Ölüler adasından yükselen müzik -Fide Lale Durak-
"Tarihte kendini bu kadar aşabilen az sayıda sanat eseri var. Kanımca bu asıl çağın samimi duygusunun yakalanabilmesiyle mümkün oluyor." *Kapak Resmi: Arnold Böcklin, 1872, Ölümün Keman Çaldığı Otoportreİsviçreli ressam Arnold Böcklin, simgecilik akımının önemli temsilcilerindendir. En bilinen eseri olan Ölüler Adası, kasvetli ve huzursuz edici sakinliği ile varoluşsal bir sorgulama yaratır. Ölüm, yaşam, rüya, yalnızlık gibi konular Böcklin’in tam da kafa yorduğu konulardır ve sembolizm ile bu kavramların anlatımı alegorik bir ifadeyle somutlanır. Böcklin’e göre gerçekçi üslup, insanın duygularını anlatabilecek derinliğe sahip değildir. Bu yüzden realizmi reddeder, sembolizmi ise dönemin ruhunu en iyi anlatan romantizmden ayrıksı değildir.
Böcklin’in kökeni ipek ticareti ile uğraşan soylu bir aileye dayanır. 14 yaşındayken ilk sanat eğitimini alacağı Zeichenschule Basel‘e gider. Bu okulda teknik yeteneklerini kazanacağı bir eğitim alır. 18 yaşına geldiğinde iki yıl, Alman manzara ressamı Schirmer’in altında eğitim alacağı Düsseldorf Akademisine başlar. Böcklin ve okuldaki diğer yetenekli öğrenciler, eski Hollanda ve Felemenk ressamları kopyalamak üzere Antwerp ve Brüksel’e gönderilirler. Bu gezileri sırasında hayran olacağı Rubens’i keşfeder. Döndüğünde İsviçre’ye giderek, özellikle Alp dağları resimleriyle ünlü bir başka manzara ressamı olan Calame ile çalışır. İsviçre’den sonra Paris’e gider, aylarca kalır ve Louvre’da eski başyapıtları kopyalar. 1848 yılında Paris Şubat ve Haziran devrimleri ile çalkalanıyorken artık şehrin güvenli olmadığını düşünerek geri döner.1
Özetle Böcklin, henüz gençken ailesinin de imkanlarıyla iyi bir akademik eğitim alır ve birçok önemli müzeyi gezerek, çeşitli ülkelerde yaşayarak resmini zenginleştirmek için fırsat bulur.
Arnold Böcklin, 1847, Megalitik Mezar
Paris’ten sonra kısa bir askerlik yapar ve ardından evlenir. Ancak eşi henüz evliliklerinin ilk yılı dolmadan ölür. Eşinin ölümüyle yaşadığı üzüntüyü hafifletmek için 1850 yılında Roma’ya gider. Bu sırada 23 yaşındadır. Roma’da yaşayan ve kendilerine Tugenbund (“Erdemliler Birliği”) diyen Alman sanatçılarla tanışır. Çevresinde çok sayıda neoklasik ve manzara ressamı vardır ve başlarda kendisi de manzara resimleri yapmaya devam eder. Bu gezinin asıl önemi, zamanla resimlerine mitolojik karakterlerin de gireceği bir değişimin başlangıcı olmasıdır.
Roma’ya gelişinin üçüncü yılında, bir İtalyan Papa Muhafızının kızıyla ikinci evliliğini yapar. 14 çocukları olur ve bunların beşi henüz bebekken, diğer üçü ise Böcklin hayattayken ölür. 30’lu yaşları itibariyle resimlerinde görülmeye başlanan mitolojik karakterlere dair bir diğer açıklama ise Roma’ya gelen turistlere almak isteyecekleri, Roma mitolojisinden resimler üreterek para sıkıntısından kurtulmaya çalıştığıdır. Her durumda, Böcklin’in resimlerindeki mistik ve gizemli tavrı, hayal dünyasıyla da birleştirebildiği bir anlatıma bu yolla kavuşturduğu söylenebilir.
