soL "KÖŞEBAŞI" -22 Kasım 2024-

Ne açlığın sonu gelir ne çürümenin -Mesut Odman-

Çürüme olgusunun panzehrini aramak gerekirse, bu panzehir, devrimin kadrolarındaki arılık ile yetkinlik bütünleşmesinden başka nerede bulunabilir?

Bu gidişle ya da bu düzen sürüp gittikçe, demek istiyorum.

Halkımızın çok bilinen bir deyişiyle başlanabilir: Tok açın halinden anlamaz. Bu sözde felsefi bir derinlik aramaktansa, bilimsel bulgulardakine benzer bir kesinliği görmek daha yerinde olur.

Buradan devam edelim. Aç insanın tek düşüncesi, hayali, umudu bir lokma ekmektir. Bunu, daha gerçekçi bir anlatımla, şöyle de söylemek mümkün: Aç insanın birincil amacı, açlıktan ölmesini önleyecek bir parça yiyecektir.

Acından ölmeyecek kadar karnını doyuranın ikinci düşüncesinin ne olacağını ise kimse bilemez. Daha doğrusu, bu düşünce eksiksiz olarak bilinemese de, büyük bir değişkenlik ya da oynaklık göstereceğini kestirmek o kadar güç değildir. Dolayısıyla, her defasında ölmeyecek kadar doyurulan bir insan ile birlikte olmayı ya da ortak işler yapmayı tasarlarken birlikteliğin ne ölçüde güvenilir ve sürekli olabileceği ciddi bir belirsizlik taşır.

Öte yandan, her defasında ölmesini önleyecek bir somun ekmeği kucağına koyan biri varsa, aç insanın, o eli koparması neredeyse olasılık dışıdır. Bu önermeyi de daha doğrudan bir anlatıma dönüştürecek olursak, şöyle diyebiliriz: Hep doyurulan ve böylece acından ölmekten kurtarılan aç insanı, kendisini doyurana karşı kışkırtmak, güç bir iştir.

Açlar çoğaldıkça, doğal olarak, tokların aç kalma korkusu da çoğalır. Durumdan hoşnut olmayıp değişim peşine düşenler için daha da kötüsü, kimsenin acından ölmemesi ve bunu kendisini aç bırakanlara borçlu olmasıdır.

Konu açlardan çürüyenlere getirildiğinde, önce şunu saptamak gerekiyor: Çürüme ile açlık arasında bir ilişki bulunduğunu düşünmekte sakınca yok. Bununla birlikte, çürüyenler açlardan ibaret değil. Bunu biraz daha geliştirerek anlatmak da mümkün: Sürüp giden açlığın çürümeye dönüşmemesi çok zor görünüyor. Bir de, çürüyenlerin sayısının açların sayısından epeyce fazla olduğu, öyle uzun boylu istatistiklere, sayılara, şunlara bunlara bakılmadan da söylenebilecek bir olgu. Nedeni şurada aranabilir: Çürümenin biricik kaynağı açlık değil kuşkusuz. Kendisi çürümüş bir düzenin, hiç açlık çekmemiş insanları da çeşitli biçim ve yöntemlerle ayartarak çürüttüğü, her günkü gözlemlerimizle saptayabildiğimiz bir olgudur.

Aslında, şimdiye kadar, çürümenin bir sona ulaştığı da görülmüş değildir. İnsan soyu söz konusu olduğunda, çürümenin sınırı bulunmadığı gibi, hangi kılığa bürüneceğini de önceden kestirmek kolay olmamıştır.

Devrim için, devrim yapabilmek için çürümeden şu ya da bu ölçüde, hiç nasibini almamış yığınlar bulmanın mümkün olmadığı bilinmekle birlikte, bugün bizim ülkemizdeki derecede ve yaygınlıktaki çürümenin ondan tiksinerek, ürkerek, kaçınarak devrime katılacaklara olduğu kadar karşı koyacaklara da kaynak oluşturduğu açıktır. Hangi tarafa daha çok yarar sorusuna da spekülasyondan yahut genellikle boş konuşmalardan başka yararı olmaz yanıtını vermekte sakınca bulunmuyor. Ancak, ikincilerin, devrime karşı koyacakların o kaynaktan çok daha büyük bir kolaylık ve yoğunlukla yararlanmaları, "eşyanın tabiatı icabı"dır.

Çok yaygın ve ileri derecede olduğu saptamasının tartışma götürmediği çürüme olgusunun panzehrini aramak gerekirse, gerekmekle birlikte bunun pek de verimli bir çaba olmayacağı bilinmek koşuluyla, bu panzehir, devrimin kadrolarındaki arılık ile yetkinlik bütünleşmesinden başka nerede bulunabilir?

Burada konu başkaldıranlara geliyor.

Başkaldıranlar deyince ilk düşünülenlerin, onların önünde yer alanların, başkaldırdıkları düzenin pisliğine en az bulaşık ya da bu "en az bulaşık olma derecesi" ne ise o dereceye ulaşacak kadar temizlenmiş olmaları, vazgeçilmez koşullardan biri, daha doğrusu, birincisi sayılsa gerektir.

Pisliğe hiç bulaşmamış olmak mümkün görünmediğine ya da böyle bir varsayımla hareket ettiğimize göre, kişisel bir arınma sürecinin gerekliliği ortada. Ancak, bunu sağlamak, çoğu durumda sadece kişisel irade ve çaba ile gerçekleşemez; uygun bir örgütsel ortam ve kolektif destek de gerekir.

Kolektif bir arınma sürecini yaratmaya çalışmanın, tarikatlaşmaya, tarikat ayinlerine, bunlara benzer çürütücü etkilere yol açma olasılığı yüksektir. Bu yüzden, hem tehlikeli hem de başarı şansı pek az olduğu için bu tür çabalardan kaçınılmalıdır. Öyleyse, yapılması gereken, böyle bir süreci yaratmak üzere yapay düzenlemelere girişmek yerine, bu sürecin bir bakıma kendiliğinden gerçekleşmesinin koşullarını oluşturmaya, en azından, bu koşulların ortaya çıkışına engel olmamaya özen göstermektir. Böyle bağlayabiliriz.

Öte yandan, başkaldıranlar, hayal kurmayı ve gerçekçi olmayı, bu ikisini tek bir kişilik özelliğine dönüştürmeyi başarmak zorundadırlar. Kendileri dışındaki, nesnel gerçekleri olabildiğince eksiksiz biçimde kavrarken onlara mahkûm olmayan tasarımlar geliştirip hayata geçirebilmek, başkaldırıyı trajik yıkımlara dönüşmekten de ne zaman gerçekleşeceği belirsiz geleceklere ertelemekten de kurtarmanın önkoşulları arasındadır.

Bir de, düzenin adamları var. Onlar için yaptığım, yazılı hale getirilişi yaklaşık çeyrek yüzyıl önceye, yakın mücadele arkadaşları arasında ilk söz edilişi daha da eskiye dayanan bir değerlendirme şöyleydi: "Türkiye burjuvazisi, hemen herkesin açıkça görebildiği ve kendisinin de artık kanıksanmış bir çaresizlik olarak kabullendiği bir siyasi kadro yoksulluğu içindedir. Bu sonucun ortaya çıkmasında, (...) uzun bir süre boyunca, hep sopa göstererek ve sık sık da sopayı kalkan başlara indirerek yönetebilmiş olmanın payı vardır."

Bu saptamanın hemen hemen bütün dünya için ve bugün de geçerli olduğu ileri sürülebilir.

Kadro yoksulluğu, var olan kıdemli ve kıdemsiz bütün kadroların en temel, en ilkel niteliklerden yoksunluğu demektir. O kadar ki, bu sözcüklerin zaten uçtaki anlamlarını, başlarına "en" getirmeden yazmaya elimiz varmayarak, daha da uca götürme gereğini duyabiliyoruz.

Niteliksizlik, amansız bir sömürü ve baskı altında sürüleştirilmiş geniş yığınlar için de geçerli. Dolayısıyla, düzenin siyasi kadrolarının niteliksizliği ne düzenin kendisi ne de o kadrolar açısından çok ürkütücü bir sakınca ya da engel yaratmıyor. Tersine, sürü ya da burada ihtiyaç duyduğumuz anlamı “kitle” sözcüğünden çok daha iyi aktarabilen “yığın”, "benzeşerek yakınlaşma" diye adlandırabileceğimiz bir eğilimle, kendi niteliksiz kabalığının bir kopyasını, daha doğrusu, izdüşümünü gördüğü yahut hissettiği bu kadroları ve önderlerini destekleyebiliyor, tercih edebiliyor. Tercih etmenin en kolay, en zararsız sanılan, en az cesaret isteyen yolu ise oy vermek biçiminde gerçekleşiyor.

Ancak, bunun gittikçe yakınlaşan bir zaman sınırının olduğunu anlamak, hem pek çok kez tanık olunmuş bir gerçekliği saptamak hem de böylece kaçınılabilecek yıkıcı bir umutsuzluğun önünü kesmek bakımından zorunlu görünüyor.

                                                             /././

Yasallığı tartışmalı Öğretmenlik Meslek Kanunu!-Rıfat Okçabol-

7528 sayılı kanun öğretmen yetiştirme sistemini büyük bir kaosun içine sokacaktır. Kaosa yol açacak bir kanun yasal olabilir mi?

Laik ve bilimsel eğitimi savunanların tüm itirazlarına karşın, 10 Ekim 2024 tarih ve 7528 sayılı "Öğretmenlik Meslek Kanunu", mecliste Cumhur İttifakının oylarıyla kabul edilmiştir.

Bu kanunun yasallığı pek çok açıdan tartışmalıdır.

Öncelikle bu kanunun öğretmenlik mesleğini, öğretmen, uzman öğretmen ve başöğretmen olmak üzere üç kariyer basamağından oluşturan 20. maddesinin yasallığı tartışmalıdır. Çünkü AKP, 30 Haziran 2004 tarih ve 5204 sayılı yasayla, son kanundaki gibi öğretmenlik kariyer basamaklarını belirlemişti. Ancak ilgili madde Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından iptal edilmişti. AKP, 5204 sayılı yasadaki iptal edilen aynı maddeye, 3 Şubat 2022 tarih ve 7354 sayılı "Öğretmenlik Meslek Kanunu"nda da yer vermiştir. Ancak 12 Eylül 2010 halkoylamasından sonra oluşturulan AYM, 2004’te Anayasa’ya aykırı bulduğu maddeyi, Anayasada bir değişiklik yapılmamış olsa da bu kez Anayasa’ya uygun bulmuştur. Aynı madde 7528 sayılı kanunda da yer almaktadır. Bu nedenle öğretmenlik kariyer basamaklarının yasallığı herhalde tartışmalı bir durumdur.

7528 sayılı kanunun temel ilkelerle ilgili 4. maddesinin a bendi, “Öğretmen ve yöneticilerin; a) Nitelikleri ile görev, yetki ve sorumluluklarının öğretmenlik mesleğinin gereklerine uygun olarak belirlenmesi” şeklindedir! Ancak yasanın hiçbir yerinde bunların ne olduğu ve nasıl belirleneceği açıklanmamıştır. Bu durumda öğretmenlik mesleğine uygun olan durumlar yasayla değil de uygulamayı yürütecek kişilerin keyfine göre belirlenecek demektir. Görüldüğü gibi bu maddenin de yasal anlamda bir değeri yoktur.

7528 sayılı kanunun 5. maddesinin a bendinde öğretmenler, “Öğrencilerini; Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk Milletinin millî, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış hâline getirmiş erdemli insanlar olarak yetiştirir” demektedir. Ancak AKP iktidarı 22 yıllık iktidarında bu maddenin tam da karşıtı uygulamalarda bulunmuştur (bkz. Okçabol 2023). Örneğin AKP, bu maddenin de yer aldığı 3797 sayılı Milli Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun’ yerine 14 Eylül 2011 tarih ve 652 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyi (KHK) çıkardığında bu maddeye yer vermemiştir. İktidarın içtenlikle benimsemediği ve 13 yıldır uygulamadığı bu maddeye 7528 sayılı kanunda yer vermesi, bu maddenin uygulanacağı anlamına gelmemektedir. Eğitim bakanının laiklik karşıtlığı ve tarikat niteliğindeki gerici kuruluşlarla protokoller imzalamaya devam etmesi, bu maddeye uyulmayacağının kanıtı gibidir.

7528 sayılı kanunun 5. maddesinin e bendinde de öğretmenler, “Eğitim öğretim faaliyetlerini, 14/6/1973 tarihli ve 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanununda düzenlenen Türk millî eğitiminin genel amaçları ve temel ilkeleri ile Bakanlıkça belirlenen öğretim programlarına uygun olarak planlar ve yürütür” denmektedir. 1739 sayılı yasanın temel ilkeleri arasında, Eşitlik, Eğitim Hakkı, Fırsat ve İmkan Eşitliği,  Atatürk İnkılap ve İlkeleri ve Atatürk Milliyetçiliği, Laiklik, Bilimsellik, Planlılık ve Karma Eğitim gibi ilkeler vardır. Ancak AKP 22 yıldır bu ilkelere uygun icraatta bulunmamıştır. AKP’nin uygulamayacağı bilinen bu maddelerin de yasal bir geçerliliği yoktur. Üstelik AKP’nin bu maddelerle bağdaşmayan uygulamalarını/ kararlarını durduracak bağımsız yargı da yoktur.

