T-24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -10 Ekim 2024-

 

İşte belgesi: Köfteci Yusuf’la ilgili domuz eti tespiti, şubat ve mart aylarındaki iki raporla yapılmış -Cengiz Anıl Bölükbaş-

Firmanın isminin Tarım ve Orman Bakanlığı’nca açıklanmasının engellenmesi konusunda bir yargı kararının olup olmadığı aydınlanmadı

İşte belgesi: Köfteci Yusuf’la ilgili domuz eti tespiti, şubat ve mart aylarındaki iki raporla yapılmış

Tarım ve Orman Bakanlığı'nın denetimleri sonucu, Köfteci Yusuf’a ait numunelerde domuz eti bulunduğuna yönelik tespitin, geçtiğimiz şubat ve mart aylarında yapıldığı ortaya çıktı. İki ayrı raporda da alınan numunelerde “tırnaklı-kanatlı” örneğine rastlanmadığı ancak domuz etinin bulunduğu tespit edildi. 27 Şubat ve 7 Mart tarihli raporlarla ilgili olarak itirazda bulunup bulunulmadığı, firmanın isminin Tarım ve Orman Bakanlığı’nca açıklanmasının engellenmesi konusunda bir yargı kararının olup olmadığı ise aydınlanmadı.

Tarım ve Orman Bakanlığı, geçtiğimiz günlerde taklit ve tağşiş yapılan gıdalar listesi yayınladı. Listenin ardından, Düzce'deki bir yemek firmasının ürünlerinde domuz eti bulunduğunu açıklandı. Bazı ünlü börekçilerin ürünleri de benzer iddialarla gündeme geldi. Bu ürünlerde kanatlı eti ve taşlık karıştırıldığı ortaya çıktı.

Son olarak sosyal medyada, ünlü bir köfte zincirinin ürünlerinde domuz eti bulunduğu tartışılmaya başlandı. Çok sayıda gazeteci, bu firmanın Köfteci Yusuf olduğunu ima eden paylaşımlarda bulundu. Ortaya atılan iddiaya göre, Tarım ve Orman Bakanlığı'nın yaptığı denetimlerde, Köfteci Yusuf isimli köfte zincirinin iki şubesinden alınan örneklerde domuz eti tespit edildi ancak firmanın adı açıklanmadı.

Mahkeme kararıyla mı engellendi?

Köfteci Yusuf’un, isminin açıklanmaması için bakanlıktan önce harekete geçip konuyu mahkemeye taşıyarak yürütmeyi durdurma kararı aldığı ve firmanın taklit/tağşiş listesinde adının açıklanmasını engellediği ileri sürüldü. Ancak, konuya ilişkin mahkeme kararı ortaya çıkmadı. Firmadan ve bakanlıktan da bu konuda açıklama yapılmadı.

Firmadan açıklama yok

Gazete Pencere'den Leyla Aydoğan'ın ulaştığı Köfteci Yusuf'un avukatı Ali Uslu, konu hakkında bilgisi olmadığını, açıklama yapamayacağını ve iddialara cevap veremeyeceğini belirtti.

Aylar önce tespit edilmiş

T24’ün ulaştığı belgelere göre, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yaptığı denetimlerin ardından Köfteci Yusuf’tan alınan numunelerde domuz eti tespit edildi.

27 Şubat ve 7 Mart tarihlerinde sonuçlanan iki farklı muayene ve analiz raporunda, numune olarak alınan dana eti döneri ve tüketime hazır pişmiş köftede domuz etine rastlandı. Yapılan incelemelerde, tek tırnaklı ya da kanatlı hayvan eti ise tespit edilemedi.

İncelemeler pişmiş köfte eti ve dana eti dönerinden numune alınarak yapıldı. Pişmiş köfte etinden 300 gram, dana eti dönerinden 400 gram numune alındı. Raporlara göre her iki üründe domuz eti tespit edildi.

 

                                                              /././

Fizikten sonra kimyada da Nobel’i yapay zekâ aldı -Eray Özer-

Bu yılın Nobel ödüllerine yapay zekâ damga vurmaya devam ediyor. Fizikten sonra Nobel Kimya Ödülü de yapay zekâ destekli çalışmalara verildi

Nobel ödüllerinde bu yıl yapay zekânın yılı oluyor, desek yeridir.

Fizik alanında makine öğrenmesi alanında çalışan ve aslında fizikçi olmayan isimler ödüle lâyık görülmüştü.

Şimdi de kimyada benzer bir durum yaşandı.

Ödül komitesi ödülü yarısının Demis Hassabis ve John Jumper’a, diğer yarısının ise David Baker’a verilmesini uygun gördü.

2024 Nobel Kimya Ödülü'nü David Baker, Demis Hassabis ve John Jumper kazandı

Bu üç isim de bilgisayar yardımıyla insan hücrelerinin yapıtaşı olan proteinlerin tanımlanması ve yeni protein yapılarının üretilmesi alanında çalışıyor.

Ödülü alan isimlerden Damis Hassabis ve John Jumper tıpkı fizik ödülünü alan Geoffrey Hinton gibi Google kökenli isimler.

Hatta Hassabis’in kurucusu olduğu yapay zekâ şirketi DeepMind, Google’ın üst şirketi Alphabet tarafından satın alındı ve daha sonra yoluna Hassabis önderliğinde Google DeepMind ismiyle devam etti.

Demis Hassabis

Hassabis, Google DeepMind çatısı altında John Jumper ile birlikte protein türlerinin yapılarının tahmin ve tasnif edilmesinde kullanılan AlphaFold isimli yapay zekâ destekli yazılımı geliştirdi.

Amino asitlerin bir araya gelerek oluşturduğu proteinler katlanarak ve üç boyut kazanarak canlıların temel yapıtaşlarını oluşturuyor.

Bu katlanma ve üç boyutlanma sonrasında proteinler vücudun çeşitli bölgelerinde çeşitli fonksiyonlara kavuşuyor.

Bu proteinlerin oluşum prensiplerinin bilinir hale gelmesinin birçok hastalığın teşhis edilmesinde ve tedaviye yönelik ilaç gelişiminde büyük ilerlemelerin önünü açacağı dile getiriliyor.

AlphaFold şimdiye kadar bilinen protein yapılarının tamamını, toplamda 200 milyon kadar protein yapısını tahmin etmeyi başarmıştı.

Komite açıklamasında üç aşamalı planlanan AlphaFold projesinin özellikle AlphaFold 2 aşamasının alanında kelimenin tam anlamıyla bir devrim yarattığını dile getirdi.

Damis Hassabis ve John Jumper’ın ödül aldıkları AlphaFold projesini biz Türkiye’de geçen hafta T24 Yıllık Konferansı’nda Google Türkiye CEO’su Mehmet Keteloğlu’dan dinlemiştik.

Keteloğlu, T24 Konferası’nda Google DeepMind’ın şimdi de AlphaProteo adını verdikleri yeni bir projeyle birbirine uygunluğu tespit edilen proteinlerin birleşiminden oluşan yeni protein yapıları üreteceklerini, bunun da özellikle sağlık ve ilaç sektöründe birçok yeniliği tetikleyeceğini aktarmıştı.

Ödülün diğer sahibi David Baker da benzer bir alanda çalışan bir bilim insanı. Baker’ın Washington Üniversitesi’ndeki laboratuvarında geliştirdiği Rosetta@home isimli yazılım, protein yapılarını tahmin etmek için kitle kaynaklarını kullanma prensibiyle çalışıyor.

Rosetta@home’a uzaktan bağlanan 55 bin kadar gönüllüye ait bilgisayarlar, toplamda büyük bir süper bilgisayara dönüşerek protein çalışmalarına katkı sağlıyorlar.

Baker ayrıca bu işi Foldit ismini verdiği bilgisayar oyunuyla bir tür oyuna da çevirmiş ve kullanıcılar bu oyunda bulmacaları çözerken aslında proteinlerin yapılarını çözümlüyorlar.

Tıp Ödülü’nü mikroRNA çalışmaları aldı

Sahibini bulan bir diğer Nobel ise tıp alanında oldu. Nobel Tıp Ödülü bu yıl iki isme, Victor Ambros ve Gary Ruvkun’a verildi.

Victor Ambros (solda) ve Gary Ruvkun (sağda)

Bu iki bilim insanı da insan hücrelerinin fonksiyon farklılıklarının oluşmasında genetik düzenleme işlevini yerine getiren mikroRNA’ları araştırıyordu.

Genetik kodları proteinlerin oluşumuna aktararak hücrelerin ayrışmasını sağlayan mikroRNA’lar sayesinde karmaşık yaşam formları mümkün hale geldi.

