soL "Köşebaşı + Gündem" -4 Şubat 2025-

HÜDA-PAR’ın saldırıları: Hegemonya mücadelesi sanatı engellemekle mi kazanılıyor?-Özkan Öztaş-

HÜDA-PAR, kültür-sanat etkinliklerini engellemek için kimi zaman doğrudan eylemler düzenliyor, kimi zaman da bağlı olduğu medya organları ve sokak röportajları üzerinden toplumu kışkırtarak sanatçıları ve etkinlikleri hedef alıyor.

ürkiye’de gericiliğin kültürel alandaki saldırıları hız kesmeden sürerken, Kürt illerinde bu saldırılar belirgin bir şekilde HÜDA-PAR eliyle örgütleniyor. 

Basın-yayın, dans, sinema, tiyatro, opera ve bale gibi sanat dalları, “İslami değerlere aykırı” olduğu gerekçesiyle hedef gösteriliyor. 

HÜDA-PAR, bu etkinlikleri engellemek için kimi zaman doğrudan eylemler düzenliyor, kimi zaman ise bağlı olduğu medya organları ve sokak röportajları üzerinden toplumsal baskıyı kışkırtarak sanatçıları ve etkinlikleri hedef alıyor.

AKP’nin yıllardır dile getirdiği “kültürel hegemonya” meselesi, Kürt illerinde HÜDA-PAR’ın sanatı hedef alan saldırılarıyla somut bir gerçeklik halini alıyor. 

Sanatsal üretime yönelik bu saldırılar, gerici kesimlerin kültürel hegemonyasını inşa etme çabasının bir uzantısı olarak değerlendiriliyor. Ancak bu hegemonyanın inşa süreci, herhangi bir alternatif sanat üretmekten çok, var olanı yok etmeye odaklanıyor.

Devlet Tiyatroları oyunu hedef alındı: ‘Ahlaksızlık’ suçlaması

HÜDA-PAR’ın hedef aldığı kültür-sanat etkinliklerinden biri Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenen Karımın Kocası oyunu oldu. Diyarbakır’da sahnelenecek oyuna yönelik sosyal medya hesaplarından açıklama yapan HÜDA-PAR, oyunun “ahlaki değerlere zarar verdiğini” iddia etti. HÜDA-PAR tarafından yapılan açıklamada şu ifadeler yer aldı:

“Karımın Kocası adlı ahlak dışı tiyatro oyunu, kasıtlı olarak toplumsal yapımızı ve değerlerimizi hedef almaktadır. Sahabe ve peygamberler şehri olan Diyarbakır’da, İslam’a ve örflerimize aykırı bu tür etkinlikleri düzenleyenler ve destekleyenler art niyet taşımaktadır.”

HÜDA-PAR’ın açıklamasının ardından oyunun adı "Evlilik Komedisi" olarak değiştirildi. Diyarbakır gösterimlerinin tamamlanmasının ardından turneye çıkan oyun, Elazığ’da da gerici grupların hedefi oldu. HÜDA-PAR ve Hizbullah’a yakın kesimler, tiyatronun “ahlaka aykırı” olduğunu ileri sürerek gösterimin durdurulmasını talep etti.

Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Tamer Karadağlı, oyunun hedef alınmasına ilişkin yaptığı açıklamada, “Eğer ismine takılacaklarsa Yedi Kocalı Hürmüz’e ne diyeceğiz?” ifadelerini kullansa da tiyatrocular için bu açıklama yeterli olmadı. soL’a konuşan bir Devlet Tiyatrosu oyuncusu, sahneye çıkarken kendilerini yalnız hissettiklerini ve açık bir provokasyon ile karşı karşıya olduklarını belirtmişti:

“Burada sahneye çıkıyoruz, sanatımızı icra ediyoruz. Birileri provoke etse de biz doğru olanı yapıyoruz. Ama ‘kurumumuz, devletimiz arkamızda’ demek isterdim. Ne yazık ki yapayalnız hissediyorum. Sokak ortasında yürürken başıma bir şey gelse kim ne diyecek? Bunca provakasyona sessiz kalınmamalı. Bu tür saçmalıklara karşı kurumsal açıklamalar yapılmalı. Bunun için de vakit kaybedilmemeli.”

Dans gösterileri hedefte: Swing Amed’e saldırı

Tiyatro oyunlarıyla sınırlı kalmayan gerici saldırılar, dans gösterilerine de yönelmiş durumda. Geçtiğimiz Haziran ayında Diyarbakır’da bir dans okulu tarafından düzenlenen caz pikniği, HÜDA-PAR tarafından provoke edilerek engellenmişti. Saldırılar sırasında sanatçılar yaralanmış, buluşma iptal edilmişti. Dahası, bu saldırılar dans gösterisini izlemeye gelen çocukların ve ailelerin önünde gerçekleşmişti.

Konuya dair haber yapan Güneydoğu Güncel Gazetesi haberleştirdiği saldırıyı bir "vatandaş tepkisi" olarak yorumladı. Haber metninde "Etkinlik sırasında ailelerin çocuklarıyla birlikte vakit geçirdiği yeşil alanda, topluluk üyeleri tarafından çıplak ve cinsel içerikli dans figürleri sergilenmeye başlandı" diyen gazete saldırıya sahip çıktı, gösteriyi yapan sanat okulu içinse "Eşcinsellik, LGBT gibi çeşitli ahlaksız çalışmalara ev sahipliğini sanat adı altında yapıldığı iddia edilen sanat okulu" ifadelerine yer verdi.
Konuya dair haber yapan Güneydoğu Güncel Gazetesi haberleştirdiği saldırıyı bir "vatandaş tepkisi" olarak yorumladı. Haber metninde "Etkinlik sırasında ailelerin çocuklarıyla birlikte vakit geçirdiği yeşil alanda, topluluk üyeleri tarafından çıplak ve cinsel içerikli dans figürleri sergilenmeye başlandı" diyen gazete saldırıya sahip çıktı, gösteriyi yapan sanat okulu içinse "Eşcinsellik, LGBT gibi çeşitli ahlaksız çalışmalara ev sahipliğini sanat adı altında yapıldığı iddia edilen sanat okulu" ifadelerine yer verdi. 

Swing Amed dans okulundan Ilgın Nazlı Barutçu, soL’a yaptığı açıklamada yaşanan saldırıları şu sözlerle değerlendirmişti:

“Gerici saldırılar her zaman aynı zeminden güç alır: Cehaletten. Cehalet, eğitimin, gelişimin, sanatsal üretimin, medeniyetin ve zihinsel özgürlüğün karşısında yer alır.

Bu saldırılar yaşam hakkına müdahaledir. Giyinme, oturma, kalkma, toplanma, gülme, mutlu olma ve kendini ifade etme biçimlerine nefretle yaklaşmak ve bunu engellemeye çalışmaktır.”

