soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -19 Ocak 2025-

Ölüler adasından yükselen müzik -Fide Lale Durak-

"Tarihte kendini bu kadar aşabilen az sayıda sanat eseri var. Kanımca bu asıl çağın samimi duygusunun yakalanabilmesiyle mümkün oluyor."
                              *Kapak Resmi: Arnold Böcklin, 1872, Ölümün Keman Çaldığı Otoportre

İsviçreli ressam Arnold Böcklin, simgecilik akımının önemli temsilcilerindendir. En bilinen eseri olan Ölüler Adası, kasvetli ve huzursuz edici sakinliği ile varoluşsal bir sorgulama yaratır. Ölüm, yaşam, rüya, yalnızlık gibi konular Böcklin’in tam da kafa yorduğu konulardır ve sembolizm ile bu kavramların anlatımı alegorik bir ifadeyle somutlanır. Böcklin’e göre gerçekçi üslup, insanın duygularını anlatabilecek derinliğe sahip değildir. Bu yüzden realizmi reddeder, sembolizmi ise dönemin ruhunu en iyi anlatan romantizmden ayrıksı değildir.

Böcklin’in kökeni ipek ticareti ile uğraşan soylu bir aileye dayanır. 14 yaşındayken ilk sanat eğitimini alacağı Zeichenschule Basel‘e gider. Bu okulda teknik yeteneklerini kazanacağı bir eğitim alır. 18 yaşına geldiğinde iki yıl, Alman manzara ressamı Schirmer’in altında eğitim alacağı Düsseldorf Akademisine başlar. Böcklin ve okuldaki diğer yetenekli öğrenciler, eski Hollanda ve Felemenk ressamları kopyalamak üzere Antwerp ve Brüksel’e gönderilirler. Bu gezileri sırasında hayran olacağı Rubens’i keşfeder. Döndüğünde İsviçre’ye giderek, özellikle Alp dağları resimleriyle ünlü bir başka manzara ressamı olan Calame ile çalışır. İsviçre’den sonra Paris’e gider, aylarca kalır ve Louvre’da eski başyapıtları kopyalar. 1848 yılında Paris Şubat ve Haziran devrimleri ile çalkalanıyorken artık şehrin güvenli olmadığını düşünerek geri döner.1

Özetle Böcklin, henüz gençken ailesinin de imkanlarıyla iyi bir akademik eğitim alır ve birçok önemli müzeyi gezerek, çeşitli ülkelerde yaşayarak resmini zenginleştirmek için fırsat bulur.

 

                                       Arnold Böcklin, 1847, Megalitik Mezar

Paris’ten sonra kısa bir askerlik yapar ve ardından evlenir. Ancak eşi henüz evliliklerinin ilk yılı dolmadan ölür. Eşinin ölümüyle yaşadığı üzüntüyü hafifletmek için 1850 yılında Roma’ya gider. Bu sırada 23 yaşındadır. Roma’da yaşayan ve kendilerine Tugenbund (“Erdemliler Birliği”) diyen Alman sanatçılarla tanışır. Çevresinde çok sayıda neoklasik ve manzara ressamı vardır ve başlarda kendisi de manzara resimleri yapmaya devam eder. Bu gezinin asıl önemi, zamanla resimlerine mitolojik karakterlerin de gireceği bir değişimin başlangıcı olmasıdır. 

Roma’ya gelişinin üçüncü yılında, bir İtalyan Papa Muhafızının kızıyla ikinci evliliğini yapar. 14 çocukları olur ve bunların beşi henüz bebekken, diğer üçü ise Böcklin hayattayken ölür. 30’lu yaşları itibariyle resimlerinde görülmeye başlanan mitolojik karakterlere dair bir diğer açıklama ise Roma’ya gelen turistlere almak isteyecekleri, Roma mitolojisinden resimler üreterek para sıkıntısından kurtulmaya çalıştığıdır. Her durumda, Böcklin’in resimlerindeki mistik ve gizemli tavrı, hayal dünyasıyla da birleştirebildiği bir anlatıma bu yolla kavuşturduğu söylenebilir. 

Böcklin’in ilk dönemlerinde yaptığı Megalitik Mezar gibi, sadece manzara gibi görünen resimlerinde de seçilen konunun detaylarından, renklerinden ve genel olarak kasvetinden hep bir mistik hava hissedilir. Sazlıklarda Pan resminde dahi genelde flüt çalıp, dans eden, eğlenceye düşkün bir imgeyle bütünleşen Pan, gizemli bir hava içerisindedir. Omzunun arkasından izleyiciye bakarken üflediği flütü, korku filminden bir sahne gibidir. Böcklin’in Pan’ı eğlenceli değil, kırlarda insanların karşısına yarı insan yarı keçi bedeniyle aniden çıkıp “panik” kelimesinin türemesine neden olan korkutucu Pan’dır. 

                      Arnold Böcklin, 1858, Sazlıklarda Pan

Böcklin 1857 yılında İtalya’dan ayrılıp Basel’e döner. Hannover Kraliyet Konsolosu Karl Wedekind’in yemek salonuna resim yapmak üzere önemli bir sipariş alır. Ayrıca Wedekind, Böcklin’in resimlerini almaya devam eder. Ancak mali sorunlarını tam olarak çözemez, bu yüzden Münih’e taşınır. Münih’te sergilediği resimlerinin 14’ü koleksiyoner Friedrich Graf von Schack tarafından alınır ve ayrıca Kunstschule'de Manzara Resmi Profesörü pozisyonu da teklif edilir. Böylece Böcklin mali durumunu düzeltir. Böcklin’in o gün alınan eserlerini ve daha fazlasını, bugün Münih’te Sammlung Schack müzesinde görmek mümkün.

1862 yılında İtalya’ya dönecek kadar para biriktirmeyi başaran Böcklin, çok sevdiği bu ülkede 1901 yılındaki ölümüne dek yaşar. Kariyerinin bundan sonraki kısmında sembolizmin etkisi çok daha baskındır. Ve 1880 yılında, bu yazıyı yazmamızın da asıl nedeni olan, baş yapıtı Ölüler Adası’nı yapar. 

Ölüler Adası, Marie Berna isimli Amerikalı dul bir kadın tarafından sipariş edilir. Berna’nın bir diplomat olan Alman kocası 1865’te difteriden ölmüştür ve resmin siparişini verdiği sıralarda Kont Waldermar von Oriola ile evlenerek Oriola Kontesi olmak üzeredir. Berna’nın siparişi, Böcklin’i stüdyosunda ziyaret ettiğinde belirginleşir. Sanatçının yapmakta olduğu benzer bir manzara resmini görür ve onu bir rüya sahnesiyle ilişkilendirir. Ölen kocasının anısına, “gördüğü rüya için resim” yapmasını ve bir versiyonunu istediği bu manzaraya, üzeri örtülü bir tabut, kefen giymiş ayakta bir kadın ve bunların olduğu tekneyi kürekle çeken yalnız bir figür eklemesini ister. 