MikroRNA’ların çalışma şekline dair bilgimiz arttıkça kanser, doğuştan gelen hastalıklar gibi durumlarda mikroRNA’ların kodlama hatalarını saptayıp bu hataların önüne geçme ihtimali de artabilir.                                               

                                                       /././

Semih Çelik yaşasa ne olacaktı?-Gökçer Tahincioğlu-

Semih Çelik, iki genç kadını katledip, ardından intihar etmese de çok fazla değişen olmayacaktı, iyimser bir tahminle 12 yılda serbest kalabilecekti. Semih Çelik yaşasa, bu kötülüğü bir biçimde, bir aşamada yine yapabilecekti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, konuşuyor:

“İnsanlarımızın hayatını güvenle hissedebilmesini sağlamak için ne gerekiyorsa yapacağız. Belirli suçlarda infaz hükümlerinin, alınan cezanın yüzde 10'u cezaevinde geçirildikten sonra işlemeye başlaması sağlanacaktır. Mesela 5 suç kaydı olan birinin, diğer davalarının bitip sabıka kaydına işlenmesi beklenmeden tutuklu yargılanmasının önü açılacak. Tutukluluk süresi, kişinin işlediği suçlar ve alacağı cezalarla orantılı belirlenecek."

Yapılacak bu düzenlemelerin katillere değil gazetecilere, hırsızlara değil fikirlerini açıklayanlara, tacizcilere değil onlara karşı eylem yapanlara uygulanacağından kuşku duymayan var mı?

Bugüne kadar çıkartılan bütün örtülü af yasalarına, covid izni dahil, itinayla “terör suçları vs. kapsam dışındadır” yazılması besliyor bu kuşkuyu elbette.

Bakmayın öyle “terör suçları” yazmasına. Öyle yazılınca bir şeymiş gibi algılanıyor… Yapılanları yazan gazeteciler bu kapsama alınıyor, basın açıklaması yapanlar bu kapsama alınıyor, iki sosyal medya mesajı yazanlar bu kapsama alınıyor.

12 yılda dört kez infaz düzenlemesi yapıp, bütün suçluları dışarıya salıp şimdi yeniden toplamaya çalışmak da büyük beceri!

* * *

Semih Çelik’in iki genç kızı öldürüp intihar etmesinin ardından inceller, psikopatlar, suç makineleri tartışılıyor.

Suç işleyenler marjinal gruplarla sınırlıymış gibi, bir suç patlaması olmamış, her gün yeni bir olay yaşanmıyor gibi. Kutsal aile yapımızda hiç böyle şiddet eylemleri görülmüyor gibi…

Öldürülen İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil, her an öldürülebilecek, yaralanabilecek, taciz edilen, huzursuz, rahatsız edilen, istenildiğinde edilebilecek kadınlardan ikisiydi…

İkbal Uzuner (solda) ve Ayşenur Halil (solda)

* * *

Aile neden taşınmadı, neden şikâyet edilmedi, neden şu yapılmadı, neden böyle olmadı diye sorular birbirini izliyor…

Semih Çelik bu cinayetleri işlemese ve herkes hayatta olsa da çok bir şey değişmeyecekti.

Semih Çelik

Diyelim mi genç kadınlardan biri ardı ardına Semih Çelik’i şikâyet etti… Olacakları anlatalım…

Öncelikle bu genç kadınlardan biri taşınmış olsa bile Çelik, avukatı aracılığıyla dosyayı inceletebilecek ve adres bilgilerine ulaşabilecekti. Özel bir gizlilik kararı alınmadıysa kendisinin de inceleme hakkı var. Gidip kimin ihbarda bulunduğunu görüp, bütün adreslerini alabilir…

* * *

Diyelim ki ısrarlı ihbarlar üzerine Semih Çelik hakkında uzaklaştırma kararı verildi. Bu durumda da kimse güvende olmayacaktı.

Küçük bir örnek:

2019’da Eskişehir’de Ayşe Tuba Arslan sokak ortasında öldürüldü.

Ayşe Tuba Arslan

Öldürüldüğünde katil Yalçın Özalpay hakkında açılmış onlarca dosya vardı.

Arslan, 23 şikâyet, 4 koruma kararı, 13 soruşturma sonunda hiçbir sonuç alamadı ve öldürüldü. Sıfır yaptırım nedeniyle hayatını kaybetti.

Elbette böyle olacak zira sistemin işleyişinde sorun.

Uzaklaştırma kararına uyulmadığında kadınların karakola bildirimde bulunması gerekiyor. Buna karşı insaflı bir mahkemeye denk gelirseniz birkaç günlük hapis cezası dışında bir yaptırım yok.

Uygulamaya baktığınızda bunu da göremiyorsunuz. Polis, savcılık, yargı kılını bile kıpırdatmıyor. Bir noktadan sonra kadınlar, karşıdakini öfkelendirmemek adına ihbarda bulunmak bir yana görüşmeyi bile kabul ediyor.

* * *

Diyelim ki kadınlar korunmak için sığınmaevine yerleşmeyi talep etti ve olmaz ya hemen yer bulunarak bir yere yerleştirildi.

Nereye yerleştirildiği bilgilerinin gizli kalması gerekiyor ancak öyle olmuyor. Hangi kente giderse gitsin, şiddet faili kadının izini bulabiliyor ve sığınmaevinin yolunu tutuyor.

Bu bilgiler nereden sızıyor, neden sızıyor, araştıran yok…

* * *

İkbal Uzuner ya da Ayşenur Halil, kapsamlı suç duyurularında bulunsalar da durum değişmeyecekti.

Zira koruma kararı verilse bile, uygulamada aktif bir koruma sağlanmıyor. Kadının şiddet göreceğini düşündüğü bir anda karakolu araması ve polis istemesi gerekiyor. Polis gelene kadar olana bitene yapacak bir şey yok…

* * *

Taş kuşa değmiş olsa ve Semih Çelik hakkında dava açılmış olsa ya da tutuklama kararı verilse de değişen olmayacaktı.

Mevcut infaz rejiminde Çelik’i uzun süre cezaevinde tutabilmenin yolu yok. Taciz, tehdit gibi suçlar söz konusu olduğunda cezaevinde bile yatılmıyor neredeyse…

Suçlu bulunsa ve 6 yıl ceza alsa birkaç gün dışında cezaevinde kalmayacaktı. Zira 6 yılın şartla salıverme süresi 3 yıl. Ve cezasının bitimine 3 yıl kalanlar denetimli serbestlikle serbest bırakılıyorlar…

* * *

Semih Çelik, o tarihte çocuk yaşta olmasa ve 2020’de cezaevine konulmuş olsa da bir şey değişmeyecekti.

Zira önce Çakıcı affı sonra da Covid izni, cezaevinde tutulmasını engelliyordu.

Çakıcı affı sayesinde bir anda cezası bitmiş olacaktı.

Daha ağır cezası mı var?

O zamanda Covid iznine alınacak, 3 yıl boyunca izin süresi uzatılacak, sonra da kalan cezası denetimli serbestlik kapsamına alınacaktı. Çekmiş sayılacaktı cezasını…

* * *

Semih Çelik, iki genç kadını katledip, ardından intihar etmese de çok fazla değişen olmayacaktı.

Bakmayın siz vahşetin ve tepkinin büyüklüğü nedeniyle harekete geçilmiş gibi yapılmasına…

Bugünkü infaz rejimine göre, mahkemede iki boyun bükse, genç kadınların kendisine gönderdiği mesajları paylaşsa, mağduru oynasa alacağı ceza, muhtemel yapılacak indirimlerle ki mutlaka yapılır, 20 yılın biraz üzerinde olabilirdi.

Şartla salıverme süresi de bu durumda sadece 14 yıl olacaktı.

14 yılın iki yılı da denetimli serbestlikte geçeceğinden yeni bir gelişme olmazsa, iyimser bir tahminle 12 yılda serbest kalabilecekti. Covid izni benzeri gelişmeler olsaydı bu cezayı da yatmayacaktı.

30-31 yaşında hayatına kaldığı yerden devam edecekti. Yasada yazan “28 yıl yatar” ifadeleri aldatmasın. Onlar sözde siyasi hükümlüler için…

* * *

Semih Çelik, cinayetlerden sonra serbest kalmasa ve infaz rejimi böyle olmasa bile muhtemel birkaç yıl sonra çıkartılacak bir afla hayatına devam edecekti.

Ancak bütün bunların olması tek başına ceza infazı ile ilgili değil.

Evlerden başlayan, sokaklarda süren, emniyette devam eden, yargı ile boyutlanan, cezaevleri ile sonuçlanan ve her aşaması tel tel dökülen bütün bu uygulamalar, kafa yapısından kaynaklanıyor.

* * *

"İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmemizin kadın hakları ve kadına yönelik şiddetle mücadelede en ufak bir menfi etkisi olmamıştır. Türkiye'de kadına yönelik şiddetin çelikten kalkanı söz konusu sözleşme değil, 6284 sayılı kanundur" diyor Erdoğan… Kısmen haklı… Zira İstanbul Sözleşmesi’ne ölümüne direnen bir yargı söz konusu. Haksız olduğu konu ise 6284’ün de doğru düzgün uygulanamaması… Şeref, namus, “o da böyle yapmasaydı” sözleri ile “kader kurbanı” tesellileriyle katillerin sürekli pışpışlanması…

* * *

Semih Çelik yaşasa, bu kötülüğü bir biçimde, bir aşamada yine yapabilecekti.