Sanatçılar ve kültür-sanat organizatörleri için en büyük sorunlardan biri de psikolojik baskı. Ilgın Nazlı Barutçu, kendilerini yalnız hissetmediklerini, ancak saldırılardan dolayı kaygılı olduklarını belirtmişti:

“Şehrin ve insanların bu saldırılar konusunda bir hafızası var, korkuyoruz da. Ama sadece bireylerin kısa vadedeki çalışmalarıyla değil, toplum olarak birleşerek gösterilecek çaba ile bunun üstesinden gelmek gerekiyor.”

Opera ve bale gösterilerine yönelik tehditler

Şırnak’ta düzenlenen 1. Anadolu Opera ve Bale Festivali kapsamında, Ankara Devlet Opera ve Balesi sanatçıları, Şırnak’ta ilk kez bir opera ve bale gösterisi sahneledi. Ancak bu gösteri öncesinde Hizbullah’a yakın olduğu bilinen haber kaynakları, “Şehrimizde opera ve bale istemiyoruz” içerikli haberler yayımladı. Gösteriye katılan bir sanatçı, soL’a yaptığı açıklamada, “Biz daha yola çıkmadan bu haber yapılmıştı. Arkadaşlarımız bize dikkatli olmamızı söyledi. Oraya gittiğimizde de benzer bir korku iklimiyle karşı karşıya kaldık” dedi. Sanatçı, Şırnak halkının gösteriye gösterdiği ilginin kendilerini umutlandırdığını belirtti.

HÜDA-PAR'a yakın haber kaynakları henüz sanatçılar şehre gelmeden provakasyon çalışmalarına başlarken halkın bu gösterimlere yoğun katılımı ve ilgisi ise bu tür hedefleri boşa düşürüyor.

Gericiliğin karanlık geçmişi: Kimse adını söylemek istemiyor

Bölgedeki kültürel faaliyetlere yönelik saldırılar yalnızca sanatçılarla sınırlı değil. Yayınevleri, kafe ve kitapçılar da hedef alınan yerler arasında. Diyarbakır Sur içinde faaliyet gösteren Hewş isimli kafeye, “kısa etek giyen kadınların buraya gelmesi kabul edilemez” bahanesiyle silahlı ve bombalı saldırı düzenlenmişti. Yine Ağustos ayında CHP Milletvekili Türkan Elçi’nin ailesine ait kafeye yönelik saldırı gerçekleşmiş, ancak saldırganlar kısa sürede serbest bırakılmıştı.

Bölgedeki sanatçılar, yazarlar ve akademisyenler, bu saldırılarla 1990’lı yılların karanlık atmosferinin yeniden yaratılmak istendiğini söylüyor. soL’a konuşan bir sanatçı, şunları dile getirdi:

“Hizbullah’ın bölgede sanatçılara, aydınlara, siyasilere yönelik suikastlar düzenlediği, ölüm evlerinde insanları katlettiği günleri biliyoruz. Şimdi sanatçılara yönelik bu saldırılar, gericiliğin bölgede kurmaya çalıştığı bir iklimle ilgili. Bunlar bir şey inşa etmekten yoksun oldukları için var olanı yıkmaya ve ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.”

Sanatçılar ve kurum temsilcileri yaşadıkları baskıyı dile getirse de çoğu isimlerini vermek istemiyor. Çünkü haber yayınlandıktan sonra kapılarının çalınabileceğini, hedef haline gelebileceklerini biliyorlar.

HÜDA-PAR’ın kültürel alana yönelik saldırılarının artarak devam ettiği bu süreçte, sanatçılar yalnız bırakılmak isteniyor. Ancak ne sanatçılar ne de kültür emekçileri geri adım atmaya niyetli. Kimi zaman sahnede, kimi zaman atölyelerde, kimi zaman ise sokaklarda sanatlarını icra etmeye devam ediyorlar.

Gericilik saldırmaya devam ederken, sanat ve özgürlük mücadelesi de sürüyor.

                                                      /././

Devlet hastanelerinde yeni tip özelleştirme: Kazanan hasta ya da sağlık emekçisi değil şirketler -Yekta Armanc Hatipoğlu-

Özelleştirmenin en yoğun yaşandığı sağlık alanında artık hastane birimleri de mercekte. Teknik cihazlar kiralanıyor. Görüntüleme, laboratuvar, sterilizasyon, temizlik, güvenlik ve hatta hemşirelik gibi sağlık hizmetleri taşeron şirketler üzerinden yürütülüyor.

Kamuda özelleştirme dalgasının en çok hissedildiği alanlardan biri sağlık. Özellikle AKP'li yıllarda artan müdahaleyle "sağlıkta reform" adı altında uygulanan IMF programı, özelleştirilen sağlık hizmetlerini çoğalttı.

Erdoğan'ın 2006'da söylediği “...ısrarla söylüyorum, nasıl dünyada her şeyin serbest piyasası varsa sağlıkta da serbest piyasa oluşmalıdır” sözleri artık Türkiye'nin sağlık sisteminin özeti.

Devlet hastanelerinde görüntüleme, laboratuvar, sterilizasyon, temizlik, güvenlik ve kimi örneklerde hemşirelik gibi sağlık hizmetleri taşeron şirketlere verilmeye başlandı. Gerekçe olarak "maliyetlerin düşürülmesi ve hizmet kalitesinin artırılması" gösterildi. 

2002 yılında çıkarılan Kamu İhale Kanunu, taşeron modelini sağlık sisteminin bir parçası haline getirdi. Bu yasayla hekim dışı sağlık personeli taşeron olarak çalıştırılmaya başlandı.

Çok sayıda birim özelleştirildi

Özelleştirme, hastaneye ve birimlere göre farklılık gösteriyor. Bazı hastanelerde hiç, bazı hastanelerde az sayıda bazılarındaysa çok sayıda birim özelleştirilmiş durumda.

Genel Sağlık-İş İstanbul Şube Temsilcisi Dr. Ali Haydar Temel ve İzmir Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi Dr. İnan Mutlu, devlet hastanelerinin birimlerinin nasıl özelleştirildiğini ve özelleştirmenin sonuçlarını soL’a anlattı. 

Temel, sağlıkta dönüşüm politikalarıyla birlikte özellikle AKP’li yıllarda sağlık sektörünün diğer tüm sektörlerdeki gibi kamusal bir hizmet olmak yerine sermaye sınıfına kâr aktarılabilen bir araca dönüştüğünü söyledi. 

Bu haliyle bakıldığında bu yıllardaki en önemli adımın sağlık teknolojileri alanında olduğunu ifade eden Temel şunları söyledi: 

“Temizlik hizmetleri, güvenlik, yemekhane, bilgi işlem, görüntü arşivleme ve iletişim sistemleri ve Hastane Bilgi Yönetim Sistemi (HBYS) gibi donanımsal başlıklar da dahil edildi. Bu yıllarda en çok tomografi ve MR cihazlarının ön planda olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar dönemi itibari ile yüksek maliyetli olan teknolojik aletlerdi, özel sektöre aldırıldı.”

