Ölüler adasından yükselen müzik -Fide Lale Durak-
"Tarihte kendini bu kadar aşabilen az sayıda sanat eseri var. Kanımca bu asıl çağın samimi duygusunun yakalanabilmesiyle mümkün oluyor." *Kapak Resmi: Arnold Böcklin, 1872, Ölümün Keman Çaldığı Otoportreİsviçreli ressam Arnold Böcklin, simgecilik akımının önemli temsilcilerindendir. En bilinen eseri olan Ölüler Adası, kasvetli ve huzursuz edici sakinliği ile varoluşsal bir sorgulama yaratır. Ölüm, yaşam, rüya, yalnızlık gibi konular Böcklin’in tam da kafa yorduğu konulardır ve sembolizm ile bu kavramların anlatımı alegorik bir ifadeyle somutlanır. Böcklin’e göre gerçekçi üslup, insanın duygularını anlatabilecek derinliğe sahip değildir. Bu yüzden realizmi reddeder, sembolizmi ise dönemin ruhunu en iyi anlatan romantizmden ayrıksı değildir.
Böcklin’in kökeni ipek ticareti ile uğraşan soylu bir aileye dayanır. 14 yaşındayken ilk sanat eğitimini alacağı Zeichenschule Basel‘e gider. Bu okulda teknik yeteneklerini kazanacağı bir eğitim alır. 18 yaşına geldiğinde iki yıl, Alman manzara ressamı Schirmer’in altında eğitim alacağı Düsseldorf Akademisine başlar. Böcklin ve okuldaki diğer yetenekli öğrenciler, eski Hollanda ve Felemenk ressamları kopyalamak üzere Antwerp ve Brüksel’e gönderilirler. Bu gezileri sırasında hayran olacağı Rubens’i keşfeder. Döndüğünde İsviçre’ye giderek, özellikle Alp dağları resimleriyle ünlü bir başka manzara ressamı olan Calame ile çalışır. İsviçre’den sonra Paris’e gider, aylarca kalır ve Louvre’da eski başyapıtları kopyalar. 1848 yılında Paris Şubat ve Haziran devrimleri ile çalkalanıyorken artık şehrin güvenli olmadığını düşünerek geri döner.1
Özetle Böcklin, henüz gençken ailesinin de imkanlarıyla iyi bir akademik eğitim alır ve birçok önemli müzeyi gezerek, çeşitli ülkelerde yaşayarak resmini zenginleştirmek için fırsat bulur.
Arnold Böcklin, 1847, Megalitik Mezar
Paris’ten sonra kısa bir askerlik yapar ve ardından evlenir. Ancak eşi henüz evliliklerinin ilk yılı dolmadan ölür. Eşinin ölümüyle yaşadığı üzüntüyü hafifletmek için 1850 yılında Roma’ya gider. Bu sırada 23 yaşındadır. Roma’da yaşayan ve kendilerine Tugenbund (“Erdemliler Birliği”) diyen Alman sanatçılarla tanışır. Çevresinde çok sayıda neoklasik ve manzara ressamı vardır ve başlarda kendisi de manzara resimleri yapmaya devam eder. Bu gezinin asıl önemi, zamanla resimlerine mitolojik karakterlerin de gireceği bir değişimin başlangıcı olmasıdır.
Roma’ya gelişinin üçüncü yılında, bir İtalyan Papa Muhafızının kızıyla ikinci evliliğini yapar. 14 çocukları olur ve bunların beşi henüz bebekken, diğer üçü ise Böcklin hayattayken ölür. 30’lu yaşları itibariyle resimlerinde görülmeye başlanan mitolojik karakterlere dair bir diğer açıklama ise Roma’ya gelen turistlere almak isteyecekleri, Roma mitolojisinden resimler üreterek para sıkıntısından kurtulmaya çalıştığıdır. Her durumda, Böcklin’in resimlerindeki mistik ve gizemli tavrı, hayal dünyasıyla da birleştirebildiği bir anlatıma bu yolla kavuşturduğu söylenebilir.
Böcklin’in ilk dönemlerinde yaptığı Megalitik Mezar gibi, sadece manzara gibi görünen resimlerinde de seçilen konunun detaylarından, renklerinden ve genel olarak kasvetinden hep bir mistik hava hissedilir. Sazlıklarda Pan resminde dahi genelde flüt çalıp, dans eden, eğlenceye düşkün bir imgeyle bütünleşen Pan, gizemli bir hava içerisindedir. Omzunun arkasından izleyiciye bakarken üflediği flütü, korku filminden bir sahne gibidir. Böcklin’in Pan’ı eğlenceli değil, kırlarda insanların karşısına yarı insan yarı keçi bedeniyle aniden çıkıp “panik” kelimesinin türemesine neden olan korkutucu Pan’dır.
Böcklin 1857 yılında İtalya’dan ayrılıp Basel’e döner. Hannover Kraliyet Konsolosu Karl Wedekind’in yemek salonuna resim yapmak üzere önemli bir sipariş alır. Ayrıca Wedekind, Böcklin’in resimlerini almaya devam eder. Ancak mali sorunlarını tam olarak çözemez, bu yüzden Münih’e taşınır. Münih’te sergilediği resimlerinin 14’ü koleksiyoner Friedrich Graf von Schack tarafından alınır ve ayrıca Kunstschule'de Manzara Resmi Profesörü pozisyonu da teklif edilir. Böylece Böcklin mali durumunu düzeltir. Böcklin’in o gün alınan eserlerini ve daha fazlasını, bugün Münih’te Sammlung Schack müzesinde görmek mümkün.
1862 yılında İtalya’ya dönecek kadar para biriktirmeyi başaran Böcklin, çok sevdiği bu ülkede 1901 yılındaki ölümüne dek yaşar. Kariyerinin bundan sonraki kısmında sembolizmin etkisi çok daha baskındır. Ve 1880 yılında, bu yazıyı yazmamızın da asıl nedeni olan, baş yapıtı Ölüler Adası’nı yapar.
Ölüler Adası, Marie Berna isimli Amerikalı dul bir kadın tarafından sipariş edilir. Berna’nın bir diplomat olan Alman kocası 1865’te difteriden ölmüştür ve resmin siparişini verdiği sıralarda Kont Waldermar von Oriola ile evlenerek Oriola Kontesi olmak üzeredir. Berna’nın siparişi, Böcklin’i stüdyosunda ziyaret ettiğinde belirginleşir. Sanatçının yapmakta olduğu benzer bir manzara resmini görür ve onu bir rüya sahnesiyle ilişkilendirir. Ölen kocasının anısına, “gördüğü rüya için resim” yapmasını ve bir versiyonunu istediği bu manzaraya, üzeri örtülü bir tabut, kefen giymiş ayakta bir kadın ve bunların olduğu tekneyi kürekle çeken yalnız bir figür eklemesini ister.
Bu istekler Böcklin için ikna edici olmanın ötesinde ilham vericidir. İlerleyen yaşıyla sağlığı eskisi gibi olmayan Böcklin’in resim yapan kolu teklemekte ve onu her seferinde depresyona sokmakta, tablodaki ölüm konusuna odaklandıkça kendi yitirdiklerinin acısı resmi katmanlaştırmaktadır. Öyle ki Böcklin zaman zaman nöbetler geçirir. Oğlu Carlo, yazdığı bir kitapta babasının o döneminden şöyle bahseder:
“...1880 yazında, ustanın acı verici ızdırapları ciddi bir sinir depresyonuna yol açtı. Çalışmaya olan ilgi eksikliğine yorgunluk ve o kadar derin bir melankoli katılmıştı ki etrafındakiler onun için ciddi şekilde endişeleniyordu. Onun bedensel işkencelerini hafifletmek için her türlü araç boşunaydı. ...Kalbi ve sinirleri, gerekli hale gelen bol miktarda salisilik asitten olumsuz etkilenmişti.”2
Böcklin, ellerinde bulunan ve omzuna kadar ilerleyen iltihaplı romatizma nedeniyle bazen fırçayı tutarken bile acı çekmektedir, buna rağmen Berna’nın siparişinin iki versiyonunu çalışır ve şu cümleleri içeren bir mektup eşliğinde postalar:
“Denizi kışkırtan yumuşak, ılık esintiyi hissettiğinize inana kadar kendinizi Gölgeler diyarına bırakın. Tek bir sözle ciddi sessizliği bozmaktan çekinene kadar.”3
Tablonun ilk iki versiyonunda yakalanan başarı nedeniyle sanat satıcısı Fritz Gurlitt Böcklin’i üçüncü bir versiyonu yapmaya ikna eder. Bir iddiaya göre bu tablo Adolf Hitler’e satılır ve şu anda Berlin’de Alte Nationalgalerie’dedir. 1884’te dördüncü versiyonu yapılır. Bunu da Alman sanayici Thyssen’ler alır ve bir bankada saklarlar. Ancak II. Dünya Savaşı sırasında bombalamaların birinde yok olur. Dolayısıyla dördüncü eserin sadece fotoğrafı kalmıştır. Böcklin 1886’da tablonun beşinci versiyonun yapar, bunu da Leipzig’de Bildenden Künste Müzesinde görmek mümkündür.
Ölüler Adası, Böcklin’in son döneminde oldukça ünlenen bir tablo olmuştu ama etkisi sadece Almaya’da resmi almış birkaç zengin aile ile sınırlı değildi. 1890’da romantik besteci Heinrich Schülz-Beuthen, 1907’de ise Sergey Rahmaninov, tablodan esinle birer senfonik şiir bestelediler. 1913’de ise Max Reger, bestelediği senfonik şiirinin bir bölümünde Ölüler Adası’nı anlattı. Edebiyatta çeşitli romanlarda karakterlerin odasında bu resim asılıydı. 1945 yılında Val Lewton’ın yönettiği Ölüler Adası filmi bu tablodan ilham aldı. Başka filmlerde bazı sahneler yine bu tabloya atıfla tasarlandı. Dali’nin direk ressamın ve tablonun adını kullanarak yaptığı bir yeniden üretim var. H.R. Giger 1977’de resmin Böcklin’e Saygı isimli bir versiyonunu çizdi.4
Tarihte kendini bu kadar aşabilen az sayıda sanat eseri var. Bunun nedeni her zaman en doğru resmin yapılması, sözün söylenmesi olmuyor; kanımca bu asıl çağın samimi duygusunun yakalanabilmesiyle mümkün oluyor. Böcklin’in yaşadığı çağda, kaçarak uzaklaşmak istediği 1848 devrimleri de vardı, sonsuz bir çukur gibi her şeyi kendine çekerek büyüyen derin umutsuzluk kuyuları da… Böcklin ikinci duygunun simgelerini en güzel yaratanlardan biriydi.
21. yüzyılın ilk çeyreğini tamamlıyoruz ve bu çağın eserleri henüz tatmin edici değil.
Yazıyı tamamlarken sizi Böcklin’in Ölüler Adası versiyonları ve Rahmaninov’un aynı adlı eseri ile baş başa bırakıyorum:
Sevgili Şahriyar’la yeniden özgür olduğunda, tercihen Aydınlanma yolunu açmış bir Türkiye’de, o bulvarda buluşmak dileğiyle…
Ankara Çayyolu’ndaki Bangabandhu Bulvarı’nın anlamının kamuoyuna mal olduğunu pek zannetmiyorum... Caddenin ilk adı, fazla uzun ve kullanımı daha güç geldiğinden değiştirilmiş, daha doğrusu kısaltılmış. Önceki versiyon “Bangabandhu Şeyh Muciburrahman Bulvarı” imiş.
Uzun süreli bir mücadelenin sonunda Bangladeş’in bağımsızlığına imza atan Muciburrahman’ın bir de büstü var bulvarda… Geçtiğimiz yaz aylarında kitlesel protesto hareketlerinin ardından ülkeyi terk eden Şeyh Hasina, ülkenin işte bu “kurucu babası”nın kızı.
Bangladeş 1971’de Pakistan-Hindistan geriliminin içine doğdu ve iki ülkenin savaşının bir bakıma konusu ve parçası oldu. Hindistan’ın ele geçirdiği Doğu Pakistan bağımsız Bangladeş, resmi adıyla Bangladeş Halk Cumhuriyeti haline geldi gelmesine, ama her yerde olduğu gibi orada da ABD emperyalizminin beslediği şeriatçılarla laik güçler arasında şiddetli hesaplaşmalar hiç dinmedi. 1975’te Şeyh Muciburrahman bir darbeyle düşürüldü ve öldürüldü. Partisinin adı, Halk Birliği’dir. Zaman içinde “halkı” da “birliği” de yitirdiği anlaşılıyor. Burjuva devrimleri sosyalizme ilerleyemiyorsa dayanıksız oluyor, çürüyor…
Bangladeş’in önde gelen aydınlanmacılarından biri, yıllar önce soL'da bir söyleşide, başkentimizde bir bulvarda yaşatılan lideri, Atatürk’e benzetmişti: “Bangladeş’in kurucusu Muciburrahman, Mustafa Kemal Atatürk’e de çok benzer. Bangladeş resmi olarak Türkiye’den sonra ikinci Müslüman laik devlet oldu. Kemal Atatürk din temelli bütün örgütleri yasaklamıştı. Biz de 1972’de aynısını yaptık.” 1
Bu yorumu yapan Şahriyar Kabir, Türkiye’ye defalarca geldi. Sanırım, her gelişinde görüştük. Geçmiş midir bilmem, ama mutlaka duymuştur o bulvarı. Sevgili Şahriyar, şimdi ülkesinde hapiste. Bu yazının vesilesi de bu zaten.
Şahriyar Kabir, yazar ve belgesel yönetmenidir. Gençliğinde komünist. İlk tanınması çocuk kitapları yazarı olmasındanmış.2 Uzun zamandır emperyalizm ve dinci gericiliğin geriletilmesi için militanca bir mücadele veriyor, yazıyor, film çekiyor, konferanslar veriyordu. Bir filminin gösterimini yapmıştık Kadıköy’de Nâzım Hikmet Kültür Merkezinde. Başka bir etkinlikte, bölgemizin anti-emperyalist ve laik bir direniş hattına nasıl da ihtiyaç duyduğunu dinlemiştik kendisinden. Ülkesinde insanlığa ve halka karşı suç işleyenlerin yargılanması için yürüttüğü girişimleri anlatmıştı…
Şahriyar Kabir, 20 Temmuz 2015'te Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde Bangladeş'te devam eden laiklik mücadelesine dair söyleşide konuşurken.Bu aralar hakkında din ve İslam düşmanı deniyor. Oysa Kabir, Müslüman kültürünün içinde, emperyalist bağlantılı gericiliğin dışında insancıl, barışçıl damarların güçlü olduğunu, bunların açığa çıkarılması gerektiğini düşünüyordu. Nüfusun çoğunluğu Müslüman olan kendi ülkesinde, başka yerlerde ve Türkiye’de bu izlerin peşine düşmüştü.