Gencecik kızlar hayatlarını kaybetti.

Aileleri, artık asla eskisi gibi olamayacakları bir yaşama mahkûm edildi…

Onbinlerce, yüzbinlerce aile gibi…

Gelsin bakalım yeni infaz düzenlemeleri, kimi, nasıl engelleyecek göreceğiz…

Kadınların elinden, uygulanmasa bile İstanbul Sözleşmesi güvencelerini aldıktan, ellerine güvencesizlikten başka bir şey bırakmadıktan sonra bakalım neler, ne kadar düzeltilebilecek.

                                                              /././

İnternet olmasa incel olmaz mıydı, satanizm internetle mi yayıldı?-Füsun Sarp Nebil-

Dünya tehlikeli bir yer. Yalnızca internet değil, fiziksel dünyada da tonla tehlike mevcut. Yapılacak en önemli şeyler; "çocuğu bilinçlendirmek", "ailenin bilinçli olması", "toplumun bilinçli olması" ve "hükümetten güvenlik denetimi taleplerinde bulunmak." Ama bu talep kapatmak olmamalı.

Maarif Vekili Emrullah Efendi ne demiş; Ne güzel idare ederdim maarifi, şu mektepler olmasa.” AKP iktidarı da böyle düşünüyor. Ülkeyi yönetmeyi sorunları çözmek değil, engellemek / kapatmak olduğunu sanıyor. İşte en son faaliyeti 5651 sayılı kanunun 8-1/A maddesi kapsamında Discord'u kapatmak oldu.

Şimdi soralım. Discord zararlı mı? Ya da Telegram ya da diğer herhangi bir sosyal medya? Bunların her birisi zararlı da olur, tam tersine yararlı da olur. Buna dair güzel bir makale var. Çocuğunuza zararlı olmaması için ön şart ne olmalı? Kullanıcının (eğer çocuksa, çocuğun) bilinçli olması. Eğer değilse, fiziksel hayatta yanına gelen tehlikeli insanları ayıramadığı gibi, internette, herhangi bir uygulamadaki tehlikeli insanları da ayıramaz. Fiziksel hayatta da zarar gör, internette de görür.

Bu nedenle bu tür sapkın eğilimlerden çocuklarımızı korumak için;

  1. Çocuklarımızı eğitmek
  2. Ebeveynlerin -çocuklarını desteklemek için- kendilerini eğitmesi
  3. Öğretmen ve Rehberlerin bu konularda özel olarak eğitilmesi
  4. Toplumun, buna yönelik savunma mekanizmaları geliştirmesi
  5. Sosyal Medya Platformlarının sorumluluğu 
  6. Devletin bu konuda hem kolluk yoluyla hem de provaktif tedbirler alması gerekli.

İncel konusunda, kadın sorunları ile ilgili bir akademisyen ile söyleşi yapıyorum. Birkaç güne yayınlayacağım ama bu yazı ile yetkilileri, tedbir almak için halkla birlikte davranmaya davet etmek istiyorum. Çünkü konu İnternet değil. Konu, gençlerimizin mutsuz ve geleceklerinden ümitsiz olmaları.

Dikkat ederseniz Semih Çelik’in kız arkadaşı var. Aslında incel profiline tam oturmuyor. Ama incel olayında kendisine bir yakınlık bulmuş olmalı. O da toplumda kendisine bir yer bulamayan kişilerin birlikteliği.

Türkiye incel konusu ile ne kadar ilgili?

İncel ya da diğer sapkın eğilimler konusunda çözüm aramaya nereden başlanabilir? Aşağıda çok hızlıca yaptığım bir inceleme var. İncel konusunda hızlı tepki almak için başlangıç noktası olabilir.

İncel kelimesi ile Türkiye'den yapılan aramalar için 12 aylık grafiğe bakalım. 11-17 ağustos arasında bir hareketlenme görülüyor. 18-25 ağustosta bu daha yukarı çıkıyor ve sonraki hafta azalıyor. Sonra, Fatih'teki Semih Çelik katliamı olduğunda zirveye çıkıyor.

Ama genel olarak bakıldığında çok yüksek bir arama eğilimi olmadığı gözüküyor. Zirveye çıktığı nokta muhtemelen medyadaki haberlerle ilgili. Ama normal zamanda arama eğilimi hayli düşük.

Bu arada Intel ile hangi iller ilgilenmiş diye baktığımızda en çok aramanın Kırklareli'nden yapıldığı gözüküyor. İlk 5 il şu şekilde:

Bir de -aşağıda bir incel saldırısı anlattığımız- Kanada’ya bakalım; mayıs sonlarında bir yükselme var. Bunun nedeni, o tarihlerde 2018 incel saldırısını yapan kişiye verilen ceza kesinleşmiş. Muhtemelen medyaya çıkan haberler üzerine aramalar artmış.

Ama genel anlamda Kanada'da da incel konusunda büyük bir eğilim olmadığı ve sapkın grubun fazla büyük olmadığı anlaşılıyor. Zirveye ulaşan tarihler muhtemelen, medyadaki haberleri görenlerin yaptığı aramalar.

Discord'u kapatmak sorunu çözer mi? Aksine açık bırakmak daha iyi olmaz mı?

İncel ya da diğer sapkın sorunları çözmek için yaklaşımın “bilinçlenmek”, "sorunun nedenlerini aramak”, ve "sorunu çözmeye çalışmak" şeklinde olması lazım. Discord'u kapatmak sorunu çözmez. İncel ya da başka sapkın eğilimler, Discord kapatıldığında acaba sona erecek mi? Başka ortam bulmayacak mı?

Devletin bu yeni sorunla yani "incel" adı verilen, psikolojik sorunlu insanların oluşturduğu grupla mücadele etmenin, bu sorunu çözmenin yollarını araması gerekir.

Ayrıca, Discord ya da diğer ortamlarda, bu kişileri tespit etmek, motivasyonlarını izlemek mümkün. Peki WhatsApp gibi kapalı ortamlara geçtiklerinde nasıl tespit edeceksiniz?

Bu konuda çıktığım TV programlarında da endişeli sunucuların "ama yeni çocukları da katacaklar" ya da "çocuklarımızı nasıl koruyacağız" türü soruları ile karşılaştım. Söyleyeceğim tek şey şu: Dünya tehlikeli bir yer. Yalnızca internet değil, fiziksel dünyada da tonla tehlike mevcut. Hatta bu tehlikelere, çocuklarımızı emanet ettiğimiz servis şoförleri, okulun çevresindeki satıcılar vs. vs. bile dahil. Bu nedenle yapılacak en önemli şeyler; "çocuğu bilinçlendirmek", "ailenin bilinçli olması", "toplumun bilinçli olması" ve "hükümetten güvenlik denetimi taleplerinde bulunmak." Ama bu talep kapatmak olmamalı.

Kanada "minibüs saldırısı" örneği

İncel olayına Kanada'da 2018'de meydana gelen ve 11 kişinin ölümü, çok sayıda kişinin yaralanması ile sonuçlanan "minibüs saldırısı" ile bakalım. Aşağıda "toplumdan dışlanmış, bir türlü kabul göremeyen" ve otistik olduğu ortaya çıkan bir kişinin yaptığı bu saldırının dökümanterini göreceksiniz.

                                       https://youtu.be/BVbqIxE4CpA

Ama beni asıl ilgilendiren şu; Kanada hükümeti bu duruma nasıl cevap vermiş. Kamu emniyeti başlığı altında bir fon başlatmışlar. Bu fon ile kamu emniyetine dair çalışmaları, araştırmaları finanse ediyorlar. Yani çözüm peşinde koşuyorlar.

Satanistlikle nasıl mücadele edildi?

İncel olayındaki tavrı değerlendirmek açısından, bir dönem ülkeyi saran satanizm dalgasına da yakından bakalım.

Lara Falay'ı hatırlıyor musunuz? 2002 yılında Özel Üsküdar Amerikan Lisesi 1'inci sınıöğrencisi olan Lara, Boğaziçi Köprüsü'nden atlayarak yaşamına son vermiş ve bilgisayarında ve kitaplarında satanist mesajlar görülmüştü.

Arkadaşlarının tanımlaması; "içine kapanık bir kızdışeklinde. Lara’nın, intiharından önceki 26 gün boyunca, "Ölmek istiyorum. Satanistliği kuru kuru yaşamak istemiyorum" şeklinde mesajlar gönderdiği ve C. isimli bir gence yakınlık duyduğu, ancak duygularına karşılık bulamadığı öğrenilmiş.