Temel, özel sektöre sağlanan değişik finansal yöntemlerle bu teknik cihazların kiralandığını, yıllık tetkik sayısına göre firmaya çekim başına ödeme yapıldığını ve bu durumun cihazların aşırı kullanılmasının önünü açtığını söyledi. 

'Kâr getirisi ön planda olan bir düzen getirildi'

Ali Haydar Temel, özelleştirmelerin zamanında nasıl gerekçelendirildiğini, bugün nereye varıldığını ve hastanelerdeki durumu şu sözlerle açıkladı ve bir örnek verdi: 

“Bu dönüşümler yapıldığı dönemde temel gerekçeleri ‘maliyetleri düşürmek’, ‘hizmet kalitesini artırmak’, ‘kamu hastanelerinin yükünü azaltmak’ gibi iddialar barındırıyordu. Diğer tüm özelleştirme süreçlerinde olduğu gibi bunun da büyük bir yalan olduğu ortaya çıktı. Köprü yapımında kullanılan garanti kapsamları hastanelerde de uygulandı. Kâr getirisi ön planda olan bir düzen getirildi. 

Görüntüleme işleminin süresi kısaltıldı. Örneğin 15 dakikada yapılacak bir çekimin 5 dakikada yapılması… Bu da görüntü kalitesinin düşmesi anlamına gelir. Daha kısa sürede çekim yapabilmek için görüntünün kesit sayısını düşürmeniz gerekir. Bu da ortada düşük kalitede değerlendirilecek, hata yapmanın önünü açacak bir duruma sebebiyet verir.” 

Daha fazla kâr elde edebilmek için çalışan kişi sayısının azaltılacağını, daha fazla hasta çekimi gözetileceğini söyleyen Temel, “Bu hastaların hazırlanması yatırılması, kaldırılması, çekimlerinin yapılması, tüm bu süreler de çalışan personelin çok yoğun bir emekle çalışmasına neden olur. Ücretler konusuna gelecek olursak, kamu çalışanlarına göre daha az, asgari ücretin de biraz üzerinde ücretlere çalışırlar” diyerek çalışanların durumunu özetledi.

Resim
Genel Sağlık-İş İstanbul Şube Temsilcisi Dr. Ali Haydar Temel (soldan üçüncü)

'Personel her ihale döneminde satılıp satılmadığını merak ediyor'

Her ihale döneminde personelde “satılıp satılmadıklarıyla ilgili” endişe olduğunu ifade eden Temel, raporların önemli bir bölümünün uzaktan bir sistemle hastane personeli olmayan radyologlar tarafından okunduğunu söyledi.

Üç yılda bir yapılan ihalelerle belli bir puanlama raporunun doldurulmaya çalışıldığını aktaran Temel, çekim sayıları ve bu çekimlerin raporlanma miktarının faturalandırıldığını söyleyerek şu örneği verdi: 

“Örneğin bir hastanenin ihaleyle aldığı bu hizmetle toplam dört cihazla aylık ortalama 10 bin MR, 10 bin tomografi çekilebilir. Yeni Sağlık Uygulama Tebliği (SUT) fiyatlandırılması ile bu firmaya 5 milyona yakın aylık fatura kolaylıkla ödenebilir. Cihazın bakımı için harcanan tutarı, personel giderlerini düştüğümüzde, ince hesaplar yapmazsak firmaya 3 milyondan fazla kâr kalacağını söyleyebiliriz.” 

Yemekhane hizmetlerine de değinen Temel, bu hizmetin birçok yerde uzun yıllardır özel şirketlere ihaleye verildiğini hatırlattı.

‘Toplu ihalelere çıkılmaya başlandı’

Yakın zamanlarda toplu ihalelere çıkılmaya başlandığını söyleyen Temel, belli bir bölgedeki hastanelerin ihalesini tek şirketin aldığını söyledi, “Buralarda da bir tekelleşmenin olabileceğini söyleyebiliriz” dedi ve buranın da önemli bir oranda ucuz işgücüyle döndüğünü ifade etti.

Ustalık gerektiren işlerde de yer yer asgari ücretin yüzde 15 üstünde ödemeler yapıldığını söyleyen Temel, “İyi bir aşçı burada çalışmak yerine başka bir yeri tercih edebilir. Bu durumda aşçının kalitesinden vazgeçersiniz. Bu aldığınız tüm ürünler için geçerlidir. Bir sermeye yatırdıysanız onun üzerinden daha fazla kazanmak istersiniz ve bunun için ne gerekiyorsa yaparsınız. Her ihale döneminde çalışanlar için aynı güvencesizlik burada da söz konusu oluyor” diye konuştu. 

'Sağlık acilen devletleştirilmeli'

Taşeron modelinin kamuya göre daha düşük ücretlere güvencesiz çalışma, çalışanların özlük haklarının elinden alınması, kamusal sağlık hizmetinin olumsuz etkilenmesi, uzun ve düzensiz çalışma saatlerinin olması, taşeronlaşmaya bağlı olarak emek mücadelesinin bölünmesi gibi sağlık sistemini alt üst eden çok önemli sonuçları olduğunu söyleyen Temel, bu nedenle sağlık sektörünün acilen devletleştirilmesi ve taşeron çalışan emekçilerin ise kamu personeli olarak istihdam edilmesi gerektiğini söyledi.

'Personelin özlük hakları budandı, maaşları düşürüldü'

İzmir Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi Dr. İnan Mutlu, hastanelerde birimlerin özelleştirilmesi sürecinin 1980’lerden itibaren Türkiye’de uygulanan neoliberal politikaların bir sonucu olarak karşımıza çıktığını söyledi. 2000’li yıllarda hız kazanan özelleştirme sürecinin hastanelerin görüntüleme, laboratuvar, sterilizasyon, temizlik, güvenlik ve hatta hemşirelik gibi sağlık hizmetlerini taşeron şirketler üzerinden yürütmesine yol açtığını ifade eden Mutlu, “Gerekçe olarak genellikle maliyetlerin düşürülmesi ve hizmet kalitesinin artırılması gösterildi. Ancak uygulamanın sonuçları bu iddiaları doğrulamaktan uzak” dedi. 

Op. Dr. İnan Mutlu - Yorumları incele ve randevu al ...
                    İzmir Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi Dr. İnan Mutlu

Mutlu, devletin özelleştirilen birimleri işletmek yerine özel firmalara ihale açarak devrettiğini, ihaleyi kazanan şirketin hizmeti sağlarken ya kendi çalışanlarını getirdiğini ya da mevcut personeli taşeron sistemine dahil ettiğini, bunun da genellikle daha düşük maaşlar, güvencesiz çalışma koşulları ve sendikal hakların ortadan kalkması anlamına geldiğini söyledi. 