Bir de, dinci gericilerin suçlarının peşindeydi. 1971’de bağımsızlık mücadelesinin karşısına dikilen İslamcılar, Pakistan ordusuyla işbirliği içinde milyonlarca kişinin katledilmesine, yüz binlerce kadına tecavüz edilmesine, kitlesel göçlere neden olmuşlardı. Geçtiğimiz yıllarda bu olayların kovuşturulmasında ve kimi suçluların cezalandırılmasında, Kabir’in öncülerinden biri olduğu laik aydınlanmacı hareket önemli rol oynamıştır. 1992’de “Bangladeş Kurtuluş Savaşı, Katillere ve İşbirlikçilere Direniş Komitesi”nin, kısaca Nirmul Komitesi’nin kuruluşunda yer almış, başkanlığını yürütmüş... Katliamcılardan hesap sorulmasını bir hukuki prosedür olarak düşünmeyin; Cemaat-i İslami taraftarları da sokak ortasında laik aydınları kılıçlarla infaz ediyorlardı!
Şeyh Hasena’nın halk kitlelerine yabancılaşan dengeci burjuva iktidarının yerine, alenen burjuvazi ve emperyalizm tarafından atanan Muhammed Yunus döneminde, gericiliğin Kabir’ler tarafından itelendiği mevzilerden taşması, beklenen bir gelişmeydi. Şimdi Şahriyar, 75 yaşında bir aydınlanmacı, bizim yakından bildiğimiz türden kumpas soruşturma ve suçlamalarla karşı karşıya.
Bölgemizde antiemperyalist ve seküler bir ağırlığın oluşmasının öneminin şiddetle hissedildiği bir dönemdeyiz. Aynı dalga birbirinden uzak ülkeleri eşzamanlı olarak kavuruyor. Ve bütün acı deneyler, antiemperyalizm ve laikliğin emekçi sınıflara zimmetlenmesi, sosyalizme bağlanması gerektiğini teyit ediyor.
Sevgili Şahriyar’la yeniden özgür olduğunda, tercihen Aydınlanma yolunu açmış bir Türkiye’de, o bulvarda buluşmak dileğiyle…
- 1.https://haber.sol.org.tr/dunyadan/siyasal-islam-hep-abdnin-araci-oldu-h…
- 2.https://bdebooks.com/authors/shahriar-kabir/
Geçtiğimiz hafta sonu Ankara’da toplanan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi 4. Genel Kurulu, kuruluşun ardından geçen bir senenin sonunda THTM’nin ifade ettiği toplumsal-siyasal varlığın, temsil gücünün, Türkiye’ye dair taşıdığı iddianın artık başka bir noktaya doğru taşınmakta olduğunu çok açık gösteriyordu. THTM ilkeleri doğrultusunda ve birbirlerinden ilham alarak, yurt çapında örgütlenmeye devam eden yerel temsilciliklerden delegelerin alanlarına hakimiyetleri, özgüvenleri, taşıdıkları inanç ve kararlılık Genel Kurul atmosferinde hissedilir durumdaydı.
Meclisin bileşiminin her yıl yenilenmesi ve bu yıl Aralık ayı boyunca gerçekleşen seçimlerden belirlenen yeni halk temsilcilerinin enerjisinin de bu Genel Kurul’da içerilebilmesi ayrı bir pozitif etki yaratmıştı. Diyebiliriz ki halk temsilcileri, bu bir sene içerisinde emperyalizme karşı mücadele, aydınlanma seferberliği, yerel yönetimlerin takibi gibi pek çok konuda önemli mücadeleler sürdürürken aynı zamanda meclisin pratik olarak inşa edilmesi, kurumsallaşması, örgütlenmesi gibi kuruluş sürecine dair görevlerde de ciddi bir mesafe kat etmeyi başardılar.
Bu son derece önemlidir. Güldür güldür akan bir halk hareketinden ya da bütün dinamik cumhuriyetçi kesimlerin etkileşime girdiği dev bir platform örgütlenmesinden söz edebileceğimiz bir ülkenin uzağındayız bugün. Fakat THTM “ne olursan ol gel”, “AKP’nin karşısında olursan AKP eskisi de olsan gel” ya da “Cumhuriyetçiyim diyorsan, beyanı esas alırız, faşist de olsan gel” demeyen bir örgütlenme. Dolayısıyla kolayına kaçmadan, önce cumhuriyetçiler için birlikte mücadele edebilmenin objektif kriterlerini saptayarak yoluna devam ediyor. İşte böyle bir cumhuriyetçi örgütlenme olarak THTM’nin, bu bir sene içindeki gelişimi, bilinirliği, aldığı destek ve ulaştığı somut gerçeklik bir milat anlamına geliyor. Bu anlamda da zaten asıl mücadele kesinlikle yeni başlıyor.
Cumhuriyetçilerin birliği için… 4. Genel Kurul sonuç bildirisi bu başlığı taşıyor. En akılda kalıcı, merak uyandırıcı, takip edenler nezdinde heyecan verici siyasi çıkışı bu başlıkla duyurmuş oldu THTM. Bu yolun fiilen nasıl genişletileceğine, birliğin nasıl örgütleneceğine, somut olarak kullanılacak yöntem ve araçlara dair de akıl açıcı konuşmalar dinledik, dolayısıyla fikrimiz oluştu ve sahiplendik. Detaylar yolda değişir, gelişir, belirginleşir…
Neden cumhuriyetçilerin birliği?
Türkiye yeni bir yol ayrımında ve burada yeni olan cumhuriyetin fiilen yıkılmış olması falan değil. Yeni olan, Cumhuriyetin yerine inşa etmeye çalıştıkları garabetin geri dönüşü olmaksızın yerleşmesi, normalleşmesi ve kurumsallaşması yönündeki gelişmeler… Kimileri buna “büyürken küçülen Türkiye” diyor, kimileri ise “Büyük Ortadoğu”. Bize göre meseleyi en iyi “Yeni-Osmanlı” ifade ediyor.
Gidişatın yol açması muhtemel felaketleri, taşıdığı riskleri falan unutalım; her şey güllük gülistanlık olsaydı bile padişah ve tebaası arasındaki ilişkiyi andıran, yasalarla değil buyruklarla yönetilen, hak mücadelesinin değil sadaka kültürünün hakim olduğu, eşitsizliklerin kanıksandığı Yeni Osmanlı’da yaşanacaktı.
“Eh iyi de, nerede kaldı güllük-gülistanlık?” diye sorarsanız…
Hiç olmadı. Patronlar içindi, öyle de kalacak. Bir yol kazasına uğramazlarsa, rakamlar, grafikler, değerler “Türkiye büyüyor, zenginleşiyor” diyecek. Gerçekte büyüyen ise Yeni Osmanlı saltanatının, TÜSİAD ve benzerlerinin kasaları olacak. Bu düzen değişmediği sürece Yeni Osmanlıcı yol kazalarında da hep emekçiler, yoksullar ölüme-açlığa sürüklenecek…
İşte bu manzara cumhuriyetin büsbütün yokluğu manzarasıdır. Bu tabloda “yeniden cumhuriyet” mücadelesi vermenin de, öyle kitabi falan değil, baya nesnel gelişmelerin zorladığı, somut kriterleri oluşmaktadır.
Cumhuriyetçiliğin çeşitli unsurları ortak bir mücadele hattında nasıl birleşebilir?
Farklı cumhuriyetçi gelenekler arasında hesapçılığın, çekişmenin değil; dostluğun, yol arkadaşlığının hissedilir hale gelmesi, günün aciliyetlerinin farkına varılması gerekir. Türkiye’nin sorunlarını ele alırken cumhuriyetçilerin kendi aralarında değil cumhuriyet düşmanlarına karşı cephe almaları beklenir. Bunun için de kendi cephemizi tahkim etmenin, bunu sağlayacak cesur bir tartışmayı göze almanın, gerekiyorsa önce kendi içimizde ayrışmanın vakti gelmiştir.
Kriterleri koyalım. Kriterler olmadığında;
Yayılmacı, büyük Türkiye masallarının cazibesine kapılmış AKP’li “Cumhuriyetçilerle” karşılaşırız.
Osmanlı rüyası büyüdükçe büyüyen, kaostan beslenen, yoksul halkın kanını içen sermaye temsilcilerine Cumhuriyetin koruyucusu muamelesi yapanlar görürüz.
AKP’ye karşı küçük AKP’lerle birleşmekte sakınca görmeyen ilkesiz “Cumhuriyetçilerle” niye birleşmediğimizi sorar dururlar…
Bütün bunlar bir kenara, her cumhuriyetçiyim diyenin çağırdığı yere koşturulacak olunsa;
Düzenin emniyet sübabı İsrailci faşist siyasetçiler o koşturanlara zil takıp parmağında oynatmaya devam eder.
CHP eleştirisi ancak CHP’den atıldığında aklına gelen megaloman siyasetçilerin peşinde daha çok hayal kırıklığına uğranır…
Niyetimiz birbirimizi oyalamak değilse, birlik için önce ayrışmak gerektiğini görmek zorundayız. Cumhuriyeti nasıl savunacağımızı, kimle, hangi yolu yürüyeceğimizi net biçimde saptayacağız. Bunun için de dürüstçe bir tartışma verelim. Amerikancıları, İsrailcileri, vatan diye holdinglerin kârına bekçilik edenleri, satıcı liberalleri Cumhuriyetçilerin alnı ak mücadelesinden uzakta tutalım.
Böyle olmayanların da samimiyetlerini görelim. Küçük hesapların mı yoksa tarihsel haklı bir mücadelenin mi peşindeler? Kaşının üzerinde gözün var diyerek cumhuriyetçiliğin direnç noktaları ile husumetli mi olacaklar yoksa resmin bütününü görmeyi başarıp dostça ilişkiler mi kuracaklar?
Tarih seni siliyorsa, ihtiyaç kalmadığındandır, vardır bir bildiği.
Öte yandan bazı cepheler tarihseldir. Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi bu ülke için kurucu bir mücadelenin taşıyıcısı olma iddiasında. Bu iddiaya yakışıyor, buna hazırlanıyor. Zülal Kalkandelen’in birden fazla kez yazdığı gibi “Halkın Teşkilatı” olma yolunda…
Koşullarını koyarak, güç biriktirerek, cumhuriyetçi merkez haline gelerek… Başarırız!
/././
Arife -Ayşe Şule Süzük-
"Arifede miyiz ki? Sıkıcı, uzadıkça uzayan… Yağmur sıcağı mı var yoksa başka bir şey mi?"
Belirli bir günün, olayın bir önceki günü veya ona yakın günler, anlamına geliyor arife. Turgenyev’in de en azından bizim kuşak için ünlü romanının adı: “Arefe”. Romanın adından anlaşılacağı üzere bir bekleyiş veya harekete geçiş öncesi mayalanmaya işaret ediyor. İçinde hem neşe, hem kaygı, hem sevinç, hem şüphe gibi pek çok duyguyu barındırıyor. Ancak ne tür duyguya çalarsa çalsın sözcük, her koşulda bir canlılık ve dirilik vadediyor, eli yüreğinde bir heyecanlı bekleyiş içerirken öne çıkan karakterlerine de pek çok soru sorduruyor. Bir arayışı simgeliyor aynı zamanda…
1853’ün yaz mevsimine yolculuk. Varış Rusya, varış Moskova… Nuray Sancar’ın Evrensel’de* yazdığı gibi Yelena, İnsarov, Bersyenev ve Şubin neredeyse 175 yıl öncesinde arıyorlar, ne aradıklarını bilmeden arıyor, yaşamı anlamlandırmaya yönelik sorular soruyorlar. Şöyle diyor Sancar yazısında:
“Turgenyev bu dört tipi Rus insanının genel karakteristiği üzerine en çok konuşulan bir dönemde tasvir etmiştir. Doğal olarak bu karakterler zamansız değildir, söz konusu Rus insanını tasvir etmeye çalışan Rus aydınlarının envanterinden çıkmıştır. Öte yandan son derece gerçektirler. Hiçbir şey yapmadan büyük fikirlerin peşinde koşan Rus aydınlarının beklediği yarının hemen öncesinde, ortalık böyle tiplerle doludur. Turgenyev’in bir yan karaktere söylettiği gibi ‘Yeterince felsefe yaptık, şimdi uygulamaya geçmeliyiz…’ dendiği ama kimsenin geçmediği sıralardır.”
Ne kadar tanıdık değil mi?
Umudun devşirilemediği zamanlar yeniden kapımızı tüm dehşetiyle çalıyor bugün, yeniden: güm güm güm… Bir arayışta mıyız? Yoksa karanlık bir bekleyişte mi? Yüzüne ışık tutulmuş bir tavşan gibi öylece, şok doktrinlerine teslim olmuş, kalakalmış mıyız? Her cephede savaşıyor olmanın verdiği yorgunlukla havlu atmaya ramak kalmış da sersemlemiş miyiz?
Neler oldu, Moskova Nehri’nin kıyısındaki o sıcak yaz gününden bugüne? Şubin ve Bersyenev’in yüzünü okşayan tatlı ve hafif rüzgâr, ara vermeksizin gelip bizlerin yanaklarına da dokunur mu?
Aramızda kocaman bir kapitalizm var. Şişmiş, şişmiş, şişmiş, karanlık bir ucube… 2025’in kapitalizmi, 2025’in bilimsel ve teknolojik dönüşümleri, 2025’in sermayesi, yayılmacı, şişkin devletlerin çıldırmış patronlarının peşinden yeniden düzenlenmeye çalışılan kapitalist ulus devletleri, iklim krizine inanmayan, çocuklara kıyan, dişleri kamaşan yağmacı gorgoları, göçmen düşmanlığında ve ırkçılıkta sınır tanımayan “ayır, buyur” siyaseti… (not: Ayır, buyur, bir Azeri atasözü imiş.)
Elimizdeki seçenekler ne sevgilim? Evet, şimdi soruyorum, evet bu soruyu şimdi, bu anda sormak istedim? Stoacı olabilirsin örneğin. Neymiş? Acıya, mutsuzluğa, yokluklara, kıyımlara ilgisizce dayanma cesareti. Bir nevi şükürcülük, bir nevi ilgisizlik, bir nevi uyuşma hâli. İçindeki insanı susturursan mümkündür. Zombilik ile yola devam edebilirsin mesela ama ben almayayım, hiç bana göre değil.
“Sen yalnız bir adamın, yaşamayan (bir adamın, kadının?) sadece gözleyen ve duygularıyla içi geçen bir adamın duyarlığını dile getirdin. Gözlemekten ne çıkar? İnsan yaşamalı, damarlarında genç bir kan dolaşmalıdır. Doğanın kapısını ne kadar çalarsan çal, anlaşılır tek bir sözcük işitemezsin, tek bir karşılık alamazsın ondan. Çünkü dilsizdir o. Bir çalgı teli gibi çınlayacak, sızlanacaktır” der Şubin o nehir kıyısından, yirmi yaşından…
“Gerçek aşk, zevk aşkı değil, özveri aşkıdır” der Bersyenev.
