Yunus Emre Vakfı’nın paraları “uçmuş”: Rezervasyona bile fatura kesmişler, 10 ayda 110 milyon liralık uçuş hizmeti almışlar!-Asuman Aranca-
Yunus Emre Vakfı’nda naylon fatura ile 400 milyon liradan fazla yolsuzluk yapıldığı iddiasıyla yürütülen soruşturmada Vakıflar Genel Müdürlüğü müfettişlerince hazırlanan rapor, vakfın kasasının nasıl boşaltıldığını gözler önüne serdi. Vakfın, Ekim 2023 ile Ağustos 2024 arasında Anka ve Dor Kongre isimli 2 ayrı firmaya “uçak bileti, konaklama, transfer hizmeti gibi” hizmetler adı altında toplam 110 milyon liraya yakın ödeme yaptığı belirlendi. Firmalardan birinin satın alma dosyasının dahi olmadığı ve işin doğrudan Almanya’ya kaçtığı öne sürülen Başkan Şeref Ateş tarafından firmaya verildiği anlaşıldı. Durumun vahameti, “Vakfa kesilen birçok faturadaki tutarların, gerçek bilet bedelinin çok üzerinde olduğu, öyle ki; bazılarında sapmanın yüzde 100'den fazla olduğu ve bundan da vahimi, yalnızca rezervasyon oluşturulup biletleme yapılmadığı anlaşılan bazı işlemlerin dahi vakfa faturalandırıldığı ve bu bedellerin ödendiği tespit edilmiştir” denilerek anlatıldı.
9 kişi tutuklandı
Türk dil ve kültürünü tanıtmak amacıyla 2007 yılında kurulan ve 66 ülkede faaliyet gösteren “kamu vakfı” niteliğindeki Yunus Emre Vakfı’na bağlı enstitüdeki “naylon fatura” skandalına ilişkin soruşturma sürüyor. Vakfın başkan yardımcılarından olan Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş'ın eşi Rahmi Göktaş ile MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın'ın oğlu Abdullah Kutalmış Yalçın, müfettiş raporunun savcılığa gönderilmesinden birkaç gün önce görevlerinden istifa etmişti. Vakıf Başkan Şeref Ateş’in de istifasının ardından firar ettiği öne sürülürken, oğlu Enes Ateş’in de aralarında bulunduğu 9 kişi soruşturma kapsamında gözaltına alınarak tutuklanmıştı.
“Adrese teslim işlemler”
Vakıflar Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu müfettişlerince Yunus Emre Enstitüsü’ndeki yolsuzluğa ilişkin hazırlanan raporda çarpıcı tespitler yer aldı. Raporda yer alan bilgilere göre Vakıf, Enes Ateş’in kurduğu firmayı devraldıktan sonra vakfa 8.6 milyon liradan fazla usulsüz fatura kestiği belirlenen Han Kültürel Eğitim isimli firmanın sahibi Selçuk Kaymakoğlu’na ait diğer şirkete de 6 ay içinde 58.7 milyon lira ödeme yaptı. Firmanın ‘sanal ofisinin’ olduğu ve 12 Aralık 2023’te ismini Anka Kongre olarak değiştirmesinden çok kısa bir süre sonra 30 Aralık’ta vakfa ilk faturasını kestiği belirlendi. Şirketten çoğunluğu uçak bileti olmak üzere çeşitli hizmet alımları yapıldığı, satın alma komisyonu kararından önce firmanın vakfa fatura kestiği belirlenirken, buna ilişkin olarak “Sırf bu işlem özelinde dahi alınan tekliflerin formalite olduğu ve adrese teslim bir işlem gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır” değerlendirmesi yapıldı.
Rezervasyona dahi fatura kesilmiş
Aynı firmaya, “Uçak, Konaklama, Toplantı-Temsil Ağırlama, Araç Kiralama, Transfer" harcaması adi altında hiçbir sözleşme/protokol ve fiyat araştırması yapılmaksızın, 54 adet fatura karşılığında 51 milyon 550 bin lira ödeme yapıldığı anlaşıldı. Firma tarafından vakfa fatura edilen uçak biletleri hakkında Türk Hava Yolları (THY) Genel Müdürlüğü’nden bilgi istendi. THY’den müfettişliğe gönderilen bilgilere göre Anka Kongre firmasının vakfa kestiği faturalardaki tutarların gerçek bilet değerinin çok üzerinde olduğu, “Öyle ki; bazılarında sapmanın yüzde 100'den fazla olduğu ve bundan da vahimi, yalnızca rezervasyon oluşturulup biletleme yapılmadığı anlaşılan bazı işlemlerin vakfa faturalandırıldığı ve bu bedellerin de ödendiği tespit edilmiştir” sözleriyle açıklandı.
Tek çalışanlı firmaya 6 ayda 58.7 milyon ödemişler
Vakfa çok yüksek miktarda fatura kestiği belirlenen Anka Kongre firmasının fatura kestiği tarih aralığında sadece 1 çalışanının olduğu belirlendi. Herhangi bir çalışma ofisi ve bu hizmetleri yerine getirebilecek yeterli çalışanı dahi olmayan Anka Kongre'ye 30 Aralık 2023- 3 Haziran 2024 tarihleri arası usulsüz yöntemlerle verilen işler karşılığında toplamda 58 milyon 707 bin lira (1 milyon 466 bin dolar) ödeme yapıldığı tespit edildi.
İşi doğrudan Şeref Ateş vermiş
Vakfa benzer hizmetler karşılığında yüksek meblağlı fatura kesen bir diğer firma ise Dor Kongre Hizmetleri oldu. Firma ile vakıf arasında Ekim 2023’te “Uçak ve Konaklama Biletleri Hizmet Alimi” kapsamında sözleşme yapıldı. Sözleşme, Enstitü Başkanı Şeref Ateş tarafından imzalanırken, bu firmaya ilişkin bir satın alma dosyasının dahi bulunmadığı, söz konusu işin firmaya doğrudan Şeref Ateş tarafından verildiği belirlendi. Firma sözleşmenin imzalandığı gün vakfa ilk faturasını kesti ancak faturaların sözleşmeye uygun olarak düzenlenmediği tespit edildi.