Özelleştirmelerle birlikte önceden kamu çalışanı olan birçok emekçinin iş güvencesini kaybettiğini söyleyen Mutlu, “Özlük hakları budandı, ücretleri düştü. Aynı işi yapan iki çalışan arasında statü farkı oluştu; bazıları kadrolu, bazıları taşeron oldu. İş yükü arttı, hizmet kalitesi ise düştü. Hastanelerde taşeron sisteminin yaygınlaşmasıyla birlikte emek sömürüsü arttı, sağlık çalışanlarının özlük hakları geriledi ve hastanelerin mali yükü özel şirketlerin kâr beklentisine bağlandı” diyerek özelleştirmelerin çalışanların hayatını nasıl etkilediğini anlattı. 

'Hastaların sağlık hizmetlerine erişimi zorlaştı'

Bu sistemin hastaların sağlık hizmetlerine erişimini de zorlaştırdığını belirten Mutlu, hastaların özelleştirmeden nasıl etkilendiğini şu sözlerle anlattı: 

“Örneğin, bir laboratuvar veya görüntüleme merkezi özelleştirildiğinde, kamu hastanesinin içinde bile olsa yurttaşlar bazı işlemler için ek ücret ödemek zorunda kalabiliyor. Aynı zamanda, taşeron firmaların maliyetleri kısmak için yaptığı personel eksiltmeleri nedeniyle randevu süreleri uzuyor, hizmet kalitesi düşüyor ve hasta memnuniyeti azalıyor.”

Kamu hastanelerinde sağlık hizmetlerinin taşeron şirketlere devredilmesinin uzun vadede ne hastalara ne de çalışanlara fayda sağladığını söyleyen Mutlu, asıl kazananların bu ihaleleri alıp devletin sağlık bütçesinden büyük paylar elde eden özel şirketler olduğunu vurguladı ve “Oysa sağlığın piyasalaştırılması yerine, kamusal ve eşitlikçi bir sağlık sisteminin güçlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum” diyerek sözlerini noktaladı. 

                                                      /././ 

Kısa metraj -Nevzat Evrim Önal-

Liberaller yalan söylüyor, toplumların sarsıcı gündemlere verdiği kitlesel tepkiler “sürü davranışı” değildir.

Önceki gün, aylık saç kestirme işi için berbere gittim. “Nasılsın Cüneyt, hayat nasıl gidiyor?” sorusuna “Nasıl olsun abi, kısa metrajlı, reklam kuşağı gibi” yanıtını alınca, seansın geri kalanını sohbet etmekten çok düşünerek geçirdim.

Ben bebekken televizyonumuz siyah beyazdı ve Türkiye’de sadece tek kanal TRT yayını vardı. Anlatıldığına göre o yaşta genel olarak televizyona değil ama “Rek-lam-lar!” cıngılıyla başlayan reklam kuşağına bayılırmışım; henüz hece ya da kelime oluşturamasam da cıvıldayarak cıngılı taklit eder, o sırada ağlıyorsam hemen susup dikkat kesilirmişim.

Ağlayan çocuğun eline “akıllı” telefon verildiğinde ağlamayı kesip kurcalamaya başlamasıyla aynı mekanizma bu. Kısa aralıklarla tekrarlanan ve ilgi çeken güçlü uyartılar dopamin salgısını tetikliyor, uyartı kaynağına olan yönelimi artırıyor, zamanla bağımlılık gelişiyor. Dolayısıyla sosyal medya bağımlılığı ile kokain ya da eroin bağımlılığı arasında beyin kimyası açısından pek az fark var.

Burada önemli bir nokta şu: Dopamin basitçe “mutluluk hormonu” değil. Yani salgılanması için uyartının illa olumlu olması gerekmiyor. Dopamin bireyde “motivasyonel önem” tetikliyor, yani “bireyin bilişsel süreç ve davranışlarını, algılanan belirli bir nesne, olaya veya sonuca yönelten ya da bunlardan uzaklaşmaya iten bir dikkat biçimi” yaratıyor. Dolayısıyla insanların, tehdit algılarını gerçek bir tehlike olmaksızın tetikleyen uyartılara, örneğin korku filmlerine ya da lunaparklardaki kamikaze ve benzeri aletlere müşteri olmasında da; bu uyartıların sadece adrenalin değil aynı zamanda dopamin salgılatması bir rol oynuyor.

Farkındaysanız, bütün bunların olabilmesi için bireyin eyleme geçmesi şart değil. Hatta uyartı kaynağına ulaşmak için ne kadar az çaba gerekiyorsa bağımlılığın oluşması o kadar kolay. Öte yandan, beyine dopamin salgılatan kimyasallardan farklı olarak uyartılar bilişsel süreçler ile “emiliyor”, dolayısıyla aynı uyartının tekrarlanması öğrenmeyle sonuçlandığı ve dolayısıyla aynı şiddette duygusal refleks tetiklemediği için benzer bir sonuç vermiyor. Birey üst üste on kere lunapark trenine bindiğinde ya da aynı korku filmini izlediğinde eşit miktarda dopamin salgılamıyor.

Sosyal medya bu açıdan kimyasal olmayan yollardan dopamin bağımlılığı yaratmak için en uygun tasarım. Uyartıların kaynağı olan cihaz yirmi dört saat yanınızda; her parmak hareketinizle bir sonraki kedi köpek şirinliği, lezzetli yemek tarifi, seksi kadın vücudu ya da komik dizi sahnesini izleyebiliyorsunuz. Yapay zekâ algoritması en fazla bir dakikada o an ilginizi çeken kategorileri saptıyor ve size bunu “besliyor.” Öte yandan, mekanizmanın “sosyal” ağ niteliği, dünyanın dört bir yanında, her biri bizzat bağımlı on milyonlarca insanı kullandığı uyuşturucudan satan torbacılara benzeyen “içerik üreticisine” dönüştürdüğü için; sürekli olarak her uyartı kategorisinde bireyin tüketebileceğinden daha fazla yeni uyartı üretiliyor.

Aynı bir yaşındaki çocuğu ekrana kilitleyen reklam kuşağı gibi. Biri diğerini takip eden, birbirlerine benzeseler de tıpa tıp aynı olmayan, kısa metrajlı, güçlü uyartılar: Reels, shorts, tiktok, zart, zurt…

Son bir sevimsiz bilgi verip, asıl konuya geleceğim. İki hafta önceki yazımızda fareler üzerinde yapılan ve antidepresan etkinliğini ölçen bir deneyden bahsetmiştik.1 Dopamin salgısını tetikleyen uyuşturucuların bağımlılık yaratma etkisini incelemek için fareler üzerinde yapılan başka bir deney var. İsmi “kendi kendine ilaç alımı deneyi.” Bu deneyde fare, basit bir hareketle (örneğin bir düğmeye basarak) kendi kendisine dopamin salgısı tetikleyen bir ilaç (örneğin kokain) uygulayabildiği bir düzeneğe yerleştiriliyor.