Öte yandan “Zaten zamanımız bize ait değildir. –Kime aittir ya? –Bize gereksinimi olan herkese” diyor İnsarov ve ekliyor: “Sorun bir halkın öcü olunca, kişisel öçlerin sözü edilemez.”
Nihayet sevgili Yelena soruyor. “O dingin, bense sonsuz bir kaygı içindeyim. Bir yolu, bir amacı var onun; ya ben, ben nereye gidiyorum?”
Tekrarlıyorum, elimizdeki seçenekler ne sevgilim, bugün, bu yaşantımızda, 2025 kışında? Biz nereye gidiyoruz?
Bireysel mutluluklar, mikroya karışan makro düşler, albenili, alengirli laf salataları, uzayıp giden konuşmalar, tekrarlar, tekrarlar, ikiyüzlülük, kaypaklık, kaygı, neşesizlik, anlık dozda sosyal medya bağımlılığı, %11’lik ücret artışları, zam üstüne çul serer, reel ücretler düştü, emek en yüce değer mi? Nerede değer? Fakirler Allah’a yakındır, gelsin kedi videoları, hep kedi olsun bana yeter, kediler üzerine tez yapmalı, hayatı dayanılır kılıyorsa kediler, işbirlikçi mi bu kedi arkadaşlar acep? Kediler, kedi midirler? Sus pus olmuş insanlarım, koca bir nehir çağıldar içlerinde. Gerçek mi, elbette bir gün, buraya da gelir esintisi.
Arifede miyiz ki? Sıkıcı, uzadıkça uzayan… Yağmur sıcağı mı var yoksa başka bir şey mi?
Şöyle demiş Turgut Uyar: “Tavrım birçok şeyi bulup coşmaktır./ Sonbahar geldi hüzün/ İlkbahar geldi kara hüzün / Ey en akıllı kişisi dünyanın / Bazen yaz ortasında gündüzün / Sevgim acıyor”
Nihayetinde bu dünyadayız. Dünya ile Güneş arasında yaklaşık 150 milyon kilometre varmış. Ne hoş. Yer’imiz, bizim kıymetlimiz.
Kral Salomon* söylüyor: “Ayıp, ayıp, Nicolas… Çok güzel değil mi Nicolas? Aynı durumu paylaşan dört milyar insan varken, üstelik nüfus artışı nedeniyle bu sayı her gün biraz daha yükselirken, yeryüzünde yalnız olduğunu düşünmek çok ayıp. Yeryüzünde yalnız başına olduğunu düşünmek bir propagandadan başka bir şey değil. İnsan böyle düşünmeye başlamışsa sevgi yeteneğini yitirmiş demektir. (…) Yeryüzünde yalnız değilsin, dört milyarsın! Kavrayabiliyor musun bunu? Müthiş bir şey! Bu durum her şeyi değiştirir. Fransızsın, Afrikalısın, Japonsun… Her yerdesin, ahbap, bütün yeryüzündesin! Bunu düşün, sonra beni gene ara.”
Yine tekrarlıyorum, barbarlık düzenine karşı, elimizdeki seçenekler ne sevgilim?
Mösyö Salomon’dan bugüne bir dört milyar daha artan dünya nüfusu ile derlenip toplanıp kedilerimizi de alarak bir yolculuğa mı çıksak? Eski zaman gezginleri gibi arasak, kapılardan geçsek, eşikleri atlasak, “Peki, şimdi ne yapacağız?” diye diye. “Bize ne olacak?” diye diye.
Sen en iyisi mi beni ara. Bi konuşalım.
Nuray Sancar, Emekçinin Kitaplığı, https://www.evrensel.net/haber/478360/yarini-beklerken-arefe
Emile, Ajar (2024) Kral Salomon’un Bunalımı, İstanbul: Sel Yayıncılık.
Turgenyev (1991) Arefe, İstanbul: İletişim Yayınları.
/././
Altüst oluş çağı: Elon Musk neden Almanya’da Neo-Nazi partiyi destekliyor?-Erhan Nalçacı-
Birkaç gün sonra Trump yemin ederek göreve başlayacak, onunla birlikte hükümet yetkilisi olarak Elon Musk da. Geçen hafta bu görev devrinin öncekilere benzemediğini ve bir altüst oluş çağına girdiğimizi yazmıştık.1
Geçtiğimiz günlerde Elon Musk’ın Almanya’da Nazi yanlısı bir parti olan ve Alman siyasetinde hızlıca yükselen AfD’yi desteklemesini bu analize katmamız gerekiyor. Musk Die Welt’in pazar konuğu olarak AfD’yi Almanya’nın yegâne kurtarıcısı olarak tanımladı. Ayrıca Almanya’daki diğer siyasi figürlere hakaret etmekten geri kalmadı.
Almanya’da “Bunu nasıl yapar, başka bir ülkenin içişlerine böyle karışılır mı?” diye sorgulandığında Musk “Benim Almanya’da sermaye yatırımlarım var, karışmak hakkım” diye yanıtladı. Ayrıca X Sosyal medya platformunu AfD yanlısı olarak kullanılabileceğini hissettirdi.
İleride ayrıntılı olarak ele almamız gereken bir konu bu. Artık uluslar farklı ülkelerin patronları tarafından yapılan sermaye yatırımları ile paylaşılmış durumda. Ulusal iktidarlar artık bir uluslararası sermaye koalisyonu şeklinde kendini gösteriyor.
Ama şimdi bu önemli konuyu geçelim ve Musk’ın desteklediği AfD’ye dönelim.
AfD’nin vergi, miras, teşvik vb. iktisadi konulara yaklaşımına bakınca hiç yanılmadığımızı ve tekelci sermayenin faşist partisi olduğunu görüyoruz. Bunun dışında üç temel rengi var. Biri radikal bir göçmen düşmanlığı. İşçi sınıfı ile karşıtlığını, sınıfı bölen ve aklını karıştıran bir göçmen düşmanlığı ile taçlandırıyor. Alman vatandaşlığını Alman soyundan gelmekle ilişkilendiriyor ve bunun dışına çıkan herkesi tehdit ediyor. Aşağıdaki fotoğraf AfD üyelerinin göçmenlerin posta kutularına attıkları tek yönlü uçak biletini gösteriyor.
AfD’nin göçmenlerin posta kutularına attığı ve sınır dışı edileceklerini bildiren tek yönlü uçak bileti süsü verilmiş faşist propaganda bildirisi.AfD’nin diğer önemli siyasi rengi Avrupa Birliği (AB) karşıtı olması, ulusal egemenliğin AB altında eridiğini iddia ediyorlar ve Avro’dan da çıkarak Mark’a dönmeyi planlıyorlar.
Üçüncüsü de Elon Musk’a çok uygun, çünkü iklim krizini reddederek sermayenin elini rahatlatıyorlar.
Her üç başlık da Trump ve Elon Musk’ın ortaklaştıkları programa çok uygun. Radikal göçmen düşmanlığına varan ırkçılık, dünyanın merkezine ABD sermayesinin çıkarlarını koyan bir bencillik ve zaten canına okudukları dünyayı gözden çıkaran çevre düşmanlığı.
ABD ve eğer AfD yönetime gelirse Almanya’nın geçen yüzyılda şekillenen tüm ittifak ilişkilerinden kopacağı, gücünün yettiği yerde saldırganlaşacağı ve tekelci sermaye adına diğer ulusları tehdit edecekleri anlaşılıyor. Nadir metal madenleri kapışılacak, yeni stratejik ticaret yolları donanmaların egemenliğinde kurulacak, ağır bir sömürü rejimi inşa edilecek.
Elon Musk’ın zengin lityum madenlerine sahip Bolivya’da gerçekleşen darbe sonrası “İstediğimize darbe yaparız, aş bunları” yanıtı bugün geldiğimiz nokta hakkında fikir veriyor.
Ekim Devrimli 20. yüzyılın kazanımlarını saymakla bitiremeyiz. Bu yüzyıl sadece siyasi coğrafyada egemen ve sınırları dokunulmaz olan çok sayıda ulusun ortaya çıkışına tanıklık etmedi, aynı zamanda burjuva siyasetine de çekin düzen vermişti.
Siyasiler, bürokratlar ve genel olarak devlet doğrudan sermayenin bir uzantısı değil, şirketlere bir mesafeyle yaklaşan ve onların uzun vadeli çıkarlarını bir devlet aklıyla koruyan bir yapıya sahipti.
Yüz milyonlarca emekçinin iktidara gelişi demokratik eğilimleri de zorunlu olarak beslemişti. Demokrasi, insan hakları, çoğulculuk ne kadar sahte olursa olsun ağızlarından düşürmedikleri kavramlardı.
ABD ve İngiliz istihbaratı emekçi halklara karşı işledikleri suçları gizlice yaparlardı, bunlara devlette kimse açıktan sahip çıkmazdı. Örneğin, Rusya ile Almanya arasındaki Kuzey Akımı Boru Hattına yapılan sabotaj veya geçenlerde Karadeniz altından Türkiye’ye Rus doğalgazını taşıyan TürkAkımı’na yapılan saldırı gizli operasyonlardı ve kimin tetikçilik yaptığının bir önemi yoktu.
Şimdi ise tekelci sermayenin en bıçkın, en ırkçı, en emekçi halk düşmanı üyeleri doğrudan yönetimi ele geçiriyor. Geçen yüzyılda oluşan ittifak sistemlerini dağıtıyor, tekelci sermayenin kirli çıkarlarını sahte olsun bir ahlaki ve demokratik örtüyle örtmeye kalkmıyor.
Kendi yarattıkları toplumsal eşitsizliğin ürünü olan göçmen sorununa en gaddar yöntemlerle yaklaşacaklarını ilan ediyorlar, dünyanın yeniden paylaşılması için askeri ve iktisadi gücü sonuna kadar kullanacaklarını belli ediyorlar ve geçen yüzyılda oluşan bütün kuralları pişkin bir zorbalıkla reddediyorlar.
Kendileri bunu yaparken başka güçlü ulusların fetihlerine veya işledikleri suçlara arkalarını döneceklerini tahmin etmek zor değil. Artık Ukrayna muhtemelen paylaşılır ve Avrupa’nın kendisi bir paylaşım savaşına sahne olabilir.
Bu altüst oluş çağı, gerçek 21. yüzyıl dünyanın bütün emekçilerinin üzerine çöküyor.
Ancak 21. yüzyıl tahminlerin ötesinde devrimci bir yükselişe tanıklık edecek aynı zamanda.
Her şey karşıtı ile var. Egemen sınıflar ideolojik olarak düzeni koruyan kılıflarını kaybediyorlar. Arka plandaki aç gözlülük, gaddarlık, saldırganlık, emekçi düşmanlığı ve cinayet işleme kapasitesi ideolojik örtülerden arınmış haliyle ortalıkta gezecek.
Eşitlik ve toplumsal adalet öneren ideolojilerin hızlıca örgütlendiklerine ve geniş bir toplumsal taban bulduklarına tanıklık edeceğiz.
Kıyı Kanunu’na da aykırı şekilde kıyı kenar çizgisi içerisinde yapıldığı öne sürülen asansörün bulunduğu yaklaşık 5 bin metrekarelik kıyının, Nisan 2023’de Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından yıllığı 5,3 milyon lira bedelle ilgili şirkete kiraya verildiği ortaya çıktı. Kiralama sözleşmesinde yer alan bilgilere göre korunan alanda denizi doldurmak, plaj işletmesi yapmak ve asansör inşa etmenin metrekareye düşen bedeli yalnızca 1000 lira. Bu uygulama, bir şezlong ücretine korunan alan tahribatı olarak yorumlandı.
Falezler işgal altında, Bakanlık kiralama derdinde
Antalya’da Muratpaşa ilçesi Şirinyalı Mahallesi sınırlarında bulunan 4684/1 parsel, Lara Kıyı Bandı Doğal Sit-Nitelikli Doğal Koruma Alanı içerisinde yer alıyor. Bu alanın koruma altına alınma nedeni, Antalya falezlerini kapsaması ve hem karasal hem de deniz ekosistemi için önemli habitatları içermesi. Söz konusu parselde, 5 yıldızlı Akra Antalya Oteli (Eski Dedeman) bulunuyor. Bir süredir tadilatta olan otelin sahilindeki alanda, müşterilerin denize inmesini kolaylaştırmak amacıyla asansör inşa ediliyor.
Burası aynı zamanda Atatürk’ün 6 Mart 1930’da Antalya’ya yaptığı ilk ziyaretin ikinci gününde görüp etkilendiği manzara karşısında “Hiç şüphesiz ki Antalya dünyanın en güzel yeridir” sözlerini söylediği yer olarak biliniyor. Atatürk’ün ziyaretinden sonra meyve bahçeleriyle dolu, Akdeniz ve Beydağları manzaralı falezlerin ‘Rumkuş’ olarak bilinen bu bölgesi, Erenkuş olarak anılmaya başlandı.
Antalya falezleri koruma sınırı (kırmızı ve mavi çizgili alanlar)Konyaaltı’ndan başlayıp, Lara sahiline kadar uzanan Antalya falezleri boyunca çok sayıda kaçak yapılaşma ve uygunsuz kullanım söz konusu. En kötüsü de koruma altındaki falezlerin nasıl kullanılabileceğine ilişkin bütüncül bir koruma amaçlı imar planı hazırlanmamış olması. Bakanlığın yapması gereken bu plan olmadığı için her işletme kendi kafasına göre bir kullanım alanı yaratıyor. Oteller, kafeler, restoranlar ve yerel yönetimlerin kullandığı alanları kapsayan falezlerin mülkiyeti, devletin hüküm ve tasarrufu altında. Bir başka deyişle falezler, Hazineye, kamuya ait alanlardan oluşuyor. Bu yüzden alanın vasfına uygun şekilde kullanım kararlarını belirleyen ve bunu denetleyen bütüncül bir koruma planı olmadığı için işletmeler ‘işgaliye’ ödeyerek ya da bakanlıkla kiralama sözleşmesi yaparak falezlerde çeşitli kullanım alanları oluşturuyor.
Kiralama sözleşmeleri işgali yasallaştırmıyor
Korunan alan vasfındaki falezlerin şirketlere kiralama sözleşmeleri yoluyla kullandırılması, buradaki işgalleri ve tahribatı ‘yasal’ hale getirmiyor. Ancak hem kentin valisi hem de ilgili kurumlar burada yapılan inşaat için ‘bildiğim kadarıyla izni varmış’ diye bir savunma getirebiliyor. Bu yaklaşım doğru değil. Çünkü korunan alanlar hem ulusal mevzuatta hem de uluslararası sözleşmeler bağlamında idareyi bağlayıcı hükümler içeriyor. Ayrıca bu alanlarda yapılan uygulamaların da şu kişiye ‘uygun’, bu kişiye ‘uygun değil’ gibi gerekçelerle denetlenmesi de doğru olmadığı gibi yasal da değil.
