duvaR "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -10 Aralık 2024-

TÜİK Başkanı Çetinkaya’nın profesör kardeşi 'nitelikli dolandırıcılık'tan gözaltına alındı.

TÜİK Başkanı Erhan Çetinkaya’nın rektör yardımcısı kardeşi Prof. Dr. Cihan Çetinkaya; başsavcının adını kullanarak "bir suçlunun serbest bırakılması" karşılığı 3 milyon lira alırken suçüstü yakalandı.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Başkanı Erhan Çetinkaya’nın kardeşi, Adana Alparslan Türkeş Bilim ve Teknoloji Üniversitesi (ATÜ) Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Cihan Çetinkaya suçlamasıyla gözaltına alındı.

Sözcü'den Mehmet Serbes'in haberine göre Prof. Dr. Cihan Çetinkaya'yı Adana Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele (KOM) şube ekipleri ‘nitelikli dolandırıcılık’ suçlamasıyla gözaltına aldı.

3 MİLYON LİRAYI ALIRKEN SUÇÜSTÜ YAKALANDI

Cihan Çetinkaya’nın bir suçlunun serbest bırakılması için başsavcının adını kullanarak 3 milyon lira aldığı iddia edildi. Söz konusu parayı alırken suçüstü yakalanan Rektör Yardımcısı Çetinkaya emniyetteki sorgusunun ardından adliyeye sevk edildi. Çetinkaya, yurtdışına çıkış yasağı konularak serbest bırakıldı.

Olayın ortaya çıkmasının ardından Prof. Dr. Cihan Çetinkaya ATÜ Rektör Yardımcılığı görevinden alındı.

ATÜ REKTÖRÜ DOĞRULADI

Adana Alparslan Türkeş Bilim ve Teknoloji Üniversitesi (ATÜ) Rektörü Adnan Sözen de olayı doğruladı. Sözen, "Olayın detayını bilmiyorum ancak rektör yardımcısı olmadan 6 ay önce yaşadığı bir olay neticesinde üniversitemin adının şahsi olaya buluşmaması için görevden aldım. Savcılıktan yazısının gelmesini müteakip disiplin soruşturması da açacağım" dedi.                                 

                                                              ***

Geri gönderilen tarım ürünleri ve sofralarda tüketilen zehirler -Hasan Aydın*-

AB'de yasaklı olan pestisitlerin hâlâ tarımsal üretimde kullanılması insan ve çevre sağlığı için büyük bir tehlike. Agroekoloji analizi ve sürdürülebilir tarımsal üretim bir zorunluluk haline geldi.

Son dönemde ülkemizden, farklı AB (Avrupa Birliği) ülkelerine ihraç edilen ve limitin üzerinde pestisit (tarım zehiri) kalıntısı barındıran yaş meyve sebzelerle, aflatoksin (küf hastalığı) görülen kuru gıdaların Türkiye'ye geri gönderilme haberleri, yazılı ve görsel basında öne çıkmış durumda.

Avrupa Komisyonu tarafından geliştirilmiş olan ve AB'ye üye ülkeler için gıda tabanı olarak hizmet veren Gıda ve Yem İçin Hızlı Alarm Sistemi (RASFF)'nin Türkiye’den gelen ürünlerle ilgili olarak basında da yer alan zehirli madde bildirimlerinden bazıları;

* Bulgaristan, sınırda yaptığı kontrolde Türkiye'den gelen limonlarda, Avrupa'da yasaklanmış ve riskli olan phosmet adlı pestisit tespit ettiğini duyurdu. (02/12/2024)

* Fransa, sınır kontrolünde Türkiye'den gelen kuru incirlerde, tehlikeli oranda aflatoksin tespit edildiğini bildirdi. (03/12/2024)

* Romanya, Türkiye'den gelen domateslerde, izin verilen limitin 34 katı oranında indoxacarb adlı pestisit kalıntısının tespit edildiğini açıkladı.  (03/12/2024)

* İspanya'ya gönderilen kuru incirlerde, kanser oluşumuna ve böbreklerde fonksiyonel bozukluklulara neden olan okratoksin A miktarının izin verilen limitin 48,75 katı olduğu bildirimi yapıldı. (04/12/2024)

RASFF'nin peşpeşe yaptığı bildirimler üzerine, CHP Niğde Milletvekili Ömer Lütfi Gürer, İYİ Parti Muğla Milletvekili Metin Ergun ve Gelecek Partisi Denizli Milletvekili Sema Silkin Ün; tarım ürünlerinde aşırı miktarda kullanılan pestisit konusunu TBMM gündemine taşıyarak konuya ilişkin soruları, Tarım ve Orman Bakanlığı'na yönelttiler.

Öte yandan TMMOB Ziraat Mühendisler Odası Yönetim Kurulu Başkanı Baki Remzi Suiçmez; "sorunun üretimden başladığını, AB tarafından yasaklanan bitki koruma ürünlerinin Türkiye'de depolardaki stoklar bitene kadar kullanıldığını ve Tarım ve Orman Bakanlığı'nın yaptığı denetim sonuçlarını açıklamadığını“ dile getirdi.

Daha sonra Ege Yaş Meyve ve Sebze İhracatçıları Birliği Başkanı Hayrettin Uçak, Ege Kuru Meyve ve Mamulleri İhracatçıları Birliği Başkanı Mehmet Ali Işık, yurtdışı ihracından geri gelen ürünlerle ilgili olarak Bakanlığın nasıl bir prosedür uyguladığını açıkladılar. Basında günlerdir süren bu tartışmaların ardından Tarım ve Orman Bakanlığı, bazı rakamlar vererek ihracat aşamasında geri dönen ürünlerin imha edildiğini ve denetimlerin yapıldığını içeren yeni açıklamalarda bulundu.

Konunun uzmanları, yüksek oranda pestisit çıkan yaş meyve ve sebzelerin dayanıklı olmadıkları için ya imha edildiğinin ya da biyoyakıt olarak kullanıldığının altını çizerken, ticari değeri yüksek olan Antep fıstığı, fındık, kuru incir, kuru üzüm, kuru kayısı ve baharatların ise imha edilmediğini bunlardan aflatoksinli olanların ayıklandığını, geri kalanların ise Türkiye'de satışa sunulduğunu, ya da bazılarının ezme yapılıp karıştırılarak farklı ülkelere ihraç edildiğini ifade ediyorlar. Ayrıca yurtdışına son dört yılda gönderilen 17 bin 686 ton kuru kayısıdan 41,5 tonunun limit üstü kükürt dioksit barındırdığı için geri gönderildiği de Bakanlığın resmi açıklamaları arasındadır.

Vatandaşların çoğunluğu ise geri gönderilen bu ürünlerin, gerçek anlamda imha edilmediğine ve ülke içinde tekrar pazara sürüldüğüne inanıyorlar. Bakanlık, kamuoyundaki bu güvensizliği ortadan kaldırmak için neden şimdiye dek gümrüklerde iade edilen ürünlerin imha görüntülerini tarih, saat ve mekan vererek yayınlama ihtiyacını duymamıştır?

Pestisitli ürünlerin yurtdışından geri dönüşünün fazlaca büyütülmemesi algısını öne çıkaran Tarım ve Orman Bakanlığı, pestisit kalıntısının tespiti için, hasat öncesi üretim alanlarında, hasat sonrasında hal giriş noktalarında, paketleme tesislerinde, toptan ve perakende satış noktalarında denetimin yapıldığını açıklarken, ihraç edilecek ürünlerin de ihracat öncesinde pestisit kontrolünden geçtiğini vurguladı. Peki, farklı noktalarda yapılan bu kadar 'denetime' rağmen AB'nin Hızlı Gıda ve Yem İçin Uyarı Sistemi (RAFFS) bildirimlerinde ülkemiz neden ilk sırada yer alıyor?

Geçen yıl ihracatı yapılan 4,6 milyon ton taze meyve ve sebzeden 6 tonunun geri döndüğünü açıklayan Bakanlık, kaliteli olarak ifade edilen fakat limit üstü pestisit içeren bu tarım ürünlerinin RASFF hızlı test sisteminin kontrolünden geçeceğini bildiği halde bunların üretimine ve ihracına nasıl izin verebilmiştir? Bununla ilgili tarım il müdürlükleri niçin ciddi anlamda gerekli kontrol ve önlemlere başvurmamıştır? Bu işte sorumluluğu olanlar hakkında ne gibi işlemler yapılmıştır? Bu geri göndermelerde ticari itibar ve ekonomik değer kaybının büyük olduğunu kimse inkar edemez.

Yurtdışına gönderilen tarım ürünlerinin pestisit ve aflatoksin limit oranlarının tartışılmasının yanında, 2023 TÜİK verilerine göre yurt içinde tüketilen 54 milyon tona yakın meyve sebzenin barındırdığı zehir limit oranlarının da gözden kaçırılmaması gerekir. 2021 - 2023 döneminde, hasat öncesi üretim alanları, hasat sonrası gıda işletmeleri ve ihracat öncesi olmak üzere tüm gıda zincirinde 250 bin numune alınarak analiz edildiğini, 2008-2024 döneminde ise çiftçi, pazar ve satış yeri kategorileri başta olmak üzere, toplamda 73 bin 221 bin denetim gerçekleştirildiğini açıklayan Tarım ve Orman Bakanlığı, bu analiz sonuçlarını hangi platformlarda ve hangi tarihlerde kamuoyu ile paylaşmıştır?

2024 Ekim ayı başından bu yana taklit - tağşiş yaparak hileli gıda ürün üretip satan 802 firma ve işletmeyi kamuoyuna ifşa ederek dikkatleri çeken Tarım ve Orman Bakanlığı, ürünlerinde limit üstü tarım zehiri çıkan tarım firmaların adlarını açıklayıp, bunlara yönelik yaptırımlara neden başvurmuyor? Bakanlık, "Mevzuata uygun olmayan düzeyde pestisit kalıntısı tespiti ya da tavsiye dışı kullanım belirlenmesi halinde üretici ve gıda işletmecilerine idari yaptırım uygulanıyor" şeklindeki son açıklamasının pratikteki uygulamalarını açıklamalıdır.

PESTİSİT KULLANIMI VE ÇEVREYE OLUMSUZ ETKİLERİ

20. yüzyılın başından itibaren dünya nüfusu artmaya başlayınca, tarım ürünleri ihtiyacı da artmıştır. İnsanlar, gelişen sanayi ve teknoloji ile belirli bir alandan daha fazla ürün elde etmek için yoğun tarım uygulamalarını gündeme getirmişlerdir. Buna bağlı olarak bitkilerin ve bitkisel ürünlerin zararlı böceklerden, yaygın olan hastalık etmenlerinden ve yabancı otlardan korunması, kaliteli ve verimli ürün elde edilmesi için pestisitlerin (tarım zehirleri) kullanılması öne çıkmıştır. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan besin kıtlığı bu kimyasalların zararlı etkileri dikkate alınmadan kontrolsüz bir şekilde kullanılmasının yolunu açtı. DDT'nin ve türevlerinin kullanımı ile süreç içinde insanlarda ciddi sağlık sorunları görülmeye başladı.

İlk kez 1948'de insan vücudunda organik klorlu pestisit kalıntılarının bulunması, pestisitlerin toksikolojik açıdan zararlı olduğu, bazı hastalıklara (kanser, hormon bozukluğu, kısırlık, sinir sistemi tahribatı) yol açtığı gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Pestisitler hedef organizma, kimyasal yapı ve fiziksel hallerine göre de sınıflandırılabilirler. 

Pestisit kalıntılarının daha çok gıdalarda görülmesi üzerine 1960 yılında FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) ve WHO (Dünya Sağlık Örgütü) tarafından 'pestisit kalıntıları kodex komitesi' kurulmuştur. Bu komitenin çalışmaları sonucunda konuyla ilgili bilimsel çalışmalar yapılmış ve bilimsel araştırma verileriyle, gıdalarda bulunmasına izin verilen maksimum kalıntı değerleri tespit edilmiştir.

