Serdar Ortaç’ın bitmeyen pişmanlığı: Kaç kere tövbe eder…+ Cemaatlerde kadın: ‘Ölünün ölü yıkayıcına teslim olduğu gibi teslim ol’-duvaR

Serdar Ortaç’ın bitmeyen pişmanlığı: Kaç kere tövbe eder…-Barış Avşar-

Ortaç’ın her cümlesi ayrı ayrı analiz edilmeyi hak ediyor belki de. Nasıl oluyor da yıllardır bu ‘illet’ten çok çektiğini anlatıp herkesin gözü önünde ve her fırsatta ‘tövbeler’ edip sonra yine ‘katakulli’ye gelebilir ki insan? Toplumsal muhalefetin her türlü baskı ve zorla sindirildiği, köşe dönmeciliğin, işini halletmenin, torpilin, liyakatsizliğin, kazandıkça daha da çok kazanmanın kutsandığı bir toplumsal modelin prototipidir o yüzden Serdar Ortaç.

Ahmet Kaya’nın bu dünyadan çekip gitmesinin üzerinden 24 yıl geçmiş. Üç gün sonra, 16 Kasım’da, onsuz geçecek 25’inci yıl başlayacak. Çeyrek asır! Bu geçen zaman boyunca onunla ilgili çok şey oldu. Ölüp gitmiş birinin arkasından, ‘onunla ilgili’ ne kadar çok şey olabilir ki?

Ama söz konusu Ahmet Kaya olunca, oldu işte...

En çok olan da şarkılarının her zaman çok dinlenmesi, yıllardır yeniden yorumlanması böylece yeniden ve yeniden doğmasıydı...

Onunla ilgili ‘çokça’ olan şeylerden biri de Magazin Gazetecileri Derneği ödül töreninde yapılan ve Paris’teki ölümüne kadar varan yolu açan saldırının en çok anılan ‘faili’ Serdar Ortaç’ın ‘pişmanlık’ açıklamalarıydı herhalde. Ortaç defalarca bu konuda özür diledi, pişmanlık bildirdi, yakın zamanlardakinden birinde şöyle diyordu: "O sahnede olmaktan pişmanım. O grubun içinde o anı yaşamaktan pişmanım. Allah benim belamı versin o gün orada olduğum için... Herkes diyor ki, 'çatal attın'. Hiçbir şey atmadım. Orada marş oku dediler. Binlerce kez özür diliyorum bütün Ahmet Kaya hayranlarından. En büyük pişmanlıklarımdan biridir rahmetlinin bu yaşadıklarına alet olmak. Allah benim belamı versin..."

                                                       ***

Serdar Ortaç’ın Ahmet Kaya konusu kadar pişmanlık belirttiği, kendisine açık açık kızdığı diğer konuysa hayatına dair oldu hep: Kumar bağımlılığı!

Yıllar içinde defalarca kendi ağzından bu bağımlılığa dair pişmanlıklarını, ‘tövbe’lerini, beddualarını dinledik. Onların sonuncusunu da daha yeni gördük işte ‘yasa dışı bahis operasyonu’ vesilesiyle: “Adli kontrol şartıyla serbest bırakıldım. Çok pişmanım. Yani topluma kötü örnek olduysam Allah beni affetsin. Bu kumar belası hâlâ başıma işler açıyor. Nasıl bir illetse bu. Eğer millete kötü örnek olduysam herkesten özür diliyorum. Allah kahretsin yani... Bir şey diyemiyorum. Evimi barkımı, paramı, evliliğimi, sağlığımı aldı bir de adliyeye düşürdü. Bu kumarı daha nasıl kötüleyeceğiz? Millete nasıl anlatacağız?”

Bu kadarla da kalmadı, kendisine ‘peki bu iş nasıl oldu’ diye soran gazetecilere şunları söyledi adli kontrol şartıyla serbest kaldıktan sonra: “Abi bilinçsizce oldu, beni otel açılışına davet ettiler. Gittim Malta Adası’na. Restoran açılıyordu. Orada katakulliye geldim, cep telefonundan oyunu çektiler. Oyuna geldik. Bir şey de diyemezsin gurbette. Hatta maç açıktı, ‘Serdar Bey skor ne olur' diye bana soruyor. Ben üst alt ne olur bunlardan anlamıyom, anlamam yani... Pişmanım, üzgünüm abi. Herkes kumarbaz olmuş. En az 50 milyon kumarbaz var. Bırakmazsanız hepinizin başına bunlar gelecek. Bırakın abi şu işi... İnşallah konserleri etkilemez. Mehmet Ali Erbil de benimle Malta’daydı. Onun bir suçu yok.” 

Ortaç’ın her cümlesi ayrı ayrı analiz edilmeyi hak ediyor belki de. Nasıl oluyor da yıllardır bu ‘illet’ten çok çektiğini anlatıp herkesin gözü önünde ve her fırsatta ‘tövbeler’ edip sonra yine ‘katakulli’ye gelebilir ki insan?

Yeniden ve yeniden ‘oyuna geldim’, ‘kandırıldım’ diyebilir?

‘50 milyon’ olduğunu söylediği ‘kumarbazlar’a ‘bırakmazsanız başınıza bu işler gelir’ deyip, veciz ifadelerle bezenmiş tövbesini ‘konserleri etkilemez inşallah’ diye bitirebilir?

Bu sözleri söylediğinde ‘adli kontrol şartı’ ile serbest kalmıştı Ortaç. Gözaltına alınıp adli kontrolle serbest kaldınızsa oturduğunuz bölgenin dışına çıkamıyorsunuz, düzenli olarak polis merkezine gidip imza veriyorsunuz, bu kurallara uymazsanız yeniden takibata uğruyorsunuz zira...