Falezlerin kiralama sözleşmesi Ankara'da imzalanmış
Ayrıca korunan alan vasfı dışında Kıyı Kanunu ve kıyı yapılarıyla ilgili mevzuata göre de, kıyı kenar çizgisi içinde ilk 50 metrede yapılaşmaya izin verilmez. Falezlerde yapımı devam eden asansör dâhil, denizin içine kadar beton dökülerek yapılan işletmenin kıyı kenar çizgisi içinde olduğu görülüyor. Üstelik ilk 50 metre de değil, denizin içine kadar girilerek dolgu alanı oluşturulmuş. Bu alanda devam eden uygulama, korunan alan niteliğindeki falezler için emsal oluşturacak nitelikte. Bu tür konularda geçmişte dile getirilen, “kirleten öder” söylemi, “tahrip eden öder” şeklinde dönüşüyor. Parayı veren, korunan alanı istediği gibi kullanır sonucunu doğuran bu uygulamanın, yüzlerce usulsüz ve kaçak yapıyla adı adım yok edilen Antalya falezleri için ölüm fermanı niteliğinde olduğu belirtiliyor.
Konuyla ilgili Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yetkililerinden görüş sormuş, yapılan uygulamanın dayanağı olup olmadığını sormuştuk. Bakanlık yetkililerinden edindiğimiz bilgilere göre bu alanın otel işletmesine kiralandığı, kiralama sözleşmesinin ise Ankara’da, Bakanlık merkezinde yapıldığı belirtiliyor.
Falezler için imzalanan kiralama sözleşmesiYaklaşık 5 bin metrekare korunan alan için 5,3 milyon lira kira
Edindiğimiz bilgilere göre korunan alan vasfındaki falezlerin bir parçası olan 4684/1 parselin sahil kesimi, Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü tarafından ilgili şirkete 14 Nisan 2023 tarihinde kiralanmış. Kiralama sözleşmesine göre kiralanan korunan alanın yüzölçümü, 4916,80 metrekare. İlk yıl için kira bedelinin ise 5 milyon 370 bin 389 lira artı KDV olduğu görülüyor. Bir başka deyişle korunan alanları korumakla yükümlü olan Bakanlık, Doğal Sit-Nitelikli Doğal Koruma Alanı içerisinde yer alan Antalya falezlerini metrekaresi yaklaşık 1000 liradan özel bir işletmeye kiraya vermiş. Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’nün söz konusu parseli Temmuz 2020’de de aynı şirkete 3 yıllığına kiraya verdiği, yıllık kirasının ise 1 milyon 50 bin lira olduğu belirtiliyor. Bakanlık, geçtiğimiz yıl kiralama sözleşmesini yenilemiş.
Belediye sözleşmeye dayalı inşaat ruhsatı vermeyi reddetmiş
Kıyı kenar çizgisinin de ihlal edildiği açıkça görülen bu tahribatın kira sözleşmesine dayandırılarak meşrulaştırılmaya çalışılması, Antalya’daki kıyı kullanımının nasıl yasa ve mevzuat tanımaz hale geldiğini de gözler önüne seriyor. Muratpaşa Belediyesi’nin bu konuda yaptığı açıklamada, kiralama sözleşmesine dayanılarak kıyıdaki yapılaşmayla ilgili ruhsat düzenlenemeyeceği gerekçesiyle ruhsat vermeyi reddettiği, ancak Bakanlığın baskısıyla inşaat ruhsatı verildiği belirtilmişti.
Bakanlıktan metrekaresi 1000 liraya kiralık korunan alan
Denizin içine kadar beton dolgu yapıldığı görülen bu alan aynı zamanda kesin korunacak hassas alan sınırı. Nesli tehlike altında bulunan Akdeniz fokları başta olmak üzere denizel ve karasal ekosistemde birçok tür için yaşam alanı. Ancak korunan alanlar için tampon bölge kavramının bile uygulanmadığı bu alanda tüm insanlığın ortak mirasının metrekaresini 1000 liradan kiraya verilerek koruma kavramını paraya tahvil etmeyi tercih eden Bakanlığın bu tutumu tartışmalı hale geliyor. Bu tutar, kimi yerde 2-3 bin lirayı bulan şezlong kirası bile değil. Kıyılardaki şezlong-şemsiye-büfe rantı, korunan alanları bile yutmaya başladı.
Vali Şahin: 'Orası bildiğim kadarıyla ruhsatlı'
Antalya Valisi Hulusi Şahin ise yılbaşı nedeniyle yapılan toplantıda falezlerle ilgili soruya, “Orası bildiğim kadarıyla ruhsatlı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'ndan inşaat ruhsatı alınmış bir yer. Ama başka bir şey var ise biz bakarız” yanıtını vermişti. Vali Şahin, geçtiğimiz hafta yine gündeme gelen falezler konusunda kaçak yapılarla ilgili ellerinden geleni yaptıklarını belirterek, “En son falezlere yapılan büyük bir asansörü yıktık” dedi.
Korunan alanda devam eden asansör inşaatıKorunan alanda kişiye özel imtiyazlar mı var?
Ancak Antalya Valisi Hulusi Şahin’in, yıkılan asansörün olduğu bölgeyle aynı nitelikte olan korunan alanda inşası süren asansör ve diğer işgallerle ilgili de Anayasa’nın eşitlik ilkesi ve ilgili mevzuata uygunluğu açısından kamuoyunu aydınlatması gerekiyor. Mahalle sakinleri, bir asansörün yıkıldığı açıklanırken, diğerinin inşasına devam edilmesinin gerekçesini sorgularken, bu durumun yarattığı çelişkilerin açıklığa kavuşmasını talep ediyor.
Öte yandan Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’nün, Antalya falezleri için genel merkezden yaptığı kiralamaların bu alanın korunması ve tahribatın denetlenebilmesi açısından büyük sorunlara yol açtığı belirtiliyor. Daha önce de benzeri alanda Ankara’dan yapılan kiralama sözleşmeleriyle falezlerin tahrip edildiği biliniyor. TVKGM’nin korumakla yükümlü olduğu bu şekilde kiraya vermesi, hem yerel yönetimleri hem de yerel idarenin tahribatı normalleştirmesine yol açıyor. Kamuoyuna “Ankara’dan, Bakanlıktan izin alınmış” açıklamaları yapılarak, yasal olarak mümkün olmayan uygulamaların legalleştirilmesi sağlanıyor. Bu uygulama, herhangi bir koruma şemsiyesi olmayan bir kıyı alanında bile yapılmasına yasal olarak olanak bulunmayan dolgu, inşaat, iskele, asansör vb. yapılaşmaların Bakanlık eliyle önünün açılmasını sağlıyor.
Bu sorunların yanında AKP’nin alışılagelen eğitimin gericileştirilmesi, çocuk emeğinin sömürüsü uygulamalarıyla, eğitimde özeleşmenin getirdiği sorunlar ciddi tartışmalara neden oldu. Özellikle eğitimle ilgili kurum, kuruluş ve kişilerin bu uygulamalara karşı gösterdiği tepki ve direniş yaygınlık kazandı.
ÇEDES ve Ensar'ın 'güzel ahlak örnekleri'
Eğitim yılının birinci yarısında en çok tepki çeken uygulama “Çevreme Duyarlıyım Değerlerime Sahip Çıkıyorum” (CEDES) projesidir. Milli Eğitim Bakanlığı'yla, Diyanet İşleri Başkanlığı arasında 13 Haziran 2023’te imzalanan ÇEDES projesi geçen yıl pilot okullarda yürütülürken, bu yıl tüm okullarda uygulanmaya kondu. Bu uygulama kapsamında eğitim formasyonu olmayan imamlar, vaizler, müezzinlerle cemaat ve tarikat vakıflarının temsilcileri neredeyse tüm okullarda “manevi danışman” adı altında derslere girmeye başladı. Yine bu proje gereği birçok öğrenci “uygulama ve değerleri tanıma” bahanesiyle okul ortamından uzak (cami, kuran kursu, diyanet binaları gibi) yerlerde zaman geçirme zorunda bırakıldılar.
Bu uygulamalar içinde en dikkat çekeniyse Ensar Vakfı'nın, ortaokul ve lise öğrencilerine yönelik “Sana Emanet” başlıklı bilgi yarışması düzenlemesidir. Bu yarışmanın amaçları arasında, “Siyer derslerine olan ilgiyi arttırmak” ile “seçmeli Kur’an’ı Kerim derslerini daha çok seçilir kılmak ve etkili hale getirmek” yer alıyor. Bu yarışmanın tanıtımı için hazırlanan ve "Peygamberin güzel ahlakından örnekler" veren “Sorularla 40 Derste Hadis” kitabı öğrencilere dağıtıldı. Bu “güzel ahlaktan örnekler” kitabını hazırlayan söz konusu vakfın Karaman’daki yurdunda, 9-13 yaş arasında 45 erkek öğrenciye tecavüz edilmesi unutulacak gibi değildir. Ayrıca bu öğrencilerden 10’unun hastaneden aldığı tecavüz raporu da dava dosyasında yer aldı. Bu yaşananlarla ilgili olarak da AKP Muğla Milletvekili Nihat Öztürk, “Ensar Vakfı, başarılı işler yapmaktadır. Biz inadına Ensar Vakfı'na destek olmaya devam edeceğiz” dedi. Dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu ise çocuk istismarıyla ilgili olarak, “Bir kere rastlanmış olması, hizmetleriyle ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz” açıklamalarıysa henüz hafızalardaki tazeliğini korumaktadır.
Laikliğin evrensel ilkelerini hiçe sayan Milli Eğitim Bakanı
Bu örnek bile ÇEDES projesinin nasıl tehlikeler içerdiğinin bir ön bilgisidir. Buna rağmen AKP iktidarının ta baştan beri cemaat vakıflarıyla protokol yapma konusunda ısrarlı davranışının meşruluğunu savunan bakanı Yusuf Tekin, 2024 bütçe görüşmeleri sırasında TBMM’de yaptığı konuşmada cemaat ve tarikatların “sivil kurumlar” olduklarını söyleyerek “protokol yapmaya devam edileceğini” duyurdu. Ardından da MEB ile cemaat vakıfları arasında yeni protokoller imzalandı. Oysaki “2 Eylül 1925 tarihli kararname” ve “30 Kasım 1925 gün ve 677 sayılı kanun"la tarikat ve cemaatler yasaklanmıştır ve Anayasal güvence altında olan bu kanun şu anda da yürürlüktedir (Anayasa 174. Madde).
22 yıldır eğitimi gericileştirme ve özelleştirme politikası izleyen iktidarın Milli Eğitim Bakanı, AKP Batman İlçe Örgütü kongresinde (16 Kasım 2024) yaptığı konuşmada, laikliğin olmasa olmazlarını görmezden gelerek, “Ben laiklikten bütün vatandaşların hangi dine inanırlarsa inansınlar dini inanç ve ibadet hürriyetinin devlet garantisi altına alınmasını anlıyorum” diye bir açıklamada bulundu. Bakan bu açıklamasıyla, laikliğin, şu evrensel ilkelerini açıkça hiçe saydıklarını da göstermiş oldu:
- Dinin, kamu yönetiminin dışına çıkarılması,
- Devletin, tüm din ve mezheplere eşit uzaklıkta olması,
- Devletin, toplumda baskın olan inanç ya da mezhebe karşı farklı inanç, mezhep ve inanmayanları kuruyacak önlemler alması ve özgürlüklerin güvencesi olmasıdır.
Ayrıca AKP iktidarının şimdiye kadar izlediği politikalar ve gerçekleştirdiği uygulamalar bu söylediklerine bile aykırıdır. Örneğin:
- Anayasa’nın 24. Maddesinde yer alan, “Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır” hükmüne yönelik Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları mahkemelerinin verdiği olumsuz ve esnetici kararlara karşın bu maddeyi katı bir şekilde uygulaması,
- Neredeyse her okulda mescit açılması,
- Hanefi ya da Şafi mezhebi ekseninde kurulan tarikat ve cemaat vakıflarıyla eğitim- öğretimle ilgili sözleşmeler yapılması,
- Seçmeli derslerin seçilmesinde din ve Hanefi Mezhebi içerikli derslerin “zorunlu seçmeli” dersler durumuna getirilmesi,
- ÇEDES uygulaması…
Ülkü Ocakları'yla protokol
Milli Eğitim Bakanlığı'nın gerici vakıflarla yapılan protokoller yetmiyormuş gibi bir de Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü, 31 Aralık 2024'te Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı ile bir protokol imzaladı. Daha önce Ülkü Ocakları'yla iller bazında yapılan bu tür protokoller artık tüm illeri kapsayacak şekle dönüştürüldü. Bu protokole göre Ülkü Ocakları, daha çok yetişkinlere yönelik olarak açılan ve halk eğitim kursları olarak bilinen yaygın eğitim kapsamında genel, mesleki ve teknik kurslar düzenleyebilecek.
Hayat Boyu Öğrenme Merkezleri yetişkinlere el sanatları, yabancı dil, kişisel gelişim, çocuk eğitimi uzmanlığı, din ve okuma-yazma eğitimi gibi ücretsiz kurslar düzenliyor. Bundan dolayı Ülkü Ocakları ile imzalanan protokol kapsamında gerçekleşecek kurs ve etkinliklerin daha çok yetişkinler için olduğu düşünülebilir. Ancak düzenlenen bu kurslara öğrenciler de katılabiliyor. Dolayısıyla örgün eğitim çağındaki çocuklar da Ülkü Ocakları'nın düzenleyeceği kurslara katılabilecekler.
Ülkü Ocakları'nın MHP’nin arka bahçesi ve fidanlığı olduğunu “Mısır’daki sağır sultan” bile bilmektedir. Devlet Bahçeli tarafından atanan Ülkü Ocakları Başkanı Ahmet Yiğit Yıldırım, aynı zamanda MHP MYK üyesidir. Durum bu iken, kimse, Ülkü Ocakları'nın siyaset dışı “sivil toplum” örgütü olduğunu söyleyemez. Bundan dolayı bu protokol Anayasa'ya ve Milli Eğitim Temel Kanunu'na aykırıdır. Bu protokollerin yasalara aykırılığı yargı kararlarıyla da hükme bağlanmıştır. Örneğin: Diyarbakır’da Hazreti Süleyman, İzmir’de İnsan ve Antalya’da Ensar vakıflarıyla imzalanan protokoller mahkeme kararlarıyla iptal edilmiştir. Mahkeme kararlarının dayandığı gerekçelerden bazıları şunlardır:
- Diyarbakır Bölge İdare Mahkemesi, “eğitim öğretim faaliyetlerinin kamu denetiminde ve gözetiminde olması gerektiği ve devlet memurları eliyle yürütülmesinin” zorunluluğu yönünde karar vermiştir. Ayrıca bu kararda, “kamu kuruluşu niteliğinde olmayan kurum ve kuruluşlar vasıtası ile eğitim ve öğretim faaliyetinin yürütülemeyeceği” hükmü de yer aldı.