Bu istekler Böcklin için ikna edici olmanın ötesinde ilham vericidir. İlerleyen yaşıyla sağlığı eskisi gibi olmayan Böcklin’in resim yapan kolu teklemekte ve onu her seferinde depresyona sokmakta, tablodaki ölüm konusuna odaklandıkça kendi yitirdiklerinin acısı resmi katmanlaştırmaktadır. Öyle ki Böcklin zaman zaman nöbetler geçirir. Oğlu Carlo, yazdığı bir kitapta babasının o döneminden şöyle bahseder: 

“...1880 yazında, ustanın acı verici ızdırapları ciddi bir sinir depresyonuna yol açtı. Çalışmaya olan ilgi eksikliğine yorgunluk ve o kadar derin bir melankoli katılmıştı ki etrafındakiler onun için ciddi şekilde endişeleniyordu. Onun bedensel işkencelerini hafifletmek için her türlü araç boşunaydı. ...Kalbi ve sinirleri, gerekli hale gelen bol miktarda salisilik asitten olumsuz etkilenmişti.”2

Böcklin, ellerinde bulunan ve omzuna kadar ilerleyen iltihaplı romatizma nedeniyle bazen fırçayı tutarken bile acı çekmektedir, buna rağmen Berna’nın siparişinin iki versiyonunu çalışır ve şu cümleleri içeren bir mektup eşliğinde postalar: 

“Denizi kışkırtan yumuşak, ılık esintiyi hissettiğinize inana kadar kendinizi Gölgeler diyarına bırakın. Tek bir sözle ciddi sessizliği bozmaktan çekinene kadar.”3

Tablonun ilk iki versiyonunda yakalanan başarı nedeniyle sanat satıcısı Fritz Gurlitt Böcklin’i üçüncü bir versiyonu yapmaya ikna eder. Bir iddiaya göre bu tablo Adolf Hitler’e satılır ve şu anda Berlin’de Alte Nationalgalerie’dedir. 1884’te dördüncü versiyonu yapılır. Bunu da Alman sanayici Thyssen’ler alır ve bir bankada saklarlar. Ancak II. Dünya Savaşı sırasında bombalamaların birinde yok olur. Dolayısıyla dördüncü eserin sadece fotoğrafı kalmıştır. Böcklin 1886’da tablonun beşinci versiyonun yapar, bunu da Leipzig’de Bildenden Künste Müzesinde görmek mümkündür.

Ölüler Adası, Böcklin’in son döneminde oldukça ünlenen bir tablo olmuştu ama etkisi sadece Almaya’da resmi almış birkaç zengin aile ile sınırlı değildi. 1890’da romantik besteci Heinrich Schülz-Beuthen, 1907’de ise Sergey Rahmaninov, tablodan esinle birer senfonik şiir bestelediler. 1913’de ise Max Reger, bestelediği senfonik şiirinin bir bölümünde Ölüler Adası’nı anlattı. Edebiyatta çeşitli romanlarda karakterlerin odasında bu resim asılıydı. 1945 yılında Val Lewton’ın yönettiği Ölüler Adası filmi bu tablodan ilham aldı. Başka filmlerde bazı sahneler yine bu tabloya atıfla tasarlandı. Dali’nin direk ressamın ve tablonun adını kullanarak yaptığı bir yeniden üretim var. H.R. Giger 1977’de resmin Böcklin’e Saygı isimli bir versiyonunu çizdi.4

Tarihte kendini bu kadar aşabilen az sayıda sanat eseri var. Bunun nedeni her zaman en doğru resmin yapılması, sözün söylenmesi olmuyor; kanımca bu asıl çağın samimi duygusunun yakalanabilmesiyle mümkün oluyor. Böcklin’in yaşadığı çağda, kaçarak uzaklaşmak istediği 1848 devrimleri de vardı, sonsuz bir çukur gibi her şeyi kendine çekerek büyüyen derin umutsuzluk kuyuları da… Böcklin ikinci duygunun simgelerini en güzel yaratanlardan biriydi. 

21. yüzyılın ilk çeyreğini tamamlıyoruz ve bu çağın eserleri henüz tatmin edici değil. 

Yazıyı tamamlarken sizi Böcklin’in Ölüler Adası versiyonları ve Rahmaninov’un aynı adlı eseri ile baş başa bırakıyorum:  

https://youtu.be/WJyQOpxqppg

Ölüler Adası, 1880, ilk versiyon

Ölüler Adası, 1880, ikinci versiyon

Ölüler Adası, 1880, üçüncü versiyon

Ölüler Adası, 1880, dördüncü versiyonun siyah beyaz fotoğraf

                                 Ölüler Adası, 1880, beşinci versiyon

İtiraz eden insan tarihi -Asaf Güven Aksel-

Nâzım Hikmet, Suphi’lerden önce Rosa ve Karl’ın katlini öğrenmiş olmalıydı. 1921’de, 19’undayken Spartakistlerle tanışmıştı. Tarihin ve takvimin nasıl da cilvesiydi bu rastlantı.

Gezegenin miladî takvim yılı henüz 1921’ken, 28 Ocak, 29 Ocak’a bağlanırken, Karadeniz açmıştı göğsünü, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını almıştı koynuna, kapamıştı göğsünü. Tam da o gün, İnebolu’da sabırsızlıkla bekleyen iki delikanlı, işgalciye karşı savaşanlara katılmak üzere, Ankara’ya doğru kararlı adımlar atma hazırlığındaydı… Bu delikanlılardan biri, yola çıkış iznini bekledikleri İnebolu’ya, birkaç gün önce Apraş Tepesi’nden bakıp “o kadar yakın ki dağların yamaçları / dereye düşen bahar bir daha çıkamamış” demişti.

Dereye bahar düşer gibi,  Karadeniz’in 15’leri örttüğünü bilmiyordu daha, ikilinin şairane olanı. Karanlık sulara düşen bahar muştucularından habersizdi bu dizeyi yazarken… Onların resmini görmek isteyenlere bir çelik ayna olacaktı gözlerimiz, 15 kara saplı bıçak yarasıyla kanlı bir bayrak gibi çarpacaktı kalbimiz, ama 19’undaki delikanlının hamuruna katılmamıştık henüz. O, şimdilik yürüyordu, kırmızı boyun atkısını vermek için, düşmüş dövüşen Anadolu’nun isyan rüzgârına.. Bir adım, bir daha…

Çok değil iki yıl öncesinde o tarihin, Ocak’ın 15’iyken Almanya’da, bizim şairane delikanlı tam da 17’nci yaşını idrak ederken, saat 21’de, Mannheimer Strasse No 43 adresinde bulunan Marcussohn’un evinin zili çalınmıştı. Bir kadın vardı orada, ne olacağını bilmesi, çantasına “Faust” koyarken elini titretmeyen bir kadın. Karadeniz’deki hançer, Landwehr Kanalı’nda dipçik olup inmişti, iki yıl öncesinde. Dereye bahar düşer de, bir daha çıkamaz gibi olmuştu orada da… Rosa Luksemburg ve Karl Liebknecht katledildiklerinde, geriye önderliğini yaptıkları Spartakistler kalmıştı. İki yıl sonra Mustafa Suphi ve yoldaşları katledildiklerinde, geriye birkaç ay önce kurdukları Türkiye Komünist Partisi kalacaktı. Birinin bilinçli üyeleri, diğerinin bihaber adayları, İnebolu diye bir yerde rastlaşmışlardı, tarihin ve takvimin nasıl da cilvesi…

Kalanlar, önderlerinin aralarından alınmasına, neredeyse aynı cümlelerle, “eh!” metanetiyle karşılık vermişlerdi, iki ayrı ülkede de. “Tarih sınıf mücadeleleri tarihidir” diye eklemişlerdi.  Eh, yakınmanın, yasın zamanı değildi, “trompetler yeniden çalıyor / ve yeni bir savaş başlıyor”du…

Nâzım Hikmet, önce Rosa ve Karl’ın katlini öğrenmiş olmalıydı. 1921’de, 19’undayken Spartakistlerle tanışmıştı ya artık. Ve onlarla birlikte, düşlediği dünyanın sislerden arınıp ete kemiğe bürünmesiyle, sosyalizmle de, ilk bilincine varma temasını kurmuştu ya. İnebolu’dan Ankara’ya, oradan  “köpüklü şahlanış”ların anayurduna adımlarken 19 yaşını, kafasında ihtilâl depremlerinin uğultusu, sert rüzgârlarda bayrakça çırpınan bir kırmızı atkı tasavvuru, nidalar ve solan sual işaretleri ve göğsünde henüz kanayan çok taze yaralar...

alnı yukarda / kırmızı boyun atkısı rüzgârda / yürüyor / yürüyor adım adım / yürüyor ağır ağır / yürüyor… 

Toprağına çevirdi yüzünü, hep aynı tahta masanın başında akşamlayanlara kapatıp kalbini, yürüdü, “halk sınıfları”nı öğrendi, Mustafa Suphi’lere vedanın acısına, kurdukları partiye merhabanın coşkusunu ekledi…

deldiler göğsümü 15 yerinden, / sandılar ki vurmaz artık kalbim kederinden!  / kalbim yine çarpıyor / kalbim yine çarpacak

Hep dile dolanmıştır, ama, tanıştığı Spartakistler arasından kimilerinin kişisel serencamı değildi önemli olan, onları esinleyen örgütlenmenin önderleri katledilse bile, haklının hep dimdik duruşuydu, kavganın sürmesiydi. Berlin’deki bir su kanalının, gelip Trabzon açıklarından Karadeniz’e bağlanması, orada da önderleri katledilmiş bir başka partiye katışmasıydı… Bu süregidene, bu yok edilemeyene 17’sinden 19’una bir delikanlının can katmasının, ruh vermesinin günlerindeydi takvim.

