır.

Türkiye’yi “millici mi yoksa batıcı mı” karmaşasına sokan, düzeni değiştirmeye çalışanları bu karmaşayla boğmaya uğraşanlar aynı yerden güç alıyorlar. Birbirlerine sövüyorlar ama mutlular emekçilerin sessiz oturmasından.

Biz söyleyelim, TÜSİAD’cı İngiliz Mehmet Türkiye ekonomisini düzeltme göreviyle batılı büyük bankaların ve tabii ki “Atlantiğin” aracısı olarak o pozisyona yerleştirilmiştir. Büyük sermaye bu işbirliği sayesinde Türkiye’nin kaderi üzerinde de kontrol sahibi olmaktadır.

Bunun rahatsızlık ürettiği görülüyor. Öte yandan, Şimşek gibilerinden geçmişte de rahatsız olanların bir süredir susuyor olmasının nedeni sorgulanmalıdır asıl.

Çünkü bir alternatifleri yok.

Türkiye ekonomisinin nasıl yönetileceği konusunda başka bir alternatif üretilemiyor. Alternatif çıkmadıkça dün Amerikan Gaye’yi bugünse İngiliz Mehmet’i içlerine sindirmek durumunda kalıyorlar.

Alternatifsizlik oraya buraya sıçrıyor. Kimin kimin ayağını kaydırdığı, kimin hangi kulisi sızdırdığı, AKP’nin içinde hangi gerilimlerin patlak verdiği, Beştepe’de neler olduğu silsile halinde ilerliyor.

Burada büyük sermayeyi sorgulayabilme kabiliyeti olan kimse yok. Devletleştirmeyi, planlı ekonomiyi düşünebilen yok.

Onlar düşünmeyince halk da düşünmemiş mi oluyor…

Şimşek’e gün doğuyor. “İzin vermiyorlar ki yapayım” deme olanağı bile kazanıyor.

Sahiden… Şimşek’i istemeyen kim?

                                                            /././

Bağlasan durmaz -Engin Solakoğlu-

Kaynağı ne olursa olsun, güzel bir deyim. Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz! Filistin halkına ihanet eden Abbas ve benzerleri yolcudur.

Her dilde, her kültürde var: Deyimler ve atasözleri. Kimisi yüzyıllar içinden süzülüp geliyor, gülümseten ya da iç sızlatan hikayeleri barındırıyor içinde. Kimisi zamana yenik düşmüş, medeniyet sınavından çakmış, demode, yersiz hatta yakışıksız. Kaderleri unutulmak, toplumsal hafızadan kazınmak.

Yazının konusunu oluşturan deyim ise birinci gruba ait. Günlük yaşantımızda yoğun şekilde kullanmayı sürdürüyoruz. Siyasette, sporda, kültürde, aklınıza gelebilecek her alanda çıkıyor karşımıza.

Bir rivayete göre deyimin kökü gezgin bir halk ozanına dayanıyormuş. Popüler kültürde yaygınlaşması ve iki dizelik bir şiir haline gelmesini ise bir tiyatrocuya borçluymuşuz. Doğru olsa da olmasa da güzel deyim.

Türkiye’nin gündemi, ekranın altında kayıp giden yazıların hızıyla değişiyor. Değişmemesi gereken öncelikler de aynı sondan kurtulamıyor. Oysa iki gündem başlığının bir şekilde tutturulması, sabitlenmesi gerek gün boyu baktığımız çeşitli boy ve evsaftaki ekranlara. Birincisi ekonomi çünkü göz göre göre soyuluyoruz. Bugüne dek görülmemiş edepsizlikte bir IMF programı deneniyor üstümüzde. Düzen, iktidarı, muhalefetiyle özünde hemfikir. “Kalkınmak için milletçe fedakârlık!”.

Milyonlar bu sloganla açlığa, sefalette itiliyor. Yerel, anlık parlamaların dışında çıt çıkmıyor ülkede. Üretim üssü olacakmışız. Terimin kendisi dahi sorunlu. Kastettiği ölmeyecek kadar beslenmesine izin verilecek bir halkın başkaları için üretmesi. Adını doğru koyalım: Sermaye için, sermaye sahiplerinin yurtdışına daha çok servet aktarmaları, Londra’da yeni mahalleler satın alabilmeleri için üretmeye devam etmesi.

Bu konunun ayrıntılarına girmeyi kapitalizmin kaçınılmazlığı yalanıyla zehirlenmemiş onurlu iktisatçılara, maliyecilere  bırakayım ve kendi sahama geçeyim. Zaten iktisatçı, maliyeci onurlu olur, gerisi ya finansçı ya ekonomisttir.

İkinci gündem ise Filistin. Türkiye’nin bölgesinde yaşandığı, o her ne demekse “Milli çıkarlarımız” öyle gerektirdiği, Akepe istediği, şu ya da bu dinsel inanca, mezhebe dahil olduğumuz için değil. Yoksul bir halk gözümüzün önünde tahrip gücü en yüksek Amerikan silahlarıyla yeryüzü sahnesinden silinmeye çalışıldığı, bu soykırım sömürgecilik gibi çoktan tarihten silinmiş olması gereken bir kavram adına ve ilkel bir kabilenin üç bin yıl önce derlenen zırvaları dayanak yapılarak gerçekleştirildiği için. Ezcümle insan olduğumuz için önceliklidir.

Filistin Davası ilk bakışta Türk dış politikasının ya da Türkiye halkının öncelikli bir sorunu gibi görünmeyebilir elbette. İsrail saldırganlığı ve yayılmacılığının gün gele kapımıza dayanacağını göremeyecek kadar miyop ya da akılsız da olabiliriz. Bu konuda benimsenecek ilkeli ve insandan, insanlıktan yana tutumun bir maliyetinin olacağı da doğrudur kuşkusuz. Emperyalizmin Ortadoğu’da tuttuğu en sağlam köprübaşına karşı verilecek mücadele uzun ve çetin olacaktır.

Bakü-Ceyhan’dan devam eden petrol akışını durdurursak perişan olurmuşuz, “Kardeş” Azerbaycan’la ilişkilerimiz bozulurmuş. Sabah akşam Akepe iktidarını, dış politik tercihlerini haklı olarak eleştirebildiğimiz ekranlarda Bakü rejiminin bir dokunulmazlığı mı var? Aliyev’i eleştirirsek kültürel ortak paydamızın tartışılamayacağı Azerbaycan halkına düşmanlık mı etmiş oluyoruz? Yoksa bu konuda susmanın, gerçeği eğip bükmenin bir fiyatı, bir ödülü mü var?

Filistin davasına destek verirsek Batı bize çok kızarmış, maazallah 70 sente muhtaç kalırmışız, mahvolurmuşuz vs.. Ne yaparlar örneğin? Soykırım ve sömürgecilik siyasetine destek vermediğimiz için yurttaşlarımıza vize mi vermezler? Türkiye emekçisinin salgın dönemi de dahil boğaz tokluğuna ürettiği malları almaktan mı vazgeçer Batı sermayesi? Bırakalım aslında herkesin hak ettiği gezmeyi, tozmayı, yüksek öğrenim veya sonrası için vize alana kadar anasından emdiği süt burnundan gelmiyor mu zaten Türkiye yurttaşlarının? Türkiye halkı zaten açlıkla boğuşmuyor mu? Geçmediği köprülere fahiş paralar ödediği gibi, aracına koyacağı yakıtı kırk kere hesap etmiyor mu? Sefalet seviyesine çekilen emekli maaşları yüzünden 60 yaşında emekliler inşaatlarda can vermiyor mu? Çiftçinin ürettiği domatese veya süte verilen fiyat maliyetinin altında kalmıyor mu? Neymiş başımıza gelecek olan? Neymiş milli çıkarımız? Kimin çıkarı? Milli çıkar dediğiniz sermayenin sürekli artmakta olan kârları mı? Ya da o sermayenin tekerini döndüren iktidarın geleceğinin güvence altına alınması mı? Haydi canım sen de!