Bu olayın, Üsküdar Amerikan Lisesi gibi bir üst gelir düzeyi ailelerin çocuklarının devam ettiği bir okulda olması herkesi şaşırttı ve aileler arasında yüksek endişeye neden oldu. Buna karşılık ilk Satanist cinayet 1999 yılında yaşandı. Ortaköy Mezarlığı'nda 17 yaşındaki Şehriban Coşkunfırat'ı öldüren Engin ArslanÖmer Çelik ve Zinnur Gülşah Dinçer; cinayeti şeytana kurban adamak için yaptıklarını söylemişlerdi.

Lara sonrasında satanizm ile mücadele başladı. Peki 4 yıl kadar süren bu dönemde satanizm ile nasıl mücadele edildi? Onedio'dan bakalım;

“Medyanın da gazıyla büyük satanist operasyonları yapıldı ve adeta satanizmle mücadele devri yaşandı. Polisler satanizm profiline uyduğunu düşündükleri herkesi gözaltına aldılar ve yüzlerce mekâna baskın yaptılar.

Özellikle metal müziğe ilgi duyan, tepeden tırnağa siyah giyinen, uzun saçlı, küpeli profiller satanizm operasyonlarının hedefindeydi. Bu baskınlardan en çok ses getireni de ünlü Akmar Pasajı'na yapılan baskın ve rastgele gözaltına alınan gençler olmuştu.

Kadıköy'de bulunan pasaj şu anda eski rağbetini görmese de o yıllarda gençlerin uğrak mekanıydı. Özellikle metal ve rock gruplarının kasetlerini, grup tişörtlerini bulabileceğiniz bir yerdi. Bu da satanizm iddialarının hedefi haline gelmesine neden olmuştu.

Basının da büyük etkisiyle satanizme karşı halk acilen "bilgilendirilmeye" başlanmıştı ve tedbiri elden bırakmamaları isteniyordu.

Ailelerden çocuklarını yediğine, içtiğine, dinlediğine, izlediğine kadar denetlemeleri isteniyordu. Zira çocuğunuz da satanist örgütlere karışmış ya da onların hedefi haline gelmiş olabilirdi. Bu nedenle çocuklar başıboş ve sevgisiz bırakılmamalıydı. Odaları, kişisel eşyaları sıklıkla denetlenmeliydi.

Bu konunun uzmanları ise ailelere çocuklarının satanist olup olmayacağını nasıl anlayabileceklerine dair birtakım uçuk öneriler sunmaya başlamışlardı. Televizyonda çeşitli programlarda konu ediliyordu.

Tepeden tırnağa siyah giyinmek, metal müziğe ilgi duymak, saç uzatmak gibi tutumlar satanizmin en belirgin özellikleri arasında gösteriliyordu sürekli olarak. Bilhassa dış mihrakların satanizm öncüleri arasında gösterilen Marilyn Manson, Cradle of Filth, Black Sabbath, Alice Cooper gibi isimlere karşı halk uyarılıyordu. Bunlardan birinin kasetine sahip olmak satanist yaftası yemenize neden olabilirdi.

Ayrıca asosyal ve içe kapanık gençlerin de kendilerini satanizme kaptırmış olabileceğine dair söylemler de mevcuttu. Asosyal, suskun, düşünceli görünen bir gencin sorunlu olabileceği, satanizm örgütlerine karışmış olabileceği düşünülüyordu. Bu sebeple de bu gibi özellikleri taşıyan gençlere dikkat edilmesi gerektiği söyleniyordu.

Kedilerle haşır neşir olmak da satanizmin önemli bir göstergesi olarak gösterilerek halk epeyce bir paranoyaya sürüklenmişti. Çünkü kedilerin şeytana en yakın canlı olduğu ve satanistlerin ayinleri sırasında kedileri şeytana kurban ettikleri söyleniyordu.

Ve gençlerin satanizme yönelmesinin en büyük sebeplerinden birinin Türkiye'de geleneksel aile yapısının zayıflamaya başlamasıyla alakalı olduğu söyleniyordu.

Satanist bireylerin bozuk aile yapısına sahip çocuklar arasında yaygın olduğu söyleniyordu. Sevgi görmemiş ya da aşırı baskı görmüş bir aileden satanist çocukların çıkma olasılığının daha yüksek olduğu vurgulanıyordu. Böylece ailelerin satanizmle mücadelesinin geleneksel aile yapılarını korumaktan geçeceği anlatılıyordu.”                               /././

Kadına şiddeti durdurmanın “imkânsız” ama mümkün yolları -Mine Söğüt-

Yasalardan taleplerimiz var, devletlerden isteklerimiz, politikacılardan beklentilerimiz… Oysa onlardan sadece şüphemiz olmalı. Çünkü o yasalar, o devletler, o politikalar en baştan beri zehirli bir eril geleneğin enstrümanı

Yeryüzünde artık bir kadının daha bir erkek tarafından öldürülmesine…

Bir çocuğa daha tecavüz edilmesine…

Eril şiddetin insan hayatını engel tanımadan tehdit etmesine…

Gerçekten ama gerçekten tahammülümüz yoksa;

Erkeklerin kadınlar üzerinde iktidar kurmasını meşrulaştıran dini inançların politik iktidar talebine de tahammülümüzün olmaması lazım.

Cinsellikle ilgili tüm tabuları hiçbir engel tanımadan masaya yatırmamız lazım.

Farklı cinsel yönelimler üzerine yapılan yıkıcı ve engelleyici tüm çabalara kalkan olmamız lazım.

Binlerce yıllık toplumsal cinsiyete dair dayatmaları zihnimizden ve kalbimizden sıyırıp atmamız lazım.

Dişiliğinden tedirgin, erkekliğinden cüretkâr çocuklar yetiştirmeyi bırakmamız lazım.

Kadın bedenini, neşesini, cilvesini tahrik unsuru olarak tanımlayan ve kısıtlayan geleneklere, göreneklere istisnasız baş kaldırmamız lazım.

Erkeğin, eve ekmek getirmekle ve ailesini koruyup kollamakla, kadının dünyaya çocuk getirmekle ve her daim korunmaya muhtaç olmakla mühürlendiği ezberini hızla bozmamız lazım.

Binlerce yıldır kadın edebi üzerine inşa edilen ahlaki kuralları hiçe sayacak, mantığa dayalı adil bir yeni ahlak oluşturmamız lazım.

İçi tehlikelerle dolu olduğu halde dokunulmazlık zırhını kuşanan aile yapısını hiç utanıp sıkılmadan sorgulamamız lazım.

Aileyi bir koza gibi içinde saklayan mahremiyet kavramının tehlikelerini dürüstlükle saptamamız lazım.

Çocuklara ve gençlere anaokuldan üniversiteye kadar cinsellikle ilgili bilimsel eğitim veren bir sistemin vazgeçilmez olması için yeri göğü yıkmamız lazım.

Yani bugüne kadar yaptıklarımızı asla yapmamamız, yapmadıklarımızı da acilen yapmamız lazım.

Eğer bunların hiçbirini göze alamaz, böyle bir değişimin hayalini bile kuramazsak…

Büyüyünce kadın ve çocuk katili olacak erkekleri ve belki daha büyüyemeden o erkekler tarafından öldürülecek bebekleri doğurdukça doğuracağız.

Zira; insan tahammül ettiği şeyler yüzünden bugün kendisine tahammül edemediği bir noktada.

Binlerce yıldır eril güce tapan devletler kuruyoruz.

Binlerce yıldır eril gücü besleyen diller konuşuyoruz.

Binlerce yıldır eril güçle dönen bir dünyada yaşıyoruz.

Ve kadınlığı da erkekliği de en baştan ve bambaşka bir şekilde tarif etmenin imkânsız olduğunu sanıyoruz.

“Benim bedenim, benim kararım” demenin aynı zamanda “Onun bedeni, onun kararı” demek de olduğunu hiç düşünmeden, toplumsal ahlakı birbirimizin cinselliği üzerine tahakkümler kurarak inşa ettik. Kadınları, çocukları o tahakkümlerin küfünden beslenen eril bir şiddete kurban vermeyi de hep kader bildik.

Yeryüzündeki en vasıfsız erkeğin bile hayata artı bir özgüvenle başlaması ve en yüksek vasıflı kadının bile derinlerinde zerre kadar da olsa muhakkak bir özgüven eksikliği yaşaması boşuna değil.

Erkeği katil, kadını maktul kılan, bizim değişmesinden ölesiye korktuğumuz kadim bir ahlak tepemizde Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor.

Bu ahlakın biçimlendirdiği kadınlık ve erkeklik algısını külliyen yok etmeden, şiddetin yok edilemeyeceğini biliyoruz ama bilmezden geliyoruz.

Yasalardan taleplerimiz var, devletlerden isteklerimiz, politikacılardan beklentilerimiz…

Oysa onlardan sadece şüphemiz olmalı. Çünkü o yasalar, o devletler, o politikalar en baştan beri zehirli bir eril geleneğin enstrümanı.

O yüzden sadece geri kalmış, hukuku zayıf, eğitimi düşük ülkelerde değil, en “medeni” ülkelerde bile erkekler kadınları öldürüyor, çocuklar cinsel istismara uğruyor, tecavüzlerin, işkencelerin, eziyetlerin ardı arkası kesilmiyor. Yani mevcut medeniyetin gücü insanlığın kalbine çöreklenmiş o şiddet zehrini yok etmeye yetmiyor.