19 yaşım / sana anam gibi hürmet ediyorum / edeceğim / senin ilk arşınladığın yoldan gidiyorum / gideceğim / benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım / 19 yaşım

Buydu işte, Almanya’dan Türkiye’ye “eh!”in sarsılmazlığını çağlar boyu tarihe geçirecek yasa.

Ne demişti Rosa, katlinden bir gün önce? “Sizi, budala zaptiyeler! Yarından tezi yok, kıyamet günü kopmuşcasına, tüm tantanasıyla, en ummadığınız yer ve anda devrim karşınıza yeniden çıkacak ve haykıracaktır: Vardım, varım, var olacağım!”

Ne yazdı Nâzım, yoldaşları için? “Kazıdık onbeşlerin ismini / kanlı kızıl bir mermere! / bir çelik aynadır gözlerimiz / onbeşlerin resmini / görmek isteyenlere...”

Elbet, bu yazı, sosyalizm mücadelesi tarihinin unutulmaz portrelerinden, en önemlilerinden birini, “kartal yürekli güvercin”imiz Rosa Luksemburg’u, ölüm yıldönümünde anmak için olabilirdi. Bu yazı tabii, ozanımız, yoldaşımız Nâzım Hikmet’in yeni yaşını kutlamayı amaçlayabilirdi.

Ama iki ayrı akarsuyu getirip bir gencin bünyesine döken ve ondaki şiir filizini besleyip sulayıp, koskoca çınara çeviren bir kesintisiz ve sınırsız mücadelenin, bir nice örneğin içinden bir küçücük İnebolu rastlaşmasında bile oynadığı rolü anımsamak, başka anmalara ağır bastı.  Dünyanın çehresini değiştiren zaferlerle yükselen sosyalizm dalgasının uzun sürmüş geri çekilişi, bugün bir yeni bir sıçrayışın eşiğindeyse,  insanlığın sınır tanımaz düşlerinin muazzam vazgeçilmezliğinden, süregiden, yok edilemeyen özlemlerin gücündendir demek daha yeğ geldi.

Sıçrayışın eşiğinde mi? Asıl düş bu değil mi! Bir baksanıza dünyanın, ülkemizin içinden geçtiği tarih diliminin hâkim kapitalizm kepazeliğine, insanlığın üzerine kâbus olup çöküşüne ve karşılığında yaprak kımıldamayışına! Asıl düş bu! Ne yok edilemeyen özlemiymiş, ne eşiğiymiş…

Bunların, anlayışla karşılanabilir dile getirilişlerine tanık oluyoruz bir süredir. Emekçi sınıf ataletinden, halkın kabule, rızaya düşer sessizliğinden, sosyalizm alternatifinin ihmal edilebilir düzeydeki ölçeğinden yakınmalara, aydınlar katında… Bunların karşısında, ajitatif hayalin değil, toplumsal yasaların tarihsel akışının durduğu ise bir vakıa. Bu vakıanın günümüz denkleminde tek eksiği, yakınmacı umutsuzluktan, mecalsiz vazgeçişten doğuyor: İrade erimesi.

yelkenler sönüktü / su karanlıktı / ve göz alabildiğine dümdüzdü… / ya! bedreddin! dedim / uyuklayan yelkenlerin tepesinde / yıldızlardan başka bir şey görmüyoruz / fısıltılar dolaşmıyor havalarda / ve denizin içinden / gürültüler duymuyoruz  / sade bir dilsiz, karanlık su / sade onun uykusu / güldü / dedi / sen bakma havanın durgunluğuna / derya dediğin uyur uyur uyanır

dizeleri edebiyatın umut kompozisyonu faslına değil, anlamanın tarihsel materyalizm faslına aittir. Çünkü:

ve ben / tenezzül edip / başımı ışıklı boşluklara kaldırmıyorum / yıldızlar uzakmış / toprak ufakmış / umurumda değil / aldırmıyorum... / bilmiş olun ki benim için / daha hayret verici / daha kudretli / daha esrarlı ve kocamandır / yolu üstünde durulan / zincire vurulan / insan

İnsan yürür, yolu üstünde her ne dursa da, zincir zihindedir, kırar, yürür. İnsan itiraz eder. Boyun eğmemekle insan olur. İnsan varsa, balçıkta uranyum vardır. Umut Kaf Dağı’nın ardında uyur mu sanırsınız, yok yok, bir fısıltılık itirazla uyanır. İnsan böyle insan olur.  

Nâzım’ın işleyen atom reaktörleriyle yapma ayları geçerken, hiç umut yok mu sorusunun yanıtıdır insan. Rosa gibi, birazdan öldürüleceğini bilse de, el çantasına “Faust” koyarken saçını biçimlendiren insan, umutsuzluğun  yanıtıdır. 

Biz, bu ülkenin yurttaşları, dün, bugün, nerede olursak olalım, “halkın büyük çoğunluğu açlık ve yoksullukla boğuşurken nüfusun yüzde 1’lik kesiminin milli gelirin yüzde 14’ünü almasına, zenginliklerin de yüzde 40’ına sahip olmasına” itiraz ediyoruz. “İnsanlık onurumuza dokunan bu eşitsizliğe” itiraz ediyoruz. “Ülkemizin kaymağını yiyen bu mutlu azınlığın bizden daha zeki, daha çalışkan, daha şanslı olduğu iddiası”nı reddediyoruz.

Ferdi Tayfur’un ölümüyle gündeme gelen Müslüm’ün parçası mı düştü aklınıza, tam sırası diye?  Ne çıkar? Zalim kader, cilveli felek değil, sonsuz kedere iten hayat sillesinin eli. Kurulu düzen. Sermaye. Patronlar. Ve onların düzeni sürsün diye, sömürülmemiz için gökten ayet düşürenler, tevekkül dağıtanlar. Halkı prangaya, zincire vuranlar. Felekle, kaderle  kandıranlar… Buna itirazımız var!

Bir karanlık, kımıltısız, durgun su mu sağınız, solunuz? Umut, dereye düşen baharlardan çağlamadı mı, bir dipçiğin kan oluşundan bir şairane delikanlıya varmadı mı ayağa kalkıp?

Biz, toplanıyoruz, haykırıyoruz. Öyle kart göstermekle, dil çıkarmakla oyalanmıyoruz. Yüksek sesle itiraz ediyoruz!  Yolumuza duranlara bakmaya tenezzül etmeden, yürüyoruz…

                                                          /././

Bangabandhu Bulvarında bir aydınlanmacı -Aydemir Güler-

Sevgili Şahriyar’la yeniden özgür olduğunda, tercihen Aydınlanma yolunu açmış bir Türkiye’de, o bulvarda buluşmak dileğiyle…

Ankara Çayyolu’ndaki Bangabandhu Bulvarı’nın anlamının kamuoyuna mal olduğunu pek zannetmiyorum... Caddenin ilk adı, fazla uzun ve kullanımı daha güç geldiğinden değiştirilmiş, daha doğrusu kısaltılmış. Önceki versiyon “Bangabandhu Şeyh Muciburrahman Bulvarı” imiş. 

Uzun süreli bir mücadelenin sonunda Bangladeş’in bağımsızlığına imza atan Muciburrahman’ın bir de büstü var bulvarda… Geçtiğimiz yaz aylarında kitlesel protesto hareketlerinin ardından ülkeyi terk eden Şeyh Hasina, ülkenin işte bu “kurucu babası”nın kızı. 