Akepe’nin en başarılı olduğu alanlardan biri “mış” gibi yapmaktır. Ay ortasında bunun yeni bir örneğini izledik. Filistin Devleti’nin Başkanı Mahmut Abbas Türkiye’de ağırlandı. Abbas’ın yönettiği Filistin aslında Batı Şeria’dan ibaret. O yönetim de sömürgeci İsrail’in sıkı denetimine tabi. Batı Şeria’da Hamas hâkim değil. Ancak bu durum İsrail’in saldırganlığını durdurmuyor. Son 10 ayda Batı Şeria’da öldürülen Filistinli sayısı 500’ü buluyor. Bölgede İsrail’in kurduğu yasadışı yerleşimler de kanser gibi yayılmaya devam ediyor. İsrail’in uyguladığı devlet terörünün yanında yasadışı yerleşimlerin hiç de sakin olmayan “sakin”leri de Filistinlilere saldırma hakkına sahip ve bu haklarını büyük bir rahatlık içinde kullanıyorlar. Abbas yönetimi ise bu saldırıları seyretmekle yetinmiyor. Güvenlik aygıtı aracılığıyla İsrail’in işini kolaylaştırmak için istihbarat da dahil her türlü desteği veriyor.

Filistin halkının maruz kaldığı zulmü bir din meselesiymiş gibi yutturmakta kararlı olan Akepe işte bu Mahmut Abbas’ı Türkiye’ye TBMM’de konuşma yapmak üzere davet ediyor. Senaryo da hazır. Abbas ne söylese alkışlarla kesilecek. Netanyahu’nun ABD Kongresi’nde yapılana misliyle karşılık verilecek. ABD ve İsrail ortasından çatlayacak! Rende binası şık atkılar yaptırıp dağıtmış. Kefiye de olabilirdi aslında ama bir ihtimal gerçek direnişi, kendileri gibi “mış” gibi yapmadan İsrail’e karşı duranları anımsatacağı için bunu tercih etmiyorlar.

Buraya kadar şaşılacak bir şey yok. Akepe’nin artık alıştığımız seviyedeki müsamere performansı. Daha irkiltici olan ana muhalefet partisi CHP’nin de bu müsamerede başrole soyunması ve Akepe’nin Filistin “şakası”na meşruiyet kazandırmak için yoğun bir uğraş içine girmesi.

Akepe Abbas’ı mı alkışladı, CHP daha çok alkışlıyor. Abbas konuşmasında “Gazze’ye gideceğim” mi dedi, CHP Genel Başkanı “ölümü öp, beraber gidelim” diyor. Nereye gidiyorsun, kiminle gidiyorsun? Zaten gidemezsin de gitsen ne olacak? Kime ne yararı var? Filistin Davası bakımından nasıl bir fark yaratacak? Bu soruların yanıtlarını biliyoruz. Hepsini toplasan solda sıfır bile etmiyor.

Yaşadıkça öğreniyor olmalıyız. Karşımızdaki manzara şu: CHP çeşitli kanallardan doğrudan ve dolayı olarak “Yetenekli Bay Şimşek” tarafından uygulanan acımasız ve sermaye dostu IMF programına destek veriyor, milletvekilleri canına tak eden çiftçilerin eylemlerinde “itidal” çağrısı yapıyor ve şimdi de Akepe’nin Abbas trenine atlayıp halkı aldatmasına yardımcı oluyor.  CHP sosyal demokrat bir parti midir tartışılıyor. Özel ve ekibinin en azından öyle bir hedefi varmış gibi görünüyor. Sosyal demokrasinin halka ihanet reçetesi olduğu ise tartışılacak bir konu değil. Tıpkı Filistin davası bağlamındaki Abbas treni gibi o da kadar yanlış bir istikamete yönelen ve yol üstünde büyük insanlığı çiğneyen bir tren.

Kaynağı ne olursa olsun, güzel bir deyim. Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz! Filistin halkına ihanet eden Abbas ve benzerleri yolcudur. Yerleri er geç bu topraklardan ve tarihten silinecek sömürgeciliğin yanı başıdır. Abbas’ın yolundan gidenlerin de emeği sırtından bıçaklayanların da insanlığın galip geleceği bir dünyada duracak yerleri yoktur. Bağlasak da duramazlar!

                                                               /././

                                                    soL - GÜNDEM

ABD Ankara Büyükelçisi giderayak anlattı: İran için Türkiye’den destek istedik

ABD'nin Ankara Büyükelçisi Flake, Türkiye için "vazgeçilmez ortak" dedi, "İran'la yakın ilişkileri yok" ifadesini kullandı. 15 Temmuz sonrası ilişkilerdeki durumunsa artık tersine döndüğünü savundu.(https://haber.sol.org.tr/haber/abd-ankara-buyukelcisi-giderayak-anlatti-iran-icin-turkiyeden-destek-istedik-394770)

                                                                  ***

Tuncay Özkan’ın ‘Sarayın züppesi’ sözlerine soruşturma

Erdoğan’ın “Gösteriş müptelası elitizm” sözlerine “Sarayın züppesi” diyerek yanıt veren CHP’li Tuncay Özkan hakkında soruşturma başlatıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/tuncay-ozkanin-sarayin-zuppesi-sozlerine-sorusturma-394773)

                                                                      ***

Esad’dan Türkiye açıklaması: ‘Çekilme yoksa görüşmeyeceğiz’ demedik

Suriye Devlet Başkanı Esad bazı Türk yetkililerin “Suriye’nin çekilme olmazsa Türklerle görüşmeyeceğiz dediği” yönündeki açıklamalarının gerçeği yansıtmadığını söyledi.(https://haber.sol.org.tr/haber/esaddan-turkiye-aciklamasi-cekilme-yoksa-gorusmeyecegiz-demedik-394772)

(soL)

25 Ağustos 2024 Pazar

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -25 Ağustos 2024-


Yeni iş yasası hazırlığı: İşçileri kullan at -Ahmet Ergin-

Geçtiğimiz hafta yeni iş kanunu hazırlıkları ve içeriğine dair haberler, bazı gazetelerde, bazı gazete manşetlerinde ve haber sitelerinde yer aldı. Haberlerde öne çıkartılan, çalışma sürelerinin düşeceğine ilişkin hazırlıklar oldu. Yanı sıra esnek çalışma ve özellikle belirli süreli sözleşmeye dair yönler de haber içeriklerinde yer buldu.

Peki bu haberler neden yapıldı? Çünkü önceki hafta Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz başkanlığında “Yatırım Ortamının İyileştirilmesi Koordinasyon Kurulu (YOİKK)” toplantısı gerçekleştirilmiş ve konu bu toplantıda masaya yatırılmış. Haberlerin servis edilmesine vesile olan da bu toplantı oldu.

YOİKK KİMİN İÇİN ÇALIŞIYOR?

Madem yeni iş kanunu hazırlığı bu kurul tarafından masaya yatırılmış, biz de bu kurulu inceleyelim ki meseleye kimin penceresinden bakıldığını anlayalım.

Yatırım Ortamının İyileştirilmesi Koordinasyon Kurulunun (YOİKK) çalışma usul ve esasları 818 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile belirlenmiştir. YOİKK, internet sitesinde yer alan bilgiye göre “2001 yıldan bu yana iş dünyasını ilgilendiren çok sayıda yapısal reformun gerçekleştirilmesini sağlamış, yatırım ortamının iyileştirilmesi çalışmalarını destekleyen ve yerli ve yabancı yatırımcılar nezdinde belirli bir bilinirliği olan bir platform niteliğine kavuşmuştur.”

Üyeleri “kamu ve özel sektör temsilcileridir.”  Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) başkanı, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) başkanı, Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) başkanı, Uluslararası Yatırımcılar Derneği (YASED) başkanı, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) başkanı bu kurulun daimi üyesidir.

Kamu temsilcileri de sermayeye teşvik, indirim, vergi muafiyeti, esnek çalışma düzeni kurmak dahil her türlü kolaylığı sağlayacak alanlardan bakanlardır. Adalet bakanı, çalışma ve sosyal güvenlik bakanı, çevre, şehircilik ve iklim değişikliği bakanı, enerji ve tabii kaynaklar bakanı, hazine ve maliye bakanı, ticaret bakanı, sanayi ve teknoloji bakanı, ulaştırma ve altyapı bakanı, Cumhurbaşkanlığı strateji ve bütçe başkanı, Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi başkanı YOİKK’in kamuyu temsil eden üyeleridir.

EYLEM PLANI, İKTİDARIN DA PLANI

Bu kurul, her yıl eylem planı hazırlamaktadır. 2024 yılı eylem planının iş mevzuatına ilişkin kısmında ise “Çalışma biçimlerinde ortaya çıkan ihtiyaçların tespitine yönelik teknik çalışma yapılması” ve “Uzaktan, kısmi ve geçici süreli çalışma ile platform çalışması gibi yeni nesil esnek çalışma modellerine dair mevzuat değişikliği ihtiyaçlarının iş dünyası gerekleri gözetilerek belirlenmesi” var. Bu hedef aynı zamanda orta vadeli programa aktarılmış ve iktidarın da planı durumunda.

