T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -25 Kasım 2024-

 

İstanbul'da kiralar fırladı, küçük esnaf kepenk kapattı: Mahallelerde elektrikçi, tamirci, marangoz, terzi bulmak zorlaşıyor.

İstanbul'da kentsel dönüşümle yenilenen binalarda kiralar fırladı, mahallelerin sembolü olan küçük esnaf dükkan bulamaz hale geldi. Yenilenen binalardaki işyerini boşaltan bakkal, manav, ayakkabı tamircisi, terzi aynı semtte 5 katı kirayı görünce kepenk kapatıyor. İstanbul Esnaf ve Sanatkârlar Odaları Birliği (İSTESOB) verilerine göre İstanbul'da 270 bin esnaf ve sanatkâr var. Bu işyerlerinin yüzde 80'i sokak aralarında faaliyet gösteriyor. Kentsel dönüşümle yenilenen binalarda kiralar, semtine göre yüzde 100 ila 400 oranında arttı.(https://t24.com.tr/haber/istanbul-da-kiralar-firladi-kucuk-esnaf-kepenk-kapatti-mahallelerde-elektrikci-tamirci-marangoz-terzi-bulmak-zorlasiyor,1198772)

                                ***

Sadece savaşmayı bilenler gezegenin sonunun geldiğini görmüyor -Eray Özer-

İklim Zirvesi zengin ülkelerin fakir ülkelere yılda 300 milyar dolar vereceği taahhüdüyle sona erdi. Beklenti 1 trilyon dolar seviyesiydi. Soğuk Savaş artığı asık suratlı yaşlı amcalar ve teyzeler yönetiyor dünyayı ve sadece savaşmayı biliyorlar. Yarınlar yokmuşçasına…

Geçen hafta İklim Çalışmaları uzmanı Ümit Şahin’le bir sohbet gerçekleştirdik. T24’ün Youtube kanalında yayınladığımız programda iklim meselesini ve küresel ısınmayı konuştuk.

İzleyin isterim. Ümit Hoca küresel ısınma için net konuştu: Böyle giderse yüz yılın sonunda dünya 3 derece daha sıcak olacak.

Peki bu ne demek?

Şöyle anlatmak belki meseleyi daha anlaşılır kılabilir: Malum son birkaç yıldır tuhaf hava olaylarına şahit oluyoruz. Mesela daha birkaç hafta önce Valencia’ya bir yılda yağması gereken yağmur 8 saatte yağdı.

Türkiye’de hiç görmediğimiz kadar orman yangını görür olduk. Daha önce hiç orman yangınına yerinde tanıklık ettiniz mi bilmiyorum ama ben bu yıl Çanakkale’de yaşadım. Öncesi ve sonrasıyla akıl almaz bir vaziyet. Devasa bir arazi bir anda Mad Max filmine dönüyor, doğanın yok olması ne demek bizzat tanıklık ediyorsunuz.

Sadece Türkiye mi? Brezilya’dan ABD’ye kadar her yer yandı geçen yaz.

Hadi bunları da geçelim. İstanbul’da havanın bu haftaki saçma sapan seyri bile nasıl bir anomaliye girdiğimizi gösteriyor: Perşembe sabah sıcak, akşam ani bir soğuma ve gök gürültülü yağış… Sonra Cuma saçma bir sıcak ve cumartesi öğle vakti yükseklerde kar… Eskiden kış geldiğinde kış gelmiş olurdu ve üç ay donardık.

Sizce bunlar normal mi?

İşte tüm bunlar küresel sıcaklık yıllık ortalamada 1,5 derece oynadığı için başımıza geliyor.

Siz bir de 3 dereceyi düşünün!

Ümit Hoca “Bana kalırsa 3 derecede uygarlık bu felaketlerle ekonomik olarak baş edemediği için çöker” diyor.

Yani 70 yıl sonra karnımızı doyuramayacağız çünkü tarlalar sellere teslim olacak. Yaz sıcakları akıl almaz hale gelecek, dolayısıyla ormanlar yanacak. Kuzey Atlantik’teki su akıntısı durma noktasında, durduğunda bazı bölgeler (Ümit Hoca programda Avrupa’nın kuzeyini örnek verdi) kutup soğuklarına maruz kalacak. Kısacası bir kıyamet iklimine gireceğiz.

Yetmiş yıl! Sadece bir insan ömrü kadar bile değil.

Gezegen bize açık açık “Bana bunu yapma, sonu senin için iyi olmayacak” diyor. Peki duyan var mı?

Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’nin sonuç bildirgesi benim bu yazıya başlamamdan sadece saatler sonra, gecikmeli olarak açıklandı.

Özeti şu: Fakir ülkeler (gelişmekte olan demeyeceğim, daha ne kadar gelişeceksek) iklim kriziyle mücadele için zenginlerden yıllık 1,3 trilyon dolar istedi. Zenginler sadece 300 milyar verebileceklerini kayda geçirdi. Fakirler isyan etti.

Bu arada Çin ve Suudi Arabistan gibi bazı ülkeler de henüz hala “gelişmekte olan” kategorisinde oldukları için elini cebine atmıyor. Bu da ayrı bir garabet.

300 milyar da ödenecek mi, o da belirsiz. Zirvede bir “Trump etkisi” vardı tabii… Onun “Benden zırnık çalışmaz” diyeceğini tahmin eden diğer zenginler kendi ceplerinden büyük paralar çıkmasın diye en azından 550-900 milyar dolar arasında olması beklenen bütçeyi kısıverdiler.

İklim değişikliğinin dünyaya maliyeti geçen yıl 2 trilyon dolar civarında olmuştu. Yani yangındır, seldir derken 2 trilyonu zarar kapatmak için gözden çıkarıyorsun ama bunun üçte birini iklim felaketini düzeltmek için ödemekten imtina ediyorsun. Alın size insanlığın bir özeti.

Seneye Brezilya’da olacak iklim zirvesi. Lula var Brezilya’da. Solcu başkan. Yağmur ormanlarının korunması için çaba harcayacağını da vaat ediyor üstelik. Lula’nın Brezilyası bir yandan ormanları koruyacağını açıklarken bir yandan da 2035’e kadar gaz ve petrol üretimini yüzde 36 artırmayı planlıyor. Bizzat Lula’nın inisiyatifiyle.

Bu yıl zirve Bakü’deydi. Azerbaycan’da yani. Azerbaycan da önümüzdeki on yıl içinde gaz üretimini üçte bir oranında artırmayı planlıyor. Açılış konuşmasında Başkan Aliyev fosil yakıttan çıkılmasını öneren ülkelere yüklendi: “Gazımızın çoğunu Avrupa alıyor. Her yıl daha fazlasını istiyor ama bir yandan da bize fosil yakıttan çıkmamız için ders veriyor.”

Haksız mı?

Sera gazı emisyonlarında geçen yıl 57 gigatonluk rekor artış olmuş ve önümüzdeki on yılda hiç de düşeceğe benzemiyor. Kimse fosil yakıt üretiminden geri durmuyor. Sadece birilerine üretimi azaltın demekle bu iş belli ki çözülmüyor.

İklim zirvesinde bir de karbon ticaretinin kurallara bağlanması için anlaşmaya varıldı. O da bir acayip iş: Zengin ülkeler kendi topraklarında karbon salınımını azaltamayınca dünyanın bir başka yerine bunu yapması için para vererek kredi satın alıyor.

Her bin ton azalma 1 kredi. Hesap şu: Burada tam gaz karbon salmaya devam ederken orada ağaç dikilecek örneğin, böylece küresel ölçekte artış olmamış olacak.

Bu da doğru düzgün kurala bağlanmadığı için bu işte de yolsuzluk ayyuka çıkmış. Yine zirvede yapılan bir sunuma göre verilen paraların sadece yüzde 16’sı gerçekten karbon salınımını azaltacak işlere harcanıyormuş. Geri kalanı doğaya “sıcak hava” salmaktan ibaretmiş.

Yani anlayacağınız bu çevre işinde tel tel dökülüyor insanlık ve medeniyet. Asık suratlı soğuk savaş artığı yaşlı amcalar ve teyzeler yönetiyor dünyamızı. Bir onbeş, bilemedin yirmi yılları var dünyada. Ne olup biteni anlıyorlar, ne çözüm imkanlarından haberdarlar…

Sadece savaşmayı biliyorlar. Yarınlar yokmuşçasına…

Bitirmeden tabloyu daha iyi anlamanız için bir örnek daha vereyim: Diyelim ki, Türkiye’de değil de Tuvalu’da doğdunuz. Ülkeniz 11 bin kişi. Neredeyse tüm ülkeyi bizzat tanıyor olabilirsiniz.

Pasifik’in ortasında cam göbeği resiflerde yüzerek büyüdünüz. Okul çıkışı hindistan cevizi ağaçlarının gölgesinde arkadaşlarla sohbet ederek yetişkinliğe eriştiniz.

Dünyanın başka bir yerinde başka birileri cep telefonu, bilgisayar, ortalığa metan gazı salan milyarlarca inek gibi şeyleri üretmeye devam ettiği için ülkeniz yavaş yavaş sular altında kalıyor.

Ve sadece 25 yıl sonra bu durum Tuvalu’da yaşamayı imkânsız hale getirecek. Gelgitlerde ülkeniz sular altında kalacak.

Haydi teknolojiyle gelgitlere çare buldunuz. Yüz yılın sonunda kesin sular altındasınız. Zira bilim insanlarına göre bu kez sadece gelgitlerde değil, her üç günden birinde ülkeyi seller basacak.

Niye?

Dünyanın başka yerlerinde insanlar gezegeni yaşanmaz hale getirmeye devam ettiği için…

Bir düşünün isterim: Tuvalulu olsaydınız siz ne hissederdiniz?

İyi haftalar.                                       /././

‘Bibi’yi tutuklayanı yakarız’-Akdoğan Özkan-

“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında 5 ay gecikmeyle aldığı 21 Kasım tarihli tutuklama kararı Batı'da farklı tepkilere yol açtı.

Birkaç ülke mahkemenin bağımsızlığına saygılarını vurgularken, bazıları da İsrail'e desteklerini dile getirdi. ABD ise bildiğiniz gibi: Jenosit Joe’nun halen başkanlık koltuğunda oturduğu ülkede bazı Cumhuriyetçi senatörler, İsrailli siyasetçilerin tutuklanmasına yardım edecek herhangi bir ülkeye yaptırım uygulama hazırlığı yapıyorlar. Bir ara yeni Trump kabinesinin olası Dış İşleri Bakanlığı makamı için de adı geçen eski CIA Direktörü ve eski Bakan Mike Pompeo, “Yolsuz UCM’nin İsrail'e karşı verdiği tutuklama kararlarını uygulamaya çalışan herhangi bir ulus ağır sonuçlarla karşı karşıya kalmalıdır,” buyurdu. Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak atayacağı Mike Waltz ise 20 Ocak’ta yemin ederek göreve başlayacak olan “yeni ABD yönetiminden UCM’nin anti-Semitik önyargılarına karşı güçlü bir karşılık” beklenmesi gerektiğini dile getirdi.

İsrail şaşırtmadı ve Mahkeme’yi “anti-semitizm” ile suçladı. Cumhurbaşkanı Yitzhak Herzog, sosyal medya hesabından “UCM’nin Hamas için insan kalkanına dönüştüğünü” bile iddia etti.

Netanyahu’ya 5 ay zaman kazandırdılar

Galiba bu işte en sinsi tarihi rolü İngilizler oynadı. Aslına bakılırsa, Uluslararası Ceza Mahkemesi, Netanyahu ve Gallant için tutuklama emrini, buna temel teşkil eden “makul şüphe” kararını aldıkları Mayıs ayından hemen sonra çıkaracaktı. Tabii İngilizler Netanyahu’ya Gazze’deki kıyım uygulamasında zaman kazandıracak bir kurnazlığa kalkışmasaydı.