- 2020 yılında Antalya İdare Mahkemesi, “Anayasa gereğince devletin görevi olan kamusal eğitimin devredilemeyeceği” hükmünü verdi. Antalya Valiliği bu kararı İstinafa Mahkemesine taşıdı. Ancak İstinaf Mahkemesi de kararı onayarak protokolün iptaline doğru buldu.
Özel okul öğretmenlerinin acımasızca sömürüldüğünün itirafı
Eğitimin özelleştirilmesi tüm hızıyla devam etmektedir. 2002 yılında her yüz çocuktan ikisi özel okula giderken; 2024 yılında bu oran yüzde 11,8’e çıkarak yaklaşık altı kat artmış oldu. Bu artış eğitimde piyasalaşmanın nerelere varabileceğinin bir göstergesidir.
Bakan Yusuf Tekin gazetecilere yaptığı 2024 yılını değerlendirme toplantısında: “Geçtiğimiz gün Özel Okul Birlikleri beni ziyaret ettiler. Onlardan ben öğretmen maaşlarının kamudaki öğretmen maaşlarıyla kıyaslamasını istemiştim. Yani şimdi (…) birçok özel okul, kamudaki maaşlara çok yakın ödeme yapıyor. Onların bize bu anlamda verdikleri sözü tuttuklarını gösteriyor” sözleri özel okul öğretmenlerinin acımasızca sömürüldüğünün açıkça itirafıdır.
MESEM'ler ve çocuk ölümleri
MESEM program, 25 Aralık 2021’de 3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanunu’nda yapılan değişiklikle “meslek sahibi insan ihtiyacını karşılamaya” yönelik bir uygulama olarak düzenlendi. Diğer bir anlatımla çıraklık eğitimi biçimi değiştirilerek lise diploması veren bir projeye dönüştürüldü. Bu düzenlemeyle çocuk emeğinin daha fazla sömürülmesinin yolu açılmış oldu. Okul değil de işyeri tabanlı bir mesleki eğitim programı olan MESEM’e 14 yaş ve üzeri çocuklar kayıt yaptırarak çıraklık eğitimine başlıyorlar. Dört yıl süren eğitimleri boyunca MESEM'e kayıtlı her çocuk için meslek alanındaki bir işletme ile sözleşme yapılıyor. Çocuklar haftada dört gün bu işletmede mesleki eğitim alırlarken (daha doğrusu çalışırken), haftada bir gün okulda genel bilgi dersleri ile teorik eğitim görüyorlar. Dördüncü yılın sonunda öğrenciye ustalık belgesiyle birlikte meslek lisesi denginde bir de diploma veriliyor.
Öğrencilere bu eğitim süresince 9, 10 ve 11. sınıf asgari ücretin yüzde 30’u (2024’te yaklaşık 5 bin 100 TL), 12. sınıfta asgari ücretin yüzde 50’si kadar maaş veriliyor (2024’de 8 bin 500 TL). Bu ücretler MEB mevzuatı gereği kamu bütçesinden karşılanıyor.
MESEM’e kayıtlı çocuk sayısı 2024 yılı sayılarına göre 480 bin kadardır. 2023 ve 2024 yılında iş kazası geçiren öğrenci sayısıysa 400’den fazladır. “İş kazalarında” ölen çocuk sayısıysa 11’dir.
Mülakatlar ve 'kul hakkına göre sınav'
AKP’nin seçim beyannamesinde yer alan ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim meydanlarında “öğretmen alımlarında mülakat kaldırılacaktır” sözünü defalarca söylemesine karşın, Milli Eğitim Bakanı Tekin, “Ben kimi öğretmen yapacağımı görmem gerekir” diyerek öğretmen alımlarında mülakatı devam ettirdi. Hatta mülakatla ilgili olarak gazetecilerle yaptığı 2024 yılının değerlendirme toplantısında, “Bin civarında adayın sıralamada yeri değişti. Şimdi ben kimsenin yerinin değişmeyeceğinin garantisini zaten vermiyorum ki. Mülakat performansınıza göre değişebilir. Biz kul hakkı, adalet, hukuk devleti ilkelerine göre sınav yaptık(!). Mülakatın neticesinde bazı adaylarımızın (…) sıralaması değişmiş oldu” açıklamasını yaptı. Ayrıca, “sırası değişerek geriye düşen öğretmen adaylarının atamasının yapılamayacağını” da söyledi. Böylece, ta baştan beri sürdürülen haksızlıkları itiraf etmiş; “kişi haklarına” “vatandaş ve insan hakkı” olarak değil, “kul hakkı” olarak yaklaştıklarını da dile getirmiş oldu.
İktidarın genel politikası: Öğretmen atamamak
Atanmayan öğretmen sorunu çözülmedi. Bir milyonu aşan atanmamış öğretmen varken, 2024’te 20 bin sözleşmeli öğretmen atamasının yapılacağı duyuruldu. Oysaki Bakanın açıkladığı öğretmen açığı sayısı 68 bindir. Eğitim-Sen'in tespitine göreyse 158 bindir.
Bu atama sürecinin mülakat sınavları 10 Ağustos 2024 tamamlanmış olmasına karşın, kazanan öğretmenler henüz göreve başlatılmamışlardır. Yani iktidar 2024 için ilan ettiği öğretmen atamalarını yapmamıştır. Ayrıca Bakan Tekin atanacak sözleşmeli öğretmen sayısıyla ilgili olarak, “Bize kaç kadro verilirse atamaları mevcut prosedüre göre yapacağız" açıklamasıyla da öğretmen atamamanın iktidarın genel politikasının bir parçası olduğunu da vurgulamış oldu.
Temmuz 2025’den itibaren öğretmen atamalarında yeni bir yol izleneceğini Bakan bizzat duyurdu. Bakanın açıklamasına göre, öğretmen adayları, KPSS sınav sıralaması esas alınarak “Akademik Giriş Sınavına” alınacak ve kazananlar Milli Eğitim Akademisi’nde 14 haftalık bir eğitim görecek. Bu eğitim için öğretmen adaylarından belirli bir para alınacaktır (2025 yılı için tespit edilen miktar 23 bin TL’dir). Bu eğitimden başarılı olanlar üç yıllığına sözleşmeli öğretmen olarak atanacak ve üç yıl sonra uygun görülenler kadroya alınacaklardır.
Cumhuriyet devrimlerini hedef alan müfredat
"Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" adı altında neredeyse tüm derslerin müfredatı değiştirildi. Yeni müfredatlarla Cumhuriyet devrimleri hedef alındı ve laik eğitim karşıtlığı daha da yükseltildi. Eğitimde bilimsellikten uzaklaşılarak “değerler eğitimi” adı altında “inanç” eğitimi öne çıkarıldı. T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersinden “laikliğin kavratılması” bölümü çıkartıldı.
Yeni müfredatların hazırlanması aşamasında öneri ve itirazlar dikkate alınmadığı gibi Bakan Tekin, müfredat çalışmalarının 10 yıldır devam ettiğini söyleyerek “milletin aklıyla” alay etti. Ayrıca ders kitaplarının önceden hazırlandığı iddiaları karşısında da sessiz kaldı.
Tüm bunların yanında Milli Eğitim Bakanı, “Suriye’deki eğitim altyapısının güçlendirilmesi adına öğretmen eğitimi, program geliştirme, ders kitabı yazma ve benzeri süreçlerde yardımcı olabileceğimizi söyledik” açıklamasıyla Suriye’ye eğitim sistemi ve müfredat ihraç edileceğini de duyurmış oldu.
Ayrıca Bakan Tekin “Daha henüz lansmanını yapmadığımız yerli ve milli bir zekâ testi uygulaması var. BİLSEM’deki (Bilim ve Sanat Merkezleri) sınavlarını artık o uygulamayla yapacağız” açıklamasıyla da dünyada yeni bir “zekâ türünün” “icat edildiğini” açıklamış oldu: “Yerli ve milli zekâ”.
3 milyona yakın çocuk örgün eğitimin dışında
Öğrencilere ücretsiz yemek sözü 2024 yılında da yerine getirilmedi. Yeterli beslenemeyen, derslerde açlıktan bayılan öğrenciler gündemden düşmedi. Bazı belediyelerin ücretsiz yemek ve temiz su dağıtma girişimlerine de çoğu yerde engel olundu.
3 milyona yakın çocuk (2023-2024 MEB’in verilerine göre bu sayı 2 milyon 982 bindir) örgün eğitim ve okulların dışında kaldı. Bu sayılar:
- İlkokul çağında 223 bin,
- Ortaokul çağında 500 bin,
- Lise çağında 797 bin,
- Açık öğretime kayıtlı 1 milyon 75 bin,
- Mesleki Eğitim Merkezlerine (MESEM) kayıtlı 385 bin 956 çocuk şeklindedir.
AKP, izlediği politikalar sonunda halkın büyük bir bölümünü yoksulluk ve açlık sınırında yaşamaya mahkum ederken, eğitimi bilimsellik, laiklik ve kamusallıktan uzaklaştırarak çözümsüzlük aşamasına getirmiştir. Tüm bunların çözümü ise halkın kendi elindedir ve iradesiyle gerçekleşecektir.
* Eski EĞİT-DER Genel Başkanı, Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) üyesi
/././
'Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin'-Tunç Tatoğlu-
"Yaşayarak öğrenilmiş, deneyim süzgecine takılmış bilginin peşine takılmak hatta o bilgiyi paylaşmak için şahsi bir ansiklopedi yazmanın kıymeti nedir ki?"
Ankara’yı Şükran Yiğit’in yazdığı “Ankara, Mon Amour!” ile sevmiştim. Şimdi Barış Bıçakçı eklendi Ankara’nın sokaklarında dolanan yazarlar arasına. “Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin”, İletişim Yayınları’ndan çıkan 11. Kitabı Barış Bıçakçı’nın. Ağzımdaki tadı henüz yitmemişken paylaşmak istedim özellikle genç okurlar için.Bu kısa roman, dünyaya yeni gelen okurların etraflarından, birbirinden, insanlardan, anlatılanlardan büyük sayılmayacak bir merak ile öğrenmesi, şahsi bir ansiklopedinin yazılması üzerine kurgulanmış. Çok ipucu vermeden kelimeleri dikkatli seçerek yazmaya çalışıyorum.
Şahsi bir ansiklopedi yazmak kimin aklına gelir ki?
Yaşayarak öğrenilmiş, deneyim süzgecine takılmış bilginin peşine takılmak hatta o bilgiyi paylaşmak için şahsi bir ansiklopedi yazmanın kıymeti nedir ki? Sadece ilginçlik olsun diye girilemeyecek bu zorlu yola çıkmanın bedeli ne olabilir ki?
Ansiklopedi yazarı Halis Bey’in kağıtların arka yüzlerine de çıkış alma, zarfları tekrar ve tekrar kullanma hassasiyeti hemen aklınıza tanıdık birini getiriyor değil mi? Elindekini ihtiyacı olanlar ile paylaşmanın ne demek olduğunu biz Aziz Nesin’den öğrendik.
Sabah uyanmanın ama gerçekten uyanmanın öğrenilebileceğini, müsamereye dönen hayatı, “iyi bir şey yapıyorsunuz değil mi?” sorusunun içimizde uyandırdığı sorgulamayı… farkında olmadığımız gündelik hayatın sıradanlığını bir ansiklopedide toplamak, kendi yaşadıklarımızdan öğrendiklerimizi paylaşmak ancak dünyaya yeni gelmiş saf okurlar için olabilir sahiden.
Birçoğumuzun, örneğin benim, her konuda bir fikrimiz var. Yaşamasak da varsayımlarımız, kabullerimiz, bilmişliklerimiz var. Gündelik yaşamda yanından geçip gittiğimiz, gördüğümüz ama öyle görmediğimiz ne çok şey olduğuna şaşarsınız. Hiç yaşamamış ya da çok yaşamışlar için yazılmış bir ansiklopedi, hikayesini bir çırpıda tebessüm ederek okuduğumuz kısa bir roman…
Hissetmek romanın dertlerinden biri, belki de en önemlisi. Yoksulluğun yaşanması ile gerçekten bilinmesinin sadece ontolojik bir mesele olmadığını, örneğin aç kaldığında annesinin gözlerini arayan çocuğun ne hissedeceğini hiç düşündünüz mü?
Sonra ne bileyim hepimiz iyi insanlar olarak yaşıyoruz, kimseye söylemesek de öyleyiz kendimizce. Biliyor musunuz “general” maddesi de ilginç, tedirginliklerini gizleyemeyenler general olamıyormuş… sonra efendim canlılık, fark etmek demekmiş…
Bu şahsi ansiklopedi, yıllarca yazdığı defterleri gün yüzüne çıkarmaya cesaret eden Halis Bey’e ait, “Halis Ansiklopedi”. Kendisi de öykü yazarı olan Ayşe bu ansiklopediyi redakte ediyor, yaşıyor, meraklanıyor. Yazar olduğunu pek söylemeyen Ayşe, yazarlık konusunu da tartışmaya açıyor. Günümüzde okurdan çok yazarın olmasının, bunu ben de yazarımcıların, çocuklarıma kalsın diye yazdımcıların, pek bir dramatik yazar atölyelerinin pıtrak gibi yaygınlaşmasının edebiyatımızın ne kadar hayrına olduğuna siz karar verin.
Hoşuma gittiği gibi yazdım, biraz dağınık, biraz neşeli. Bu bilmezlikler ansiklopedisinin şiirin diline yabancı olmayan sağlam bir kalemden çıkan hikayesini merak eden dünyaya yeni gelmiş gibi bakanlar, seveceksiniz…
Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin, Barış Bıçakçı, 131 syf., İletişim Yayınları, 2024./././
Fransız Devrim Takvimi, 1792'de Fransa'da ilan edilen Cumhuriyet'in ardından, eski monarşik düzenin izlerini silmek ve devrimci değerleri güçlendirmek amacıyla oluşturulmuş bir takvimdi. Amacı, hem kilise takvimine dayanan geleneksel zaman anlayışını değiştirmek hem de devrimle başlayan yeni dönemi vurgulamaktı. Başlangıç noktasıysa Fransa'da monarşinin kaldırıldığı 22 Eylül 1792'yi (Fransız Cumhuriyeti'nin ilan edildiği gün) "Cumhuriyetin Yılı 1" olarak kabul etti. Bu tarih, aynı zamanda sonbahar ekinoksuna denk geliyor.