YOİKK’nin ne işe yaradığını anlamak bakımından kendi sitesinde atıf yaptığı 2001 tarihi kritiktir. Çünkü o tarihte büyük bir ekonomik krizin yükü işçi ve emekçilerin sırtına yıkılmış, IMF programı eşliğinde yapısal reform adı altında işçi sınıfının tüm kazanımları hedefe konulmuş, kamuya ait fabrikalar ve tesisler haraç mezat sermayeye peşkeş çekilmiştir.

MAKYAJA İHTİYAÇLARI VAR

Toplantıya dayanak yapılan haberlere göre “çalışan merkezli değişiklikler” yapılacakmış. İyi de tamamen sermaye ve onların ihtiyaçlarını gidermek üzere görevlendirilen kişiler neden çalışanları merkeze alsın? İşte bu işin makyaj kısmı. Çünkü, milyonlarca kişiyi ilgilendiren yasa değişiklikleri, eğer milyonların hayatını olumsuz etkileyecekse normal bir şekilde gerçekleştirilemez. Hele de bu yasa, aileleriyle birlikte nüfusun büyük çoğunluğunu yani tüm işçileri ilgilendiriyorsa.

Bunu bilen sermaye sınıfı, bu tür yasaları oldubittiye getirerek çıkartmak ister. Ancak büyük değişiklikler oldubittiyle yapılamaz. Bu durumda çeşitli yöntemlerle işçilerin rızası alınmaya, olmadı tereddüt oluşturularak milyonlar pasifize edilmeye çalışılır. Bu nedenle yapılacak değişiklik olduğu gibi gösterilmez. Göz boyayacak kimi yanlar öne çıkartılır. Kısaca amaç milyonları kandırarak hedefe ulaşmaktır.

Zaten on yıllar önce fazla mesaiye ihtiyaç duyulmayacak bir ücret düzeyi ile fiilen de düşürülmesi gereken çalışma sürelerinin 40 saate düşürüleceğine ilişkin kısmın öne çıkarılma nedeni göz boyamaktır.

KAZIYINCA ORTAYA ÇIKAN GERÇEKLER

İşçi ve emekçiler, herhangi bir değişikliği makyajlı sunumuna aldanarak kabul ettiğinde hep kaybeden oldular. Bu nedenle makyajı kazımak ve tüm çıplaklığıyla gerçeği görmek gerekir.

Bu gerçeklerden birisi de kıdem tazminatı ve güdük de olsa iş güvencesi gibi mevcut hakların temelinde yer alan belirsiz süreli iş sözleşmesine veda edileceği ve asıl sözleşme türünün belirli süreli sözleşme olacağı gerçeğidir. İşçi için ne ifade ettiğini yazmaktan imtina eden haberlere göre iki yıla kadarki belirli süreli iş sözleşmelerinde herhangi bir şart aranmayacak. Bu sözleşmeler bir kez de yenileme hakkına sahip olacak. Belirli süreli iş sözleşmesinin art arda yani zincirleme olarak dört kez yapılabileceği de bu haberlerin satır aralarında yer alıyor.

Eğer bu değişiklik gerçekleşirse artık doğrudan yasadan kaynaklanacak şekilde belirsiz süreli sözleşme devri fiilen kapanacak. Bunun işçiler için anlamı işe iade davası açma hakkının olmaması, kıdem ve ihbar tazminatı hakkının doğmaması, sözleşme bitiminde iş ilişkisinin otomatik olarak sona ermesi olacak. Özetle işçiler kullanılıp atılacak.

                                                       ***

Yeni yasa taslağına ulaştıkça, düzenlemelerin işçiler için ne anlama geldiğini anlatmaya çalışacağız. Şimdilik bilineni tekrarlayalım: İşçiler için kazanım getirecek yasaları patronlar yapmaz, yapamaz. Kazanım, ancak işçilerin yazdığı veya yazmaya zorladığı yasalarla gelebilir.

                                                           /././

Kim daha çok Trumpçı yarışı başladı -Aras Coşkuntuncel-

Başkan adaylığının kesinleştiği Demokrat Parti kongresinde Kamala Harris ilk kez seçim vaatlerinden ve politik platformundan bahsetti ve coşkulu tezahüratlar eşliğinde “dünyanın en ölümcül, en güçlü savaş gücünü” yaratacağı sözünü verdi. Dışarıda soykırım karşıtı protestolar içeride ise soykırım karşıtları karşıtlığı, Cumhuriyetçi Parti kongresini andıran milliyetçi atmosfer ve boş konuşmalarla geçen kongrenin simge anı ise Demokrat Partililerin salonda “İsrail’i silahlandırmayı durdurun” pankartı açanların kafasına “Biden seni seviyoruz” flamasıyla vurması oldu.

Partinin eylemlerin kongre salonuna girmemesi için aldığı tüm önlemlere rağmen bir grup delege Filistin yanlısı bu pankartı (tanıdık bir yöntemle) vücutlarına sararak içeri soktu. Pankartı tutan Müslüman bir kadının kafasına flama ile vurulmasının ardından bir başka partili pankartı çekiştiriyor, diğerleri de toplanıp ellerinde tuttukları Biden flamalarıyla İsrail’e silah satışı karşıtı pankartı kapatıp hep bir ağızdan “USA, USA” sloganları atıyordu. Bir diğer utanç anı da üçüncü günün sonunda kongre merkezinin çıkışında Demokrat Partililerin İsrail tarafından öldürülen Filistinli çocukların isimlerini okuyan eylemcilerle alay etmesi oldu; kimi kulaklarını kapattı, kimi de kulaklarını kaparken “lalalala” diye bağırdı.

GÜNLERDİR BEKLENEN KONUŞMA

Harris, kökenlerinden, çocukluğundan bahsederek başladığı “Trump başkan olmamalı” temalı konuşmasına oldukça militarist, emperyalist, göçmen karşıtı ve İsrail yanlısı, kısacası oldukça Trumpçı vaatlerle devam etti. Göçmenlik ve sınırlar konusunda Biden ile birlikte yazdıkları, kendi deyimiyle “onlarca yılın en güçlü sınır yasa tasarısını” yasalaştıracağının sözünü verdi. Dış politika ve güvenlik konusunda “Amerika’nın her zaman dünyadaki en güçlü, en ölümcül savaş gücüne sahip olmasını sağlayacağım” dedi. Esnafa vergi indiriminden bahsetti. Ve “Her zaman İsrail’in kendini savunma hakkını savunacağım ve her zaman İsrail’in kendini savunabilme yeteneğine sahip olmasını sağlayacağım” diye devam etti. Bunları söyledikten sonra ve İsrail’e silah satış ve yardımları konuşması sırasında bile devam ederken “İsrail’in güvende olması, rehinelerin serbest bırakılması, Gazze’deki acıların sona ermesi ve Filistin halkının onur, güvenlik, özgürlük ve kendi kaderini tayin hakkını gerçekleştirebilmesi için bu savaşı bitirmek için çalışıyoruz” dedi. Bu sembolik konuşmanın önceki cümleler tarafından zaten boşa çıkarılmış son kısmı dışında bu konuşmayı Trump yapsa kimse şaşırmaz. Yapıyor da zaten. On yıllardır Demokrat Partinin vaatlerinden olan idam cezasının kaldırılmasından ya da örneğin daha birkaç yıl önce savunduğu genel sağlık sigortasından, ya da komik derecede düşük asgari ücretin iyileştirilmesinden hiç bahsedilmemesi de cabası. Kürtaj hakkını geri getirmeyi vadetmesi Cumhuriyetçi Partiden tek keskin ayrılığı oldu. (Biden ve Harris bu konuda şu ana kadar hiçbir şey yapmadı).

İKİ TARAF DA KAYBETMEK İÇİN UĞRAŞIYOR

Trump tarafının ne bu Trumpçı konuşmayı ne de Harris’in geçmişindeki halk düşmanı icraatlarını kendi menfaatine çevirecek kapasitesi yok. Çünkü zaten aşağı yukarı aynı şeyleri destekliyorlar. Ancak “Harris kazanırsa bu kış komünizm gelecek” seviyesinde bir kampanya yürütüyorlar. Cumhuriyetçiler bu tip bir kampanyayı Obama karşısında iki kez yürütüp ikisinde de kaybetmişlerdi, ancak Harris bu kez Obama kadar geniş bir seçmen koalisyonu da kuramıyor. Bunun da başlıca sebebi Gazze. Bu iki parti sadece Trumpçılıkta değil, kaybetmek için ellerinden geleni yapmakta da yarışıyor.