7528 sayılı kanunun yöneticilerin görev ve sorumlulukları ile ilgili 6. maddesinin a bendinde yöneticiler, “Anayasa, kanunlar ve ilgili diğer mevzuat hükümleri doğrultusunda Türk millî eğitiminin genel amaç ve temel ilkelerine uygun olarak yönetim ve denetim görevlerini yürütür” denmektedir. AKP’nin 22 yıllık uygulamaları, bu maddenin de işlevsel bir madde olmadığının kanıtı gibidir.

7528 sayılı kanunun öğretmenlik mesleğine hazırlıkla ilgili 8. maddesinin (3) nolu bendine göre, bir yükseköğretim programını bitirmiş kişiler 3/4 dönem okuyarak öğretmen adayı olacaktır. Bu madde öğretmenlik mesleğini hiçe sayan bir maddedir. Bu maddeye göre, tarih ve fizik gibi bir yükseköğretim programını bitiren kişi 3/4 dönemde ne denli hukukçu, mühendis, hekim, … olabilecekse o kadar öğretmen olabilecektir. Bu madde, Adnan Menderes’in “Ben yedek subaylarla orduyu idare ederim” demesi gibi, sistemin “öğretmen” olarak yetişmiş kişilerle değil de “öğretmenlik sertifikası” almış kişilerle doldurulması anlamına gelmektedir. Bu madde, “öğretmenlik” mesleği, niteliği ve anlamı açılarından yok hükmünde olan bir maddedir.

7528 sayılı kanunun öğretmenlik mesleğine hazırlık eğitiminde başarı ile ilgili 10. maddesinde, “Hazırlık eğitiminde edinilen bilgi, beceri, tutum ve davranışların eğitim öğretim ortamına yansıtılmasındaki başarı düzeyini belirlemek amacıyla öğretmen adayı üç defa değerlendirmeye tabi tutulur” denmektedir. Adayların, 3 ile 4 dönem sürecek hazırlık eğitiminde bu ifadede sözü geçen değerlendirmenin sağlıklı olarak yapılmasına yetecek sürede öğretim ortamında bulunmaları neredeyse olanaksızdır. Ayrıca bu üç değerlendirmeyi yapacak olanların bakanlığın atadığı kişiler olması, değerlendirmenin nesnel olamayacağı anlamına gelmektedir. Ayrıca bu maddenin (2) nolu bendinde, “Uygulamalı derslerde başarısız olanların Akademiyle ilişiği kesilir” denmektedir. Sağlıklı olmayan koşullarda ve nesnel olmayan değerlendirmelerle bir adayın akademiyle ilişkisinin kesilecek olması olayın yasallığına gölge düşürmektedir. 7528 sayılı kanunun yönetici görevlendirilmesiyle ilgili 21. maddesinde de, “Eğitim kurumu müdürü veya müdür yardımcısı olarak ilk defa görevlendirilecek adaylar, Akademi tarafından düzenlenen yönetici yetiştirme programına alınır. Bu programa katılacak yönetici adayları yazılı ve/veya sözlü sınavlardan altmış ve üzerinde puan alanlar arasından puan üstünlüğüne göre belirlenir” denmektedir. Sözlü sınav demek (hele AKP’nin öğretmen alımlarında yaşadıklarımızı anımsayınca) keyfi değerlendirme demektir. Böylesi maddeleri içeren bir kanunun yasallığı herhalde tartışmalı bir durumdur.

7528 sayılı kanunun 26. maddesiyle, öğretmen adaylarının mesleğe hazırlanması için Bakanlığa bağlı Millî Eğitim Akademisi kurulmuştur. Bu madde de, Türkiye eğitim sisteminin tarihsel gelişimiyle bağdaşmayan bir maddedir. Eğitim tarihinde böyle bir akademi kurulması düşüncesi, eğitim uzmanı yetiştirmek için gündeme gelmiştir. Benzer bir düşünceyle Haziran 1958’de çıkarılan 7163 sayılı yasayla, kamu yönetimi alanında İktisadi ve İdari Bilimler bölümleri mezunlarına yüksek lisans ve doktora düzeyinde öğretim yapacak Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAİE) kurulmuştur. Süreç içinde öğretmen yetiştiren okulların kapatılıp 1982’de eğitim fakültelerine dönüşmesinden sonra, fakültelerde açılan yüksek lisans programlarıyla eğitim uzmanı yetiştirilmesine başlandığından, eğitim akademisi kurulması düşüncesi güncelliğini yitirmiştir. Eğitim fakültelerinin varlığı nedeniyle 3797 sayılı yasanın 55. maddesiyle bakanlığa bağlı olarak bir Milli Eğitim Akademisi kurulmuş olsa da, bu kuruluş işlerlik kazanmamıştır. Ayrıca AKP, 3797 sayılı yasa yerine 652 sayılı KHK’yi getirdiğinde bu kuruluşa yer vermemiştir. Üstelik AKP, üniversitelerde her alanda ve yeteri kadar uzman yetiştirildiğinden 9 Temmuz 2018 tarih ve 703 sayılı Cumhurbaşkanlığı KHK’si ile TODAİE’yi de kapatmıştır. AKP, çok değil 2,5 yıl önce çıkardığı 3 Şubat 2022 tarih ve 7354 sayılı "Öğretmenlik Meslek Kanunu" ile de milli eğitim akademisini kurmaya kalkışmamıştır. Dolayısıyla 7528 sayılı kanun, belli ki 31 Mart 2024 tarihli yerel seçimlerdeki oy kaybını önlemek için çıkarılmış, eğitsel değil birebir siyasal amaçlı bir kanundur. Eğitim konusunda bu denli siyasal içerikte olan kanunun herhalde yasallığı da kuşkuludur.

7528 sayılı yasanın 28. maddesiyle bir ‘Akademi İzleme ve Yönlendirme Kurulu’ oluşturulmuştur. Bu kurul, “Bakanın ya da Bakanın görevlendireceği bir bakan yardımcısının başkanlığında, Akademi Başkanı, Özel Öğretim Kurumları Genel Müdürü, Personel Genel Müdürü, bir Yükseköğretim Kurulu üyesi, Bakan tarafından diğer kamu kurum ve kuruluşları ile üniversitelerden belirlenecek birer temsilciden olmak üzere yedi üyeden” oluşmaktadır. 7528 sayılı kanun, öğretmenlerin iktidarın/bakanlığın atamadığı eğitim fakültesi akademisyenleri tarafından yetiştirmesi yerine iktidarın bire bir atadığı kişilerce yetiştirilmesini hedeflediğinden, anayasanın sosyal hukuk devleti anlayışıyla da bağdaşmayan bir kanundur.

Sonuç olarak bu kanun, iktidarın öznel değerlendirmelerine göre işleyip öğretmenlik mesleğini yok edecek ve AKP anlayışında sertifikalı öğretmen yetiştirmeye yönelik bir kanundur. Bu kanun, 22 yıldır hiçbir şekilde uygulanmayan maddeleriyle toplumu kandırmaya yönelik olup oluşturduğu akademi ile getirdiği değerlendirme sistemiyle öğretmen yetiştirmeyi siyasallaştıracak bir kanundur. Bu kanun mecliste kabul edildikten sonra bile okullardan gelen haberler eğitim sisteminin bu yasanın 5. maddesindeki ifadelere uygun davranmadığını göstermektedir.

Ayrıca bu kanun, eğitim fakültelerindeki öğretmen yetiştiren programlarla bu fakültelerdeki lisansüstü ve doktora programlarının ne olacağı hakkında açıklık getirmediğinden dolayı yasallığı tartışmalı bir kanundur.  Bu kanun örneğin eğitim fakültesinde okuyup liseler için matematik öğretmeni olan kişi ne yapacaktır; eğitim fakültelerinde okuyan on binlerce öğrenci ne olacaktır; ülkenin gereksinim duyduğu eğitim planlamacısı, halk eğitimcisi, eğitim ekonomisti, rehber ve psikolojik danışman nasıl yetişecektir gibi pek çok konuya açıklık getirmemektedir. Öte yandan 7528 sayılı kanunda ‘disiplin’ konusuyla ilgili maddelerin diğerlerinden çok daha fazla olması da kanunun yasallığına gölge düşürmektedir. Kısaca 7528 sayılı kanun öğretmen yetiştirme sistemini büyük bir kaosun içine sokacaktır. Kaosa yol açacak bir kanun yasal olabilir mi?

BU KANUN HER HÂL VE KOŞULDA İPTAL EDİLMELİDİR.

                                                            /././

Cengiz’in Antalya’daki maden projesinde ÇED oyunu!-Yusuf Yavuz-

Cengiz Holding bünyesindeki Seydişehir Eti Alüminyum Tesisi için hammadde üretilmesi amacıyla Antalya’nın Akseki ilçesindeki boksit ocağı sahasında 1700 kat kapasite artışı yapılmak isteniyor…

Antalya’nın Akseki ilçesinde Cengiz Holding’e bağlı Eti Aliminyum Seydişehir Tesisi için yaklaşık 7 milyon 300 bin m2’lik alanda maden ruhsatı verildi. Mevcuttaki 2633 m2’lik işletme sahasını 1700 kat artırmak isteyen şirketin hazırladığı proje tanıtım dosyasında izinli saha "0,2633 hektar" olarak verilirken, genişletilmek istenen saha ise 447,53 hektar olarak gösteriliyor.

ÇED süreci devam eden projeyle ilgili yeni işletme sahası yaklaşık 1700 kat artışla 4 milyon 475 bin 300 m2’lik büyüklüğe ulaşacak. Maden işletme sahasının 60 bin m2’den fazla kısmı, nesli tehlike altındaki yaban keçilerinin de yaşam alanı olan Antalya Cevizli Gidengelmez Dağı Yaban Hayatı Geliştirme Sahası içerisinde kalıyor. Projeyle ilgili ÇED raporu hakkında ilgili kurumların değerlendirmesi sürerken yöre halkı, dört köyün ortasında kalan maden sahasının yaratacağı çevresel yıkımdan endişeli.

Antalya'da Cengiz Holding'e 7 milyon m2'lik maden ruhsatı

Konya’nın Seydişehir ilçesinde 1969 yılında kurulan Etibank Seydişehir Alüminyum Tesisleri yıllarca devlet tarafından işletildikten sonra önce kapasitesi kısıtlandı, ardından da 2005 yılında yapılan özelleştirme ile Cengiz Holding’e satıldı. Özelleştirme kapsamında Manavgat Oymapınar Barajı’nın da "bonus" olarak verildiği Seydişehir Alüminyum, 305 milyon dolara Cengiz’in olmuştu.

Türkiye’nin en büyük alüminyum tesisi, "Eti Alüminyum A.Ş. Seydişehir Tesisi" adıyla Cengiz Holding bünyesinde faaliyetini sürdürüyor. Eti Alüminyum A.Ş bünyesinde kullanılan boksit cevheri için Antalya’nın Akseki ilçesi sınırları içerisinde toplam 792,99 hektarlık alanda maden işletme ruhsatı verildi. 

                                                           Proje sahası

Kapasite artışı için Ekim ayında ÇED toplantısı yapıldı

Cengiz Holding ruhsat sahasında kapasite artışına giderek işletme alanını genişletmek istiyor. Bunun için başlatılan ÇED süreci kapsamında geçtiğimiz Ekim ayında projeden etkilenecek olan yöre halkına bilgi vermek için Akseki Değirmenlik köyünde ÇED toplantısı yapılmıştı.

Kapasite artışıyla ilgili ÇED sürecinde ilgili bakanlığın değerlendirmesi devam ediyor. Henüz nihai karar açıklanmadı. Ancak bölge halkı köy yerleşimlerinin ortasında açılacak olan boksit ocaklarının yaratacağı çevresel etkilerden endişe ediyor.

Proje kapsamında 72 bin ton bitkisel toprak sıyrılacak

Soğanlı ve yumrulu bitkiler açısından bir cennet olan bölgede açılacak boksit ocağı için yüzeydeki 10 cm kalınlığındaki toprak tamamen sıyrılacak. Bu kapsamda sıyrılacak toprak miktarının 72 bin ton olacağı tahmin ediliyor.

Orman varlığı açısından da zengin olan bölgede karaçam, kızılçam, ardıç, sedir ve saçlı meşe gibi türlerin yanında maki olarak anılan çok sayıda ağaç ve ağaççık türü yayılış gösteriyor.

Yılda 23 milyon ton malzeme üretilmesi planlanıyor

Yılda 23 milyon 850 bin ton malzeme üretilmesi planlanan proje kapsamında patlatmalı açık maden işletmeciliği yapılması planlanıyor. Mevcut rezerve göre proje sahasında 12 yıl sürecek bir çalışma yapılabileceği belirtiliyor.

Proje sahasında su kaynakları da var

Akseki Değirmenlik köyü ve çevresi, karstik su kaynakları yönünden de zengin bir bölgede yer alıyor. Proje sahasında da madencilik faaliyetlerinden etkilenebilecek su kaynakları ve akiferler bulunuyor.

İş makineleriyle 'rahat kazılmıyor' diye patlama yapılacak!