Böcklin’in ilk dönemlerinde yaptığı Megalitik Mezar gibi, sadece manzara gibi görünen resimlerinde de seçilen konunun detaylarından, renklerinden ve genel olarak kasvetinden hep bir mistik hava hissedilir. Sazlıklarda Pan resminde dahi genelde flüt çalıp, dans eden, eğlenceye düşkün bir imgeyle bütünleşen Pan, gizemli bir hava içerisindedir. Omzunun arkasından izleyiciye bakarken üflediği flütü, korku filminden bir sahne gibidir. Böcklin’in Pan’ı eğlenceli değil, kırlarda insanların karşısına yarı insan yarı keçi bedeniyle aniden çıkıp “panik” kelimesinin türemesine neden olan korkutucu Pan’dır.
Böcklin 1857 yılında İtalya’dan ayrılıp Basel’e döner. Hannover Kraliyet Konsolosu Karl Wedekind’in yemek salonuna resim yapmak üzere önemli bir sipariş alır. Ayrıca Wedekind, Böcklin’in resimlerini almaya devam eder. Ancak mali sorunlarını tam olarak çözemez, bu yüzden Münih’e taşınır. Münih’te sergilediği resimlerinin 14’ü koleksiyoner Friedrich Graf von Schack tarafından alınır ve ayrıca Kunstschule'de Manzara Resmi Profesörü pozisyonu da teklif edilir. Böylece Böcklin mali durumunu düzeltir. Böcklin’in o gün alınan eserlerini ve daha fazlasını, bugün Münih’te Sammlung Schack müzesinde görmek mümkün.
1862 yılında İtalya’ya dönecek kadar para biriktirmeyi başaran Böcklin, çok sevdiği bu ülkede 1901 yılındaki ölümüne dek yaşar. Kariyerinin bundan sonraki kısmında sembolizmin etkisi çok daha baskındır. Ve 1880 yılında, bu yazıyı yazmamızın da asıl nedeni olan, baş yapıtı Ölüler Adası’nı yapar.
Ölüler Adası, Marie Berna isimli Amerikalı dul bir kadın tarafından sipariş edilir. Berna’nın bir diplomat olan Alman kocası 1865’te difteriden ölmüştür ve resmin siparişini verdiği sıralarda Kont Waldermar von Oriola ile evlenerek Oriola Kontesi olmak üzeredir. Berna’nın siparişi, Böcklin’i stüdyosunda ziyaret ettiğinde belirginleşir. Sanatçının yapmakta olduğu benzer bir manzara resmini görür ve onu bir rüya sahnesiyle ilişkilendirir. Ölen kocasının anısına, “gördüğü rüya için resim” yapmasını ve bir versiyonunu istediği bu manzaraya, üzeri örtülü bir tabut, kefen giymiş ayakta bir kadın ve bunların olduğu tekneyi kürekle çeken yalnız bir figür eklemesini ister.
Bu istekler Böcklin için ikna edici olmanın ötesinde ilham vericidir. İlerleyen yaşıyla sağlığı eskisi gibi olmayan Böcklin’in resim yapan kolu teklemekte ve onu her seferinde depresyona sokmakta, tablodaki ölüm konusuna odaklandıkça kendi yitirdiklerinin acısı resmi katmanlaştırmaktadır. Öyle ki Böcklin zaman zaman nöbetler geçirir. Oğlu Carlo, yazdığı bir kitapta babasının o döneminden şöyle bahseder:
“...1880 yazında, ustanın acı verici ızdırapları ciddi bir sinir depresyonuna yol açtı. Çalışmaya olan ilgi eksikliğine yorgunluk ve o kadar derin bir melankoli katılmıştı ki etrafındakiler onun için ciddi şekilde endişeleniyordu. Onun bedensel işkencelerini hafifletmek için her türlü araç boşunaydı. ...Kalbi ve sinirleri, gerekli hale gelen bol miktarda salisilik asitten olumsuz etkilenmişti.”2
Böcklin, ellerinde bulunan ve omzuna kadar ilerleyen iltihaplı romatizma nedeniyle bazen fırçayı tutarken bile acı çekmektedir, buna rağmen Berna’nın siparişinin iki versiyonunu çalışır ve şu cümleleri içeren bir mektup eşliğinde postalar:
“Denizi kışkırtan yumuşak, ılık esintiyi hissettiğinize inana kadar kendinizi Gölgeler diyarına bırakın. Tek bir sözle ciddi sessizliği bozmaktan çekinene kadar.”3
Tablonun ilk iki versiyonunda yakalanan başarı nedeniyle sanat satıcısı Fritz Gurlitt Böcklin’i üçüncü bir versiyonu yapmaya ikna eder. Bir iddiaya göre bu tablo Adolf Hitler’e satılır ve şu anda Berlin’de Alte Nationalgalerie’dedir. 1884’te dördüncü versiyonu yapılır. Bunu da Alman sanayici Thyssen’ler alır ve bir bankada saklarlar. Ancak II. Dünya Savaşı sırasında bombalamaların birinde yok olur. Dolayısıyla dördüncü eserin sadece fotoğrafı kalmıştır. Böcklin 1886’da tablonun beşinci versiyonun yapar, bunu da Leipzig’de Bildenden Künste Müzesinde görmek mümkündür.