10 ayda 51 milyonluk fatura kesmişler
Dor Kongre firması ile yapılan sözleşme, “Enstitü Başkanlığına tanınan harcama limitinin çok üzerinde bir hizmet alımı için Başkanlığın böyle bir yetkisi olmamasına karşın piyasa araştırması yapmaksızın afaki fiyatlarla sözleşme yapılmış olması” nedeniyle şüpheli bulundu. Bu nedenle THY ile yazışma yapılarak şirketin kestiği fatura içerikleri için bilgi istendi. THY’nin gönderdiği bilgiler, Dor Kongre firmasının kestiği faturaların da tıpkı Anka Kongre firması gibi gerçek bilet bedelinin çok üzerinde olduğunu ortaya çıkardı. Firma tarafından vakfa Ekim 2023 ile Ağustos 2024 arasında 51 milyon 307 bin lira fatura kesildiği, kesilen faturaların içeriği yanıltıcı olmasına karşın vakıf tarafından firmaya 48 milyon 984 bin lira ödeme yapıldığı belirlendi.
T24 muhabiri Asuman Arancı'nın haberiyle, Yunus Emre Vakfı’nda naylon fatura ile 400 milyon liradan fazla yolsuzluk yapıldığı iddiasıyla yürütülen soruşturmada Vakıflar Genel Müdürlüğü müfettişlerince hazırlanan rapor, kurumdaki usulsüzlükleri gözler önüne serdi. Almanya’ya kaçtığı öne sürülen Enstitü Başkanı Şeref Ateş’in tutuklanan oğlu Enes Ateş tarafından kurulan şirketi devralan Selçuk Kaymakoğlu’na ait Han Kültürel Eğitim Danışmanlık isimli firmaya “sahte hizmet ifa tutanakları ve faturalarla” milyonlarca liralık ödeme yapıldığı belirlendi. Aynı firmadan, hiçbir piyasa araştırması, sözleşme ya da protokol dahi yapılmadan, doğrudan temin usulüyle uçak biletleri, konaklama ve araç kiralama gibi hizmetler alındığı anlaşıldı. Şirket tarafından vakfa toplamda 8.6 milyon liralık 21 ayrı fatura kesildiği, bunlardan 8 tanesinin ödemesinin “sahte hizmet ifa tutanaklarına” istinaden yapıldığı belirlenirken, vakfın toplamda bu şirkete 18 faturanın karşılığı olarak 6.7 milyon lira ödeme yaptığı tespit edildi. Öte yandan aynı firmaya RTÜK tarafından da 1.5 yıl içerisinde 9.2 milyon liralık ihale verildiği ortaya çıkmıştı.
/././
Umut güneyden yükseliyor -Akdoğan Özkan-
Ailelerin yüzde 41'inin kendilerine ait olmayan Filistinli çocuklara bakmak durumunda kaldığı bir kıyımın yaşandığı Gazze’de olup bitenlere birileri Batı’da gözlerini kaparken, küresel Güney’i temsil eden başka birileri hak hukuk talebiyle öne çıkıyor!
Ocak ayının son günü Gazze’deki soykırımla ilgili olarak ilginç bir gelişme meydana geldi. Asya, Afrika ve Latin Amerika bölgelerinden dokuz ülke Hollanda'nın idari başkenti Lahey'de oluşturdukları “Lahey Grubu” çerçevesinde bir araya gelerek, Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin (UCM) İsrail liderleri için aldığı 21 Kasım 2024 tarihli tutuklama emri de dahil Gazze konusundaki kararlarına uyma, UCM kararlarını destekleme ve Gazze’deki eylemlerini “soykırım” olarak nitelendirdikleri İsrail’e silah sevkiyatını engelleme taahhüdünde bulundu. Bu doğrultuda ortak bir bildiriye imza atan Grup, Belize, Bolivya, Kolombiya, Küba, Honduras, Malezya, Namibya, Senegal ve Güney Afrika gibi ülkeleri içeriyor.
“Uluslararası toplumun” geniş bir kesimi, tüm ülkeleri zalim bir işgali ve kıyımı sonlandırmaya davet edenlerin ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi insan hakları ve evrenselcilik gibi medeni değerlere bağlı oldukları varsayılan Batılı ülkeler olmasını beklerdi, sanıyorum. Batı’nın “önlem alma” konusunda tam bir başarısızlık sergilediği bu konuda, küresel Güney halklarının öne çıkıyor olması ve Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını desteklemeye yönelik mümkün bütün adımları atmaya bu ülkelerin çağırması bu açıdan şaşırtıcı gelebilir, tabii.
Ama gelmesin! Çünkü Batılı ülkeler son derece “insan hakları” ve “ifade özgürlüğü” konusunda çok meşguller son zamanlarda.
Bakın nasıl yoğun bir mesai var bu ülkelerde bu konuda:
ABD:
Başkan Donald Trump, geçen yıl üniversite kampüslerinde Filistin yanlısı protesto gösterilerine katılan yabancı öğrencilerin öğrenci vizelerinin iptal edilmesini hedefleyen bir hükümet kararnamesini geçen hafta imzaladı. 29 Ocak tarihli Başkanlık Kararnamesi, “Anti-Semitizm ile Mücadele Etmeye Yönelik İlave Önlemler” başlığını taşıyor.
Özellikle Hamtramck, Dearborn, Detroit ve Michigan Üniversitesi'nde savaşa ve soykırıma karşı çıkan öğrenciler geçtiğimiz yıl çok sayıda protesto gösterileri gerçekleştirmişlerdi. Hatırlanacağı gibi, protestolar Mayıs 2024'te polisin çadırlı direniş kamplarına sert müdahalesiyle sonuçlanmış ve onlarca öğrenci tutuklanmıştı. Michigan Üniversitesi'nin İsrail ile iş yapan şirketlerle işbirliğine son vermesi talebiyle gösteri yapan Filistin yanlısı bir grup öğrencinin okul kayıtları da iki yıl süreyle askıya alınmıştı. Michigan Üniversitesi’nde “Özgürlük ve Eşitlik İçin Müttefik Öğrenciler” (SAFE) adıyla bilinen grup üyelerine yönelik yaptırımlar da uygulanacağı ve protestocu öğrencilerin burslarını kaybedecekleri de dile getirilmişti.