Arazi yapısının sert olmasından dolayı iş makineleriyle rahat kazılamadığı belirtilen maden sahasındaki işlemlerin "delme-patlatma" yöntemiyle daha rahat yapılacağı bilgisine yer verilen ÇED raporunda, “Söz konusu boksit ocağı, sert formasyona sahip olduğu için iş makineleri ile rahatlıkla kazılamamaktadır. Delme–patlatma ile yüzeyden ayrılan malzeme, iş makineleri ile daha rahat yükleme şansına sahiptir. Üretim delme ve patlatma yöntemiyle yapılacaktır” deniliyor.

Boksit ocağından çıkarılacak malzeme, işlenmek üzere kamyonlarla Eti Alüminyum tesislerine taşınacak.

Önce orman izni, ardından orman dışına çıkarma kararı

Antalya Orman Bölge Müdürlüğü maden şirketine bu alandaki orman kullanımı için 5 Aralık 2023 tarihinde orman izni vermişti. 13 Aralık 2023 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanı kararı ile de Akseki Değirmenlik köyünde yaklaşık 18 bin m2’lik orman arazisi orman kapsamı dışına çıkarılmıştı.

Orman dışına çıkarılan araziler, Cengiz Holding’in kapasite genişleme projesinin olduğu bölgede yer alıyor. Ancak orman dışına çıkarılan arazilerin Cengiz’in maden şirketine tahsis edilip edilmediğine yönelik resmi bir açıklama yapılmış değil.

Maden sahasında 1700 kat artışı saklamak için ali cengiz oyunları

İşletme sahasının 4 milyon 475 bin 300 m2’ye çıkarılmak istendiği projedeki kapasite artışı yaklaşık 1700 kat olacak. Proje dosyasında bu büyük kapasite artışının dikkat çekmemesi için mevcut izinli işletme sahası "0,2633 hektar" olarak yansıtılırken, çalışma alanının 447,53 hektara (4 milyon 475 bin 300 m2) çıkarılmasının planlandığı belirtiliyor. Böylece bu devasa kapasite artışı dikkatlerden kaçırılıyor.

Proje sahasının 60 bin m2'lik kısmı yaban hayatı sahası içinde

Maden işletme sahasının 60 bin m2’den (6,2 hektar) fazla bir kısmı Antalya Cevizli Gidengelmez Dağı Yaban Hayatı Geliştirme Sahası içerisinde yer alıyor. Toplam büyüklüğü 16 bin 133,95 hektar olan yaban hayatı geliştirme sahasının 3013.8 hektarlık kısmı Konya ili sınırlarında yer alıyor.

2005 yılında Yaban Hayatı Geliştirme Sahası ilan edilen bölge, özellikle nesli yok olma tehlikesi altındaki yaban keçileri (Capra aegagrus) için yaşam alanı olarak biliniyor. Bölgede efsanelere, anlatılara ve türkülere konu olan yaban keçileri ve Giden Gelmez Dağları halk kültüründe de önemli bir yere sahip.

                                         Karstik bir coğrafyaya sahip olan Gidengelmez Dağları.

Yaban keçileri Ürdün, Lübnan ve Suriye'de tamamen yok oldu

Afganistan, Pakistan, İran, Irak, Gürcistan, Azerbaycan, ve Türkiye gibi ülkelerde yayılış gösteren türün bir zamanlar varlığını sürdürdüğü Ürdün, Lübnan ve Suriye gibi ülkelerde tamamen yok olduğu belirtiliyor. Türün Türkiye’deki yayılış alanları ise madencilik faaliyetleri yüzünden giderek daralıyor.

'Patlatma yaparken dağ keçilerini uzaklaştıralım'

Projeyle ilgili hazırlanan ÇED raporunda, maden işletmesi sırasında alanda bulunan canlıların yakalanarak ya da gürültü çıkarılarak uzaklaştırılması önerisine yer veriliyor. Madencilik için yapılacak patlatmalar sırasında da yana keçileri başta olmak üzere alandaki canlıların uzaklaştırılması tavsiyesine yer veriliyor.

Yaban keçilerinin yaşam alanları giderek daralıyor. Madencilik faaliyetleri en önemli habitat kaybı nedenleri arasında yer alıyor.

                                                                            /././

CHP’li Antalya Büyükşehir Belediyesi'nde ihaleler AKP’li meclis üyesine -Yusuf Yavuz-

Antalya Büyükşehir Belediyesi’nde son 6 yılda yapılan ihaleler listesinde AKP ve CHP’den siyasilerin de ismi var.

CHP’li Antalya Büyükşehir Belediyesi yönetiminin kamuoyunda Beşli Çete olarak anılan grubun içinde yer alan MAKYOL-Özkar ortaklığına Ağustos 2024’te verdiği 12,4 milyarlık ihale yıl içindeki toplam ihale tutarının yüzde 90’ını oluşturuyor.

Büyükşehirden yıllardır ihale alan isimler arasında AKP’den Kepez Belediye Meclis Üyesi olan Muhammet Emin İlhan’ın şirketi de var. 2018’de CHP’den milletvekili adayı olan Abdullah Durmaz’ın da 6 yıl içinde büyükşehirden toplam 10 ihale aldığı ortaya çıktı.

Başkan Böcek döneminde belediyeden 27 kez ihale alan isimler de var. Kurumun kendi olanaklarıyla yapabileceği birçok işle ilgili hizmet alımına gidilmesi belirli çevrelere kaynak aktarma olarak yorumlanırken, yapılan ihalelerde en çok paranın akaryakıt ve araç kiralama şirketlerine ödendiği ortaya çıkıyor.

Belediye bünyesinde kullanılan 1682 aracın 899’u kiralık. Araç kiralama için tek bir firmaya verilen 8 ihalede toplam 489 milyon ödendiği ortaya çıktı.

Bütçe belli oldu

Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek, 18 Kasım’da yapılan Meclis oturumunda kabul edilen 2025 yılı bütçesini açıkladı. Sosyal medyadan bir paylaşım yaparak bütçeyi duyuran Başkan Böcek, Büyükşehir Belediyesi bütçesinin 39 milyar TL olduğunu, ASAT’ın 27 milyarlık bütçesine 19 ilçe belediyesinin bütçeleri de eklendiğinde toplam 103 milyar 800 milyon TL’lik bütçe ile vatandaşlara hizmet edeceklerini açıkladı.

Başkan Böcek 2025 yılı bütçesinin toplam 13,8 milyar olduğunu açıkladı.

Büyükşehirin bütçesi İçişleri’nden büyük

Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin 2024 bütçesi 16 milyar olarak açıklanmıştı. Büyükşehirin 2025 yılı için açıklanan 103,8 milyarlık toplam bütçesi, birçok bakanlığın bütçesini geride bıraktı. İçişleri Bakanlığı’nın 2025 yılı bütçesi 96 milyar, Dışişleri Bakanlığı’nın 39 milyar, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 53 milyar, Ticaret Bakanlığı’nın ise 56 milyar olarak açıklanmıştı. Ayrılan astronomik bütçeler nedeniyle her yıl eleştirilere konu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2025 bütçesi 130,1 milyar olarak açıklandı.

EKAP’tan büyükşehirin ihaleleri incelendi

Erişime açık olan Elektronik Kamu İhale Platformu (EKAP) üzerinden yaptığımız araştırmada, “İki dönem üst üste büyükşehir belediyesini kazanan ilk başkan” olduğunu her fırsatta vurgulayan CHP’li Muhittin Böcek’in iş başına geldiği 31 Mart 2019 tarihi ile 2025 yılı bütçesinin görüşüldüğü hafta olan 16 Kasım 2024 tarihine kadar geçen 6 yıllık süre içinde 1023 ihale yapılmış. Bu rakamlara belediyenin en büyük bütçeli kuruluşu olan ASAT’ın yaptığı ihaleler dahil değil.

                                                    Altı yıllık toplam ihaleler

Böcek dönemlerinde toplam 20,6 milyarlık bin 23 ihale yapıldı

Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin bu süre içinde 4734 Sayılı Kamu İhale Kanunu kapsamında ‘İstisna’ ve ‘Kapsam Dışı’ olarak yaptığı 1023 ihalenin toplam tutarı 20 milyar 672 milyon 917 bin 201 TL olarak ortaya çıkıyor. Bu süre içinde 254 ihale ile yerel seçimlere hazırlıkların da yapıldığı 2023 yılı en fazla ihale yapılan dönem olarak öne çıkıyor. 2019’un son üç çeyreğinde 64 ihaleye 191.4 milyon, 2020’de 123 ihaleye 558.2 milyon, 2021’de 195 ihaleye 569.7 milyon, 2022’de 244 ihaleye 1,3 milyar, 2023’de 254 ihaleye 4.4 milyar, 2024’te ise 143 ihaleye 13.8 milyarlık bütçe ayrıldığı görülüyor.

Altı yılda 1023 ihalenin toplam bedelinin yüzde 80'ini 34 firma almış.

2024’te verilen ihale bedellerinin yüzde 90’ı MAKYOL’a

Siyasete ANAP’ta başlayan CHP’li Muhittin Böcek yönetimindeki Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin 2024 yılında yaptığı ihalelerin toplam tutarının yüzde 90’lık kısmı tek bir firmaya verildiği ortaya çıktı. CHP kurmaylarının her fırsatta eleştirdiği ve  Beşli Çete olarak isimlendirdiği şirketler içerisinde olan MAKYOL ile Özkar ortaklığına verilen Antalya 4. Etap Raylı Sistem ihalesiyle ilgili 21 Ağustos 2024 tarihinde yapılan sözleşmeye göre yapım işi karşılığında 12 milyar 435 milyon 863 bin 372 TL ödeme yapılacak.


MAKYOL Özkar ihalesi sözleşme bilgisine göre 2024'te 12.4 milyar tutarındaki ihale beşli çete olarak bilinen şirketlere gitmiş.

MAKYOL’a 12,4 milyarlık ihale

MAKYOL-Özkar ortaklığına verilen 12,4 milyarlık ihale tutarı, Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin (ilçeler hariç) 16 milyarlık 2024 yılı bütçesinin de yaklaşık yüzde 70’ini oluşturuyor. Beşli Çete üyesi MAKYOL’a verilen ihale tutarı, kurumun son 6 yıl içinde verdiği ihalelerde ödediği toplam tutarın da yüzde 15’ini oluşturuyor. CHP Genel Başkanı Özgür Özel iktidara yönelik eleştirilerini sık sık “beşli çete” üzerinden dile getirirken, CHP Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır ise “Beşli Çete”nin kitabını yazmıştı. Verilen kamu ihalelerini ele alan Başarır, kitaplarını 24 Kasım 2023’te Antalya Kitap Fuarı’nda Başkan Muhittin Böcek’e ve okurlara imzalamıştı.

MAKYOL'a 12.4 milyarlık ihale veren Muhittin Böcek Beşli Çete'nin kitabını yazan Ali Mahir Başarır ile.

Aslan payını alan ihalelerde değişmeyen adresler

EKAP arşivinde yer alan ihale sözleşmelerine göre Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin son 6 yılda yaptığı ihalelerde aslan payının akaryakıt ve otomotiv şirketlerine gittiği görülüyor.

Büyükşehir Belediyesinin 2023 yılında yaptığı iki ayrı otobüs alımı ihalesinde FSM şirketine ödediği toplam tutar 378 milyon. Büyükşehir Belediyesi yetkilileri iklim değişikliği ile mücadelede nötr karbon hedefi koyduklarını açıklarken kurumun akaryakıt ihaleleri için harcadığı para konulan hedefle çelişiyor. Kurumun 6 yıl içinde yaptığı akaryakıt alımı ihalelerini 6 kez kazanan Hesapçıoğlu Otomotiv şirketine 587,1 milyon ödenmiş. 2019 ve 2020 yıllarında iki akaryakıt ihalesini Hesapçıoğlu şirketi ile birlikte kazanan Erdem Antalya Petrol şirketine de 25.7 milyon ödeme yapılmış.

Akaryakıt ve araç kiralamaya her yıl servet aktarılıyor

Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı akaryakıt ihalesini son 6 yılda 8 kez kazanan Aydoğanlar Otomotiv şirketine 543,5 milyon ödenmiş. Yine aynı dönemde 8 kez araç kiralama ihalesi verilen Şekerler Global şirketine ödenen tutar ise 489,4 milyon TL. Aynı dönemde toplam 8 araç kiralama hizmet alımı ihalesini kazanan bir başka firma ise Galaksi Filo. Bu firmaya ödenen toplam tutar 216,7 milyon TL. 

Büyükşehir'de kullanılan araçların yarıdan fazlası kiralık.

Mevlana Petrol Ürünleri şirketinin 2021 yılında kazandığı akaryakıt ihalesinde yapılan ödeme ise 22,5 milyon. 2023 yılında yaptığı 2024 yılında Cerenler Petrol şirketine ödenen tutarın 303 milyon olduğu Antalya Büyükşehir Belediyesi’nde 2025 yılı için kullanılacak akaryakıt ihalesinin Aralık ayında yapılması bekleniyor. Her yıl katlanarak artan kurumun akaryakıt giderlerinin 2025 yılında ne kadar olacağı ihale sonucu ortaya çıkacak.

Belediyenin kullandığı 1682 aracın 899’u kiralık

Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin geçtiğimiz hafta Meclis’e sunulan 2025 Yılı Performans Programı’nda yer alan bilgilere göre kurumdaki toplam 1682 adet aracın 899’unun kiralık olduğu belirtiliyor. Belediye bünyesinde kullanılan kiralık araçların 379’u pick-up türü arazi aracı, 149’u binek otomobil, 43’ü minibüs, 43’ü panelvan, 55 adedi kamyon, 28 tane adedi cenaze aracı, 16’sı ise arazi binek aracından oluşuyor.