Biden aday olarak devam etseydi kaybedecekti, ancak her şeye rağmen ve Harris’in Cumhuriyetçiler dışındaki tüm kesimlerdeki mevcut anti-Trump anı menfaatine çevirecek adımları atmamasına rağmen, Demokratlar kazanabilir. Bunun iki temel nedeni var: Birincisi Trump artık kendini politikacıların antitezi olarak pazarlayamıyor. Örneğin 2016’da “Politikacılar bağış adı altında zenginlerin emrinde, ben bağış toplamıyorum zaten zenginim” diyordu; bugün zenginlerden dileniyor. Yüklü bağış sözü verene bakanlık bile satıyor. Clinton’ın neoliberalizmine karşı Trump sanayiyi yeniden diriltmekten ve çürüyen altyapıyı yenilemekten bahsediyordu; başkanlığı döneminde insanlar yalan söylediğini gördü. Bu seçimlerdeki kampanyası ise yapay zeka fotoğraflarıyla Harris’i orak çekiçli mitinglerde göstermekten ibaret. Harris ise sırf Filistin kökenli diye kendisine destek açıklayacağını garanti eden partilileri bile kongrede konuşturmayıp her fırsatta İsrail’e açık çek vererek Michigan ve Minnesota gibi seçimler için çok kritik eyaletleri ateşe atıyor. Hâlâ başa baş giden ve halk düşmanı bu seçimleri hangi Trumpçı aday kazanırsa kazansın emekçiler ve ezilen halklar için daha fazla gericilik getireceği açık. 1926’da Stalin “Eğer sermaye Sovyetler Birliği’ni parçalamayı başarırsa ne olur?” diye sormuş ve “Bütün kapitalist ve sömürge ülkelerde en kara gericiliğin hakim olduğu bir dönem başlar; işçi sınıfı ve ezilen halklar boğazlarından kavranır, uluslararası komünizmin mevzileri kaybedilir” demişti.

                                                       /././

Çocuk işçi-çocuk patron -Deniz İpek-

Afyon Evciler önceki dönem AKP İlçe Başkanı Şener Çalışan’ın oğlu 16 yaşındaki Mehmet Ensar Çalışan’ın; reşit bir birey olarak geçen hafta Kenan İmirzalıoğlu’nun sunduğu ‘Kim Milyoner Olmak İster?’ yarışmasına katılması gündem olmuştu. Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar’ın teknofestlerinde yakaladığı “sınırsız imkanları” kullanarak Mehmet Ensar Çalışan bir teknoloji şirketinin patronu olduğu için Türkiye mahkemelerinden biri tarafından reşit ilan edilmiş. Bu yarışma geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Tiyatro Oyuncusu Kenan Işık tarafından bir zamanlar sunulurken, üç beş kuruş kazanmak isteyen emekçiler için umut kapısıydı. Hangi adı taşıyan sadece bir Osmanlı padişahı vardır? sorusunu bilemediği için bilgi yarışmasından elenen 16 yaşındaki Çalışan’ın aslında “Bak istersen olur” çalışması olduğu gibi yıllık ortalama 67 çocuğu hayattan koparan iş cinayetleri ülkesinde çocuk işçi-çocuk patron ikilemini akla getirdi. Sosyal medyada hesabında “2021 Teknofest şampiyonu” yazan Mehmet Ensar Çalışan’ın Teknofest’te AKP’li Süleyman Soylu, Mustafa Varank ve Selçuk Bayraktar ile fotoğrafları var. Yarışmada sunucunun “Mahkeme neye göre yetişkin olduğuna karar verdi, zekana mı, kurduğun şirkete mi?” sorusu karambolde kalıyor.

ÇOCUK İŞÇİ OLMAK YASAL

Türkiye’nin de onayladığı Birleşmiş Milletler (BM) Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 1’inci maddesi, 18 yaşından küçük herkesi “çocuk” olarak tanımlar. Türkiye mevzuatta çocuk işçiliğinin tanımını, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 71 inci maddesine dayanılarak çıkarılan Çocuk ve Genç İşçilerin Çalıştırılma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik’in 4’üncü maddesinde yapmış. Bu maddeye göre; çocuk işçi, 14 yaşını bitirmiş, 15 yaşını doldurmamış ve ilköğretimini tamamlamış kişi olarak tanımlanmış. Yani hem 18 yaş altı çocuk hem de 14’ünden sonrası işçi olmak serbest.

ÇOCUK İŞÇİ ÇALIŞMA KAMPLARI

Milli Eğitim Bakanlığının (MEB) “mesleki ve teknik eğitim politika belgesi” Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak geçenlerde yayımlandı. Gazetemizin 30 Temmuz 2024’te “Öğrencilerin eti de kemiği de sizin” başlığıyla duyurduğu taslak olduğu gibi hayata geçirilecek. Belgenin amaç bölümünde, sermayeye nitelikli iş gücü yetiştirmek için mesleki eğitime erişim artırılarak öğrencilerin istihdama hazırlanmalarının sağlanacağı açıkça ifade ediliyor. Belgenin hayata geçirilmesiyle önümüzdeki dönem çocuk işçiliği yaygınlaşacak, mesleki eğitim yaşı düşürülecek, ilköğretimden itibaren mesleki eğitim teşvik edilecek, sanayi bölgelerine pansiyonlu meslek liseleri kurulacak. Bu belgeyi incelediğinizde çocuk işçilerin sermayeyi ihya etmek uğruna tezgahlara, atölyelere ve sömürü çarklarına bizzat iktidar tarafından mecbur bırakılmasının amaçlandığını, çocuk emeğinin ve canın patronların kârlarına feda olsun dendiğini görüyorsunuz. 50 sayfalık metin “iş sağlığı ve güvenliği” kelimelerini cımbızlarsak sadece iki defa o da aynı cümlelerin tekrarlamasından kaynaklı yer alıyor ve “farkındalık artırılacak” deniyor, o kadar. 12 yaşından itibaren “öğrencilerin iş hayatına uyum sağlamaları ve erken yaşta mesleki yeterlilik kazanacak şekilde yetiştirilmesi” diye pazarlanarak patronlara MEB kontrolündeki MESEM’lerin haricinde bağımsız MESEM açma hakkı tanınacak. MESEM’lerde sadece bu yıl 10 çocuk işçi öldü.

ÖZEL MESLEK LİSELERİNE TEŞVİK

Eğitimdeki gerici, dinci uygulamalar ve müfredat mesleki ve teknik eğitimi de es geçmeyecek. Öğrencilerin ‘millî ve manevi değerlerini’ güçlendirmek ve fütüvvet ehli mezunlarla iş birliği ile ülke genelinde ahilik hareketi başlatılacak. MEB, bununla geleneksel değerlerle modern eğitimi birleştirerek öğrencilerin karakter gelişimine katkıda bulunmayı hedeflediğini ortaya koyuyor. Resmi Gazete’de yayımlanan tebliğe göre MEB, 2024-2025 eğitim-öğretim yılında OSB içinde ve dışındaki özel mesleki ve teknik Anadolu liselerinde öğrenim gören öğrenci başına bu okulların patronlarına, yüzde 63 zamla öğrenci başına 57 bin TL’ye varan teşvikler verecek. MEB 6 ay önce de özel meslek liselerine teşvike yüzde 100 zam yapmıştı.

ÇIRAK VE STAJYERLERİN BİNDE BİRİ DENETLENMİŞ

ÇSGB’nin Rehberlik ve Teftiş Başkanlığının tüm ülke genelinde iş sağlığı ve güvenliği yönünden denetlediği iş yerlerinde çalışan çırak ve stajyer sayısı 6 bin 761. MESEM’lerle birlikte sayısı 1.5 milyonun üzerinde olduğu ifade edilen, kayıt dışı ve mevsimlik çalışan çocuk işçiler de katılırsa yaz aylarında sayısı 5 milyonu bulan çocuk işçilerin sadece binde 1.4’ü iş sağlığı ve güvenliği yönünden denetlenmiş. 2023 yılında bakanlık bütçesinden mevsimsel tarımda çocuk işçiliğinin önlenmesi için ayrılan bütçe miktarı 41 milyon TL. Tamamı kullanılan bu para nereye harcandı diye sormak farz; çünkü 2023 yılında en az 54 çocuk iş cinayetinde hayatını kaybetmişti.