Pestisitler tarımsal alana uygulandıklarında hava, su ve toprağa ve oradan da bu ortamlarda yaşayan canlılara geçebilmektedir. Toprağa geçen pestisitler, toprak verimliliğinde rol oynayan ayrıştırıcı mikroorganizmaları da yok etmekte ve toprağı da kirletmektedirler. Yağan yağmur suları da toprakta bulunan pestisitleri toprağın derinliklerine indirip yer altı sularına karışmalarına yol açmaktadır. Tarım ürününe püskürtülen pestisitlerin partikülleri, havaya karıştıktan sonra rüzgarla çevredeki hedef olmayan organizma ve bitkilere ulaşıp bunlarda da kalıntıya ve toksisiteye sebep olmaktadır. Pestisitlerin, bitkileri zararlı böceklerden koruyan predatör böcekleri de (uğur böceği, yaban arısı vb.) etkileyip öldürebildiği de bir gerçektir. Pestisit Atlası'na göre dünyada her yıl 385 milyon kişi pestisitten zehirlenmektedir. Çiftçiler, tarım işçileri çocuklar ve hamile kadınlar, pestisit zehirlenmesine daha çok maruz kalmaktadırlar. Bu zehirlenmelerin bazıları da ölümle sonuçlanabilmektedir. 30 Ekim 2019 yılında, Kayseri’nin Yeşilhisar ilçesinde 4 yaşındaki Saliha Çakır’ın yediği nardaki pestisit kalıntısından dolayı zehirlenip yaşamını yitirmesi üzücü bir örnektir. Pestisitlerin "daha çok ürün alayım" anlayışıyla doz artırılarak kontrolsüz kullanılması zamanla organizmalarda, pestisitlere karşı dayanıklılığı ve adaptasyonu artırmaktadır. Uzmanlar bu durumun nedenini iklim değişikliğine bağlamaktadır. Pestisitin etkinliğini yitirmesi ürün verimliliğini de düşürmektedir. Türkiye' de 1970'li yıllarda yaygınlaşan pestisitin çiftçiler ve üreticiler tarafından kullanım talimatına aykırı bir şekilde uygulanması ve pestisit atımından itibaren ürünün hasat edilme sürelerine uyulmaması da zehir kalıntılı ürünlerin pazarlara ve sofralara taşınmasında rol oynadı.

Dar gelirli tüketici pazarda, manavda ve markette hayat pahalılığı nedeniyle mecburen pestisit kalıntısı taşıyan ürünlere yönelmek zorunda kalıyor. Tabii bunları alabilecek parası olduğunda. Tüketici vatandaş, satışa sunulan tarım ürünlerinin denetimine ilişkin resmi analiz belgelerinin neden ilgili işyerinde bulunmadığını da merak ediyor. Son yapılan bilimsel çalışmalar, limit üstü pestisitlerin ürünün sadece kabuğunda kalmadığını büyük bir miktarının da iç kısımlara kadar ulaştığını ortaya koymuştur. Ülkemizde pestisit kullanım oranı, Ege ve Akdeniz bölgelerinde ortalamanın üzerindedir. AB'de yasaklı olan pestisitlerden bazılarının, birileri tarafından burada hâlâ tarım ürününün üretimi esnasında kullanılması insan ve çevre sağlığı için büyük bir tehlikedir. Ayrıca küf mantarlarının oluşturduğu toksik bir madde olan aflatoksinler de gıda güvenliği açısından büyük bir risk oluşturmaktadır. Bu toksik, madde ürünün tarladaki gelişimi, hasat edilmesi veya son ürün haline getirilmesi esnasında ortaya çıkabilmektedir.

Türkiye'de kademeli olarak tarımsal ürünlerdeki pestisitlerin yasaklanması ve doğa dostu tarım yöntemlerinin yaygınlaştırılması ile "zehirsiz sofralar" oluşturulabilir. Günümüzde tarımsal üretim yaparken oluşabilecek zararları engellemek için pestisit kullanmak yerine canlıların kendi döngüsüyle sistemler geliştirmek, ekonomik olarak daha kârlı bir yoldur. Tarım ve Orman Bakanlığı, halkın ve çevrenin sağlığına zarar veren pestisit, aflatoksin zehirlerinin gıda ürünlerindeki denetimini düzenli bir şekilde gerçekleştirmeli ve ihraç edilen tarım ürünlerinin yurtdışından dönüşlerinin de önüne geçmelidir. Agroekoloji analizi ve sürdürülebilir tarımsal üretim dikkate alınarak mücadele edilmesi artık bir zorunluluk haline gelmiştir.

*Eğitimci- Yazar                             /././

‘Asgari ücrette yoksulluk sınırı esas alınmalı’-Atilla Özsever-

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, asgari ücrette yoksulluk sınırının dikkate alınması gerektiğini belirterek “Bir evde iki kişi çalıştığı zaman o eve en az yoksulluk sınırı kadar gelir girmelidir” dedi. DİSK’e göre yoksulluk sınırı 72 bin 156 liradır. Çerkezoğlu, rakam telaffuz etmemesine rağmen asgari ücretin 36 bin lira olması gerektiğini ima etti.

                                                DİSK 2025 Asgari Ücret Toplantısı

Asgari Ücret Tespit Komisyonu, bugün (10 Aralık 2024) saat 16.00’da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda toplanacak. Komisyon 5’şer kişilik işçi, işveren ve hükümet temsilcilerinden, yani 15 kişiden oluşuyor.

10 kişi ile karar alan komisyonda, hükümet ve işveren tarafı genelde ortak hareket ettiğinden bu kesimlerin dediği oluyor. Asgari ücret, aralık ayı sonu itibariyle belirleniyor. Son sözü de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan söyleyecek.

Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 10 Temmuz 2018’de yayınlanan Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle İş Kanunu kapsamından çıkarılıp Cumhurbaşkanlığı teşkilat yapısı içine alındı. Böylece komisyon, doğrudan Cumhurbaşkanlığı’na bağlanmış oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, komisyonun kararlarını değiştirme yetkisine sahip bulunuyor.

7 MİLYONU KAPSIYOR

16 milyon çalışanın yaklaşık yarısı, yani 7 milyon kişi asgari ücretle çalıştığı için en az ücret bu anlamda toplumun büyük bir bölümünü ilgilendiriyor. Asgari ücret, bir anlamda ülkemizde ortalama ücret haline geldi.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın ev sahipliğindeki ilk toplantıda, işveren tarafını Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), işçi tarafını ise en fazla üyeye sahip konfederasyon olduğu için TÜRK-İŞ temsil edecek.

DİSK de komisyonun bu yapısını eleştirerek sadece Türk-İş’in değil diğer işçi örgütlerinin de (DİSK ve Hak-İş) üye sayısına bağlı olarak komisyonda temsil edilmesi gerektiği görüşünü savunuyor.

DİSK’İN ÜÇ ÖLÇÜTÜ

DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, dün (9 Aralık 2024) İstanbul Taksim Hill Otelde yaptığı toplantıda DİSK’in asgari ücret raporu ve taleplerini açıkladı.

DİSK Genel Başkanı Çerkezoğlu, asgari ücretin belirlenmesinde şu üç ölçütün esas alınması gerektiğini ifade etti:

"1-Asla tutmayan ve sürekli revize edilen afaki enflasyon hedeflerine göre bir artış asla kabul edilemez. Bir yandan geçtiğimiz yıl işçiler için, dar gelirliler için gerçekleşen enflasyon karşısındaki kayıplar giderilmeli, bunun yanı sıra büyümeden ve milli gelir artışından hak ettikleri pay çalışanlara mutlaka verilmelidir.

2-Asgari ücret bir işçinin değil, uluslararası standartlara uygun olarak işçinin bakmakla yükümlü olduğu hane halkı ile birlikte geçinebileceği bir ücret olarak belirlenmelidir.

3-Açlık ve yoksulluk sınırları göz ardı edilmemeli; bir evde iki kişi çalıştığı zaman o eve bir yoksulluk sınırı kadar gelir girebilmesi asgari ücret ile garanti altına alınmalıdır.”

YOKSULLUK SINIRININ YARISI

Arzu Çerkezoğlu, DİSK Birleşik Metal-İş Sınıf Araştırmaları Merkezi (BİSAM) verilerine göre Ekim 2024’te açlık sınırının 20 bin 860 TL ve yoksulluk sınırı ise 72 bin 156 TL olduğunu belirtti.

Çerkezoğlu, 2025 asgari ücretin için bir rakam telaffuz etmemesine rağmen bir ailede iki çalışanın bulunduğu dikkate alınarak yoksulluk sınırı düzeyinde bir gelirin aileye girmesi açısından en az ücretin yoksulluk sınırının yarısı, yani 36 bin lira düzeyinde olması gerektiğini ima etti.

DİSK’in basın toplantısına Prof. Dr. Erinç Yeldan, Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu ve ekonomist Mustafa Sönmez de katılarak görüşlerini açıkladılar. Toplantıda ayrıca DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün, DİSK Genel Başkan Yardımcıları Özkan Atar ile Alaaddin Sarı, DİSK Yönetim Kurulu üyesi Şükret Sevgener ile DİSK İstanbul Bölge Temsilcisi Asalettin Arslanoğlu hazır bulundu.

DİSK Başkanı Çerkezoğlu, "Asgari ücretin enflasyon karşısında korunacağı iddialarına rağmen 2024 yılında asgari ücret resmi enflasyon artışının bile altında ezildi. 2024 yılı resmi enflasyonu tahmin edildiği gibi yıl sonunda yüzde 44 olarak gerçekleşirse asgari ücretteki kayıp 7 bin 481 TL’ye yükselecek. Asgari ücretle çalışanın 2024 yılı boyunca enflasyon karşısında toplam kaybı ise 55 bin TL’ye yaklaştı" dedi.

KAPSAMLI BİR RAPOR

Prof. Dr. Aziz Çelik ile DİSK-AR uzmanları Deniz Beyazbulut ve Zeynep Kandaz tarafından hazırlanan Asgari Ücret 2025 Raporu’nun oldukça kapsamlı olduğu görülüyor. Arzu Çerkezoğlu, raporda yer alan temel bölümleri ve taleplerini de kısaca özetledi.

Raporda asgari ücretin enflasyon nedeni olmadığı, aşırı karların enflasyon üzerinde daha fazla etkili olduğu açıklanıyor. Yine raporda, Türkiye’nin Avrupa’da en düşük asgari ücret ülkeler içinde yer aldığı, ülkemizde yüksek enflasyon karşısında asgari ücretin yılda birkaç kez artırılması gerektiği, asgari ücretin tespiti ile ilgili olarak aileyi esas alan ILO’nun 131 sayılı sözleşmesinin Türkiye tarafından da onaylanması, en düşük emekli aylığının asgari ücret düzeyine yükseltilmesi, asgari ücretin tüm işçi ve memurlar için ortak saptanması gibi talepler ifade ediliyor.

                                                         /././

Sırtlanlar ve hakikat -Vecdi Erbay-

Bu ceberrut cüret her cepheden saldırıyor akılları bulandırmak, yürekleri karartmak için. Habire düşman kültürü üretiyor ve ne yazık ki gani gani taraftar da bulabiliyor. Halbuki bu saldırgan dilin kardeşlik, dostluk, komşuluk hukukuyla uzaktan yakından bir ilgisi yok ve gelecek için asla huzur vaat etmiyor.

Fırsatçılığın hainlikle bir ilgisi mutlaka vardır. Fırsatçı kafasının içinde devamlı planlar biriktirir. Bu planların ne kadar kirli, merhametten ve haysiyetten ne denli uzak olduğuyla ilgilenmez ve elbette bu kavramları kendisine asla dert etmez.
"İşte fırsat" dediği anda gözü bir şey görmez ve yabani, doyumsuz, ahlaksız bir iştahla atılır. Diyelim fırsatçı arzuladığı fırsatı değerlendiremedi, işler sarpa sardı, o vakit arkasını döner gider ve geride bıraktığı yıkımı başkasına yükleme yüzsüzlüğü göstermekten beis duymaz.
Fırsatçı, hayvanlar aleminden örnek verecek olursak, sırtlana benzer. Sırtlan leşçi olarak bilinir ve aşağılanır. Avını öldürmeden karnından başlayarak yemesi, hayvanlar aleminin raconuna bile ters bir vahşiliktir.
Ne vakit Suriye'de neler oluyor diye haber kanallarına baksam, karşıma sırtlanlar çıkıyor. Suriye'de Esad dönemi bitti. Cihatçı örgüt Emevi Camii'nde poz verdi vesaire. Televizyondaki sırtlanlar büyük bir iştahla bu manzaranın üstüne atlamış, tepiniyorlar. Fırsatçı, aslanın avından bir ısırık almak için sinsice yaklaşmış, her türlü rezilliği göze almıştır. İzleyicilerin bu rezilliği aşağılayan bakışları umurlarında değildir.