Ancak Ortaç’ın aklında ‘konserler’ var: Etkilenmez inşallah!

                                                          ***

Serdar Ortaç 1970 doğumlu, Ahmet Kaya’nın ve -resmi rakamlara göre- 650 bin insanın gözaltına alındığı 12 Eylül askeri darbesinde 10 yaşında bir çocuktu. Kaya’nın epeyce şarkısı o karanlık günleri anlatır. O günleri anlatan ve kalplerde en çok yer etmiş şarkılar da herhalde onun söyledikleridir...

Buna karşılık darbe sonrası politik mimarinin böyle şarkıya, türküye, kitaba, filme falan tahammülü yoktu. Bugün hala Ahmet Kaya posteri asılması ‘ceza gerekçesi’ haline gelebiliyorsa, işte ondandır... 

Peki yeni ‘rejim’ ne istiyordu?

Onun yanıtı da herhalde Serdar Ortaç’ın bir şarkı sözünde gizliydi: “Kaç kere tövbe eder, kaç cephede savaşır?

Her dümeni çevirip, sonra tövbeler edip, ışıklar suratına dönünce de, ‘Abi anlamıyom’, ‘ben yaptım ama başkaları yapmasın’, ‘kandırıldım’ falan diyecek bir ‘model’...

Sanatta... Siyasette... Sporda... Akademide... Medyada... Her cephede!

Toplumsal muhalefetin her türlü baskı ve zorla sindirildiği, köşe dönmeciliğin, işini halletmenin, torpilin, liyakatsizliğin, kazandıkça daha da çok kazanmanın kutsandığı bir toplumsal modelin prototipidir o yüzden Serdar Ortaç.

Şarkısının sonunda dediği gibidir durum: 'Bunun gibisini inan ki zor bulursun!'

                                                         /././

Cemaatlerde kadın: ‘Ölünün ölü yıkayıcına teslim olduğu gibi teslim ol’ -Tuğba Özer-

Filiz Gazi'nin 'Görünmeyen Cemaat: Mürideler - İsmailağa Menzil Süleymancılar' çalışması, Tekin Yayınevi tarafından yayımlandı.

Gazeteci Filiz Gazi, kitabında cemaatlerin içerisindeki kadınlara odaklanıyor. "Filiz, ölünün ölü yıkayıcısına teslim olduğu gibi teslimiyet isteniyor. İstiyorlar ki hiç soru sorma, düşünme. Deniyor ki mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır."

Bu cümleler gazeteci Filiz Gazi’nin geçen aylarda Tekin Yayınevi’nden çıkan 'Görünmeyen Cemaat-Mürideler İsmailağa, Menzil, Süleymancılar' kitabından. Gazi, kitabı hazırlarken verilerden ve duyumlardan sıyrılmış, cemaatlerin içerisinde zaman geçirerek artık örneğine az rastladığımız bir araştırmacı gazetecilik eseri çıkarmış ortaya.

Tarikat ve kadın, çocuk denildiğinde özellikle seküler kesimde ilk akla gelen cinsel istismar ve kadının özgürlüğü gibi konular oluyor. Buna önyargı demek yaşanan örnekler nedeniyle haksızlık olsa da Gazi, kendisinin de belirttiği gibi konuya dışarıdan üstenci bir gözle yalnızca skandallara odaklanarak değil, içeride olup bitenleri anlama ve tüm gerçekliği ile anlatma çabası içerisinde anlatıyor meseleyi okuyucusuna.

Titizlikle hazırlanan kitap sizi önce cemaat ve tarikatların tarihinde dolaştırıyor. Böylelikle kökenlerini, Anadolu’daki var olma hikayelerini, Osmanlı’daki konumlarını ve nihayetinde bugünkü durumlarını görebiliyorsunuz.

'MÜRİT CESET GİBİ OLMALI'

Filiz Gazi, kitabına ismi geçen üç cemaatin İsmailağa, Menzil, Süleymancılar ve diğer Türkiye’de aktif büyük cemaatlerin büyük çoğunluğunun Nakşibendilik'e bağlı olduğunu anlatarak başlıyor. Nakşibendilik'te mürit-mürşit arasındaki bağ temeldir. Bu inanca göre "Bir mürit Allah yoluna ancak mürşidin kılavuzluğunda gidebilir." İşte kitaba göre, cemaatlerdeki kilit nokta da burada başlıyor; sonsuz bir bağlılık isteniliyor.

Görünmeyen Cemaat: Mürideler - İsmailağa Menzil Süleymancılar, Filiz Gazi, 280 syf., Tekin Yayınevi, 2024.

15 sene bir cemaate bağlı yaşadıktan sonra ayrılan bir kadın bu bağlı olma durumunu şöyle anlatıyor: "En başta sana ne diyor biliyor musun? ‘Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır.’ Bu ne demek? Allah’a, cennete kavuşmak için mürşide ihtiyacın var. ‘Eğer bu dünyada bir mürşidin yoksa şeytan seni daha çabuk kandırır’ deniliyor. Seni böyle bağlıyor mu, bağlıyor. Ondan sonra ‘tam teslim olacaksın’ diyor. ‘Ölünün yıkayıcıya teslim olduğu gibi teslim olacaksın.’ ‘Teslim olmazsan istersen bu yolda 50 yıl kal hiçbir hedefe ulaşamazsın’ diyor. Bir insan Allah’a teslim olur değil mi? Sen Allah’ın yarattığı kula teslim oluyorsun.”

Bir başka kadın ise, “Mürit ceset gibi olmalı” sözleriyle anlatıyor bu durumu.

‘BU KADINLARIN NASIL BİR HAYATI OLABİLİR?’