Bugün insanın vardığını sandığı uygarlık, hala kadının erkeğin kaburgasından yaratıldığına inananların egemen olduğu koskoca bir barbarlık.

Bu barbar düzende kadına şiddeti durdurmayı talep etmek kolay. Peki ya bu şiddetin durması için yapılması gerekenleri yapmak?  Bu şiddeti besleyen alışkanlıkları, gelenekleri, inançları, sistemleri kökünden sarsmak, külliyen yıkmak?

Bunlar size zor geliyorsa…

O zaman hazır olun, daha binlerce yıl katlanacaksınız kaderinizdeki katliamlara.

                                                          /././

                                                  T24 - GÜNDEM

Marmara Üniversitesi’ndeki eylemlerde pankart açan 5 kadın öğrenci, “Cumhurbaşkanına hakaret”ten gözaltına alındı

marmara üniversitesi

Marmara Üniversitesi’nde üç gündür devam eden kadın cinayetlerine tepki eylemlerinde pankart açan 5 kadın öğrenci “cumhurbaşkanına hakaret” iddiasıyla gözaltına alındı.  İstanbul’da Semih Çelik’in, İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil’i vahşice katletmesinden bu yana tüm ülkede eylemler düzenleniyor. Marmara Üniversitesi’nde de üç gündür devam eden öğrenci eylemlerinde kadın cinayetlerine tepki gösteriliyor. Dün yapılan eylemde ise 5 öğrenci açtıkları pankarta müdahale edilerek gözaltına alındı. Vatan Emniyet’e götürülen öğrencilerin bu gece nezarethanede tutulacağı, sabah saatlerinde ifadelerinin alınacağı bildirildi. T24’e konuşan avukatlar, öğrencilerin pankart sebebiyle “cumhurbaşkanına hakaret” iddiası sebebiyle gözaltına alındıklarını aktardı.

                                                       ***

Saymaz'dan Erdoğan yerine cevap veren A Haber muhabirine: Sıra Rüya'ya da gelir, dönüp dolaşıp kucağında kalır bu iş

erdoğan rüya akkuş

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin Meclis'teki grup toplantısı sonrası gazeteciler tarafından yöneltilen “Biz her türlü işbirliğine açığız dediniz ama DEM Parti’liler ‘somut adım yok’ diyorlar. Somut adım olabilir mi, bekleyelim mi?” sorusu üzerine orada bulunan A Haber muhabiri Rüya Akkuş’a dönerek “Rüya ne diyorsun?” diye sordu. Soru üzerine Rüya Akkuş, “Bence beklemeden siyasette ılımlı iklimi sürdürelim” şeklinde yanıt verdi. Akkuş’un cevabı üzerine bir başka muhabir Erdoğan’a “Siyasette ılımlı iklim sürecek mi diyorsunuz?” sorusunu yöneltti, Cumhurbaşkanı Erdoğan ise “Rüya verdi cevabını” dedi.Halk TV'de Kürşat Oğuz'un Rota programına konuk gazeteci İsmail Saymaz o anları yorumladı. Saymaz, "Bu arada sevgili meslektaşım, Rüya'yı uyarmak isterim. Bunlara güvenip iş yapma, döner dolaşır, senin kucağında kalır bu iş. Rüya bunlar sonra 'Rüya bizi kandırdı' derler. Demedikleri iş değil. Rüya'nın akıllı olması lazım. Ey Rüya! Rüya kabusa döner, o yüzden sonradan 'Rüya ayağını denk al' derler. CHP ve Halk TV'den sonra sıra Rüya'ya da gelir" dedi.

                                                        *** 

Kaçak Kuran kursu yöneticileri Halk TV ekibinin zorla aracına bindi, görüntüleri sildirmek istedi

halk tv kaçak kurs

İzmir’in Karabağlar ilçesinde, kaçak yapılan Kuran kursu binasını görüntüleyen Halk TV ekibine tarikatçılar müdahalede bulundu. Halk TV ekibine müdahale eden tarikatçılar, basın aracına zorla binerek ekibin çektiği görüntüleri sildirmek istedi. Muhabir Yağmur Beril Varol, kameraman Şahin Karaşahin ve ulaştırma görevlisi Erkan Aydın’a müdahale eden kaçak Kuran kursu yöneticileri, “Neden çekiyorsunuz hakkınız var mı buna?” dedi. 

(T24)

                                                          

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -9 Ekim 2024-


İTO Başkanı ‘şeytan’ taşlatıyor! -Bülent Falakaoğlu-

Tüketimden gelen gücünüzü kullanın’.

Pahalılık karşısında vatandaşa yapılan bir çağrı bu.

Kimden gelmiş bu, ‘Tüketmeyin, boykot edin, fırsatçılara göz açtırmayın’ çağrısı...

İstanbul Ticaret Odası (İTO) Başkanı Şekib Avdagiç’ten…

Serbest piyasa savunucusu, ne oldu da fiyatı fren çağrısı yaptı?

Kendisi de üyeleri de mal ve hizmet satan biri, nasıl oldu da ‘Mal almayın boykot edin’ dedi.

Ve niye ekonomi gazeteleri ‘Bu işte bir bit yeniği var’ demek yerine, çağrıyı şu manşetleri yeniden sürüme sokmanın aracı kıldı: ‘Enflasyonu ahlaksız şirketler artırıyor’, ‘Aşırı fiyat artışına sıkı takip’…

                                                         ***

İki kocaman soru daha ortada: ‘Almazsan fiyat artmaz’ düz mantığıyla yapılan boykot çağrısı enflasyona çare olur mu?; ‘Denetimler enflasyonu düşürür mü?’

YİNE Mİ AYNI MASAL

2018 yılından beri dilimizde tüy bitti.

Dedik ki…

Zorla fiyatları sabit tutarak… İş yeri, depo basarak… Belki geçici ‘fiyat istikrarı’ sağlanır ama sorun çözülmez.

Hatta… Bunları yapmak-fiyatları artıran etkenler olduğu gibi orta yerde dururken-uzun vadede sorunları büyütür.

Nitekim öyle de oldu!

Aracıyı, komisyoncuyu terörist ilan etmekle sorun çözülmeyince de… Satıcıyı, marketçiyi hedefe koydular. 

Gıda komitesi kurdular… ‘Erken uyarı’ filan dediler, ‘Gıda fiyatları artarsa erken müdahale  edilecek’ dediler.

Enflasyon timi kurdular.

Dedik ki… Sebepleri sorgulamazsan, sonuçlarla boğuşmak zorunda kalırsın. Asıl sebepleri çözmeden olmaz!

Zincir marketlerin  40 bine yakın şubesinin tümünü kapasan dahi, fiyatlar yolunu bulur akar.

                                                    ***

Fırsatçı karaborsacı aradılar; olmadı!

Soğan, patates depolarını bastılar; olmadı!

Hedefe aracıları koydular; olmadı!

Sonra…

Denetim ekiplerini marketlere saldılar, kasa ile raf arasında fiyat tutarsızlığı aradılar; olmadı!

Tanzim çadırı kurup ürün sattılar, kooperatif satış noktalarına yönlendirdiler; olmadı!

Her şeyi yaptılar bir tek kök soruna dokunmayı denemediler.

Hatta devlet fahiş fiyatlara yol açan kendi uygulamalarına da dokumadı.

Akaryakıttan vergi yükünü kaldırmadı. 1 milyon TL’lik otomobilden 750 bin lira vergi almaktan vazgeçmedi; otomobilde yüzde 220 bindirdiği verginin üzerinden yüzde 20 KDV’den de…

SONRA DA SANDIKTAN BOYKOT ÇIKTI

3.5 milyon civarındaki iş yeri, esnaf, üretici varken devasa denetim ordusu dahi kursan, bir fırsatçılık varsa da başa çıkamazsın”…

Eleştirileri gelince de ‘En iyi denetim, vatandaşın yaptığı denetimdir’ anlayışı devreye sokulmaya çalışıldı.

Nisan ayında iki günlük boykot çağrıları gündeme geldi.

Restoranlara, kafelere  hafta sonu gidilmeyecekti.

O zaman dedik ki…

Ülkenin tüketicilerinin (vatandaşlarının ) durumuna bakınca bu boykot çağrısının bir karşılığı yok.

Buradan bir baskı oluşturulmaz.

Bir uyarı niteliği yok.

Tam tersine hedef şaşırtır; iktidarın ekonomi politikalarının sonuçlarını esnafa yıkmaya yol açar.

Nitekim bir sonuç alınamadı. Alınamazdı da…

                                                     ***

Şimdi boykot yine gündemde!

Elbette astronomik kârlar elde edenler var. Fakat mesele boykotla çözülmez, (Üstelik de onların müşterilerinin böyle bir boykota katılma ihtimalleri de yok.)