Cihatçı, devşirme örgütlenmelerin Esad rejimiyle ilgisi olmayan şehirlere saldırmasına sırtlanların vahşi dişlerini bilemiş ve bu nedenle övgüde sınır tanımıyorlar.
Halbuki sınır, hem kişisel hem de toplumsal tarih için her zaman önemlidir. Hak etmediğini düşündüğümüz, siyasal ve zihinsel dünyamızda yeri olmayanlarla sınır komşusu bile olmak istemeyiz. Baş ağrıtır, can yakar, hiç değilse mide bulandırır bu türden şahsiyetler.
Fakat bazen insanın gözü kör olur, kalbi mühürlenir ve kimi zaman farkında olmadan aslında hiç hazzetmediği cenahta bulur kendisini.
Televizyonlarda görmeye alıştığımız insanların bilinçleri, en hafif tabirle milliyetçilikle zehirlendiği için, dumura uğratılmış görünüyor. Stratejileri, öngörüleri, analizleri ve hayalleri defalarca hezimete uğramış olsa da fırsatçılıklarını dile getirmekten geri durmuyorlar. Haritaların önünde bin savaştan başarıyla çıkmış muzaffer komutan edasıyla ellerinde tuttukları çubukları gözümüze doğru sallayarak 85 milyon insana akıl veriyorlar.
Ne söylediklerinin farkında olmayabilirler mi? Belki ama böyle bir ihtimal yok gibi görünüyor. Yere göğe sığdıramadıkları grubu bir fırsat olarak görüyor, değerlendiriyor ve besliyorlar. Bakın mesela, Gazze'ye saldırısından sonra neredeyse milli düşman ilan edilen İsrail'in Golan'a girmesiyle zerre ilgilenmiyorlar. Akıllarında başka planlar var, gözlerinin önünde başka fırsatlar var çünkü.
Nasıl fırsatlar? Bunu açıkça dile getiriyorlar aslında. Yüzyıllık "Kürt devleti" kabusu burunlarının dibinde inşa ediliyor ve bu telaşa mahal veriyor. Bu kabusa son vermek için bütün argümanlarını seferber etmişler.
Ancak mesele sınırında kimi istediğinden ibaret değil. Meselenin diğer kısmını inşa edilenin siyasi perspektifi oluşturuyor. İnşa edilenin yıkımı için uğraş verenler, halkların birlikte yaşamasına olanak tanıyan siyasal ve toplumsal dile de müdahale ediyorlar. Fırsatçılar, Ortadoğu'da emsal olabilecek kardeşlik, eşitlik ve barış projesini imha ve ilhak etmek hayaliyle ellerini ovuşturuyorlar.

*

Bu fırsatçıların hamaset dozu yüksek gevezeliklerini dinlemek zorunda değiliz, amenna. Fakat bu ceberrut cüret her cepheden saldırıyor akılları bulandırmak, yürekleri karartmak için. Habire düşman kültürü üretiyor ve ne yazık ki gani gani taraftar da bulabiliyor. Halbuki bu saldırgan dilin kardeşlik, dostluk, komşuluk hukukuyla uzaktan yakından bir ilgisi yok ve gelecek için asla huzur vaat etmiyor.
O halde? O halde demokrasi güçleri safları sıkılaştırmalı. Başka bir çözüme aklım ermiyor.

*

Fırsatçıların karşısına hakikat, her daim bir set gibi dikilmiştir. Hakikatin perdelendiği çok olmuştur elbette. Ancak hakikat, eninde sonunda sis perdesinin ardından çıkagelmiştir.
Televizyon ekranlarında atıl bir şekilde izlediğimiz, esasında hakikat ile fırsatçıların meydan muharebesidir.
Suriye'de 61 yıl süren dikta rejimi bitti ve şimdi yeni bir dönemin sancısı başlıyor. Tarumar olmuş avuç kadar ülkenin geleceği nereye evrilecek? Halklar, dinler ve diller nihayet gerçek demokrasi ile tanışabilecek mi?
Silah sesleri ebediyen susacak mı? Suriye dahil bütün Ortadoğu'da, bütün dünyada...

*

TÜYAP'ın Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası (DTSO) ile birlikte düzenlediği 8. Diyarbakır Kitap Fuarı bitti. Hafta içi, en azından yayıncıların beklediği bir okur yoğunluğu yoktu fuarda. Ancak tahmin ettiğim ve umduğum gibi, hafta sonu kayda değer bir okur kitlesi akın etti fuara. İki günün yoğunluğu yayıncıları pek memnun etmedi elbette. Dediklerine göre kitapların Diyarbakır'a getirilmesi, stand ve çalışanlara verilen ücret, otel, yemek vb. birçok masraf, kâr etmelerini engelleyen unsurların başında geliyor. Önümüzdeki yıl için şimdiden TÜYAP'tan ve DTSO'dan destek talep ediyorlar.
Diyarbakır kitap okurunun en çok olduğu illerden biridir. Buna rağmen kitap fuarına hafta içi ilgi, önceki yıllara göre neden azdı? Bu sorunun cevabını kitap fuarında da aradım. Kendimce çıkardığım sonuçlar oldu. Şöyle:
Birincisi, fuar çok merkezi bir yerde değil. Fuara dolmuşla gidince yol çok uzuyor ve eziyete dönüşüyor. Taksi, Dağkapı'dan fuar alanına 230 liraya gidiyor, ki bu da, üç aşağı beş yukarı, bir kitap fiyatına denk geliyor.
İkincisi, elbette alım gücünün düşüklüğü. Ay sonunu getirme telaşı içindeki insan kitaba ya da diğer kültürel faaliyetlere nasıl odaklansın? Bir de internetten alışveriş yapma olanağı var elbette. Sipariş ettiğiniz kitap birkaç gün içinde adresinize ulaşıyor ve evet, üstelik daha ucuz.
Üçüncüsü, siyasi gelişmeler. Devlet Bahçeli'nin isimsiz adımı her şeyin önüne geçti ve bir dahaki adımı merakla bekleniyor. Diyarbakırlılar ekim ayından bu yana grup toplantısında ne diyecek, diye Bahçeli'nin ağzının içine bakıyor.
Fuar açıldığında cihatçılar Halep'e ilerliyordu, fuar bittiğinde Şam da teslim olmuştu. "Bundan Diyarbakır'a ne?" diye sormazsınız herhalde. Bu olumsuz koşullar her zaman vardı, diyebilirsiniz ve bu çok doğru bir tespit olur. Ancak Suriye'de tarih değişmiyordu, değil mi?
Diyarbakır Kitap Fuarı bu keyifsiz koşullarda gerçekleşti. Fakat Diyarbakır yine de son anda kendisine yakışan bir atak ile yayıncıların yüzünü az da olsa güldürebildi.

                                                             /././

(duvaR)


T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -9 Aralık 2024-

Bütçe Kanunu'nda asgari ücrete ilişkin yüzde 25’lik detay…-Murat Batı-

Yılsonu enflasyon verileri, Şimşek’in asgari ücrete bakışı ve kamuoyu baskısıyla birlikte değerlendirdiğimde asgari ücret artışının orta noktada bir yerlerde yani yüzde 30-35 bandında gerçekleşeceği görülüyor.

Asgari ücret görüşmelerine 10 Aralık Salı günü başlanacak. Asgari ücret görüşmelerinde/pazarlıklarında devlet (Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı), işveren vekilleri (TİSK) ile işçi temsilcileri (TÜRK-İŞ) bir araya gelecek ve yeni dönemin asgari ücret tutarını belirleyecekler. Temsilen birkaç asgari ücretli de masada bulunacak.  

Asgari ücretin ne kadar olacağı sorusu şu aralar milyonlarca insanın gündeminde. Gerek çalışanların gerek aile fertlerinin gerekse de patronların büyük dikkatle beklediği bir durum bu. Asgari ücret tutarı çalışan için bir gelir iken bunu ödeyen patron için ise bir maliyet kalemidir. Dolayısıyla çalışan gelirini artırmak, patron ise maliyetini minimum seviyede tutmak için çaba sarfeder ki egemen iktisadi anlayışın hâkim olduğu homo economicus denilen şey tam da budur.

SGK verilerine göre bugün itibariyle sosyal güvenlik destek primi ödeyen çalışanların da eklenmesi sonucunda toplam çalışan sayısı yaklaşık 22 buçuk milyon kişidir. Kaçının asgari ücretli olduğunu tam olarak bilmiyoruz ama yaklaşık 10 milyon kişi olduğunu tahmin etmek pek de zor olmasa gerek. Yani çalışanların yaklaşık yarısı asgari ücretli durumundadır. Bu nedenle asgari ücret, ortalama ücret haline gelmiş ülkemde asgari ücret görüşmeleri herkesçe büyük bir dikkatle takip edilmektedir.

Şu an uygulanan brüt asgari ücret 20.002 TL, net asgari ücret ise 17 bin 2 TL’dir. Avrupa Birliği İstatistik Bürosu (Eurostat) tarafından yayımlanan veriler uyarınca en düşük asgari ücret olan ülke aylık 385 Euro ile Arnavutluk sonrasında Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan gelmektedir. Bu dört ülkeyi 613 Euro ile Türkiye takip etmektedir. Sonlardayız yani…

10 Aralık Salı günü başlayacak asgari ücret tespit masasında temsilen birkaç asgari ücretli de olacak ama asgari ücretlileri temsilen herhangi bir sendika olmadığı için bunları Türk İş savunacak(!). Hani “Bekri Mustafa imam olmuş, onlar gerisini anlar” hikayesini bilirsiniz, asgari ücret tespit komisyonundaki işçi temsiliyeti tam da bu durumda.

Komisyonda asgari ücret belirlenirken bütçe disiplini açısından Maliye Bakanlığı’ndan görüş alınacaktır. O nedenle hem Çalışma hem de Maliye bakanlarının konu hakkındaki yaklaşımları önem arz etmektedir.

İşte bütçe disiplini denilen şey ile 2025 yılı Bütçe Kanun Teklifinde yer alan bazı veriler asgari ücretin minimum ne kadar artacağı hususunda bize fikir vermektedir. Bütçeye ilişkin bu veriler esasında Komisyonun bağımsız olmadığının da başka bir tezahürüdür.

Şöyle ki…

Cevdet Yılmaz’ın açıklamaları

1 Ocak 2022 yılından beridir asgari ücret gelir ve damga vergisinden istisna edilmiştir. Bu tutardan fazla ücret geliri elde edenlerin ise asgari ücrete kadar olan kısmı istisna edilmiştir.

Cumhurbaşkanı yardımcısı Cevdet Yılmaz, 2023 Kasım-Aralık aylarında yaptığı açıklamalarda asgari ücret istisnasından dolayı 2024 yılında devletin almayacağı namı diğer kayba uğrayacağı vergi tutarının 590 milyar olduğunu belirtmişti. Yani 2024 yılı bütçesinde tahmin edilen bu tutar yaklaşık 590 milyar liradır.

Ancak geçen hafta Cevdet Yılmaz katıldığı bir programda  bu kez 2024 yılında asgari ücret istisnasından dolayı 677 milyar lira vergi kaybı olduğunu 2025 yılı için ise öngörülenin 850 milyar lira olduğunu söyledi. Hatta asgari ücret istisnasından dolayı yıllık kişi başı 35 bin 505 lira gelir vergisinden, 1.827 lira ise damga vergisinden Hazinenin kaybı olduğunu belirtti.

Gelelim analizimize

 Bütçe Kanunlarında vergi harcama tahminleri de yer almaktadır. Ancak Bütçe Kanunlarında vazgeçilen tutarların (vergi harcamaları) alt kalem tahminleri bulunmamaktadır. Örneğin Gelir Vergisi Kanunu’nun 23/18’inci maddesinden dolayı ne kadarlık bir istisna olacağı belirtilmemektedir. Bunu ancak bir yetkili açıklarsa öğrenebilmekteyiz. Cevdet Yılmaz’ın bu yönde yaptığı açıklamalar bu nedenle oldukça önem taşımaktadır.