ÇOCUK İŞÇİLERİN ÖRGÜTLENMESİ

Türkiye’de 2023 yılında 15-19 yaş grubundaki 5 bin 113 çocuk işçi sendikalıymış. Verilere göre Türkiye’de 15-19 yaş grubundaki çocuk işçilerin en fazla çalıştığı iş kolları ise şöyle:

- Ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar: 106 bin 362

- Konaklama ve eğlence işleri: 86 bin 113

- Dokuma, hazır giyim ve deri: 43 bin 827

Türkiye’de çocuklar 15 yaşından itibaren sendikalara üye olabiliyor. Söz konusu verilere göre 15-19 yaş grubundaki çocukların sendika üyeliklerinin en fazla olduğu iş kolları ise şunlar:

- Metal: 1628

- Dokuma, hazır giyim ve deri: 860

- Ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar: 504

Çocukların örgütlenmesi çocuk işçiliğini meşrulaştırır mı tartışmaları yapılıyor. 15 yaşından itibaren çocuklar dernek kurabiliyor, sendikalara üye olabiliyor. Çocuk işçiliği tüm dünyada sermaye tarafından meşrulaştırılmış durumda. Bunu görerek Türkiye’deki mevzuatta çocuk işçilik tanımı varken ve çocuk işçi çalıştırılmasına olanak veren düzenlemeler varken tabii ki çocuk işçilerin örgütlenmesi gündem olmalı. Sendikaların çok gündeminde değil. Zaten sendikalar da çocuk işçiyi sendikalaşabilecek bir özne olarak görmüyorlar. Teknofest’te keşfedilen Bayraktar himayesiyle ileri teknoloji şirketi kuran 16 yaşındaki Mehmet Ensar Çalışan’ın; Erdoğan’dan Soylu’ya olan albümüyle şirket kurup mühendis çalıştıracak bir patron olduğu için reşit ilan edilmesi ne kadar siyaset dışı bir durum? Bu alanda siyasal bir hedefle OSTİM, İMES gibi sanayi havzalarında çocuk ve genç işçilerin hem siyasi olarak hem de zindan edilen yaşam ve çalışma koşullarına karşı örgütlenmesi için faaliyet yürüten Emek Gençliğinin şu çağrısıyla bitirelim: “Mesleki eğitim bilimsel ve nitelikli hale getirilsin. Mesleki eğitim gören, ihtiyacı olan her öğrenciye burs verilsin. 18 yaşının altındaki hiçbir çocuk ücretli emek olarak çalıştırılmasın!”

                                                           /././

Despotik emek rejimine ‘güvenceli esneklik’ -Kansu Yıldırım-

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından hazırlıklarına başlanan, esnek çalışma saatleri ve uzaktan çalışma modellerinin uygulanmasına ilişkin tartışmalar hız kazandı. Buna göre uzaktan, kısmi ve geçici süreli çalışma ile platform çalışması gibi yeni nesil esnek çalışma modelleri içeren yeni düzenlemenin kamuda yaygınlaştırılması, özel sektörde ise 4857 sayılı İş Kanunu’na göre belirli süreli iş sözleşmesi yapılabilmesi için aranan objektif koşul şartının kaldırılması planlanıyor. “Mesai süresi kısalıyor”, “Uzaktan çalışın”, “Evinizden çalışın” gibi gerçeği makyajlayan propagandaların aksine yeni düzenleme iş gücü piyasasını yeniden şekillendirmeyi amaçlıyor.

12. kalkınma planı, orta vadeli program, Mehmet Şimşek’in “tasarruf programı” kapsamında kristalize olan, Türkiye ulusal ı̇stihdam stratejisinin de temel taşları arasında yer alan esnek istihdam aslında yeni bir olgu değildir.  Ancak iktidarın bu sefer “güvenceli esneklik” olarak çalışma yaşamına entegre etmeye çalıştığı yeni düzenleme Türkiye kapitalizminin ve sermaye sınıflarının ihtiyaçlarına göre şekilleniyor.

ESNEKLİĞE GİDEN YOL

James Crotty’ye göre neoliberalizmin en önemli özelliği tüm dünyayı -maliyetleri azaltmalarına imkan tanıyacak biçimde- şirketlerin emrine sunmasıdır. Diğer bir ifadeyle, piyasa firmalara zorlayıcı rekabeti ve zorunlu yatırımları dayatırken, şirketler de maliyetleri işçilere ve hükümetlere yansıtma esnekliğine kavuşmuştur. Söz konusu esnekliğin cisimleştiği alanlardan birisi de iş gücü piyasalarıdır.

Esnek ve güvencesiz çalışmanın temelleri, Türkiye’de neoliberalizmin kurumsallaşma sürecinde atıldı. 1990’lı yılların sonlarından itibaren ise kamu ve özel sektörde esnek istihdam örüntülerine hukuksal dayanak kazandırıldı. Dünya Bankası ve IMF’nin yapısal uyum programlarını müteakip iş gücü piyasasını güvencesizleştirmeye dönük neoliberal politika setleri uygulamaya kondu. Emek piyasasını kuralsızlaştıran ve parçalayan farklı istihdam modellerine formel ve yasal karakter kazandırıldı.

Esnek istihdam ve “uzaktan”, “hibrit”, “yarı-zamanlı”, “kısa süreli”, “geçici”, “sözleşmeli”, “mevsimlik” diye anılan türevleri, Türkiye kapitalizminin agresif büyüme ve birikim stratejisi açısından hayati öneme sahiptir. Devletler ve şirketler, esnek çalışma aracılığıyla emek rezervlerini tamamen kontrollerine alır; istedikleri süre ve yoğunlukta, istedikleri istihdam modelinde emekçileri çalıştırabilme serbestliğine kavuşur. Piyasa serbestliğinin en önemli özelliklerinden birisi, sermayenin emek üzerindeki tasarruf hakkını ve denetimini artırmasıdır.

Esnek istihdam tipleri sayesinde güvencesizlik, tüm sektörleri ve emekçi sınıfları kesecek biçimde homojenleşir. Metin Özuğurlu’nun belirttiği üzere güvencesiz çalışma sınıf içi farklılıkları türdeşleştirirken, esnek çalışma istihdam biçimlerini çeşitlendirdiğinden işçi sınıfı içerisindeki farklılıkları derinleştirir.1 Bölmelenmiş iş gücü piyasası, emek aristokrasinin oluşumu dahil olmak üzere, sınıfın parçalanmasını kolaylaştırır.

KAMUDA VE ÖZEL SEKTÖRDE ESNEKLİK

Güvencesiz ve esnek çalışmanın norm haline gelmesinde uluslararası sermaye örgütlerinin hükümetleri yönlendirmesinin ve hazırladıkları programların payı büyüktür. Dünya Bankası ve IMF yanında, Dünya Ticaret Örgütü bünyesinde imzalanan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) ile hizmet sektörlerinin uluslararası piyasalara açılması hızlandırıldı. Türkiye’nin de 1994 yılında imzaladığı GATS’la emek piyasalarının serbestleştirilmesine hız verildi.

Kamu sektöründe esnek istihdamı 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na eklenen 4-B (sözleşmeli personel statüsü) ve 4-C (geçici personel statüsü) maddelerinde görebiliriz. Sağlık ve eğitim gibi temel kamu hizmetleri başta olmak üzere alt-işverenlik ilişkileri, geçici, sınırlı, yarı-zamanlı iş sözleşmeleri yaygınlık kazanmıştır.

Özel sektörde esnek istihdam 4857 sayılı İş Yasası ile kurumsallaştı. Esnek istihdamı atipik olmaktan çıkaracak düzenlemeler yapılmış; kısmi süreli, geçici, sözleşmeli çalışma tiplerine hukuksal dayanak kazandırılmıştır. Özel istihdam büroları kurularak iş, istihdam, vasıf artırma, gelir güvenceleri şirketlerin ve piyasanın kontrolüne bırakılmıştır.

KALKINMA PLANI VE OVP’DE ESNEKLİK

Esnek çalışma kamu ve özel sektörde farklı pratiklerle ve fiili olarak uygulanırken “Neden şimdi böyle bir düzenleme yapılıyor?” sorusu akla gelebilir. Bu soruya yanıt ararken birikim rejiminin ana hatlarını oluşturan ve farklı sermaye gruplarının ihtiyaçlarına yanıt üreten iki ana programda esnek çalışmanın nasıl yapılandırıldığını incelememiz gerekir.