Belediye hizmetlerinde kullanılan araçların yarısından fazlasının kiralık olduğu ortaya çıkarken, Sayıştay’ın denetim raporlarında bazı daire başkanları ve genel sekreter yardımcılarının mevzuata aykırı şekilde makam aracı kullandığı uyarısı yapılmıştı. Kurum bünyesinde görev yapan bürokratlara tahsis edilen bazı araçların özel işlerde de kullanılması kamu kaynaklarının suistimal edildiği eleştirilerini de beraberinde getiriyor.

Batman’da kurulup Antalya’ya taşınan şirkete ihale yağmış

Büyükşehir Belediyesi Sağlık İşleri Dairesi Başkanlığı’nın 2020-2021-2022 yıllarını kapsayan 36 ayık araç kiralama hizmeti alımı ihalesi ile 2024 yılı 12 aylık araç kiralama ihalesi Olimpos Temizlik Yemekçilik Kurumsal şirketine verilmiş.

Olimpos Temizlik şirketinin sahibi Muhammet Emin İlhan AKP Kepez Meclis Üyesi.

Olimpos Temizlik Yemekçilik şirketinin Aralık 2014’te Batman’da kurulduğu, Ocak 2022’de ise Antalya’ya nakledildiğini görülüyor. Şirketin kurulduğu dönemde tescil kaydına eklenen iş bitirme belgeleri arasında 2012 yılında Kepez Belediyesi ile Antalya İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’nden, 2012’de Antalya Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü ile Akdeniz Üniversitesi’nden, yine Aralık 2012’de Antalya Büyükşehir Belediyesi Sağlık İşleri Daire Başkanlığı’ndan, aynı yıl Antalya Büyükşehir Belediyesi Sosyal Hizmetler Daire Başkanlığından ihaleler aldığı görülüyor.

CHP’li belediyeden AKP’li meclis üyesine 107 milyonluk ihale

CHP’li Antalya Büyükşehir Belediyesi’nden Olimpos Temizlik Yemekçilik şirketinin Yönetim Kurulu Başkanı Muhammet Emin İlhan’ın Kepez Belediyesi’nde AKP’den Belediye Meclisi Üyesi olarak görev yapıyor. 2004 yılında AKP’den Kepez belediye başkan adayı, 2018’de ise yine AKP’den Antalya milletvekili aday adayı olan İlhan’ın şirketi Antalya Büyükşehir Belediyesi’nden 2023 yılında iki ihale karşılığı 78 milyon, 2022’de ise 1 ihale karşılığında 28.9 milyon TL ödeme almış.

CHP'li Büyükşehir Belediyesi'nden çok sayıda ihale alan şirketin yönetim kurulu başkanı Muhammet Emin İlhan 2018'de AKP'den milletvekili adayı olmuştu. İlhan, AKP Kepez Belediye Meclis üyesi.

CHP’den vekil adayı oldu, büyükşehirden ihaleleri kaptı

Büyükşehirden ihale alan siyasetçi adayları arasında Abdullah Durmaz adı da öne çıkıyor. 2015 yılında CHP’den milletvekili aday adayı olan Abdullah Durmaz’a son 6 yıl içinde belediyeden aldığı toplam 10 ihale karşılığında 25 milyon civarında ödeme yapılmış. Abdullah Durmaz’ın Anadolu Konyalılar Dernekleri Federasyonu Genel Başkanlığı’nı da üstlendiği belirtiliyor. Durmaz’ın, federasyon başkanı olarak 26 Eylül 2024 tarihinde CHP İl Başkanı Nail Kamacı’yı ziyaret ettiği, Kamacı’nın sosyal medya paylaşımından görülüyor.

Büyükşehirden en çok ihale alan isimler arasında bulunan Abdullah Durmaz (en sağda) CHP İl Başkanı Nail Kamacı ile.

‘Ne lazımsa verelim’ dedirtecek ürün çeşitliliğine 24 ihale

EKAP kayıtlarında belediyeden sık ihale alan isimlerden biri de Başar Koçar. Ürün çeşitliliğine bakıldığında adeta “ne lazımsa verelim” denilebilecek bir yelpazeye sahip olan Koçar, son 6 yılda kurumdan yaklaşık 32 milyon tutarında toplam 24 ihale almış. En çok ihale aldığı yıl ise 2022. Büyükşehir’in Koçar’dan aldığı ürünler arasında çöp konteynerinden fidan üretim malzemesine, hırdavattan mezarlık malzemelerine, zirai zehirlerden otobüs durağı malzemesine, tel örgüden çit malzemesine onlarca farklı kalem yer alıyor.

Festivallerin bütçesi ANSET’ten geçiyor

Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği festivallerin ihaleleri, kurumun iştiraki olan şirketlerden ANSET’e veriliyor. ANSET ise alt yüklenicilere iş veriyor. Büyükşehir’den en çok organizasyon ve yayın işi alan firmalar arasında Eski Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’na yakınlığı ile bilenen Okan Kaya’nın sahibi olduğu yayıncılık ve fuarcılık şirketi Aktüel’in adı öne çıkıyor. Son 6 yılda ANSET’e verilen 7 ihalenin toplam tutarı 275,7 milyon TL. İştirakçi Şirketlerinden ANTEPE’nin aynı dönemde kazandığı 25 ihalenin toplam tutarı ise 423,1 milyon TL.

Sur Yapı’nın inşa ettiği projede ihale AKP’li siyasinin şirketine

Avrupa Birliği 2020 MAtchUP Projesi Kapsamında Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Kepez Santral Mahallesi Kentsel Dönüşüm Uygulaması İçerisinde Sur Yapı’nın inşa ettiği 534 Adet Konutun Akıllandırılması, Enerjinin İzlenmesi, Yönetilmesi ve Otomasyonu Projesi ile Karaalioğlu, Düden, Yavuz Özcan, Akdeniz Kent Parkları ile Işıklar Caddesi, Cumhuriyet Meydanı Aydınlatma Sistemi Yenilenmesi ve Yapımı İşi ihalelerinin yüklenicisi olan Arkela Yapı Mimarlık Mühendislik Elektrik A.Ş’ne 2021 yılında verilen ihaleler kapsamında toplam 21.3 milyon TL ödenmiş. Elazığ merkezli Arkela ve Urul şirketleri aynı ortaklara sahip. Urul Altyapı Elektrik şirketinin ortaklarından Ebubekir Akgül, AKP’den Elazığ Belediyesi Meclis Üyeliği yapmıştı. Ortağı ve Arkela şirketinin sahibi Selçuk Urul ise Elazığ Belediyesi’nde MHP’den Meclis Üyeliği yapmıştı.

Aynı firma büyükşehirden 27 kez ihale almış

Antalya Büyükşehir Belediyesi’nden son 6 yılda benzeri kalemlerde aynı firmaların çok sayıda ihale aldığı görülüyor. İstanbul merkezli FMB Hırdavat 27, sahipleri ilintili görünen İpek Hırdavat 12, Başar Koçar 24, ATT Mühendislik 22, Meridyen Tesisat 11, 7K Gıda, İsmet Bilim, Signa Tekma, Turanlar Yapı, Potent Grup ve Bolu TED Ecza Deposu 10’ar ihale alan şirketlerden. Albayrak İnşaat 9, Aydoğanlar, 5A Sağlık Ürünleri, Şekerler, SDS ve Galaksi Taşımacılık 8’er ihale alan şirketler arasında. 

‘103,8 milyarlık 2025 bütçesinin akıbeti ne olacak?’

Böcek’in 2025 yılı için açıkladığı 103,8 milyarlık bütçe, birçok bakanlığın bütçesinden çok daha büyükken, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 56 milyarlık bütçesinin neredeyse iki katı tutarında. Ancak Böcek yönetiminde geçen 6 yılda kurumun yaptığı ihalelerde ortaya çıkan tablo, kente hizmet için harcanması gereken bu devasa kaynağın benzer firmalara ve siyasi kimliği olan iş insanlarına aktarıldığı görülüyor. Sayıştay raporlarında sıklıkla vurgulanan usulsüz ihaleler ve mevzuata aykırı işlemlerin her yıl yineleniyor oluşu, 2025 yılı bütçesinin akıbeti ne olacak sorusunu akıllara getiriyor.

                                                                /././

İki sınıf, iki cephe: Çayırhan'dan asgari ücrete değişmeyen baş düşman -Emre Alim-

Asgari ücretin yüzde 30'dan fazla artırılmasına karşı çıkanlarla Çayırhan Santrali'nin satılmasını isteyenler aynı aktörler. Emeğe dönük her saldırının sonunda daha ucuz emek, daha derin sömürü var.

Yeni asgari ücretin belirlenmesine haftalar kaldı. “Yüzde 30” koalisyonu adını verebileceğimiz geniş bir cephe, emekçilerin bu yıl yaşadıkları enflasyondan daha az zam alabilmesi için taarruzda.

Ekonomi yönetimi ve uluslararası finans tekelleri, zammın düşük tutulmasının aslında emekçiler lehine olacağı görüşünde. Enflasyonun düşmesi için emekçilerin daha da az tüketebilir hale getirilmesi gerektiğini savunuyorlar.

Bu tez doğrultusunda ilk deney Temmuz ayında yapıldı. Yüksek enflasyonla geçen önceki yıllardan farklı olarak 2024’te asgari ücrete ikinci bir zam yapılmadı. Deneyin sonunda vaat edilen değil, “imkansıza yakın” denilen oldu. Enflasyonda hedef tutmadı.

Bu defa saldırının diğer ayağı dillendirilmeye başlandı: Enflasyonda düşüşün önündeki engel maliye politikasıydı. Bütçe açığının düşürülmesi için “daha sıkı politika” uygulanmalıydı. Yani kamuda harcamalar daha fazla kısılmalı, gelirler artırılmalıydı.

Yağmanın diğer yüzü: Özelleştirme

Kamu gelirlerini artırmanın en kısa yolu vergi. Ancak tek yolu bu değil. Vergiler kadar büyük olmasa da bir diğer gelir kapısı özelleştirmeler.

Bu yıl özelleştirmelerden 20 milyar lira gelir elde edilmesi hedefleniyordu. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı hedefine ulaşabilmek için Ocak-Ekim döneminde 57 ihale düzenledi. Toplam ihale bedeli 39 milyar lirayı aşarak, hedefi neredeyse ikiye katladı.

Üstelik yıl henüz bitmedi. Daha teklif aşamasında olan ihaleler var. Onlardan biri sessiz sedasız tamamlanacakken Türkiye'nin gündemine oturdu.

Çayırhan Termik Santrali içerisindeki maden sahasıyla birlikte satılmak isteniyor. Son tarih 4 Aralık. Patronlar teklif yarışında, işçilerse direnişte.

Madene inerek greve başlayan işçiler “Özelleştirmeye hayır” diyor. Ölümü göze alan işçiler, talepleri karşılanana dek eylemlerini sürdürmekte kararlı.

Maden işçileri kazanırsa yalnızca özlük haklarını korumuş olmayacak. “Yüzde 30 koalisyonu”nun asgari ücretten özelleştirmelere değin emeğe dönük kapsamlı saldırısına da darbe vurulmuş olacak.

Çayırhan Termik Santrali’nin özelleştirilmesi halindeyse kamunun elektrik üretimi kurulu gücündeki payı yüzde 21’e gerileyecek. Bir başka deyişle elektrik üretim ve dağıtımının neredeyse yüzde 80'i özelleştirilmiş olacak. Her yıl 3,5 milyar liralık değer kamu için değil bir sermaye grubu için üretilecek.

İşçiler özelleştirme hamlesi karşısında tecrübeli. Son dört yıldır kamunun işlettiği santral bundan önceki 20 yıldaysa Ciner Holding’in kasasını dolduruyordu.

Çayırhan'ın özel sektör dönemi ne anlatıyor? 

Santral ve bu santrale yakıt sağlayan kömür ocağı Ciner'e 20 Haziran 2000'de devredildi. O dönemki adıyla Türkiye Elektrik Kurumu Anonim Şirketi (TEAŞ) Yönetim Kurulu'nun, ana statüsü gereği en az dört kişiyle toplanıp, en az dört kişiyle karar alması gerekirken santralin devir işlemine ilişkin karar üç kişiyle alındı.

Alınan kararın altında imzaları bulunan Muzaffer Selvi, Birsel Sönmez ve Ünal Peker "Beyaz Enerji Operasyonu" kapsamında tutuklandı. Çünkü usulsüz imzalar rüşvet karşılığında atılmıştı. 

Ciner'in sağ kolu Erhan Aygün’ün, ihale sürecinde TEAŞ Genel Müdürü Muzaffer Selvi’ye 100 bin dolar, yardımcısı Ünal Peker'e 30 bin dolar rüşvet verdiği belgelendi.

Erhan Aygün de tutuklandı, ayrıca 1 trilyon 144 milyar lira ağır para cezasına çarptırdı.
 
Hukukçular, usulsüzlük ortaya çıktığında devir işleminin hukuka göre "yok hükmünde" olduğunu, bu nedenle de santralin TEAŞ'a geri verilmesi gerektiğini söyledi. Ancak sonuç değişmedi.

Santralin özelleştirilmesine karşı bir hukuk mücadelesi de Danıştay’da verildi.