Şöyle oldu, takip ettiğim kadarıyla: İngilizler 10 Haziran 2024 tarihinde tutuklama kararını geciktirecek bir adım attılar. Mahkeme’nin İsrail’in savaş suçları ve insanlığa karşı suçlarıyla ilgili soruşturmasında İsrail uyruklular üzerindeki yargı yetkisine “amicus curiae” sıfatıyla hukuki mütalaa sunmak amacıyla bir itiraz dilekçesi sunma talebinde bulundu o gün İngilizler.

Mahkeme’nin 2021 tarihli bir kararına atıfta bulunuyorlardı bunu yaparken. Üç yıl önceki karara istinaden özetle diyorlardı ki; bir UCM savcısı İsrail vatandaşlarına yönelik bir tutuklama kararı çıkartmak isteğinde, önce Filistin Yönetimi'nin UCM’ye katılmaya yönelik talebinin Oslo Anlaşmaları’nın ihlali anlamına geleceğine yönelik İsrail tarafından yapılmış itirazın nihai karara bağlanması gerekiyor. Dolayısıyla, bir İsrailliyi tutuklamak istiyorsanız, önce o mevzuyu karara bağlamanız lazım.

Bununla tutuklamaya gidecek sürece ket vurulmuş oldu. 27 Haziran’da Mahkemenin Ön Yargılama Dairesi, dilekçesini sunması için İngiltere’ye 12 Temmuz'a kadar süre verdi. UCM’nin diğer üye devletlerinin de isterlerse 12 Temmuz’a kadar benzer mütalaalar sunabilecekleri ifade edildi.

Bu, kısaca “Bibi” olarak da anılan Başbakan Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant için tutuklama kararı çıkarılıp çıkarılmayacağına ilişkin karar alma sürecinin, İngiltere’nin söz konusu itirazını sonuca bağlayana kadar askıya alınması anlamına geliyordu.

Aslına bakılırsa, o tarihlerde İngilizlerin olaya bu şekilde müdahil olmalarının tutuklama kararlarını çok da geciktirmeyeceği düşünülüyordu. 27 Haziran 2024 tarihli The Times of Israel gazetesinde konuyla ilgili yer alan bir haberde adı geçen Kudüs İbrani Üniversitesi hukuk ve teknoloji kürsüsünde öğretim görevlisi ve Tachlith Enstitüsü'nde program direktörü Dr. Tal Mimran’a bakılırsa, karar UCM’nin Netanyahu ve Gallant’ın tutuklanmalarına yönelik emir çıkartma sürecini çok uzun süre geciktirmeyecekti.

Hatırlayalım, UCM Başsavcısı Kerim Han, Netanyahu ve Gallant hakkında “imhaya sebep olma, savaş yöntemi olarak açlığa sebep olma, insani yardım malzemelerinin ulaştırılmasını engelleme, çatışmalarda sivilleri kasten hedef alma” gibi hususlarda suç işlediği şüphesi oluştuğu için tutuklama emri talep ettiğini duyurduğunda Gazze Kıyımı 227. gününe girmiş, tarih 20 Mayıs 2024 olmuştu. Tutuklama kararı ise ancak 21 Kasım tarihinde çıkarılabilmişti. Sonuçta İngilizler mahkemeyi 5 ay oyalamış ve Netanyahu’ya biraz daha savaş suçları işleyebilmesi için 5 ay ek süre satın almışlardı.

Her neyse, 5 ay sonra da olsa tutuklama emirleri çıktı. Şimdi gelelim tepkilere…

‘Hele bir tutuklayın, yakarım!’

İngiltere Başbakanlık Ofisi Sözcüsü, UCM'nin, İsrail Başbakanı Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Gallant hakkında çıkardığı tutuklama emirleri hakkında yorum yapmayı reddetti.

Ama tabii şimdi bayrağı İngilizlerden Amerikalılar devralıyor. Amerikalıların görevi, “hele bir tutuklama yoluna gidin, müttefik ülke bile olsanız, gözünüzün yaşına bakmam, yaptırımlarımla boğarım sizi” benzeri tehditkâr bir tavır takınmak. Böyle işlerin oradaki ustası da malum South Caroline Senatörü Lindsey Graham. UCM’nin tutuklama kararına ilişkin Fox News kanalına konuşan Graham, “İsrailli herhangi bir politikacının tutuklanmasına yardım ve yataklık edecek herhangi bir ülkeye yaptırım uygulamak için mümkün olan en kısa sürede yasanın geçmesi için çalışıyorum,” dedi. Cumhuriyetçi senatör, söz konusu tasarının ABD'nin müttefiklerini de kapsayacağını dile getirerek, “Yani Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya, eğer herhangi bir müttefik UCM'ye yardım etmeye çalışırsa, yaptırıma tabi tutacağız,” tehdidinde bulundu. Graham’ın böyle işlerdeki bir ortağı da Senatör Tom Cotton. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu için tutuklama emri çıkarma kararı nedeniyle UCM’ye yüklenen Cotton, Hollanda merkezli mahkemeye karşı askeri güç kullanımına yeşil ışık yakan “Amerikan Ordu Mensuplarının Korunması Yasası”na atıfta bulunarak, “yakarım sizi” demiş oldu.

Alman hükümetinin ise ilk tepkisi, “tutuklama kararlarını dikkatlice inceleyeceğini,” ancak bu kişiler “Almanya'ya bir ziyaret planlanıncaya kadar daha fazla adım atmayacağını” dile getirmek oldu. Yani Netanyahu’yu 2023 Mart’ında ağırlamış Berlin, ihtiyatlı davranıyordu.

Ofsayta düşenler

Ancak bazı ABD müttefiki ülkeler ABD’nin resmi tepkisini tam öğrenemeden, deyim yerindeyse, “ofsayta düşüverdiler.”

Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, “Bu kararlar, tüm AB üye devletlerini kapsayan Roma Statüsü’ne taraf olan tüm devletler için bağlayıcıdır,” ifadelerini kullandı.

Kanada Başbakanı Justin Trudeau ise Kanada'nın, UCM'nin “kurucu üyelerinden” biri olduğunu belirterek, “Uluslararası hukuku savunuyoruz ve uluslararası mahkemelerin tüm düzenlemelerine ve kararlarına uyacağız,” dedi ve ülkeye gelirlerse bu kişileri tutuklayacaklarını ifade etti.

İtalya, Hollanda, Belçika, İsviçre, İsveç, İrlanda ve Norveç, UCM'nin talebine uyacaklarını söyleyen ülkeler arasında yer aldı.

UCM, 21 Kasım'da açıkladığı kararında, “Gazze'de işlenen savaş suçları ve insanlığa karşı suçlardan ötürü” İsrail Başbakanı Netanyahu ile eski Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında tutuklama emri çıkardığını ilan etmişti,

UCM kararında, Netanyahu ve Gallant'ın açlığa mahkûm etmeyi bir savaş yöntemi olarak kullanma, savaş suçu ile cinayet ve diğer insanlık dışı muameleleri içeren insanlığa karşı suçlar işlediğine dair makul şüphe bulunduğunu belirtilmişti. Kararda ayrıca Netanyahu ve Gallant'ın bilinçli olarak sivil nüfusu hedef alan saldırıların talimatını verdiklerine dair makul şüphenin de bulunduğu ifade edilmişti.

11 Temmuz 2002’den bu yana faaliyette olan Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni kuran Roma Statüsü’ne taraf olarak Mahkeme’nin yetkisini tanıyan 124 ülke var. (Bu arada belirtelim, Türkiye bunlardan biri değil.) Netanyahu ve Gallant teorik olarak bu ülkelerin herhangi birine adım attığında tutuklanmak zorunda. Ama işte aktardığım gibi hayat başka türlü akıyor. “Kurallar temelli uluslararası düzen” başka planlar pişiriyor. O planlar yapılırken de birileri deyim yerindeyse “ofsaytta kalıyor.” Ama sonra “doğru yola” getiriliyorlar.

Filistinliler ise katledilmeye devam ediliyor. Kuzeydeki Kemal Advan Hastenesi’nin bir kez daha hava saldırılarında hedef alındığı Gazze’de Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı açıklamaya bakılırsa, İsrail'in 8 Ekim’den sonraki saldırılarında en az 44 bin 176 Filistinli hayatını kaybetti, 104 bin 473 kişi de yaralandı. Ama tabii katili yakalamaya kalkışırsanız karşınızda “yakarım sizi” diyenleri bulacaksınız.

                                                    /././

NetGSM olayı: MVNO konusunda tüketicilerin görüşleri -Füsun Sarp Nebil-

Tüketiciler Birliği Federasyonu (TBF) Başkanı Mehmet Bülent Deniz'e sorularımızı ilettik. TBF Dijital Yaşam Çalışma Grubu Başkanı Rıfat Bayatlıoğlu'ndan cevaplar geldi.

2022 sonu itibariyle dünyada 1986 tane SMŞH (MVNO) olduğu ve 2023 itibariyle de 92 milyar dolarlık bir büyüklüğü olduğu raporlanıyor.

İşte tüketiciler açısından önemi burada yatıyor. Bu hizmetin yani sanal mobil operatörlüğünün dünyada bir karşılığı var. Yani bir ihtiyacı karşılıyor.

MVNO, elindeki müşteriyi rakip operatöre taşıyabilir

92 milyar dolar ile sanal mobil operatörlerin (SMŞH), telekom operatörlerini rahatsız edebilecek büyük bir pazar olduğunu düşünebilirsiniz. Ama dünyada 740+ tane olduğu raporlanan bildiğimiz mobil network operatörlerinin (bizdeki Turkcell, Vodafone ve Türk Telekom Mobil) toplam pazar büyüklüğü 1,7 katrilyon dolar düzeyinde. Yani tüm dünyadaki MVNO'ların pazar büyüklüğü, hizmet aldıkları büyük operatörlerin oluşturduğu pazarın ancak yüzde 5'i. (Bunu derken yanlış anlaşılmasın, MVNO yüzde 5 kazanmakla birlikte, büyük operatöre ödediği servis parası da bu rakamın içinde)

O zaman büyük operatörler neden rahatsız oluyorlar? 

Çünkü bu sanal mobil networkler, ellerinde bir miktar müşteriyi tutuyorlar ve bu müşterileri, rakip büyük telekom firmasına taşıma potansiyelleri var. Bu özellikle MVNO büyüdükçe, müşteri sayısı arttıkça tehdit haline gelir.

Dünyada ülke başına 9-10 tane MVNO var

Daha önce yazdık ama tekrarlayalım, MVNO ya da Türkçe kısaltması ile SMŞH firmaları, büyük operatörlerin şebekesini kullanan ama onlardan bağımsız olan telekom operatörleridir. Büyük operatörlerle ara bağlantı anlaşması yaparlar. Aşağı yukarı her ülkede 10 tane bulunur ama bizim ülkemizde bu kadar yıldır sadece 1 tane Turkcell'den hizmet alarak, operasyona başladı ve 9 ay sonra da sözleşmesi nedense iptal oldu. Oysa en az 5-6 tane olmalıydı.

Üstelik lisanslar 2009 yılından bu yana BTK tarafından “ücreti mukabilinde” veriliyor. Bu da acaip, BTK parasını aldığı hizmetin karşılığını 15 yıldır vermiyor. MVNO olmayı rahatlatmıyor. Dolayısıyla da tüketiciyi rahatlatmıyor.