Yılmaz’ın ifadesinden yola çıkarsak asgari ücret istisnasından dolayı 2024 yılı için vazgeçilen gelir 677 milyar lira olmuş, 2025 yılı için ise hedeflenen yaklaşık 850 milyar liradır. 2024 yılına oranla 2025 yılında artış oranı yaklaşık yüzde 25’tir.  

Yüzde 25’lik bu oranı sıklıkla duymaktayız; Müsiad Başkanından, Merkez Bankası Başkanından, bazı hükümet temsilcilerinden vs.

Özetle 2025 yılı Bütçe Kanun Teklifindeki asgari ücret istisnasından dolayı vazgeçilen tutardaki artış oranının yüzde 25 olması pek de tesadüf olmasa gerek. Elbette yüzde 25’lik artışı etkileyen vergi dilimi, çalışan sayısı, işsizlik oranı vs gibi onlarca parametre bulunmaktadır. Ancak genel hatlarıyla Hükümetin bütçedeki asgari ücret artış beklentisinin/hedefinin yüzde 25 olduğunu söylersek pek yanlış yapmamış oluruz.

Ayrıca 2025 yılı Bütçe Kanun Teklifi ekine göre gelir vergisi istisna/muaf olan madde/bent sayısı 66 adettir. Bu sayı 2024 yılında 64 adet idi. GVK m.17 ile GVK m.22/4 de bu yılki vergi harcama listesine eklendi. 2024 yılı gelir vergisi vergi harcama tutarı 1 trilyon 6 milyar lira; 2025 yılında hedeflenen ise 1 trilyon 418 milyar liradır. Yani artış oranı yaklaşık yüzde 41 kadardır. Bu nedenle 2025 yılı vergi harcama listesinin 2024’e nazaran genişletildiği de göz önüne alındığında ve diğer istisna/muafiyet kalemlerin de benzer oranda artırıldığı varsayımı altında asgari ücretin maksimum yüzde 41’e yakın bir oranda artması söz konusu olabilir. Ancak OVP hedefi, Cevdet Yılmaz’ın verdiği veriler ve yaratılmaya çalışılan yüzde 25 artış algısı ile birlikte değerlendirildiğinde artışın yüzde 25 ila yüzde 41 aralığında gerçekleşeceği görülüyor.

Özetle yılsonu enflasyon verileri, Şimşek’in asgari ücrete bakışı ve kamuoyu baskısıyla birlikte değerlendirdiğimde asgari ücret artışının orta noktada bir yerlerde yani yüzde 30-35 bandında gerçekleşeceği görülüyor.

                                                            /././

Bankaların güvenlik açıkları dolandırıcılıkta yeni dönemi başlattı: Yazar Figen Şakacı, nasıl dolandırıldığını ve borçlandırıldığını anlattı -Gökçer Tahincioğlu-

Bankaların dijital sistemlerindeki açıklar son dönemde savcılıklara çok sayıda başvuru yapılmasına yol açtı. Bankaların kullandıkları sistemleri iyi tanıyan dolandırıcılar, telefon numaralarından ekran sekmelerine kadar birçok ayrıntıyı kullanıp, sonuç alabiliyor. Dolandırıcıların son “kurbanlarından” biri de raflarda yerini yeni alan “HınçAhınç” romanında para hırsını, paranın iktidarını ve kötülüğü” anlatan yazar Figen Şakacı oldu.

Şakacı, hem ablasının hem de kendisinin birikimini kaybetti. Yetmedi, dolandırıcılar adına kredi çekebildiği için bankaya borçlandı. Bankanın kredinin ödenmesi gerektiğini belirtmesi üzerine de yaşadıklarını anlatmayı tercih etti. Şakacı, bankanın nasıl olup da kredi verebildiğini ve nasıl olup da kredinin ödenmesini talep edebildiğini anlamıyor. Savcılığa da başvuran Şakacı’nın başına gelenler, kendi anlatımıyla şöyle gelişti:

Kötülük bilinsin diye...

"Şimdi anlatacaklarımı 'Bu kadar da olmaz', 'Ben olsam asla yapmazdım' ya da 'Hiç mi anlamadın' çıkışlarını göze alarak yazacağım. Buna benzer deneyimleri, benim gibi aldatılanlar paylaşmaya yanaşmıyor. Bunun en önemli nedeni, öyle sanıyorum ki zekâlarının tartışma konusu yapılacağına ilişkin endişe, korku ve benzeri duygular. Hayır, ben öyle yapmayacağım.  

Yazacağım, paylaşacağım ki kötülüğün sanal aleme ve sisteme nasıl sızdığını, artık herkesten ve her şeyden şüphelenmemizin şart olduğunu, bizzat nasıl feci bir deneyimle yaşadığım bilinsin.

Benim yaşadığım bu berbat ve acımasız dolandırıcılık olayını herkes duysun diye paylaşılıyorum çünkü bankalar bütün zararı yurttaşa yükleyip sorumluluktan sıyrılmaya çalışıyor, bu konudaki güvenlik açıklarını kabule yanaşmıyorlar ve güvenlik önlemlerini geliştirmek için yatırım yapmıyorlar. Önce çok özetle hikâyeyi anlatacağım.

Telefonla arandım

4 Aralık 2024 Çarşamba günü 15:14’te 0549 124 07 24 numaralı telefondan arandım. Adım soyadımla hitap eden ve adının Duygu olduğunu belirten kadın, İş Bankası Siber Suçlar’dan aradığını ve hesabımdan 250 bin TL kredi çekilmeye çalışıldığını, bu işleme onay verip vermediğimi sordu. Ben panikle “Nasıl olabilir böyle bir şey” dediğimde, hemen Trabzon’a kayıtlı IP’den IPHONE 11 marka telefonla hacklendiğimi, numaranın 0532 2287726 olduğunu ve bankanın onay kodlarını bu telefona yönlendirdiğini söyledi. Burada benim paniğimi artıran anahtar kelime Trabzon’du. Çünkü iki gün önce Trabzon’da yapılacak bir etkinliğe son romanım HınçAhınç’ı anlatmak ve sinema- edebiyat ilişkisi üzerine konuşmak için davet edilmiştim.

Başıma böyle bir olayın geldiğine inanmam böyle başladı ve korktuğumu, endişemin yüksek olduğunu fark ettiğinde (bunu daha sonra anlıyorum, haliyle) hiç durmaksızın konuşarak, beni önce telefonumdan İş Cep’e yönlendirdi, kredi çekme işlemini durdurması için özellikle hatta kalmam gerektiğini, telefonumu kapatmadan kendisini izlememi söyledi. Bu arada telefonumu birkaç gün önce mikrofonu sorunlu olduğu için bir tamirciye götürmüştüm fakat fazla meblağ isteyince yaptırmadan geri geldim ve telefonun mikrofonunu hoparlöre aldım. Bu ayrıntı önemli çünkü Duygu adıyla bana seslenen şahıs hoparlördeyken, ben onun komutlarına uyarak telefonumla onun istediği her şeyi daha kolay yaptım. Bunların arasında en önemlisi İş Bankası tarafından aranacağımı ve bu yaptığım işlemlere onay verdiğim gerektiğini söylemem gerektiğini belirtmesi oldu.

Nitekim ardından hemen dediği gibi 08507240724 numaradan arandım. Şimdi yazınca ve sonradan düşününce sadece baştaki rakamların farklı olduğunu beni dolandıranların sadece 850 numarayı başa koyarak işlerini kolayca hallettiklerini fark ettim. Bu numaradan İş Bankası operatörünün sesi çıktı (o sesi de kopyaladıklarından habersizdim) ve yaptığım işlemleri onaylayıp onaylamadığımı sordu. Ben de onay verdim ve sonra Duygu Hanım hemen bir iptal dilekçesi yazmamı, bunun için de yardımcı olacağını söyledi. Ne dediyse yazdım, ben böyle bir kredi başvurusunda bulunmadım, banka tarafından bilgilendirilmedim, kabul etmiyorum minvalli ve uzun bir dilekçeydi.

O bittikten sonra ertesi gün sabah 11’de bankamdan randevu aldığını ve hemen bu dilekçeyi yürürlüğe koyacaklarını artık tek yapmam gerekenin bankadaki paramı korumaya almak için başka hesaplara aktarmak olduğunu söyledi. Hesaplarımı aktarma konusunda birkaç soru sorunca işlemi hızla yapmamı, telefonu kapatmamamı, kapanması halinde yine endişelenmemi, beni tekrar arayacağını söyledi. Bundan sonraki yaklaşık iki saatlik süreçte bir kere telefon kapandı, o zaman ben panikle hemen aradım, telefona ulaşamadım, neler oluyor demeye kalmadan yeniden aradı ve hatlarda bir sorun olduğunu söyledi. Bu arada onunla geçen konuşmamız boyunca fonda bir bankanın çağrı merkezine ait bütün sesler (çoğunlukla kadın) vardı, şüphe duymamam için bankacılık tabirleri de keza: Ekranımın açılmasını bekliyorum, üst birimden onay bekliyorum, sizi biraz bekleteceğim özür diliyorum vs. vs.

Para aktarma süreci 

Paraları aktarma süreci ise anlatılması en zor, hayatımda yapmam dediğim kısım: Bana verdiği IBAN adresine önce hesabımdaki aşağı yukarı beş aylık kira bedelimi aktardım.

Ablamla ortak hesap açtırmıştık. Hesaptaki meblağ ablamın 40 yıllık birikimiydi; bana ve İş Bankası’na da güvendiği için böyle bir tercihte bulunmuştuk, benim herhangi bir şeye ihtiyacım olursa ona sormadan çekmem için de açık hesaptı. Bu hesaptan dekontlar savcılıkta olduğu için şimdi net olarak hatırlamadığım dört yıllık asgari ücretten fazla bir miktarı bana Iban numarası söyleyip EFT yaptırdılar. Ben o hesapların 3.kişilere ait olduğunu sonradan öğrendim.  Bu arada sürekli hatta kalmamı işlemi eksik yapmamamız gerektiğini, kredimi durdurmak için de İş Cep üzerinden iptal işlemlerini başlattığını söyledi ve komut vermeye başladı. Dolandırıcı Duygu “Telefonunuza gelen hiçbir kodu bana söylemeyin, şifrenizi değiştirin ve ben dahil sakın kimseyle paylaşmayınız” diye uyardı.

Paranın üçüncü kişilerin hesabına aktarıldığını söyledi ve verdiği bilgileri not alamadan hızlandırdı. Sonradan İstanbul Cumhuriyet Savcısı Cengiz Tüzün’e ifade vermeye gittiğimde “oltalama” taktiğine düştüğümü, bu türden şikayetlerin gün geçtikçe arttığını ve bunun artık bir sosyal mesele haline geldiğini söyledi.

Bir bankada daha hesabım olduğunu görüntülediğini söyledi

Savcı beyin verdiği bu bilgiyle yaptığım konuşmayı hatırlayınca nasıl bir kumpasın içine düştüğümü daha iyi anladım. Dolandırıcı Duygu da önce başka bir bankada daha hesabım olduğunu görüntülediğini söyledi ve sustu. Ben de hemen, “Evet Anadolu Bank’ta var dedim, oraya da girilmiş görünüyor, hemen şifrenizi değiştirin dedi, telefonumdan aynı panikle bankanın aplikasyonuna girdim ve şifremi değiştirdim, oradan da 70 bin tl kredi başvurum olduğunu söyledi, ‘asla böyle bir şey yok’ dedim. Bankada sadece 61 bin liram vardı, bu arada yakın zamanda bu bankadan bir transfer işlemi görüntülediğini, doğru olup olmadığını sordu, bunun da bir başka “olta” olduğunu anlamadan, ‘evet’ dedim ki doğruydu, iki ay önce EFT yapmıştım. Bu sırada Anadolubank’tan da 61 bin liram onların hesabına yattı. İptal işlemini onlar da gerçekleştirmiş oldu.

Bütün bunlar bittikten sonra soyadını sordum, Duygu Arslan olduğunu, yarın sabah 11’deki randevumda dilekçeyi verir vermez işlemin başlayacağını ve aktardığım paraların hepsinin hesabıma tekrar yatacağını ve İş Bankası’nın Siber Suçlar konusunda çok hassas olduğunu söyledi. Kapatırken bu türden dolandırıcılığın çok yaygın olduğunu, telefonumdan ve internet üzerinden tıkladığım linklerin de böyle durumları kolaylaştırdığını, çok dikkatli olmamı söyledi. Özellikle de kimlik bilgilerimi herkesle paylaşmamı da belirtmeyi ihmal etmedi. Basiret bağlanması bitip de korku yönetimine teslim olmam geçtiğinde evde birkaç dakika sessizce bekledikten sonra aynı numarayı tekrar aradım, kapalıydı ve hesabımda sadece 56 TL kalmıştı.