Santraldeki işçiler özelleştirme işleminin kamu yararına olmadığı gerekçesiyle Bakanlar Kurulu’nun verdiği devir kararının iptali için Danıştay'a başvurdu. Danıştay 10. Daire iptal istemini reddetti, ancak Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu bu kararı bozdu.

Bozma kararının ardından davayı görüşen 10. Daire, oybirliğiyle iptal kararı verdi. Ancak bu defa Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu aksi yönde adım attı ve özelleştirmeye ilişkin Bakanlar Kurulu kararının iptalini bozdu. Tekrar aynı noktaya dönüldü.

Altın tepsideki fırsat

Santral yapılırken alınan yaklaşık 2 milyar dolar kredinin borcu, sözleşmeye eklenen bir maddeyle Ciner’e devredilmedi, TEAŞ’ta kaldı. Benzer şekilde amortisman giderleri ve birtakım vergiler de özelleştirmeye rağmen kamuya ödetildi.

Devlet, santral ve kömür havzalarını Ciner’e borçsuz olarak altın tepside sundu.
 
Ayrıca Ciner'e "sorunsuz" bir işletme bırakabilmek için maden ocağının 456 çalışanı emekliye sevk edildi. İşçilere dönemin parasıyla 5 trilyon lira tazminat ödendi.

Turgay Ciner, kömür vagonuna ilk atlayanlardan. Ciner'e ait Park Holding bünyesinde bulunan Park Teknik, 5 milyon tonun üzerinde üretim kapasitesi ile özel sektördeki kömür işletmecileri arasında en büyüğü. Tek başına Türkiye’nin elektrik ihtiyacının yüzde 1,65’ini karşılıyor. 

Ciner'in alandaki en önemli satın almalarından biri yıllık 5 milyar kilovatsaat üretim gücündeki Çayırhan Termik Santrali’ydi.

İktidar, Çayırhan’ın yine özel sektör için üretmesinde ısrarcı. Ciner’in işletme hakkı biter bitmez 2021’de AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın imzasıyla santral ve ona bağlı araziler, maden sahaları, ruhsatlar yeniden özelleştirme kapsamına alındı.

Yalnızca Çayırhan değil, önümüzdeki aylarda daha birçok enerji santrali, değerli arazi ve liman IMF'nin tavsiyesi, patronların talebi ve AKP'nin imzasıyla haraç mezat satışa çıkacak.

Her satışta kamu hizmetleri daralacak, emekçilerin yaşam standartları olumsuz etkilenecek, işçi sınıfının pazarlık gücü azalacak, emek ucuzlayacak.

Çayırhan işçileri tam da bu nedenle on yıllardır süregiden emek düşmanı politikalara karşı direnişe geçti; saldırı büyümesin, sömürü derinleşmesin diye.

                                                               /././

Fotoğraflarla Çayırhan maden direnişi -Özkan Öztaş-

             soL madencinin inadını, mücadelesini ve inancını fotoğrafladı.          (https://haber.sol.org.tr/haber/fotograflarla-cayirhan-maden-direnisi-396263)

                                                                     /././

NATO ağı(sı) -Ali Rıza Aydın-

Türkiye NATO’dan çıkmalı, NATO’yla ilgili tüm anlaşmalar, yasalar yürürlükten kaldırılmalı. Bu içerikte talebi içeren, yurtsever aydın ve sanatçıların imzaladığı dilekçe yarın TBMM’ye sunulacak.

Organizmaya girince kimyasal etkisiyle fizyolojik görevleri bozan ve miktarına göre canlıyı öldürebilen maddeye ağı (zehir) diyoruz. Ağ da çeşitli biçimlerde yapılmış, oluşturulmuş ya da yaygınlaştırılmış örgü. Sömürü düzeninde kimileri kimilerini ağına düşürüyor, kimileri de kimilerinin ağına düşüyor. 

Fazla uzatmaya gerek yok. NATO ağılayarak ağına düşüren uluslararası bir örgüt. Yıllardır beceriyor bunu. Kuruluşundaki amaç değiştiği durumlarda dahi yeni amaçlar buluyor; genişleyerek, ağına düşürdüklerini artırarak becermeye devam ediyor.

Cüneyt Arcayürek’in dizi kitaplarında okumuştum. Ulus gazetesinde genç bir gazeteciyken, Türkiye’den iki gazeteciyle birlikte 1951’de NATO gezisine katılmış. İlk dış gezisiymiş. Muhalefetten de bir kişi olsun demişler, Gazete de izin vermiş, gitmişler. NATO’nun Avrupa ve Kuzey Amerika’dan oniki ülke tarafından kuruluşu 1949. Türkiye’nin protokolü imzalama tarihi 1951, Anlaşmaya katılma Kanununun (5886) kabulü 1952. Katılıma organize hazırlığın parçalarından biri Arcayürek’in anısı. 

Diplomasiler, seyahatler, strateji konseptleri, paneller, forumlar, öğrenciler arası makale yarışmaları, üniversite öğrenimlerinin üçüncü yılındaki adaylara veya lisans veya yüksek lisans programından yeni mezun olanlara staj olanakları, “özgürlük ve güvenliği teşvik eden bir siyasi ve askeri ittifakta çalışma deneyimi kazanmak istiyorsanız” çağrıları, NATO yaz okulları, … Akla ne gelirse, her alanda NATO ve propagandası… Evin Nagihan’ın soL’daki “NATO ve Türkiye Üniversiteleri” dizi çalışmasında aktardığı gibi: “Nasıl ki holding gibi işleyen tarikatlar ve cemaatler üniversite öğrencilerini ücretsiz yurtlarla, evlerle, burslarla ve diğer yöntemlerle çekiyorlarsa, NATO’cuların da benzer müşevvikleri var.” NATO projelerinde çalışan TSK mensupları, bürokratlar, akademisyenler, daha birçok özendirilen insan ve meslek var. NATO’cu siyasetçiler, bakanlar, başbakanlar, cumhurbaşkanları var. NATO Fonu var, NATO’dan fonlanan örgüt ve kuruluşlar var. NATO’nun TÜSİAD’da, TÜSİAD’ın NATO’da özel yeri var.

NATO’nun sahtelikleri ve yalanları daha anlaşmanın başında;Bu Antlaşma'nın Tarafları, Birleşmiş Milletler Yasası'nın amaçları ve ilkelerine olan inançlarını ve bütün halklar ve bütün hükümetlerle barış içinde bir arada yaşama arzularını teyid ederler. Demokrasi, bireysel özgürlük ve hukukun üstünlüğü ilkeleri temelinde bütün halkların özgürlüklerini, ortak miraslarını ve uygarlıklarını korumakta kararlıdırlar. Kuzey Atlantik bölgesinde istikrar ve refahın geliştirilmesini amaçlarlar.Toplu savunma ve barış ile güvenliğin korunması için çabalarını birleştirmekte kararlıdırlar.Bundan dolayı bu Kuzey Atlantik Antlaşması'nı kabul etmişlerdir.” sözleriyle sırıtıyor. 

NATO, her yere ağ atma, ağısını herkese dökme işiyle organize olan bir savaş örgütü. Hem bugüne kadar yapılan genişleme turlarıyla sayıları artan üye ülkeleriyle hem de amaçları, işlevleri ve el attığı alanlarla sürekli yaygınlaşıyor. Diğer deyişle işini ve iş sahasını sürekli genişletiyor.

Uluslararası anlaşmalar, kanunlar, ikili anlaşmalar, alt anlaşmalar, protokoller, kararnameler, idari kararlar, yargı kararları yoluyla hukukun da içinde. Yasama ve yargı organlarıyla, siyasal iktidarlarıyla, hukukuyla, maliyesiyle, kamu görevlileriyle devletler; ekonomisi ve siyasetiyle toplumsal ilişkiler NATO’ya, NATO da emperyalizme, kapitalizme, emekçileri susturmaya ve sömürmeye çalışıyor.

Devasa bir NATO hukuku oluşmuş durumda. Liberallerin çok sevdiği hukukun üstünlüğü sözcüklerinin her hukuksuz iş ve işlemde kullanılmasına, sorgulamadan ve analiz etmeden kayıtsız ve koşulsuz kabulüne, sınıfsallığını görmeden tabu yapılmasına ilişkin algı ve yargıların gelip toslayacağı en sert duvarlardan biri NATO ve hukuku. NATO hukukunun içeriği ve ekonomi politiği; militarist güç ve sömürü…

NATO tabu değildir. Hukuksal renklerle boyanmış, sürekli renk değiştiren ama kendi hukukunu dahi tanımayan NATO’ya bağımlılıktan kurtulmak yaşamsal bir gereksinimdir.

Ahlaksızlıklar konusunda NATO ile Batının, kapitalizmle emperyalizmin, gericilikle sermaye sınıfının birliktelikleri hukukundan uygulamasına, siyasetinden ilişkilerine kadar her alanda ortada. NATO sosyalizmin, komünizmin, devrimci duyarlığı olan ve barış içinde insanca yaşamak isteyen halkın sermaye sınıfının önünde bir engel oluşturmamasının “garanti örgütü”… Sömürücü politikaların sürdürülmesinin militarist aygıtı. IMF’nin, DB’nin, OECD’nin yapısal istikrar ve uyum programları, borçlanmalar, borç ertelemeleri, yardımlar ve kurtarma operasyonları konularında hep devrede. Düzenin istikrar ve güvenliğini bütünsel olarak görüyor ve strateji tehditlerini, baskı ve şiddetini hep yineliyor, güncelliyor. 

Türkiye Halk Temsilciler Meclisi (THTM) tarafından NATO’ya karşı yürütülen eylem, direniş ve savaşımların, NATO’nun gerçek yüzünü gösterme yanında, iki hedefi var: 

(i) Türkiye’nin NATO’dan çıkması, 

(ii) NATO’nun lağvedilmesi. 

THTM NATO broşüründe de vurgulandığı gibi, Türkiye tehdit edilen ve tehdit eden değil, barışı yücelten bir ülke olmak zorunda. Emperyalizme karşı kurtuluş savaşıyla kurulmuş bir ülkeye yakışan bu olduğu gibi, Türkiye’yi koruyacak biricik politika da bu. NATO bir suç ve katliam örgütü. ABD ve Kuzey-Batı Avrupa’nın emperyalist güçlerinin dünyanın yağmalanması stratejisinin üssü olan NATO’da Türkiye’nin yeri olamaz.

Ülkemizin güvenliği için, bağımsızlık ve egemenlik için Türkiye NATO’dan çıkmalı, NATO’yla ilgili tüm anlaşmalar, protokoller, yasalar, kararnameler ve mevzuat yürürlükten kaldırılmalıdır. Bu içerikte talebi içeren, yurtsever aydın ve sanatçıların imzaladığı dilekçe yarın (22.11.2024 günü) TBMM’ye sunulacak. Türkiye’nin NATO’dan çıkması için tüm direniş, eylem ve savaşım yolları sürdürülecek. Yetmeyecek, dünya barışı için, emekçilerin sınıfsız ve sömürüsüz yaşamları için, sömürenlerin sömürülenlere karşı savaş silahı olan NATO’nun kaldırılması savaşımı sürdürülecek. 

                                                              /././

soL






Evrensel "KÖŞEBAŞI" -21 Kasım 2024-

 Kanal İstanbul -Arif Nacaroğlu-

Muhteşem bir yıkım projesi. Tabii bu görüş yıkmak ve yapmaktan ne anladığınızla ilgili. Dünyanın en zengin ülkeleri sıralandı. Avrupa’nın 8 ülkesi ilk 10’da. Birinci Lüksemburg. Norveç 2. İrlanda 3.  Türkiye 57. sokak röportajlarında iktidarı desteklemek için tepinen, “Almanya’da ekmek 5 avro” palavrasıyla “Gelmeyin. Bizim işimizi bozmayın” telaşındaki yandaşın Hollanda’sı 9. Almanya’sı 13.

Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonunun basın açıklaması-Fotoğraf: Eylem Nazlıer / Evrensel

Bu en zengin ülkeler ile temel farkımız yaşam kalitesinin ilk şartı “kent ormanı” yoksunluğumuz. Kent ormanı deyince park değil, evden çıkıp 5 dakika yürüyerek el değmemiş, tesis yapılmamış, betonla, camla kirlenmemiş 50 yaşında, 100 yaşında ağaçların arasında olmayı hayal ediyor insan.

Güzel, bereketli ülkemin hangi kentinde kent ormanı var? 

Koca İstanbul’un Avrupa yakasını düşünüyorum, yok. Görkemli saray bahçesi Gülhane Park’ını bile asfaltla örttük. Çocukluğumuzda kuş avladığımız  Bakırköy ile Florya arasındaki sonsuz boşluk şimdi gökdelen çöplüğü oldu. Ormanına, tarlasına, bahçesine imar çıktı diye sevinen akıllı bir insan gördünüz mü oralarda? 

Dünyanın en zengin ülkelerinde hangi devletli çıkıp da Münih’in, Amsterdam’ın, Ljubljana’nın, Londra’nın göbeğinde, en değerli(?) yerde bulunan ormana, orman manzaralı(??) site kurmayı aklına getirebilir? 

Ama hem maddi hem manevi fakir olunca ne Kaz Dağları, ne Akbelen Ormanları, ne Belgrad Ormanları tepedekilerin umurunda. Yeşili, ormanı, dereleri, dağları gideceklerine inandıkları cennette görmek umuduyla dünyadaki cenneti kanal projeleriyle, peşkeş çektikleri maden projeleriyle, son kalan 3-5 ağacı kesip kışla numarasıyla yapacakları AVM projeleriyle yok etmenin telaşındalar.