Haberimizin konusu olan NetGSM firması da lisansını 2009 yılında almış durumda ama ancak 2024'ün şubatında müşteri alabilmeye başladı. Yani tam 15 yıl sonra açıldı ama 9 ay sonra hızla hizmeti kesildi.

Tüketicilere daha uygun fiyatlı operatör seçme şansı

Büyük mobil operatörlerin istemediği, kendilerine tehdit gördükleri ve bu nedenle engelledikleri MVNO’lar, tüketici için önemli bir seçim olanağı taşıyorlar. 

Ülkenin hükümetinin, Ulaştırma Bakanlığının ve de bunların uzantısı ve telekom sektörünün düzenleyicisi olan BTK'nın, mobil telefon servislerinde önceliği tüketicilere vermesi gereklidir. Çünkü BTK'nın varlık sebebi tam da budur. Ama bu MVNO olayında ne görüyoruz. BTK 15 yıldır bunu başaramamış. Neden acaba?

Bunu sorgulamak tüketicilerin işi.

Bu dosyamızın önceki 2 bölümünden birinde NetGSM'in bu açılış ve kapanışını, diğerinde ise MVNO konusunu anlatmıştık. Bugün Tüketiciler bu konuda ne diyor ona bakacağız.

Tüketiciler Birliği Federasyonu (TBF) Başkanı Mehmet Bülent Deniz'e sorularımızı ilettik. TBF Dijital Yaşam Çalışma Grubu Başkanı Rıfat Bayatlıoğlu'ndan cevaplar geldi. Aşağıda sorularımızı ve cevaplarını göreceksiniz.

- Tüketiciler Birliği olarak, Türkiye'deki mobil operatör fiyatlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?  

Son dönemde iletişim hizmeti sunan firmaların ve özellikle mobil operatörlerin hizmet bedeline yüksek oranlı zam yapmaları nedeniyle tüketicide büyük tepki oluşmuştur. Tüketici Birliği Federasyonu olarak son dönemde taahhütlü tarifesi sona erecek ve aynı kapsamdaki tarifeye geçmesi durumunda ödenmesi istenen hizmet bedeli konusunda yapılan araştırmamızda aşağıdaki örnek veriler tespit edilmiştir. (Kırmızı ile işaretlenenler mobil hizmetle alakalıdır. Eylül 2024)”

Tablodan da görüleceği üzere mobil operatörlerce, TÜİK verileri ve Orta Vadeli Program tamamıyla yok sayılmaktadır.

Tüketicinin bu şikâyetleri üzerine 2 önemli ve talihsiz açıklama yapılmıştır. Şöyle ki;

Bakan Uraloğlu tarafından ekim ayında: GSM şirketlerinin uyguladığı fahiş fiyatlara ilişkin Bakanlığın çalışma yapıp yapmadığının sorulması üzerine Uraloğlu, "Tamamen serbest piyasa ve 1-2 yıllık aboneliklerin yenilenmesiyle ortaya çıkan bir durumdur. Burada bizim düzenleyici bir yetkimiz yok" ifadesini kullandı.

Türk Telekom CEO'su Ümit Önal tarafından eylül ayında: Türk Telekom'un yılın ikinci çeyreğinde 1,4 milyar Türk Lirası net kâr elde ettiği, bu rakamın altı aylık dönem için 2,5 milyar Türk Lirası olduğundan bahsettiği basın toplantısında, Türkiye'de internet tarifeleri 'sudan ucuz' demek yanlış olmaz" dedi.

Bu açıklamalardan birincisi ki bu hususta en yetkili makam, tüketiciyi mobil sektördeki serbest piyasa ortamında koruyamayız demekte. Ancak, sırf bu amaçla kurulmuş (tüketicinin korunması için) Bilgi Teknolojileri Kurumu ise suskun kalmayı tercih etmektedir.

Teknolojideki gelişmeler, iletişimi yaşamı sürdürmek için zorunlu ve karşılanması gereken bir tüketim niteliğine dönüştürmüştür.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından 2024 Eylül dönemi için 12 aylık ortalama enflasyon yüzde 64,91 olarak açıklanmıştır. T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından açıklanan Orta Vadeli Program belgesinde de enflasyonun 2024 yılı için yüzde 41,50, 2025 yılı için yüzde 17,50 olarak öngörülmüştür.

Ülkemizdeki yasal düzenlemeler ve ekonomi yönetiminin öngörüleri birlikte değerlendirildiğinde, iletişim hizmeti sunan firmaların tüketiciden istedikleri rakamlar gerçeklikten uzak, tüketici mecburiyetini kötüye kullanan, fırsatçı bir yaklaşım olup firmaların fahiş nitelikteki zammı kabul edilebilir nitelikte değildir. İletişim hizmeti sunan firmalar her türlü ekonomik veriyi yok sayan tarife ücretlerini gerçeklerle uyumlu hale getirmelidirler.

Ayrıca başta Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu olmak üzere Rekabet Kurumu ve Ticaret Bakanlığı Haksız Fiyat Değerlendirme Kurulunca tüketicide tepkiye neden olan bu haksız sürece müdahale ediliyor olması zaruridir.

- Mobil sanal operatörlük (MVNO) hizmeti ülkemizde bir türlü başlatılamadı. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Daha düşük fiyatlı servislere ihtiyacı olanlara yönelik tarifeler bekliyor musunuz?

5369 sayılı Evrensel Hizmet Yasası;

“… herkes tarafından erişilebilir, önceden belirlenmiş kalitede ve herkesin karşılayabileceği makul bir bedel karşılığında asgari standartlarda sunulacak olan, internet erişimi de dahil elektronik haberleşme hizmetleri”

nden yararlanmasını düzenlemektedir. Dolayısıyla makul bedellerle hizmet sunulması ülkemizde de düzenlenmiştir ve tüketicinin beklentisi de bu yöndedir.

Bir örnek verirsek daha yerinde olacaktır. Bilindiği üzere Cumhurbaşkanlığınca 2024 Emekliler Yılı ilan edilmiştir. Üzülerek görüyoruz ki, 2024 yılında Mobil operatörlerce ilan edilen herhangi bir emekli tarifesi veya maktu emekli indirimi bulunmamaktadır.  Sanki mobil operatörlerce fikir birliği yapılmış gibi "emeklilere mobilde indirim yok!" sloganı ile hareket edildiği anlaşılmaktadır. Garip olanı ise söz konusu 2 Mobil operatörün bağlı olduğu Varlık Fonu’nun yönetimi Cumhurbaşkanlığı’mızdadır.         

                                                      /././

Sahte sigortalıların emeklilikleri iptal mi ediliyor?-Murat Batı-

SGK, yapay zekâdan yararlanarak tespitleri yapıyor.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan geçen gün sosyal medya hesabından sahte sigorta denetimine ilişkin bazı veriler paylaştı.

Paylaşımına göre 2024 Ocak/Ekim döneminde yani yılın ilk 10 ayında 100 bin 500 iş yeri denetlenmiş ve neticede 1.713 sahte iş yeri, 17 bin 284 kayıt dışı çalışan, 67 bin 398 sahte sigortalı tespit edilmiş. Ayrıca 1 milyar 609 milyon 466 bin 742 lira da idari para cezası kesilmiş. Şayet denetimler artarsa bu sayının çok daha fazla olacağını tahmin etmek çok da zor olmasa gerek.

Bu denetimlerde tespit edilen sahte iş yeri ve sahte sigortalı birçok kişinin idari para cezasından ziyade emekliliklerinin iptali gibi çok önemli sonuçlar doğurmaktadır.

O nedenle önce bu kavramları ardından da ne gibi sonuçlar doğuracağını izah etmeye çalışayım.

Sahte sigortalılık nedir?

Sahte sigortalılık, bir kişinin bir iş yerinde fiilen çalışmamasına rağmen SGK’ya sigorta girişinin yapıldığı durumdur. Örneğin bir firma yetkilisi (müdürü, mali müşaviri vs), işsiz, dolayısıyla da sigortası olmayan kişilere gelin sizi bir bedel (TL) karşılığında sigortalı yapayım ama primlerinizi ödemeyeceğim diyerek sigortalı gösterebilmektedir. Ya da eşini, komşusunu yeğenini vs sigortalı yaparak -ki buna hatır sigortası da denilmektedir- gerçekte çalışmadığı halde çalışıyor göstermektedir.

Hatta bazı iş yerleri bu şekilde paravan olarak kurulmakta ve yüzlerce kişi, bu yolla sigortalı gösterilebilmektedir. SGK’nın denetim raporlarına göre 10 m2’lik bir dükkânda yüzlerce sigortalı kişi görülebilmektedir. İşte bu iş yerlerine sahte iş yeri; bu yerlerde çalışanlara (çalışıyor görünenlere) ise sahte sigortalı denilmektedir.

 Sahte iş yeri nedir?

SGK’nın 12.08.2021 tarih ve 2021/27 sayılı Genelgesi uyarınca sahte iş yeritabela iş yeri olarak da adlandırılan gerçekte hiçbir ticari ve mesleki faaliyeti olmadığı ve somut bir varlığı bulunmadığı halde, iş yeri dosyasından sahte sigortalılık bildirimi yapmak amacıyla, çoğu kez gerçekte var olmayan adresler beyan edilerek (boş arazi, boş dükkân vb.) sadece sahte sigortalı bildirmek amacıyla iş yeri dosyası tescil edilen yerlerdir.

Yani gerçekte olmayan bir iş yeri kurulmakta ve burada bazı kişilerin para karşılığında sigorta girişleri yapılmakta ve dolayısıyla da bu kişiler sigortalılığın bazı haklarından yararlanabilmektedir.

Primler yatmadığı halde kamu hizmetlerinden yararlanılmakta

Sahte sigortalı bir kişi Devletin sunduğu sağlık hizmetlerinden yararlanabilmektedir. Hatta 5510 sayılı Kanun uyarınca işveren, çalışanın sigorta primini yatırmasa bile bu hizmetlerden yararlanmaya devam etmektedir. 

Şöyle ki, sahte iş yeri tescil ettiren kişilerin, sağlık provizyonu alamadıklarını tespit ettikleri kişilerin sağlık hizmetlerinden yararlanmalarını sağlamak, yaşlılık aylığına hak kazanma koşulları arasında sayılan eksik prim ödeme gün sayılarını tamamlamak vb. diğer sosyal sigorta haklarından yersiz bir şekilde istifade etmeleri amacıyla talep ettikleri para karşılığında sahte sigortalı bildiriminde bulunmaktalar.

Görüldüğü üzere sahte sigortalı kişi, işverenin kendisi için ödemesi gereken sigorta primini ödemediği halde yani sigortaya borcu olmasına rağmen bu kişi sahte de olsa sağlık hizmetlerinden yararlanabilmekte, ilaç alabilmektedir. Bu, elbette sosyal devlet ilkesinin gereğidir ancak sahte sigortalılık bu iyi niyeti maalesef kötüye kullanmaktadır. SGK bu yolla zarara uğratılmaktadır.

 Örneğin, bir kişi üzerine bir iş yeri açılmakta ve onlarca kişi bu iş yerinde sigortalı görünmektedir. Ödenmeyen sigorta prim borçlarının muhatabı ise iş yeri sahibidir ve SGK, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun uyarınca iş yeri sahibinden cebri icra yoluyla tahsil etmeye çalışmaktadır. Ancak iş yeri sahibi malı-mülkü olmayan biri ise o zaman işler katmerli bir şekilde çözülemez bir hal almaktadır.

Sahte sigortalılık tespit edilirse emeklilik iptal mı ediliyor?