Bir yıl 12 aydan oluşuyor, her ay 30 gün sürüyordu. Kalan 5 (artık yıllarda 6) gün, yılın sonunda "Cumhuriyet Bayram Günleri" olarak kutlanıyordu. Bu günlere "sansculottidies" adı verilmişti. Her ay 3 haftaya bölünmüş ve her hafta 10 gün (dekad) olacak şekilde düzenlenmişti. Geleneksel 7 günlük haftalar kaldırılmış, ay isimleri, mevsimsel ve tarımsal özelliklere göre yeniden adlandırılmıştı. Örneğin: Sonbahar: Vendémiaire (Üzüm Hasadı Ayı), Brumaire (Sis Ayı), Frimaire (Kırağı Ayı) Kış: Nivôse (Kar Ayı), Pluviôse (Yağmur Ayı), Ventôse (Rüzgar Ayı) İlkbahar: Germinal (Filiz Ayı), Floréal (Çiçek Ayı), Prairial (Çayır Ayı) Yaz: Messidor (Hasat Ayı), Thermidor (Sıcak Ayı), Fructidor (Meyve Ayı).
Gün isimleri de aynı ay isimlerinde olduğu gibi aziz, tanrı ve din etkisindeki isimlerinden arındırıldı. Yerlerine doğa, tarım, bitkiler, araçlar ve hayvanlardan ilham alınarak geliştirilmiş isimler belirlendi. Her ayın 30 günü şu şekilde ayrılmıştı: İlk 10 gün: Bitkiler, İkinci 10 gün: Hayvanlar, Son 10 gün: Tarım araçları ve emekle ilgili nesneler.
Bu sistemin amacı, eski takvimin dinsel ve aristokratik çağrışımlarından tamamen kopmak ve halkın üretim, emek ve doğayla bağını vurgulamaktı. Ardından saat sistemini de köklü bir değişikliğe uğratıyorlar her gün 10 saat, her saat 100 dakika, her dakika ise 100 saniye olarak yeniden tanımlanıyordu.
İsterim ki artık geride bıraktığımız bu yıla genel bir bakış atalım... Ama tabii ki kendi zamanımıza riayet ederek.
12 Nivôse 232 - 12 Pluviôse 232 arası
Yıllardır enflasyonla mücadele adı altında sermaye politikalarına kurban edilen işçi-emekçi sınıfı için açılış, tüketici enflasyonunun yüzde 64,7 olarak açıklanmasıyla yapıldı. Hâlbuki daha 1 dekad bile geçmemişti asgari ücrete yüzde 49 oranında zam yapılmasının ardından. Yani onların zamanında, yıla enflasyon altında ezilerek girdik desek kimse “siz yalan konuşuyorsunuz” diyemez. Ki bu açıklanan enflasyon oranı da aslında onların yalan üreten TÜİK adlı kurumunun düşürebildiği rakamdır. Gerekli bir kemer sıkma gibi görülebilir çünkü hemen 2 dekad kadar sonra 55 milyon dolar harcayıp bir vatandaşı uzaya yolladı sermaye hükümeti. O vaktin kuruyla 97 bin asgari ücrete tekabül ediyor bu uzay macerası. Uzayda basit deneyler yapmak büyük aydınlanmalara sebebiyet vermiş olacak ki AKP iktidarı aylarca onaylamayız dedikleri İsveç’in NATO üyeliğini bir punduna getirince onayladı. Halkların düşmanı savaş örgütü bir üye daha kazanırken bizim zamanımız da ilerliyordu. Bu aymazların ne kadar sürdüğü belli olmayan 27-28-30-31 gibi rakamsal bölüntülere ayrılan Gregoryen takviminde ay denilen şey bitiyordu.
13 Pluviôse 232 - 11 Ventôse 232 arası
Sosyal çürüme tüm boyutlarıyla yaşamımızı sararken toplumumuzun özellikle gençlik kesimleri kapsamlı düzen saldırılarıyla yüz yüze kalıyordu. Her yanıyla geleceksizlik seçenekleriyle yoğuruluyor, algısıyla oynanıp manipüle ediliyor, kötü eğitim müfredatı, kolay para zehri, uyuşturucu ve yozlaşmanın bin bir çeşidi damarlarına zerk ediliyordu. Onların zamanına göre ikinci ayın ilk gününe büyük bir şokla uyandık. İzmir’de bir taksi emekçisi gece geç saatlerde evine gidecekken yolda gördüğü genci aracına alıyor. Yüzünü cerrahi maskeyle kapatmış, kafasına kapüşon çekmiş bir halde taksi çevirmeye çalışan bu şahıs araca bindikten sonra kimsenin onu almadığını söylüyor taksiciyse neden almayayım, hava zaten soğuk insanı soğukta bırakmak olmaz diyor. Ama böyle maskeli vs. seni almazlar diye de uyarıyor. İneceği yere geldiğinde ücret öder gibi yapıp çıkardığı silahla taksi emekçisini 3 kurşunla yaralıyor ve gasp ediyor. Ardından, aracın yanından uzaklaşmadan ağır yaralı taksiciye “öyle herkese güvenmeyeceksin...” deyip bir tokat atıyor. Hiçbir sorun ve sorunlu diyaloğun yaşanmadığı bu olayda böyle travmatik bir bitiş, sarsıcı etki bıraktı bizlerde.
Henüz bu olayı yeni atlatırken ayın ortası gibi Erzincan’ın İliç ilçesinde bulunan bir madende toprak kayması sonucu göçük altında kalan 9 işçi hayatını kaybetti. Maden deniliyor fakat anlam olarak tam karşılığını bulmuyor diye düşünüyorum. Çünkü gerçekte buralar birer altın üretme tesisidir. Elde edilmeye çalışılan altın, aslında siyanür ve çeşitli kimyasallar kullanılarak toprağın un-ufak edilmesi, minerallerine ayrılması sonucu elde edilen parçacıklardır. Dünyanın çeşitli ülkeleri bu uygulamaları ya çok kısıtlı alanlarda yapıyor ya da tümden tercih etmiyor. Tabii ki çeşitli teknik sebepleri var fakat en öne çıkanları, iktidarın ülkenin neredeyse tamamını bu faaliyetlere –yasal- olarak açmış olmasıdır. Diğer bir yandan ise kapitalist şirketlerin kendi ağızlarıyla da itiraf ettiği Türkiye’nin onlar açısından bir cennet olduğudur. Ucuz iş gücü, vergi avantajları, lojistik-nakliye vb. gibi konularda yine çok avantajlı olan bir cennet. Aslında diyalektik döngü kendini iyi ifade ediyor, patronlara cennet olan, işçiye cehennem olan ülke...
12 Ventôse 232 - 12 Germinal 232 arası
Dünyada emperyalist saldırganlık giderek artar bir haldeyken ülkede yerel seçim rüzgârları esiyordu. Özellikle birkaç seferdir "genel seçim" havasında geçen yerel seçimler bütün gündemi ele geçirdi diyebiliriz. Yaşam ve çalışma koşullarının bunalttığı kitlelerin tepkisinin yansıdığı seçimlerde AKP-MHP bloğu ciddi bir darbe aldı. CB seçimlerinin verdiği rehavet hezimete dönüşmüştü. Dinci-faşist blok büyük kentlerin çoğunu kaybetti, kayyım yoluyla ele geçirdiği belediyelerin tamamını DEM Parti yeniden kazandı. AKP tarihinde ilk kez ikinci parti konumuna düşerken hezimet süreci tamamlanıyordu. Herkes çeşitli sonuçlar çıkarmaya çalışsa da yerle yeksan olmuş bir ekonomi, uluslararası sermayeye güven vermek ve çekmek için uygulanan sosyal yıkım niteliğindeki politikalar bu yenilgiyi yaratan en önemli faktördü denilebilir. Bununla bağlantılı olarak Filistin konusunda izlenen ikiyüzlü politikanın her seçim kullandıkları "din" kartını zayıflatması, ABD-İsrail-NATO ile ticari ve siyasi gizlenemeyen işbirliğinin “Milli irade” gevezeliğini boşa düşürmesi, özellikle Kürt halkının büyük kentlerdeki AKP-MHP dinci-faşist bloğunun uyguladığı politikalara karşı gösterdiği refleks, kültürel ve moral açıdan çürüme, bozulma hepimizin izlediği sonucun oluşmasında etkili oldu. Yazı boyunca hep tekrarladığım/tekrarlayacağım gibi, onların zamanında bir ay biterken, kısmi olarak darbelenen iktidar bloğu, hırsını işçi sınıfı ve halklardan çıkarmak için kapsamlı saldırı programını daha da arttırarak devam edecekti.
13 Germinal 232 - 12 Floréal 232 arası
Zaman örgüsünün baharı karşıladığımız bu döneminde, yani bahar aylarının ilk kısmını yine bir felaketle karşıladık. Gayrettepe’de bir eğlence mekânının kaçak tadilatı sırasında yaşanan patlama sonucu yangın çıktı. Saatler süren çalışmalarla ancak söndürülebilen yangında 29 işçi arkadaşımızı iş cinayetine kurban verdik. Güpegündüz İstanbul’un göbeğinde bir işçi katliamı yaşanıyor, yaptıkları ihmallerle cinayet suçlusu olanlar başsağlığı açıklamaları yapıyor ve zevahiri kurtarmak adına birilerine soruşturma açıldığını ekrandan bizlere duyuruyordu. İnsan öğütücüsü olan sistem ve onların koruyucuları suçlarına yenisini ekliyordu. Hemen peşi sıra Antalya'da “teleferik cinayeti” yaşanacak, 1 kişi hayatını kaybederken 7 kişi yaralanacaktı. Teleferik üstünde mahsur kalan 174 kişi ise ancak bir gün sonra kurtarılabilecekti. Başından itibaren yanlış işlerin yapıldığı inşaatlar, bakım ihalelerinin ehli dışında yandaşlara verilmesi ya da keyfi olarak bekletilmesi denetlenmemesi. Sonrasında başsağlığı dilekleri, üç-beş şahsa göstermelik soruşturma... Bunlardan bir şey çıkmayacağını gerçek sorumluların ya yargılanmayacağını ya da hakkettiği cezaları almayacağını biliyoruz. Neden mi? Germinal’in sonu Floréal'in henüz başında 6 yıl önce yaşanan Çorlu tren katliamı karara bağlanıyor "yargılanan" 17 sanığın yalnızca üçüne 9 ile 17 yıl arası cezalar veriliyordu.
13 Floréal 232 - 13 Prairial 232 arası
Bu ayı malum... Sınıfımızın birlik, dayanışma ve mücadele günüyle açıyoruz. Senelerdir sergilenen korkunun izdüşümü yaklaşım, bu sene de değişmedi. Bir gün önceden Taksim’e çıkan bütün yolları kapatıp, ulaşımı tamamen durdurmuşlar, meydanın etrafına sıra sıra bariyer örmüşlerdi. Beşiktaş ve Saraçhane olarak iki koldan yürüneceği açıklanmasına rağmen gece vakti son dakika Beşiktaş kolu, o kolun başını çeken en kitlesel sendikası, dümeni saraçhaneye kırınca dağıldı. Kolda yer alan hareketlerin bazıları Saraçhane’ye dâhil oldu. Bazıları da Şişli tarafında toplandılar. Şişli dolaylarında ufak gruplar halinde toplanmalara polis saldırıp gözaltılar yaptı. Saraçhane'de de düzen partisi CHP ve DİSK’in öncülük ettiği bir grup konfederasyon yöneticilerinin bir tertibi vardı. Bozdoğan kemeri savaş sahnelerini aratmayacak şekilde bir hazırlıkla kapatılmıştı. İmamoğlu ve Özel’den oluşan CHP heyeti geldi şovunu yaptı alandan çıktı.. Tabi ki beraberinde bu konfederasyon yöneticileri de peşlerine takıldı. Sol yine devlet ve kolluğuyla baş başa kaldı. Barikatlar zorlandı, toplamda 226 kişi gözaltına alındı, ama yeterli bir direnç ve irade oluşturulduğu söylenemez. Sonrasında yapılan değerlendirmelere bakılırsa solun geneli, -bu zamana kadar almayanları da dâhil- iyi bir ders çıkarmış gibi görünüyor. Umalım pratikte de böyle olsun... Bana kalırsa önümüzdeki 1 mayısları kendi gücüyle, kendi oluşturduğu birliklerle örgütleyebilme iradesi göstermek sol adına zaruri bir hal almıştır. Herkes kendi kitlesiyle kendi kapısında kutlasın gibi bir önerim yok yanlış anlaşılmasın. Mümkün olan en geniş sol, sosyalist, toplumcu hareketlerle asgari düzeyde uzlaşarak, 1 Mayıs’ın gerçek birer öznesi olunmalı, bir araya gelinmeli bu da 1 Mayıs’ın mücadeleci ruhuna uygun bir platformda hayat bulmalıdır. Sararmış/sararmaya yüz tutmuş sendika ve meslek örgütlerinden 1 Mayıs’ı örgütleme "görevi" alınmalıdır. Bu dönemi hatırlarken şunu da atlamayalım 1 Mayıs sonrası yapılan cadı avında 30 kişi tutuklu olarak yargılanmıştı.
14 Prairial 232 - 13 Messidor 232 arası
Hakkari’de, DEM Partili Belediye Başkanı Mehmet Sıddık Akış’ın gözaltına alınması ve ardından belediyeye kayyum atanması, devletin Kürt halkının iradesine bir kez daha zincir vurma çabasını gözler önüne serdi. Spor dünyasında ise Fenerbahçe’nin Olağan Seçimli Genel Kurulu, bir kulüp yarışından fazlasıydı. Neredeyse tüm ülkede dekadlarca konuşuldu. Bir başka zincir-gasp durumunun yaşandığı kongrede Ali Koç ve Aziz Yıldırım aday olarak çıktı, Koç 3. ez başkan seçildi. Evet, ne yazık ki Fenerbahçe’yi sermayenin pençesinden -henüz- kurtaramadık... ama umutluyuz, zincirlerden kurtulmak bizim tarihsel işimiz. Messidor’un ortalarına geldiğimizde sürecin ağır haberini bulutlar yetiştiriyordu. Diyarbakır Çınar’da başlayıp Mardin Mazıdağı’na kadar uzanan yangının alevlerinde; 15 kişi yaşamını yitirirken 2 kişi yaralanıyordu...