Bu deneylerde, bağımlılığın şiddetine göre farelerin su içmeyi dahi bırakıp sadece ilaç almaya odaklandığı ve öldüğü gözlemlenebiliyor.

***

Şimdi asıl meselemize gelebiliriz, zira berberim “kısa metraj” derken sosyal medyadan değil, siyasetten bahsediyordu.

Memleketin bir haftasına, hatta bir gününe kaç gündem doluşuyor farkında mısınız? Sadece son bir-iki haftanın gündemlerini saymaya kalksak, tam bir liste çıkartabilir miyiz? Bolu otel yangını, Ayşe Barım’ın tutuklanması, Ümit Özdağ’ın tutuklanması, teğmenlerin ihracı, gazetecilere gazetecilik yaptıkları için yargı operasyonu, Siirt belediyesine kayyum, İmamoğlu’nun Çağlayan’daki gövde gösterisi, Pınar Gültekin’i önce boğup sonra yakan şerefsize verilen müebbet hapis cezasının Yargıtay tarafından bozulması…

Kim bilir kaç tanesini atladım. Bunlar sadece yurt içindekiler. Eskiden Türkiye’nin bir haftalık gündemi Batı ülkelerinde bir yılda bile yaşanmıyor diye hayıflanılırdı. Şimdi durum orada da farklı değil. ABD’de Trump ve Musk her gün başka bir heyecana kapılıyor; bir gün Grönland’ı, ertesi gün Panama kanalını ilhak etmekten bahsediyor. Fransa’da bir hükümet var mı yok mu belli değil, Almanya’da yaklaşan seçimlerde seksen yıl sonra tekrar Nazi partisinin iktidara gelme ihtimali güçleniyor.

Bu saydıklarımın hiçbiri “suni gündem” değil. Halkı meşgul etmek için uydurulmuyor ya da büyütülmüyorlar. İçinde yaşadığımız düzen o kadar çok çelişkiye boğuldu, parçaları arasındaki gerilim o kadar yükseldi ki, yönetilemiyor. Daha doğrusu ancak böyle, sürekli bir mani krizi halinde yönetilebiliyor.

Birkaç ay önce Ali Atay, Fatih Altaylı’nın programında "Bu ülkenin seliyle, yangınıyla, tufanıyla ben niye mücadele ediyorum aabi?" diye ağzını eğe eğe konuştuğunda hak ettiği tepkiyi almadı, çünkü gerçekten boğulmuş durumdayız. Hiçbir toplumsal gündeme hak ettiği ilgiyi ve tepkiyi gösteremiyoruz, çünkü her gündem bir öncekine vermekte olduğumuz tepkiyi yarıda kesip paralize ediyor. Bir gündeme öfkelenirken, bir başkası öfkemizi üzüntüyle ketliyor, bir sonraki kısa süreliğine “oh” dememizi sağlıyor, ardından bir başkası tekrar damarımıza basıyor…

Her gündem kısa metrajlı, her tepki yarım kalıyor.

Bu durum süreklilik kazanıp yerleşik hale geldikçe, en sarsıcı gündem dahi sosyal medyadaki bir sonraki çarpıcı içeriğe, sıradaki hormon salgılatıcı uyartıya dönüşüyor.
Liberaller yalan söylüyor, toplumların sarsıcı gündemlere verdiği kitlesel tepkiler “sürü davranışı” değildir. İnsanların kitleler halinde Gezi Parkı eylemlerine, veya Cumhuriyet mitinglerine, veya Uğur Mumcu’nun cenazesine katılması, ortak sloganlar etrafında birleşmesi, güdüldüklerini ya da yönlendirildiklerini değil, aksine bireysel tepkilerini anlamlı ve bilinçli bir biçimde ortaklaştırdıklarını gösterir.

Toplumlar böyle tepkiler göstererek özneleşir.

Çarpıcı gündemlere anlamlı sonuçlara varan ortak tepkiler gösteremedikçe toplum olarak öznelliğimizi yitiriyor, kendi yalnızlığımıza izole olup pasif izleyicilere dönüşüyor ve asıl bu şekilde sürüleşiyoruz. Çünkü sürüyü sürü yapan şey onu oluşturan bireylerin koyunlar gibi birbirine benzemesi değil, yığının işlevli biçimde yönlendirilip yönetilebilmesidir. Toplum sürüleştikçe her bireyin kendisini kalabalık içinde yalnız ve yabancılaşmış hissetmesinin bir zararı yoktur. Aksine bu durum örgütlenmeyi daha da zorlaştırdığı için düzen açısından faydalıdır.

Samimiyetle şu soruya yanıt verelim: Bunca çarpıcı gündeme rağmen, bir toplum olarak yönlendirilip yönetilmemizde bir aksama var mı?

Hayır, yok. 

Ama olmalı.

***

Yaşananlara dair bireysel ve şiddetli olumsuz duygular hissetmemiz, “kanıksamadığımız” anlamına gelmez. Bir olayı kanıksamamak, tekrarlanmasını engelleyecek biçimde eyleme geçmeyi gerektirir. Bunun ötesinde, olan bitenler hakkında ne hissettiğimiz, üzgünüm ama, hiçbir şeyi değiştirmiyor. Çok üzülmemiz katledilen yurttaşlarımızı geri getirmiyor ya da başkalarının katledilmesini zorlaştırmıyor. 

Sorun burada. Eyleme geçemiyoruz, çünkü yalnızız ve hem tek başımıza hiçbir etki yaratamayacağımızı, hem de eylemli tepkimizin düşman tarafından kolaylıkla bastırılacağını düşünüyoruz. Konunun dönüp dolaşıp, kibarca söyleyeyim, hiç onurlu olmayan “Silivri soğuktur” lafzına bağlanmasının temelinde bu örgütsüzlük hali yatıyor.

Örgütlü bir halkın tepkisi cezaevlerine sığmaz. Bu yüzden AKP kendisine siyasi hasım olarak gördüğü kimi liberalleri Gezi eylemleri davasına yamayıp bir taşla iki kuş vuracağını, hem siyasi hasımlarını paketleyip hem de Gezi’yi itibarsızlaştırabileceğini zannediyor. Ama milyonlarca insanın katıldığı o onurlu isyanı sığdıracak bir cezaevi yok. Tek çareleri bütün ülkeyi bir cezaevine çevirmek, onlar da onu yapmaya çalışıyor.

Ne var ki, bu konuda mesafe kat ettiklerini yadsıyamayız. İçinde yaşadığımız düzen bölücü ideolojik karşıtlıklar, kontrolsüz siyasi çatışmalar ya da bazen onlarca, hatta yüzlerce yurttaşımızın canına mal olan felaketler yaratmadan varlığını sürdüremiyor. Dolayısıyla yapabileceği tek şey insanları yalnızlaştırarak örgütlü ve bilinçli tepkiler yükselmesini engellemek. Bunu yapabilmek için de kaçınılmaz olan gündem yoğunluğunu bir silaha dönüştürüyor, hiçbir rezilliği saklamaya çalışmıyor, bilakis her birini kısa metrajlı bir uyartıya dönüştürüp emekçi halkın algılarının üzerine boca ediyor. Böylelikle bizi, aklımızı dumura uğratıp ilkel dürtülerimize indirgeyerek, yani fareleştirerek yönetiyor.