ALMANYA:
Almanya'nın en büyük ve en saygın üniversitelerinden biri olan Ludwig-Maximilians-Universität (LMU) Münih, Birleşmiş Milletler’in (BM) Filistin Özel Raportörü Francesca Albanese’nin 16 Şubat günü ana binada yapması planlanan konuşmasının iptal edildiğini açıklayarak toplantıya izin vermeyeceğini ortaya koymuş oldu. Gazze'de süren soykırımın durdurulması için yapılması gerekenin sadece uluslararası hukuka uyulması olduğunu defalarca dile getirmiş olan BM raportörü Francesca Albanese, “Decolonial Practices Group” tarafından düzenlenen “Colonialism, Human Rights and International Law” başlıklı bir konuşma yapacaktı. Ama tabii İsrail devleti ile dayanışma içinde görülen Münih Üniversitesi’nin bu ilk sansürcülüğü değil, tanık olduğumuz. Daha önce de, 27 Kasım 2023’te “antisemitizmi” gerekçe göstererek “The Ethnic Cleansing of Palestine” kitabının da yazarı İsrailli tarihçi ve siyaset bilimcisi Prof. Ilan Pappé’nin konuşmasını iptal etmişti. Albanese’in dediği gibi, “umarız ifade özgürlüğü ve bilgilendirilme hakkı galebe çalar” bir gün bu ülkelerde.
FRANSA:
Fransa'da mahkeme, Nanterre ile İsrail'in Hapoel Holon takımları arasında 18 Aralık 2024'te oynanan basketbol karşılaşmasında Filistin bayrağı açan 2 kişinin 12 ay süreyle maçlardan men edilmesine karar verdi. Nanterre Mahkemesi, Nanterre ile Hapoel Holon'un karşılaşmasında Filistin bayrağı açan ve yaşları 19 ve 21 olan iki kişinin yargılandığı davada, bu 2 kişiye 500 Euro para cezası da verdi. Fransa’da Filistin bayrakları taşıyarak İsrail’in Gazze'ye yönelik saldırılarını protesto edenlere sadece maçlardan men cezası verilmiyor. İsrail’deki soykırımı protesto eden göstericilere yönelik sokaklarda ve üniversitelerde sert bir polis şiddeti de uygulanıyor.
İNGİLTERE:
İngiltere’de polis başkent Londra’da 19 Ocak’ta düzenlenen Filistin yanlısı bir mitinge katılan İşçi Partisi eski lideri Jeremy Corbyn ile John McDonnell’i ifade vermeye çağırdı. On binlerce Filistin yanlısı göstericinin polisin daha önce kararlaştırılan yürüyüş güzergahına yönelik getirdiği yasak ve kısıtlamalara rağmen düzenlediği gösteride 77 kişi de gözaltına alındı. Büyükşehir Polis Şefi Adam Slonecki, yaptığı açıklamada, bu rakamın Ekim 2023'ten bu yana Filistin Dayanışma Kampanyası (PSC) tarafından düzenlenen 20'den fazla ulusal protestodaki “en yüksek gözaltı sayısı” olduğuna dikkati çekmişti.
İsrail ordu birliklerinin Gazze ve Lübnan’da en az 50 bin civarında insanın ölümüne yol açan kıyımını durdurma yönünde alabildikleri hiçbir aksiyon olamayan ülkelerde yaşananlar işte böyle. Mağdurun değil zalimin yanında duranlarda “insan hakları,” “ifade özgürlüğü,” “evrensellik,” “hukukun üstünlüğü” bahsinde mangalda kül bırakmayan Batılı ülkelerde durum bu.
Her şeye rağmen dönüyorlar
İsrail güçleri Gazze’de, güney Lübnan’da beldeleri, mahalleleri, kampları, köyleri yerle bir ederek o bölgelerdeki insanların dönüp de başlarını sokabilecekleri bir yuvaları, bir vatanları kalmasın diye özel bir çaba içinde olmuştu. Kimse, yarın “evim, okulum, hastanem, camim, kilisem” diyemesin, diye. Ancak ateşkes akabinde görüyoruz ki, yüzbinlerce insan 15 ayı aşkındır süren savaşın ardından bugün birer yıkıntı halinde de olsa evlerine, vatan bildikleri topraklara, Gazze’ye yayan da olsa onlarca kilometre yürüyerek geri dönüyor.
Onlar evlerine kavuştukça bölgenin her bir köşesinden dramatik insan manzaraları beliriyor. Yaşlı babasını kilometrelerce sırtında taşıyarak evlerine dönenlerden, döndüğünde yıkıntılar arasından çocuklarının ya da ana balarının kemiklerini bulanlara, enkaz altında buldukları çocukları sahiplenenlere, onlar tarafından artık “baba” diye seslenilenlere, geçici olarak sığındıkları bölgelerde sahiplenip besledikleri kedileri bile yalnız bırakmayıp yanlarında “eve” getirenlere kadar, binlerce, on binlerce insan hikayesi yüzeye çıkıyor ve insanlığın ortak vicdanına uzanıyor şimdi Gazze’de.
Yüzde 41’i başkasının çocuklarına bakıyor
BM'nin Nisan 2024'te yaptığı bir anket, yüzde 85’i yerinden yurdundan edilmiş Gazze'deki ailelerin yüzde 41'inin kendilerine ait olmayan Filistinli çocuklara bakmak durumunda kaldığını göstermişti. Dünya tarihinde böyle bir orana yol açan bir kıyım ve trajedi acaba daha önce yaşandı mı?s
Gazetecilerin görevlerini yapmasına engel olmak, ifade özgürlüğünü ortadan kaldırmak, insan haklarını ve evrensel dayanışma çabalarını duraklatmak yolundaki tüm otoriter çabalara rağmen, bu hikayeler anlatıcılarından çıktığı anda milyonlarca, milyarlarca insana ulaşabiliyor. Bu mesajlara kulağını tıkayan devletler çoğunlukta olmasına rağmen neyse ki büyüyen, büyümekte olan bir küresel Güney dayanışması beliriyor, insanlık adına umut oralardan boy veriyor.
/././
Trump tüm tuşlara basıyor: Patron çıldırdı!-Eray Özer-
ABD’nin yeni dışişleri bakanı kabul etti: Tek kutuplu dünya bitti, artık çok kutuplu bir dünyadayız. Peki, bu kadar çok tuşa aynı anda basan Trump ve ekibi hamlelerin sonuçlarını hesap edebiliyor mu? Hiç öyle gözükmüyor.
ABD’nin yeni dışişleri bakanı Marco Rubio geçen hafta verdiği bir röportajda ilginç bir şey söyledi.
“Dünyanın” dedi taze bakan, “tek kutuplu bir dünya olması normal değildi. Bir anomaliydi.”
Soğuk Savaş’ın bitimiyle ortaya çıkan ABD hegemonyasındaki dünyanın bugün artık yeniden -ve olması gerektiği gibi- çok kutuplu bir yapıya kavuştuğunu açıkça dile getirdi Rubio.