Sahte sigortalının tespiti SGK denetimleri sonucu ortaya çıkarılabilmektedir. Bu denetimlerde hizmet sözleşmesine bağlı olarak günlük çalışma süresi, alınan ücret gibi kriterlerden yola çıkılarak gerekli tespitler yapılmaktadır. Bu şekilde yapılan denetimler sonucunda sahte sigortalı olduğu tespit edilenlerin SGK’ya yapılan tüm sigorta bildirimleri geriye yönelik olarak iptal edilir.

Hatta bir kişi bu yolla emekli olmuşsa -EYT dâhil- geriye yönelik iptal edilen prim ödemeleri ve bildirimleri sonucunda -kalan süre emekliliğe yetiyorsa sorun yok- emeklilik hakkını kaybediyorsa emekliliği iptal edilecek ve emeklilik için ödenen tüm aylıklar yasal faiziyle geri alınacaktır.

Bakan Işıkhan, tespit edilen 67 bin 398 sahte sigortalının kaçının emekli olduğu yönünde bir açıklama yapmadı. Ancak binlerce emekli olduğu yönünde tahmin bulunmaktadır. Sanıyorum Işıkhan, bu sayıyı gizleyerek siyaseten bir oy kaybına neden olmak istememektedir.

Ayrıca normal koşullarda sigorta alacakları için 10 yıllık bir zamanaşımı bulunmakta ancak uygulamada sahte sigortalılıkta zamanaşımına pek bakılmamakta daha da geriye gidilebilmektedir. Böylece bu yolla emekli olmuşların emeklilikleri iptal dâhi edilebilmektedir.

SGK, yapay zekâdan yararlanarak tespitleri yapıyor

SGK, hazırladığı bir programla çalışanlarla işveren arasında para akışına bakmakta ve çalıştığı (sigortalı) halde işverenle arasında bir para akışı (maaş, ücret) yok ise muhtemelen sahte sigortalılık söz konusudur demektedir. Zaten kimse de ücret almadan çalışmayacağına göre bu yöntem etkili bir şekilde sonuç vermektedir.

Ayrıca SGK, prim ödenme düzenliliğini de kontrol etmekte ve düzensizler ile prim ödenmemişleri radarına alabilmektedir.

Ezcümle

Birçok kişi SGK’lı olmanın nimetlerinden yararlanmak için doğrudan çalışmak yerine bir iş yerine gidip bir menfaat karşılığında (para gibi) kendisinin sigortalı yapılmasını istemekte ancak fiili olarak hiç çalışmayacağını sadece sigorta girişinin yapılmasını isteyebilmektedir. Ya da bazı iş yerleri sahte (paravan) olarak kurulmakta ve sigortalı olmayan kişileri arayıp bulmakta ve belli bir bedel karşılığında bu kişilerin sigorta girişlerini yapmaktadır.

İşte bu kişilere sahte sigortalı; bu işi yapanlara ise sahte iş yeri adı verilmektedir. Bu yöntemle hiç çalışmayan kişiler çalışmış görünmekte ve sigortalı olmanın sağlık hizmetleri, emeklilik vs gibi birçok avantajından yararlanarak SGK’yı zarara uğratabilmektedirler. Sayıları 2.750 olan sosyal güvenlik denetmenleri, bu denetimleri yaparak sahte sigortalıları tespit ediyor.

SGK denetimlerini yapanlar, bu iş yerlerini ve sigortalıları tespit ederek haksız yere sağlanan bu menfaatlerin parasını yasal faiziyle geri almakta hatta bu kişiler hakkında Cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulunulmaktadır.

Özetle nereden tutsak elimizde kalıyor.

                                                      /././

Yönetim mi, teknik direktör mü?-Asena Özkan-

Beşiktaş bir Kasım ayında daha lige havlu attı aksini kim iddia edebilir?

Kendi sahan ve seyircin önünde dokuzuncu dakikada iki farkla öne geçip doksan dakikanın sonunda rakibine 4 - 2 yeniliyorsan mevzubahis ‘şanssızlık’ olamaz düpedüz ‘beceriksiz’ ve ‘iş bilmezlik’ olur. 13 haftanın ardından lider ile aranda 13 puan fark oluşmuşsa da günleri ‘yarıştan kopmadık’ aldatmacasıyla geçiştiremezsin…

Hata kimde? Hasan Arat ile yönetiminde mi yoksa Hollandalı teknik direktör Giovanni van Bronckhorst mı? Teknik direktörü taraftar seçmedi, ‘yeti yoksunu’ onca futbolcuyu milyarlar ödeyerek taraftar transfer etmedi ama sahaya çıkacak kadroyu da yönetim belirlemedi. Hollandalı teknik adamla ve mevcut kadroyla sezonun sonunun gelmeyeceği açık ve net. Aslında Beşiktaş’ın başarısızlığından önce yazmamız gereken 2-0 geriye düştüğü maçta İnönü Stadı’nda Beşiktaş’ı 4-2 yenen Göztepe’nin ‘mükemmel’ performansı olmalı. Ama Beşiktaş ile başladık öyle devam edelim…

Sevgili Hasan Arat, henüz anlaşma imzalamamışken Samet Aybaba seçiminin büyük hata olduğunu belirtmiş ama size dinletememiştim. Samet Aybaba’nın olduğu yerde ‘başarı’ olmaz, olamaz hatta ‘ot bile bitmez’ demiştim. Bu oluşuma bir de Mehmet Ekşi’yi eklerseniz işin içinden çıkamazsınız eklentisi de yapmıştım ayrıca. “Birisi futbol koordinatörü diğeri alt yapı sorumlusu ne ilgisi var?’ derseniz yanıtı hemen veririm: Süleyman Seba’nın izinde gittiğinizden söz ediyorsunuz ancak Süleyman Ağabeyin kulüpten içeri sokmadığı Samet Aybaba’yı futbol sorumlusu yapıyorsunuz. Bu ne perhiz ne lahana turşusu! Tekerlek kırılınca yol gösteren çok olur lakin tekerlek kırılmadan önce tüm bunları söyledim fakat dinlemediniz. Beşiktaş bir Kasım ayında daha lige havlu attı aksine kim iddia edebilir? Ekonomik ve idari olarak kulübü çok iyi yönetebilirsiniz, ki bu konuda da tartışmaya açık ancak mevzubahis futbol olduğunda bilenlerden yardım almanız gereklilik. Önerim; Gökhan Keskin’i çağırın dinleyin derim. Güney Amerika’da adları sanları duyulmamış hangi yetenekleri kaç liraya buldu ama Fikret Orman yönetimi istemedi. Sonra o futbolcular kaç milyon dolarlara hangi takımlara gidip yıldız oldu…

Maç mı? Kısa aktarımı şöyle; Meteoroloji 3 gün önce aniden bastıracak kar yağışı için uyardı. Peki yurttaş ne yaptı? Kış lastiği ve zinciri olmadan trafiğe çıkıp yollarda perişanlık yaşadı… Beşiktaş’ın Göztepe karşısındaki durumu da tamamen böyleydi. Teknik direktör ve ekibi ayağa oynayan, hızlı atağa çıkabilen, oyunu rakip alana sorunsuz taşıyan, bulduğu pozisyonları gol çeviren Göztepe karşısında ne önlem almıştı? 12 hafta insan merak edip rakibinin nasıl oynadığına bakmaz mı? Kar da bekleniyordu Göztepe’nin başarılı oyunu da bu kadar basit…

Maçın başında umut vardı Beşiktaş dokuzunca dakikada iki farklı öne geçince de ‘bu kez sitem oturdu’ dedik ama gördük ki, oturan bir şey olmadığı gibi çok şey eksik. Transfer edilen futbolcular birbirlerinden kötü. Kanat yok, savunma yok, orta alan yok, sahada ‘beyin’ olup oyunu yönlendirecek futbolcu yok. Ne var? Beşiktaş’ta bu aralar bol miktarda ‘kaos’ mevcut. Bu kaotik ortamdan nasıl çıkılır? Önce Ümraniye’deki ‘kıraathane’ sohbetleri son verilmeli bir sonraki adımda da transfer edilecek futbolcular için ‘bilenden’ akıl alınmalı. Bu arada da ‘ara transfer döneminde bunu alacağız, şunu alacağız ve farkı kapayacağız’ aldatmacasından özenle kaçınılmalı…

Not: Göztepe’nin net penaltısının verilmediğini belirtmezsek tarafsızlığıma gölge düşer. Ayrıca kendi kalesine gol atan Malcom Bokele'nin Beşiktaş attığı gole de saygı duyulmalı

                                                                /././

Hakan Fidan “Suriye’deki Kürtler Türkiye'ye karşı ev ödevlerini biliyorlar” derken bir temas mı söz konusu?-Candan Yıldız-

Dışişleri Bakanı’nın açıklamaları Suriye’deki Kürt siyasetinin PKK ile arasına mesafe koyması talebine ilişkin işaretler taşıyor.

Devlet Bahçeli ile görüşen Ufuk Uras T24’e yaptığı açıklamada MHP lideriyle yapılan görüşmede Erdoğan ve Bahçeli’nin bir yol haritası olduğu izlenimi edindiğini söylemişti.

Zira kamuoyu şu soruyu merak ediyor, Bahçeli “Öcalan gelsin Meclis’te konuşsun, örgütü lağvettiğini açıklasın” derken Kürt meselesinin çözümüne dair somut olarak ne öneriyor, ya da Kürt-Türk kardeşliğinin sınırı Suriye’yi de kapsayacak mı?

Bahçeli’nin dediği gibi Erdoğan Kürt meselesi bağlamında “Bu işi biz bize çözelim, başkalarını karıştırmadan” dediyse, vekalet savaşlarının coğrafyasına dönüşen Suriye’deki son 12-13 yıllık denge, Kürt meselesinin çözümünde Suriye’deki Kürtlerin de denklemde olmasını zorunlu kılıyor.

Bu durumun yansıması TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Dışişleri Bakanlığı bütçe görüşmelerinde Bakan Hakan Fidan ile CHP Diyarbakır Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun karşılıklı sözlerine de yansıdı.

En sonda söylenecek şeyi başta söyleyeyim; Fidan’ın, Suriye Kürtlerini kastederek “Oradaki insanların iyi niyeti varsa Türkiye'ye karşı ev ödevlerini biliyorlar” cümlesini Ufuk Uras’ın “Yol haritası var izlenimi edindim” cümlesiyle birlikte düşündüğümüzde, acaba Türkiye ile Suriye Kürtleri arasında bir görüşme, temas mı var sorusu akıllara gelmiyor değil. 

Zira Fidan’ın sözlerinden yola çıkarsak Suriye’deki Kürtler, Türkiye’ye karşı hangi ev ödevini biliyor, bu ev ödevi ne zaman ve kim tarafından gündeme geldi?

Ufuk Uras T24’e yaptığı açıklamada yine Bahçeli’nin başlattığı sürece ilişkin Suriye’deki Kürtlerin askeri varlığının dönüşmesi olasılığını dile getirmiş “Düşünsenize Suriye’desiniz. 100 bine yakın insan var, haydi kendimizi lağvettik. Bu nasıl olacak? Bir model gerekli, oradaki yapı Suriye merkezi hükümetine tabii mi olacak? Bütün bunlar, üzerine çalışılması gereken konular” demişti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Kürtlerinin yoğunlukta olduğu bölgelere operasyon seçeneğini diri tutması, Hakan Fidan’ın Komisyon’daki açıklamaları Suriye’deki Kürt siyasetinin PKK ile arasına mesafe koyması talebine ilişkin işaretler taşıyor. Bahçeli’nin açıklamaları da bununla ilişkili diye düşünüyorum.