2024-2028 yıllarını kapsayan 12. kalkınma planında esnek çalışmanın “yeni nesil esneklik modelleri” şeklinde formüle edildiğini görebiliriz. Yeni nesil esneklik tipleri ise kendilerinin belirttiği üzere uluslararası kapitalist trendlere göre şekillenir.

Planın 253. maddesinde “Yeşil ve dijital dönüşümle beraber yeni iş yapma biçimlerinin ve farklı mesleklerin ortaya çıkması”ndan hareketle uzaktan, bağımsız ve esnek çalışmanın norm haline gelmesi”nden bahsedilir.

Bununla bağlantılı olarak 405. maddede sosyal güvenlik mevzuatı ve uygulamalarının yeni nesil esnek çalışma modellerine uyumlu hale getirileceği, 697. maddede ise uzaktan çalışma gibi esnek çalışma modellerinin kayıtlı ve güvenceli bir şekilde uygulanacağı ve yaygınlaştırılacağı belirtilir.

Mehmet Şimşek’in ‘enflasyonla mücadele’ adı altında emekçilerin haklarına saldırdığı “tasarruf programı”nda da yer alan “Kamu sektöründe esnek çalışma modellerinin uygulanmasına yönelik mevzuat çalışmaları” ibaresini kalkınma planında da görebiliriz.

2024-2026 yıllarını kapsayan orta vadeli programda ise, kalkınma planıyla eş güdüm içerisinde yeni nesil esnek çalışma modellerine ilişkin hazırlıklar takvimlendirilmiştir.

Uzaktan, kısmi ve geçici süreli çalışma ile platform çalışması gibi yeni nesil esnek çalışma modellerinin yürürlüğe konması amacıyla 2024 yılının 3. çeyreğinde “iş gücü piyasalarının güvenceli esnekleştirilmesine” dair kanunun çıkarılması, 2025 yılının 1. çeyreğinde ise “İş Kanunu’nda sosyal taraflarla diyalog halinde yapılacak değişiklikler” ve bu doğrultuda gerçekleştirilecek ikincil mevzuat çalışmaları ile iş gücü piyasalarında güvenceli esneklik için başka bir yasal düzenlenme yapılması planlanmıştır.

GÜVENCELİ ESNEKLİK ALDATMACASI

“Uzaktan, kısmi ve geçici süreli çalışma ile platform çalışması gibi yeni nesil esnek çalışma modellerine dair mevzuat değişikliği” çalışmasının merkezinde “güvenceli esneklik” olarak anılan modelin yer aldığını görebiliyoruz.

“Güvenceli esneklik” kavramsallaştırmasının kökeni, Avrupa Konseyi ve Avrupa İstihdam Stratejisi’ne kadar uzanır. Avrupa Konseyi belgesine göre “Esneklik ve güvenlik arasında doğru denge sağlamak”, “Firmaların rekabet gücünü desteklemek”, “İş yerinde kalite ve üretkenliği artırmak”, “Firmaların ve işçilerin ekonomik değişime uyum sağlaması” gibi gerekçelerle sermaye ve emek arasındaki ilişkiye sermaye lehine bir boyut kazandırılır. İşverenlerin birden çok esneklik tipinde emekçiyi istihdam etmesi kolaylaştırılır.

Özünde atipik olmaya devam eden esnek istihdam modelleriyle amaçlanan, “güvenceli esneklik” şemsiyesi altında çalışan emekçilere dayatılan iş ve görevlerin kabul ettirilmesi, işle birlikte emekçinin de görev tanımı, iş yeri mekanı ve çalışma süresi açısından esnemesidir. Basına yansıyan esnek çalışmaya dair 6 modelin merkezinde bu yer alır.

Mesailerin esnek ve çekirdek olarak ikiye ayrılması, kamudaki çalışanların çekirdek zamanda kurum içinde bulunmaları, esnek zamanda bu zorunluluğun aranmaması, çekirdek zamanın günlük çalışma süresi içerisinde en fazla 5 saat olması, esnek zamanın ise kurum yöneticileri tarafından belirlenmesi planlanmaktadır.

Salgın döneminde yaygınlaşan, hibrit olarak anılan ev-iş yeri bileşimli çalışmanın en önemli sorunlarından birisi mesai kavramının formel anlamını ve statüsünü yitirerek, çalışma sürelerinin üretimin genel karakterine göre uzatılması ve muğlaklaştırılmasıdır. Boş zaman ile mesai birbirine karışır ve çalışma süreleri tüm gündelik hayatı içerecek şekilde yayılır.

Eurofound’un verilerine göre, salgın döneminde uzaktan çalışanların ofisten çalışanlara kıyasla, AB’nin haftada 48 saatlik yasal çalışma sınırını 2 kat aştığı görüldü. Buna göre, uzaktan çalışanların neredeyse yüzde 30’u her hafta boş zamanlarında birden fazla kez çalışmak zorunda kaldı.

Genel hatlarından anladığımız kadarıyla “yeni nesil esneklik” olarak pazarlanan ve aslında fiilen uygulanan esnek istihdam tiplerinin yasal bir çerçeveye alınarak tamamen resmi kontrol ve denetim altına alınması isteniyor. Bu yolla, emek piyasasının yerli ve çok uluslu şirketler için düzenlenmesi, emeğin üzerindeki dolaysız denetimin artırılması öncelikler arasında yer alıyor.

Güvence ve esneklik gibi yan yana gelemeyecek iki terimin ısrarlı bir tutumla politikaya dönüştürülmesine karşı sendikaların ve emek örgütlerinin seslerini yükseltmesi şarttır.

1) Metin Özuğurlu, “TEKEL Direnişi: Sınıflar Mücadelesi Üzerine Anımsamalar”, Gökhan Bulut (der.). Tekel Direnişinin Işığında Gelenekselden Yeniye İşçi Sınıfı Hareketi, Nota Bene Yayınları, 2010

                                                           /././

‘Kolektif Şiddet Siyaseti’ -Yücel Demirer-

TBMM, Türkiye İşçi Partisinden Hatay milletvekili seçilen Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi süreciyle ilgili olarak 16 Ağustos Cuma günü olağanüstü toplandı. Şiddetle dolu geçen ve defalarca ara verilen oturumda, TİP Milletvekili Ahmet Şık konuşurken AK Parti’li Alpay Özalan, Şık’a saldırarak yumruk attı. Saldırı sonrasındaki kargaşada DEM Parti’li Gülistan Kılıç Koçyiğit’in kaşı açıldı. CHP’li Okan Konuralp yaralandı. TBMM’de dökülen kan sonrasında Şık ve Özalan’a kınama cezası verildi. Akşam saatlerinde oturumun sona ermesi ve TBMM’nin tatile girmesiyle Atalay hakkındaki süreç daha da tuhaf, belirsiz bir hal aldı. CHP, Anayasa Mahkemesinin Can Atalay hakkındaki kararının okutulması istemiyle TBMM Genel Kurulunu 10 Eylül’de tekrar olağanüstü toplantıya çağıracağını açıkladı.

Tartışmalar bir gün öncesinde başlamıştı. 16 Ağustos’taki oturumu Bekir Bozdağ’ın yöneteceğinin öğrenilmesi muhalefet partilerinde tepkiye neden oldu. Bekir Bozdağ, Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi kararını okuyan başkan vekiliydi ve oturum yönetme sırası Bozdağ’da değildi. TİP Milletvekili Ahmet Şık da konuşmasına bu tuhaflığa tepki göstererek başladı ve hemen sonrasında saldırıya uğradı.

En önemli fotoğraf karesi, Şık’ın saldırgan Alpay Özalan kendisine yaklaşırken bu saldırıyı beklemeyişi, aklına getirmeyişi ve bu nedenle bir savunma hamlesi yapmayışını çerçeve içine alan kareydi. Saldırıya uğrayanın bu vahimlikte bir saldırıyı beklemediği için kendini korumak üzere ellerini bile kaldırmadığı olay, kürsü dokunulmazlığı, ifade özgürlüğü, parlamento etiği, medeniyet ve terbiye kavramlarının hepsini aynı anda düşüncelerimize yığdı.