Bu konuda bakan olmadan önce yaptığı başka açıklamalarda da benzer şeyler söylüyordu: Sanki dünya büyük bir devlet, ABD de bu devletin hükümetiymiş gibi politika üretilen dünyanın geride kaldığını, bunun da “normal” olduğunu ve hatta diğer türlüsünün bir anomali olarak algılanması gerektiğini dile getiriyordu.
Bu aslında Trump’ın meselelere yaklaşımını anlamayı da kolaylaştıran bir düşünce tarzı ve tam da bu nedenle dışişlerine Rubio’nun seçilmesi bir tesadüf değil.
Özetleyecek olursak “yerkürenin herhangi bir yerinde yaşanan herhangi bir meseleye ben balıklama dalmam” diyor yeni ABD yönetimi. “Bakarım önce: Orada ABD çıkarlarıyla çelişen bir durum var mı… Varsa müdahale ederim. Yoksa beni ilgilendirmez, ben hayatıma devam ederim.”
ABD bu yaklaşımla “küresel zabıta” rolünden vazgeçiyor; Çin’in, Rusya’nın artık bir kutup teşkil ettiğini kabul ederek onlarla “mücadele” edebileceği bir pazarlık bürokrasisi nizamına geçeceğini açıkça dile getiriyor.
Peki, nasıl bir pazarlık?
Yine aynı söyleşide Rubio, Panama Kanalı’nın üzerindeki Çin etkisini tarif ediyor. Çin’in istemesi halinde kanalın trafiğini durdurabilecek bir kudrete sahip olduğunu ve bunun kendileri için kabul edilemez bir durum yarattığını dile getiriyor.
Röportajın hemen arkasından Rubio dün Panama’ya gitti. Sözünü ettikleri meselelerde hızla harekete geçeceklerini gösterircesine planlanan bu ziyaret önce Panama cephesi ise “en kötü senaryolara” çalışıyordu.
Politico’daki bir makalede Panama açısından ABD’nin olası bir ilhak teşebbüsüne karşı ciddi zaiyat verileceği öngörülen savaş seçeneğinin masada olduğu anlatılıyordu.
İlginç bir detay: Aynı makaleye göre Panama Devlet Başkanı Balladares “çok kutuplu bir dünyada Trump’ın kendine fazlaca güvendiğini” ifade ediyordu.
Yani bir nevi “o işler artık o kadar kolay değil” demeye getiriyordu.
Rubio’yla aynı terminolojiyi kullanıyor lakin bambaşka bir çıkarım yapıyordu.
Evet, burada sorun tam olarak bu.
Trump ve ekibi zihin haritalarında çok kutuplu bir dünyada kendi çıkarlarına uygun bir pazarlığı hayal ediyor olabilirler fakat işin sonu daha pazarlık masasına oturmadan birilerinin silaha başvurmasıyla sonuçlanabilir.
Göreve geldiklerinden bu yana Trump yönetimi birden fazla tuşa aynı anda basıyor. Burada “nasıl da hızlı hareket ettikleri” kendileri için bir övgü malzemesi olabilir -zira Rubio da röportajında Trump’ın bu özelliğini ballandıra ballandıra anlatıyor- fakat bu kadar hız aynı zamanda bazı reaksiyonların hesaplanamaması sonucunu da doğurabilir.
Hız demişken başka bir örnek: Trump Çin, Meksika ve Kanada’ya ağır bir gümrük vergisi yaptırımı uygulama kararı aldı birkaç gün önce.
Çin’e var olan vergilerin üzerine ekstra bir yüzde 10, Kanada ve Meksika’ya ise yüzde 25 gümrük vergisi uygulanacağı açıklandı.
Çin, Meksika ve Kanada; ABD’nin en çok alım yaptığı üç ülke.
Düşünün, bu üç ülkeden ABD’ye yapılan ihracat ülkenin dışarıdan aldığı tüm malların yüzde 40’ına denk geliyor.
Kararın Çin ve Meksika’nın fentanil ismindeki uyuşturucunun ABD’lileri zehirlemesindeki rolü üzerine alındığı açıklandı. Çin, Meksika’ya fentanil üretiminde kullanılan hammaddeyi satıyor, Meksika’daki karteller bu malzemelerden fentanil üretip ABD’ye kaçak yollardan sokarak Amerikan halkını zehirliyorlardı.
Kanada ise ABD’nin eyaleti olmayı kabul etmeyerek bu cezaya layık görülmüştü.
Kanada ve Meksika hemen karşı hamle yapacaklarını açıkladı. Kanada toplamda 100 milyar dolar değerdeki Amerikan mallarına benzer bir vergi getireceğini duyurdu. Meksika’nın da birkaç gün içinde benzer bir hamle yapması bekleniyor.
Bu konuda da her şey çok hızlı oldu, oluyor. Meksika’nın bu vergilerle ekonomisini ayakta tutmasının imkansız olduğu söyleniyor örneğin.
Bu durumda Meksika’da kötü giden bir ekonominin uyuşturucu kartellerinin daha da büyümesine neden olup olmayacağı bir soru işareti.
Yani demek istediğim, evet, bugün Trump yönetimi tüm tuşlara basıyor ve belli ki bu hamlelerin orta ve uzun vade sonuçları yeteri kadar hesaplanmıyor.
Öte yandan dün bir haber girdi NY Times: Elon Musk’ın ekibinin Amerikan hazinesinin kontrolündeki tüm ödeme sistemlerine erişiminin sağlandığı ortaya çıktı.
Musk bir özel sektör temsilcisi. Kendi şirketleri var. Bir teknoloji derebeyi. Dolayısıyla ticari bir rekabet içinde.
Ama işte, bizdeki Devlet Planlama Teşkilatı benzeri bir yapının başına da getirildi ve bu sayede tüm devlet harcamalarının sağlandığı sisteme giriş iznini aldı.
Peki, bunlardan bize ne?
Bambaşka bir dünyaya doğru ilerliyoruz. Teknoloji derebeylerinin ülkelerin yönetimine dahil olduğu, diplomasinin “önce yap, sonra sonuçlarına göre tartış” şeklinde ilerleyeceği, birden fazla krizin birden fazla coğrafyada hızla gelişebileceği bir coğrafya bu.
Bugün bambaşka bir bilgi seviyesine ihtiyacımız var. “Dur bakalım, önce bir anlayalım meseleyi” diyerek idare edilecek bir dünya geride kaldı.
Her şeye önden hâkim olmanın, dersini erkenden çalışmanın tek seçenek olduğu bir “hız düzenine” girdik.