Ertesi sabah erkenden önce savcılığa başvurdum. Savcı beyin uyarısıyla hemen en yakın, Mecidiyeköy adresindeki, İş Bankası şubesine gittim ve o sırada adıma 68 bin 880 TL kredi çekildiğini öğrendim. Bu “kredi borcumu” hemen ödemezsem faiziyle birlikte katlanacağını ama ilk ödeme 3 Ocak olacağı için yeterli zamanımın olduğu söylendi. Yaşadığım sayısız şoklara bir yenisi daha eklenmişti, hemen adliyeye döndüm, savcı beyden istediği dekontları dosyama koymasını rica ettim. O da ilk görüşmemizde bu türden vakalarla çok karşılaştığını, olumlu sonuç almak konusunda umutlu olmamamı, paranın çoktan kripto hesaplara aktarılmış olabileceğini söyledi.

Son olarak İş Bankası Beyoğlu şubesine gittim ve orada müşteri temsilcim olan Esma Bekçi’den de buna yakın bir beyan duydum. Kredi borcumu önce ödemem gerektiğini söyleyince “Bu borç benim değil, ben dolandırıldım. Ayrıca “Niçin bankanızdan hiçbir şekilde kredi başvurunuz alınmıştır” diye bir mesaj gelmedi diye sordum. “İş cep’im de hacklendiği için mesajların direkt dolandırıcılara gittiğini, benim görmemim mümkün olmadığını, belki de böyle bir kumpası eski bir banka çalışanıyla bile yapmış olabilecekleri” ihtimalinden bahsetti.

“Kötülüğü, hıncı, paranın herkesi ele geçiren iktidarını” anlatmak üzerine yazdığım son romanım HınçAhınç için gitmeyi düşündüğüm Trabzon yolculuğum bir yana, karşılaştığım en organize kötülük sayesinde bakkala bile gidemeyecek hale getirdi. İş Bankası’nın bu güvenlik açığından şikayetçiyim, İş Cep nasıl hackleniyor, adıma çekilen 68 bin 880 TL ortak hesabımız olduğu için ablamın cep telefonuna bilgilendirme mesajı olarak gitmiyor, her konu için sürekli arayan banka, bir telefon dahi etmeden nasıl kredi kullandırabiliyor?

Bankanın güvenlik açığı ve hatta belki de çalışan işbirliği olmadan bu türden dolandırıcılıklar yapılabilmesi mümkün değil, dolandırıcılar ve banka hakkında suç duyurusunda bulunacağımı kamuoyuna bildirmek isterim"

Avukat Hürrem Sönmez'in açıklamasına göre,

Bankalar bu türden dolandırıcılıklarda kendilerini tamamen meselenin dışında tutarak hiçbir hukuki sorumlulukları yokmuş gibi davranıyorlar oysa son zamanlarda artan dolandırıcılık vak'aları gelişen teknoloji karşısında bankaların sistem açıklarına dair yeterli güvenlik önlemi almadığını, buna ilişkin yeterli yatırımı yapmadığını ortaya koyuyor, zaten son derece ağır ekonomik koşullarda yaşamaya çalışan yurttaşın bankaya güvenerek teslim ettiği birikimi artık bankanın zilyedliğinde ve sorumluluğundadır.

Aynı şekilde kişisel ve finansal bilgilerini koruma yükümlülüğü de bankanındır. Ancak ne yazık ki bireyin haklarını korumak anlamında daha hassas davranması gereken mahkemeler yurttaştan değil ekonomik olarak güçlü konumda olan bankalardan yana karar vermek yurttaşın da yasal muhatabının belki de asla izine rastlanamayacak dolandırıcılık çeteleri olduğunu söylemek gibi bir kolaycılığa kaçıyor. 

                                                        /././

Orta Doğu’da Arap sonbaharı -Akdoğan Özkan-

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

BİR/ SURİYE - Geçen hafta sonunun başında, Suriye sahasına format atılmış ve takvimler Beşar Esad’ın çaresiz kaldığı ve ülkeyi terk etmeye hazır olduğunun düşünüldüğü bir tarihi momentte ülkeye davet edilmiş Rusya Ordu birliklerinin sahaya indikleri 2015 yılına döndürülmüş gibi bir durum vardı. Rusların ve İran/Irak destekli Şii milislerin Suriye hükümet güçlerine coğrafi kazanım anlamındaki katkıları sıfırlandırılmış ve Şam (!) yönetimi Lazkiye ve Tartus’a sıkıştırılmış gibiydi. 21. yüzyılın İkinci Kongo Savaşı’ndan sonraki en kanlı savaşında silahların yıllara yayılan suskunluğunun akabinden çok değil daha iki hafta önce kimsenin öngöremeyeceği bir duruma gelmiştik. Yarısı sivil 600 bini aşkın insanın öldüğü, 6 milyonun üzerinde insanın yerinden yurdundan olup sığınmacı konumuna düştüğü bu korkunç trajedide son sözü – şimdilik- “saha” değil “masa” söylemiş görünüyor. Bu durum kendilerini Suriye’de muzaffer olarak ilan edenleri sevindirecek olsa da önümüzdeki dönemde yaşanabilecek zorunlu göç, etnik mübadeleler, katliam vd. artçı sarsıntılar vicdan sahibi her insanı üzmeyi sürdürecek. Ama bugün bakıp görünenin ötesinde bölgesel ve küresel sonuçları olacak bir sarsıntı yaşandığını hissediyorum. Soru şimdi şu: Suriye’deki bu şiddetli sarsıntı asıl deprem mi, yoksa öncü mü?

İKİ /RUSYA - Geçen haftaki yazımda Rus askeri komutanlarının Suriye Arap Ordusu birliklerine cihatçı güçlerin ilerleyişinin önünden çatışmadan çekilmeleri talimatını vermiş olabileceklerini yazmıştım. Şu an çok net görülüyor ki, masada sanki belirli mutabakatlara varılmış sahada da o uygulanıyor, yani bölgelerin devri gerçekleşiyor, sadece kararlaştırılmış “kırmızı çizgiler” aşıldığında ceza kesilebiliyor. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un İranlı ve Türk mevkidaşlarıyla Katar’ın başkenti Doha’da 7 Aralık’ta yaptığı Astana formatlı toplantıdan sonra söylediği, “Suriye hükümetiyle meşru muhalefeti arasında diyalogdan” yana olduğuna yönelik açıklaması ve diplomasiyi işaret ederek askeri seçeneği dışarda bırakan ifadeleri, Rusların Şam yönetimine karşı en hafifi tabiriyle bir “tutum değişikliği” içinde olduklarını gösteriyor. (Bunun Zelenski için ne anlam ifade ettiğini önümüzdeki ay daha rahat göreceğiz, sanırım.)

ÜÇ/ İRAN - En temelde görünen o ki Beşar Esad’a babasından miras kalmış Şam – Tahran ittifakı, Orta Doğu’nun güçler dengesinde özgül ağırlığının üzerinde bir yük oluşturdu ve bırakın ABD, İsrail ve Türkiye’yi, Rusya da artık bu yükü taşımakta zorlandı ve şu son “masa” muhtemelen böyle kuruldu. İsrail’in minimum 3 bin 500 Hizbullah milisinin hayatını kaybettiği, iki katı kadarının yaralandığı Lübnan işgali sonrasında ani bir şekilde Tahran’ı Bağdat, Şam ve Beyrut’a bağlayan karayollarındaki denetimin Suriye hükümetine bağlı birliklerin elinden çıkmasıyla birlikte o yük artık Bağdat ve hatta Tahran yönetimlerinin de taşımakta çok zorlanacağı bir “noktaya ulaşmış olmalı.

Tahran nüfuzunun en somut temsilcileri olarak gösterilen İran yanlısı milisler bugün Suriye – Irak sahasından atıldılar ve atılıyorlar. Onun kadar önemli bir husus da, Rusya’nın desteğini sahada göremeyecek olan İran yanlısı Şii milislerin de bu durumu büyük ölçüde kabullenmiş olmaları.

Ama kabullenemeyenler de var. İran Meclis Başkanlığı Üyesi Ahmed Naderi, sosyal medya hesabından 6 Aralık tarihinde yaptığı bir paylaşımda“Suriye çöküşün eşiğinde ve biz soğukkanlılıkla izliyoruz. Şam düşerse, Lübnan ve Irak'ı kaybedeceğiz ve sınırlarımızda düşmanla yüzleşmek zorunda kalacağız. Suriye'yi korumak için çok kan verdik. Bu sessizliğin nedenini anlamıyorum ama her ne olursa olsun, ülke için iyi değil. Çok geç olmadan bir şeyler yapılmalı,” diyordu.

İranlılar Şam’ın düşmesiyle birlikte sadece Suriye’yi değil Beyrut’u ve Irak’ı da yitirebileceklerinin farkındalar. Akdeniz ile bağlantısı kopmuş, Ortadoğu'daki milislerini ve nüfuzunu yitirmiş bir Tahran için bundan sonrası henüz belirsiz. “Kanadı koptuğu” varsayılarak İsrail için artık bir risk oluşturmadığı mı düşünülecek yoksa “hazır kendi köşesine sıkışmış iken bir ‘yamuk yapmasını’ bekleyip kendi topraklarında indirici son bir darbe vuralım,’ diye mi bakılacak, bilmiyorum. Ancak Donald Trump’ın ekonomik mengeneyi sıkacağı yönündeki uyarılarıyla karşı karşıya kalan Tahran yönetiminin önünde, ya yeni ABD yönetiminin sert şartlarını dayatacağı bir nükleer anlaşmaya razı gelmek ya da nükleer savaş doktrininde gerilimi tırmandırıcı bir güncellemeye gitmek gibi iki seçenek olduğu net olarak görülüyor. Yani, tehlikeli bir kavşak söz konusu burada… İran Meclis Başkanlığı Üyesi Naderi’nin dünkü sosyal medya paylaşımı tehlikelin boyutuna işaret eden türden:

Suriye, Batı medyası tarafından yeniden markalaştırılan Müslüman Kardeşler-Selefi ittifakının eline düştü. (…) Nedenleri sonraya bırakalım. Esad, özellikle BAE olmak üzere, Basra Körfezi ülkelerine güvenmemeliydi... Bundan sonra İran'ın stratejisi iki hususu temel almalıdır: 1) Yaralı Direniş Cephesi’nin canlandırılması. 2) Atom bombası testi.”

Evet, İranlılar en nihayet “atom bombası denemesinden” söz ediyor. Tel Aviv, Tahran’ı işte şu noktaya getirmek için çok ama çok çaba sarfetti. Zil takıp oynayabilir, Trump’a Tahran’ı işaret edebilir artık. Kısacası, kötü günler bitti belli ki, şimdi sırada daha kötü günler olabilir.

DÖRT/ IRAK - Bugün görüyoruz ki, Suriye Arap Ordusu’nun müttefiki olan Şii milisler, 2017 yılında IŞİD’den temizlenerek zorlukla ele geçirilmiş El Kaim gibi Suriye – Irak sınır kapısını dahi terk ederek Irak içlerine çekilmiş durumda. Bazı Suriye Arap Ordusu askerleri de aynı çekilmeyi yapıyor. Irak Başbakanı Muhammed Şiya Sudani’nin, 6 Aralık’ta yaptığı ve” Suriye'nin birliği, güvenliği ve istikrarından yana olduğunu” bildirdiği açıklaması ve “çözüm için insani yardım ve diplomatik çabalarını sürdüreceklerini” kaydetmesi, aslında Şam ve Tahran’ın “askeri destek” çağrılarının reddine işaret ediyordu. Başbakanın bu ifadeleri “Sünni-Şii çatışmasından çok çekmiş bir ülke olarak gerilimin bize de sıçratılmasından korkuyoruz, biz askerî olarak artık bu işte yokuz” olarak okunacak türden. Üstelik, Suriye'de Halep'in ardından Hama'yı, Humus’u ve Şam’ı da alan Heyet Tahriru’ş Şam'ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed Cevlani, Irak Başbakanı Şiya Sudani'yi, IŞİD'le savaş sırasında İran desteğiyle kurulmuş ve Irak Silahlı Kuvvetleri'ne bağlanmış Halk Seferberlik Güçleri'nin (Haşdi Şabi) Suriye'ye müdahale etmesine izin vermemeye çağırmışken. Bir gün önce de Sudani Cumhurbaşkanı Erdoğan ile telefon görüşmesi yapmış iken!