“Ülkemizin sorunu fakirlerin açlık sorunundan çok zenginlerin doymama sorunu.” (Ekrem Açıkel)

Ya da atalarımızın dediği gibi, “Aç doyar, açgözlü doymaz.”

                                                       /././

Dersim’e maden operasyonu hazırlığı -Cemalettin Küçük-

Nadir toprak elementleri gündemimize yerleşti. Hangi elementler bunlar? Doğada seyrek olan, az bulunan tanımından alırsak konu basit sayılır. Oysa seyreklik, azlık ile el alınıp “Nasılsa çözülür” denilerek geçiştirilecek bir durum değil.

Daha önce nadir toprak elementlerinin yerküreden elde edilmesi çalışmalarının büyük ekolojik yıkımlara yol açacağını açıklamaya çalışmıştım. Nadir elementlerin elde edilmesi ekstraktif yöntemlerin uygulanmasıyla yapılmaktadır. Ekstraktif yöntemin temeli özünü almaya (liç işlemi) dayanır. Kayaçlarda bulunan ppm (milyonda bir) ölçeğinin ne kadar olduğuna göre nadir elementin miktarı belirlenir. Bu miktarlar bazen 0.1 (on milyonda bir) bile olsa ekstraktif yöntemle elde edilmesi girişimi yapılabilir.

Yerkürede milyarlarca ton kayaç yerinden çıkarılıp, kırılıp, öğütülüp (milimetre ya da mikrometre düzeyinde) milyarlarca ton suda, milyonlarca ton kimyasalla çözündürülerek, bu çözelti ile yıkanır ve özündeki element sökülüp alınır. Tahribatı boyutu anlaşılacağı için ayrıntıya girmeden işin ekonomi politiğine geçelim…

HER KARIŞ MADEN İŞLETMECİLİĞİNE AÇILIYOR

Güvenlik konsepti içerisinde savaş ekonomisi ve kapitalist biriktirmenin temel altyapısı dijital sistemler ve bağlı ekipmanlarının ham maddesi olarak temel elementler ile nadir toprak elementlerinin elde edilmesi önemli bir hedef haline gelmiştir. Nadir elementlerin nerede ve ne kadar olduğundan daha önemlisi şudur: Bunların işletilmesine kim izin vermektedir?

Türkiye’de artık her yer maden işletmecilerine açılmıştır. Hükümet tarafından şirketlere “Gelin nadir toprak elementleri için çalışın” diye çağrılar yapılıyor. Coğrafyamızı yerle bir eden maden şirketi temsilcileri ise 20-25 yıl önce de yaptıkları gibi uydurmaca “ekonomik” ve “teknolojik” söylemleri yeniden öne sürmeye başladılar. İşte birkaçı:

“3.5 trilyon dolarlık dev rezerv... Türkiye için olmazsa olmaz fırsat yerin altında yatıyor.”

“Madencilik sektörüne ilişkin uzmanlar Türkiye'nin 3.5 trilyon dolarlık yer altı maden rezervine sahip olduğunu bildirdi. Türkiye'nin 3.5 trilyon dolarlık dev rezervi hakkında konuşan uzmanlar, Türkiye'nin olmazsa olmazlarından birinin artık kritik mineraller olduğunu ve baz metaller üzerinde ciddi çalışmalar yapılması gerektiğini söyledi.” 1

2001’DEN BUGÜNE AYNI SÖYLEM

Kim bu uzmanlar? 

Uluslararası sermayenin Türkiye’de işlerini yapanlar. Uzman denilince tabii, doğru demiş gibi oluyor! Türkiye’de her ekonomik sıkıntının yaşandığı dönemde, coğrafyamız hedef haline getirilmiştir. 2001’deki ekonomik yıkım sonrası altın madenlerinin işletilmesi kurtuluş olarak gösterilmişti. O dönem uydurma birçok abartılı rakamla söylemler öne çıkarılmıştı. “Eğer altın madenlerimiz işletilir ise bütün dış borçlarımızı kapatabileceğiz” gibi abartılı söylemler ortaya atılıyordu.

Peki 2001’den bu yana işletilen ve yıkımları artık herkesçe bilinen altın ve kompleks madenlerden beyana göre çıkarılan 488 ton altın bu ülkeye ne kazandırdı?  Yine aynı şahıslar devrede. Bu kez altına ilave diğer elementler üzerinden de abartılar ilerlemektedir. Bunlar nadir toprak elementleri, “kritik elementler” denilerek büyük bir ekonomiden söz edilmektedir.

Bunca yaşanandan sonra ders alınmış mıdır? 

Toplumun bazı kesimlerince alındı. Ama hâlâ tekdüze bakan ve bunca yıldır basit olarak “Madenler olmaz ise yaşam olmaz” zorlamasına sokulan anlayış elbette bir ders alamadı.

Bu alanda büyük kârlar elde eden şirketlerin temsilcileri çevresel vurgularla toplumu yeniden kandırma peşinde. “Çevresel endişelerin onlar için de önemli olduğunu ama bunun sürdürülebilirlik ile aşılacağını” söylüyorlar. Başta ormanlar olmak üzere doğayı önlerindeki engellerin başında gören bu anlayış sadece minerallere odaklanmış durumda ve aslında yalnızca “para” diyor. Nerede, ne kadar nadir element olduğuna bakmadan madenlerin işletilmesi için önlerinin açılmasına gayret göstermekteler.

35 YIL SONRA GÖZLERİNİ YİNE DERSİM’E ÇEVİRDİLER

Örnekler artırılabilir ancak dikkat çekeceğimiz konu, nadir toprak elementleri için seçilen bölgelerden biri, Dersim… Bu bölgeyi önemle dikkatlere sunmak istiyorum. Bu bölgede 1990’lı yıllarda uluslararası şirketlerce çeşitli mineraller ile ilgili çalışmalar yapılmış, elde edilen bilgiler Avrupa’da pazarlanmış ve işletme için toplumsal direncin nasıl kırılacağı ön plana konulmuştur. Köylerin, meraların, yaylaların boşaltılması, bölge halkının yaşamsal kaynaklardan yoksun kılınarak bölgenin insansız bırakılması hedefine ulaşılmıştır. Kalan adımların altyapısı artık akademik alandan hazırlanacak prestijli projelerle gündeme gelmektedir. Temmuz ayında Munzur Üniversitesi de projenin içine alınarak “nadir toprak elementleri araştırma ve inovasyon merkezi” çalışmaları başlatıldı. Toplantının açılışı Sanayi ve Teknoloji Bakanlığınca yapıldı.

Neden Munzur Üniversitesi? 

Dersim endüstrinin dibinde bir kent mi? 

Neden Dersim’de tarımsal üretimi destekleyecek projeler değil de nadir toprak elementleri gündem oldu? 

Üniversite ileri teknolojik alanlarda metalik elementlerin kullanılması çalışmasında mı yer alacak, yoksa bu elementlerin çıkarılması için bir arka kaynak mı olacak? 

Elbet ikincisi. Yani 30-40 yıl öncesinde çalışmaları bitmiş ve dünya pazarına sunulmuş coğrafyamızda dağınık halde bulunan çeşitli elementlerin çıkarılıp dünya pazarına aktarılması girişiminin arka planı hazırlanıyor.

DİRENİŞİ KIRMAK İÇİN AKADEMİ DEVREYE SOKULUYOR

Maden işletmeciliğinin yaratacağı sorunlara karşı oluşacak direnişlerin kırılması için de akademik ünvanların kullanılması planlanıyor. Bu tip akademik anlayış, toplumdan kopuk kapalı uzmanlık olarak bilinen “bilimsel tekelliktir.” Bu nedenle nadir toprak elementleri araştırma merkezi kurmak üzere Munzur Üniversitesi seçilmiştir. Munzur Üniversitesi öncelikle Munzur ve çevre coğrafyanın nasıl korunacağı ve yaşamın bütün canlılar için geleceğe aktarılması konularındaki çalışma alanlarında öncü olmalıdır. Üniversitelerimiz toplum için bilimsel çalışmalar üretmeli, kaynaklarını şirketlerin projelerine aktarmamalıdır. Bugün ticari proje çalışmayan akademik kadro, yok denecek kadar az.

Bu konuyu tüm Dersim aydınları gündem yapmalı ve önemli mücadele alanı olarak önlerine koymalıdırlar. Dersim coğrafyasında kendi kendisini besleyecek yaşamsal koşulların yeniden kurulması için çalışmalar halk ile ortaklaşa yürütülmelidir. Asla “bilimsel tekeller” ve elit yapılara bırakılmamalıdır. Ancak bugün Dersim için tartıştığımız bu konu, Türkiye’nin diğer bölgeleri için de geçerlidir. Dersim’e mercek tutmamızın nedeni Munzur Üniversitesi üzerinden yürütülen operasyona dikkat çekmektir.

1) https://www.yirmidort.tv/ekonomi/35-trilyon-dolarlik-dev-rezerv-turkiye-icin-olmazsa-olmaz-firsat-yerin-altinda-yatiyor-207661

                                                                /././

Tutuculuğun bedeli -Mehmet Özyazanlar-

Montella’nın Karadağ yenilgisini berbat saha zeminine bağlayacağı belliydi. Bizim futbol kültürümüzde yenilgilerden ders çıkarmanın değil, yenilgilere mazeret üretmenin daha ön planda yer aldığını onun da öğrendiği anlaşılıyor. Zeminden şikayet etmek iyi hoş da Karadağ başka bir zeminde mi oynadı sanki? Ama Karadağ, futbolun gerçekliğini göz ardı etmeden mevcut koşullara uygun bir oyun anlayışıyla mücadele ettiği için sahadan istediğini elde ederek ayrıldı…

Futbolda bu tür sürpriz yenilgiler olabilir. Bu gayet doğal ve anlaşılabilir bir şey. Lakin skoru bir kenara bırakıp oyuna bakıldığında kayda değer bir şey bulmak o kadar zor ki…

İyi oynarsın, sağlı sollu ataklarla rakibini bunaltır pek çok pozisyona girersin, bunun yanında ceza sahası civarından atılan şutlarla rakip kaleyi yoklarsın ama yine de yenilebilirsin. Yani tatmin edici bir oyun sergilemene karşın öngörülemeyen pek çok sebepten ötürü sahadan eli boş ayrılabilirsin. Böyle bir yenilgi sürpriz sayılsa da anlaşılabilir.

Ama daha önce oynadığı 5 grup maçında sadece bir gol atabilen ve hiç puanı olmayan bir takıma 3-1 yenilmek nedir?

Hadi, topu kullanmanın ve pozisyon yaratmanın ekstra efor gerektirdiği ağır bir sahada sadece bir gol atabildin, bunu anladık. Peki niye gol yiyorsun? Hem de üç tane…

Rakip gerek futbola yapılan ekonomik yatırım gerekse de oyuncu potansiyeli ve kalitesi açısından Türkiye’nin yanında çok çok mütevazı bir takım.

Böyle bir rakip karşısında sahadan en azından beraberlikle bile ayrılmayı beceremiyorsan, bundan sonrası için de işin hiç kolay değil demektir…

Futbolun en temel gerçekliği, oyunu mevcut koşullara uygun şekilde oynamaktır.

Şiddetli yağmur nedeniyle zemin ağırlaşmış ve dakikalar ilerledikçe daha da ağırlaşacağı çok açık. Bu koşulların gerçekliği ise oyunu mümkün olduğunca havadan uzun paslarla oynamaya çalışmaktır. Ağırlıklı olarak havadan uzun paslarla oynanan oyunda ise pivot santrforlu bir oyun planını tercih etmek gerekir. Gerektiğinde duvar olup verkaçlara kanal açacak, gerektiğinde topu saklayıp arkadaşlarına boş alan yaratacak, gerektiğinde ise kanatlardan yapılacak ortalarda rakip savunmayla boğuşacak, onların dengesini bozacak bir merkez santrfor. Böylesi bir zeminde ihtiyacı en çok hissedilen oyuncu…

Biz ise koşulların dayattığı gerçeklere adeta meydan okuyarak yerden kısa ya da araya atılan paslarla sonuca gitmeye çalıştık. Bunun dışında, yapılan ortalara kafa vurabilecek fiziğe sahip bir hücum oyuncumuz da sahada yoktu zaten. Bu oyun kurgusu ve oyuncu tercihleri, rakibin işini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramadı…

Montella, “Bugün fiziksel gücü yüksek oyuncular tercih etseydik oynayacağımız futbol alışılmışın dışında olurdu” diyor.

Hem zemini kastederek koşullar alışılmışın dışındaydı diye şikayet ediyorsun hem de alışılmışın dışına çıkmamak adına oyunu koşullara uygun şekilde oynamıyorsun.

Koşullar, fiziksel güce daha çok ihtiyaç duyulacak şekilde alışılmışın dışındaysa, o zaman senin de koşulların gerektirdiği değişiklikleri hayata geçirip fiziksel gücü yüksek oyuncuları tercih etmen ve alışılmışın dışına çıkman gerekirdi.

“Ben her türlü koşulda, oyun anlayışımdan asla ödün vermeden oynarım” diyorsan da o zaman zeminden yakınmaya ve “Bugün sahada futbol maçı yoktu” gibisinden boş laflar etmeye hakkın olmaz...