Suriye’nin kuzeyinde Amerikan askeri varlığı ve Kürtlerin akıbetiyle ilgili ne karar alınacaksa, misal Panama’dan sonra sıra bu konuya geldiğinde aniden olacak.
ABD’li bir bürokrat gelecek, kararı verecek ve dönecek. Bu kadar…
Sonra Kürtler acı çekmiş, Türkiye bazı noktalara itiraz etmiş… Tüm bunlar kimsenin umurunda olmayacak.
Dersini baştan çalışmak hiç bu coğrafyaya özgü hasletlerden değil. Malum.
Lakin bu defa başka şansımız yok.
“Patron çıldırdı” yaklaşımıyla dünyaya çekidüzen vermeye çalışanların hakimiyetinde yeni bir dönem bizi bekliyor.
Hayırlısı olsun.
İyi haftalar… /././
Faiz haram da peki ya vergisi?-Murat Batı-
Borsa kazançlarından vergi alınması gerektiğini hem Cevdet Yılmaz hem de Mehmet Şimşek defalarca söyledi ama nedendir bilinmez daha sonra ikisi de aynı anda borsadan vergi gündemimizde yok diyebildi. Bu aslında vergilerin politik yapısının bir tezahürüdür.
Gerçek kişilerin elde ettikleri gelirler üzerinden gelir vergisi alınır; ev alım-satımından, kira gelirinden, avukatlık, doktorluk gibi serbest meslek kazançlarından, devlet tahvili ve hazine bonosu faizlerinden, kur korumalı mevduatlardan, mevduat faiz gelirlerinden ve daha birçok gelirden.
Elde edilen gelir genel olarak mükellef tarafından vergi idaresine beyan edilerek ödenir; örneğin kira geliri elde eden Kemal Amcanın kendisi, kira gelirini yıllık gelir vergisi beyannamesiyle beyan eder ve öder.
Ancak bazı durumlarda geliri elde eden değil de başkası (vergi sorumlusu) vergisini kaynağında keser yani kişiye geliri vermeden önce vergisini keser -ki buna tevkifat ya da stopaj da denilir- ve yine bu kişi tarafından vergi idaresine beyan edilir ve ödenir.
Mevduat faizlerinden elde edilen gelirlerden vergi alma stopaj yöntemiyle yapılır. Örneğin X Bankası vadeli mevduat hesabındaki parasından dolayı 10 bin lira faiz elde eden Sertuğ Bey’e bu para verilmeden önce X Bankası tarafından belli oranda -vadeye göre yüzde 10, 12 ya da 15- vergi kesilir vergi dairesine yine aynı banka tarafından beyan edilip ödenir.
Oranlar hep böyle miydi?
Mevduat faizlerine uygulanan stopaj oranları vadesine bakılmaksızın hep yüzde 15 idi. 2012’li yıllarda Maliye Bakanı Mehmet Şimşek idi ve her konuşmasında mevduat faizlerinden yapılan yüzde 15’lik vergi kesintisi ile ücretlerden yapılan vergi kesintisini karşılaştırıp adaletsizliği vurguluyordu. Bunun düzeltilmesi gerektiğini de sık sık vurgulayan Şimşek, özellikle ülke vergi sistemimizin Robin Hood Vergi Sistemi olduğunu bunu daha da adil hale getireceğini belirtip duruyordu.
Ücretlerden alınan gelir vergisinin mevduat faizlerinden alınanlara kıyasla daha yüksek olduğunu belirttiği yine bir gün -tarih 1 Ocak 2013- yayımlanan Resmi Gazete’deki 2012/4116 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla mevduat faizlerinden alınan gelir vergisi stopaj oranları vadeye göre şekillendirildi;
Vadesine bakılmaksızın yüzde 15 olan stopajlar vadeye göre düşürülmüş ve şöyle olmuştu;
6 aya kadar (6 ay dâhil) %15
1 yıla kadar (1 yıl dâhil) vadeli hesaplarda %12
1 yıl üzeri hesaplarda %10 olarak uygulanacaktı.
Böylece vadesi 1 yılı aşan TL mevduat hesaplarına yüzde 15 değil yüzde 10 stopaj uygulanacaktı. Şimşek, Robin Hood felsefesini yanlış anlamış olabilir sanıyorum.
Bu oran yapısı uzunca bir süre böyle devam etti. Pandemi gelip kapıya dayanana kadar elbette. Üstelik döviz krizi de baş verince yeni bir düzenleme yapılması gerekti.
30 Eylül 2020 tarihli 3032 sayılı Cumhurbaşkanı Kararıyla stopaj oranları bu kez
6 aya kadar (6 ay dâhil) %5
1 yıla kadar (1 yıl dâhil) vadeli hesaplarda %3
1 yıl üzeri hesaplarda %0 olarak değiştirildi.
Bunun uygulanma süresi birçok Cumhurbaşkanı kararıyla defalarca uzatılıp durdu.
Ve 1 Mayıs 2024 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 8434 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile TL mevduat hesaplarından elde edilen faiz gelirlerine uygulanacak stopaj oranları
6 aya kadar (6 ay dâhil) %5’ten %7,5’e
1 yıla kadar (1 yıl dâhil) vadeli hesaplarda %3’ten %’5’e
1 yıl üzeri hesaplarda %0’dan %2,5’e yükseltildi.
Bunun da 31 Temmuz 2024’e kadar geçerli olacağı belirtildi. Sürenin bitiminde yani 1 Ağustos 2024 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 8775 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile TL mevduat faizlerine aynı stopaj oranının uygulanacağı ama bunun da 31 Ekim 2024’e kadar uygulanacağı belirtildi. Bu Cumhurbaşkanı Kararı ile KKM’ye de stopaj getirilerek bir dönemin daha sonuna gelindiğinin de sinyali verilmiş oldu.
1 Kasım 2024 tarihli 9075 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile TL mevduatlarına uygulanacak gelir vergisi stopaj oranları
6 aya kadar (6 ay dâhil) %7,5’ten %10’a
1 yıla kadar (1 yıl dâhil) vadeli hesaplarda %5’ten %’7,5’e
1 yıl üzeri hesaplarda %2.5’ten %5’e yükseltildi. Bunun da 31 Ocak 2025’e kadar geçerli olacağı belirtildi.
Ve 1 Şubat 2025 tarihli Resmi Gazete’de yer alan 9487 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile TL mevduatlarına uygulanacak gelir vergisi stopaj oranları
6 aya kadar (6 ay dâhil) %10’dan %15’e
1 yıla kadar (1 yıl dâhil) vadeli hesaplarda %7,5’ten %’12’ye
1 yıl üzeri hesaplarda %5’ten %10’a yükseltildi.