Kesin olmamakla birlikte Irak’ın da Suriye’den sonra karışması ve bu ülkedeki İran nüfuzunu da sıfırlamayı hedefleyen bir isyan ya da darbe girişimine tanık olmamız mümkün. Kolay alev alır bir zemine sahip Orta Doğu’da bir şeyler masada kurgulanıp, birilerinin eline silah verince tabii her şey mümkün.

BEŞ/ İSRAİL – Sonuçta Suriye’de bu olan bitende epey kaybeden olduğu görülüyor. Ancak ortada bir İsrail- Rusya- Türkiye mutabakatı olsa dahi en muzaffer aktörün İsrail olduğuna şüphe yok. Gelgelelim İsrail için “mesele kapanmıştır” denilecek noktadan da çok uzağız. İran’ı bölgeden atan bir kurgunun oyun kurucularından biri olarak Tel Aviv’in arkasına yaslanmadan önce emin olmak isteyeceği daha epeyce husus olacaktır. Birincisi, Suriye’yi terk etmek durumunda kalan Şii milislerin, ayrıca silah ile mühimmatlarının Lübnan’a nakline engel olmak isteyecektir. İsrail Hava Kuvvetlerinin bu hedefe yönelik hava saldırılarının sürdüğünü görüyoruz. İkincisi Şam yönetiminin sahip olduğu stratejik silah ve mühimmatın cihatçı güçlerin eline geçmesini de istemeyecektir. Bu anlamda da sahayı kolluyor, gerektiğinde bu silah ve mühimmat depolarını da imha etmek üzere tetikte bekliyordur. Üçüncüsü, tüm bu olup bitenler karşısında “güvenli bölge” ihtiyacının doğduğunu düşünmesi olacaktır.

İsrail’in Suriye’ topraklarına yönelik tasarrufu, stratejik Golan tepelerini işgal altında tutmakla sınırlı olmadı. Tel Aviv, Suriye topraklarında güvenli bölge/tampon bölge oluşturmak ve zamanla sınırlarını -belki Dera, Kuneytra ve hatta Suveyda’yı da içerecek şekilde- Golan’ın da ötesine geçmek üzere genişletmek için zaman kolluyor olabilir. Şu an sanki baş aktörmüş gibi (!) cihatçılardan rol çalıp sahaya inmesi “hoş olmaz,” “iyi görüntü vermez,” belki ama Dera ve Süveyda’yı Suriye ordu birliklerinin çekilmesiyle teslim almış olan cihatçı güçler kimi yerlerden buraları İsrail’e bırakırcasına çekilirse şaşırmamak lazım. Zaten çekilmezlerse de, İsrail arzuladığı tampon bölgeyi kurmak üzere bizzat sahaya inip, affedersiniz (!) zor kullanmak durumunda kalabilir.

İsrail’in bu yöndeki planları yeni değil. Suriye’nin güneyinde 40 km derinliğinde bir tampon bölge oluşturmayı planladığı ve bu amaçla bazı cihatçı gruplarla iş birliği yaptığını bizler ilk olarak 2018’de öğrenmiştik. ABD merkezli bir “yeni medya” kuruluşunda altı yıl önce “Israel’s ‘Safe Zone’ is Creeping Farther Into Syria başlığıyla kaleme alınan bir makalede, Tel Aviv yönetiminin bu amaçla üç aşamalı bir plan geliştirdiği de vurgulanıyordu. Plan uyarınca küçük bir İsrail birliği ile istihbarat personeli 2017 yılı Temmuz ayında Suriye’nin Ürdün sınırına yakın Batı Dera kırsalına geçmiş ve ABD ile Ürdün’ün desteğiyle Dera ve Kuneytra bölgesinde savaşmakta olan Liva Ceydur Horan ile Ceyş’ül Ebabil adlı iki Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) grubunun komutanlarıyla buluşmuştu. İddiaya göre, İsrailli yetkililer Eylül 2017’de de Liva Caydur, Fursan el-Culan ve Suriye Devrimciler Cephesi (Cebhet Suvvar Suriye) gibi (Ankara desteğindeki eski Özgür Suriye Ordusu yapısıyla karıştırılmaması gereken bir başka silahlı yapı olan) ÖSO gruplarıyla Kuneytra’nın güneyindeki Rafid kasabasında görüşmeler gerçekleştirmişti. Bir ÖSO komutanının Intercept’e aktardığı bilgilere bakılırsa, ülkenin güneyinde hükümete karşı savaşan ÖSO militanları, Ürdün’deki ABD Askeri Operasyon Merkezi (MOC) kendilerine yönelik askeri desteğini kestikten sonra gerek silah ve teçhizat gerekse de parasal desteğini İsrail’den karşılama yoluna gidiyorlardı. İsrail ordusu söz konusu güvenli bölge oluşturma planının ikinci safhası için Fursan el-Culan örgütünün militanlarından oluşan 500 kişilik bir grubu sınır muhafız gücü olarak konuşlandırmak üzere bir eğit/donat programı dahi yürürlüğe koymuştu. Sınır muhafızlarının Golan Tepeleri’nin Suriye tarafındaki Dürzi kenti Hadar’ın güneyinden başlayarak, güneye doğru inen, ÖSO denetimindeki Cubata el Keseb, Ber Acem, Hamidiye ve Kuneytra’nın güney kırsalındaki Rafid kasabasına kadar olan hat üzerinde devriye görevi yapacağı ileri sürülüyordu. İsrail’in planın üçüncü aşamasında da güvenli bölgeyi 40 km derinliğe ulaştıracağı savunuluyordu. Tel Aviv’in ÖSO ile ilişkisi de o zaman da çok yeni ve çok sürpriz değildi.

Wall Street Journal gazetesinden Rory Jones, Noam Raydan ve Suha Ma’ayeh, 2017 yılı Haziran ayında yaptıkları “Israel Gives Secret Aid to Syrian Rebels” başlıklı haberlerinde, İsrail’in Suriye’nin güney cephesindeki silahlı gruplara gıda, ilaç ve yakıt yardımının yanı sıra nakit para yardımı da yaptığını ortaya koymuşlardı. Haberde açıklamalarına yer verilen Furkan el Culan grubunun sözcülerinden Mutasım el Culani, “İsrail kahramanca yanımızda durdu. Onların yardımı olmasaydı ayakta kalamazdık,” diyordu.

Nitekim İslamcılar ne Yahya Sinvar, ne Ebu Ubeyde yardım çağrısı yaptığında koşmuşlardı yardıma. Ama Culanilerin Netanyahu planları söz konusu olduğunda neferi gibi hareket edip yardıma koşmaları çok şaşırtıcı değil.

ALTI/ SDG: Pek dikkat çekmiyor ama Kürt milislerin asli unsurunu oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG), Fırat üzerindeki hemen bütün barajları ele geçirmiş ve “su sorununu” çözmüş görünüyor. En kuzeydeki Derbesiye’de bulunan Teşrin barajının denetimini zaten yıllar önce sağlamış durumda olan SDG, son olarak ilerleyerek Tabka barajının da kontrolünü ele geçirdi. Suriye'deki Haseke bölgesinin su ihtiyacının karşılandığı Allouk Su Tesisi bir türlü tam randımanla çalışmıyor, hatta SDG yetkilileri Türkiye’nin kendilerine gelen suyu kestiklerini iddia ediyor, Ankara da bunun “kara propaganda” olduğunu öne sürüyordu.

Ankara destekli Fecr el Hürriyet Operasyon Odası’na bağlı silahlı gruplar SDG’nin direnişine rağmen Halep – Tabka yolu üzerinden Fırat’a ilerlemiş ve Erima, Hamra, Tel Esved ve El Hafsa gibi yerleşim birimlerinde denetimi sağlamış görünüyor. Çatışmalar Menbiç’in girişine kadar gelmiş dayanmış durumda. Ancak Menbiç (bu yazının yazıldığı saatlerde) halen SDG’nin elinde (idi). Ankara’nın gözü kulağı şu sıralar sanıyorum Fırat'ın doğusunda SDG’nin kontrolündeki bölgelerde.  

SDG, aslında 2017 yılında ABD’nin desteği ve yönlendirmesiyle Suriye’nin en büyük petrol rezervlerinden olan, Deyrizor yakınlarındaki El Ömer sahasını kontrol altına aldıktan sonra Fırat nehir boyunca Irak sınırına kadar ilerleyerek bu stratejik ilerleyişini bir sınır kapısı ile taçlandırmak ve Şam’ın Bağdat’a (ve dolayısıyla Tahran’a) açılan kapısını kapatmak, yani Tahran’ın Akdeniz’e ulaşmasını, engellemek istemiş, ancak bunu başaramamıştı.

El Kaim sınır kapısı ile sınırdan önceki son büyük yerleşim olan ve IŞİD denetimindeki son şehir Abu Kemal’in kontrolünün yeniden Suriye Arap Ordusu ve müttefiklerine geçmesinde en büyük desteği, günlerce bölgedeki hedefleri vuran Rus Hava Kuvvetlerine bağlı Tupolev 22M tipi bombardıman uçakları yapmıştı.

Neticede o tarihte sınır kapısına SDG’den önce Iraklı Şii milislerin ulaşması savaştaki kritik bir dönüm noktası olmuştu. İran desteğiyle kurulmuş ve Irak Silahlı Kuvvetleri'ne bağlanmış Halk Seferberlik Güçleri'ne (Haşdi Şabi) bağlı Şii milisler uzunca bir dönem IŞİD’in denetiminde kalan el Kaim sınır kapısının doğu kısmını 2017 yılı Kasım ayında kurtarmış, birkaç gün içinde de Suriye Arap Ordusu sınırın Ebu Kemal’e yakın batı kesimini IŞİD’in elinden almıştı.

Bugün El Kaim sınır kapısı dahi SDG’ye teslim edilmiş görünüyor. İsrail uçaklarının geçen hafta Suriye Arap Ordusu’na ait silah depolarını bombaladığı bir çöl şehri olan Palmira’nın denetimi de hükümet kuvvetlerinin bölgeden ayrılması sonrasında ABD destekli cihatçı grupların eline geçmiş durumda. Palmira’nın kontrolü Fırat havzasından buraya doğru ilerler görülen SDG’ye verilir mi, şu an için bir şey söylemek zor.

Batı’ya, İsrail sınırına doğru bir de El Tenef var. Amerikalılar Şam Yönetimi’nin safında çarpışan İran yanlısı milis güçlerin Suriye’deki ikmal hatlarını gözleme ve engelleme amacıyla, Bağdat -Şam karayolunun üzerindeki El Tenef’te 2016 yılında bir askeri üs kurarak 55 km derinlikte bir tampon bölge oluşturmuştu. Ürdün -Suriye sınırının Suriye tarafının kontrolünü de 2017 yılı Mart ayında ABD ve Ürdün destekli Mahavir el Tavra isimli cihatçı gruba vermişlerdi. Amerikalılar buradaki üsleri vasıtasıyla hem bu örgütü desteklemiş ve bölgeyi gözlemiş hem de güneydeki mülteci kampından Şam Yönetimi’ne karşı savaşacak cihatçı devşirmişti.

Bu savaşın sonunda Şam’da tam bir ABD kuklası bir devlet kurulmazsa, İsrail’in bugün Suriye diye bildiğimiz ülkeyle olan sınırına Kuneytra ve Dera’yı da topraklarına dahil etmiş başka bir devlet ya da federatif yapının yerleşmesinin ihtimal dahilinde olabileceği söylemek mümkün. Bu yapı belki İsrail sınırından Tenef’e, oradan bugünkü Suriye’nin Irak sınırına, oradan da kuzeydeki Deyrizor, Haseke, Rakka gibi bölgelere uzanabilir. Böylelikle Rojava’nın İsrail üzerinden Akdeniz’e açılmas mümkün hale gelebilir. Bu durum, belirli aktörlerce İsrail’in bir anlamda Irak, Türkiye ve İsrail sınırlarına dayanması olarak da okunabilir. Ancak bütün bunlar şu an için sadece spekülasyondan ibaret. Ama HTŞ gibi SDG’nin de yarın adlarının değişeceğini ve Suriye sahasının “yeni şişede eski aktörlerce” dolacağını söylemek sanırım spekülasyon olmayacaktır.