Bangladeş 1971’de Pakistan-Hindistan geriliminin içine doğdu ve iki ülkenin savaşının bir bakıma konusu ve parçası oldu. Hindistan’ın ele geçirdiği Doğu Pakistan bağımsız Bangladeş, resmi adıyla Bangladeş Halk Cumhuriyeti haline geldi gelmesine, ama her yerde olduğu gibi orada da ABD emperyalizminin beslediği şeriatçılarla laik güçler arasında şiddetli hesaplaşmalar hiç dinmedi. 1975’te Şeyh Muciburrahman bir darbeyle düşürüldü ve öldürüldü. Partisinin adı, Halk Birliği’dir. Zaman içinde “halkı” da “birliği” de yitirdiği anlaşılıyor. Burjuva devrimleri sosyalizme ilerleyemiyorsa dayanıksız oluyor, çürüyor…

Bangladeş’in önde gelen aydınlanmacılarından biri, yıllar önce soL'da bir söyleşide, başkentimizde bir bulvarda yaşatılan lideri, Atatürk’e benzetmişti: “Bangladeş’in kurucusu Muciburrahman, Mustafa Kemal Atatürk’e de çok benzer. Bangladeş resmi olarak Türkiye’den sonra ikinci Müslüman laik devlet oldu. Kemal Atatürk din temelli bütün örgütleri yasaklamıştı. Biz de 1972’de aynısını yaptık.” 1

Bu yorumu yapan Şahriyar Kabir, Türkiye’ye defalarca geldi. Sanırım, her gelişinde görüştük. Geçmiş midir bilmem, ama mutlaka duymuştur o bulvarı. Sevgili Şahriyar, şimdi ülkesinde hapiste. Bu yazının vesilesi de bu zaten.

Şahriyar Kabir, yazar ve belgesel yönetmenidir. Gençliğinde komünist. İlk tanınması çocuk kitapları yazarı olmasındanmış.2 Uzun zamandır emperyalizm ve dinci gericiliğin geriletilmesi için militanca bir mücadele veriyor, yazıyor, film çekiyor, konferanslar veriyordu. Bir filminin gösterimini yapmıştık Kadıköy’de Nâzım Hikmet Kültür Merkezinde. Başka bir etkinlikte, bölgemizin anti-emperyalist ve laik bir direniş hattına nasıl da ihtiyaç duyduğunu dinlemiştik kendisinden. Ülkesinde insanlığa ve halka karşı suç işleyenlerin yargılanması için yürüttüğü girişimleri anlatmıştı…

Şahriyar Kabir, 20 Temmuz 2015'te Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde Bangladeş'te devam eden laiklik mücadelesine dair söyleşide konuşurken.

Bu aralar hakkında din ve İslam düşmanı deniyor. Oysa Kabir, Müslüman kültürünün içinde, emperyalist bağlantılı gericiliğin dışında insancıl, barışçıl damarların güçlü olduğunu, bunların açığa çıkarılması gerektiğini düşünüyordu. Nüfusun çoğunluğu Müslüman olan kendi ülkesinde, başka yerlerde ve Türkiye’de bu izlerin peşine düşmüştü. 

Bir de, dinci gericilerin suçlarının peşindeydi. 1971’de bağımsızlık mücadelesinin karşısına dikilen İslamcılar, Pakistan ordusuyla işbirliği içinde milyonlarca kişinin katledilmesine, yüz binlerce kadına tecavüz edilmesine, kitlesel göçlere neden olmuşlardı. Geçtiğimiz yıllarda bu olayların kovuşturulmasında ve kimi suçluların cezalandırılmasında, Kabir’in öncülerinden biri olduğu laik aydınlanmacı hareket önemli rol oynamıştır. 1992’de “Bangladeş Kurtuluş Savaşı, Katillere ve İşbirlikçilere Direniş Komitesi”nin, kısaca Nirmul Komitesi’nin kuruluşunda yer almış, başkanlığını yürütmüş... Katliamcılardan hesap sorulmasını bir hukuki prosedür olarak düşünmeyin; Cemaat-i İslami taraftarları da sokak ortasında laik aydınları kılıçlarla infaz ediyorlardı!

Şeyh Hasena’nın halk kitlelerine yabancılaşan dengeci burjuva iktidarının yerine, alenen burjuvazi ve emperyalizm tarafından atanan Muhammed Yunus döneminde, gericiliğin Kabir’ler tarafından itelendiği mevzilerden taşması, beklenen bir gelişmeydi. Şimdi Şahriyar, 75 yaşında bir aydınlanmacı, bizim yakından bildiğimiz türden kumpas soruşturma ve suçlamalarla karşı karşıya. 

Bölgemizde antiemperyalist ve seküler bir ağırlığın oluşmasının öneminin şiddetle hissedildiği bir dönemdeyiz. Aynı dalga birbirinden uzak ülkeleri eşzamanlı olarak kavuruyor. Ve bütün acı deneyler, antiemperyalizm ve laikliğin emekçi sınıflara zimmetlenmesi, sosyalizme bağlanması gerektiğini teyit ediyor. 

Sevgili Şahriyar’la yeniden özgür olduğunda, tercihen Aydınlanma yolunu açmış bir Türkiye’de, o bulvarda buluşmak dileğiyle…

                                                                /././

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -19 Ocak 2025 -

 Aileyi yuva değil yem yapma hamlesi

2025 ‘aile yılı’ ilan edildi. Hedef nüfus artışı; çocuk doğurana nakit, evleneceklere kredi desteği! Projenin amacı aileyi sermayenin kuluçkasına, iktidarın yapı taşına çevirmek!

İlk çocuk için tek seferlik doğum yardımı 5 bin lira, ikinci için her ay 1500, üçüncüye her ay 5 bin TL yardım yapılacak. Bebek bezi ve bebek mamasına dahi yetmeyen destekler, beşiği, yorganı, kıyafeti ile ilk elden en az 40 bin TL’yi bulan ihtiyaçlar karşısında çok yetersiz. Üçüncü çocuk doğduğunda ilk çocuğun okula en az 5 bin TL masrafla başlayacak olması da cabası.

BORÇ YÜKÜ!

Proje kapsamında, taşınmazı bulunmayan, düşük gelirli evlenecek çiftlere 150 bin TL faizsiz kredi verilecek. Yoksullukla boğuşan binlerce genç şimdiden müracaat etse de sadece beyaz eşya setini karşılamaya yetecek bu kredi ile yılın sonunda, ekonomik zorlukla boğuşan  gençler büyük bir borç yükü altında kalacak; mobilya ve düğün masraflarının ağırlığından!

İKTİSADİ SİYASİ VE İDEOLOJİK HEDEFLERE KUTSAL AİLE ÖRTÜSÜ

Nüfus artışını hedeflemek ve ‘en az üç çocuk’ çağrısı yapmak, emek piyasasına dahil olacak iş gücünü artırma çağrısıdır. Çalışandan daha fazla artı nüfus her an sömürülmeye hazır insan malzemesini yaratır. Güvencesizlikle tahkim edilir.

Düzenleme yurttaşlığı ve sosyal politikaları yıkar. Kadınlar yurttaş değil, yalnızca ailenin parçası kabul edilir. Devlet çocuk bakımı, barınma gibi yurttaşlara karşı sorumluluklarını aileye yükler, görevini ödemelerle lütfa çevirir.

Bu koşullarda sürekli kadınlara nasıl yaşaması, kaç çocuk doğurması, eşine itaat etmesi ve asıl işinin annelik olması söyleniyor. Kadınlara dair her konuda konuşma ve eyleme hakkını erkeklerin iradesinde gören bir anlayış inşa ediliyor.

DOĞUMDAN ÖLÜME PRANGA!

Evlilik kredisi, çocuk başı mini ödemeler hepsi ‘tatlı’ bir jestin çok ötesinde bir anlam taşıyor. İnsanı doğumundan ölümüne kadar kapitalistlerin önüne yem etmeyi hedefleyen bir planın parçası bu. 12. kalkınma planında yer alan veriler de bunu ortaya koyuyor.