14 Messidor 232 - 14 Thermidor 232 arası
Hasat zamanlarının ve yoğun sıcakların ortasındayız. Dünyada yükselen sağ ve ırkçı söylemler ülkemizde de etkisini her geçen gün daha fazla göstermeye devam ediyordu. Göçmen düşmanlığı bambaşka boyutlar kazanmış hatta bunun bayraktarlığını yapan siyasi parti dikkate alınır hale gelmişti. Tam bu dönemde burjuva medya eliyle servis edilen haberlerin birinde Kayseri’de bir çocuğun bir göçmen tarafından istismar edildiği iddiaları yer aldı. Kayseri de başlayıp birçok ile sıçrayan olaylarda milliyetçi, şoven kışkırtmaların beraberinde Suriyelilerin dükkânları, araçları yakıldı, tüm Suriyeliler hedef haline geldi. Milliyeti ne olursa olsun bir kişinin işlediği suç, tüm topluma mal edilemezdi ama dinlemediler... Hâlbuki fazla zaman geçmemişti Zonguldak’ta kaçak bir madende iş cinayeti sonucu 50 yaşında göçmen bir işçi yaşamını yitirmişti. Afgan işçi Vezir Mohammad Nourtani’den bahsediyorum evet. Nourtani’nin bedeni yakılmış bir halde ormanda bulunmuştu. Vahşeti ve asıl düşmanın kimler olduğunu görmek için daha ne lazımdı? Kayseri’de başlayan olayları ilk etapta seyreden düzen güçleri, sonradan müdahale edip operasyonlarla 1000’in üzerinde gözaltı yaptı. Bakan’ın bile saklayamadığı gözaltına alınanların 468’inin 50 farklı suçtan adli kaydı olduğuydu. Bu suçların arasında göçmen kaçakçılığı, kasten yaralama, yağma, hırsızlık, cinsel istismar, tehdit-hakaret, uyuşturucu, mala zarar verme, dolandırıcılık ve şantaj gibi suçların olduğunu söyleyen bakan Yerlikaya’nın kendisiydi. Ülkede bunlar yaşanırken 14 Thermidor günü dünya gündemi başka bir olayla sarsılıyordu. Hamas lideri İsmail Haniyye siyonist terör devleti tarafından Tahran’da suikastla öldürülmüştü.
15 Thermidor 232 - 15 Fructidor 232 arası
Fructidor’un 5’i gibi küçük bir kız çocuğunun kayıp haberleri düştü önümüze. Diyarbakır’ın Bağlar ilçesine bağlı Tavşantepe köyünde 8 yaşındaki Narin Güran kayboldu. Kamuoyu günlerce “Narin nerede?” sorusuyla yankılandı. Biraz zaman geçti “Narin’e ne oldu?” diye sormaya başladı milyonlarca insan. 10 gün hiçbir resmi açıklama yapılmadan spekülasyonlara karşı sessizce beklendi. O sıralarda ilgililer meşguldü, yayın yasağı getirmekle uğraşıyorlardı. Epeyce uzun geçen günlerin sonunda onların takvimine göre Eylül’ün 8’inde bizim zamanımızda Fructidor’un 23’ünde Narin’in cansız bedeni bir dere kenarında bulundu. Diyarbakır’da "normal şartlarda kuş uçurtmayan" devlet Narin’in cansız bedenini 19 günde ancak* (yaratılan büyük kamuoyu baskısıyla) bulabilmişti. Bizler de vahşice katledilen bu kız çocuğunun ölümünü büyük bir öfke ve tepkiyle karşılıyorduk.
Gelin tekrar tahayyül edelim, bir çocuk katlediliyor ve bütün köy susuyor. Çocuğun katledilmesi karşısında oluşan toplumsal baskı yine “dış güçler ve yerli iş birlikçileri” martavalına bağlanıyor. AKP milletvekili Ensarioğlu, “Bizlerin bazen bilmediği bazen de bilip söylemememiz gereken şeyler var çünkü aile bizim 40 yıllık dostlarımızdır.” ifadeleriyle adeta aileyi korumaya çalışıyor. Bu suça ortak olmak değil de nedir?
Toplumların en korunmaya muhtaç kesimini oluşturan çocukların bakımı, gelişimi ve güvenliği ‘sosyal devletlerin’ sorumluluğunda değilse kimdedir? Hangi aygıttadır?
Yaşananlar bununla da sınırlı değil tabii ki ama her şey bir yana, yaşanan süreç ülkenin içinde bulunduğu somut duruma, artan toplumsal çürüme ve bozulmaya bir ışık tutuyor. Münferit gibi gösterilen olay hiç de öyle değildi aslında. Ülkede her yıl yüzlerce çocuk kaybediliyor, on binlerce çocuksa cinsel istismara uğruyor. Yalan aparatı istatistik kurumu 8 yıldır kayıp çocuklarla ilgili veri açıklamıyor. Kendi zamanlarında, yani 2008-2016 yıllarına tekabül eden aralıkta bu aparat kurumun açıkladığı veri bile diyor ki; 104 bin 521 çocuk kaybolmuştur!
Resmi kurumlara yansımayan bir gerçeğe göreyse, Maraş depremlerinde kaybolan onlarca çocuğa ise hala ulaşılmış değil... Vahamet ortadayken, çok bile kelime sarf ettim diye düşünüyorum.
16 Fructidor 232 - 9 Vendémiaire 233 arası
Narin’in bir cinayete kurban gittiğini öğrenerek başladığımız bu süreçte Ortadoğu yine insan ölümleri ve katliamlarla sınanıyordu. Siyonist terör devleti, Hizbullah'a ait binlerce çağrı cihazı ve yüzlerce telsizi eş zamanlı olarak patlatarak 54 insanı öldürüyor, 4 bin kişi ise bu saldılar sırasında yaralanıyordu. Günler savaş soluğuyla kimine göre bir çırpıda kimine göre olağan hızında geçerken, Lübnan’a saldırılar devam ediyor Beyrut’un güneyine yapılan 1300 bombardımanda 550’yi aşkın insan yaşamını yitiriyor onlarcası sakat bırakılıyordu. Vendémiaire’in başına tekabül eden bir günde bu bitmeyen bombardımanların birinde Filistin davasının dostu, direniş ekseninin önemli parçasının lideri ve kuşkusuz, emperyalizmin / siyonizmin baş düşmanlarından Hasan Nasrallah, Beyrut'un Dahiye mahallesine düzenlenen hava saldırılarında katlediliyordu. Emperyalizmin halklar üzerinde oynadığı oyun ve çizdiği planlar neticesinde özellikle Filistin’i, Ortadoğu’yu ve ülkemizi iyi günlerin beklemediği açıktı...
10 Vendémiaire 233 - 10 Brumaire 233 arası
Kan denizinin ortasında uyanmış gibi hissettiğimiz günlere gelmiştik. İstanbul'da İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil adlı 19 yaşındaki iki kadın, Semih Çelik adlı erkek tarafından vahşice öldürülmüş, katil cinayetlerden sonra ise kendi yaşamına son vermişti. Günlerce konuşulan bu olayın hala etkisinden çıkabildiğimiz söylenemezken yine bir kayyım vakası yaşanıyor bu kez İstanbul Esenyurt belediyesine el koyuluyor, belediye başkanı Ahmet Özer tutuklanıyordu. Derken ertesi sabah uyandık ve Devlet, Mecliste DEM Parti grubunun elini sıkıyordu. Ardından gelen, herkesin perhiz-lahana turşusu tadında karşıladığı bir açıklama: “Abdullah Öcalan, örgütü lağvetmesi koşuluyla "Umut Hakkı"ndan yararlansın, TBMM'de DEM Parti Meclis Grubu'nda konuşsun.”
Oldukça ilginç zamanlardan geçiyorduk. Bir zamanlar iktidarın ortağı olan cemaatin ajan başı Fethullah Gülen memleketi bellediği yerde ölmüş, Siyonist devlet İsrail, Hamas lideri Yahya Sinvar'ı Gazze’de katletmişti. Emperyalizm kullanıp köşeye attığı önemsiz bir aparatını kaybederken, Filistin halkı ise yaşamının son anında bile işgalci İHA’ya sopa fırlatarak simgeleşen onurlu bir direnişçisini yitiriyordu.
11 Brumaire 233 - 10 Frimaire 233 arası
Brumaire hakkını veriyor, sisten önümüzü göremez haldeydik. Devlet, Öcalan için yaptığı çağrıyı kararlılıkla yinelemiş, bir heyet gitsin görüşsün demişti. Aynı iktidar odağı bir yanda elini uzatıyor diğer yanda sopasını/gücünü gösteriyordu. Kayyım işlerine kaldığı yerden devam ediyor, Mardin, Batman, Halfeti, Bahçesaray, Dersim ve Ovacık belediye başkanlarını görevden alıp yerlerine atamalar yapıyordu. Görüş mesafesi iyice daralmaktayken Emperyalizmin membaında başkanlık seçimleri tamamlanıyor, seçimi laciverdi kazanıyordu. Donald Trump, Kamala Harris’i geçerek tekrar başkan seçiliyordu.
Dağılmak bilmeyen bu hava boğmaya başlıyor bizleri ve üzücü ki bizlerden birini, sınıfımızın insanlarından birini yitiriyoruz. İrfan Alış’ı kaybediyoruz... İrfan, bir doğa olayını emekle ve yaşamla yoğuruyordu. Bunun sonucu, bize miras güzel tınılar, şarkılar ve hatta bir büyük müzikal-oyun bırakmayı başarabilmişti. Onların zamanındayız ne de olsa, bir şey diyesim gelmiyor daha fazla, bir başka şairin şu mısralarını içimden geçirip sisi dağıtmayı umuyorum.
“...Sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz
Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün...”
11 Frimaire 233 - 11 Nivôse 233 arası
Artık onların zamanında yılın sonuna gelmiştik. Açgözlüler durdurak bilmiyordu. Balıkesir’de patlayıcı madde üreten bir fabrikada ihmaller sonucu patlama ve çökmeler yaşanmış 12 işçi yaşamını yitirmiş 11 işçi yaralanmıştı. Görüldüğü gibi ülkede işçiler yalnızca ekonomik sıkıntılar yaşamıyorlar aynı zamanda can güvenliği gibi bir dertleri de var. Fütursuzca yapılan üretim, keyfi patron davranışları ne bir denetime tabii ne de bir yaptırıma. Sermaye iktidarının bu zamanlarda tek derdi asgari ücreti çok asgari tutmak üzerinedir. Ve tabii grev yasaklamak, işçiyi kolluğuna coplatmak bunların her cinsinde paket olarak mevcuttur. Olmazsa olmazdır.
Dedik ve metal grevini milli güvenlik gerekçesiyle yasakladılar.
Dedik ve asgari ücreti 22.104 TL gibi açlık sınırının da altında kalacak bir şekilde düzenlediler.
Dedik ve aylardır hakları için direnen Polonez işçilerini defalarca kolluk şiddetine uğrattılar.
Evet... Ülkemizde ve dünyada sömürü düzeni hüküm sürüyor.
Bizde bunlar yaşanırken yanı başımızda 53 yıllık son Baas Partisi iktidarı tarihe karışıyordu. 13 yıl önce dünyanın çeşitli yerlerinden ithal cihadist çetelerle desteklenen Suriye savaşı 13 yıl 10 gün sonunda Heyet Tahrir’uş Şam (HTŞ) etrafında birleşmiş çetelerin Halep, Humus ve ardından Başkent Şam’ı ele geçirmeleriyle son buldu. Suriye’de Beşar Esad yönetiminin 10 günde devrilmesi biz sıradan insanlarda şok etkisi yaratsa da bazı tuhaflıkların olduğu kesindi. Bölge ve dünya halkları için bu son gelişme önemli bir kırılmayı ifade ediyordu. Teslim edilen rejimin en büyük müttefikleri Rusya ve İran’ın Esad ve Ailesini çıkarmak dışında sahada neredeyse hiçbir şey yapmaması masa başında bazı pazarlıkların döndüğünü saldırı hazırlıklarının epeydir devam ettiğini tarafların son dönemde verdiği demeçlerden de anlayabiliyoruz. En nihayetinde Gregoryen takvimine göre bir yıl biterken emperyalizm ve siyonizm ortadoğu’da geçici bir zafer kazanıyordu.
Krizleriyle meşhur bu sistemin, çelişkileri derinleştirmek gibi kötü bir huyu da vardır. Dünyada ve ülkemizde zafer kazanmış edasında olanlar aynı zamanda yeni kırılmaların nesnel zeminine su taşıyorlar. Günün ağır koşulları halkların ve işçi sınıfının mücadelesine öfke, talep ve deneyim olarak geri dönüyor. Onlar nasıl ki masa başında "hiç beklenmedik gelişmelere" hazırlanıyorlar bizler de aksine, tarihsel sürecin beklenen gelişimine hazırlanmalıyız.
Son yerine;
Bizim zamanımızda yani devrimden sonra, Paris Komüncüleri gibi bir daha böyle bir takvime döner miyiz? Bilemiyorum, fakat bu yazıyı önümüzdeki yılın dünyayı, zamanı ve takvimi değiştirme iradesi göstereceklerin yılı olmasını temenni ederek kaleme alıyorum.
Takvimler bize kurgusal seviyede de olsa yeni başlangıçlar sunsa da, bu dönüşüm bireyler ve toplumlar için daha çok umutların, hayallerin ve planların yansıması olarak yaşanıyor. Yeni bir yıl, belki de bu yüzden, tarihsel bir dönemeçten daha çok, insana ilham veren, insanın umutlanmak istediği bir sembol haline dönüşmüştür kim bilir.
/././
Bir 'röportajı' yeniden düşünmek: Edebi gazetecilik ürünü olarak Nâzım'ın 'Havana Röportajı' şiiri -Özkan Öztaş-
Nâzım Hikmet'in doğum gününde, 'Havana Röportajı' şiirini Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir'le edebi gazetecilik türü olarak inceliyoruz.
"956'nın kasımındaFidel de içlerinde
82 kişi Granma gemisinden denize indi
956'nın kasımında Küba kıyılarına sokulan Granma gemisinden denize inip yarı bellerine
kadar suya gömülü
ve silâhlarını başlarının üstüne tutarak
ve ansızın
ve bir anda açılan top ve mitralyöz ateşi altında karaya çıkıp
ve karanlıkları polis köpekleri gibi koklayan araştıran ışıldaklardan sakınarak
ve sarıldınız teslim olun seslerini
ve iri kurbağaları çiğneyip bataklıklara
ve şekerkamışı tarlalarına dalarak
ve palmiyelerle hindistancevizi ağaçlarının ardı sıra tepeleri tırmananlar
Sierra dağında buluştu
Fidel de içlerinde 82'nin 12'si sağ kalmıştı"
Adında röportaj geçen kaç şiir var? İlk akla geleni Nâzım'ın Havana Röportajı. Peki usta şair bir şiirine neden "röportaj" adını vermeyi tercih etti? Ya da soruyu daha farklı soracak olursak bu şiirde röportajın öğeleri gerçekten yer alıyor mu?