Kadınların cemaatlere neden katıldıkları, cemaatlerin kadın örgütlenme yapıları da meseleye dair önemli veriler sunuyor. Bazı kadınlar, dindar, muhafazakar alanlardan gelen kadınların cemaatlere katılma sebebini bir çeşit sosyalleşme faaliyeti ya da statü kazanma arayışı olarak yorumluyor. Çünkü sosyalleşme konusunda ailelerinin müsaade ettikleri tek alanlar bu cemaatler. Örneğin hayatının bir kısmını Süleymancılar içinde geçiren bir kadın bu durumu şöyle anlatıyor: “Kadınların çoğu okuma yazma bilmiyor. Sosyal aktivitesi, okuma yazması olmayan bir kadının her günü kocasına yemek yapmakla geçiyor. Bir taraftan çocuk doğuruyor ve onların bakımı başlıyor. Bu kadınların nasıl bir hayatı olabilir?”

Başka bir kadın ise cemaatlerin kadın örgütlenmelerine dair şu bilgileri veriyor: “Bir ağ kurulmuş Filiz. Benim bu mahallede 3-4 kadın görevlendirilmiş. Yeşilpınar’da bir kadın, Gazi’de bir kadın, Arnavutköy’de bir kadın. Çatalca’ya kadar kol var. Hemen hemen 70’den fazla kürsü var. Kürsü dediğim mahalleler. 70’den fazla görevlendirilmiş kadın var. Onun adı da ‘ders başı’ oluyor. Bu kişiler büyük hocaya sormadan çarşıya pazara bile çıkamazlar. Her şeyi ona soruyorlar; kız istemeye gideceksin, onu dinlerdin. Ev alacaksın ona sorarsın. Ondan izinsiz bir şey yapamazsın.”

SIK DUŞ ALDIĞIMIZ İÇİN ‘CİNSEL MÜNASEBET’ İMASI YAPILDI

Kitapta, ismi geçen cemaatlerde bulunmuş kadınların deneyimlerini okuma imkanı da buluyorsunuz.

Süleymancılar'dan İsmailağa Cemaati’ne geçen 20’li yaşlarında genç bir kadın kendisini cemaate "vakfettiğini" belirterek yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “1 yıl medrese eğitimi aldım. Ben vakıfeydim. Evlenmeme şartı vardı. Kendini vakfediyorsun rahibe gibi. 12 ayda toplasan belki 10 kere dışarı çıkmışımdır. Küçücük bir yerde 10 kadındık. Eğitim aldığınız dönemde en fazla ayda 1 kere dışarı çıkma hakkınız vardı. Televizyon halen yok. Ben cep telefonu kullandığım için, Facebook sayfam olduğu için defalarca uyarıldım. Başımızdaki kadın korkunçtu. Her hafta kaç kez duş aldığımızı hesaplardı. Birbirimizle cinsel münasebetimiz olduğunu ima ederdi sık duş aldığımız için.”

‘İNSANLARIN ARASINDA TELEFONLA KONUŞUYORSUNUZ, GÜLÜYORSUNUZ’

İsmailağa Camii İmam Hatîbi Salih Topçu’nun her hafta düzenli olarak yapılan sohbetlerde verdiği vaazlar kadınların anlatımlarını doğruluyor. “Mahmut Efendi cemaati, İsmailağa cemaatidir. Efendi hazretlerimiz yanımda demiştir: Bana bak sen beni rezil ediyorsun, sana hakkımı helal ediyorum ama bu kapıyı rezil etmeye hakkın yok! Yerken, giyinirken, konuşurken çok dikkat edeceksiniz. Bir hanım var, toplum içinde telefonla konuşuyor. İnsanların arasında telefonla konuşuyorsunuz, gülüyorsunuz insanlar arasında! Öyle insanlar bilirim ki, kolunu kırsanız toplumda telefonunu kaldırmaz.”

“Çok fazla gülmek kalbi öldürür. Senin çok hareketli olman, oynak olman, esnek olduğunu gösterir. Yerleşik olmadığını gösterir. Hareketsiz bir şekilde konuşursan o senin yerleşik olduğunu gösterir.”

                                                              /././

(duvaR)


T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -13 Kasım 2024-

Türksat üçe mi bölünüyor?-Füsun Sarp Nebil-

Şu ana kadar gördüğümüz şu; bilişim ve telekom alanında, AKP nereye elini attıysa, orası kurudu, duraklama devrine girdi.

Şimdilerde Ankara'da konuşulan önemli bir konu, bu hafta KİT komisyonunda görüşülecek olan Türksat'ın durumu. Neler konuşuluyor derseniz, borç yükü altında ezilen ve gelirleri, giderlerini bile karşılayamayan (2023 sonuçlarında zarar 1,5 milyar TL) Türksat'ın "kablo", "uydu" ve "e-devlet" şeklinde üçe böneceği duyuluyor.

Geçtiğimiz ay, 2021'den beri genel müdürlük yapan Hasan Hüseyin Ertok yerine Ahmet Hamdi Atalay atandı. Gözümüze çarpan en önemli sorun Türksat'ın inanılmaz yüksek borçluluğu. Zaten bu 3'e bölünme ve kablo kısmının Turkcell'e (Superonline) satılması konusunda, sektörde konuştuğum uzmanlar, LifeCell satışından gelen 524,3 milyon $'ın (18 milyar TL) kullanılacağını tahmin ediyorlar. Böylece korkunç borç facialarından bir başkasının üstü kapatılmış mı olacak?

Ancak asıl ilginç nokta, savunma sanayiine çalışan Profen dahil bir takım uydu firmalarının satın alındığı ve devletin 1 milyar TL destek olduğu bir özel uydu firma oluşturulduğu iddiaları kulislerde konuşuluyor. Türksat'ın uydu bölümünün de buraya verilmesinden bahsediliyor.