İŞÇİ KADININ TALEBİ HAYATİ

2025 asgari ücreti henüz cebe girmeden erimeye başladı. Ufukta kadın işçileri daha düşük ücretler, kayıt dışı ve esnek istihdam, artan bakım yükü bekliyor. Doç. Dr. Miriş Meryem Kurtulmuş: Kadın işçilerin özgün talepleri işçi sınıfının bütünü açısından vazgeçilemez.

                                                          ***

Haydi gençler evlenmeye(!)

Türkiye’de ortalama kiralar 20 bin TL. Haftalık pazar alışverişi en az 1000 TL iken Cumhurbaşkanı Erdoğan 22 bin 104 liralık asgari ücretle geçinen milyonlara üç çocuk çağrısı yapıyor.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan 2025’i “aile yılı” ilan ettiği tanıtım toplantısında büyük bir “müjde” verdi. 18-29 yaş arasında, herhangi bir taşınmaz sahibi olmayan, resmi nikah gününe en az 2 en fazla 6 ay kalan ve bakanlık eğitimlerine katılmayı taahhüt eden gençlere; 2 yıl geri ödemesiz 48 ay vadeli 150 bin lira kredi! Müjdeler bununla mı sınırlı? Evlenip çocuk yapanlara daha da büyük müjde var… İlk çocuk için tek seferlik doğum yardımı 5 bin lira oldu, ikinci çocuk için her ay 1500, üçüncü ve diğer çocuklar için ise her ay 5 bin TL yardım yapılacak. Haydi gençler artık evlenip çocuk yapma zamanı…

Sevdiğinizi buldunuz, görüştünüz, anlaştınız… Her şey yolunda giderken dediniz ki “Haydi evlenelim artık.” Başladı telaş… Aileler tanıştı, isteme merasimi yapıldı, acı kahveler içildi, nişan töreni gerçekleşti ve artık son düzlüktesiniz. Nikahınızı, düğününüzü yapıp evinize yerleşeceksiniz ve “Sonsuza kadar mutlu yaşayacağınızı” mı düşünmüştünüz? “İki gönül bir olunca samanlık seyran olur” demek isteyebilirsiniz ama ekonomik koşullar izin vermeyebilir.

EVLENİYORUZ, MUTLUYUZ: 371 BİN TL!

Evlenmeden önce alınacaklar arasında beyaz eşyalar, küçük ev aletleri, oturma grubu, yemek ve yatak odası temel ihtiyaçlar… Bununla beraber mutfak eşyaları, yorgan yastıklar, perdeler elbette ihtiyaç dahilinde. Daha akla hayale gelmeyen onlarca ihtiyaç çıkacaktır ama önce temel eşyalar olarak bir “Çeyiz düzelim…” Hesaplamamız bir evin olmazsa olmazlarını içerecek şekilde düzenleniyor. Zaten Türkiye’nin ekonomik şartlarında “lüks” grubu alabilecek aile sayısı da oldukça az.

İnternet üzerinden en uygun ve kullanışlı, fiyat performans ürünü buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, fırın ve televizyonun içinde olduğu “çeyiz paketi” bu yazının yazıldığı tarihlerde 108 bin 999 TL idi. Buzdolabı 471 litre, çamaşır makinesi 9 kilogram, bulaşık makinesi 4 program, ankastre fırın, ocak ve davlumbaz ve 126 ekran 4K Smart TV’den oluşuyor.

Küçük ev aletleri setinde ise multi blender set, fritöz, çay makinesi, tost makinesi, elektrikli süpürge, stant mikser, ütü ve saç kurutma makinesi 27 bin 555 TL tutuyor.

Mobilyalar daha çok “düğün paketi” şeklinde uyguna geliyor. 5 kapılı dolap, şifonyer, 2 adet komodin, başlık, konsol, sabit yemek masası, 4 adet sandalye, üçlü koltuk ve berjer 78 bin 860 TL. Eh o kadar para verince yatak ve karyola hediye geliyor.

Tencere seti 4 bin 799, yemek takımı 1799, yorgan yastık battaniye gibi ev eşyaları 11 bin 998, perdeler 22 bin 300 TL ortalamasında…

Evimizi en temel ihtiyaçlar çerçevesinde düzenledik; şimdi sıra düğün hazırlıklarında… En uygun fiyatlı gelinlikler 15 bin TL’den, damatlıklar ise 10 bin TL’den başlıyor. Düğün salonları davet edeceğiniz kişi sayısına göre değişiklik göstermekle beraber 70 bin TL ortalamada. Ayakkabısıydı, saçıydı, çocuklara para vermesiydi derken 20 bin TL’de öyle… Düğün için de ortalama 115 bin TL ayırmak gerekiyor. Yani evlenmek için harcadığınız miktar (en iyi ihtimalle) 371 bin lira oldu bile.

HOŞGELDİN BEBEK: 40 BİN TL

Düğün bitti, ev yerleşti, misafirler gelip gitti, hayat normale döndü… Dediniz ki, artık bir çocuğumuz olsun. Bebek heyecanıyla ilk kalp atışlarını duydunuz, içinizde büyüyen canlıyla 9 ay geçirdiniz ve sağlıklı bir şekilde bebeğinizi kucağınıza aldınız.

210 adet yenidoğan bebek bezi 650 TL, bir ay yetebilecek bebek maması 2 bin 500 TL, yenidoğan kıyafet takımları 500 TL, bebek karyolası ve yatağı 7 bin TL, gardırobu 5 bin TL’den başlıyor. Bunlar dışında beşiği, yorganı, kangurusu, battaniyesi, kıyafeti derken ilk elden ihtiyaçlar en az 40 bin TL. Aylık rutin giderler bunun dışında.

YAŞASIN OKULUMUZ: 5 BİN TL

Hesaplamaya devam edelim… “Bebek kısmetiyle gelir” deyip ikinci ve üçüncü çocuğu da yaptınız. Ve ilk çocuğunuz büyüyüp okula başlama yaşına geldi. Okul kayıtları sırasında “bağış” adı altında alınan paralardan bir şekilde kurtulup ilkokula yazılınca kitabıydı, defteriydi, kalemi, silgisiydi, forması, çantasıydı derken 1. sınıfa giden çocuğunuzun masrafı en az 5 bin TL.

Maalesef Milli Eğitim Bakanlığı “okullarda bir öğün ücretsiz ve sağlıklı yemek” vermediği için kantinlerde satılan tostlar ortalama 50, içecekler ise 10 TL’den başlıyor. Su ve çeşitli ihtiyaçlar da göz önüne alınınca günlük çocuk başına 100 TL gider. Beslenme çantasına evden konulursa bile bu fiyat en fazla yarıya düşüyor.

YANGIN VAR…

Tüm bu masraflara kira, elektrik, su, doğal gaz, internet ve telefon faturaları, mutfak masrafları, temel ihtiyaçlar dahil değil. Türkiye’de ortalama kiralar 20 bin TL iken, faturalar neredeyse 5 bin liraya yaklaşmışken, 500 liranın bile market filesini dolduramadığı, pazarda ise en az 1000 lira harcarken, Cumhurbaşkanı Erdoğan evlilik ve üç çocuk çağrısını yineliyor. Ve sizden 22 bin 104 liralık asgari ücretle, bir defaya mahsus verilen 5 bin lirayla, ikinci çocuk için her ay verilecek 1500 lira ile, dahası 3. çocuk için 5 bin lira ile sadece 5 yaşına kadar tüm bunları yapabilmenizi bekliyor.

                                                            ***

150 bin liraya yeni bir hayat kurmak…

Yeni bir hayat kurmak; bir ev kiralamak, beyaz eşyaları almak, mobilya... Kısacası sıfırdan evi kurmak gerçekten çok zor. 150 bin lira bu masrafların arasında sadece bir kaleme yetebilecek bir tutar.