Hakan Fidan’ın sözünü ettiğim konuşması şöyle:

“Türkiye'den, Irak'tan, İran'dan giden bütün PKK'lı kadroların gönderilip oradaki Suriyelilerin kalması gerekiyor ama bunlar ayrı konular, onlar da olmayacağını biliyorlar, başka bir konu olduğunu biliyorlar yani o başka bir mevzu ama dediğim gibi bizim sınır ötesindeki Kürtlerle ilgili hassasiyetimiz her zaman var.”

CHP’li vekil Tanrıkulu’nun, Hakan Fidan’ın “Irak” başlığı altında Kürtlere değinmemesini eleştirisine verilen yanıtlar da altı çizilmesi gereken içerikte.

Tanrıkulu Komisyon’da şunu ifade etti:

“…Irak'la ilgili bir başlık var- hiç olmazsa şunu diyebilirdiniz: Kürdistan Bölgesel Yönetimi'yle de doğru ilişkilerimiz var, iyi ilişkilerimiz var. Ondan bile imtina edilmiş. Artı, mesela aynı başlık altında şu var: "Türkmen soydaşlarımızın hak ve menfaatlerini koruma yönündeki girişimlerimizi de sürdüreceğiz." Çok doğru, sürdürmek lazım ama peki, sınır ötesi -sınır içindeki Kürtler bir tarafa da- Kürtler bakımından ne düşünüyorsunuz; sadece terör mü, şiddet mi, çatışma mı, güvenlik meselesi mi? Bu meselenin güvenlik, terör dışında bir boyutu yok mu? Ne olacak?”

Hakan Fidan verdiği yanıtta, “Tanrıkulu’nun Irak'taki Kürt Bölgesel Yönetimi'yle ilgili söylediği konulara katıldığını” belirtirken sınır ötesindeki Kürtlerin bölgedeki tek hamisinin Türkiye olduğunu savundu.

“Destek olan, gözeten, kollayan, koruyan, koruyucu” anlamına gelen hamilik kelimesinin Bahçeli’nin başlattığı sürece ilişkin ipuçları taşıdığını söylemek mümkün.

Tarihe geçen kimi cümlelerin siyasetin arşivinden çıkardığınızda, devletin hafızasıyla bağını kurabiliyorsunuz.

Hatırlayacaksınız, Abdullah Öcalan Çözüm Süreci’nin resmi başlangıç tarihi olan 2013 Diyarbakır Nevrozu’nda “Bu toprakların tarihselliğinde önemli bir yer tutan “BİZ” kavramının genişliği ve kapsayıcılığı dar, seçkinci iktidar elitleri eliyle “TEK”e indirgenmiştir. “BİZ” kavramına eski ruhunu ve pratiğini vermenin zamanıdır” demişti.

Bir tesadüf tabii ki, Devlet Bahçeli de 15 Ekim’deki Meclis grup konuşmasında “Mesele BİZ olmanın emsalsiz sırrına erişmek, bunu da yaşayıp bihakkın yaşatmaktır” vurgusu yapmıştı.

Eğer yeni bir süreç varsa ve akamete uğramayacaksa, “BİZ” olabilmenin siyaseti üretilecekse bunun objektif mayasının eşit vatandaşlık talebiyle doğrudan ilişkili olduğunu geçmiş deneyimler gösteriyor.

                                                             /././

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zirve maratonu -Hasan Göğüş-

G-20 Zirvesi'nin bildirisinde sürdürülebilir kalkınma hedeflerinden BM güvenlik konseyi reformuna, iklim değişikliğinden kadın cinayetlerine kadar ne ararsanız var. Ama İsrail ve Rusya’nın saldırılarını sona erdirmeleri çağrısında bulunan tek bir cümle yok. Acaba tüm bu zirveler ne için yapılıyor?

Cumhurbaşkanı Erdoğan ay başından bu yana iki hafta içerisinde arka arkaya beş zirveye katıldı. Zirve maratonu, 6 Kasım’da Kırgızistan’ın ev sahipliğinde “Türk Dünyasının Güçlendirilmesi: Ekonomik Entegrasyon, Sürdürülebilir Kalkınma, Dijital Gelecek Ve Herkes İçin Güvenlik” temasıyla Bişkek’te yapılan Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) 11. zirvesiyle başladı. Zirveye Azerbaycan, Türkiye ve Türkmenistan haricindeki üç Orta Asya Türk cumhuriyeti Kazakistan, Kırgızıstan ve Özbekistan devlet başkanı düzeyinde katıldılar. (Türkmenistan ebedi tarafsızlık politikası nedeniyle Teşkilatın çalışmalarını gözlemci üye olarak takip ediyor.) TDT’nin iki tane daha gözlemci üyesi var. Biri Bişkek Zirvesi’ne ilk kez gözlemci sıfatıyla iştirak eden KKTC, diğeri de akraba kotasından Macaristan.

Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) 11. zirvesi

Bişkek’te Macaristan’ın tartışmalı Başbakanı Orban’a Türk dünyasına üstün hizmetlerinden dolayı “Türk Dünyası Ali Nişanı” verilmiş. 60 yaşından sonra Türk olduğunu hatırlayan Orban’ın Türk dünyasına ne gibi üstün hizmetleri oldu bilemiyorum, ama ödül verilecekse, hafta içerisinde birinci ölüm yıldönümünü andığımız, ömrünü Türk dünyasına adamış, bu zirvelerin fikir babası Büyükelçi Bilal Şimşir’in kimsenin aklına gelmemiş olması inanılır gibi değil.

Avrupa Siyasi Topluluğu Zirvesi

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Avrupa Siyasi Topluluğu’nun (AST) beşinci zirvesine katılmak üzere Bişkek’ten doğrudan Budapeşte’ye geçti. AST Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra sözde Avrupa’nın geleceği hakkında siyasi ve stratejik tartışmalar yapılması için Fransa’nın önerisiyle 2022 yılında kuruldu. Ancak aradan geçen üç yıla karşın böyle bir forumun varlığından bile haberi olmayanlar çoğunlukta. Hatta medyada AST’yi Avrupa Birliği ile karıştıranlar bile oldu.

5 Kasım'daki Amerikan başkanlık seçimlerini kazanan Trump’ın etkisi Budapeşte’de görülmeye başlandı. AB ülkeleri Orban’ın demokratik olmayan başına buyruk uygulamaları nedeniyle Macaristan’ın dönem başkanlığı sırasında Budapeşte’de yapılacak üst düzey toplantılara katılmama kararı almıştı. Bu çerçevede mutaden dönem başkanı ülkede yapılması gereken bakanlar düzeyindeki “gymnich” toplantısı, bu kere Brüksel’e alındı. Orban’ın Trump ile yakın dostluğu biliniyor. Herhalde Trump’ın seçimleri kazanmasına Cumhurbaşkanı Erdoğan ile birlikte en çok sevinen Orban olmuştur. ABD başkanlık seçimlerinin sonuçları belli olduktan sonra AB liderleri tam kadro Budapeşte Zirvesi’ne akın ettiler. Orban da ortalıkta kasıla kasıla dolaşıyordu.

AST Zirvesinden tek akılda kalan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir orta masası etrafında GKRY lideri Christodiles ile kahve içerken görüntülenmesi oldu. Bu birliktelik bir rastlantı sonucu muydu? Yoksa Rum basının iddia ettiği gibi önceden kurgulanmış bir mizansenin parçası mıydı? Anlaşılamadı.

Avrupa Siyasi Topluluğu’nun (AST) beşinci zirvesi

İslam İşbirliği Örgütü ve Arap Ligi ortak zirvesi

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir sonraki durağı, İslam İşbirliği Örgütü ile Arap Ligi’nin 9 Kasım’da Riyad’da düzenlenen olağanüstü ortak toplantısı oldu. İki örgüt Gazze savaşının başlamasından bu yana ikinci kez devlet/hükümet başkanları düzeyinde bir araya geldiler. Ortak zirvenin temel amacı Filistin ve Lübnan’daki saldırılarını sona erdirmesi için İsrail ve uluslararası toplum üzerinde baskı yapmak. İnsan kendi kendini boşuna aldatmamalı. İsrail’in saldırılarını durdurabilecek tek ülke var, o da ABD. 5 Kasım’daki seçimleri Trump’ın kazanması ve 20 Ocak’ta iş başına gelecek yeni Amerikan hükümetinin kompozisyonu dikkate alındığında Allah Filistinlilerin yardımcısı olsun demekten başka elden bir şey gelmiyor.

Riyad’da bazı çevrelerin ümitle beklediği Erdoğan/Esad görüşmesi gerçekleşmedi. Ama ilk kez iki lider aile fotoğrafında aynı kareye girdiler. Esad ısrarla böyle bir görüşme için Türk askerlerinin Suriye’den çekilmesini ön koşul olarak öne sürüyor. Erdoğan’ın son günlerde Suriye’ye yönelik yeni bir askeri harekatı gündeme taşıması yakın zamanda bir erdoğan/Esad görüşmesini pek mümkün kılacak gibi görünmüyor.

İslam İşbirliği Örgütü ve Arap Ligi Ortak Zirvesi

Bakü’deki İklim Değişikliği Zirvesi

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Zirve maratonu 11 Kasım’da katıldığı Bakü'deki İklim Değişikliği Zirvesi (CORP 29) ile devam etti. İklim değişikliğinin finansmanı teması taşıyan CORP 29’un Azerbaycan'ın ev sahipliğinde Bakü’de yapılması çevrecilerin tepkisine neden oldu. Protestocuların arasında ünlü aktivist Greta Thunberg de yer aldı. Batılı ülkelerin önemli bir bölümü de zirveye katılım düzeylerini düşük tuttular.

Türkiye 2016 yılında imzaladığı Paris iklim Anlaşması’nı onaylamak için uzun süre ayak sürdü. Sivil toplumun ve uluslararası camianın baskılarıyla ancak 2021 yılında onayladı. Aynı yıl bir kabine toplantısından sonra da Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin 2053 yılına kadar net karbon emisyonlarını sıfırlamış olacağını taahhüt etti. Bu kararı takdir etmemek mümkün değil. 2053 yılına daha 30 yıl var. Korkarım bu hedefin tutturulup tutturulmadığını görmek bizim nesillerin pek azına nasip olacak.

İklim Değişikliği Zirvesi

Son durak Rio’daki G-20 Zirvesi

Cumhurbaşkanı Erdoğan zirve maratonunu hafta başında Brezilya’nın Rio kentinde düzenlenen G-20 Zirvesi'ne katılarak tamamladı. G-20 Dünya’nın ekonomisi en büyük 19 ülkesi ile Avrupa Birliği’ni bir araya getiren bir oluşum. Geçen sene gruba Afrika Birliği de dahil edildi. G-20 ülkeleri toplamda dünya ekonomilerinin çıktılarının yüzde 85’ine sahipler.

Bu yılki zirvenin teması Brezilya’nın öncelikleri çerçevesinde açlığın ortadan kaldırılması olarak belirlenmiş. Rio’daki Zirve’ye Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin hakkındaki tutuklama emri nedeniyle ülke dışına seyahat etmekte zorlanan Rusya Devlet Başkanı Putin katılamadı. Topal ördek konumundaki ABD Başkanı Biden’ın ise son toplantısı oldu.

G-20 Zirvesi

22 sayfa ve 85 paragraftan oluşan zirve bildirisinde sürdürülebilir kalkınma hedeflerinden BM güvenlik konseyi reformuna, iklim değişikliğinden kadın cinayetlerine kadar ne ararsanız var. Ama İsrail ve Rusya’nın saldırılarını sona erdirmeleri çağrısında bulunan tek bir cümle yok.