Bir takım, olağan dışı koşullar söz konusu olduğunda, bu duruma uyum sağlayabilecek farklı oyun anlayışlarını hayata geçirebilmeli. Güçlü takım olmak, taktiksel elastikiyete, strateji çeşitliliğine sahip olmayı gerektirir.

Farklı koşulların doğurduğu gerçeklikleri ve bu gerçeklikler doğrultusunda hayata geçirilmesi gereken değişiklikleri hiç umursamadan “Rakibin, havanın, sahanın durumu ne olursa olsun ben bildiğimi oynarım” demek, sadece tutucu bakış açısını yansıtmaz, aynı zamanda -Karadağ karşısında olduğu gibi- takımı sürpriz yenilgilere açık hale de getirir…

                                                     /././

Bakan Tekin ve arkasındakiler laikliğe cepheden savaş açan bir konumdadır!-İhsan Çaralan-

Son günlerde siyasi gündemin başlıca konularından birisi de Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in başlattığı laiklik tartışması. Laiklik aslında zaman zaman böyle bir tartışma yokmuş gibi geri çekilmiş görünse de çoğu zaman en öne çıkan tartışma olarak cumhuriyet tarihi boyunca siyasi gündemin en istikrarlı tartışma konusu olageldi.

AKP iktidarı ise laikliği bazen sureti haktan görünerek, hatta bazen “Asıl laikliği biz savunuyoruz” diyerek, bazen da cepheden laikliğe saldırarak laisizm ile en sistemli mücadele eden iktidar oldu. Önceki dönemlerden farklı olarak AKP 23 yıla dayanan iktidarında laikliğe karşı sadece laiklikle ilgili uygulamalardan şikayet etmekle yetinmedi, laikliğin uygulamalarına karşı tepkileri de organize etti. Laik eğitim temelli okulları çeşitli girişimlerle itibarsızlaştıran iktidar orta öğretimde imam hatip okullarını teşvik etti. Yetmedi, milli eğitim amaçlarını “Dindar ve kindar nesiller yetiştirme” olarak ilan etti. Diyanet de bu amaç için MEB’in “paydaşı” olarak devreye sokuldu. Yetmedi, tarikatlar ve cemaatler de milli eğitimin paydaşları olduğunu açıkça ifade etti.

Nitekim son gülerde laiklik karşıtlığı ile gündeme gelen Milli Eğitim Bakanı Tekin; 2023’ün aralık ayında 2024 bütçesi tartışılırken “ Bir sürü STK'yle protokol yaptık. Bunların içerisinde sizin 'tarikat, cemaat' dediğiniz, bizim 'STK' dediğimiz yapılarla 10 tane protokolümüz var” diyerek tarikat ve cemaatleri “sivil toplum kuruluşu” ilan ederken onlarla “paydaş” olarak protokol yaptığını itiraf etti.

Son aylarda MEB’in Ülkü Ocakları’yla da ya protokol yaptığına dair haberler çıktı. Bakanlık hayır böyle bir şey yok da demedi.

Kısacası AKP iktidarı “dindar ve kindar nesiller” yetiştirme programıyla tek adam rejiminin sosyal dayanağı olan nesiller yetiştirmek için müfredatı hızla dinileştirmede hızlı ve önemli adımlar attı.

Öte yandan okul öncesi eğitimi dinileştirme girişimleri de yoğunlaştırıldı. Ki, pedagogların itirazlarına karşın Kur’an öğretimini 0-6 yaş gurubu çocuklara kadar indirmeyi gündeme getirdi.

Kısacası milli eğitimin en son getirildiği aşama “Çevreme duyarlıyım değerlerime sahip çıkıyorum” (ÇEDES) programıyla “Dindar ve kindar nesiller yetiştirme” hedefinde yeni bir adım atılmış oldu.

TEKİN’İN LAİKLİK ANLAYIŞININ LAİKLİKLE BİR İLGİSİ YOK!

Bakan Yusuf Tekin, işte bu tablo üstünden laiklik tartışması açtı. Batman’da partisinin bir toplantısında konuşan Tekin; “Bana diyorlar ki laik eğitim açısından senin söylediğin şey ters. Sizin anladığınız laiklik şu; 1940'lı yılları hatırlayın, camilerin kapısına kilit vurmak, camileri ahıra çevirmek, vatandaşın Kur'an-ı Kerim öğrenmesini yasaklamak… Sen Müslümanların inanç özgürlüğünün prangalar altına alınmasını, yasaklanmasını anlıyorsun. O zaman ikimizin laiklik anlayışı arasında fark var. Ben evrensel laiklikten yanayım, sen Türkiye'ye özgü kendi icat ettiğin laiklik kavramını bana dayatıyorsun' ” diyerek laiklikle hiçbir noktadan teğet bile olamayacak bir dinciliği “evrensel laiklik”  olarak tanımlıyor. Tabii bunu “yerli ve milli laiklik” olarak da tanımlayıp yeni bir icat olarak sunup “Herkes sonunda bizim laiklik anlayışımıza gelecek” de diyebilirdi. Ama anlaşılan oraya gelmek için biraz daha mesafe almayı bekliyorlar.

Bugün üstünde az çok birleşilebilen laiklik anlayışı yüzlerce yıl süren farklı dinler, mezhepler arasında süren çatışmalar, kanlı savaşalar, iç savaşlardan sonra bilimdeki gelişmeler ışığında çıkarılan dersler üstünden oluşmuştur. Bu açıdan baktığımızda laikliği “Dinin devletin işlerine devletin de dinin işlerine karışmadığı bir anlayış” biçiminde tarif edebiliriz.

Yani laik devlet dini konularda resmen tarafsızlığını, dolayısıyla herhangi bir dini ya da dinsizliği desteklemediğini ifade eden devlettir.

LAİK DEVLETTE DİN VE DEVLETİN ALANLARI AYRILIR

Başka bir söyleyişle laik devlet; dinsel özgürlükleri garanti eden, kamu olanaklarının herhangi bir dini grubun çıkarına kullanılmasını engelleyen, eğitimi dinsel görüşlerden bağımsız olarak oluşturan… devlettir.

Ülkemizdeki uygulamayı dikkate alırsak, laik bir ülkede devletin Diyanet İşleri Başkanlığı gibi yurttaşların yaşamına dair fetvalar veren, hutbeler okutan bir kurumu olmaz. Laik devlet cemevi, kilise açmayacağı gibi cami de açamaz. Dede ya da papaz okulu açmadığı gibi imam ve vaiz yetiştiren imam hatipleri de açamaz. Her inanç grubu kendisi ihtiyaç duyduğu kadar yapar bunları. Dolayısıyla ülkemizde cumhuriyetin başından beri uygulanan laikliğin böyle sorunları vardır. Sadece bizde de değil laik sayılan Fransa, Almanya, ABD gibi pek çok ülkede de feodal dönemden kalan ve laiklikle çelişen kurumların, ritüellerin laiklikle çelişen uygulamaları var olmaya devam etmektedir.

Yusuf Tekin’in kişisel olarak dini görüşü, laikliği nasıl gördüğü ya da istismar ettiği bizi hiç ilgilendirmezdi. Ama Milli Eğitim Bakanı olarak Tekin partisinin ve savunucusu olduğu tek adam rejimine sosyal temel oluşturacak “Dindar ve kindar nesiller yetiştirime” programının milli eğitimdeki uygulayıcısı olarak laikliğe saldırmaktadır. Üstelik de bunu “evrensel laiklik” dediği kendi anlayışını dayatarak yapmaktadır!

Oysa Bakan Tekin’nin başında olduğu bakanlık eğitim müfredatını radikal dinci bir çizgiye çekme, okulları Diyanet İşleri Başkanlığının din görevlileri ile tarikat ve cemaatlerin militanlarının içinde cirit attığı mekanlara dönüştüren girişimlerle laikliğe cepheden savaş açan bir mevzide durmaktadır.

LAİKLİK MÜCADELESİ DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN ORTAK MÜCADELESİDİR

Bakan Tekin’in laiklik karşıtı açıklamaları ilerici demokrat siyasi çevreler ve laik eğitimi savunan her çevre tarafından yoğun tepkiyle karşılandı, Tekin istifaya çağrıldı. Cumhurbaşkanından Tekin’i görevden alması istendi.

Ama biliyoruz ki; yaptıkları sadece Tekin’in eseri değil. Tersine Tekin önceki yedi bakanın yaptıklarını bir adım daha ileriye götürmek için göreve getirilmiştir. Tekin kendisini göreve getirenlerin istediklerini yerine getirmektedir. Bu yüzden de ne istifa ne de görevden alma çağrıları sadece çağrı olarak kaldığı sürece karşılık bulmayacaktır.

Tekin bugün öncesini bir yana bıraksak bile 1960’lardan beri laik demokratik ve bilimsel eğitim mücadelesini ezmek isteyen laiklik karşıtı güçlerin bugünkü temsilcisi olarak kendisinden bekleneni yapmaktadır.

Ama işi kolay değil. Çünkü Türkiye’nin laiklik ve demokrasi yanlısı güçleri, laik ve demokratik eğitim mücadelesi veren gençliği; en gerici güçler seferber edilmiş olmasına karşın laiklik ve laik eğitim mücadelesi sürdürmüştür. Nitekim AKP iktidarı da devletin bütün olanaklarını kullanıp eğitimin dinileştirilmesi için tarikat, cemaatler ve Ülkü Ocakları gibi bütün yedek güçleri seferber etmesine karşın “Dindar ve kindar nesiller yetiştirme” programını başarıya ulaştıramamıştır. Yapılan anketler AKP iktidarında doğan ve “Z kuşağı” olarak adlandırılan gençlik kuşağının önceki kuşaklara göre AKP karşıtlığı açısından en yüksek kuşak olduğunu göstermektedir.

Kısacası laiklik olmadan özgürlük ve demokrasi de olmaz. Laik bilimsel ve demokratik eğitim olmadan laiklik sürdürülemezdir. Bu yüzden de bugün Milli Eğitim Bakanı Tekin’in laikliğe savaş açması, Bakan olarak laik eğitimi tasfiye etmek için önceki bakanlara göre daha agresif girişimler yapması, yaptıklarının teşhir edilmesi üsten istifaya çağrılması ve görevden alınmasının istenmesi elbette önemlidir. Ama laiklik mücadelesini, demokrasi mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak savunmak; laik, demokratik eğitim mücadelesinin demokrasi güçlerinin ortaklaştığı bir mücadele olarak ilerletilmesi önümüzdeki dönemin önemli bir görevidir.

                                                                /././

"Asgari" Sosyal Güvenlik -Deniz İpek-

2024 yılı asgari ücretini saptamak üzere Asgari Ücret Tespit Komisyonu görüşmeleri aralık ayında başlayacak. Gerek hükümetin Şimşek’i gerekse patron örgütleri neredeyse 2 aydır asgari ücrete dair açıklamalar yapıyor. Açıklamalarda yeni yıla ilişkin hedeflenen bir enflasyonla asgari ücreti; merkez bankasının hedefleri, IMF önerileri ve patronların arzularıyla, Erdoğan hükümetinin OVP’sine uygun olarak belirlemeye çalışıyor.

                                       Unkapanı Sosyal Güvenlik Kurumu önü | Fotoğraf: Murat Uysal/Evrensel

Asgari ücret, işçinin bir iş günü çalışması karşılığında ödenmesi belirlenen en düşük ücret. Bu ücret aslında işçinin kapitalist üretim sürecindeki yeri ve patronla giriştiği alışverişte; emek gücünün satışı veya kiralanmasında yapılan “resmi” ve “gayriresmi” sözleşmesinde belirleniyor. İşçinin emek-gücünün değeri olarak talep ettiği değer onun ertesi günü aynı dinçlikle işe başlaması için gerekli metaların değerine denk düşen bir ücret talebinin yanında çalışma koşullarını içeriyor.

Asgari ücret, işçinin ekonomik ve sosyal hayatlarını en iyi şekilde yaşayabilmelerini sağlayacak kadar olması gerekiyor. İlk kez 1890’da Avustralya ve Yeni Zelanda’da uygulanmaya başlanan, 1900’lü yılların başı itibarıyla da önce Avrupa’da, daha sonra da tüm dünyada uygulanmaya devam edildi. Türkiye’de ise ilk kez 1974’te yayımlanan yönetmelikle asgari ücret uygulaması başladı.

SOSYAL DEĞİL BİREYSEL GÜVENLİK

Sosyal güvenlik sistemi Türkiye’de, kayıtlı istihdam ve tahsil edilebilen sosyal güvenlik primi üzerine inşa ediliyor, kayıt dışılar yok. Prime dayalı bu sistemde sosyal güvenlik; toplumun sosyoekonomik gelişiminin koordine edileceği, sağlık sistemine halkın katılımının esas olacağı koşulsuz ve kapsayıcı işçi hakkı değil; işçinin ödediği prime endeksli, “sosyal” niteliğinden arındırılmış “bireysel güvenlik” ile ikame edilmeye çalışılıyor. Tüm yurttaşları kapsayan, eşleri birbirine ekonomik açıdan bağımlı olmaktan çıkaran ve kadın ve erkeği ayrı olarak hak sahibi kılan bir sosyal güvenlik sistemi de yok.