Düğün hazırlığında olan genç bir kadın olarak söyleyebilirim ki; çok kere açıklandı evlenmenin maliyeti 1 milyonu geçiyor diye. Sadece nikah olacaksa Erdoğan’ın 150 bin liralık teşviki yetebilir. Bütün evlenecek arkadaşlarım bu duruma tepkili. Yoksulluk bir krediyle değil, sistemin köklü değişiklikleriyle çözülür. Faizsiz kredi, gençlerin daha fazla borçlanmasına yol açarak zaten ekonomik zorluk çeken gençlerin daha büyük yük altına girmesine neden oluyor.

Aile kurma ve çocuk sahibi olma, sadece maddi destekle değil, eğitim, sağlık ve istihdam gibi temel hakların sağlanmasıyla mümkün olabilir. Bu tür yardımlar, geçici çözümler sadece. Gençler, düşük ücretler ve güvencesiz işlerle mücadele ediyor. Ücretlerin artırılması, iş güvencesi sağlanması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi, gençlerin daha iyi yaşam şartlarına sahip olmasını sağlar. Gençlerin sadece evlenip çocuk yapacak kadar maddi imkana sahip olmaları değil, aynı zamanda eğitime, sağlığa ve yaşam standartlarına da erişimlerinin sağlanması gerekiyor.

Ucuz ve erişilebilir konutlar, gençlerin ev kurmalarını kolaylaştırır. Bugün, yüksek kiralar ve ev fiyatları, evlenmeyi ve yaşam kurmayı imkansız hale getiriyor. Konut hakkı, devlet tarafından sağlanmalı. İnsanca bir yaşam için temel ihtiyaçlar ücretsiz ya da en düşük maliyetle sunulmalıdır.

YOKSULLUK, BİR KREDİYLE ÇÖZÜLMEZ

Çevremdeki evlilik hazırlığında olan diğer genç kadınlar da benzer şeyler söylüyor. 24 yaşındaki hemşire Ayşe, “150 bin lira şu an evlenecek çiftler için yetersiz. Paranın yetersiz, bir de şartları zorlayıcı. Günümüzde zaten evlenmek yeterince zor değilmiş gibi bir de bu şartları sağlayıp o şekilde kampanyadan faydalanabiliyoruz. Zaten bu şartları karşılayan birisi düğün yapmayı düşünemez bile. 2 asgari ücretlinin evlenmesi bile başlı başına zor. Gerçekten vahim bir durum. Tabii asgari ücret maddesinin şart olmaktan çıkarılması gerekiyor. Ülkemizin doğurganlık ortalaması son 2 senede rekor düzeyde düşmüş durumda. Bunun en temel sebebi de insanların evlenmeye durumunun olmaması, ya da evli olanların çocuk bakacak kadar kazanamaması” diyor.

İnşaat Mühendisi 24 yaşındaki Elif ise, “Öncelikle yeni nişan yapmış bir çift olarak gelecekle alakalı yaptığımız planlarda ilk düşündüğümüz daha doğrusu düşünmek zorunda kaldığımız konu masraflar. İkimiz de çalışıyoruz ve ikimizin maaş toplamı tabii ki bu kredi için verilen şartı sağlamıyor. Ancak bu her şeyi rahatça yapabildiğimiz anlamına da gelmiyor. Asgarinin üzerinde kazançları olan iki insan olarak yeni bir hayat kurmak; bir ev kiralamak, beyaz eşyaları almak, mobilya, tül, perde kısacası sıfırdan evi kurmak gerçekten çok zor. Ev kiralamak diyorum çünkü almamız imkansız şu anda. Ve verileceği söylenen 150 bin lira bu masrafların arasında sadece bir kaleme yetebilecek bir tutar. Örneğin beyaz eşya aldıktan sonra geri kalan eşyalar için yeterli olmuyor. Ki bu kredi için sunulan şartlara sahip olan insanlar için bu durum çok daha zor. Bu yüzden bu yardım adı altında sunulan imkanın gerçek bir yardım olduğuna inanamıyorum. Çünkü bir de bunu geri ödemek zorundayız. Bence her şeyden önce keşke insanlar yardım edilecek duruma düşürülmese de yardım edilmesi de gerekmese” diye tepki gösteriyor.

                                                            ***

Daha çok çocuk doğurmak… Neyin pahasına?-Hilal Tok-

“5 bin liraya güvenip çocuk mu getirilir dünyaya? Devlet bazı aşıları karşılamıyor, üç tane yaptırması gereken özel aşısı var çocuğun. Bu aşılar toplamda 10 bini geçiyor.”

İktidarlar; kapitalizmin geleceği için çok çocuk ister. İşçileri daha ucuza sömürmek adına yedek iş gücüne ihtiyaç duyar. Hem daha ucuz çocuk emeği için, hem de; kapıda genç işsizler ordusu beklerken işten atma tehdidiyle işçiyi her türlü baskıya ve koşula razı etmek daha kolaydır patronlar için.

Türkiye’de de 22 yıllık AKP iktidarında; aile, kadın, çocuk politikasını sermayeye ve neoliberal muhafazakarlığa göre dizayn eden sistem iş gücü ordusuna nefer taşıyan kadınları ailenin yaslanacağı direk haline getirme derdinde. “Daha çok çocuk” diye seslenilen kitle ne pahasına, hangi bedelleri ödüyor? Bebekli işçi eşi kadınlar anlatıyor…

5 BİN LİRA İKİ AYLIK BEZ MASRAFI

Hicran’ın bebeği 10 aylık, hâlâ anne sütü emiyor, ek gıdaya geçti. Eşi Assan Alüminyum Fabrikasında işçiydi, yeni işten atıldı.

“Bir çocuk için tek seferlik 5 bin lira destek… Bebeğin zorunlu, devlet tarafından karşılanmayan rota ve menenjit aşısının dozlarını bile karşılamaz. Kocam henüz işten çıkarıldı, ancak çalıştığı süreçte de çocuğun tüm ihtiyaçlarını karşılamak imkansızdı. Çocuğum Allah’tan mama almıyor, mama alsa bir de bezlerle beraber, kişisel bakımlarla en az ayda 10 bin liralık masrafı olur. En uygun bebek bezi markasını kullanıyorum, bir aylık masrafı 2 bin 500 lirayı buluyor. Bebeğim kucağımda sürekli marketleri dolaşıp kampanya kovalıyorum. Araba yoksa, gece hastaneye gitmeniz gerekiyorsa taksiye binmek zorunda kalıyorsun. Devlet özel aşıları karşılamıyor, üç tane yaptırması gereken özel aşısı var çocuğun. Farklı dozları var ve çok pahalılar. Ben çocuklarına rota ya da menenjit aşısı yaptıramayan çok anne görüyorum. Çocuğu dünyaya getir diyorlar ama ya sonrası? Bu aşılar toplamda 10 bini geçiyor. Böyle bir tabloda bu ülkede asla ikinci çocuk doğurmak istemem. Çocuklarımız hiçbir şekilde güvende değil. 5 bine güvenip çocuk mu getirilir dünyaya? Bu para sadece iki aylık bez masrafını karşılar, peki ya sonra?​” diye soruyor.

Bebeği için ek gıdaya geçtiklerini ama meyvesi sebzesi, eti derken yetişemediğini söylüyor Hicran: “Kuruşuna kadar düşünmek zorundasın. Haftalık üç kilo süt alıp mayalayıp yoğurt yapmam lazım. Kalsiyum çocuklar için çok önemli. Ama onu bile düşünür oldum alsam mı almasam mı diye. Bir elma, bir muz, üç dört parça bir şey alıyorsun 500 lira tutuyor. Kocam şimdi iş bulup çalışınca biz yine geçinemeyeceğiz. Asgari ücretle geçinmek çok zor. Çocuk sağlıklı beslenemiyor, isterim ki güzel şeyler alayım, et alabileyim. Bazı fenomen anneler çocuklarına et yediriyor görüyorum internetten. Biz onları alamıyoruz. Gelişimi için oyuncaklar, masal kitapları almak lazım. Oyuncaklar çok pahalı. Alamıyorum, eş dost, komşu hediye ederse onlarla idare ediyor. Çocuk yapalım ama ne pahasına, bu yoksulluğun, bu ateşin ortasında çocuk bakmak kolay mı?​” diye soruyor.