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü'nden Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir'le birlikte Nâzım'ın doğum gününde bu soru etrafında buluştuk: Havana Röportajı, gazetecilik açısından ne yana düşer?
***
Kimi kaynaklar 12 Mayıs, kimileri de 13 Mayıs 1961 yılında Nâzım'ın Küba'ya ayak bastığını söyler. İtilafa neden olan şeyin uzun süren uçak yolculuğu ve saat dilimi farkından kaynaklanabileceği kuvvetle muhtemel.
"Prag Havana uçağı
Küba Bale Takımını bekliyor
sosyalist şehirlerde dans ettiler altı ay
sıcak denizlerdeki adalardan çığlıklarla kalkan renkli kuşlardılar."
Prag'dan Havana'ya yolculuk eden Nâzım, Havana'ya indiğinde büyük bir ilgiyle karşılanır. Uçak yolculuğu boyunca Küba Bale Takımı ve diğer yolcularla birlikte Küba'ya dair sohbet eder.
"Küba Ural’dan biraz gençtir diyor
iki milyon yıl daha genç
ama toprakaltı zenginliği
bin bir gece definesi Ural’ınki gibi"
Bu sözlerle anlatıyor yanı başında oturan Rus jeologla olan sohbetini. Ve Havana'ya vardıktan sonra duyduğu heyecanı ve mutuluğu anlatmak için kelimeleri titizlikle seçer. Her birini özenle dizer defterine. Havana'da başlayan şiirini Sovyet Rusya'da tamamlar.
Nâzım'ın Küba'da kaldığı otelden manzarayı izlerken çekilen fotoğrafı.***
Nâzım Hikmet’in 'Havana Röportajı' adlı şiiri, Küba Devrimi’nin enternasyonalist dayanışmasını ve devrimci ruhunu estetik bir biçimde ifade eden bir eseri olarak hatırlanıyor. Şiir, Fidel Castro'dan, Che Guevara'ya ve José Martí'den Küba’nın tarihsel ve kültürel zenginliğine dair birçok veri sunuyor.
Şiirde Fidel Castro, Küba Devrimi'nin öncüsü olarak resmediliyor. Nâzım, Fidel’in devrimci karakterini ve halkına olan bağlılığını övgüyle dile getiriyor. Şiirde, Havana şehri devrimin kalbinin attığı bir merkez olarak betimleniyor. Nâzım, Havana’nın sokaklarında devrimin coşkusunu, rüzgarında ise özgürlüğün nefesini hissediyor. Devrimcilerin destansı mücadelesine sahne olan Sierra Maestra Dağları, şiir boyunca Kübalı devrimcileri selamlıyor.
Nâzım Hikmet’in, mücadeleye, dayanışmaya ve sosyalizme inancını bir kez daha ortaya koyduğu bu eser, yalnızca bir şiir değil, aynı zamanda tarihsel bir belge niteliği taşıyor.
Peki ya şiirin röportaj adını taşıyor olması? Akıllara ilk gelen şey şiirden röportaj ya da röportajdan şiir olup olamayacağı sorusu oluyor. Gamze Yücesan'a sözü vermeden önce Yaşar Kemal'i hatırlayalım. Söz röportaj ve edebiyat tartışmalarına geldiğinde Yaşar Kemal şu cümleleri sıralar:
"Röportajı bir edebiyat dalı saymak ne, röportaj bal gibi edebiyattır. Onu haberden ayıran nitelik onun edebiyat gücüdür. Haber bir yaratma değildir, bir taşımadır. Röportaj bir yaratmadır. Gerçeğe, gerçeğin, yaşamın özüne yaratılmadan varılamaz. Yaratmadan hiç kimse hiçbir şekilde gerçeği yakalayamaz, yakalarsa da karşısındakine anlatamaz. Haber gerçek değil mi, bence haber gerçeğin simgesidir. Haberin arkasında neler var, neler dönüyor, ne yaşamlar, dramlar, sevinçler var, haber bunu bize veremez. Röportaj haberin varamadığı yere varandır, nasıl, yaratarak, gerçeği değiştirerek değil, yaratarak.”
Küba'da eşit ve özgür bir dünya yaratanların yaşadıkları gerçekliklere mercek tutuyor Nâzım, Havana Röportajı şiiriyle.
'Olay, olgu, gerçeklik ile edebi üslup ve anlatımın muazzam bir bileşimi'
Gamze Yücesan Özdemir, Nâzım'ın Havana Röportajı şiirini Yaşar Kemal'in de girdiği tartışmadan yola çıkarak anlatıyor: Edebiyat ve röportaj ilişkisi...
"Röportaj, gazetecilikle edebiyatın kesiştiği özgün bir tür. Hem gazeteciliğe dair olan bilgi, haber ve gerçek olayları içeriyor. Hem de edebiyatın dil, üslup ve anlam üreten imkanlarından yararlanıyor. Dolayısıyla bir ayağı gazeteciliğe bir ayağı edebiyata basan bir tür röportaj. Bu nedenle edebi gazetecilik olarak da anılıyor. Bu türde haberin kuru, standart ve kısıtlı çerçevesini yazarın edebi üslup ve biçimlerle kurduğu anlatı dünyası genişletiyor" diye başlıyor söze ve ekliyor: "Nazım’ın Havana Röportajı olay, olgu, gerçeklik ile edebi üslup ve anlatımın muazzam bir bileşimi olarak ortaya çıkıyor. Bu nedenle röportaj olarak anılıyor."
'Gerçeğin ve hayatın kendisine bu zenginlik ve derinlik olmadan tam olarak dokunulamaz'
Belli açılardan terazinin edebi kısmında gerçeklikten, gerçekliğe bakarken de estetikten ödün vermeyen bir biçim ortaya çıkıyor.
Gamze Yücesan bunu anlatırken şiirdeki hem haber niteliğindeki bilgileri hem de bu haberin ardındaki yaşanan acıları, sevinçleri ve mücadeleleri hatırlatıyor.
"956'nın kasımında
Fidel de içlerinde
82 kişi Granma gemisinden denize indi
956'nın kasımında Küba kıyılarına sokulan Granma gemisinden denize inip yarı bellerine
kadar suya gömülü
ve silâhlarını başlarının üstüne tutarak
ve ansızın
ve bir anda açılan top ve mitralyöz ateşi altında karaya çıkıp
ve karanlıkları polis köpekleri gibi koklayan araştıran ışıldaklardan sakınarak
ve sarıldınız teslim olun seslerini
ve iri kurbağaları çiğneyip bataklıklara
ve şekerkamışı tarlalarına dalarak
ve palmiyelerle hindistancevizi ağaçlarının ardı sıra tepeleri tırmananlar
Sierra dağında buluştu
Fidel de içlerinde 82'nin 12'si sağ kalmıştı
Fidel de içlerinde 12 kişiydiler 56'nın kasımında
Fidel de içlerinde 150 kişiydiler aralığında 56'nın
Fidel de içlerinde 500 kişiydiler şubatında 57'nin
Fidel de içlerinde 1000 oldular 5000 oldular
Fidel de içlerinde
Fidel de içlerinde bir milyon yüz milyon bütün insanlık oldular
yıktılar Batista'yı 959'un ocağında
ve 50 binlik orduyu
ve şekerkamışı milyonerlerini
yerlisini de yankisini de
ve tütün ve kahve milyonerlerinin
yerlisini de yankisini de
ve kışlaları
ve önlerinde cesetler çürüyen karakolları
ve eroin toptancılarını
ve kumarhaneleri
ve Birleşik Amerika Devletleri hava deniz ve kara kuvvetlerini
ve Birleşik Amerika Devletleri dolarını
ve Küba'nın havasında ağır çiçek kokularına karışık leş kokusu dağıldı
yani Birleşik Amerika Devletleri korkusu"
Şiirin gerçeklikle kurduğu ilişkiyi ve röportaj öğesine dair ayrıntıları şu sözlerle anlatıyor Gamze Yücesan.
"Nâzım’ın Havana Röportajı’nda gördüğümüz gibi röportaj bir gerçeği tüm zenginliği ve derinliğiyle ortaya koymaktır. Gerçeğin ve hayatın kendisine bu zenginlik ve derinlik olmadan tam olarak dokunulamaz. Yalnızca gerçeğe dokunmak için değil aynı zamanda gerçeği karşınızdakine aktarmak için de gereklidir bu zenginlik ve derinlik. Haberin ardında neler var, ne yaşamlar, ne sevinçler, ne zorluklar, ne mücadeleler… Dolayısıyla haberin ardına varan röportajdır. Gerçeği değiştirmez ama büyülü kılar. Nâzım Küba seyahatini anlatırken haber niteliğinde bilgiler sunuyor ama ardına geçiyor. Küba gerçeğini devrimiyle, sosyalizm mücadelesiyle, iradesiyle, inadıyla ve umuduyla örüyor."
Gamze Yücesan ÖzdemirBir edebi gazetecilik türü olarak Havana Röportajı
Nâzım’ın Havana Röportajı oldukça önemli bir yerde duruyor Gamze Yücesan'a göre.
"Nazım’ın şiirinin büyüleyici gücü, derinliği ve muazzamlığıyla olayları ele alışını, kendi deneyimlerini tarihsel ve toplumsal bağlamla iç içe geçirmesini izleyebiliriz bu eserde" diyor.
Şiirin edebi röportaj türü olarak ele alınışını ise şu sözlerle anlatıyor:
"Eserin kurgusu, anlatımındaki sıralama, gerçekliğe bağlılık gazetecilikle bağlantıyı kurarken, şiirsel üslup, anlatı teknikleri, ritm ve metaforlar da edebi boyutunu ortaya koyuyor. Bu yönleriyle Havana Röportajı oldukça zengin ve önemli bir edebi gazetecilik türü olarak çıkıyor karşımıza."
Ve bugün.. "Bugün bu şiir, okurlara ve bilhassa bugünün gazetecilerine ne anlatıyor?" diye soruyorum Gamze Yücesan Özdemir'e.
Özdemir kısa bir duraklamanın ardından söze giriyor:
"Nâzım’ın doğum gününde onu anarken, halkın ve toplumun gerçeklerini büyülü biçimde anlatacak ama aynı zamanda sosyalist değerleri yaratacak devrimcilere, yeni röportajcılara, yeni röportajlara ihtiyacımız var. Bugün memleketin doğusundan batısına, güneyinden kuzeyine ne hayatlar yaşanıyor? Bu ülkenin işçileri, madencileri, köylüleri, sosyal yardım alanları, plazada çalışan beyaz yakalıları, işsizleri nasıl bir hayat sürüyor? Yaşadıklarını nasıl değerlendiriyorlar? Neye isyan ediyorlar? Neye öfkeliler ve ne istiyorlar? Bugün biraz bu soruları düşünmek ve bunlar etrafında üretmek gerekiyor".
Gülümsüyor bunları anlatırken Gamze Yücesan.
"Nâzım’ın doğum gününde büyük ustayı anarken, bu topraklarda halk sınıflarının hayatını, değerlerini ve umutlarını bakır taslarla taşıyacak olanlar, yarının ülkesinde güneşin sofrasını kuracak olanlardır" diyor sözlerini bitirirken.
Usta şair ve evrensel ozanın Havana Röportajı şiiri edebi gazetecilik türünde bir röportaj biçimi olarak yeniden hatırlanmayı hak ediyor. Bir kez daha.
/././
Cemaat imamından KPSS itirafı: Gülen soruların çalınmasına ‘çok özel şartlarda’ cevaz vermiş
Gülen’in KPSS sorularının çalındığı haberleri gündeme gelince “şok içinde” olduğunu öne süren Antepli, onun “Ben çok özel şartlarda cevaz vermiştim, her soruyu çalın demedim” dediğini iddia etti.
Fethullah Gülen Cemaati’nin eski “Malezya imamı” Abdullah AntepliFethullah Gülen Cemaati’nin eski “Malezya imamı” Abdullah Antepli, 2010’daki Kamu Personel Seçme Sınavı (KPSS) sorularının Fethullahçılara verilmesine ilişkin konuştu.
Fethullah Gülen’ın konuyla ilgili haberler medyada gündeme geldiğinde “şok içinde” olduğunu öne süren Antepli, Gülen’in sınav sorularının çalınmasına “çok özel şartlarda cevaz verdiğini” söylediğini aktardı.
“FETÖ” davası firarisi Antepli yine firari bir Fethullahçı olan eski Zaman gazetesi çalışanı Ahmet Dönmez’in YouTube programında konuştu.
Antepli, (2010'daki) KPSS sorularının çalınması medyada gündeme getirildiği dönem Fethullah Gülen'in yanında olduğunu dile getirdi.
Gülen 'her soruyu çalın' dememiş, cemaat 15 Temmuz öncesi 'ahlaki erozyona' uğramış!
Bu durum konuşulduğu sırada odada 100'den fazla kişinin bulunduğunu belirten Antepli, Gülen’in "Medya haberleri çıktığı zaman şok içinde" olduğunu savundu.
Antepli, "Belki bu kadar insan içinde konuşmazdı. O şokla konuşarak benim de içinde bulunduğum yerde dedi ki, 'Ben seneler önce sadece mahrem okullara, askeri okullara çok özel şartlarda cevaz vermiştim buna.'" ifadelerini kullandı.
Gülen’in o sırada etrafındakilere, "çok özel şartlar ve mahrem okullarla" ilgili cevaz verdiğini söylediğini öne süren Antepli, Gülen'in "Ben her soruyu çalın, her sınavın sonucunu arkadaşlara verin. Böyle bir şey demedim" dediğini aktardı.
15 Temmuz öncesi cemaatin kendi içinde "ahlaki bir erozyona maruz kaldığını” savunan Antepli "Balık baştan koktu. İdari yapıdaki ahlaksızlıklarla biz zaten 15 Temmuz sürecine geldik" diye konuştu.
Antepli kimdir?
Küçük yaşlardan itibaren cemaat örgütlenmesi içinde yer alıp, ”semt imamlığı" da yapmış olan Tuncay Abdullah Antepli'nin, üniversite döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve Emniyet "mahrem imamlığına" kadar cemaat örgütlenmesinin birçok kademesinde yer aldığı biliniyor.
Cemaatin "Myanmar imamı" ve "Malezya imamı" olarak görev yaptığı bilinen Antepli'nin, Fethullahçıların kontrolündeki derneklerde faaliyetleri bulunuyor.
Anadolu Ajansı’na göre Antepli'nin, cemaatin "dinler arası diyalog politikası" kapsamında ABD'de de görevlendirildiği, 2003'te Connecticut eyaletinde Hristiyan İlahiyat Fakültesi’nde "dini rehber" olarak çalıştığı, sonrasında ise North Carolina'daki Duke Üniversitesi’nde görev yaptığı ifade ediliyor.
***
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder