/././
Trump dönemi daha başlamadan çok aydınlatıcı tartışmalara yol açıyor -Ergin Yıldızoğlu-
Trump’ın başkanlık görevine fiilen başlayacağı gün hızla yakınlaşırken liberal çevrelerde, sol içinde, “Bu duruma nasıl geldik”, “Bundan sonra ne olacak olacak” soruları yine gündemde. Bu sorular, ekonomizm ve popülizm üzerine aydınlatıcı bilgiler üretiyorlar.
‘GALİBA HER ŞEY EKONOMİ DEĞİLMİŞ!’
Liberal çevreler, Biden’ın ekonomi politikalarının, iş yaratma, yeniden sanayileşme ve korumacılık, “altyapıyı” onarma, küresel ısınmaya karşı önlem alma, ABD ittifaklarını pekiştirme alanlarında başarılı olduğuna inanıyorlardı. Sol kesim bu ekonomi politikalarının, yetersiz olduğunu vurguluyor ancak, çok uzun zamandır ilk kez karşılarında, sendikaları ve sendikalaşmayı desteleyen bir başkan olduğunu da kabul ediyordu. Biden döneminde Starbucks ve Amazon gibi dev “zincirlerde”, hatta bilgisayar oyunları sektöründe sendikalaşma yönünde ciddi adımlar atılmıştı.
Kuttner, Krugman gibi saygın ekonomistler de “Biden’ın neoliberalizmden uzaklaşma anlamına” gelen ekonomi politikalarının, işçi sınıfın neoliberalizme, küreselleşmeye karşı tepkileriyle aynı frekansı paylaştığına işaret ediyorlardı. Bu yorumların mantıki sonucu olarak işçi sınıfının tercilerinde Biden’a doğru bir kayma yaşanması gerekiyordu.
Bu hafta The New Republic’te aktardığı gibi, yeni iş yaratan sanayi yatırımlarından, devlet desteklerinden en fazla yararlanmış, Lordstown; fort Valleyn-Georgtown; Menominee-Michigan; Kokoma-Indiana; Manitovac&Miwokee-Wisconsin gibi kentlerde, işçi sınıfı oylarında, oy kayması Biden’dan Trump’a doğru gerçekleşmiş. TNR, yorumunu “Ekonomik taleplerle ile işçi sınıfının sağa kayışı durdurulabilir savı, denendi ve pratikte açık bir şekilde başarısız oldu” diyordu.
POPÜLİZMİN SINIRLARI
Popülizm, birçok sınıfa birden dayanan bir siyasi harekettir. Çıkarları birbiriyle çelişen sınıfları bir araya getirmenin yolu, sınıf çelişkilerine karşın, ortak çıkarların varlığına ilişkin, realiteyle kısmen bağları olan söylemlerden, bu söylemlerin vaat ettiği “birliği” bedeninde temsil edecek güçlü (her şeyin en iyisini bilen) bir liderden geçer.
MAGA (Make America Great Again), sanayi işçilerini, kırsal orta sınıfı, beyazları, Latin Amerikalı göçmenleri, siyahları, Trump, Musk gibi süper zenginleri kapsayan popülist bir hareketti. Bu karmaşık yapının parçaları, kesimden kesime ağırlığı değişen dinci, ırkçı, homofobik, patriarkal, “serbestiyetçi” söylemler birbirine yapışarak bir bütünsellik taklidi yapabiliyordu.
Geçen hafta MAGA içinde hareketin ideologlarından Steve Bannon ile Trump’ı finanse eden sermaye kesimlerinden Elon Musk arasında göçmenler sorununda patlak veren, ağır küfürlerle devam eden tartışma farklı çıkarlara, değerlere sahip sınıfları birbirine yapıştırmanın sınırlarını da ortaya koydu. Musk, egemen sermayenin gereksinimleri doğrultusunda, yüksek vasıflı göçmenlere verilen vizenin kapsamının genişletilmesini istedi. MAGA’nın önde gelen isimleri sert biçimde karşı çıktılar. Bunlara ağır küfürlerle cevap veren Musk’ın yanı sıra, bir başka milyarder, Hint asıllı Vivek Ramaswamy tartışmaya uzun bir teweetle katıldı:
“Amerikan kültürümüz çok uzun zamandır mükemmeliyet yerine vasatlığı yüceltiyor... Matematik olimpiyatı şampiyonu yerine balo kraliçesini ya da okul birincisi yerine sporcuyu kutlayan bir kültür en iyi mühendisleri üretmeyecektir... Whiplash gibi daha çok film, daha az ‘Friends’ tekrarı. Daha fazla matematik dersi, daha fazla hafta sonu bilim yarışması, daha az cumartesi sabahı çizgi filmi. Daha çok kitap, daha az televizyon... Daha fazla müfredat dışı etkinlik, daha az ‘alışveriş merkezinde takılma’”. Bunlar, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerika’nın hegemonya anlatısının köşe taşı olan “American way of life” (Amerikan yaşam tarzı) gibi “kutsal” bir fanteziyi hedef alıyordu.
Böylece, MAGA tabanının liderleriyle, Bannon’ın deyimiyle teknolojik feodalizmin oligarşisi arasındaki tartışma daha da keskinleşti. Trump kesin bir tavır sergileyemezken Bannon, Musk için, tarihin en ırkçı ülkesi Güney Afrika’dan gelmişi berbat ırkçı adam seni Beyaz Saray’dan kovduracağım diyordu. Böylece MAGA üzerinde kurulmuş popülizm de sınıf çelişkilerinin basıncı altında bölünmeye başlıyordu.
/././
Kültür savaşlarını kaybeden geleceğini de kaybeder -Ergin Yıldızoğlu-
Türkiye’de siyasal İslamın iktidara gelme, toplumu yeniden şekillendirme süreci, kültür savaşlarında biteviye yeni mevziler kazanmasıyla ilerliyor. Sol hareket, Aydınlanma geleneği bu kültür savaşlarında sürekli mevzi kaybediyor.
ÖNEMLİ BİR ZAAF
Her sosyal formasyonun iktidar ilişkileri ekonomik ve kültürel üretime, ekonomik kültürel ilişkilerin yeniden üretimine dayanarak ayakta kalır. Sosyalist hareket, kapitalist üretim tarzının 19. yüzyılda, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, etkili, hatta başarılı olmuş bir pratiğin mirası olarak “altyapı” (ekonomik ilişkiler) “üst yapıyı” (ideoloji, kültür, hukuk: simgesel olanlar) belirler anlayışıyla kültürel üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin sorunlarını hemen her zaman ikinci plana atıyor, hatta ihmal ediyor, pratiğini ekonomik ilişkiler (grev direniş, ücret sendikalaşma) üzerinde yoğunlaştırıyor.
Bu durumun üzücü sonuçları iki eksik kavrayışa dayanıyor. Birincisi, “altyapı”, “üst yapıyı” belirler savına ilişkindir. Gerçekte, her ikisi de karşılıklı etkileşimden öte, tek bir “tözün”, toplumsal artığa (kapitalizmde artıkdeğer) el koyma biçiminin tarihsel varoluş tarzlarının ifadeleridir: Ekonomik olan siyasidir, siyasi olan ekonomik ve her ikisi de ideolojik (kültürel). İkincisi de kapitalizmin, 20. yüzyılda iki “dünya savaşı” Soğuk Savaş içinde geçirdiği evrimin getirdiği ve mücadelenin zorunlu olarak uyum sağlaması gereken değişimlerin gözden kaçmasına ya da önemsenmemesine dayanıyor.
BİRİ KÜLTÜR MÜ DEDİ?
Sol kesim, “kültür” deyince öncelikle akla sanat, edebiyat, müzik, bazen de felsefe gelir. Sol, “Kültür nereden gelir” sorusuna çok haklı olarak “Emekten gelir” diye cevap verir: İşçiler/ emekçiler ekonomik artık üretmezse entelektüeller var olamaz. Bu doğru ama yetersiz açıklama kültürün, yukarıda değindiğim dar tanımına dayanıyor. Bu tanımdan hareket edince de kültür işçi sınıfı açısından bir olumsuzluk haline geliyor, siyasi mücadele içinde önemsizleşiyor.
Buna karşılık Theodor Adorno, kültürü, sanatın, geleneklerin ya da paylaşılan pratiklerin ötesinde, sanayileşmiş, kapitalist toplumların, ekonomik düzeninin çıkarlarına hizmet etmek üzere manipüle edilen ve metalaştırılan bir ürünü olarak görür. Bu ürünün üretimi 20. yüzyıldan bu yana sanayileşmiş, kitleselleşmiş, sermaye birikim sürecinin, rıza almaya yönelik bir “olmazsa olmaz” bileşenine dönüşmüştür. Kültür endüstrisi bireylerin bağımsız ve eleştirel düşünce geliştirme yeteneğini köreltir, hazır ve kolayca tüketilebilen ürünlerle pasifleştirir, kendi yaşamlarını sorgulamaktan uzaklaşır, var olanı doğallaştırır.
Adorno’nun katkısını, 1970’lerden bu yana antropoloji alanında ve babunlar, şempanzeler gibi grup haline yaşayan primatlar üzerinde yapılan araştırmaların “kültürü” daha genel ve toplumların yaşamında belirleyici bir etken olarak tanımlayan sonuçlarıyla birleştirmek gerekiyor.
Robert Sapolsky (Stanford Üniversitesi’nde nörobilimci, primatolog, biyoloji, nöroloji ve beyin cerrahisi profesörü. Özellikle nöroendokrinoloji ve stresle ilgili konulara odaklanıyor) bir makalesinde önceki araştırmaların sonuçlarından aktardığı, “işleri yapma şeklimiz”; “alışkanlıkların ve bilgilerin sosyal yollarla aktarılması” gibi tanımlardan da yararlanarak kültürü “değerlerin, tarzların, bilgilerin ve davranışların genetik olmayan yollarla sonraki nesillere aktarılma süreci olarak” tanımlar.
Böyle bir tanımın ışığında bakınca “kültür savaşlarının”, sınıf mücadelesinin, yalnızca bugününü değil, gelecek kuşakları da belirlemeye, ekonomik siyasi iktidarları kalıcılaştırmaya ilişkin olduğu görülüyor.
“Genetik olmayan yollarla” dediğimizde ise simgeler (göstergeler) alanına işaret etmiş oluyoruz. Bu da bizi, Aristotales’in “adalete ilişkin sorunlarını konuşabilenler” (bir dile, uygun kavramlara sahip olanlar) betimlemesine getiriyor. Böylece, ekonomik ve siyasal adalete ilişkin sorunlarımızı konuşmaya, bunu olanaklı kılan kavramları korumaya (mücadele etmeye) devam edebilmek için “kültür savaşlarını” kazanmak ya da en azından mevzilerimizi korumak zorunda olduğumuz ortaya çıkıyor. Bu alanda ilgisizlik önce teslimiyet sonra intihar anlamına geliyor.
/././
Meselenin sorununun problemi(IV)-Özdemir İnce-
Yazı dizisinin bu ciddiyetsiz adını boşuna koymadım. Cumhuriyet devletinin makamları ile isyancı PKK üzerinden ve gıyabi temsilcileri arasında yapılan koklaşmaların “barış görüşmeleri” olarak adlandırılması tepemi attırıyor. Barış görüşmeleri iki eşit devlet ya da makam arasında yapılır. Silahlı bir eşkıya ile barış görüşmesi değil, “teslim koşulları görüşmesi” yapılır.
Bu nasıl Türkçe?
Görüşme (!) eşkıyanın kirvesi DEM Parti heyetiyle yapılıyor. DEM Parti heyetinde yer alan kimseler devlete neden küsmüşler acep?
Bir ulus devletin kimliğini, pasaportunu taşıyan ama bu devletin vatandaşı olduğunun bilincinde olmayan bir kesim eşit vatandaşlık dışında ne isteyebilir ki?
1- Eşitsizlikten doğan vatandaşlık sorunlarının giderilmesi,2- Özerklik,3- Federasyon,4 -Bağımsızlık.
“Kürtçücü” olarak tanımlamakta özgür olduğum kesimin ne istediği belli: Bir “yeni anayasa” ve bu yeni aynayasada yer alacak “garanti maddeleri”. Hoppala! Neyin garantisi olarak?
Ağızlarında geveliyorlar ama yeni anayasada “ortak kurucu etnisite” sıfatıyla anılmak istiyorlar. Eğer böyle bir nitelikleri olsaydı ya da “ehil” olsalardı 1924 Anayasası’nda kendilerine bu sıfat verilirdi. Ama neyse!