YEDİ/ Suriye, tutuşturma işini NATO ve Körfez monarşilerinin yaptığı bir ateşle dünyanın en yoksul ülkelerinden biri haline gelmişti. Savaşın akabinde ABD’nin uygulamaya başladığı Sezar Yaptırımları yüzünden de Suriye halkı o konumdan çıkamamanın çaresizliği altında ezildi. Bugün bir “masa” kurulmasıyla başta Aleviler, Hıristiyanlar ve diğer azınlıklar için hayatlarından dahi endişe duydukları korkunç tatsız günlerden geçiyoruz. Gazze’de tetiklenen oradan Lübnan’a sıçrayan derken Suriye’yi vuran son sarsıntı, buradan nerelere sıçrayıp ne tür sonuçlara yol açacak henüz bilmiyoruz.

Ama Batı’nın 2021 yılında lacileri giydirip ilk röportajını yaptığı bugünlerde de CNN’e konuşturtup Daron Acemoğlu’ndan kavram devşirterek sekülerlerin yüreğine su serptirircesine “kurumsallık” vurgusu yaptırdığı eski el-Kaideci, neo-Ladinist Colani’ye bağlı güçlerin Şam’da da denetimi sağlamasının ardından, olayların bundan sonraki seyri, umarım en azından Suriyelilerin endişe ve çaresizliklerini sona erdirecek türden olur.

(Not: Bu arada, bütün aktörlere ilişkin analiz yaparken Türkiye’yi atladığım düşünülmesin. Bu gelişmelerin Ankara için anlamını daha geniş yer ayıracak şekilde önümüzdeki haftaya bırakıyorum. Ama tüm bu gelişmeler içinde en büyük “devrimci” kahraman olarak görülen HTŞ lideri Ebu Muhammed el Colani’nin muamma olduğunu dile getirenler de var. Colani kim, eski ama hiç eskimemiş “El Nusra'nın Colani'si, Nusret'in Cevlâni'si” başlıklı bir T24 yazımı hem bu çerçevede bilgilenmek hem de Orta Doğu'nun sorunlarına uzaklığımızın acizliğini görmek için okuyabilirsiniz.)(https://youtu.be/KG9kJVsHtr4)

                                                                 /././

Barış iki tarafı da mutsuz ederse gerçek barıştır: İrlanda örneği -Eray Özer-

Barış masası her canın yandığında kolayından terk edilmez. Aksi takdirde savaş çok geçmeden hortlar, üstelik bu kez çok daha şiddetli ve yıkıcı olur.

“Barış” güzel bir kelime. Çıktığı ağzı ve muhatabını iyi, güvenli hissettiren bir sıcaklığı var.

Kökeninde Eski Türkçe “bar-” yani “gitmek” fiili var.

Barışmak “karşılıklı gitmek” anlamına geliyor.

Yani bir bakıma bir adım sen atacaksın, bir adım karşıdaki atacak; böylelikle ortada bir yerde buluşacaksınız.

Karşınızdaki adım atarken işler kolay. Onun size doğru geldiğini görmek iyi hissettirecek. Karşıdakini değişime zorladığınızı bir kez daha fark edecek ve verdiğiniz mücadelenin amacına ulaştığını göreceksiniz.

Fakat sonra adım atma sırası size gelecek. İşte burası biraz zor. Düşündüklerinizden, yaptıklarınızdan bir miktar taviz vermeniz gerekecek. Biraz hüzünlenecek, biraz mağlup hissedeceksiniz. Buna rağmen barışa ulaşmak adına bir adım atmaya cesaret edeceksiniz.

İşte bu yüzden barışmak güzel ama uygulanması zor bir eylemdir.

En ideal ve kalıcı barışa, iki tarafın da memnuniyetsizlik yollarından yürümeyi kabul etmesiyle ulaşılır.

Büyük barışmaların ardından büyük kutlamalar tam da bu nedenle yapılır: Taraflar yürüdükleri o sancılı yolu unutsunlar diye.

Şenlikler düzenlenir, sofralar kurulur, şarkılar söylenir.

Yıllardır mücadelesini verdiğin davada artık aynı noktada değilsindir ve bunun acısı pansuman gerektirir.

Kuzey İrlanda’da öldürmenin ve hafızanın gerçek öyküsü

Bir dizi izledim yakınlarda. Çok satan ödüllü bir kitabın uyarlaması. Disney+’ta yayımlanan dizinin de diziye ilham olan kitabın da ismi “Say Nothing” yani “Hiçbir Şey Söyleme.” Kitabın alt başlığı “Kuzey İrlanda’da öldürmenin ve hafızanın gerçek öyküsü.”

Yazarı Patrick Radden Keefe İngiltere, Kuzey İrlanda ve İrlanda Cumhuriyeti arasında 1960’ların sonlarından bu yana devam eden kavgayı iki kız kardeş ve bir öldürülme vakası üzerinden anlatıyor.

O coğrafyada “The Troubles” olarak bilinen bu kavga, uluslararası alanda ise “Kuzey İrlanda Sorunu” olarak biliniyor.

Özetlemek gerekirse İngiltere’ye daha doğrusu Birleşik Krallık’a bağlı İrlanda adasının kuzeyi (bu bölgeye de Ulster deniyor ama bugün Kuzey İrlanda’daki devlet Ulster sınırlarını tam olarak kapsamıyor) ve tabii ki Birleşik Krallık’ın merkez yönetimi ile İrlanda Cumhuriyeti arasında 38 yıl devam etmiş bir kavga bu.

The Troubles’ın aynı zamanda dini bir yanı da var. Kavgayı Kuzey İrlanda’nın Birleşik Krallık’ı destekleyen Protestanlarıyla o bölgede sıkışan bağımsız İrlanda yanlısı Katolikler üzerinden okumak da mümkün.

Tartışmaların odağında ise Kuzey İrlanda’nın başkenti Belfast yer alıyor. İrlanda Kurtuluş Ordusu’nun (IRA) Belfast bölümü eylemlerine özellikle 1970’lerden sonra hız veriyor ve İngiltere adası dahil tüm coğrafyada pek çok silahlı eyleme imza atıyor.

Belfast bugün hala bir duvarla ikiye bölünmüş durumda. Sadakatçiler ile Cumhuriyetçilerin mahallelerini bugün bile bu duvar ayırıyor.

Kuzey İrlanda Sorunu’nun tam olarak çözüldüğünü söyleyemeyiz ancak 1998’de imzalanan “Hayırlı Cuma Anlaşması”yla (Good Friday Agreement) en azından kanlı dönem sona eriyor.

3500’den fazla insanın ölümüyle sonuçlanan sürecin sonunda Kuzey İrlanda’nın statüsü belirleniyor ve o bölgedeki Ulster Sadakatçileri olarak bilinen yapının İngiltere’nin bir parçası olduğu karara bağlanıyor.

Bunları bir kenara not düştükten sonra biz yine dönelim dizimize, yani aslında kitabımıza.

IRA’in bile utançla andığı bir cinayet ve iki kız kardeşin öyküsü

Say Nothing, IRA’in Belfast yapılanmasını ve bu yapılanmanın silahlı mücadelesini örgüt üyesi iki kız kardeş ve IRA’in bile utançla andığı bir zalim cinayet üzerinden anlatıyor.

Kız kardeşlerin isimleri Dolours ve Marian Price. İngiliz ajanı olmakla itham edilerek IRA tarafından evinden alınıp katledilen on çocuk annesi kadın ise Jean McConville.

Anne ve babaları da İrlanda kurtuluş hareketinin içinden gelen Price kardeşler IRA’in Belfast yapılanmasında merkezi bir rolde yer alıyor. İkiliden özellikle Dolours örgütte daha üst bir pozisyonda. 1973’te Londra’da gerçekleştirilen bombalı araç saldırısı gibi büyük eylemleri onun organize ettiği biliniyor.

Say Nothing’in hikayesinin merkezinde Dolours Price ve IRA’nın bir başka üst düzey yöneticisi Brendan Hughes’un Belfast Projesi isimli çok özel bir sözlü tarih çalışmasında ölmeden önce yayımlanmamak şartıyla verdikleri ifadeler yer alıyor.

Belfast Projesi sahiden çok ilginç bir sözlü tarih çalışması. Projenin amacı Kuzey İrlanda’nın kanlı tarihine ışık tutmak. 2000 yılından 2006’ya kadar süren röportajlarda IRA mensuplarının röportajları kaydediliyor ve röportajlar ancak bu isimler öldükten sonra yayımlanmak üzere ABD’deki Boston College’ın arşivinde kimseyle paylaşılmamak üzere koruma altına alınıyor.

Fakat bu koruma uzun süremiyor. Kuzey İrlanda polisi maktul Jean McConville’in ölümüyle ilgili adli soruşturma kapsamında kayıtları ABD’den talep ediyor. Amerikan yargısı da “Söz konusu bir devletin cinayet soruşturması olduğunda akademik vetonun geçerliliği kalmaz” diyerek kayıtları Kuzey İrlanda’yla paylaşıyor.

İşte Say Nothing kitabının yazılması da bu kayıtların açığa çıkmasıyla mümkün hale geliyor.

“Verilen her karar Gerry Adams’tan geliyordu”

Belfast röportajları açılınca Dolours Price ve Brendan Hughes’un o dönem IRA’in Belfast yapılanmasının başında bugün İrlanda siyaseti için çok önemli bir ismin, Gerry Adams’ın olduğuna dair ifadeleri ortaya çıkıyor.

Röportajlara göre 1970’lerde gerçekleştirilen tüm kanlı eylemlerin emri bizzat Adams tarafından veriliyordu. Örgütün en tepe yöneticisi olarak onun dışında birinin emriyle silahlı eylemlerin gerçekleştirilmesi ve hatta Jean McConville cinayeti gibi acımasız cinayetlerin işlenmiş olması mümkün değildi.

Adams sıradan biri değil. 1983’ten ta 2018’e kadar İrlanda’nın en güçlü siyasi hareketi olan Sinn Fein partisinin başkanlığını yapmış, Hayırlı Cuma Anlaşması’nın mimarı, bugün hala gölgesi Sinn Fein’in üzerinde dolaşan bir isimden bahsediyoruz.

Adams kendine yönetilen “eski IRA üyesi” suçlamalarını bugün bile asla kabul etmiyor, inatla reddediyor. Bu inkara rağmen Birleşik Krallık’ta ve İrlanda’da Gerry Adams’ın eski bir IRA üyesi olmadığını düşünen pek yok. Yani aslında onun eski bir IRA’li olduğu bilinen ama gerekmedikçe yetkililer tarafından dile getirilmeyen bir gerçeklik.

Fakat ortaya çıkan Belfast Projesi röportajlarından Adams’ın alelade bir üye olmadığını, Belfast yapılanmasının en tepe ismi olarak tüm eylemlerin emrini bizzat verdiğini öğreniyoruz.

Adams röportajlar ortaya çıkınca 2014’te McConville cinayetiyle ilgili suçlanıyor ve gözaltına alınıyor ama yargılanmıyor.

2018’de kitabın, geçtiğimiz günlerde ise dizinin yayımlanmasıyla birlikte İngiliz ve İrlanda kamuoyunda fırtınalar kopuyor fakat Adams bu konudaki sessizliğini korumayı sürdürüyor.

Buna karşın Adams’a ilişkin herhangi bir yargılama, bir soruşturma emaresi de yok.

İşin çarpıcı yanı Price kardeşlerden bugün hayatta olan Marian da dahil olmak üzere bir grup eski IRA üyesi Adams’ı davayı satmakla suçluyor. Keza ölümlerinden önce Belfast Projesi’ne konuşan Dolours Price ve Brendan Hughes da aynı şekilde Gerry Adams’ın hain olduğunu, Hayırlı Cuma Anlaşması’nın İrlanda özgürlük hareketinin tüm amaç ve hedeflerine ihanet ettiğine inanıyorlardı.

Bugün hala İrlanda’da Adams’ın bir işbirlikçi, bir hain olduğuna inananların sayısı hiç de az değil.