Ölüler Adası, Böcklin’in son döneminde oldukça ünlenen bir tablo olmuştu ama etkisi sadece Almaya’da resmi almış birkaç zengin aile ile sınırlı değildi. 1890’da romantik besteci Heinrich Schülz-Beuthen, 1907’de ise Sergey Rahmaninov, tablodan esinle birer senfonik şiir bestelediler. 1913’de ise Max Reger, bestelediği senfonik şiirinin bir bölümünde Ölüler Adası’nı anlattı. Edebiyatta çeşitli romanlarda karakterlerin odasında bu resim asılıydı. 1945 yılında Val Lewton’ın yönettiği Ölüler Adası filmi bu tablodan ilham aldı. Başka filmlerde bazı sahneler yine bu tabloya atıfla tasarlandı. Dali’nin direk ressamın ve tablonun adını kullanarak yaptığı bir yeniden üretim var. H.R. Giger 1977’de resmin Böcklin’e Saygı isimli bir versiyonunu çizdi.4
Tarihte kendini bu kadar aşabilen az sayıda sanat eseri var. Bunun nedeni her zaman en doğru resmin yapılması, sözün söylenmesi olmuyor; kanımca bu asıl çağın samimi duygusunun yakalanabilmesiyle mümkün oluyor. Böcklin’in yaşadığı çağda, kaçarak uzaklaşmak istediği 1848 devrimleri de vardı, sonsuz bir çukur gibi her şeyi kendine çekerek büyüyen derin umutsuzluk kuyuları da… Böcklin ikinci duygunun simgelerini en güzel yaratanlardan biriydi.
21. yüzyılın ilk çeyreğini tamamlıyoruz ve bu çağın eserleri henüz tatmin edici değil.
Yazıyı tamamlarken sizi Böcklin’in Ölüler Adası versiyonları ve Rahmaninov’un aynı adlı eseri ile baş başa bırakıyorum:
Sevgili Şahriyar’la yeniden özgür olduğunda, tercihen Aydınlanma yolunu açmış bir Türkiye’de, o bulvarda buluşmak dileğiyle…
Ankara Çayyolu’ndaki Bangabandhu Bulvarı’nın anlamının kamuoyuna mal olduğunu pek zannetmiyorum... Caddenin ilk adı, fazla uzun ve kullanımı daha güç geldiğinden değiştirilmiş, daha doğrusu kısaltılmış. Önceki versiyon “Bangabandhu Şeyh Muciburrahman Bulvarı” imiş.
Uzun süreli bir mücadelenin sonunda Bangladeş’in bağımsızlığına imza atan Muciburrahman’ın bir de büstü var bulvarda… Geçtiğimiz yaz aylarında kitlesel protesto hareketlerinin ardından ülkeyi terk eden Şeyh Hasina, ülkenin işte bu “kurucu babası”nın kızı.
Bangladeş 1971’de Pakistan-Hindistan geriliminin içine doğdu ve iki ülkenin savaşının bir bakıma konusu ve parçası oldu. Hindistan’ın ele geçirdiği Doğu Pakistan bağımsız Bangladeş, resmi adıyla Bangladeş Halk Cumhuriyeti haline geldi gelmesine, ama her yerde olduğu gibi orada da ABD emperyalizminin beslediği şeriatçılarla laik güçler arasında şiddetli hesaplaşmalar hiç dinmedi. 1975’te Şeyh Muciburrahman bir darbeyle düşürüldü ve öldürüldü. Partisinin adı, Halk Birliği’dir. Zaman içinde “halkı” da “birliği” de yitirdiği anlaşılıyor. Burjuva devrimleri sosyalizme ilerleyemiyorsa dayanıksız oluyor, çürüyor…
Bangladeş’in önde gelen aydınlanmacılarından biri, yıllar önce soL'da bir söyleşide, başkentimizde bir bulvarda yaşatılan lideri, Atatürk’e benzetmişti: “Bangladeş’in kurucusu Muciburrahman, Mustafa Kemal Atatürk’e de çok benzer. Bangladeş resmi olarak Türkiye’den sonra ikinci Müslüman laik devlet oldu. Kemal Atatürk din temelli bütün örgütleri yasaklamıştı. Biz de 1972’de aynısını yaptık.” 1
Bu yorumu yapan Şahriyar Kabir, Türkiye’ye defalarca geldi. Sanırım, her gelişinde görüştük. Geçmiş midir bilmem, ama mutlaka duymuştur o bulvarı. Sevgili Şahriyar, şimdi ülkesinde hapiste. Bu yazının vesilesi de bu zaten.