2021-2022 arasında borçluluk yüzde 30, personel giderleri yüzde 97 artmış

Şirketin şu andaki finansal durumunu tam bilmesek de (çünkü 2023 henüz raporlanmadı), 2021 ve 2022 Sayıştay verilerine ve 2023 faaliyet raporuna baktık. İki Sayıştay raporu arasındaki temel finansal ve operasyonel farklarına bakarak bir karşılaştırma yapalım (bizim için ChatGPT yaptı). İşte 2021 ve 2022 yıllarına dair en önemli veriler:

Bu veriler ışığında, Türksat’ın 2021 ve 2022 performansları arasında borç artışı, kârlılık düşüşü, uydu doluluk oranlarında azalma ve artan personel giderleri gibi önemli farklar ortaya çıkmaktadır. Özellikle 2022 yılında hedeflenen kâr ve gelirlerin altında kalınması, şirketin finansal performansında iyileştirme ihtiyaçlarına işaret ediyor.

Personel giderlerindeki katlamalı artış için etrafa sorduk, neden olabilir diye; Türksat'ın çift maaş alan bürokratların yuvası olduğu iddiası vardı. Ama asıl anlatılan ayrılan genel müdürün mensup olduğu iddia edilen küçük bir cemaatle ilgili. Genel Müdürlük döneminde bu katlayan borcun ve personel giderlerinin bu cemaatle ilgili olduğu ve genel müdürün de, partinin önüne bu cemaati koyması nedeniyle görevden alındığı iddiaları var.

Mehmet Şimşek'e bir kaynak 6 milyar TL vergi burada duruyor

Diğer yandan 2022 ve 2023 faaliyet raporlarında verilen "Ertelenmiş Vergi" kalemi dikkatimizi çekti. 2022 yılında 2,1 milyar TL yani o yılın ortalama dolar kuru 16,55 ile bakarsak 127 milyon $ (bugünkü baskılanmış $ ile bile  4,4 milyar TL eder) vergi ertelenmiş. Bu rakam 2023 yılı sonunda 3,27 milyar TL'ye çıkmış. 2023 ortalama $ kuru 24 TL ile artışı da hesaplarsak 49 milyon $ daha ilave gelir. Toplam 176 milyon $ alınmamış bir vergiden bahsediyoruz. Yani bugünkü baskılanmış dolar ile 6 milyar TL.

Sn. Şimşek'e önerelim, kredi kartına vergi ya da yurtdışı çıkış pulunun astronomik zamlanması gibi halkı üzecek yollar yerine, burada ertelenmiş bir sürü vergi var.

Alacak tahsili yapılmayan TV'lar

Türksat'ta başka bir sorun da alacak tahsili yapılmayan TV'lar. 2022 raporuna göre aşağıdaki TV'lar borçlu gözüküyor. 67ci sayfasına bakılırsa şöyle diyor;

"Yukarıda yer verilen hükümlere rağmen TÜRKSAT A.Ş.’nin ödenmeyen alacaklarına karşılık sözleşme hükümlerini uygulamadığı, dolayısıyla alacakların tahsilat oranlarının düşük olduğu tespit edilmiştir. Aşağıdaki tabloda Şirkete borcu olan 15 TV Kanalı/ Radyoya ait bilgiler görülmektedir."

2019'dan beri kalan bu borçların tamamını hesaplarsak 3 milyon TL ediyor. İsimleri yerine kodlarını gördüğümüz bu TV kanallarının ödenmeyen fatura sayılarının 64'e kadar çıktığı görülüyor. Eskiden 3 aylık teminat alan, 3 ay ödeme alamadığında hizmeti kesen ve teminatı yakan Türksat, acaba şimdilerde neden bu faturaları tahsil etmemiş.

Kayırılan bu TV kanalları acaba hangileridir? Ödemedikleri çok sayıda faturaya rağmen, hangi neden ile hizmet almaya devam etmişler? Bunların isimlerinin açıklanması gerekmez mi?  Ayrıca bu rakamlar 2022 senesine ait, aradan geçen 2 yılda acaba bu borçlar tahsil edildi mi? Ya da edilmediyse bu rakamlar acaba nereye çıktı 

Uydu sistemleri

Bildiğiniz gibi (ve de adından anlaşılacağı üzere) Türksat aslında bir uydu firması olarak kuruldu. Kablo ve e-Devlet daha sonra buraya konulan hizmetler oldu. Şimdi Türksat’ın asıl işine bakalım; Dünyada uydu sistemlerindeki gelişmeleri kısaca hatırlatalım;

1- İnternet için alçak yörünge (LEO) uydular gündemde -ki Musk'ın Starlink'i bunlardan.

2- Uydudan, cep telefonuna görüşme olanakları gelişiyor. Yakında hepimiz kullanabilir hale geleceğiz.

3- TV'lar uydudan inip, IP'den servis alıyorlar

4- Uydular konumlama servisleri için kullanılıyor.

Ama bu yazıda uydu sistemlerine değinmeyeceğiz. Çünkü başlı başına uzun bir konu. Başka bir yazımızda yazalım.

Dünya değişiyor, Türksat bu gelişmelerinin neresinde?

Şimdi özetleyelim; yukarıdaki rakamların gösterdikleri bir yana, Türksat’a tepeden bakıldığında durum şu;

1-Uydu hizmetleri gelirlerinde geriye gidiş var. Çünkü Türksat uyduları ağırlıklı TV yayını için atılmış yüksek uydular. Oysa TV kanalları giderek IP'ye dönüyor.

2-e-Devlet yatırımları konusunda aldığımız bilgi, bu sistemlerin eskimiş ve de çok dolmuş olduğu şeklinde. Ayrıca güvenlik sorunlarından bahsediliyor -ki sürekli veri sızıntısı ile gündeme geliyorlar.