Bunun da 30 Nisan 2025’e kadar geçerli olacağı belirtildi. Yani 30 Nisan’ı 1 Mayıs 2025’e bağlayacak gece yeni bir Cumhurbaşkanı Kararı ile yeni düzenlemeler getirilebilecek.
Ancak Şimşek’in 2013 yılında mevduat faizlerine uyguladığı kendince ideal stopaj oranlarına ulaştığını ve bu nedenle de TL mevduat faizlerine daha fazla artış yapmayacağını tahmin ediyorum.
Neden faizden stopaj alınıyor?
Ülkemizde sermayeden ve sermaye yoluyla elde edilen gelirler ile servet unsurları genel olarak emeğe dayalı gelirlere nazaran daha düşük oranda vergilendirilmektedir. Örneğin TL mevduat faiz gelirlerine uygulanan stopaj oranı daha fazla artmayacağını söyleyebilirim.
Ancak borsa kazançlarından vergi alınması gerektiğini hem Cevdet Yılmaz hem de Mehmet Şimşek defalarca söyledi ama nedendir bilinmez daha sonra ikisi de aynı anda borsadan vergi gündemimizde yok diyebildi. Bu aslında vergilerin politik yapısının bir tezahürüdür.
Şöyle ki Cumhurbaşkanı tarafından pek sevilmeyen ve dinen de günah olduğu defalarca dile getirilen faiz kavramına bu yönde bir legal kaftan da biçilerek yapılacak vergilemeye meşruiyet kazandırılmaktadır. Çünkü mevduat faizine parasını yatıran kitlenin büyük bir kısmı organize olamayan bir kitledir. Oysa borsa yatırımcısı bu yönde daha organize olabilmekte, yatırımcıları arasında yabancı sermaye sahibi de ziyadesiyle bulunmaktadır.
Şimşek ekseriyetle oynak olamayacak ve toplu hareket edemeyecek alanları vergilendirmeyi tercih ettiğini söylersek yanlış bir şey söylememiş oluruz.
Bu nedenle Şimşek ve Yılmaz, borsa kazançlarının vergileme hususunu her dile getirdiğinde borsanın buna düşüş yönünde tepki vermesi sonucu Şimşek ile Yılmaz‘ın aksi yönde beyanda bulunmaya başlamalarının nedeni de hep bu olmuştur. Sermayeni/paranın kaçma tehlikesi yani.
İlaveten Şimşek’in vergi tavanını genişletmeye çalışmasının bir sonucu da mevduat faizlerinin vergilendirilmesidir. Ancak bu kadar çok vergileme yerine kamu harcamalarını kısıp, bütçesi kadarıyla yetinip “geçinmeye” çalışması daha rasyonel olabilir ama bu yönde pek bir düşüncesi yok gibi görünüyor.
Ayrıca vadeye bağlı stopaj oranlarının yükseltilmesi mevduat sahiplerinin bu vadelerdeki harcanabilir gelirini düşürdüğünden zımni bir faiz indirimi gibi de yorumlanabilir.
2025 yılında uygulanmaya başlanacak olan yurt içi asgari kurumlar vergisi ile faiz gibi gelirlerin vergi oranlarını artırıp dolaysız vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payını -KDV, ÖTV gibi dolaylı vergilerin oranını düşürmeden ve de kapsamını daraltmadan- artırma düşüncesine zemin oluşturmaktadır.
Ezcümle Vergi Usul Kanunu m.9/2.fk. “Vergiyi doğuran olayın kanunlarla yasak edilmiş bulunması mükellefiyeti ve vergi sorumluluğunu kaldırmaz.” hükmü uyarınca bir eylemin kanunlarla yasak edilmiş olması onun üzerinden vergi alınmasına engel değildir. Dolayısıyla ister kanunlarla yasak edilmiş olsun ister haram sayılsın-alkol gibi- ondan vergi alınmasına engel değildir.
/././
Canan Karatay ve Amerika’da bir başka soruşturma: Geçmiş zaman olur mu?-Sami Gürkahraman-
Dr. Canan Karatay, “bilimsel olmayan yöntemler” kullanmakla itham ediliyor. Tıpkı Dr Mehmet Öz’ün kendi alanı dışındaki konulara değinmesi gibi... “Bilimsel makale” diye sunduğu şeyler, basit ve iyi kurgulanmamış çalışmalardı. Küçük adımlarla başlayan bu fenomenolojik büyümenin ayak seslerini duyduğu halde gerektiğinde tartışmalarda bilimsel veriler doğrultusunda taraf olmayan sağlık otoritelerinin sorumluluğu yok mudur?
Sağlık profesyonelleri, insanların sağlığını ilgilendiren konulara değinirken, bilimsel normları eğip bükerlerse yeni risklerin oluşmasına neden olabilirler. Bazen bu “aşırı profesyoneller”, Hipokrat yemininin frenine rağmen etik ilkeleri yok saydıklarını fark etmiyorlar veya bu ilkeleri önemsemiyorlar. Bu, ayrıca ve belki de yalnız başına mesleki inandırıcılığı kaybetmeye kadar giden güven problemini de tetikliyor.
İnsan, doğanın kendisine yönelen tehditlerine karşı aklını kullanırken; aynı zamanda kendi türüne karşı da akılla harekete geçen bir canlıdır. Bazı daha zekilerimiz veya fırsatı ele geçirenler, -maddi çıkarlar söz konusu olunca-, doğanın tehditlerini, “korunma” adı altında kendi türüne sattığı bilgilerle paraya dönüştürebilirler. Daha korunaklı evler yaptığını iddia edebilirler mesela… Veya yağmurda ıslanmayan elbise ürettiklerini… Bazen türü korumak için tür içindeki bir topluluğa zarar da verebilirler. Bir adada cüzzamlı insanlara çektirilen işkenceleri, diğer “insanları korumak” adı altında karantina uygulanmasına karar verenlerin seyir defterlerinde, görebiliriz. Ama her şey bu kadar travmatik olmayabilir ve bunun en tipik örneklerini 1930lar Amerika’sındaki sigara reklamlarında oynatılan çocuklara sigara içirilmesinde görebiliriz. Yine de daha naif olanına göz atabilirsek yanmış bir bölgemize diş macunu sürülmesi veya yoğurt sürülmesi sayılabilir değil mi?