Sonuç olarak demokratik siyasal sürecin temel payandası ve garantilerinden olan ‘kürsü dokunulmazlığı’nın ülkemiz parlamentosunda bir anlamı olmadığı, ‘kolektif şiddet’in sokaklarımıza, hastanelerimize, okullarımıza olduğu gibi TBMM’ye de yansıdığı insanı allak bullak eden bir naklen yayında tescillenmiş oldu.

                                                       * * *

Bu yazının başlığı sosyoloji, siyaset bilimi ve tarih disiplinleri arasındaki sınırları yok sayan ve bu alanların hepsinde uzman sayılan Charles Tilly tarafından yazılmış bir kitabın başlığından alındı.

Yıllarca barış içinde bir arada yaşayan insanların neden aniden birbirlerine şiddet uygulamaya hatta birbirlerinin canına kastetmeye başladığı sorusu Tilly’nin temel çıkış noktası oluyor. Tilly yaratıcı bir yaklaşımla, sokaklarda, barlarda, işçi grevlerinde, köylü isyanlarında, etnik mücadelelerde, iç savaş ve hatta devletler arası savaşlarda yaşanan şiddeti ‘kolektif şiddet’ başlığı altında ve bir bütün olarak değerlendiriyor. Bu doğrultuda farklı şiddet türlerini anlamlandırmak için birleştirici bir çerçeve arayışına giriyor ve sonuç olarak insanları “biz” ve “onlar” olarak ayıran siyasal davranışın şiddeti tetiklediğini savunuyor. Tilly’e göre şiddet, geçmişten gelen nefretten ziyade ‘ani belirsizlikler’den ve hızla ‘altüst olan sosyal koşullar’dan kaynaklanıyor. Tilly bu noktada iktidar sahiplerinin toplum içinde uzlaşma kanallarını açık tutma, mevcut ayrımların negatif sonuçlarını denetleme, kutuplaşmanın zehrini savuşturma kapasitesindeki gerilemenin etkili olduğunu düşünüyor. Charles Tilly bu iddiasını geliştirerek, kolektif şiddetin karakteri ve yoğunluğunun büyük ölçüde içinde yaşanan ülkedeki siyasal sisteme, hükümetin türüne ve kapasitesine bağlı olduğunu, iktidarın yönetememesinin bir sonucu olduğunu ifade ediyor. Tilly’e göre demokratik rejimlerde, daha geniş katılım imkanları, oturmuş kurumlar ve daha kapsamlı bir biçimde korunan haklar nedeniyle otoriter olanlara göre daha az grup şiddeti yaşanıyor.

                                                        * * *

Çetin Altan, TİP milletvekili olarak TBMM’de yaptığı zeki konuşmalar ve akılda kalan yorumlarıyla hafızalarda yer etti. Bu nedenle dönemin iktidarı kendisinden nefret etti. Bu nedenle 19 Şubat 1968 günü Adalet Partili parlamenterlerin saldırısına uğradı. Yumruk ve tabanca kabzası ile vurulan darbeler nedeniyle gözünde kalıcı hasar oluştu.

Yıllar sonra yaşadığı linç girişimini anlatırken söylediği şu sözler ‘kolektif şiddet siyaseti’ne verilecek cevabın kritik bir bileşeni olarak kulaklarımıza küpe olmalı: “Bir santimetre beyaz etim yoktu, ama başımı saklamıştım bir banyo yaptım, yazımı da yazdım, ertesi gün çıktım geldim. Üç aya kalkamaz, kemikleri kırıldı diye konuşuyorlarmış, beni görünce hortlak görmüş gibi oldular.”

Öte yandan Ahmet Şık’a yönelik saldırının yumruğu atan saldırganla sınırlandırılmaması gereken kolektif niteliği de akıldan çıkarılmamalı.

Son aylarda TBMM kürsüsünde halk adına söz hakkını kullanan vekillerin karşı karşıya kaldığı sistemli saldırılar ve ‘kürsü dokunulmazlığı’na yönelik ihlaller bu konuda zihinsel bir hazırlık gerektiriyor. Kolektif şiddet, demokrasi kıtlığı çekilen, iktidarın kutuplaşma ile ayakta tutulmaya gayret edildiği ortamlarda tehlikeli ama tutarlı bir yer işgal ediyor. Şiddet siyaseti, şiddet içermeyen siyasetle durmaksızın iç içe geçirilerek olağanlaştırılmaya çalışılıyor. Beklenmedik durumlarda kalleşçe yaşatılarak kalıcı bir korkunun özgür düşünceyi kötürüm etmesi ve bir kapıkulu muhalefeti anlayışının yerleştirilmesi amaçlanıyor.

İçinden geçtiğimiz şiddet dolu dönemde, şiddet ile karşı karşıya kalındığı anda ve sonrasında buna cevap içeren bir sosyal etkileşimin kurulması büyük önem taşıyor. Kolektif şiddetin nedenlerinin, kombinasyonlarının, aktörlerinin ve ortamlarının tespit edilmesi kolektif şiddetin kodlarının deşifre edilmesine yardımcı olurken, şiddetin sistemli bir biçimde siyasal alanda kullanılmasının da panzehri olacaktır.

                                                            /././

Solingen’de terör saldırısı: Irkçıların ekmeğine yağ sürülüyor -Yücel Özdemir-

23 Ağustos’ta Solingen’de gerçekleştirilen terör saldırısının, aşırı sağcılar ve muhafazakarlar tarafından özellikle mültecilere ve Müslümanlara yönelik bir kampanyaya dönüştürüleceği kesin.

Almanya, cuma gecesinden itibaren, Solingen’in 650. yılını kutlamak amacıyla düzenlenen “Çeşitlilik Festivali”nde gerçekleşen bıçaklı saldırıyı konuşuyor. Adından da anlaşılacağı gibi, farklı kültürlerden, inançlardan ve renkten insanları bir araya getirerek kentin kuruluşunu kutlamayı amaçlayan bu festival, İslamcı teröristler tarafından kana bulandı.

65 ve 56 yaşlarındaki iki erkek ile 56 yaşındaki bir kadın, gece saat 21.37 civarında gerçekleşen bıçaklı saldırıda olay yerinde hayatını kaybetti. Ayrıca, dördü ağır olmak üzere sekiz kişi yaralandı.

Güvenlik güçleri, saldırganın kimliği ve saldırının neden yapıldığı konusunda gün boyunca araştırma yaparken, 24 saat geçmeden IŞİD telegram hesabından saldırıyı üstlendi. Saldırının gerekçesi olarak ise Gazze ve diğer yerlerde Müslümanlara yönelik saldırıları protesto etmek gösterildi. Saldırının gerçekleştirilme biçimi, başından itibaren İslamcıların saldırının arkasında olabileceği düşüncesini akıllara getirmişti. Ancak somut bir bilgi ve kanıt bulunmadığından güvenlik güçleri gün boyunca temkinli davrandı. Bazı görgü tanıklarının saldırganın "Arap görünümlü" olduğu yönündeki açıklamaları ise basında pek öne çıkmadı.

SALDIRGAN SURİYELİ BİR MÜLTECİ

Bu ifadeler üzerine polis, Solingen’deki bir mülteci yurduna baskın düzenledi ancak eli boş döndü. Aynı saatlerde, 26 yaşındaki Suriyeli mülteci Isa el H., kentte devriye gezen bir polis arabasına yaklaşarak teslim oldu ve saldırıyı kendisinin gerçekleştirdiğini itiraf etti. "Spiegel Online”ın güvenlik birimlerine dayandırarak verdiği habere göre, saldırganın üzeri kanlı ve kirliydi. Teslim olduğu sırada, üç kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırıyı gerçekleştirdiğini itiraf etti. Haberde, saldırganın Suriye'nin Deyrizor kentinde doğduğu ve Aralık 2022’den beri Almanya’da mülteci olarak yaşadığı belirtildi. İlk geldiğinde Bielefeld kentinde iltica başvurusunda bulunan Isa el H.’nin radikal dinci olduğuna dair herhangi bir bilgi bulunmuyordu.

Bu itirafın ardından, Federal Başsavcılık, ortada bir terör saldırısı olduğu için soruşturmayı devraldı. Üç kişiyi öldürme, çok sayıda kişiyi öldürmeye teşebbüs ve terör örgütü üyesi olmaktan ötürü saldırgan hakkında dava açılması bekleniyor ve kendisi için ağır bir ceza isteneceği açıkça görülüyor.