Steinbeck Fareler ve İnsanlar’ı yazarken, insanların düzen tarafından hiçleştirilmesini, fare yerine konmasını bambaşka bir bağlamda anlatıyordu. Tarihten tarihe ve ülkeden ülkeye bağlam değişiyor, ama sonuç değişmiyor. İçinde yaşadığımız özel mülkiyet düzeninde sıradan emekçi insan, insandan sayılmıyor.

Ayna karşısında kaç kez “ben özgür bir bireyim” desek, ruh halimiz düzelmez. İnsanlığımızı geri kazanmak için hep birlikte ayaklanmak ve bu düzeni yıkmak zorundayız.

1https://haber.sol.org.tr/yazarlar/nevzat-evrim-onal/yalniz-farenin-kafesi-397548             

                                                                           /././         

Siirt Belediyesi’nde kayyımdan işçi kıyımı: Telefon mesajıyla işten atıldılar -Özkan Öztaş-

Kayyım atanan Siirt Belediyesi’nde 35 işçi işten çıkarıldı. “Bu bir kin hafızası” diyen sendika, tepki gösterdi.

ayyım atanan belediyelerin işçilere yönelik baskı ve zulmü her geçen gün artıyor. Batman’dan sonra Siirt’te de 40'a  yakın belediye işçisi, "deneme süreci" bahanesiyle işten çıkarıldı. İşçiler, telefonlarına gelen bir mesajla işsiz kaldıklarını öğrendi. 

Genel-İş Sendikası Siirt Şube Eş Başkanı Adnan Toprak, yaşananları soL’a anlattı, "Bu bir kin ve nefret politikasıdır. İşçiler, politik nedenlerle hedef alınıyor" dedi.

Telefon mesajıyla işten atıldılar

DEM Partili Siirt Belediyesi’nde çalışan 35 işçinin telefonuna kayyım atamasından sonra mesaj geldi. İşten çıkarıldıklarını öğrenen ve yaşları 22 ile 40 arasında değişen işçiler, bir anda kapı önüne konuldu. İşçiler arasında ev kredisi çekenler, evlilik planı yapanlar, çocuğunun okul masraflarını karşılamaya çalışanlar vardı.

Genel-İş Sendikası Siirt Şube Başkanı Adnan Toprak, işçilerin aslında kalıcı olarak çalıştırılmak üzere işe alındığını, ancak kayyım yönetiminin politik nedenlerle işten çıkardığını söyledi: “Şimdi sorsanız, hukuki gerekçe olarak performans ya da deneme süreci gibi bahanelere sığınıyorlar. Ama gerçekte bu işçiler, 2016’da da aynı şekilde işten atıldı. Minareyi çalan kılıfını hazırlıyor. İşçilerin performansıyla ilgili bir sorun yok. Bu, tamamen politik bir tasfiye.”
Belediye işçileri telefonlarına gelen bir mesajla işten atıldıklarını öğrendi.

2016’dan 2023’e: 'Kayyımın kin ve nefret hafızası'

Siirt Belediyesi’ne 2016 yılında atanan kayyım, o dönem de onlarca işçiyi işten çıkarmıştı. 2023 yerel seçimlerinde belediye başkanlığını kazanan Sofya Alağaş, 2016’da mağdur edilen bu işçileri yeniden işe aldı. Kayyım bu kez "deneme süreci"ni bahane ederek işçileri işten çıkardı.

Adnan Toprak, bu süreci “kin ve nefret hafızası” olarak yorumladı: “Belediye, bir tür inatla ve tepkiyle işçileri ısrarla işten atıyor. Üstelik buna gerekçe gösterebilecek hiçbir sebep yok. İşçilerin performansıyla ilgili bir sorun yok. Bu, tamamen politik bir bahane."

Sendikaya yönelik baskılar artıyor

Yaşananlar, sadece işçilerle sınırlı değil. Genel-İş Sendikası’nın Siirt’teki örgütlenmesine yönelik de baskılar artıyor. Adnan Toprak, sendikayı devre dışı bırakmak için çeşitli girişimler olduğunu anlattı: “Sendikamıza yönelik müdahaleler artacak. Bunun adımlarını şimdiden görüyoruz. Kayyım yönetimi, emekçilerin haklarını savunan her kurumu hedef alıyor.” 

Emekçilerin talebi: Adalet ve istihdam güvencesi

Belediyede 10-15 yıldır çalışan işçiler, her kayyım döneminde işten atılıyor, kayyım gidince yeniden işe alınıyor. Bu sarmal, işçilerin hayatını belirsizliğe mahkûm ediyor. Belediyeden atılan işçiler, adalet ve istihdam güvencesi ile bir an önce işlerine geri dönmek istiyor. 

Adnan Toprak, bu durumu şu sözlerle özetliyor: “İşçiler, artık telefonlarına gelecek bir mesajla işten atılma kaygısıyla çalışıyor. Bu, insan onuruna yakışmayan bir durum. Kayyım belediyeleri, emekçilerin hayatını belirlemek ve onların hayatıyla oynamak konusunda ısrarlı bir inadı takip ediyor.”

https://haber.sol.org.tr/haber/batmanda-kayyim-18-isciyi-daha-isten-cikardi-gerekce-bile-uydurmuyorlar-395789

                                                       ***

6 Şubat davaları: Birçok sanığa ‘iyi hal indirimi’ ve beraat!

Deprem davalarında müteahhitlere, 8 yıl ile 21 yıl 9 ay arasında değişen hapis cezaları verildi. Birçok davada sanıklara “iyi hal indirimi” uygulandı ve bazı sanıklar beraat etti. Sadece bir müteahhide “olası kast”tan ceza verildi.

11 kentte büyük yıkıma yol açan Kahramanmaraş merkezli 7,8 ve 7,5 büyüklüğündeki 6 Şubat depremlerinin üzerinden 2 yıl geçti. Depremlerde, 53 bin 725 kişi hayatını kaybetti, 107 bin 213 kişi yaralandı. Depremde yakınlarını kaybeden aileler, adalet arayışlarını sürdürüyor.

ANKA Haber Ajansı, aradan geçen 2 yıl içerisinde kararı açıklanan dava süreçlerini derledi.

Depremde yakınlarını kaybedenler, sanıkların “Olası kast” suçlamasıyla yargılanmasını talep ederken, şu ana kadar sadece Adana Alpargün Apartmanı’nın müteahhidi Hasan Alpargün’e “Olası kastla birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 62 kez müebbet ve 865 yıl hapis cezası verildi.