“Sağlıklı olma” veya “sağlıklı kalma” konusunda gösterilen çabalar, sağlık profesyonelleri ve bazen de bireyler tarafından en uç noktalara götürülebilir. Bu sağlık profesyonellerinin hayran kitleleri her geçen gün artabilir ve onlarla müridiyal bir bağ oluşabilir. Öyle ki, bu medyatik uzmanlara bilimsel normlarla yapılan uyarılar, onların hayran kitleleri tarafından, sanki bir saldırı gibi algılanarak sert şekilde bertaraf edilmeye çalışılabilir. Bu sadece bireysel değil ve bazen, aynı zamanda toplumsal bir “alternatif tıpçı” fanatizmine neden olabilir. Annemizin bize sunduğu hastalık dönemindeki karışımlarla hastalıkları defetme yöntemlerinin, Barış Manço’nun “nane ve limon kabuğu” tariflerinin masumluğunu ters yüz ederek ve çeşitliliğini arttırarak, pazarlanmasının sınırsızlığını nasıl tarif edebiliriz?
Aşağıda bir hekim olarak en son kertede Canan Karatay hakkında yürütülen soruşturma ayrıntılarına girmeden, ama bu “dezenformatif tıp” zemininde kalarak önce yakın zamana gitmeyi ve bugünün durumunun o dönemden gelen ve benim hatırladığım bu ilk tohumlanma olmasa da dönemsel kavşaklara kuşbakışı ve biraz da alçak seviyeden değerlendirmeye çalışacağım.
Canan Karatay
Masalsı uzun zaman öncelerinden bahsetmeyeceğim… Facebook’un henüz Türkiye’de olmadığı, Twitter’in kurulmadığı, her geçen gün kendi ahlakını oluşturarak ısrarla dayatan ve adına sosyal medya denilen gerçekliğin etkisinden bahsedilmeyen, gazetelerin satılabildiği ve televizyon kanallarının kıyasıya reyting yarışında olduğu, AKP iktidarının “sağlıkta dönüşüm” dediği ve kitlelerce oldukça heyecan yaratan bu siyasasını en fazla propaganda malzemesi yaptığı ve iktidarın en sıklıkla kullandığı konuların başında gelen ve belki de gerçekten o zamana göre sağlık alanında bazı radikal adımların atıldığı, gerçekliğinin kimi bazı çevrelerce kabul edildiği ve bazı çevrelerce de sessizce izlendiği zamanlardı. Yani iki binli yıllardan bir kaçlarıydı işte.
Ünü neye göre, hangi anket sonuçlarından devşirildiği meçhul, en iyi olduğu konusunda tartışmaların gizlendiği, ama yine de “ünlü” denilince herkesin kulak kabarttığı doktorlar, televizyon kanallarında iş başındaydılar ve prezantasyondan sonra “en ilginç” ve “en tartışılır” ve “en sıradan” ve “en iyi şekilde” bir konuyu insanlara anlatımının etkinlik yarışmasına girmişlerdi. Yarış kendiliğinden başlamış ama birbirlerini tetikliyordu. Televizyon programları en iyi platformları sunuyordu. Bu programlarda serbest piyasanın nazik olmayan kuralları gereğince sağlık alanında rekabet gün geçtikçe kızışıyordu. Konular içinde şüphesiz ki en çok ilgiyi çekenler, -bugünün sosyal medya ağzıyla söylersek- “trend topic”lerinden birini Amerika’dan Türkiye’ye arz-ı endam eden ve haber program jeneriklerinde takdiminin “en ünlü” diye yapıldığı bir doktorumuz, 18 Ocak 2004 tarihli Hürriyet gazetesinde “uzun yaşamak istiyorsanız, aynı eşle yılda en az 200 kez seks yapın” diye demeç vermişti. Ve yetmemiş, bunu çeşitli televizyon programlarında tekrarlayarak göstermişti. Amerika’dan gelmek, kitleler nezdinde inandırıcılığı daha mı arttırıyordu? İngilizce aksanlı Türkçe ile yanıtlanıyordu sorular. Halbuki bugün olsa, o doktorumuzun kanalları teker teker dolaşmasına gerek kalmayacak, X’den bir mesaj sarkıtacak ve bütün medya onu konuşacaktı. Zor yıllarmış medyatik doktorlar için değil mi? Tıpkı hepimizin “ya cep telefonu yokken ne kadar zormuş hayat” demesi gibi, tasavvuru zormuş bu çeşit doktorlar için. Konuya dönersek; ayrıca bu 200 defa/yıl seks için gerekli yakıtın ne olduğunu da söylemişti… Daha ne denilebilir ki? Bilimum kuru yemişler... Diğer bazıları da tekrarlamışlardı bunu. Öyle ki fındığın satışını arttıran “aganigi, naganigi” reklamının kulağa imalı gelen bir tarafının halk nezdinde de karşılığı olduğu, satış rakamlarından anlaşılmışmış. O tarihlerde bir başka “ünlü doktor” da koroner baypas ameliyatı yaptığı hastalarına Ağrı dağına meydan okuması için taktik veriyor ve bunu medyada dile getiren sunumlar yapıyordu. Bir diğer ünlü doktor, kilo vermesi için insanları aç şekilde koşturarak, genç bir kızın trajik şekilde “ölümüne neden olmak” iddiasıyla soruşturulmaya başlanıyordu. Yüz yıl yaşamanın sırları ise bir başka doktor tarafından dile getiriliyordu. Herkes bir yerinden tutmuş olduğu bu pastada, en “ilginç” olma yarışını, bugünün “like”ı ile eşleştirmeye çalışıyormuş meğer. Ne büyük metamorfoz ki, öngörebilmişiz yani… Tabi o yıllarda televizyon ve gazete sayfalarında poz verilerek, kanallarda ana haber bültenlerinde haber konusu olunarak satış ve izlenme oranları arttırılmaya çalışılıyordu; -ki “like edin” ile aynı şeymiş.