Şahriyar Kabir, yazar ve belgesel yönetmenidir. Gençliğinde komünist. İlk tanınması çocuk kitapları yazarı olmasındanmış.2 Uzun zamandır emperyalizm ve dinci gericiliğin geriletilmesi için militanca bir mücadele veriyor, yazıyor, film çekiyor, konferanslar veriyordu. Bir filminin gösterimini yapmıştık Kadıköy’de Nâzım Hikmet Kültür Merkezinde. Başka bir etkinlikte, bölgemizin anti-emperyalist ve laik bir direniş hattına nasıl da ihtiyaç duyduğunu dinlemiştik kendisinden. Ülkesinde insanlığa ve halka karşı suç işleyenlerin yargılanması için yürüttüğü girişimleri anlatmıştı…
Şahriyar Kabir, 20 Temmuz 2015'te Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde Bangladeş'te devam eden laiklik mücadelesine dair söyleşide konuşurken.Bu aralar hakkında din ve İslam düşmanı deniyor. Oysa Kabir, Müslüman kültürünün içinde, emperyalist bağlantılı gericiliğin dışında insancıl, barışçıl damarların güçlü olduğunu, bunların açığa çıkarılması gerektiğini düşünüyordu. Nüfusun çoğunluğu Müslüman olan kendi ülkesinde, başka yerlerde ve Türkiye’de bu izlerin peşine düşmüştü.
Bir de, dinci gericilerin suçlarının peşindeydi. 1971’de bağımsızlık mücadelesinin karşısına dikilen İslamcılar, Pakistan ordusuyla işbirliği içinde milyonlarca kişinin katledilmesine, yüz binlerce kadına tecavüz edilmesine, kitlesel göçlere neden olmuşlardı. Geçtiğimiz yıllarda bu olayların kovuşturulmasında ve kimi suçluların cezalandırılmasında, Kabir’in öncülerinden biri olduğu laik aydınlanmacı hareket önemli rol oynamıştır. 1992’de “Bangladeş Kurtuluş Savaşı, Katillere ve İşbirlikçilere Direniş Komitesi”nin, kısaca Nirmul Komitesi’nin kuruluşunda yer almış, başkanlığını yürütmüş... Katliamcılardan hesap sorulmasını bir hukuki prosedür olarak düşünmeyin; Cemaat-i İslami taraftarları da sokak ortasında laik aydınları kılıçlarla infaz ediyorlardı!
Şeyh Hasena’nın halk kitlelerine yabancılaşan dengeci burjuva iktidarının yerine, alenen burjuvazi ve emperyalizm tarafından atanan Muhammed Yunus döneminde, gericiliğin Kabir’ler tarafından itelendiği mevzilerden taşması, beklenen bir gelişmeydi. Şimdi Şahriyar, 75 yaşında bir aydınlanmacı, bizim yakından bildiğimiz türden kumpas soruşturma ve suçlamalarla karşı karşıya.
Bölgemizde antiemperyalist ve seküler bir ağırlığın oluşmasının öneminin şiddetle hissedildiği bir dönemdeyiz. Aynı dalga birbirinden uzak ülkeleri eşzamanlı olarak kavuruyor. Ve bütün acı deneyler, antiemperyalizm ve laikliğin emekçi sınıflara zimmetlenmesi, sosyalizme bağlanması gerektiğini teyit ediyor.
Sevgili Şahriyar’la yeniden özgür olduğunda, tercihen Aydınlanma yolunu açmış bir Türkiye’de, o bulvarda buluşmak dileğiyle…
- 1.https://haber.sol.org.tr/dunyadan/siyasal-islam-hep-abdnin-araci-oldu-h…
- 2.https://bdebooks.com/authors/shahriar-kabir/