3-Kablo tarafında ise, bilindik tekel sistem nedeniyle, uzun yıllardan bu yana engelleme var. Kablonet bu nedenle sadece -5 özel kablo TV zamanından kalma- 24 ilde şebekeye sahip. Dolayısıyla aslında "orta direk" için önemli bir kaynak olan "Kablo"nun alabileceği kapasiteyi yıllardır yakalayamadı. Duraklama devrinde devam ediyor.

Şimdi soralım. Türksat bu 3 alanda şimdiye kadar ne yaptı? Şimdi bölünürse bu alanlarda gelişme olacak mı? Şu ana kadar gördüğümüz şu; bilişim ve telekom alanında, AKP nereye elini attıysa, orası kurudu, duraklama devrine girdi. Dolayısıyla uzaktan bu konuya da üzüntü ile bakıyoruz.

Türksat konusuna devam edeceğiz.

                                                               /././

Bahçeli'nin ismi kaldırıldı; MHP İl Başkanı "olacaklardan biz mesul değiliz" dedi.

Manisa Büyükşehir Belediye Meclisi toplantısında Salihli Belediyesi tarafından Devlet Bahçeli Kent Meydanı isminin Atatürk Kent Meydanı olarak değiştirilmesi önerisi yapıldı. Talebinin gündeme alınması üzerine MHP ve AKP Grubu meclisi terk etti. MHP Manisa İl Başkanı Cüneyt Tosuner, "Bırakın Devlet Bahçeli ismini, D harfine dokunulması hâlinde olacaklardan biz mesul değiliz" açıklamasında bulundu.(https://t24.com.tr/haber/bahceli-nin-ismi-kaldirildi-mhp-il-baskani-olacaklardan-biz-mesul-degiliz-dedi,1196161)

                                                               ***

“Vergide” adalet mi, “vergilendirmede” adalet mi?-Murat Batı-

Adalet, vergilendirme sürecinde aranılıp tesis edilmeli ardından uygulamada gerçek hayata tesiri açısından- ne ölçüde adil olduğu saptanmalıdır ki bu noktada vergide adalet kavramı yerine vergilendirmede adalet kavramının kullanılması vergi tekniği açısından daha doğru bir kavram olacaktır.

Yazılı ve görsel basında, sosyal medyada, dost meclislerinde her seferinde vergide adalet kavramını sıklıkla duymaya/görmeye başladık. Hatta ben de bazı konuşmalarımda, yazılarımda vergide adalet kavramını da kullandım. En son sendikaların basın açıklamaları ile eylemlerindeki pankartlarında da vergide adalet ifadesine denk geldiğimde bununla alakalı bir yazı kaleme almam gerektiğine karar verdim.

Çünkü bir şey isterken istediğimiz şeyi doğru ifade etmemiz sonucun gerçekleşmesi adına oldukça önemlidir. Her ne kadar istenilen şey –kısmen- açık olsa da yeteri kadar isteği(mizi) yansıtmamaktadır.

O nedenle önce adalet sonra da vergi(lendirme)de adalet kavramını izah etmeye çalışayım.

Nedir adalet?

Bir şeyi anla(t)manın en iyi yollarından biri de o kişileri o şeyden mahrum ederek o şeyin varlığını anlamalarını sağlamaktır. Yunan felsefesinin başlangıç dönemlerinde bu yöntem kullanılmış ve “adaletsizlik olmasaydı, insanlar adaletin ne olduğunu bilmeyeceklerdi” ifadesi temel argümanlardan biri olmuştur. Yani suyun kıymetini anlamak için önce sudan mahrum kalmak gerekir. Bu tedrisat türü oldukça sert bir şekilde gerekeni öğretmektedir.

Bu anlamda adalet kavramı için öncelikle adaletin sözlük anlamına bakmak gerekmektedir. Türk Dil Kurumu, hak sözcüğünün karşılığı olarak; adaletadaletin veya hukukun gerektirdiği veya birine ayırdığı şey ya da kazanç, harcanmış, sarf edilmiş emek, dava veya iddiada gerçeğe uygunluk, pay, emek karşılığı ücret kavramlarını kullanmaktadır.

Hukuk kavramı da esasında etimolojik kökeni bakımından dilimize Arapçadan geçmiş olan hak sözcüğünün çoğuludur. “Hak” kavramı hukuk literatüründe “hukuken korunan menfaat”, “davranış özgürlüğü”, “sahiplik ileri sürebilme”, “yasaca tanınan ayrıcalık” gibi anlamlara gelmektedir.

İlaveten etimolojik köken olarak Arapçadan adl kelimesinden dilimize geçmiş adalet terimi hak ve hukuk içinde değerlendirilen bir kavramdır. Adalet kavramını iki şekilde düşünmek gerekir; dağıtıcı adalet ve denkleştirici adalet.

Dağıtıcı adalet, herkesin payına düşeni yeteneği, ödevleri ve toplum içindeki durumuna göre alması demektir. Denkleştirici adalet ise hukuki ilişkilerde taraf olanların eşit muamele görmeleri olarak tanımlanabilir. 

“Vergide adalet” mi yoksa “vergilendirmede adalet” mi?

Kamunun normal gelirleri arasında sayılan vergi, kamu harcamalarını finanse etmek amacıyla ve maliye politikası aracı olarak kullanılan gerek merkezi yönetim gerekse yetki verilen –belediyeler gibi- diğer kamu kurum ve kuruluşlar tarafından tahsil edilen hem cebri hem de karşılıksız olan en önemli kamu geliridir.

Vergi Usul Kanunu’nun Vergi Alacağının Tayini başlıklı Dördüncü Bölümünde (VUK m.19 ilâ m.23) vergilendirme aşamaları özel olarak belirlenmiştir. Bu sürece vergilendirme süreci adı verilir.