Acaba tüm bu zirveler ne için yapılıyor? Havanda su dövmek haricinde kime, ne faydası oluyor? İnsan sormadan edemiyor…

                                                                   /././

(T-24)


soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -25 Kasım 2024-

 Almanya: Avrupa’nın hasta adamı -Büşra Çakmak-

*The Economist'in 2023 yılındaki Ağustos sayısında kapak görseli
"The Economist’in yıllar sonra Almanya için attığı 'hasta adam' başlığının bir anlamı var. Sermayenin sopası emekçilerin üzerinde dolanıyor ve Tanrılar reform istiyor: Agenda 2030!"

Hasta Adam metaforunu Rus Çarı 1. Nikolay Osmanlı İmparatorluğu için kullanmıştı. Almanya’nın Avrupa’nın Hasta Adamı ilan edilmesi ise 90’lı yılların sonuna tekabül ediyor. 1999 yılında The Economist bu başlıkla attığı yazıda Almanya’nın yaşadığı ekonomik çöküşe gerekçe olarak Almanya’nın birleşmesi ve makroekonomik hataların yanı sıra temel olarak mikroekonomik nedenleri göstermişti: Vergi sistemi, şişirilmiş bir refah sistemi ve yüksek işgücü maliyetleri. Çözüm reformdaydı. 

The Economist bu yazıyı yayınladığında SPD ve Yeşiller koalisyonundan oluşan hükümetin henüz birinci yılı dolmamıştı. Ama Schröder verdiği sözleri tutmalı ve bir an önce harekete geçmeliydi. Schröder’in Maliye Bakanı Oskar Lafontaine koltuğa tutunamamış, yerine Hans Eichel gelmişti. Kendisi kemer sıkma politikalarıyla ünlü “Eiserner Sparer (demir gibi-tavizsiz tasarruf eden)” lakabıyla biliniyor. Sonuç olarak Almanya yaşadığı tıkanıklığı SPD-Yeşiller ortaklığıyla aştı ve Almanya’nın “altın çağı” Agenda 2010 reform paketiyle başlatıldı. 

Neler yoktu ki bu pakette… İşten çıkarılmalar kolaylaştırıldı, işsizlik ve sosyal yardım ödenekleri birleştirildi ve önemli ölçüde azaltıldı, işsizlik ödeneği alma süresi 32 aydan 18 aya düşürüldü, emeklilik maaşları düşürüldü, emeklilik yaşı yükseltildi, özelleştirmeler hızlandırıldı. Bununla birlikte, yetmedi, şirketlere uygulanan vergi oranlarında önemli değişiklikler oldu. Kurumlar vergisi yüzde 40’tan 25’e düşürüldü. Özelleştirmeleri tamamlanan Deutsche Telekom, Deutsche Post gibi şirketlerden hisse alınmaya başlandı. Bu şekilde devlet kontrolünden çıkan şirketlerin daha verimli çalıştığı söylenerek kuralsızlığın önü iyice açıldı. Halbuki bugün yalnızca Deutsche Bahn’a bakıldığında bile bu argümanın bir zırvalıktan ibaret olduğu görülüyor. İsviçre artık gecikmeli gelen Alman trenlerini sınırdan geçirmiyor.

Schröder’in Rosneft ve Gazprom’daki rolü herkesin malumu. Putin dostluğu nedeniyle aforoz edildi ancak şansölyelik dönemi boyunca Rusya ve Çin ile derin ilişkileri, o gün Alman sermayesine altın çağını yaşatıyordu. Mesela Nordstream doğalgaz boru hattı anlaşmasını kim imzaladı? Bugün bile gıptayla söz edilen ekonomik büyüme nasıl sağlandı? Volkswagen Rusya pazarına nasıl erişti? 

BASF, Thyssenkrupp ve daha nicelerine oluk oluk akıtıldı enerji. Sonra da Schröder büyüttükleri tarafından yalnız bırakıldı. Böyle işte bunlar, kendilerine bile sadık değiller! 

Öte yandan bu dönemde Çin ile ilişkiler ivme kazandı. Alman sermayesi Çin’e yatırım yapmaya başladı. İlk fabrikalar kurulmaya, Volkswagen, Mercedes Benz, BMW ve daha pek çok şirket için Çin bir üretim üssüne dönüşmeye başladı. Bugün Volkswagen’in Çin’de 39 fabrikası 90 bin çalışanı var. Aynı şekilde Bosch, SAP, Siemens gibi şirketler Çin’e bu yıllarda adımını attı veya güçlendiler. 

Ne oldu sonra? Almanya’nın bel kemiği otomotiv sektörü artık büyük ölçüde global tedarik zincirine bağlı. Pandemiyle birlikte bu tedarik zincirinde önemli aksamalar yaşandı. Sonra Ukrayna-Rusya savaşıyla birlikte enerji kesildi, fiyatlar tavan yaptı. Volkswagen’in Kaluga’daki fabrikası faaliyetlerini durdurdu. Şirketin yılda 225 bin araç üretim kapasitesi ve 4 bine yakın çalışanı vardı. Rusya’ya uygulanan yaptırımlar nedeniyle fabrikayı -söylenene göre değerinin çok altında bir fiyata- Rus Avilon’a sattı. Bu VW’nin Rus pazarından çekildiği anlamına geliyordu. Şimdilerde bu fabrika Çinli otomotiv üreticisi Chery tarafından kullanılmaya başlandı. Çin araçlarının Rusya’daki pazar payının, önceki yıllara göre önemli bir artışla yüzde 40’a ulaştığı ifade ediliyor. 

25 yıl sonra yeniden: Almanya’da sanayisizleşme

The Economist’in ilk hasta adam tarifinin üzerinden 25 yıl geçti. Ve The Economist 2023 yılında yeniden sordu “Almanya yine Avrupa’nın Hasta Adamı mı Oldu?”

Özellikle son birkaç yıldır homurdanmalar başlamıştı büyük sermaye gruplarınca, Almanya sanayisizleşiyordu. Özellikle, otomotiv ve kimya gibi enerji yoğun sektörlerden enerji fiyatlarına, vergilere, bürokrasiye, işgücü maliyetlerine ilişkin baskılar ve tehditler artmaya başlamıştı. Kimya devi BASF yılın başlarında açıklamıştı Almanya’da bazı üretim hatlarını durduracağını/kapatacağını, binlerce kişiyi işten çıkaracağını. BASF iflas etmiyordu elbette, ancak bir tek Almanya’da kâr edememişti. Şirket tüm yatırımlarının yüzde 40’ını Çin’e yapacağını duyurdu. Çünkü, Asya-Pasifik bölgesinin küresel kimya pazarının yaklaşık yüzde 70'ini oluşturacağını ve küresel satışlarının yarısından fazlası ve kimyasal üretimdeki küresel büyümenin yaklaşık dörtte üçünün bu durumda yalnızca Çin'den geleceğini öngörüyor şirket. 

Volkswagen de Almanya’da frene basıyor: Grev kapıda

Benzer bir senaryo Volkswagen için de geçerli. Şimdilerde Almanya, VW’nin olası işten çıkarmaları ve fabrika kapatmalarıyla çalkalanıyor. Aylardır toplu iş sözleşmeleri sürüyor. 1994 yılından beri uygulanan, yüz kızartıcı bir şey olmadığı sürece işçilerin işten çıkarılmalarını engelleyen İş Güvencesi sözleşmesinin feshedileceği duyuruldu önce, sonra Almanya’da bazı fabrikaların kapanması olasılığı. VW’nin farklı yüzdelerle ortağı olduğu çok sayıda şirket var. Yeni düzenlemeler burada da geçerli. Aslında bu tür şirketlerin uzun zamandır doğrudan pozisyon açmadıklarını, işe alımları kendilerine ait veya yabancı taşeron firmalar üzerinden yaptıklarını biliyoruz. Bu şekilde bazı örneklerde kadrolu çalışan gibi ücretlendirilseler bile, işçinin uzun süreli sözleşmesi, birikmiş kıdem tazminatı, talep edeceği bir hakkı olmuyor. Bu da bu şirketlerin hareket alanını oldukça açıyor. 

Almanya’da yaklaşık 120 bin kişi çalışıyor Volkswagen’da.  Mevcut sözleşmeye göre 25 yıl çalışanlara maaşının yaklaşık 1,5 ve 35 yıl çalışanlara maaşının yaklaşık 3 katı prim ödeniyor. Yeni düzenlemelere göre yaklaşık 10 bin kişinin 24 ve 34 yıl sınırında olduğu ve VW’nin tasarruf politikası kapsamında bundan etkileneceği belirtiliyor. VW sırf tazminatla işten çıkarmalar için 450 bin avro bütçe ayırdığını duyurmuştu. Önce hem pahalı hem yaşlı olan işçilerden başlanarak işten çıkarmalara başlandı kimi alt şirketlerde. Dönem dönem diğer şirketlerden biliyoruz bu hamleleri. Daimler birkaç yıl önce binlerce kişiyi çıkarmıştı, bazı bölümleri Almanya’da kapatmıştı. Bosch daha yeni açıkladı 3 bin 800 kişiyi işten çıkaracağını.
 
Ama yatırımlar devam ediyor diğer taraftan. VW Grubu 2023 yılında 322 milyar avro ciro ile tarihinin en yüksek seviyesine ulaştı. Buna rağmen üçüncü toplu iş sözleşmesi görüşmeleri geçtiğimiz Perşembe günü yine sonuçsuz kaldı. VW yönetim kurulu ikramiyelerden maaşlara pek çok ödeneğin azaltılmasını/kaldırılmasını istiyor. 7 bin işçi VW’yi protesto etti bu hafta. Bir gelişme olmazsa işçiler 1 Aralık’ta uyarı grevine çıkacak. 

Çin ile ilişkiler: Alternatif mi yoksa sorun mu?

Zamanında Schröder ile ilmek ilmek örülen Çin’le ilişkiler bu kez ayağına dolanıyor Almanya’nın. Schröder şansölye olmadan önce hem Aşağı Saksonya Eyaleti Başbakanıydı hem de VW Denetim Kurulunda görevliydi. Çünkü eyalet, VW’nin yaklaşık yüzde 20’lik bir payla önemli bir hissedarı. VW’nin uzun yıllar Yönetim Kurulu Başkanlığını yapan Porsche’nin büyük hissedarı Ferdinand Piëch 2019’da ölünce Schröder arkasından öygüler dizmiş, 1993 yılında VW’yi yaşadığı derin krizden çıkarıp küresel çapta bir markaya dönüştürdüğünü söylemişti. Bu arada bahsetmeden geçmeyelim, VW’nin test sürüşlerinde emisyon testlerini geçebilmek için yazılımları manipüle ettiği ortaya çıkmıştı.  

Almanya ve Çin arasındaki ticaret hacmi bir miktar düşmüş olsa bile Çin Almanya’nın hâlâ açık ara en önemli mal tedarikçisi. Yalnızca Almanya değil elbette, 2023 yılında Çin ilk kez dünyanın en önemli otomobil ihracatçısı konumuna geldi. Dünya çapındaki tüm elektrikli arabaların neredeyse üçte ikisi 2023 yılında Çin’de üretildi. Bu nedenle AB yakın zamanda Çinli elektrikli araç üreticilerine ek gümrük vergisi uygulaması kararı aldı.

Bir tek otomotiv değil beyaz eşyadan ısı pompası üretimine pek çok büyük şirket artık üretim fabrikalarını Polonya’ya, Çin’e taşıyor. Yeni fabrikaları buralarda kuruyor. Hatta İsviçre bile Almanya’dan daha cazip hale geldi sermaye için. 

Trump’ın seçim kampanyasında seçim vaadi olarak fosil enerjiyi, kurumlar vergisini kullanması elbette tesadüf değil. 