Birçok meyve ve sebzelerin en bilinmedik yararları sürekli sıralanıyordu. Ancak bu kadar majör çeşitlilik içinde, ilkel insanlığımın bir parçası olan “refleks”im, benim ilgimi, “uzun yaşamak istiyorsanız, aynı eşle yılda en az 200 kez seks yapın” diyen doktor Mehmet Öz’e yöneltmişti. O da benim gibi bir kalp cerrahıydı ve Amerika’dan gelmiş olması nedeniyle, yılda 200 kere aynı partnerle seks yapmanın sırrının ne olduğu konusunu merak ediyordum. Ben, O’nun “ağzından çıkacaklara” odaklanmıştım. Süpermenin ofis halindeki yüzü ekranlardan eksik olmuyordu ve sempatik görünüyordu. Gelin görün ki, bunun enerji tedariği konusundaki sırrının kuruyemişe dayandırılan bir tarafının olduğu medyada yer bulunca, sonuç olarak benim için net bir reçetesinin olmadığını anladım ama halk benim gibi düşünmüyordu. Herkes mesajı almıştı; ben de almıştım. Ancak yine de pratiğe uymayan bir teori vardı ortada. Her şeye rağmen uzun yaşamın sırrına erişilmeli ve yılda 200 kere seksi aynı partner ile gerçekleştirebilen sadık bir uzun yaşayan olmalıydık. Ben de muhtemelen diğer bütün insanlar gibi hesaba kafayı taktığımdan, yılda “en az” 200 kere seks yapmanın matematiksel olarak mümkün olduğunu ama yaşlanan, fiziksel kapasitesi düşen, tartışan, kavga eden, sosyal ve ekonomik kaygıları olan bir insanın nasıl olup da, partnerlerden birinin her ay adet kanaması, grip veya ishal olunması, misafirlerin gelmesi, yas tutulması ve insana dair her bir enstantanenin işin içinde olduğu bir durumda -hadi ilk bir kaç yıl geçilince- yılda 200 kere aynı partner ile seks yapmanın imkansızlığı, sadece benim farkında olduğum bir şey miydi? Yani demek oluyor ki yaklaşık 43 saatte bir kez aynı partner ile seks yapılması hadisesi vardı… Bu arada Ağrı dağına tırmandırılmaya çalışılan kalp ameliyatlı hastalar konusu da oldukça ilgi çekiyordu. Yarış kızışıyordu ama sosyal medyasız… Konu dağılımı adil değildi ve ayrıca difüzyon kat sayısı daha düşük zamanlardı. Kilo verilmesi için tuhaf reçeteler de ayrı bir konuydu. Aç olarak insanları koşturmak vs. Bundan başka zayıflama konusu da, memleketimizde değil ama Dr Mehmet Öz 2014 yılında Amerikan Senatosu’da zayıflama ilaçları ile ilgili bir konuda ABD senatosunun alt biriminde ifade verdi; ilaç olmayan bir ürünü övdüğü için okumanızı öneririm (bakınız 01 Temmuz 2014, T24 ). Tartışma içeriği oldukça sert.
Emekleyerek başlayan ve maalesef günümüzde de devam eden bu rekabette bazı şeyler değişti. Sosyal medya sayesinde daha çok ses piyasaya çıktı. Sağlık konulu yayın yapan hesap sayısı artmakla birlikte, farklı bir şey söylemek adına en uç şeyleri söyleyerek etkileşim ve üye kasanlar, bilimsel normlara bağlı kalanların seslerini kısmakla kalmadılar onları bazen ilaç firmalarının “ajanlar”ı (!) olarak tanımladılar. Sarımsağa yenilseler iyiydi de o kadar çok gıda takviyeleri gündeme geldi ki tıp bilimine ve etiğine bağlı kalanların başı döndü.
Sosyal medya, bilimsel normlara bağlı şekilde kullanılması şüphesiz insanların bilgilendirilmesi için iyi bir araç. Bazı konularda tartışmak da önemli. Ancak, su diyeti, kaya tuzu yedirilmesi, tansiyon ilaçları yerine sarımsağın konması, aşıya karşı olup kelle paçadan medet umulması, kalp hastalarına içeriği belirsiz bazı gıda takviyelerinin önerilmesi, D vitamini (D vitamini diye bir şey yok bu arada) çılgınlığı ve daha birçokları sosyal medyada yer buldu. Reklamlar ve reklamlar… Bilimsel bir şey söyleyenler, bir kısım “supplement tüketen fanatiklerce” sosyal medyada susturuldular. Tabip odalarının kovid dönemindeki aşı çağrıları, sosyal medyada bu insanlar tarafından bastırıldı. Rekabet öyle kızıştı ki sonunda en radikal ve en uç şeyleri söyleyenler daha çok yukarıya çıktılar ve öne geçtiler.
Mehmet Öz
Şimdi o insanlardan biri, bu rekabette, en uç söylemlerin sahibi Dr. Canan Karatay, “bilimsel olmayan yöntemler” kullanmakla itham ediliyor. Bu mecra daha çok insanı soruşturur. Bir mağdur şikâyet eder ve soruşturulursunuz. Sorun inandırıcılıksa, Karatay da inandırıcıydı. En başlarda karbonhidratların insan sağlığına olan zararlarından bahsetmeye başlamıştı ve bu önemli bir söylemdi. Zamanla bu inandırıcılığı ve güveni çok farklı konularda dile getirerek öne geçti. Bazen kendi uzmanlık alanı dışına çıktı... Tıpkı Dr Mehmet Öz’ün kendi alanı dışındaki konulara değinmesi gibi... Meslektaşlarının uyarılarıyla dalga geçti. “Bilimsel makale” diye sunduğu şeyler, basit ve iyi kurgulanmamış çalışmalardı. Halk ona inanıyor. İnandırmak, söylediğinizin doğru olduğu manasına gelmiyor… Böyle bir fenomenin oluşmasında ve onun bu aralar sorgulanmasında durup düşünmemiz gereken yerler var. Geçmişten günümüze değin küçük adımlarla başlayan bu fenomenolojik büyümenin ayak seslerini duyduğu halde gerektiğinde tartışmalarda bilimsel veriler doğrultusunda taraf olmayan sağlık otoritelerinin sorumluluğu yok mudur? Biz hekimlerin sorumluluğu yok mudur? Kendi sağlığı konusunda duyarlılık kasan halkın, bilim dışı söylemlere karşı duran bilim insanlarına sosyal medya üzerinden ağza alınmayacak düzeyde hakaret eden bir kısım insanların sorumluluğu yok mudur? Onu medyada konuk eden ve meslektaşlarını aşağılayan söylemlerine cevap hakkı vermeyen veya hatırlatmayan medyanın sorumluluğu yok mudur?
Şimdi tekrar bir hatırlatma ile herkese 1 Temmuz 2014 tarihli Dr Mehmet Öz’ün Amerikan senatosundaki soru - cevap içeren özetlenmiş haberinin yeniden okumasını ve sonrada ülkemizde yaşanan bu soruşturmaya yeniden bakmasını öneriyorum.
Sami Gürkahraman, Dr - Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı
/././
T-24