Dönemin büyük bilgini Kürt İdrisi Bitlisi zamanına dönelim isterseniz: Ne istediğini bilememek şaşkınlığı o zaman da söz konusudur. Buna tanık ve kanıt olarak Osmanlı Devleti ve Kürtler1 adlı kitaptan uzun bir alıntı yapacağım.
İyi okumalar:
[Bu ilişki ağının başlangıç noktasını Safevilere karşı kullanılan dilin ve terminolojinin değişmesi oluşturmaktadır. Sultan Bayezid döneminde Şah İsmail ve Erdebil Tekkesi’ne yönelik kullanılan yumuşak dilin aniden değişmesi ve bu değişimin öncülerinden birinin İdrisi Bitlisi olması dikkate alınmalıdır. Yukarıda değindiğimiz gibi Osmanlı Devleti’nin bölgeye gelmesinde Kürtlerin çağrılarının rolü de Osmanlı-Kürt ilişki ağının ilk şekillenişini etkilemiş olmalıdır. Bu süreçte yaşanan örnekler de ittifak-tabiiyet ayrımına dair önemli ipuçları sunmaktadır. Bitlis Miri Şerefhan 1514’te Tebriz’de Sultan Selim’e bağlılığını bildirdikten sonra, Bitlis Kalesi ve kendi hanedanına bağlı diğer yerleri Safevilerden temizlemiş, ardından Safevilere bağlı emirliklerle, muhtemelen stratejisini kendisinin belirlediği, bir mücadeleye girişmişti. Henüz Bıyıklı Mehmed Paşa’nın atanmadığı ve bölgede Osmanlı hâkimiyetinin tesis edilmediği bu dönemde Şerefhan, muhtemelen kendini Osmanlı Devleti’nin bir müttefiki olarak kabul ediyordu. Bir diğer örnek; Çaldıran Savaşı’ndan sonra İdrisi Bitlisi’nin Sultan Selim’den beylerbeyi rütbesinden birini bölgeye yönetici olarak ataması talebidir. Sultan Selim’in, bu talebe Kürt mirlerinin kendi aralarından birini seçsinler şeklinde karşılık vermesine rağmen, Bitlisi bütün mirlerin “Yalnız ben olayım, benden başkası olmasın” yaklaşımında olduğunu, bundan dolayı Kürtlerin kendi aralarından böyle birini seçmelerinin mümkün olmadığını ifade eder. Hatta bu durum Selimname’de, Kürtlerin kendi aralarında uzlaştıkları tek konunun “tevhid ve peygamberin ümmeti olmak” olduğu bunun dışında hiçbir şey üzerinde ittifak edemedikleri şeklinde çarpıcı bir dille anlatılır. Bitlisi’nin bu açıklamalarına sebep olan talep, henüz Diyarbekir alınmadan önce İdrisi Bitlisi’nin başkanlığında Hasankeyf Miri Melik Halil Eyyubi, Bitlis Miri Şerefhan, Hizan Miri Davud ve Sason Miri Ali Bey, Nemran Miri Abdül Bey’in ve İzzeddin Şir Bey’in oğlu Mir Melik Abbas’ın katıldığı bir toplantıda Kürt mirlerince bölgedeki Safevi bakiyesiyle mücadele için yapılmıştı. Kürtlerin kendi aralarından birini beylerbeyi olarak kabul etmeyecekleri anlaşılınca Bıyıklı Mehmet Paşa bölgeye vali olarak atanmıştı. Belirtmek gerekir ki Kürt mirlerinin bu talepleri gelenekçi haklarından vazgeçmeyi düşündükleri anlamına gelmiyor, Safevilere ve Alevi Türkmenlere yönelik Osmanlı desteğini almak istediklerini gösteriyordu. Bu gelişmelerin tarihsel önemi, bir araya gelmeleri çok zor olan Kürt mirlerinin, Osmanlı’yla ittifak konusunda bu denli geniş bir birliktelik sağlamış olmalarıydı. Muhammed Emin Zeki Bey, bu hususa dikkat çekerek Osmanlı’nın Kürt mirleriyle anlaşarak ve Kürtlerle savaşmadan Kürdistan hâkimiyetini tesis etmesini tarih içinde bir istisna olarak değerlendirir. Şerefname’de konuya farklı yaklaşılır ve Kürdistan’da hâkim olmak isteyen sultanların Kürtlerin ülkesine göz dikmedikleri ve istila etmedikleri; yalnız Kürtlerin vergileri ve sembolik bağlılıklarıyla yetindikleri ifade edilir ki Osmanlı-Kürt ilişkilerinin 16. yüzyıldaki seyri de buna uygundur. Tüm bunlar Osmanlı Kürt ilişki ağının, sonradan tabiiyete evrilen bir ittifak ilişkisi olarak başladığına dair kuvvetli göstergeler olarak kabul edilebilir.]