Vergiyi doğuran olayın gerçekleşmesinden verginin tahsiline uzanan vergilendirme sürecinde vergi idaresi vergi kanunlarında gösterilen usulleri izleyerek vergi ödevlileri hakkında idari işlemler tesis etmektedir.

Buna göre vergilendirme süreci, vergiyi doğuran olayın gerçekleşmesinden sonra idari bir işlem olan tarh ile başlayıp tahsil ile biten süreci ifade eder. Bu süreçte, vergi idaresi, vergi ile ilgili 4 ayrı aşama uygular. Bunlar verginin tarhı, tebliği, tahakkuku ve tahsilidir. Ancak bu 4 aşamadan önce verginin doğması yani vergiyi doğuran olayın gerçekleşmesi gerekmektedir.

Vergilendirme yetkisi ise devletin, ülkesi üzerindeki egemenliğine dayanarak vergi alma konusunda sahip olduğu hukuki ve fiili gücüdür. Devletin vergilendirme yetkisi, Anayasa m.73 uyarınca kamu giderlerinin finansmanı, yasallık, mali güç, genellik, eşitlik, vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı ile diğer ilgili anayasal ilkeler ile belirlenmiştir.

Buna göre vergilendirme, yetkisini Anayasa ve diğer kanunlarla birlikte genel tebliğ, Cumhurbaşkanı kararı, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, uluslararası vergi anlaşmaları ve diğer kaynaklardan alan ve vergiyi doğuran olayla başlayan ve tahsil sürecinin her aşamasını kapsayan geniş bir kavramdır.

Diğer taraftan söz konusu enstrümanlarla verginin usul ve esasları hüküm altına alınmaktadır. Bu süreçte özellikle kanunların ihdas aşamalarında verginin konusu, mükellefiyeti, verginin oranı ve matrahı belirlenmekte bunların belirlenmesinde mükellefin ailevi durumu, gelir ve servet durumu vs. gibi kıstaslar da dikkate alınmaktadır.

İşte tam da bu noktada vergi adaleti kendine yer bulabilmekte ve bu sürecin olması gerektiği noktada şekillenmesi gerekmektedir ki bu duruma vergilendirmede adalet denilmesi gerekmektedir.

Vergilendirmede adalet sağlandıktan sonraki aşamada verginin ne ölçüde adil olduğu saptanır ki buna da vergide adalet adı verilebilir.

Bu nedenle vergi adaletinden bahsedilebilmesi için vergilendirmede adalet kavramına odaklanılmalı ve adaletin burada aran(ıl)ması gerekmektedir. Aksi durumda vergilendirmede, adalet tesis edilemeden vergide adalet aranması pek bir anlamlı olmayacaktır.

Ezcümle adaletvergilendirme sürecinde aranılıp tesis edilmeli ardından uygulamada gerçek hayata tesiri açısından- ne ölçüde adil olduğu saptanmalıdır ki bu noktada vergide adalet kavramı yerine vergilendirmede adalet kavramının kullanılması vergi tekniği açısından daha doğru bir kavram olacaktır.

                                                                 /././

Evine polis baskını düzenlenen Nasuh Mahruki: Gerekçe YSK paylaşımım; endişemi dile getirdiğim için yaşandı.
AKUT'un da kurucusu milli sporcu Nasuh Mahruki'nin evine polis baskını yapıldı. Nasuh Mahruki gelişmeyi sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımla duyurdu. Polis baskının YSK'ye yönelik paylaşımı yüzünden olabileceğini belirten Mahruki, "Bir yurttaş olarak anayasal hakkımı kullanarak endişemi dile getirdiğim için bu olayın yaşandığını düşünüyorum" dedi.(https://t24.com.tr/haber/nasuh-mahruki-nin-evine-polis-baskini-bir-yurttas-olarak-anayasal-hakkimi-kullanarak-endisemi-dile-getirdigim-icin-bu-olayin-yasandigini-dusunuyorum,1196152)

                                                                        ***
Beş çocuk faciası: Frenler artık tutmuyor -Yalçın Doğan-

Yoksullukta çocukların “en savunmasız” olduğunu Türkiye dün çok acı bir haberle bir kez daha görüyor. Birileri de çıkıyor, “Bakanlık on sekiz kere gelmiş, çocukları almak istemiş, aile vermemiş” gibi, yönetimin sorumluluğunu azaltmaya çalışıyor. Bu söylenen doğru olabilir ancak, yönetimi sorumluluktan kurtarmaz.

Sabahları televizyonu açmaya artık korkuyorum.

“Acaba bu sabah hangi felakete uyanıyoruz” kaygısıyla.

Sabahları televizyonu açmaya artık utanıyorum.

“Acaba bu sabah hangi rezalete uyanıyoruz” tiksintisiyle.

Sabahları televizyonu açmayı artık kanıksıyorum.

“Acaba bu sabah hangi yalanlara uyanıyoruz” bıkkınlığıyla.

Dün o kaygılı sabahlardan biri. Yine bir felaket, yine bir trajedi. Nurlu ufuklarla müjdelenen “Türkiye Yüzyılı’nda” bir ihmal, bir aldatılmışlık faciası.

İzmir’e bağlı Selçuk’ta yaşları 1 ile 5 arasında değişen beş çocuk evde soba zehirlenmesi nedeniyle hayatlarını kaybediyor. Bu sıradan bir soba zehirlenmesi değil, bir Türkiye gerçeği.

Baba hapiste, anne geçinmek için hurda topluyor, o hurdaların parasını almak için yarım saatliğine kapıyı kilitleyip gidiyor, evde yangın çıkıyor ve beş çocuk...

Ayda 8 bin lira

O yangın...