Üç sebeple….

Birincisi. Temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan milyonlarca insan neyi boykot edecek. Ülke gelir bölüşümünü dikkate almadan yapılan çağrılar karşılıksız.

İkincisi… İTO Başkanı boykota çağırıyor ama boykot çağrıları olumsuz sonuçlar da doğurabilir.

Daha ucuz’ diye Yunanistan’a akın gibi.

Her gün Yunanistan’a akın yaşanan Ayvalık’taki esnafa sorun. İsyan ettiklerini, kendilerinin ‘kazıkçı’ gösterilmesine öfkelendiklerini duyacaksınız.

Yüksek vergi ve kiramız; hizmet için sefer ettiğimiz garson sayımız…Gibi maliyetlerin ağırlığını sıraladıklarına tanık olacaksınız.

“Bükülmüş belimiz bir de ‘boykot’ anca bel kırar” dediklerine de…

Boykottan küçük esnafın zarar görmesi, kafe ve restoran çalışanlarının işten atılması gibi sonuçların çıkması da olası…

Üçüncü sebebe gelince… Sorun üretim süreci ile ilgiliyken, tüketimden soruna müdahale etmek, egzozdan motora müdahale gibi anlamsız.   

                                                     ***

TÜİK ne diyor…

Bu ülkenin yüzde 70’i gelirinin yüzde 75’ini kira, gıda ve ulaşıma harcıyor. Elinde kalan üç beş kuruşu da neye yettirebilirse…

Neden kısacak da neyi boykot edecek?

Zaten market market dolaşıp ucuzunu arıyor, kendince ‘fiyat denetimi’ yapıyor.

Geriye kalanın ise lüks tüketimi sürüyor.

Tüketim malları ithalatı tam gaz devam ediyor; yıllık tüketim malı ithalatı rekor kırarak 52 milyarı aştı.

Büyük kârdan, ranttan beslenen en üsteki yüzde 20’lik kesim vur patlasın, çal oynasın tüketiyor.

Ne boykotu?..

ÜCRET DE ARTMALI

Yıllık kira artışının yüzde 117.5 (yüz on yedi buçuk) olduğu yerde hizmet sektörünün ucuzlamasının mümkün olmadığını İTO Başkanı bilmiyor mu?

Biliyor tabii ki…

O zaman niyeti ne?

                                                     ***

Kıdem tazminatının kaldırılmasını…

Hukuk yolunun işçiye kapatılmasını… 

Açlığa mahkum edilen işçinin ücretini devletin vermesini…

Bolca göçmen emeği kullanmanın önünün açılmasını…

Ve daha nice talebini hükümete ileten İTO Başkanının niyeti açık: Yüksek enflasyon karşısında ücret talep etme boykot et!

Taleplerini karşılamasını beklediği hükümete yanlarken istiyor ki emekçilerin şeytan taşlamaktan tavafa vakti kalmasın!

                                                     ***

Ücret artmıyor, maaş artmıyor, çiftçinin ürünü para etmiyor ama fiyatlar artıyor. Bu durumda ihtiyaç boykot değil ücret artışı.

Enflasyon sorununu çözmek için ücretle değil asli sebeplerle uğraşılmalı!

                                                       /././

Kültür yolları nereye çıkar?-Özcan Yaman-

Yollar bir yere çıkar. Peki Kültür yolları nereye çıkıyor? 

2021 yılında devletin/AKP’nin Kültür Bakanlığının “Beyoğlu Kültür Yolu” olarak başlayan festivali, İstiklal caddesiyle Beyoğlu’da sıkışıp kalacak değildi ya. Sonraki yıllarda “Kültür Yolu Festivali” adıyla il il yaygınlaştırılarak şenlikli/festival havasında turizm amaçlı sanat bağlantılı sürüyor.

Şimdi kalkıp Kültür ve sanatın iktidarların toplumu manipüle etmekte nasıl kullandıklarını falan yazmayacağım. Çokça yazıldı. 

1990’ların Özal’lı yıllarından bu yana kapitalizmin restorasyonunda icat edilen neoliberal politikaların geldiği yolculuk, kendini AKP devletinde en vahşi şekliyle ortaya koyuyor. Bu noktada siyasi ve ekonomik oligarşinin toplumda algı yaratmak, manipülasyon yaparak sevimli gözükmesini sağlayacak alan olarak kültür sanat kaçınılmaz oluyor. Bu durum aynı zamanda sermaye şirketlerinin marka imajını güçlendirirken devletin (sözde halkın devletinin) kasasından ya da bizim vergilerimizden harcamadan kamusal bir hizmeti yerine getiriyormuş gibi rol yapıyor. 

Sosyal bir hukuk devletinde anayasa maddeleri işe yarar. Ama kendi çıkardıkları yasaları bile uygulamayan bir devlette anayasa maddelerinin bir işe yaramadığını görüyoruz. Adaletten ekonomiye sağlıktan barınmaya gerçekler ortada. Burada uzun uzun bu antidemokratik uygulamaları ve bozuk düzeni örnekleyerek zaman almak istemiyorum. Evrensel’i okuyan sizler bunları çok iyi biliyorsunuz. Açın anayasanın düşünce ve ifade özgürlüğüne ilişkin 26-27-28 maddelerini okuyun. Bir de yaşananlarla karşılaştırın. Devletin kültür ve sanata destek olması kerhen değil bir zorunluluk olarak vardır. Ama hangi devlette diye sorarak. AKP’nin kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırıp kuvvetler birliğine çevirdiği, meclis yerine saraydan yönettiği bir AKP devletinde bu ödev ve görevler kağıtta yazılı bir anayasa maddeleri olarak kalır. 

Şimdi gelelim “Kültür Yolu Festivali’ne”...

Bu festivale katılan sanatçıların çoğu ya da dışardan bakanlar “Kültür Bakanlığı bizim vergilerimizle zorunlu olduğu hizmetleri yerine getiriyor, ne var bunda?” diyebilirler. Bu çok masumca ya da bilinçsizce bir yaklaşım. Toplum mühendisliğinin neoliberal uzantısı olarak AKP’nin devleti yapması gerekeni yapıyor. Toplumun %85’inin yoksullukta eşitlendirildiği %15’luk kesimin şatafat içinde yaşadığı bir ülkede ekonomiden sağlığa, eğitimden, barınmaya halka karşı siyasi baskılarla iktidarını kurmuş bir iktidarın kültür ve sanat alanında bu kadar sevimli ve hakça davranması mümkün mü? Değil tabii ki. Kültür yolu festivallerinin çıktığı yollarda görüntüyü kurtarma çabalarıdır. Yandaş medyası, yandaş belediyeleri, yandaş sanatçıları ve onların etrafında nemalanmaya çalışanlar turizm festivallerine çevirdikleri bir kültür sanat faaliyetleri içlerinde dolanıyorlar. Sermaye şirketlerinin sponsorlukları iktidarla kazan kazan formülüyle normalleşebilirken, sanatçıların sivil toplum(!) denilen holding dernek ve vakıflarının AKP devletiyle ilişkileri de bir dereceye kadar anlaşılır. Ama daha önce muhalifmiş gibi olan bazı dernek ve sanatçılar nasıl bu yollarda kendilerini buluyorlar? Evet para önemli bir unsur ama hepsi bu mu yani?  O zaman mevcut iktidarın antidemokratik yapısını eleştirdiğiniz uygulamalarına da ortak oluyorsunuz. Bu durumu (AKP’nin) devletin kamusal hizmet sorumluluğunun bir parçası olduğu gibi retoriklerle katılmanızın normalleştirilmesini beklemeyiniz. 

Sosyal medyada bir arkadaş düşüncelerini şöyle özetlemiş:

“Salgado da olsa! 

Evet Salgado da olsa, kültür denilen kavramın yok edildiği, eğitimin yerle bir edilip, çarpık bir din temeline dayandırılmak istendiği, kültürün turizmin yanında üvey evlat muamelesi gördüğü bir düşüncenin varlığı ile buluşamam. Kültür yolu adı altında art niyetli düşüncelerini evrensel kavramlarla harmanlayıp, bizlere yedirmeye çalışan bir kurnazlığın esiri olamam. Yıllardır takip ettiğim 212 fotoğraf festivali de olsa bu düşüncenin içine dahil olduğu için yolumu birleştiremem. (Kendileri de biliyorlar bu yolun yol olmadığını, afişlerini bile bir kültür yollu, bir de yolsuz hazırlamışlar.) Velhasıl dostlar, bu yolun ardında olmasalar da yanından geçenlere de bir şey diyemem.” 

Demokrasi mücadelesiyle buluşmayan hiçbir kültürel ve sanatsal etkinlik topluma değil, iktidarın çıkarına yontmak olur.   

Dolayısıyla “devlet” kavramını “AKP devlet modeli” nden kurtarmadan, kurtuluş yok.