Bir DEM Parti ileri geleni (Galip Ensarioğlu) anayasanın 66. maddesine karşıymış: “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” lafı bir üst kimliği, Türkiyeliliği değil, etnik bir kimliği tarif ediyor. Bu bir tartışma konusudur” demiş.
Anayasa maddesine “laf” diyecek kadar densiz olan bu cahil adama okuduğunuz yazı haddini bildirmektedir. Türk olmak istemiyorsa kurabilirse bir Kürt devleti kursun ve bizi kendisinden kurtarsın.
--------
1- Osmanlı Devleti ve Kürtler, İbrahim Özcoşar-Shahab Vali, Kitap Yayınevi, 2017, s. 16-17.
(V)
Salı günkü yazıyı şu cümlelerle bitirmiştim: “Bir AKP milletvekili (Galip Ensarioğlu) anayasanın 66. maddesine karşıymış: ‘Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür’ lafı bir üst kimliği, Türkiyeliliği değil, etnik bir kimliği diyor. Bu bir tartışma konusudur. Anayasa maddesine ‘laf’ diyecek kadar densiz olan bu cahil adama okuduğunuz yazı haddini bildirmektedir. Türk olmak istemiyorsa, kurabilirse bir Kürt devleti kursun ve bizi kendisinden kurtarsın.”
Yazı dizisi bu paragraf ile bitecekti. Ancak gazetemizin 11 Ocak 2025 tarihli sayısında yer alan Aytunç Ürkmez arkadaşımızın haberini okuyunca sorunun 3 Eylül 2000 tarihli Hürriyet gazetesinde yayımlanan “Pandora’nın kutusu”1 adlı yazımda tahmin ettiğim noktaya geldiğini fark ettim. Hukukçular, “Türkiye’nin önüne gelecek dayatma belli, (anayasanın) 42 ve 66. maddelerinin değişimi ilk dörde ulaşır” diyorlarmış.
Anayasanın 42. ve 66. maddelerinin tartışılması Türkiye’nin bir üniter devlet olduğu ilkesinin tartışılması anlamına gelir ki tartışmayı açanların en azından “özerklik” dayattıkları anlamına gelir. Şimdi “Pandora’nın kutusu”nu okuyalım, gerekirse devam ederiz:
PANDORA’NIN KUTUSU
Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi Büyükelçi Volkan Vural, temsil ettiği devletin 34 yıldır muhalif kaldığı Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’ni New York’ta imzaladı. Birleşmiş Milletler’in İkiz Sözleşmeler adı verilen bu iki metni Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülecek ve büyük bir olasılıkla bazı çekinceler konularak yürürlüğe girecek.
İkiz Sözleşmeler’in imzalanması Avrupa Birliği’ne uyum ve giriş süreciyle ilgili. Yoksa 34 yıl muhalefet edildikten sonra böyle apar topar imzalanmazdı.
Türkiye, böylece, İkiz Sözleşmeler’in içeriği bağlamında Avrupa Birliği’nin yanı sıra Birleşmiş Milletler’e karşı da sorumlu olacak. Bu sözleşmelerin verdiği hakların uygulanmadığı iddiasında bulunan bireyler ve topluluklar Türkiye’yi uluslararası mahkemelerde dava edebilecekler. Ayrıca Birleşmiş Milletler özel bir denetim organıyla Türkiye’yi denetleyebilecek: Türkiye Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi hükümlerine uyuyor mu, uymuyor mu diye.
PANDORA’NIN KUTUSUNUN İÇİNDE NE VAR?
Öğrendiğime göre, daha çok Afrika ve Asya’nın sömürge statüsü yaşamış halklarının hakları hedeflenerek hazırlanmış bu metinlerde Türkiye’nin başını ağrıtacak deyimler var: Bağımsızlık ya da özerklik anlamını içeren self-determinasyon ilkesi.