İSLAMCILAR IRKÇILARIN EKMEĞİNE YAĞ SÜRMEYE DEVAM EDİYOR

23 Ağustos’ta Solingen’de gerçekleştirilen terör saldırısının, aşırı sağcılar, muhafazakarlar ve diğer kesimler tarafından özellikle mültecilere ve Müslümanlara yönelik bir kampanyaya dönüştürüleceği kesin. Bu tür terör saldırılarının, Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi Almanya’da da en fazla aşırı sağcı, ırkçı Almanya için Alternatif (AfD) partisinin işine yarıyor. Halk arasında güvenlik endişeleri nedeniyle mültecilere karşı düşmanlığı körükleyen, her mülteciyi potansiyel bir terörist olarak gören bu güçler, siyasi olarak bunun üzerinden güç topladıklarının farkında. Özellikle İslam ülkelerinden gelen göçmenler ve mültecilere karşı düşmanlık, aşırı sağın güç kazanmasında büyük rol oynadı.

Almanya’da son yıllarda İslamcılar tarafından benzer pek çok saldırı düzenlendi. Örneğin, 19 Aralık 2016’da Berlin’deki Noel Pazarı’nda Anis Amri adındaki İslamcı tarafından düzenlenen TIR saldırısında 13 kişi hayatını kaybetmişti. Bu yıl 31 Mayıs’ta ise Afganistan’dan gelen bir mülteci tarafından Mannheim’de gerçekleştirilen bıçaklı saldırıda 29 yaşındaki bir polis öldü.

ZAMANLAMA DİKKAT ÇEKİCİ

Solingen’de cuma günü gerçekleştirilen saldırının zamanlaması da dikkat çekici. 1 Eylül Pazar günü Saksonya ve Thüringen eyaletlerinde parlamento seçimleri yapılacak. Her iki eyalette de aşırı sağcı AfD, hükümet ortağı olmaya aday. Hatta anketlere göre Thüringen’de birinci parti konumunda. Bu hafta içinde Solingen’deki saldırının yoğun bir şekilde kullanılacağı anlaşılıyor. Özellikle muhafazakar Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) partisine oy veren seçmenler hedef alınacak. Zira Solingen’in bulunduğu Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinde CDU-Yeşiller koalisyon hükümeti işbaşında ve İçişleri Bakanlığı da CDU’da.

Dolayısıyla, aşırı sağcıların pazar günü Saksonya ve Thüringen eyaletlerinde beklenenden fazla oy almaları olası görünüyor.

                                                        /././

                                            Evrensel - GÜNDEM

Erdoğan eski AKP milletvekilinin fabrikasının açılışında muhalefeti "şahsi menfaatle" suçladı

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bitlis'te eski AKP Bitlis Milletvekili Vahit Kiler'in holdinginin tekstil fabrikasının açılışında yaptığı konuşmada muhalefeti "şahsi menfaat" ilişkileri ile suçladı.(https://www.evrensel.net/haber/526459)

                                                                  ***
Çiftçinin mazotu eyleme bile yetmedi
Uşak Havalimanı İkisaray köyü kavşağında toplanan çiftçiler, hükümete erken seçim çağrısında bulunan pankartlar açarak, Uşak-İzmir yolunda traktörleriyle eylem yaptı. Uşak Belediye Başkanı Özkan Yalım'ın da destek verdiği eylemde, mazot deposu boş olan çiftçiler eylemi kısa mesafede bitirmek zorunda kaldı.(https://www.evrensel.net/haber/526449)

                                                         ***

‘Bağış’ yoksa kayıt yok -Neslihan KARYEMEZ-












2024-2025 eğitim öğrenim yılının başlamasına sayılı günler kaldı. Okul forması, okul araç gereçleri için yapılacak masraflar sırtımızdaki yükü artırıyor. Çocuklarını okula yeni kaydettirecek velilerin karşısına “bağış” adı altında yüklü kayıt masrafları çıkartılıyor. Küçükçekmece’nin çeşitli mahallelerinde çocuklarını ana sınıflarına, ilkokula kayıt yaptırmak isteyen kadınlar “bağış” adı altında okul yönetimlerinin kayıt parası istemesine tepki gösteriyorlar. Ama “Ödemezsen çocuğun kaydını sileriz” tehdidi karşısındaki çaresizlik hissi, eğitim masrafları gibi omuzlara çöküyor.(https://www.evrensel.net/haber/526406)
                                                   
                                                   ***

Çevre Mühendisleri Odası: İzmir Körfezi kirliliği ile ilgili etkin denetim gerekli

TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şubesi körfezde yaşanan başlık ölümlerine ilişkin tüm verilerin şeffaf bir şekilde paylaşılarak kamuoyunun doğru bir şekilde bilgilendirilmesi çağrısı yaptı.(https://www.evrensel.net/haber/526453)

                                                                   ***
CHP’li İlgezdi: 7 ayda 225 kadın katledildi

CHP İstanbul Milletvekili Dr. Gamze Akkuş İlgezdi, 2024 yılının ilk 7 ayında 225 kadın cinayeti gerçekleştiğini açıkladı. AKP iktidarı için kadının ne adının ne de kıymetinin olmadığını ifade eden İlgezdi, "Bir gecede İstanbul Sözleşmesi’nden çıkan AKP iktidarının eseri yaşanan bu acı tablo. İstanbul Sözleşmesi’nin kadınlar için ne kadar önemli olduğunu yaşanan kadın cinayetlerindeki artışla görebiliyoruz” dedi. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ve Anıt Sayaç verilerini  değerlendiren CHP İstanbul Milletvekili Dr. Gamze Akkuş İlgezdi,  “2013-2023 yılları arasında en az 3 bin 969 kadın cinayete kurban gitti. İllere göre 2024 yılının ilk 6 ayında kadın cinayetinde İstanbul birinci sırada, Ankara ikinci ve İzmir üçüncü sırada. En az diyoruz çünkü üstü kapatılan, basına yansımayan kadın cinayetleri var biliyoruz” dedi.(“TEDBİR KARARINA RAĞMEN 16 KADIN ÖLDÜRÜLDÜ”) Yaşanan acı tablonun bir gecede İstanbul Sözleşmesi’nden çıkan AKP iktidarının eseri  olduğuna dikkat çeken İlgezdi, "İstanbul Sözleşmesi’nin kadınlar için ne kadar önemli olduğunu yaşanan kadın  cinayetlerindeki artışla görebiliyoruz. Neredeyse her gün kadın cinayetleri ile yüreğimiz yanarken AKP iktidarı ne yapıyor, 6284 sayılı yasayı zayıflatmak için her türlü çalışmayı yapıyor bunlardan biri de koruma kararını ihlal eden erkeklere yönelik verilen hapis cezası için itiraz edilmesi yolunda çalışmalar yapılıyor. Kadın Cinayetlerini  Durduracağız Platformu verilerine göre, 2024’ün ilk 6 ayında 16 kadın tedbir kararına rağmen öldürüldü. AKP iktidarı için kadının adı, kadının  kıymeti yok bu acı gerçek apaçık ortada.” dedi.(“İKTİDARIN HER ADIMI 6284’Ü ZAYIFLATIYOR”) Erkek hegemonyası yaratan, gerekli koruma tedbirleri ve denetimleri yapmayan, ‘kadınla erkeği eşit konuma getirmenin fıtrata aykırı’  olduğunu belirten AKP iktidarının yarattığı yeni Türkiye’de verilerin kadınların en çok evlerinde öldürüldüğünü gösterdiğini açıklayan İlgezdi, "2024 yılının ilk 6 ayında kadınların 117’si evinde öldürüldü, öldürülen 205 kadının 86’sı evli olduğu erkek, 20’si eskiden evli olduğu  erkek, 19’u babası, 15’i tanıdığı biri, 10’u akrabası, 9’u oğlu, 3’ü kardeşi tarafından öldürüldü. Aileyi korumak adına atılan her adım aslında 6284’ün etkinliğini zayıflatıyor, kadınlar sokak ortasında vahşice öldürülüyor, buna son vereceğiz. 6284’ü uygulatacağız, mücadelemiz bitmeyecek" diye ifade etti.

                                                           ***

“Son sığınak” Kuş Cenneti'nde yine çöp yığınları yükseliyor

Afrika ve Asya'dan göç eden yüz binlerce kuşun “son sığınağı” olarak nitelendirilen Hatay'daki Milleyha Kuş Cenneti, yine moloz ve çöp yığınlarıyla doldu.(https://www.evrensel.net/haber/526464)

(EVRENSEL)