ÜCRETİ İKAME ETME

Sosyal güvenlik iki yönüyle işçinin sağlığını ve yaşamını doğrudan belirliyor. Birinci olarak sosyal güvenlik, işçinin hastalık, iş kazası veya meslek hastalığı, malullük, analık, işsizlik, yaşlılık, ölüm gibi nedenlerle geçici ya da sürekli olarak ücret geliri elde edemediği durumlarda, işçinin (Veya ölümü halinde ailesinin) hayatını idame ettirmesini sağlayacak geliri elde etmesinin temel dayanağı. Sosyal güvenliğin gelirsiz kalınan dönem için “Ücreti ikame etme” işlevi, geçimini ücret geliri ile sürdüren işçi için hayati. Sosyal güvenlik sistemi, gerek bu ikame gelire hak kazanma koşulları gerekse hak kazanılan gelirin düzeyi bakımından işçinin ve ailesinin sağlığını doğrudan etkiliyor. Hak kazanma koşulları zorlaştığı, hak kazanılan gelir düştüğü ölçüde; işçinin sağlığı ve bir bütün olarak yaşamı kötüleşiyor, zorlaşıyor, hatta tehlikeye giriyor.

AĞIR KOŞUL, DÜŞÜK GELİR KISKACINDA İŞÇİ SAĞLIĞI

Hastalık ve geçici iş göremezlik ödeneğine örnek üzerinden bakacak olursak: Asgari ücretli bir işçi iş kazası geçirir ya da meslek hastalığına yakalanır ve yüzde 50 oranında meslekte kazanma gücünü kaybederse, işçi son 3 aylık prime esas kazancının yüzde 35’i oranında sürekli iş göremezlik gelirine hak kazanır. Asgari ücretli bir işçiye bugün aylık ödenecek tutar yaklaşık 6 bin TL. Eğer işçi hastalık veya kazanın ardından işsiz kalırsa, ya bu tutarla hayatını idame ettirmek zorunda kalacak ya da sağlık durumu elverişli olsun olmasın yeni bir işte çalışmak durumunda. Yüzde 50 iş göremez bir işçinin bulabileceği işler sınırlı, bulduğu işlerin sağlığına elverişli olma ihtimali düşük, işçi, kötü ve sağlıksız çalışma koşullarına itiraz da edemiyor. İş kazası veya meslek hastalığı işçinin meslekte kazanma gücünü esaslı ölçüde azaltmış, ancak sosyal güvenlik sistemi işçinin yaşadığı gelir kaybının yarısını bile ikame etmiyor, tam da bu nedenle başka bir işte çalışmak zorunda kalan işçinin sağlığının daha da kötüleşmesi ve hatta işçinin bir işçi cinayetine kurban gitmesi ihtimali çok daha artıyor. İşçiye malullük aylığı bağlanabilmesi için, 1)İşçinin en az 10 yıldır sigortalı olması, 2) En az 1800 gün priminin ödenmiş olması, 3) Çalışma gücünü veya iş kazası veya meslek hastalığı neticesinde meslekte kazanma gücünü en az yüzde 60 oranında kaybetmiş olması, 4) Maluliyetin sigortalılıktan sonra ortaya çıkması, 5) Mevcut işinden ayrılarak SGK’ye başvurması gerekiyor. Bu koşullar nedeniyle 20 yaşında sigortalı çalışmaya başlayan bir işçi 30 yaşından önce trafik kazasında çalışma gücünün yüzde 100’ünü kaybetse bile maluliyet aylığı alamayacak; hem sağlığından hem gelirinden mahrum kalacak. Maluliyet aylığına hak kazanma koşulları ağır olduğu gibi, ödenecek aylık da yetersiz. Maluliyet aylığı bağlama oranı 2000 öncesi yüzde 70 iken, 2000’de yüzde 60’a, 2008’de yüzde 40’a düşürüldü. 1 Ekim 2008’de işe giren bir işçinin, 1 Ekim 2018 tarihinden sonra alabileceği maluliyet aylığı işçinin eline geçen net ücretin ancak yarısına ulaşıyor. Eğer bir de işçinin sigorta primi gerçek ücretinden değil daha düşük tutardan ödeniyorsa, işçinin yaşadığı gelir kaybı çok daha yüksek oluyor.

İÇ CEPHEDE PRİME ESAS YAŞAMLAR

‘İç cepheyi sağlamlaştırma’ siyasetinin örtmeye çalıştığı gerçeklerden biri de iş cinayetleri… Bu yılın ekim ayında 164'ü iş cinayetlerinde, İLO normlarına oranla da 984 işçi de meslek hastalıklarından hayatını kaybetti. Yılın ilk on ayında da en az 1540 iş cinayeti 9 bin 240 işçi meslek hastalıklarından hayatını kaybetti. AKP’li yıllarda da en az 33 bin işçinin iş cinayetlerinde öldüğü bilinirken bunun yanında 200 bin işçinin de AKP’li yıllarda meslek hastalığından hayatını kaybettiği İLO normlarında kabul ediliyor. Bu kadar işçi cinayetinin olduğu ülkede iş kazası ve meslek hastalığı sonucu meslekte kazanma gücünü yitirmiş ve iş görmezlik ödemesi alan veya alması gereken milyonları var. İşçi canın bu kadar ucuz olduğu ülkede asgari ücretin aslında çalıştığı için engelli ve çalışamaz hale gelen milyonlarca işçi için de ne kadar hayati bir mesele olduğunu gösteriyor. Türkiye’de sosyal güvenlik sistemi; işçinin sigortalı çalışması ve prime esas kazancı üzerinden kurgulandığı için işçileri “prime esas yaşamlara” mahkum ediyor. Sosyal güvenlik alanında son dönemde yaşanan hak kayıpları, işçi sağlığını daha da tehlikeye atmaya devam ediyor. İşçi sağlığını, ücret ve sosyal güvenlik bağlamıyla da düşünmek ve tartışmak; işçi sağlığı ve hakları bakımından yürütülecek mücadelenin de asgari ücretten bağımsız olmadığını bilmek gerekiyor.

                                                            /././

Yerlikaya kadın cinayetlerinden kadınları sorumlu tuttu: "32 hanımefendi ikazımıza uymadı"

Yerlikaya, kadın cinayetlerine ilişkin sorulara şu yanıtı verdi: “Kadın şiddetle ilgili sıfır tolerans diyoruz. 2022'de 284, 2023'te 309, 2024'ün ilk 10 ayında 276 tane kadın cinayeti var. Elektronik kelepçeyle ilgili kapasite sorunuz yok. Bin 500 olan kapasiteyi 5 bine artırabiliriz hızlıca, bu konuda bir sorunumuz yok. Biz koruma kararı aldığımız kadına bir belge imzalatıyoruz. Koruma kararı aldıktan sonra belgedeki 11 maddeyi polisler okuyor. 'Seni korumaya aldık ama buna riayet et' diyor. Diyor ki mesela, 'Şüphelinin size yaklaşması halinde en yakın korunaklı yere geçerek kolluktan direkt yardım iste. Şüpheliyle sakın yüz yüze görüşme.' Çünkü tecrübe ile sabit. Bunların hepsini onlara okuyoruz. Haftada bir gün muhtara ‘buraya gelip giden var mı’ diye soruyoruz. İstihbarat artık ona takılıyor. İlk defa söylüyorum koruma kararı olmasına rağmen geçen sene 32 hanımefendi şuradaki ikazımıza uymadan, kapıya adam gelince açmış, içeride vurmuş onu."(https://www.evrensel.net/haber/534666)

                                                          ***

Özel hastane çetesi duruşmasında 4. gün | "Sağlık Bakanını hedef aldıkları için yargılanıyoruz"

Duruşma Esenyurt Belediye Başkanlığı Sağlık Hizmetlerinde çalışan Renas Kılıç'ın ifadesiyle sürüyor. Siyasetçilerin erken seçim umuduyla Sağlık Bakanını hedef aldığı için böyle bir suçla yargılandığını iddia eden Kılıç, "Ben iki depremde de deprem bölgesinde çalıştım, bir insan böyle harcanamaz" dedi. Telefonda Reyap Hastanesinden 'biz' olarak bahsetmesi sorulan Kılıç, "Benim konuşma şeklim biraz farklı. Benimsediğim için öyle dedim" dedi.  Kılıç'ın avukatları Fırat Sarı ile Rneas Kılıç'ın yalnızca 'sosyal bir ilişkisi olduğunu' söyleyerek Kılıç'ın tahliyesini talep etti. Duruşmaya ara verildi. (https://www.evrensel.net/haber/534670)

                                                           ***

Özel hastane çetesi duruşmasında 3.gün/ Yoğun bakım kameraları sökülmüş, kaşesi kullanılan doktor başka hastanede

İddianamede, Fırat Sarı ve İlker Gönen'in 10 kez "kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi", "nitelikli dolandırıcılık" ve "suç işlemek amacıyla örgüt kurma" suçlamalarıyla, 11 kez "resmi belgede sahtecilik" suçu ile cezalandırılması isteniyor. İki isim hakkında toplamda 177 yıl 6 aydan 582 yıl 9'ar aya kadar hapisle cezalandırılması talep ediliyor. 112 Ambulans Şoförü Gıyasettin Mert Özdemir hakkında "kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi", "kişisel verilerin hukuka aykırı ele geçirilmesi", "kamu kurum ve kuruluşlarının zararına dolandırıcılık", "suç işlemek amacıyla örgüt kurma" ve "resmi belgede sahtecilik" suçlarından 180 yıldan 589 yıl 9 aya kadar hapis cezası; 18 kişi hakkında da bebeklerin ölümüne ilişkin "kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi" suçundan 10 ila 437 yıl 6 ay arasında hapis cezası isteniyor.(https://www.evrensel.net/haber/534538)

(Evrensel)

                





GÜNDEM BAŞLIKLARI -21 Kasım 2024-

MHP'li üç vekilin istifa nedeninde "altın kaçakçılığı" iddiası -T24-

mhp'den istifa eden üç vekil

İstifası istenen üç milletvekilinin altın kaçakçılığına karıştıkları edildi. BirGün yazarı ve gazeteci Timur Soykan'ın işaret ettiği olaya göre istihbarat birimleri, 20 Eylül 2024 tarihinde İstanbul Havalimanı’nın VIP salonunda eski Gümrük ve Ticaret Bakan Yardımcısı, eski AKP Milletvekili Fatih Metin’in yanında VIP salonunu kullanan eski özel kalem müdürünün valizlerinde 60 kilo kaçak altın yakalandı. Soykan, VIP geçişi kullanarak altın kaçakçılığı yapan bazı milletvekillerinin de tespit edildiğinin öne sürüldüğünü ifade etti. Söz konusu milletvekilinin MHP'den istifa ettirilen Hasan Basri Sönmez, İsmail Akgül ve Mustafa Demir olduğu öne sürüldü. Bu isimlerin altın kaçakçılığına karıştığının anlaşılmasının ardından ise MHP yönetiminin istifalarını istediği iddia edildi. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın, 3 milletvekilinin istifasının istendiğini sosyal medya hesabından ilan etti. Gerçekleşen istifalarla MHP'nin Meclis'teki sandalye sayısı 47'e düştü.(https://t24.com.tr/haber/mhp-li-vekillerin-istifa-sebebinde-altin-kacakciligi-iddiasi,1197906)

                                                               ***

Seferihisar'da ihbara giden polislere silahlı saldırı: 2'si ağır, 3 polis yaralandı!-Cumhuriyet-

İzmir'in Seferihisar ilçesinde kavga ihbarına giden polis ekiplerine yönelik gerçekleştirilen silahlı saldırıda 3 polis yaralandı. Polislerden 2'sinin durumunun ağır olduğu öğrenildi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/seferihisarda-devriye-ekibine-silahli-saldiri-3-polis-yaralandi-2270923)              

                                                             ***
Yeraltında direniş var: 500 madencinin grevinde 24 saat geride kaldı -Birgün-

Ankara Nallıhan'da Çayırhan Termik Santrali’nde özelleştirme kararına tepki gösteren maden işçilerinin eylemde 24 saat geride kaldı. Ankara’nın Nallıhan ilçesinde bulunan Çayırhan Termik Santrali’nde yaklaşık 500 işçi, dün (20 Kasım Çarşamba) sabah vardiyasıyla yer altına inerek başlattıkları protestoyu sürdürüyor. Gece hava sıcaklığının 5 derecenin altına düştüğü bölgede ateş yakarak ısınan yeryüzü işçileri de yer altında eylem yapan arkadaşlarına destek veriyor.(https://www.birgun.net/haber/yeraltinda-direnis-var-500-madencinin-grevinde-24-saat-geride-kaldi-577693)

                                                                   ***

Yerin 300 metre altında yağmaya direniş -Evrensel Manşet-

İktidar, yıllık 3.5 milyar liralık değer üretirken, bir de kamu kaynaklarıyla modernize ederek “Altın yumurtlayan tavuk” haline getirdiği Çayırhan Termik Santrali ve Linyit İşletmelerini, arazisi ve lojmanlarıyla sermayeye peşkeşe hazırlanıyor. Madenciler özelleştirme yağmasını durdurmak için direnişte.(https://www.evrensel.net/haber/534648)

                                                                        ***

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -29 Temmuz 2025-

MİT ajanları nasıl deşifre oldu?-Tolga Şardan- Ankara Adliyesi'nde kişisel verilerin usulsüz ele geçirilmesiyle ilgili devam eden yargıl...