Uzmanlar bu ilkenin artık anlam değiştirdiği ve “uluslararası hukukta halkların kendi kültürel kimliklerini belirleme hakkı” anlamını kazandığı görüşündeler. Aynı uzmanlar, Türkiye’nin bu sözleşmeleri imzalayarak “Kürtlerin kültürel haklarını” otomatikman tanımış olacağını vurguluyorlar.
Sanırım, Türkiye Büyük Millet Meclisi self-determinasyon deyimine bir çekince koyarak bir sınırlama getirecek.
Birleşmiş Milletler Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 27. maddesi de Pandora’nın kutusundan çıkacak: “Etnik, dinsel ve dilsel azınlıkların bulunduğu ülkelerde, bu azınlıklara mensup bireylerin, kendi gruplarındaki diğer üyeler ile birlikte kendi kültürlerini yayma, kendi dillerini konuşma ve kendi dinsel ibadetlerini gerçekleştirme hakları engellenemez.”
Türkiye bu maddeye karşı Lozan Antlaşması’nda yer alan azınlıklar deyişini kullanabilir. Ancak Avrupa Birliği bu azınlıklar deyişinin sadece Türkiye’nin Müslüman olmayan vatandaşlarını kapsamadığı görüşünde. Cumhuriyet gazetesinde (11-12 Ağustos) Lozan Antlaşması konusunda bir inceleme yayımlayan Baskın Oran da bu antlaşmanın sadece gayrimüslimlere değil, Müslüman yurttaşlara da haklar getirdiği görüşünde.
Pandora’nın kutusu tam anlamıyla açılıp Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası tutumu belli olmadan Kürtçe ile ilgili görüşleri çok dikkatli dile getirmek gerekiyor. Çünkü hiçbir sözcük masum ve sorumsuz değil.
Anadilde eğitim deyişinin kapsamı çok geniş: Kürtçenin ikinci resmi dil olması; anaokulundan üniversiteye eğitimin içerdiği bütün derslerin bu dilde yapılması anlamına geliyor. Bu işin kültürel yanı. Kültürel yanın işaret ettiği politik amaç ise tam bağımsızlık değilse bile siyasal özerklikten aşağı değil. Türkiye’nin imzaladığı metinler böyle bir anlayışa yol vermiyor.
İkinci görüş ise anadilin öğrenilmesi. “Her birey kendi anadilini öğrenmek, öğretmek, yazmak ve kullanmak özgürlüğüne sahip olmalıdır” ilkesine devletin uzun süre karşı çıkabileceğini sanmıyorum. Bu nedenle, ister okullarda ister kurslarda olsun, Kürtçe öğrenimi programının uygulanmaya başlayacağını düşünüyorum.
Uzlaşma ve verimli sonuç alma çabalarının karşısında iki engel var: Türk ve Kürt milliyetçilikleri. İki milliyetçiliğin etkisizleşmesi Türkiye’nin gerçek demokrasiyi kurmasına bağlı.
O zamana kadar da yazarken, konuşurken çok dikkatli olalım. Çünkü dil (lisan) ve sözcükler tekin değildirler. Hiç ummadığınız zamanlarda pişmiş aşa su katarlar.
------
1 Özdemir İnce, Türkiye’nin Sırat Köprüsü Açılım Masalı, Tekin Yayınları, 2015. s.19.
/././
BOP çerçevesinde Suriye -Öztin Akgüç-
Kuzey Afrika ülkesini de kapsayacak şekilde genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi (BOP-GOP) ABD’nin bölgede hegemonya oluşturmasını, bölgenin ABD güdümünde olmasını amaçlar. 1980 sonrası bölgedeki gelişmeleri, olayları GOP çerçevesinde değerlendirmek gerekir.
Proje kapsamında Suriye’nin de ABD güdümünde olması hedefleniyor. ABD güdümünde oluşturulacak bir siyasal yapı ile İran-Lübnan ilişkisi de kesilecek, Hizbullah devreden çıkarılarak İsrail’in kuzey sınırı da güvence altına alınacaktır.
Suriye sorunu başlangıçta dostça çözülmek istendi. Projenin eşbaşkanı olarak açıklanan Erdoğan, Beşşar Esad’ı çekilmeye, ülkeyi terk etmeye ikna edecek, Esad’ın ülkeyi terki ile yapılacak “demokratik” bir seçimle de ABD yanlısı bir hükümet oluşturularak projenin Suriye faslı, bölümü gerçekleştirilecekti.