Beş küçük çocuk...

Annenin hurda toplayarak, eline üç, beş kuruş geçmesi için çalışması...

Onca yoksulluğa rağmen, beş çocuk!.. O da trajedinin bir başka yönü.

Nereden baksanız, her adımda başka bir çıkmaz. O çıkmazın ortak bir başlığı var:

“Derin yoksulluk,

Açlık sınırı altında hayata tutunmaya çabalamak.”

Son verilere göre, Türkiye’de şu anda açlık sınırı ayda 20 bin 478 lira.

20 bin 478 lira insanın içini acıtıyor, derin yoksulluk aynı zamanda:

-En temel insani ihtiyaçlara, barınmaya, beslenmeye, giyinmeye erişememek.

-En temel insani haklara ulaşamamak.

-Ve sosyal dışlanmışlık.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ağustostan bugüne kadar beş çocuğun can verdiği o aileye, eğer doğruysa, 32 bin lira yardım yapıyor, ayda 8 bin lira!..

Bir anne ve beş çocuğa ayda 8 bin lira!..

Her beş kişiden biri

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı geçtiğimiz haziran ayında “düzenli sosyal yardım alan hane sayısını” açıklıyor. Bakanlığın resmi verilerine göre:

-2018 yılında sosyal yardım alan 2 milyon 588 bin hane var.

-2024 yılı Haziran itibariyle, bu sayı 3 milyon 786 bin 109 haneye yükseliyor. 

-Düzenli değil ama, yardıma muhtaç hane sayısı ise, 4 milyon 278 bin haneye yükseliyor.

-Bugün 17 milyon 114 bin 912 yurttaşımız yaşamını sosyal yardımlarla sürdürmeye çalışıyor.

Her beş kişiden biri ancak sosyal yardımla ayakta kalabiliyor.

Utanılacak durum

Bu resmi veriler tam bir utanç tablosu.

Her beş kişiden birinin yardım almadan yaşamını sürdüremeyecek olması, hele de 2018 yılı ile karşılaştırıldığında, Türkiye’deki yoksulluğun giderek derinleştiğini gösteriyor.

Bir de çıkıp gerine gerine...

“Biz şu kadar haneye yardım ediyoruz” diye övünmezler mi!..

Oysa, yardım edilen hane sayısındaki artışın Türkçesi belli:

-Yoksulluğun yaygınlaşması,

-İzlenen ekonomik politikada iflasın bir başka kanıtı.

Her geçen ay daha yoksul bir halk.

Cari açık küçülecek, ihracat şöyle artacak, büyüme böyle hızlanacak, gibi halka doğrudan değmeyen bir araba laf!..

Gerçek tablo işte Selçuk’tan bas bas bağırıyor!..

En çok çocuklar

Derin yoksulluk en çok çocukları etkiliyor. En savunmasız onlar.

Ailede geçim zorlaşınca, önce kız ya da erkek çocuk okuldan alınıyor ve çalıştırılıyor.  

Kız çocuklarda küçük yaşta evlilik artıyor, 13-14 yaşında kız çocuklar evlendiriliyor.

Çocuklarda suç oranı artıyor.

Annelerde yetersiz beslenme erken bebek ölümlerine yol açıyor.

Yoksullukta çocukların “en savunmasız” olduğunu Türkiye dün çok acı bir haberle bir kez daha görüyor.

Birileri de çıkıyor, “Bakanlık on sekiz kere gelmiş, çocukları almak istemiş, aile vermemiş” gibi, yönetimin sorumluluğunu azaltmaya çalışıyor. Bu söylenen doğru olabilir ancak, yönetimi sorumluluktan kurtarmaz.

Sabahları televizyonu açmaya artık korkuyorum.

“Acaba bugün hangi felakete uyanıyoruz”, kaygısıyla.

                                                                   /././

(T-24)

Kürt sorununda 'ruh çağırma' seansı: Eşme, Malazgirt, Halfeti - Özkan Öztaş /soL-Özel

Eski çözüm sürecinde Öcalan, "Eşme Ruhu"nu ortaya atmıştı. Şimdi Malazgirt ve Halfeti yeni gözde terimler. "İslam kardeşliği" vurgusu, farklı isimlerle yeniden üretiliyor.

Türkiye'nin gündeminde bir kez daha "çözüm süreci" var. İktidar, ısrarla 2009-2015 yılları arasında yaşanan "barış" veya "çözüm süreci"yle bugünkü arasında paralellik kurulmamasını istiyor. Bu nedenle sürece henüz isim de konulmuş değil. Hatta "çözüm süreci denilmesin" uyarısı da yapıldı.

Yine de, iki süreç arasında bir paralellik var: "Ruh" çağırma girişimleri. Sürecin tarafları, her seferinde yeni bir "ortak ruh" tarif ediyor. Önceki süreçte kilit kavram "Eşme Ruhu"ydu. Bu kez Erdoğan "Malazgirt", Öcalan'sa "Halfeti Ruhu"nu ortaya attı.

Tüm ruhların ortak özelliği, çözümü "İslam kardeşliği"nde aramaları.

Eşme ruhu: Suriye'de ortak askeri operasyondan, 'bizi savaş birleştirir'e

2009 ila 2015 yılları arasında "Eşme Ruhu" terimi, barış ve uzlaşma arayışlarının sembollerinden biri haline gelmişti. 2013 Newroz'unda Öcalan'ın mektubu okunurken kürsüden "İslam kardeşliği" mesajları verilmişti. İki yıl sonraki, 2015'teki Newroz'da Öcalan bu kez "Eşme Ruhu" kavramını ortaya attı.

Peki neydi Eşme Ruhu?