Almanya 25 yıl ardından benzer sahnelere tanıklık ediyor. Schröder 2001’de güven oyu istediğinde seçimlere gidiliyordu, benzer bir durum Scholz için de geçerli. Schröder’in rakibi CDU’lu Merkel idi, Scholz’un rakibi CDU’lu Merz. Ana akım medya işi oldu bittiye getirip çoktan sermaye çevrelerinde CDU’lu Friedrich Merz’in yönetimi konuşulmaya başlandı. 

The Economist’in yıllar sonra attığı bu başlığın bir anlamı var. Sermayenin sopası emekçilerin üzerinde dolanıyor ve Tanrılar reform istiyor: Agenda 2030!

Kaynak:
https://www.economist.com/leaders/2023/08/17/is-germany-once-again-the-sick-man-of-europe
https://www.economist.com/special/1999/06/03/the-sick-man-of-the-euro

                                                                            /././

Halksız devletler -Engin Solakoğlu-

"İsrail saldırganlığını durduracak bir devletin ufukta görünmediği doğru. Ancak o saldırganlığı destekleyen devletleri, halksız kalmak gibi bir son bekliyor."

Hukuk üzerinde çok konuşulan, çok da tepinilen bir kavram. Arapça hak sözcüğünün çoğulu. Bunun ötesinde bir çok tanımı var. Benim hukuktan anladığım ise bir kurallar bütünü. Hukuk ilke olarak düzenin yanında durur, onun tamamlayıcı parçasıdır. Bununla ilgili çok özlü sözler de var ama girmeyelim şimdi oraya. 

Biz uzun zamandır hukukun olmadığı demeyelim ama seçmece uygulandığı bir ülkede yaşıyoruz. Ülkedeki hukukun ana çerçevesi olan Anayasa’nın durumu ortada. 12 Eylül faşist darbesinin ürünü olan ve sonrasında bilmem kaç kere değiştirilen metin dahi düzene dar geldiği için bir kenarda duruyor. Yurtta Anayasa yoksa hukuk da yoktur. Kafaya göre ve kısmen uygulanan kimi yasa metinlerinin varlığı ile hukukun varlığı aynı anlama gelmiyor. Yaşayarak görüyoruz. 

Ulusal düzeyde durum böyle iken uluslararası düzeyde durum ne? Bu köşede sık sık anımsatıyorum. Ulusal hukuk ile uluslararası hukuk arasında çok önemli bir kavramsal fark var. En özet haliyle ikincisinin kolluk gücü yok. Bu yüzden de uluslararası hukuk ve onun kuralları ihtiyari bir nitelik taşıyor. Devletler işlerine geldiği zaman ve geldiği ölçüde uyuyorlar. 

Yine de uluslararası hukukun hiçbir ağırlığının bulunmadığını, bir tür teknik/politik oyalamadan ibaret olduğunu söylemek o kadar da kolay değil. 

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM)’nin İsrail Başbakanı ve Savunma Bakanı ile bir Hamas yöneticisi hakkında verdiği tutuklama kararını değerlendirmeden önce bunu akılda tutalım. Uygulanması güç ama Akepe güdümündeki kamu kurumlarının pek sevdiği ifadeyle “yok hükmünde de sayılamaz”.

Biraz geriye gidelim. İsrail’in Gazze’de yürüttüğü yok etme savaşı hakkında iki farklı adli süreç yürümekte uluslararası hukuk alanında.

Bunlardan birincisi Uluslararası Adalet Divanı (UAD)’nda devam eden yargılama. Güney Afrika’nın başvurusu üzerine başlayan davanın sanık sandalyesinde İsrail devleti oturuyor. Yeri gelmişken, hızlı başlayan ve ilk başlarda yoğun ilgi toplayan o davanın sürüncemede bırakıldığı izlenimi giderek büyüyor uluslararası kamuoyunda. Bunun temel nedeni hiç kuşkusuz İsrail’in işlediği suçun ortağı olan ABD, İngiltere gibi ülkelerin mahkeme ve yargıçları üzerindeki baskıyı artırmış olmaları. 

UAD sürecine ilişkin son ve aslında davanın safahatıyla doğrudan ilişkili olmayan  gelişme 29 Temmuz tarihinde yaşanmıştı. Divan, BM Genel Kurulu’ndan  gelen başvuru üzerine işgal altındaki Filistin topraklarının parçalanmış ayrı bölgeler değil, tek bir bölgesel birim olduğunu ortaya koyarak, İsrail'in Gazze, Doğu Kudüs ve Batı Şeria'da işgalci olduğunu tespit etmişti. 

Divan ayrıca, işgal altındaki Filistin topraklarının parçalanmış bölgelerden değil, Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze'yi de içeren, tek birim oluşturduğunu, İsrail'in, Gazze de dahil Filistin topraklarında işgal gücü otoritesini kullandığını, bu itibarla İsrail'in işgal ettiği Filistin topraklarındaki yükümlülüklerinin, savaş hukukuna ilişkin Cenevre Sözleşmeleri ve uluslararası teamül hukukunu kapsadığını,  işgal süresinin uzunluğunun, işgal edilen toprakların hukuki statüsünü değiştirmediğini ve İsrail'in Filistin topraklarındaki ilhak uygulamalarının "hukuka aykırı" olduğunu kayıt altına almıştı. 

İkinci süreç ise UCM’de devam ediyordu. UAD’ndan farklı olarak devletleri veya kurumları/örgütleri değil kişileri yargılayan mahkemenin hedefinde İsrail ve Hamas’ın yöneticileri vardı. Mayıs ayında UCM Savcısı Karim Han, Başbakan Netanyahu, dönemin Savunma Bakanı Gallant ile Hamas”ın üç yöneticisi hakkında uluslararası tutuklama müzekkeresi çıkartılması talebinde bulunmuştu. Yaklaşık altı aylık bir bekleyişin ardından Mahkemenin kararı da bu yönde çıktı. Kararın içeriğinde doğrudan soykırıma atıf yok. Bununla birlikte, Ülkemizde bu konuda uzmanlaşan nadir kişilerden biri olan Doç. Dr. Kerem Gülay’a göre, soykırıma doğrudan atıf bulunmasa da kararda sayılan savaş suçları ileride bir soykırım suçlamasına zemin oluşturabilir.   Zira kararda, Netanyahu ve Gallant’ın Gazze’de sivil halkı aç bırakarak savaş suçu ve insanlığa karşı suç işledikleri belirtiliyor. Kararın şöyle bir anlamı var: Roma Statüsü’ne taraf olan yani UCM’nin yetkisini tanıyan 120 civarında ülkenin bu tutuklama müzekkeresine uymaları, başka bir deyişle, kararda adı geçen bireyleri tutuklayarak yargılanmak üzere Lahey’deki mahkemeye teslim etmeleri gerekiyor. 

İsrail, tıpkı ABD gibi, bu yetkiyi tanımadığı için Netanyahu’yu teslim etmesi söz konusu değil. 

Karara ilginç tepkiler geldi. Bana sorarsanız en “anlamlı” tepkiyi ABD’li Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham verdi. Graham ABD Senatosu’nda yaptığı konuşmada özetle şöyle dedi: “Bu kararın uygulanmasına izin verirsek, bir sonraki sefer de bizi içeri alırlar”. İnsanın kendini bilmesi ne kadar güzel! Graham böylelikle dünyada en çok savaş suçu ve insanlığa karşı suç işleyenlerin ABD’li yöneticiler olduğunu da itiraf etmiş oldu.  Bu arada, UAD 2023 yılında Putin hakkında benzer bir karar aldığında “Kanıtlara dayanarak veren uluslararası bir kurum olan Mahkemenin tarihin sınavını geçtiğini” söyleyen Graham, bu kez UAD’yi  “Senato tarafından cezalandırması gereken sorumsuz bir kurum ve tehlikeli bir şaka” olarak tanımladı. Hakkıdır, emperyalist soytarılık böyle davranmayı gerektirir.

Batılı basın yayın organlarında atılan kimi başlıklar ise başka bir itirafı içeriyordu. Kimileri UAD ilk kez “demokratik” bir lideri hedef aldı diye yazarken, hızını alamayan bir diğeri ise “Batılı bir lider ilk kez UAD’nin hedefinde” diyerek, İsrail’in “Batılı” bir ülke kimliğiyle Ortadoğu’da yabancı bir unsur, sömürgeci bir devlet olduğunu istemeden ağzından kaçırmış oldu. Teşekkür borçluyuz!

UAD’nin kararı Avrupa’yı da karıştırdı. Macaristan’ın her nedense bizde de kimi şaşkınların “anti-emperyalist” payesini vermekte tereddüt etmediği hırsız ve otoriter lideri Orban, kararın üzerinden 48 saat geçmeden, UAD’na verip veriştirdikten sonra  Netanyahu’yu ülkesini ziyarete davet etti ve karara uymayacaklarını iftiharla beyan etti. Orban, mirasçısı olduğu Nazi işbirlikçisi Macar faşistlerin Yahudilere karşı işlediği insanlık suçlarını unutturma niyetiyle mi hareket etti yoksa yoksullara karşı nefret ihtiyacını Filistinliler üzerinden  mi gidermek  istedi bilinmez. Ama  bu hareketiyle 21. yüzyılın sayısı hiç de az olmayan insanlık yoksunu siyasetçileri arasındaki yerini “bileğinin hakkıyla” aldığı bir gerçek.

Avrupa’nın en batısında İngiltere’nin İşçi Partisi hükümetinin sözcüsü “ICC’ye selam, İsrail’in kendini savunma hakkı diye saçmalamaya devam” tarzında bir açıklama yaparak meseleyi “yapıcı belirsizlik” havuzuna attı. Bu arada hatırlatılalım Roma Statüsü’nün altında bir çok Avrupa ülkesinin olduğu gibi İngiltere’nin de imzası var. 

Fransız Dışişleri Bakanlığı, kararın not edildiğini, meselenin hukuken karmaşık olduğunu ancak Fransa’nın genel olarak uluslararası hukuka ve bu bağlamda ICC kararlarına saygılı olduğunu söyleyerek meselenin kenarından dolaşmayı yeğledi. Almanya’nın hâkî kamuflaj ceketli ama Yeşil Dışişleri Bakanı Baerbock da benzer biçimde ilgili soruya net yanıt vermedi. Hükümet Sözcüsü ise UAD için genel destek ifadeleri dile getirdikten sonra tutuklama müzekkeresini uygulama konusunda alınmış bir kararın bulunmadığını ve meselenin ancak Netanyahu’nun Almanya’yı ziyaret etmesi gündeme geldiği takdirde ele alınacağını söyledi.

Bizim cenaha hiç değinmiyorum. Kendi anayasasını uygulamadığı gibi, altına imza attığı AİHS gibi  çoktaraflı sözleşmelerin arkasından dolaşmayı kurnazlık  sanan ve İsrail’le ticaretin getirisini varil birim fiyatla hesaplayan Akepe düzeninin temsilcileri UAD kararını alkışlasalar ne olur, alkışlamasalar ne olur? 

Kararın, isabeti, zamanlaması ve her şeyden önemlisi  uygulanıp uygulanmayacağı üzerinde de durmayacağım. UAD’nin çıkarttığı tutuklama müzekkeresinin en  azından İsrail’in soykırımcı ve sömürgeci politikasını var güçleriyle destekleyen bu ülkelerde bir bahane uydurulup uygulanmayacağını bilmek için uzmanlık gerekmiyor. 

Bana kalırsa asıl üzerinde durulması gereken UAD’nin kararı ve buna gelen vıcık vıcık  tepkilerin Batı dediğimiz “evren”de yaşayanlar, halklar üzerinde yapacağı etki. İsrail’in Filistin halkına yönelik yok etme planı hızlandığında kaleme aldığım yazıda değinmeye çalıştığım halklar ve devlet arasındaki ayrışmanın büyümesinde bu kararın da payı olacak.