Verilen görev kapsamında Erdoğan-Esad arasında aileler de dahil yakın ilişkiler kuruldu, Türkiye-Suriye ortak toplantıları yapıldı. Suriye ile vize kaldırıldı ancak verilen güvencelere de karşın Esad yönetimden çekilmedi. Dostane girişim başarısız kalınca sorunu zorla iç isyanlar desteklenerek çözmek yoluna gidildi. Hasmane çözümün maliyeti yüksek olduğu gibi, sığınmacılar nedeniyle ülkemize de yansıdı.
Esad’ın ülkeyi terki Baas rejiminin çökmesi muhaliflerin yönetimi ele geçirmesiyle yeni bir süreç başladı. Kaybeden Esad, Baas, İran, kazanan taraf İsrail oldu. İsrail oldubittiye getirerek sınırını genişletti, toprak kazancı yanı sıra Suriye’nin askeri altyapısını da tahrip etti. Putin, kazançlı tarafın İsrail olduğunu vurguladıktan sonra Rusya kaybetmedi dedi. Gerçekte net olarak görülmese de Rusya’nın Suriye üzerindeki etkisi azaldığı gibi ABD’nin dolaylı olarak da olsa etkinliği arttı. Emperyal güçler arasında güç kayıp ve kazancı hesabı yapılırken ülkemize de yansımaları oldu. Yandaş grup tarafından olay Erdoğan’ın zaferi olarak açıklandı. Ancak ülkemiz açısından güney sınırı daha güvenli hale gelmediği gibi terör odakları da temizlenmedi. Beklenen sığınmacı sorununun çözümü de gerçekleşmedi, belirsizlik arttı. Suriye’den olası yeni bir sığınmacı akımı riskini gören AB’nin, komisyon başkanı Ursula von der Leyen’i önlem olarak Ankara’ya gönderdiği, tampon görevi üstlenmesi için Türkiye’ye 1 milyar Avro tutarında proje sunduğu bilgisi yayıldı.
Suriye’de belirsizlik yaşanırken, istikrar sağlanamamışken Bahçeli’nin DEM ziyareti ardından Öcalan’ın TBMM daveti, konuşmaya çağrısı kuşkulu tartışmalara, görüş ayrılıklarına yol açtı.
MHP, kendini milliyetçi olarak etiketlemesine karşın, Demirel’le milliyetçi cepheyi kurmuş, Ecevit’in sosyal demokrat hükümetine katılmış, Türk-İslam sentezi mottosu altında siyasal İslama iktidar yolu açmış, günümüzde de Cumhur İttifakı yaftalarıyla iktidar ortağı bir parti. Bahçeli’nin önerilerinin nihai amacı en azından duraksamalar doğuruyor.
Öcalan terörist olarak müebbet cezalı mahkûm. Öcalan figürünü muhatap almak, siyasal açıdan da etik açısından da yanlıştır. Ayrıca çelişkilidir. Silahlı mücadele ile başarı kazanılmaz savına karşı verilen ödündür.
Öcalan’ın kamuoyuna açıklanan bildirisinde, çözüm yerinin TBMM olması, Erdoğan-Bahçeli doğrultusunda paradigma dikkat çekmektedir. Paradigma değer önceliği belirsizdir. Yine Bahçeli tarafından Erdoğan için süresiz başkanlık önerilmiştir. Paradigmanın gerçekleşmesi için anayasa değişikliği gerekir. Nitekim yeni anayasa oluşturma süreci sürmektedir.
Sorun TBMM de çözülsün önerisi ilk bakışta doğru görülebilir. Yeni anayasa TBMM de kabul edilsin amacını güden bir üründür. 2017 anayasa değişikliği YSK kararı ile gerçekleştirilmiş olup şaibelidir. Bu kez yeni anayasa önerisinin referanduma götürülmeden oldubittiye getirilmesinin yolu açılmak istenmektedir.
Türkiye’nin adalet, yoksulluk, yolsuzluk, keyfi yönetim, liyakatsizlik, demokratik kurum ve kurulların işlemeyişi, etnik değil genel sorunlardır. Gerek Suriye’de gerek ülkemizde gelişmelere doğru tanı koymak, alalamayı değil gerçek niyeti görmek gerekir.