"ÇOCUĞU BIRAKACAK YER YOK, ÇALIŞAMIYORUM"

“Anne baba olmak bu ülkede kolay değil” diyor Hicran, öfkeleniyor: “Erdoğan’a biz 10 bin lira verelim, sadece onunla çocuk bakmaya çalışsın. Bakalım nasıl olacak? Ben çocuğu bırakacak yer bulamadığım için çalışamıyorum da, kreşler ateş pahası. İstiyorlar ki kadın evde kalsın çok çocuk yapsın, çocuklara baksın. Devlet çocuğun geleceğini güvence altına alacaksa yapalım ikinci çocuğu, ama sadece geleceksizlik vadediyor. Hamileyken başladı endişe; bu çocuğa nasıl bakacağım diye… Sürekli bugün çocuğa şunu alabilecek miyim, ben kötü bir anne miyim, benim yüzümden mi çocuğun ihtiyaçlarını karşılayamıyorum diye düşünüyorum, ama bunu devletin düşünmesi lazım. Bu sorun yardımlarla da çözülmez, benim eşim çalıştığında emeğinin gerçek karşılığını alsa, sağlık ücretsiz olsa, kreş desteği olsa ve anneler de çalışabilse o zaman çocuk yapmak da bakmak da daha kolay olur” diyor.

KÜÇÜCÜK BİBERON 500 LİRA

Melike’nin eşi metal işçisi. Birkaç ay önce doğum yaptı. Ücretleri ancak yoksulluk sınırının yarısı eden ücretle bir bebeğin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Doğum nedeniyle kendi çalıştığı fabrikadan çıkmak zorunda kalan Melike, “Bir yandan evin kredisini ödüyoruz, bir yandan geçimimizi sağlamaya çalışıyoruz. Ben teşvik rakamını duyduğumda o kadar komik geldi ki. İnsan ayda 1500 lira için ikinci çocuğu yapar mı? Bir markete gidiyorsun, bugün yarını tutmuyor. O kadar çok masraf ki. Yenidoğan kıyafetleri için 5 bin liralık fiş verdiler. Onu sadece ilk ay kıyafetleri için harcadık. İkinci aya o kıyafetler yetmemeye başladı. Düşün ki bu sadece kıyafet, ondan bir hafta boyunca hiç kıyafetleri yıkamadan çocuğu giydiremedik yine. Yeni kıyafetler almak zorunda kaldık. Sütümü sağmak için makine aldım, sadece o 2 bin lira etti. Küçücük bir biberon aldık 500 lira. Bir insanın altından kalkabileceği bir masraf değil bunlar” diyor.

“Bu hükümete güvenip ikinci çocuk yapılır mı?​” diye soruyor, “Gerçekten genç nüfus istiyorsan, insanlar eve gömülüp fakirliğin içinde çocuk baksın istiyorsan bunun karşılığı 5 bin lira, 1500 lira değil yani” diye tepki gösteriyor.

                                                         ***

1930’lardan bugüne kapitalistlerin ‘nüfus’ kaygısı -Sıla Altun-

Nazi Almanyası’ndan Orban Macaristanı’na farklı tarihsel dönem ve koşullarda; “krizlerin” önlenmesi ihtiyacıyla amacı doğum hızını artırmak olan pek çok uygulama mevcut.

Doğum hızının 1.51’e düşmesi, Türkiye burjuvazisi ve iktidarının eteklerini tutuşturdu. Nüfus yaşlanırken, nüfus artış hızı düşerken Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2025’i “aile yılı” ilan etti.

Doğum hızının artırılmasına yönelik politikalara ilk defa bugün başvurulmuyor. Farklı tarihsel dönem ve koşullarda yaşanan kapitalizmin krizlerinin önlenmesi ihtiyacıyla birbirine benzeyen ya da farklılaşan, ancak doğum kontrol yöntemlerini kısıtlamaktan doğum yardımlarını artırmaya, amacı doğum hızını artırmak olan pek çok uygulama mevcut.

ÜRETİMDE BASKI YENİDEN ÜRETİMDE BASKI

Savaş dönemleri iş gücünün hızla yeniden üretilmesine ihtiyaç duyulan dönemlerdir. Savaş sırası ve sonrasında emek gücünün yeniden üretimine duyulan ihtiyaç nedeniyle kapitalist ülkeler doğum hızını artırmaya yönelik çeşitli uygulamaları hayata geçirmek durumunda kalıyor.

Almanya örneği üzerinden ilerleyelim. 1933 yılında iktidara gelişinden itibaren Hitler faşizmi, nüfus artışını teşvik etmek ve “aryan ulusun” nüfusunu azaltacak herhangi bir girişime yönelik ağır yaptırımlar uygulamak üzere harekete geçmişti. Almanlar ve diğer ulusların evlenmesi ve kürtaj yasaklandı. Yoksul ailelere beşinci çocuktan itibaren çocuk başına yardım verilmeye başlandı.

“Anne” olacak yaşlara kadar vasıfsız ve güvencesiz işlerde insanlık dışı koşullarda çalıştırılan kadınlar anne olacak yaşa geldiklerinde Alman ulusunun çocuklarının, askerlerinin, işçilerinin yetiştirilmesi rolünü üstleniyordu.

Almanya açısından savaş dönemi tüm kadınların üreme haklarına yönelik daha sert tedbirlerin alındığı bir dönemdi. Alman kadınların kürtaj yaptırması 1943 yılında tamamen suç sayıldı ve idama varan şekilde cezalandırıldı. Tekelci burjuvazinin örgütlenmiş en gerici devleti, üretim açısından nasıl bir baskı uyguluyorsa benzeri bir süreci emek gücünün yeniden üretimi için de sürdürüyordu.

2. Paylaşım Savaşı sonrası ise eksilen iş gücünü tamamlamak için kollar sıvandı. Alman Demokratik Cumhuriyeti ücretsiz sağlık, eğitim, kreş gibi sosyal hizmetleri yaygınlaştırarak kadınların üretime katılımını artırmaya çalışıtken Batı Almanya “Kindergeld” denilen çocuk parası sistemini devreye sokarak nüfus artırıcı teşvikler uyguluyordu.

BABY BOOM!

2. Dünya Savaşı sırasında belirgin bir nüfus artış politikası uygulamayan Amerika’da, savaşa katılan çoğu kapitalist ülkede de olduğu gibi, kadınlar işe erkekler cepheye çekildi. Ancak savaş sonrası kadınların eve ve anneliğe geri dönüşünü teşvik edecek politikalar geliştirildi. “GI Bill” ile birlikte savaştan dönen erkekler ve aileleri açısından ekonomik bir destek sağlandı.

Savaş sırasında kadın emeğini yoğunluklu şekilde kullanan İngiliz burjuvazisi de savaş sonrası kadınlara kapıyı gösterdi. 1945’ten itibaren “New Towns Act” gibi çeşitli projelerle nüfus artışını hızlandıracak bir alan sağlandı. Bu politikalar kadın hareketinin güç kazandığı 1960’lı yıllara kadar devamlılığını sürdürdü.

BAKIM YÜKÜ DE SÖMÜRÜNÜN AĞIRLIĞI DA OMUZLARIMIZDA

Bugüne dönelim… Dünya nüfusu hızla yaşlanıyor. Çalışamayan yaşlı nüfus artışını maliyet olarak gören kapitalistler önümüzdeki 40-50 yıl içinse sermayenin yeniden üretilebilmesini sağlayabilecek bir düzeyde iş gücünün sağlanamaması gibi bir sorunla yüz yüze. Sanki insanlığın sonu geliyormuşçasına ortalığın velveleye verilmesinin temel sebebi bu.