Diğer deprem davalarında müteahhitler, 8 yıl ile 21 yıl 9 ay arasında değişen hapis cezaları aldı. Birçok davada sanıklara “İyi hal indirimi” uygulandı ve bazı sanıklar da beraat etti. Gaziantep’te 51 kişinin öldüğü Furkan Apartmanı’nda kolonu kesmekten yargılanan mağaza sahibi 3 sanık, “Delil yetersizliği” gerekçesiyle beraat etti. Aileler karara, “Adaleti paralarıyla satın aldılar” diye isyan etti.

İşte karar çıkan o davalar:

134 kişinin ölümünde müteahhide 21 yıl 9 ay hapis cezası

Gaziantep’te altı bloklu Ayşe-Mehmet Polat Sitesi’nin dört bloğunun yıkılması sonucu 134 kişi yaşamını yitirdi. Gaziantep 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 17 Ocak 2025’te görülen karar duruşmasında, müteahhit ve fenni mümessili Mehmet Ertan Akay’a “Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne neden olma” suçundan 21 yıl 9 ay hapis cezası verildi. Aynı suçtan yargılanan mimari proje müellifi Altan Bayhan da 12 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme, iki sanığa da “İyi hal indirimi” uygulamadı.

105 kişinin ölümüne önce 21 yıl hapis cezası, sonra tahliye

Osmaniye’de Bilge Sitesi’nin yıkılması sonucu 105 kişi yaşamını yitirdi, 6 kişi de yaralandı. Osmaniye 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 8 Ocak 2025’te görülen karar duruşmasında binanın inşa edildiği dönemde İmar Müdürlüğünde görev yapan eski MHP’li Osmaniye Belediye Başkanı Kadir Kara, o dönem İmar Müdürlüğü’nde görevli Sevinç Ayşe Argun, fenni mesuller Ayhan Gedik ve Haluk Koç’a, “Bilinçli taksirle birden fazla insanın ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 21 yıl hapis cezası verildi. Osmaniye 2. Ağır Ceza Mahkemesi, 21 yıl hapis cezası alan Kadir Kara, Sevinç Ayşe Argun ve Haluk Koç’un tahliye edilmesine karar verdi. Kadir Kara’nın sosyal medya hesabında, tahliye kararını veren mahkeme başkanıyla fotoğrafı ortaya çıktı. Aynı davada, müteahhitler Mustafa İpek ve Faruk Pilge’ye ise “Basit taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 8 yıl hapis cezası verildi ve iki sanık adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Aileler kararı istinaf mahkemesine taşıdı.

100 kişinin ölümüne 17 yıl 6 ay hapis cezası

Diyarbakır’da Hisami Apartmanı’nın yıkılması sonucu 100 kişi yaşamını yitirdi, 32 kişi yaralandı. Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 24 Eylül 2024’te görülen karar duruşmasında, müteahhitler Mehmet Ali Korkut ve Mehmet Meşe ile arsa sahipleri Nurettin Özcan ve Ahmet Özcan, “Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümü ve yaralanmasına neden olma” suçundan 17 yıl 6’şar ay hapis cezasına çarptırıldı. Sanık Meşe’nin ise sağlık sorunları nedeniyle tahliyesine karar verildi.

96 kişinin ölümüne neden olan müteahhit Alpargün'e "olası kast" suçundan hapis cezası

Adana’da Hasan Alpargün Apartmanı’nın yıkılması sonucu 96 kişi hayatını kaybetti. Binanın müteahhidi ve teknik uygulama sorumlusu Hasan Alpargün, 6 Şubat 2023’te Kuzey Kıbrıs'a kaçtı ve yakalanarak Adana’ya getirildi. Alpargün, gözaltına alındığı sırada gazetecilerin “Yaptığınız binanın çökmesiyle 96 kişi öldü, ne diyeceksiniz” sorusuna, “Mukadderat” diye yanıt verdi. Alpargün, 13 Şubat 2023’te tutuklandı. Adana 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 27 Eylül 2024’te görülen karar duruşmasında sanık Hasan Alpargün hakkında, “Olası kastla birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 62 kez müebbet ve 865 yıl hapis cezasına hükmedildi. Bu, deprem davalarında şu ana kadar verilen en yüksek ceza oldu.

96 kişinin ölümüne 17 yıl 6 ay hapis cezası

Kahramanmaraş’ta Ebrar Sitesi Güvenç Apartmanı’nın yıkılması sonucu 96 kişi yaşamını yitirdi ve 3 kişi de yaralandı. Kahramanmaraş 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 12 Aralık 2024’te görülen karar duruşmasında müteahhit Ahmet Kara’ya, “Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 17 yıl 6 ay hapis cezası verildi.

89 kişinin ölümüne 17 yıl 6 ay hapis cezası

Diyarbakır’da dört bloklu Galeria Sitesi’nin bir bloğunun yıkılması sonucu 89 kişi hayatını kaybetti, 22 kişi yaralandı. Diyarbakır 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 22 Mart 2024’te görülen karar duruşmasında müteahhitler Sedat Eser, Mehmet Şirin Yiğit, Şeyhmus Yiğit ile fenni mesul inşaat mühendisi Tevfik Demir’e, “Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 17 yıl 6’şar ay hapis cezası verildi. Tutuklu bulunduğu Sincan Cezaevi’nde rahatsızlanarak Ankara Etlik Şehir Hastanesi’ne kaldırılan müteahhit Sedat Eser, 15 Ağustos 2024’te öldü.

72 kişinin ölümüne 18 yıl 5 ay hapis cezası

Adıyaman’da Grand İsias Otel’in yıkılması sonucu Kuzey Kıbrıslı öğrencilerin ve tur rehberlerinin de aralarında bulunduğu 72 kişi yaşamını yitirdi. Kuzey Kıbrıslı öğrencilerin aileleri, 17 Nisan 2024’te Ankara’ya gelerek dava sürecinden “Emsal karar” çıkması için Adalet Bakanı Yılmaz Tunç ile görüştü. Görüşme sonrası açıklamada bulunan aileler, “İsias, Türkiye’de emsal bir dava olacak. Bir emsal karar çıkacak ve çocuklarımızı kaybetmemizin bedelini katiller ödeyecek” dedi. Bu süreçte aileler, Kuzey Kıbrıs'ta İsias Otel davasındaki sanıkların “olası kasttan” ceza alması gerektiğini belirterek ”Adalete ışık tut” yürüyüşleri gerçekleştirdi.