                                                             /././ 

10 Ekim Katliamı davası bölgede barış mücadelesinin alanı olarak da önemli -İhsan Çaralan-

Yarın 10 Ekim (2015) Ankara Gar Katliamı’nın 9. yıl dönümü. Yakın tarihin en organize ve en büyük kitle katliamı! Çünkü 10 Ekim Katliamı;

* 2015 seçiminin öncesinde HDP’nin Adana ve Mersin il örgütlerine yapılan bombalı saldırıların önemsenmediği,

* Seçimden 1 gün önce HDP’nin Diyarbakır mitingine yapılan bombalı saldırının önemsiz görülerek geçiştirildiği,

* 7 Haziran 2015 seçiminde ilk kez Meclis çoğunluğunu kaybedip hükümet kuramaz hale düşen AKP’nin bu ilk seçim yenilgisinden “Barışçı ortam bize yaramıyor” sonucunu çıkardığı ve 7 Haziran seçiminin sonuçlarını tanımayarak ülkeyi “tekrar seçime” zorladığı,

* 20 Temmuz’da 35 kişini öldürüldüğü “Suruç Katliamı”nın gerçekleştirildiği,

* İstihbaratın canlı bombaları adım adım izlendiği halde, dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Henüz bir suç işlemedikleri için yapılacak bir şey yoktu” diye gerekli önlemlerin alınmadığını itiraf ettiği; sadece “geliyorum” diyen değil “yol verilen” de bir katliamdı!

1 Kasım 2015’te yapılan “tekrar seçimi” yüzde 49.5 oyla kazanan AKP, hiçbir zaman IŞİD ve İslamcı terörist örgütlere karşı bir mücadele içinde olmadı. Tersine onları Suriye’de Esad rejimini yıkma ve İslam dünyasında Erdoğan’ın kurtarıcı bir lider ve onun başında olduğu Türkiye’yi “İslam’ın Ensar’ı” olarak gösteren yeni Osmanlıcı dış politika bu örgütleri bu amaçları doğrultusunda kullanmayı tercih etti. Fiiliyatta onlarla ittifak yaptı!

MAHKEME BİTSE DE MÜCADELE SÜRECEK!

9 yıldan beri 10 Ekim Katliamı’nın yakınları ile mücadele yoldaşı olan barış ve demokrasi mücadelecileri, bir yandan mahkeme sürecindeki gelişmeleri yakından izlerken öte yandan da kamuoyunu uyanık tutmak için mücadele etti. Özellikle de davanın avukatları, özverili ve son derece gayretli bir çalışma ile yargılanan sanıklar için somut kanıtlar ortaya koyarken öte yandan da firarda olan 18 IŞİD’li için yeni bir davanın açılması için kanıtlar topladı. Böylece mevcut davadan ciddi cezalar çıkmasının yanında yeni bir dosyanın hazırlanmasını sağlayarak davanın kapatılmasını önlediler.

Ama bu dava sırasında mahkeme heyeti, Erman Ekici hakkında “İnsanlığa karşı suçtan beraat verilmesi”ne, dosyanın firari sanıklar yönünden ayrılmasına karar verdi. Davanın avukatları mahkemenin bu kararını “Mahkeme heyeti IŞİD’i akladı” diyerek değerlendirdi.

Tabii dava sürecinde başarılamayan şeylerden birisi de kamu görevlilerinden bir kişinin bile mahkeme önüne çıkarılmamış olmasıdır. Nitekim bu konuda gerek avukatlar gerekse barış mücadelesi yanlıları son karardan sonra yaptıkları basın açıklamasında “Kamu görevlileri yargılanmadıkça gerçek adalet de gelmeyecek”, “Karar barışa, demokrasiye, adalete giden yolu açmaktan uzaktır” değerlendirmesini yaptı.

6 Ekim günü 10 Ekim Katliamı’nda hayatını kaybedenlerin mezarı başında yapılan anmada barış mücadelecileri “10 Ekim sorumlularıyla mücadele günü olacak” diyerek mahkemenin bitmesinin “mücadelenin bittiği anlamına gelmediğini” yineledi.

10 EKİM KATLİAMI DAVASI BARIŞ GÜÇLERİ KAZANANA KADAR SÜRECEK BİR DAVADIR

“Mücadelenin bitmediği” ifadesi elbette ki özgürlük, demokrasi ve barış mücadelesi içinde sıkça söylenen bir ifadedir. Ama 10 Ekim Katliamı ve onunu failleri, faillerin arkasındaki devlet ve siyaset içindeki güçler bölgedeki son gelişmelerle bağlantılı ele alındığında; bugün İsrail eliyle sürdürülen savaşın; 10 Ekim Katliamı’na yol verilen sürecin nedenleri ve unsurları ile büyük ölçüde aynı olduğu görülecektir.

Batılı emperyalistlerin 2011’den itibaren Suriye’deki yerel ayaklanmaları bir iç savaşa dönüştürerek Arap ayaklanmalarının yarattığı rüzgarı “geniş Ortadoğu”daki siyasi haritanın kendileri lehlerine yeniden çizmeyi hedeflediler. Bunu yaparken de iç kamuoylarını “İsrail’in güvenliğini sağlama” gerekçesiyle arkalarına almaya çalıştılar. Suriye bu amacın gerçekleştirilmesinin savaş alanı olarak kullanıldı. Bu amaçla IŞİD ve El-Kaide gibi selefi terörist grupların Suriye’de başlattıkları iç savaşa ABD, Batılı emperyalistler bölgedeki güçleriyle müdahale etti. Suudi Arabistan (SA), Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Katar ve Türkiye ise bir yandan IŞİD, El Kaide gibi klasik cihadist grupları desteklerken öte yandan kendilerinin donatıp desteklediği silahlı örgütler organize ettiler. İç savaşla Suriye’yi enkaza dönüştürdülerse de rejimi yıkamadılar. Tersine İran ve Rusya bölgede daha fazla güç ve itibar sahibi oldu.

İsrail’in bir yıl önce başlattığı ve soykırıma varan katliamlarla sürdürdüğü savaş, Suriye iç savaşıyla yapılamayan, bölgeyi Batılı emperyalistler için dikensiz gül bahçesi yapma amacının devamı olarak sahneye konmuş bulunulmaktadır.

Bu yüzden 10 Ekim Katliamı davası sadece mahkeme sürecinde devlet görevlileri ve IŞİD’in siyasetteki koruyup kollayıcılarının yargılanması değil, aynı zamanda bölgede barış mücadelesinin devamı olarak görülüp mahkeme sürecinin barış mücadelesinin bir alanı olarak değerlendirilmesi ölçüsünde bitmiş bir katliamın ötesinde bugün de süren bölgede ve ülkede barış mücadelesinin bir alanı olarak anlamlanmaktadır.

Bu nedenlerle 10 Ekim Ankara Gar Katliamı davası bitmemiş, bölgede barış güçleri kazanana kadar da bitmeyecek bir dava olarak sürmektedir. Sürecektir de!

İSLAM-YAHUDİ SAVAŞI OLARAK GÖSTERMEK EN ÇOK İSRAİL VE EMPERYALİSTLERİN İŞİNE GELİR

Tek adam rejimi bölgede İsrail eliyle sürdürülen katliamlarla yürütülen savaşı bir “İslam-Yahudi savaşı”ymış gibi göstererek “İsrail’in gözü vatanımızda” diyerek İsrail’in arkasındaki emperyalistlerin bölge planlarının üstünü örtmeyi amaçlamaktadır.

Böylece iktidar NATO’daki pozisyonuna ve bölgede Batılı emperyalistlerin varlığına çanak tutan politikalarına yönelik eleştirilerin önünü kesmeye çalışmaktadır.

Muhtemeldir ki dün Mecliste yapılan kapalı oturumunda yine bu minval üzerine bilgiler verildi. Geleneksel “Yahudi düşmanlığı” ve “dinler-mezhepler arası savaş” üstünden kışkırtmaların kolaylığından yararlanarak “iç cepheyi güçlendirme” girişimi olarak sunulan “İsrail’in gözü bizim topraklarımızda” iddiası elbette en çok İsrail ve Batılı emperyalistlerin işine gelmektedir.

BARIŞ MÜCADELESİ DÜNE GÖRE BİLE DAHA HAYATİ!

Bu yüzden 10 Ekim Katliamı ve dava süreci etrafında yapılan tartışmalar ile bu doğrultudaki mücadeleler de ancak;

* Bölgeye Batılı ve Doğulu (Rusya ve Çin) emperyalistlerin müdahalesine hayır diyen,

* Bölge gericiliklerinin kendi aralarındaki rekabet ve çatışmalara karşı uzlaşmaz bir tutum alan,

* Halkların kendi kaderini tayin hakkı ve halkların kardeşliğini öne çıkaran,

* Bir afete dönüşmüş olan “göç” ve “sığınmacı” sorununu işçi sınıfı enternasyonalizmi ekseninde ele alan,

* İncirlik ve Kürecik başta olmak üzere ülkemizdeki ABD ve NATO üslerini kapatıp NATO’dan çıkılmasını, İsrail’le barış masasına oturuncaya kadar ekonomik, diplomatik, kültürel tüm ilişkilerin kesilmesini isteyen,

* IŞİD katliamlarına “yol veren” yetkililerin, cihadist örgütlere kol kanat geren siyaset erbabının yargı önüne çıkarılması ve hak ettikleri cezayı almaları için mücadeleyi ülke ve bölgedeki barış mücadelesinin bir alanı olarak gören bir anlayışla hareket etmek barış mücadelesinin olmazsa olmazıdır. Üstelik bu mücadele düne göre çok daha hayati bir öneme sahiptir.