Kavram, Suriye'deki Süleyman Şah Operasyonu sırasında Türkiye ve YPG kuvvetlerinin ortaklığını vurgulamak için kullanılmıştı. 

Suriye topraklarında bulunan Karakozak köyündeki Süleyman Şah Türbesi, Suriye'yle Türkiye arasındaki anlaşma uyarınca Türkiye toprağı sayılıyor, Türk askerleri tarafından korunuyordu. Suriye devletinin elindeki bölge, 2014'te IŞİD'in kontrolüne girdi. IŞİD türbeyi yok etme tehdidi savurdu. 

Sonunda, 22 Şubat 2015 tarihinde TSK tarafından yürütülen "Şah Fırat Operasyonu"yla bölgeye girildi, türbeyi koruyan 40 asker tahliye edildi, türbe havaya uçuruldu, içindeki emanetler Türkiye sınırına 200 metre yakınlıktaki Suriye'nin Eşme Köyü'nde kurulan geçici türbeye taşındı. TSK açıkça duyurmasa da operasyon için gerekli güvenlik koridorunun açılmasına YPG'nin destek verdiği biliniyor.

Suriye topraklarında yapılan ve "fetih" gibi yansıtılan operasyon o dönem çok tartışılmıştı. Abdullah Öcalan, Diyarbakır'da kutlanan 2015 Newroz'una yolladığı mesajda işte bu operasyonu selamlıyordu.

Eşme Ruhu, AKP imzalı "barış sürecinin" bir parçası olarak, toplumda barış ve uzlaşma arayışını ifade etmek için kullanıldı o dönem. Ancak, kavramın arka planında, Türkiye ve Kürtlerin sınır ötesinde birlikte yürüttükleri bir askeri operasyon yatıyordu. Öcalan'ın 2013'teki "İslam kardeşliği" mesajı, 2015'teki "ortak askeri güç" tarifiyle tamamlanıyordu.

'Malazgirt ruhu': Ortak orduyla 'gavura karşı' savaş

Bu yıl Meclis açılışında Bahçeli'nin uzattığı el ile başlayan "yeni çözüm süreci" tartışmalarında Erdoğan, 30 Ekim'de, Malazgirt'e gönderme yapmayı seçti.

Erdoğan, "Alparslan'ın ordusunda Türk de vardır, Kürt de vardır, Arap da vardır. Malazgirt Zaferi, Türk'ün de Kürt'ün de ortak zaferidir. Bu zafer sadece Türklere, sadece Kürtlere değil, Türk-Kürt kardeşliğine de Anadolu'da bir yurt inşa etmiştir" ifadelerini kullandı.

Ancak Erdoğan'ın yaklaşımında Malazgirt, yalnızca "yabancı orduya karşı savaşı" temsil etmiyordu. Erdoğan, "İslam kardeşliği" temasını aynı konuşmada özellikle vurguladı:

"Kudüs'ün işgalcileriyle, bebek katilleriyle, soykırımcılarla, emperyalistlerle yan yana yürüyenler, bundan gocunmayanlar, dahası bundan zerre miskal utanmayanlar Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi'nin torunları olamazlar. Selahaddin Eyyubi'nin torunları, evet, bütün bu adımlardan onlar da yıllarca rahatsız oldular ve Batı'nın insanlığı ifsat projesi olan LGBT sapkınlığını savunanlar, benim Müslüman Kürt kardeşimin ezeli düşmanıdır, ebedi düşmanıdır."

'Halfeti gerçekliği': Çözülsün de İslam hukukuyla çözülsün

Süreç tartışmaları geçtiğimiz gün kayyım atanan Kürt illerindeki üç belediyeyle devam etti. 

Batman ve Mardin'in yanı sıra kayyım atanan bir diğer belediye de Şanlıurfa'nın Halfeti Belediyesi'ydi. Ömer Öcalan'ın İmralı'da amcası Abdullah Öcalan'la yaptığı görüşmenin ardından aktardığı ifadeler, "Eşme Ruhu" kavramının yeni versiyonunu sunuyordu: "Halfeti gerçekliği".

Ömer Öcalan, basına verdiği demeçte "Bu kayyım anlayışından dönülmesi gerekiyor. İslam hukukuna da varız, modern hukuka da" dedi. 

Ömer Öcalan, Abdullah Öcalan'ın konuya dair görüşünü şu sözlerle aktardı: "Bu noktada Öcalan Halfeti’yi açtı bize. Halfeti'de Türkmen halkı yaşıyor. Halfeti'de Kürtler yaşıyor. Paradigmamız için uygulanabilir bir ilçe olarak görülmektedir. İşte benim projem budur. Halfeti'de Türkmenlerle Kürtlerle kardeşçe nasıl bir arada yaşandığını tüm dünyaya ve Türkiye'ye göstermemiz lazım."

Abdullah Öcalan'ın Türkmenlerin ve Kürtlerin bir arada yaşadığı pratiğe dair anlatımını Büyük Selçuklu Devleti kurucusu Sultan Sencer'den alıp bugüne kadar getirdiğini belirterek, "Malazgirt ruhu"yla paralelliği gösteren, Ömer Öcalan "Halfeti’de çalışmak lazım. Açık söylüyoruz. Bu kayyım anlayışından dönülmesi gerekiyor. İslam hukukuna da varız, modern hukuka da varız" diyerek, bir kez daha İslami çözümü masaya getirdi.

Özkan Öztaş /soL-Özel

Öne Çıkan Yayın

Kuyruğunu yiyerek… + Erdoğan’ın ‘İslam ittifakı’ neden mümkün değil?+Beyaz Saray’da Pakistanlı komutan -Cumhuriyet-

Kuyruğunu yiyerek…- Ergin Yıldızoğlu- ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard, “ İran nükleer silah yapmıyo r” dedi ama ABD’de bir ira...