Bu noktada demografik dönüşüme yönelik hızlı önlemler almaya başlıyor ülkeler. Ancak bu önlemler toplumsal refahı artırmaktan ziyade bakım yükünün kadınlara daha fazla yüklenmesi ya da özelleştirilmesiyle, esnek çalışmanın daha fazla yaygınlaştırılmasıyla ve devletin çocukların bir hakkı olarak sağlaması gereken çocuk bakım desteklerini “yardım” biçiminde kısıtlayarak vermesiyle sürüyor. Bunların her birine özellikle sağ hükümetlerin ağzından daha sık duyduğumuz “aile” vurgusu eşlik ediyor.

BİR TAŞTA ÜÇ KUŞ

2020’de kısa da olsa nüfus artış hızını yükseltmeyi başarmış ancak sonra tekrar inişe geçmiş olan Macaristan, Başbakan Viktor Orban’ın imzasıyla 30 yaş altında çocuk sahibi olan kadınların gelir vergisinden muaf tutulması kararıyla gündeme gelmişti. Bu uygulama, AKP iktidarının 18-29 yaş arasına evlilik kredisi vermesine benzer bir biçimde kadınların ilk çocuğunu doğurma yaşını daha erkene çekmeye ve en azından daha fazla çocuk doğurabilmelerine zemin hazırlanmasına hizmet ediyor.

Bunun yanı sıra Macaristan’da bebek sahibi olan ya da bebek sahibi olmayı taahhüt eden kişilere “bebek hibesi” de ödeniyordu. Polonya’da da çocuk başına destek ödemeleri ve vergi indirimleri uygulanıyor. Bununla birlikte Polonya kadınların üreme haklarına yönelik saldırılarla da gündeme geliyor. Geçtiğimiz yıl, ertesi gün haplarına erişimi kolaylaştıran bir yasa tasarısı Polonya Başkanı Andrzej Duda tarafından hiddetle reddedilmişti. Kürtaj hakkının tamamen ortadan kaldırılmasına yönelik adımlar halkın tepkisiyle yavaşlasa da uygulanmaya devam ediliyor.

Tüm ülkeler kadınlar açısından doğumu teşvik edecek çeşitli uygulamaları hayata geçirirken kadınları esnek ve güvencesiz istihdamda ucuz iş gücü olarak da kullanmak istiyor ve bunun parolası “Aile ve iş yaşamı uyumu.” Bu parola altında hem kadınların bakım yükünü daha fazla üstlenmesi sağlamak ve emek gücünün yeniden üretimi noktasındaki pozisyonlarının “sekteye” uğramasının önüne geçmek hem de burjuvazi “gel” dediğinde gelecek, “git” dediğinde gidecek bir iş gücü ordusu oluşturmayı hedefliyor. Sermaye sınıfının bir yük olarak gördüğü tam zamanlı ve güvenceli çalışma biçiminin güvencesinin sarsılması da bir taşla vurulan üçüncü kuş oluyor.

                                                             /././

ABD'nin 'Alaycı ve acımasız' demokrasisi -Aras Coşkuntuncel-

Perşembe günü ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in basına veda toplantısında yanlış zamanda yanlış soru soran bir gazeteciyi güvenlik yaka paça, karga tulumba dışarı attı. Bir başka gazeteci de soru sorma fırsatı bulamayınca basın toplantısını bölüp sorularını bağırarak sordu; tabii onu da salondan çıkardılar. Salondaki diğer gazeteciler olan biteni hizaya gelerek, oturup koyun gibi izledi. CNN dışarı atılan bu oldukça tanınmış gazetecilere “eylemciler” dedi; “Önüne geleni içeri alıyorlar” diye salladı, “utanç verici” diye ekledi. Bunların hepsi tabii basın ve ifade özgülünün gereği.

Filistin’de sadece 15 ayda ABD bombaları ve desteği ile öldürülen on binlerce sivilin içinde en az 164 gazeteci var. Bu da tabii ABD’nin dünyada basın ve ifade özgürlüğünün kalesi, şampiyonu olduğu için. Tıpkı ABD’nin işgal ettiği, kontrolünde ve yetkisinde olan yerlerde yanlış zamanda yanlış yerde duran gazeteci ve sivillerin tepelerine gönderdiği demokrasi, basın ve ifade özgürlükleri gibi.

Blinken’in soykırım aklama seansına çevirdiği basın toplantısındaki bu yersiz ve zamansız sorular İsrail-Gazze ile alakalıydı. Üstelik bu basın özgürlüğü gösterisi tam da Blinken’in “Zor sorular sorduğunuz için teşekkür ederim” gibi bomboş şeyler söylemesinin ardından gerçekleşti. Toplantı tam da İsrail’in Trump tarafından hafif bir baskı ile ateşkese ikna edilmesinin hemen ardından, ve İsrail’in tarihi boyunca yaptığı gibi bu anlaşmanın da altını oymaya çalıştığı saatlerde yapıldı.

EHVENİŞER SEÇENEĞİ BİLE ÇIKARAMAYAN SEÇİMLER

Trump kendi imajına aşık biri. Kendisini de “anlaşma yapıcı”, “iyi pazarlıkçı” diye pazarlıyor. Belli ki “Başkanlığa daha resmi olarak başlamadan kriz çözen, tarafları anlaşmaya ikna eden başkan” imajı için baskı ve muhtemelen bazı vaatlerle İsrail’i ateşkese zorlamış. 15 ay İsrail’e en ufak baskı yapmayan, hiçbir şart koşmayan Biden ve Harris, “İsrail politikası aynen devam edecek” diyordu. Seçimleri Trump’a kaybetme pahasına Gazze soykırımını devam ettirdiler. Son araştırmalara göre önceki seçimlerde Biden’a oy vermiş ancak bu seçimlerde sandığa gitmeyen seçmenlerin yüzde 29’u ABD’nin soykırıma verdiği desteği en önemli sebep olarak göstermiş.

Bir diğer gündem de yaklaşan TikTok yasağı. Tamamıyla ABD’li şirketlerin kontrolünde olmayınca sosyal medya yasaklamak da ABD’nin her fırsatta övündüğü ifade ve medya özgürlüğünün gereği tabii ki. Kongre ve Biden geçtiğimiz yıl TikTok’un çoğunluk hissesi sahibi Çinli şirket ByDance’e eğer hisselerini ABD’li bir şirkete satmazsa platformu komple yasaklayacağı şantajını içeren bir yasa çıkardı. Süre bugün doluyor. Hukukun üstünlüğü ve ifade özgürlüğünün ahenkle harmanlanması sonucu çıkarılan bu şantaj yasasının sebebi platformdaki bilgi akışının, kullanıcılardan platform sahibi şirketlere akan kişisel bilgi akışı dahil, tamamen kontrol edilemiyor olması. Örneğin Filistin yanlısı içerikler büyük çoğunluktaydı. Bugünlerde bir iddia da Trump’ın bu yasağı savmak için bir yol arıyor olduğu.[1] ABD’nin iki partili sistemi ve demokrasisi o kadar gerici ki, Trump’ın karşısına “kötünün iyisini” bile çıkaramıyor.

Lenin’in daha 1919’da Sverdlov Üniversitesinde yaptığı bir konuşmada vurguladığı gibi, “Hiçbir yerde… sermayenin gücü, bir avuç multimilyonerin tüm toplum üzerindeki gücü, Amerika'daki kadar kaba ve alenen yozlaşmış değil”.[2]

--------------

[1] Biden-Harris yönetiminin İsrail ve Ukrayna’ya milyarlarca dolar gönderirken Los Angeles yangınlardan etkilenen vatandaşlarına bir defaya mahsus 770 dolar gibi komik bile olmayan bir yardım yollamasından bahsetmedim bile.[2] https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1919/jul/11.htm Lenin aynı konuşmasında ABD, Avrupa ve İsviçre için “Sermaye hiçbir yerde bu kadar alaycı ve acımasızca hüküm sürmüyor” diye de vurguluyor.

                                                                            /././

(Evrensel)


Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

  Fatih Altaylı’nın tartışılan videosundaki 1,5 dakika ayrıntısı -Eray Özer- Aldığımız bir bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim kar...