Bu yüzden 10 Ekim Katliamı’nın 9’uncu yıl dönümünde ailelerin ve davanın avukatlarının yaptıkları çağrılar ve dikkat çektikleri gerçekler bugün barış mücadelesinin ilerletilmesi için çok önemlidir.

                                                        /././

Sadece İsrail mi terörist?-Mustafa Yalçıner-

İnsanlıktan zerre nasibini almamış İsrail terörünü küçümsemek için sormuyoruz soruyu.

Kendisini hiçbir ulusal ve uluslararası hukuk normuyla bağlı saymayan, emperyalist kuruluş BM ve kararlarını bile biraz olsun dikkate almayan İsrail terörizmi ve katliamlarını Türkiye’de bilmeyen yok. Uyguladığı soykırıma rağmen İsrail’le ekonomik, mali, ticari ve diplomatik ilişkilerini hiç kesintiye uğratmayan egemenler ve AKP’yle ortakları bile İsrail’den söz ederken terör demeden edemiyor!

Dünyada durum biraz farklı. İngiltere ve ABD başta olmak üzere tüm dünya halkları İsrail terörizmini lanetleyen gösterilerine hiç ara vermedi. İki şey isteniyor kitlesel protesto gösterilerinde: Hemen ateşkes ve hükümetlerinin İsrail’e en azından silah sevkiyatını derhal durdurması.

Sadece İsrail mi terörist?” diye sormamızın nedenlerinden biri bu: Batılı büyük emperyalist devletler, ABD ve İngiltere’den başlayarak Almanya ve diğerleri İsrail’i kuruluşundan bu yana finanse etmekle kalmıyor, silahlandırıyorlar da.

Bir yıl oldu, İsrail Gazze ve ardından şimdi Beyrut ve Lübnan’ın güneyine günde yüzlerce ton bomba yağdırıp yüzlerce füze atıyor. Evet, kapitalizmi ve ekonomisi küçümsenemeyecek güçte İsrail’in. Nüfusu örneğin Türkiye’nin 1/8’i kadarken 1/4’ünden fazla dış ticareti, yarısı kadar sermaye ihraç ve ithalatı var. Güçlü olmasına güçlü ekonomisi, ama günlük sadece bunca bomba ve füzeyle binlerce sorti yapan uçaklarının yakıt harcamalarını karşılaması olanağı düşünülsün- var mıdır? Türkiye’yi alın, ekonomisinin ölçeği ve boyutları İsrail’in 3-4 misli büyüklükte. Türkiye bir yıl boyunca günde bu denli bomba ve füze üretebilir mi? Daha yiyeceği, içeceği, giyeceği, otomobili, mutfak makinesi … var da var!

İsrail’in bu büyüklükte bir devlet harcamasının altından kalkamayacağı açık.

Nereden geliyor bu silah ve cephane?

Özellikle Batılı emperyalist ülke halkları boşuna hükümetlerinden İsrail’e silah akışını durdurmalarını talep etmiyor. Zaten başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batılı emperyalistler İsrail ve katliamlarının açıkça arkasında durup desteklerini boşuna ifade etmiyorlar! Sürekli silah sevk etmeleri yetmiyor, gemi ve uçaklarını doğu Akdeniz’e yığarak silahlı koruma da sağlıyorlar. İsrail, sadece kendi yayılmacı amaçlarını gütmüyor, özellikle Amerikan emperyalizminin dünya egemenliği stratejisinin hizmetinde, Ortadoğu ve dünyayı ABD’nin amaçlarına uygun hale getiriyor.

İsrail terörizmini lanetlemek yetmez! Arkasındaki güçleri görmeden belki dinci ve milliyetçi yaklaşımlarla İsrail’e küfretmek yürekleri soğutabilir! Ama ne Filistin halkının kurtuluş umuduna bir ışık yakılabilir ne bölgemizin ve dünyanın başındaki belanın çözümü mümkündür! Bu, arkasındaki emperyalistler kadar, ekonomik, ticari ve diplomatik ilişkilerini sürdürerek İsrail’e örtülü destek sunan AKP Türkiye’siyle gerici Arap ülkeleri açısından da geçerlidir. Örtülü destekleyenler görülmeden de bir ilerleme sağlanamaz!

Üstelik ABD, İngiltere ve emperyalist Avrupa ülkeleri türünden müttefikleri yalnızca İsrail katliamlarına destek sunmakla kalmıyor, Ukrayna’da da aynı işi yapıyorlar. İsrail’e gönderdikleri kadar bomba, füze ve sair silahı Ukrayna gericiliğine de gönderiyorlar.

İsrail, kendi çapında Ortadoğu’yu savaşa sürükleyebilir. Daha fazlasını değil. Oysa arkasında ABD ve müttefiki emperyalistlerle birlikte Ortadoğu’da harlatılan alevler dünyayı tutuşturur. Hele Avrupa’nın ortasındaki Ukrayna’yla birlikte düşünüldüğünde, Avrupa ve Ortadoğu’da karşı karşıya gelmelerine ramak kalan büyük emperyalist devletlerin kapışmaları, o “Olur mu canım” denen dünya savaşı demektir!

Bilinsin ki, sadece henüz doğrudan kendi askerleriyle savaşmayan Rusya ile ABD ve müttefikleri Ukrayna’da zaten karşı karşıya.

Sadece İsrail mi terörist?” diye sormamızın bir nedeni de İsrail saldırganlığının, Türkiye ve birçok ülkede halkların kendileri ve uygulamalarına yönelmekte olan dikkatlerini dağıtma peşindeki egemenlerce kullanılmak istenmesidir. Erdoğan boşuna açıkça “İsrail’in Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer vatan topraklarımız” demedi!

Şimşek’in emekçiye yaşamı zindan eden ekonomik mali saldırılarıyla hak arayan işçiye ters kelepçe terör değilse nedir?

                                                     Evrensel - GÜNDEM

Grev kırıcılığına silahlı koruma -Andaç Aydın ARIDURU-

As Plastik’te, grev kırıcılığı tespit edildi ancak patrona hiçbir yaptırım uygulanmadı. Devlet destekli kuralsızlıktan güç alan patron, silahlı korumaları da devreye soktu.(https://www.evrensel.net/haber/530284)

                                                                      ***

JES şirketinden büyük pişkinlik | Köylüleri izlemek için kamera yerleştirdi, hizmet olarak sundu!-Özer Akdemir-

Aydın Germencik’e bağlı Tekin köyünde HEZ isimli jeotermal şirketi, JES’e karşı mücadele eden köylüleri izlemek için köylülerin bilgisi olmadan kamera yerleştirmeye kalktı bunu hizmet olarak sundu.(https://www.evrensel.net/haber/530319)

                                                                        ***
İTO Başkanı: Gençler akvaryumda yetiştiği için göçmen işçi çalıştırmamak lüks

İstanbul Ticaret Odası (İTO) Başkanı Şekib Avdagiç genç işçilerle göçmen işçileri kıyaslayarak,  Türkiye’de gençlerin çok iyi koşullarda “akvaryumda” yetiştirildiğini savundu. Avdagiç, doğurganlık oranını da az bulduğu için ucuza ve daha ağır çalışma koşullarına uyum sağlayacak “göçmen işçileri çalıştırmamak lüks olur”muş.(https://www.evrensel.net/haber/530326)

                                                          ***
OBA Makarna’da hayatını kaybeden işçi sayısı 3’e yükseldi.

Sakarya'da OBA makarna fabrikasındaki patlamada yaralanan bir işçi daha yaşam mücadelesini kaybetti. Patlamada hayatını kaybedenlerin sayısı 3'e yükseldi.(https://www.evrensel.net/haber/530311)

                                                                    ***
Mersin’e taşınması planlanan balık çiftliklerini halk istemiyor
Balıkesir’in Edremit ilçesinde turizme zarar vereceği gerekçesiyle reddedilen projelerin Mersin Aydıncık’ta hayata geçirilmek isteniyor. İlçeye taşınması planlanan balık çiftlikleri projesine verilen “ÇED olumlu” raporunun halkın iradesine aykırı olduğunu söyleyen CHP Mersin Milletvekili Gülcan Kış, projenin çevresel ve hukuki açıdan ciddi sorunlara yol açacağını söyledi. Kış, “Bu projeyi Mersinliler olarak asla kabul etmiyoruz” dedi.(https://www.evrensel.net/haber/530327)
                                                           
(Evrensel)




Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...