Yani bir taraf için Gerry Adams eli kanlı bir katil. Diğer taraf içinse düşman için çalışan bir hain ve işbirlikçi.

Peki öyle miydi?

İnanın bilmiyorum. Sanırım bu sorunun cevabı meseleye nereden baktığınızla ilişkili.

Kimine göre barış elçisi, kimine göre hain

Gelelim konunun yazının en başında değindiğim barışma meselesiyle ilişkisine…

Gerry Adams belli ki zamanında kanlı eylemlerin emrini vermiş bir IRA yöneticisiydi. Belli ki, bir noktada İrlanda’daki sorunun daha fazla kanla çözülemeyeceğine kanaat getirdi ve İngilizlerle masaya oturdu.

İngilizler masaya otururken karşılarında tam 1049 İngiliz kolluk gücünün hayatına kasteden emirleri veren adamın oturduğunu biliyordu.

Jean McConville gibi masumlar da dahil pek çok sivil de bu eylemlerde kurban gitmişti.

Buna rağmen sustular, “ama bu adam katil” demediler ve barışa giden o sancılı yolu yürümeye razı oldular.

Öte yanda İrlandalılar Kuzey İrlanda’nın varlığını tanıyan, Belfast’ı Kuzey’in bir parçası olarak İrlanda Cumhuriyeti’nden koparan bir anlaşmaya imza atmaktan belli ki hicap duyuyordu. Bir kısmı Gerry Adams’ın hain, işbirlikçi olduğuna emindi.

Buna rağmen onlar da sustular, “ama bu adam hain” demediler ve tıpkı İngilizler gibi barışa giden o sancılı yolu yürümeye razı oldular.

Demem o ki, barış ancak taraflar yaralarına tuz basmaya razı olduklarında kalıcı hale gelir.

“Gel bakalım genç adam, otur şöyle. Özür dile de seni affedeyim” hissiyatıyla barış yapılmaz.

Yapılsa da kalıcı olmaz.

Biriyle barışmak istiyorsanız sürecin en başında o kişinin sizinle savaşmasına neden olan koşulların en azından bazılarını ortadan kaldırmanız gerekir. Karşınızdakine barışmak için anlamlı bir neden sunmanız gerekir.

Size ağır gelen adımları gönülsüz de olsa atmanız gerekir. Ödün vermeniz, yeri geldiğinde yutkunmanız, acınızı içinize gömmeniz gerekir.

Barış masası her canın yandığında kolayından terk edilmez.

Aksi takdirde savaş çok geçmeden hortlar, üstelik bu kez çok daha şiddetli ve yıkıcı olur.

Barışmak isteyenlere duyurulur.

İyi haftalar…                                        /././

İstanbul'daki Suriyeliler anlatıyor: Dönmek istiyorlar mı, ne zaman?-Candan Yıldız-

Konuştuğum Suriyeliler için ÖSO ya da HTŞ ayrımı yok, onlar Esad’a karşı savaşan muhalifler…

53 yıllık Esad ailesinin iktidarı yıkıldı, savaştan kaçan Suriyeliler İstanbul Fatih’in ana caddelerine aktı.

Kadınlar, genç kadınlar, çocuklar da vardı ama ağırlığını yaşları 14-30 arasında değişen Suriyeli genç erkekler oluşturuyordu.

Genç Suriyeli erkeklerin öfkesi, sevinci tekbir seslerinin arasına karışıyordu. Kimileri de arabalara binmiş yüksek seste Arapça şarkılarla gösterilere eşlik ediyordu.  

İslami derneklerin vakıfların cemaatlerin yoğun olduğu Fatih, Esad’ın devrilmesini kutlayan Suriyelilerle dolup taştı.

Kimi Fatih Camii’nde namaz kıldı, kimi Esad karşıtı grupların kullandığı Suriye bayraklarını vücutlarına sarmış “Colani”, “Özgür Suriye Ordusu” lehine sloganlar atıyordu. Özellikle çocuk ve genç kadınlar da Suriye muhalefetinin bayrağını yüzlerine boyamışlardı. Bazılarının da ojeleri öyleydi…

Fotoğraflar: Candan Yıldız/T24

Zafer duygusu hakimdi hepsinde…  Konuştuğum gençler için Türkiye’nin desteklediği Özgür Suriye Ordusu(ÖSO-SMO) ya da El Kaide ve El Nusra ile yollarını ayıran Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) ayrımı yoktu. Onlar için bu iki örgüt, Esad’ı yenen muhaliflerdi.

Fatih-İtfaiye Parkı’nın ortasındaki Fatih Sultan Mehmet anıtına çıkan gençler, siyasal simge haline dönüşen, ‘Devrimin Bülbülü’ olarak kabul edilen, futbolcu, Esad rejimiyle savaşırken ölen Abdülbasit El Sarut’un da olduğu bayrakları taşıyordu.

Suriyeli gençler El Basut’un olduğu bayrağı taşırken

Halep’ten, İdlib’den, Haseke’den, Rakka’dan, Lazkiye’den, Şam’dan gelen gençlerle konuşurken “Suriye artık bizim, döneceğiz” cümleleri dökülse de, önce bir durumu görmek istediklerini anlıyorum.

Zira bazıları iki ay sonra dönmeyi düşünürken bazıları da bir yıl sonra dönmekten söz etti. Mesela Halep’ten gelen Hasan “Artık sıkıntı yok. Evimiz vardı ama yıkıldı. Babam önden gidip evimizi yeniden yapacak” derken, Fatih’te bir şekerlemecide çalışan başka bir genç “Hangi yönetim olursa olsun Esad’dan iyidir. Dönmek için her şeyin yerli yerine oturmasını bekleyeceğim” sözleriyle dönüşlerin o kadar da hızlı olmayacağına vurgu yaptı.

Şekerlemecide çalışan o genç şeriata dayalı bir yönetimin Suriye’de tutmayacağını çünkü çok kimlikli bir ülke olduğunu, Şam’da yaşarken yakın bir arkadaşının Hristiyan olduğunu bir yıl sonra öğrendiğini söyledi. Bu genç için Esad’ın anlamı şuydu: “Tek adamdı, tek aileydi, ülke bir ailenin çiftliği gibiydi, ayrımcılık vardı, baskı vardı.”

Esad’ın yenilmesi, ülkeyi terk etmesi yetmemiş olacak ki, hesaplaşma ve ölüm sloganları atıldı gösteriler boyunca.

Esad’la büyümeseler bile, Türkiye’ye geldiklerinde çocuk yaşta olsalar da, bir rejimin öyküleriyle büyümüşler.

Konuştuğum 16 yaşındaki Suriyeli bir genç, babasının ‘Terör’ suçlamasıyla 15 yıldır cezaevinde olduğunu, artık öldüğünü sandıklarını ama son olaylardan sonra babasının yaşadığını öğrendiklerini söyledi.

“Ben geldiğimde 1 yaşındaydım. Babam daha aramadı bizi. Bugün arayacağını söylediler.”

Konuştuğum çoğu gencin bir yakını ya cezaevinde ya da öldürülmüş. Bu öykülerle büyümüşler belli ki… Ve çoğu anadilini hiç kaybetmemiş. Kimliklerine dair aidiyetin güçlü olduğu ortak hareket etmelerinden, sevinçteki ortaklıktan, ortak simgeler taşımalarından anlaşılıyordu. 13 yıl önce Halep’ten gelen şu an 29 yaşında olan bir genç de polar şapkalara muhaliflerin Halep Kalesi’ne astığı bayrağın olduğu çıkartmaları yerleştirmiş öyle satış yapıyordu.

 

“Türkiye de benim ülkem. Suriye de… İki ülkem oldu. Dönmeyi düşünmüyorum. İnsanlar artık barış içinde yaşar. İntikam olmayacak çünkü tek düşmanımız Esad’dı. Alevi olanlar Sünni olanlar önceden hep beraber yaşardı. Esad’a karşı savaşanlar iyi insanlar. Esad gidince intikam duygum da kalmadı.”

Genç kadınlarla da konuştum. Çoğu üniversite öğrencisi ya da mezundu. Cihatçı bir örgütün yönetime gelmesinden korkmadıklarını ifade ettiler. Kadınların hayatlarının değişeceğini düşünmediklerinden, Türkiye’de aldıkları eğitimi ülkelerine taşımaktan, ülkelerini yeniden inşa etmekten söz ettiler.

“Halep’ten geldim. Türkiye’de Medipol Üniversitesi’nde eczane hizmetleri bölümünü bitirdim. Babam Özgür Suriye Ordusu’nda savaşçı. Esad gitti, çok mutluyum. Hakkımızı aldık.”

Atlas Üniversitesi’nde mimarlık okuyan bir başka genç kadın da kendisini şöyle ifade etti:

“Hepimiz dönmeyi düşünüyoruz. Çünkü bizim ülkemiz orası… Burada misafir kaldık, uzun bir misafirlikti… Irkçılık yaşadım, bu nedenle iki kez üniversite değiştirdim. Ama ev sahibimiz çok kibar ve tatlı bir insan. Böyle insanlar da var.  Şam’da Daria’da evlerimiz arazilerimiz var. Bir yıl sonra herkes evine gider. Artık Türkiye’dekiler bize misafir olarak gelir.”

Eczacılık mezunu başka Suriyeli genç bir kadın da ülkesine hizmet etmekten söz ederken yanında Nujin isimli, lise öğrencisi kardeşinin cümleleri umut vericiydi.

“Hizbullah, Rusya, İran çekilince aniden bu gelişmeler olunca bu bizde biraz şüphe uyandırdı. Başka ülkeler yeniden devreye girmezse halk barış ve adalet isteyecektir. Hepimiz dersimizi aldık. Bir daha aynı şeyleri yaşamak istemezler diye düşünüyorum. Suriye artık bizim. Önümüz açık. Suriye orada doğan herkesin. Sadece Arapların, Sünnilerin değil. İnşallah yeniden Suriye olabileceğiz.”

Konuştuğum herkes Türkiye’ye teşekkür etti. Erdoğan sevgisi de güçlüydü.

 

Şam’dan Türkiye’ye sığınan Suriyeli komşusunun sevincine ortak olmak için Fatih’e gelen birinin sözleri de Türkiye kamuoyunun son gelişmelere dair ne düşündüğünün tercümanı gibiydi:

“Suriyeliler çok iyi insanlar, döndüklerinde ekonomik ilişkilerimiz de çok iyi olacak. Zeytinyağını daha ucuza alacağız. Türk bir iş insanı arkadaşım beni aradı. İdlib’deki Türk bir arkadaşının kumaş fabrikasını Halep’e taşıyacağını söyledi.”

Bu durumdan Türkiye kamuoyu da memnun. Zira bir kadın “Artık herkes kendi kültüründe yaşamalı. Orada evlenmeli, orada doğurmalı” dedi.

Fatih’teki kalabalığı gören yaşlı bir kadın da “Bu kadar varlar mıydı, fakirleştik, bunlar Türkiye’nin rızkını yiyorlar” derken, Siirtli Arap olduğunu söyleyen bir erkek kadına karşı çıkarak “Hepimiz Müslümanız, Esad gitti çok sevindik. Artık geçici hükümetimiz var. Başında Abdurrahman Mustafa ( Suriye Geçici Hükümeti Başkan) var. Allah Reisi başımızdan eksik etmesin.”

Şu notu düşmem gerekiyor… Genelleme yapmak değil amacım… Ama barış ve birlikte yaşama dair vurgu daha çok Suriyeli genç kadınlardan geldi.

Baskı ve tek seslilikle özdeş Baas rejiminin son kalesi de böylece yıkıldı. Türkiye’deki Suriyeliler ise bir süre gelişmeleri izleyecekler.  Konuştuğum bir Suriyelinin “Yorgunuz” kelimesi ortak duygu gibi…

Ancak Göç İdaresi Başkanlığı'nın kasım ayı itibarıyla sayılarını yaklaşık üç milyon olarak verdiği Türkiye'deki Suriyelilerin ne kadarı döner ne zaman döner henüz belli değil. Belli olan, bugünden yarına kitlesel dönüşler beklemenin gerçekçi olmadığı...

Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı+Gündem" -22 Haziran 2025-

Lokomotifler kıskaçta -Havva Gümüşkaya- Lokomotif sektörlerde üretim çarkları yavaşladı, istihdam azaldı, siparişler düştü ve konkordato baş...