O yazıda da söylediğim gibi, “Devletler soykırımcı İsrail’in yanında saf tutarken, halklar insan kalmak için çaba gösteriyorlar. Fransa, Almanya, ABD,  İngiltere’de ve diğer Batılı başkentlerde sokakları, kampüsleri dolduran kitleler sermayenin, açgözlülüğün, üçüncü nesil sömürgeciliğin Batı Şeria ve Gazze’de  durdurulmaması halinde sıranın bir gün kendilerine de gelebileceği önsezisiyle hareket ediyorlar. “Neredeyse yüzyıldır halklara “demokrasi, adalet ve eşitlik” söylevi çeken emperyalizmin kendi içindeki rıza üretme mekanizması çöküyor. O yüzden, “bunların  sokaklarda bağırmaları neyi değiştirir ki” deyip küçümsememek gerekiyor.

Devletlerin gücünü belirleyen bileşenler vardır. Ekonomi, askeri yetenek, coğrafi konum, büyüklük vs. Bu bileşenlerin içerisindeki en önemli unsurlardan birinin de nüfus, yani halk olduğu unutulmasın. Kandırmayı alışkanlık hale getirdiğiniz bir halk zamanla o ulusal gücün bir artısı değil, eksisi haline gelebilir. 

İsrail saldırganlığını durduracak bir devletin ufukta görünmediği doğru. Ancak o saldırganlığı destekleyen devletleri, halksız kalmak gibi bir son bekliyor. Bu süreci hızlandırmanın yolu sömürünün olmadığı bir dünya kurmanın mümkün olduğunun farkına varmaktan, o farkındalık ise örgütlenmekten geçiyor. 

Devletsiz kalan halk yeni bir devlet  kurabilir. Halksız kalan devlet ve düzen ise silinir gider.

                                                              /././

Sınırlar önemsizleşiyor -Anıl Çınar-

"Yeni Osmanlıcılık… Bu maceracılık da değil, bu aptallık. Ama işte bu aptallık giderek meşruiyet kazanıyor. Ve minimum aptallığa emperyalist düzen fena halde ihtiyaç duyuyor."

Küreselleşmenin sloganıydı sınırların önemsizleşmesi.

Önce Berlin Duvarı yıkıldı sonra Sovyetler Birliği dağıldı. Küreselleşme sermayenin sınır tanımayacağının ilanıydı: Sermayenin önünde duran en büyük engel ortadan kalktığına göre yeni yağma dönemine adım atılabilirdi.

90’larda Yugoslavya’nın parçalanması aynı sürecin önemli bir adımıydı. 

Sınırların neye göre çizildiği ezelden beri sorgulanan bir şey olagelmişti. Etnik, mezhepsel veya tarihsel olarak bakıldığında dünya haritasındaki sınırların sayısız kez değiştirilmesi ve “bir de böyle denenmesi” gerekebilirdi. Herkes her toprak parçası üzerinde hak iddia edebilirdi. 

Halbuki her an bir ilhak ortaya çıkmıyordu. İlhak siyasetindeki büyük adım 2. Dünya Savaşı öncesinde gerçekleşmişti ve o günlerden beri böyle büyük bir ilhak örneğiyle dünya karşılaşmamıştı.

Hak iddia etmek ile gerçekten ilhak etmek arasında önemli bir “sınır” vardı. Berlin Duvarı psikolojik sınırı ortadan kaldırmış olabilirdi ama ülkelerin sınırlarının değiştirilebileceği düşüncesinde asıl yol Avrupa’nın içindeki bir ülkenin parçalanmasıyla alındı. 

Yugoslavya emperyalistler tarafından parçalandığında başka bir dünyaya doğru adım atılmıştı artık. Sırada Orta Doğu vardı. Irak ikinci Yugoslavya oldu. Büyük güçler bölgesel gerilimlerle oynuyor ve sınırların nereden geçeceğine karar veriyordu.

Halbuki doğrudan bir “büyük gücün” etnik, dinsel ve tarihsel sebeplerle sınırları ötesinde hak iddia edişini eyleme dönüştürmesi ve kendi sınırlarının daimi bir parçası kılması yeni bir olgu olacaktı. Ukrayna’da gerçekleşen bu oldu.

Şu sıralar, dünya hipersonik füzelerin ne olduğunu ve yaklaşan dünya savaşını tartışadursun, asıl aşama bu alanda kat ediliyor. Ukrayna’da gerçekleşecek bir barış yeni sınırlar demek. Bir ülke daha “balkanize oluyor” ve başka bir ülke sınırlarını genişletiyor. Bu dünya için büyük mesajdır. 

“Balkanizasyon” ise dönemin ruhuna uygun terim. 1910’ların Balkanları büyük güçlerin gösteri alanına dönüşmüştür, 19. yüzyılın sonlarından beri patlamaya hazır barut fıçısıdır. Balkanların baklanizasyonu dünya savaşına az zaman kaldığını göstermiştir.

Lenin’in deyimiyle, Edirne’nin işgali problemin ağırlık merkezini kaydırmış, büyük güçler olarak anılan emperyalistlerin kavgasına yaklaştırmıştır. Artık kavga diplomatik manevralarla, hak iddialarıyla ve tehditlerle yürüyemeyecek bir noktaya gelmiş, savaş ve işgale başlanmıştır.

İrredantizm bu ilhak siyasetinin, 19. yüzyılın İtalyası’dan Avrupa’ya bakılınca görülen şeyin ismidir. “Italia irredenta”, “kurtarılmamış topraklar”a denk düşmektedir. İrredantist ise Avusturya-Macaristan, Fransız ve İngiliz egemenliğinde kayıp duran İtalyan topraklarını geri almak anlamına gelmektedir. İrredantizm terimi, sınırlarla oynama siyaseti, yeni yeni serpilen İtalyan sermayesinin hak iddia etmesinin ürünü olarak literatüre yerleşmiştir.

Bu noktada önemli olan şey kimin ne üzerinde hak iddia ettiği veya buna “hakkı olup olmadığı” falan değildir. Önemli olan bütün bu iddia ve eylemlerin kaçınılmaz bir üçüncü sonucu üretmesidir: İlhakın meşruiyetini. Bu andan sonra ortada bir terazi yoktur. Bir noktadan sonra gerilimleri izole etmek de mümkün olmamakta ve zincirleme bir reaksiyon ortaya çıkmaktadır.

Bugünün dünyasında ilhakın meşruiyet kazanması demek, oyunun kurallarının değişmesi ve “gücü olanın” konuşması demektir. Oysa ki her manevranın bir başka manevraya ve bir başka aktöre bağlı olduğu bu dünyada kimin neye gücünün yettiği de tartışmalıdır.

Ama kutsal günah işlenmiştir ve bu durum bir “denge” yaratacağına daha çok bir güç gösterisine dönüşme eğilimi kazanmaktadır.

Buna da isim veriliyor literatürde: “Küresel fay hatları” veya “donmuş çatışmalar”. Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’tan Kaşmir’e, Güney Çin Denizi ve Tayvan’dan Kore Yarımadasına, Somali-Kenya-Etiyopya’ya kadar uzanan sayısız gerilim…

Gerilimin harekete geçmesi içinse istek yetmiyor, eylem gerekiyor.

Bu nedenle farklı güçte aktörler ellerinde belgelerle bu oyuna koşuyor, eski sınırların kendilerince çizilmediğini yeni sınırlara ihtiyaç olduğunu iddia ediyor ve uygun an yakalandığında silahlar konuşmaya başlıyor. 

Bu oyunda kimse aptal değil ve aynı anlama gelmek üzere herkes aptal.

Buna Türkiye de dahil. 

Yakınımızdaki Kerkük örneğin… Irak’ta bugünlerde gerçekleştirilen nüfus sayımının neyi ispatlamasını bekliyoruz? Biz de elimizde belgelerle koşarak “Musul Vilayeti”nin nasıl Türkiye’nin hakkı olduğunu mu anlatacağız? 

Ayrıca sadece toprak parçasından bahsedildiği düşünülmesin. Enerji kaynakları, tedarik zincirleri, limanlar ve boru hatları derken denizler de bu işin parçası. Daha Suriye, Libya, var oğlu var. Bunlar yoksa başka “görevler” var. Türkiye’ye daha üst bir rol yakıştırıp Etiyopya’da, Somali’de anlaşma sağlayıcılık, garantörlük atfedecek ve bundan keyif mi duyacağız?

Yeni Osmanlıcılık… Bu maceracılık da değil, bu aptallık. Ama işte bu aptallık giderek meşruiyet kazanıyor. Ve minimum aptallığa emperyalist düzen fena halde ihtiyaç duyuyor.

Bütün bu olan bitene sınıfsal mercekten bakılmadığı sürece hata yapmak kaçınılmaz. Kim hangi sınıfın çıkarı için hareket ediyor, neye meşruiyet kazandırıyor? Emperyalizme mi alan açılıyor yoksa emekçi sınıfların inisiyatifine mi?

Bizi dünya savaşına götüren bu kolektif aptallığın yok edilmesi güç, çünkü ondan zenginleşenler iktidarda ve emperyalizm zaten böyle bir şey. Ama bu aptallığı yarmak ve doğru an için hazırlanmak mümkün.

                                                             /././

GÜNDEM -25 Kasım 2024-


Balıkesir'de AKP'li ilçe başkanının maden ocağı göçtü: 1 işçi öldü, 1 işçi kayıp -soL-
Marmara Adası'nda AKP'li Ediz Öztürk'ün mermer ocağında meydana gelen toprak kayması sonucu göçük altında kalan 2 işçiden biri yaşamını yitirdi. Diğer işçiyi arama çalışmaları sürüyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/balikesirde-akpli-ilce-baskaninin-maden-ocagi-goctu-1-isci-oldu-1-isci-kayip-396346)

                                                              ***

Akkuyu ölüm santraline döndü: Bu defa çatı uçtu, 1 işçi hayatını kaybetti -soL-

Fırtına nedeniyle şantiyedeki prefabriklerin çatıları uçtu. Bir işçi hayatını kaybetti, beş işçi yaralandı. Akkuyu'da bugüne dek en az 19 işçi alınmayan önlemlerin ve aşırı kâr hırsının kurbanı oldu.(https://haber.sol.org.tr/haber/akkuyu-olum-santraline-dondu-bu-defa-cati-uctu-1-isci-hayatini-kaybetti-396338)

                                                               ***

9 işçinin hayatını kaybettiği İliç'in bilirkişi raporu: Bakanlık yetkilileri kusursuz -Evrensel-

9 işçinin hayatını kaybettiği İliç'teki altın madenine verilen ÇED raporlarına ilişkin bilirkişi raporunda "kazaların doğrudan ÇED raporunun sorumluluğunda olmadığı" değerlendirmesi yer aldı.(https://www.evrensel.net/haber/535047)

                                                                    ***
Bursa'da iş cinayeti: Elektrik direğine çıkan tekniker yaşamını yitirdi -Birgün-

Bursa'nın İnegöl ilçesinde akıma kapılan 26 yaşındaki elektrik teknikeri İhsan Ulu hayatını kaybetti. Enerji nakil hattı direğinde asılı kalan tekniklerin cansız bedeni itfaiye ekiplerince indirildi.(https://www.birgun.net/haber/bursa-da-is-cinayeti-elektrik-diregine-cikan-tekniker-yasamini-yitirdi-578636)

                                                                     ***

Öne Çıkan Yayın

SÖZCÜ "Gündem" -31 Temmuz 2025-

Eski Bakan kazmayı çoktan vurmuş, kepçeler çalışıyor -Deniz Ayhan- Atatürk’ün halka bağışladığı ve SİT alanı olan bölgedeki hastane kampüs i...