Adıyaman 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 25 Aralık 2024’te görülen karar duruşmasında İsias Otel'de yakınlarını kaybedenler, “Olası kast cezasını verin ki başkalarının çocukları ölmesin” dedi. Mahkeme heyeti, otelin sahibi Ahmet Bozkurt’a “bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 18 yıl 5 ay 7 gün hapis cezası verdi. Heyet, aynı suçtan mimar Erdem Yıldız’a 18 yıl 5 ay 7 gün, Mehmet Fatih Bozkurt’a 17 yıl 4 ay 28 gün, fenni mesul Hasan Aslan’a 16 yıl 4 ay 20 gün, fenni mesul Halil Bağcı’ya 7 yıl 16 ay, inşaat mühendisi Mehmet Göncüoğlu’na ise 7 yıl 16 ay ceza verdi. Heyet sanıklara “iyi hal indirimi” de uyguladı. Öte yandan sanıklardan Bilge Açık, Efe Bozkurt, Seda Zeren, Şule Özbek ve Ulviye Bozkurt’un beraatine karar verildi. Duruşma çıkışı açıklama yapan Kuzey Kıbrıs Başbakanı Ünal Üstel, İsias Otel davasında verilen kararı istinafa taşıyacaklarını açıkladı.

69 kişinin ölümüne 14 yıl 5 ay hapis cezası

Kahramanmaraş’ta Güneşli Kocabaş Sitesi 7. bloğun yıkılması sonucu 69 kişi yaşamını yitirdi. Kahramanmaraş 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 11 Ekim 2024’te görülen karar duruşmasında binayı yapan şirketin ortaklarından Ökkeş Say, Ökkeş Kır, statik proje müellifi Ali Taş’a, “Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 14 yıl 5 ay 10 gün, şantiye şefleri Abdullah Üren ve Kerim Sönmez, statik proje ve uygulama denetçisi Abdulkadir Tatar, yapı denetim firması yetkilisi Mücahit Kar ve yapı denetim firmasında denetçilik yapan Tebernuş Özyurt’a ise “Taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 12 yıl 2 ay 20 gün hapis cezası verildi. Binayı yapan şirketin ortaklarından Ahmet Say ise beraat etti.

60 kişinin ölümüne 16 yıl 3 ay hapis cezası

Diyarbakır’da Yoldaş Apartmanı’nın yıkılması sonucu 60 kişi yaşamını yitirdi, 9 kişi de yaralandı. Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 26 Eylül 2024’te görülen karar duruşmasında Sadullah Yoldaş, “Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümü ve yaralanmasına neden olma” suçundan 16 yıl 3 ay hapis cezası aldı.

51 kişinin ölümüne 16 yıl 8 ay hapis cezası ve 3 sanığa beraat

Gaziantep’te 51 kişinin hayatını kaybettiği Furkan Apartmanı’nın yıkılmasıyla ilgili dava Nizip Ağır Ceza Mahkemesi’nde 19 Temmuz 2024’te karara bağlandı. Sanıklar, apartmanın altındaki mobilya mağazası sahipleri Faik Öğüt, Eyüp Öğüt, Nejdet Alpay “delil yetersizliği” nedeniyle beraat ederken, sanık fenni mesul Yılmaz Şahin Yurtyapan’a “Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 20 yıl hapis cezası verildi. Heyet, sanık Yurtyapan’a verilen cezada “indirim” uygulayarak 16 yıl 8 aya çevirdi.

Heyet, firari sanık müteahhitler Abdullah Devrim Sever ve Hasan Hüseyin Sever’in dosyasının ayrılmasına hükmetti. Furkan Apartmanı’nda yakınlarını kaybedenler karara, “Adaleti parayla satın aldılar”, “Canlarımızı kaç paraya satın aldınız?”, “Sizin yüzünüzden mezara gidemiyoruz” sözleriyle tepki gösterdi. Mağdur aileler, 3 sanığa verilen beraat kararını İstinaf Mahkemesi’ne taşıdı. 

49 kişinin ölümüne 12 yıl 2 ay hapis cezası

Kahramanmaraş’ta Melike Hanım Apartmanı’nın yıkılması sonucu 49 kişi yaşamını yitirdi. Kahramanmaraş 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 10 Ocak 2025’te görülen karar duruşmasında apartmanın statik proje müellifi ve fenni mesulü Sıtkı Okumuş’a, “Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne neden olma” suçundan 12 yıl 2 ay 20 gün hapis cezası verildi, arsa sahibi Adnan Bektaşoğlu ise beraat etti.

48 kişinin ölümüne 13 yıl 4 ay hapis cezası

Kahramanmaraş’ta 48 kişiye mezar olan Serdarbey Apartmanı’nın yıkılmasıyla ilgili davada da Kahramanmaraş 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 10 Ekim 2024’te karar çıktı. Müteahhit Ali Serdar Kazancı, “Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümü ve yaralanmasına neden olma” suçundan 13 yıl 4 ay hapis cezası aldı.

38 kişinin ölümüne 16 yıl 3 ay hapis cezası

Gaziantep’te Emek Apartmanı’nın yıkılması sonucu 38 kişi yaşamını yitirdi. İslahiye Ağır Ceza Mahkemesi’nde 5 Aralık 2024’te görülen karar duruşmasında dönemin AKP'li Nurdağı Belediye Başkanı da olan müteahhit Ökkeş Kavak’ın dahil olduğu 5 sanığa “Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 16 yıl 3 ay hapis cezası verildi. Diğer iki sanığa da aynı suçtan 7 yıl 6 ay hapis cezasına hükmedildi.

38 kişinin ölümüne 13 yıl 4 ay hapis cezası

Diyarbakır’da 38 kişinin öldüğü, 37 kişinin yaralandığı Dündar Apartmanı’nın yıkılmasına ilişkin dava Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Mahkeme, 20 Mayıs 2024’te görülen karar duruşmasında müteahhitler İlhami Dündar ve Sercan Erbey hakkında “Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 13 yıl 4’er ay hapis cezasına hükmetti. Sanık arsa sahibi Seydo Bozkaya’nın ise beraatine karar verildi.

34 kişinin ölümüne 18 yıl 1 ay hapis cezası

Şanlıurfa’da Osman Ağan Apartmanı’nın yıkılması sonucu 34 kişi hayatını kaybetti, 10 kişi de yaralandı. Şanlıurfa 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 22 Şubat 2024’te görülen karar duruşmasında müteahhit Müslüm Demir’e, “Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan verilen 21 yıl 9 ay hapis cezası “indirim” uygulanarak 18 yıl 1 ay 15 güne çevirildi.

19 kişinin ölümüne 10 yıl hapis cezası

Kahramanmaraş’ta 19 kişiye mezar olan Damla Apartmanı’nın yıkılmasına ilişkin Kahramanmaraş 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada ise 28 Haziran 2024’te karar çıktı. Fenni mesul Yusuf D.’nin “Taksirle birden fazla kişinin ölümüne neden olma” suçundan 8 yıl 10 ay 20 gün, statik proje müellifi Güngör Ç.’nin de aynı suçtan 10 yıl hapis cezası ile cezalandırılmalarına karar verildi.

14 kişinin ölümüne 9 yıl 5 ay hapis cezası

Kahramanmaraş’ta 14 kişinin hayatını kaybettiği Arıkan Otel’in yıkılması sonucu açılan davada, Kahramanmaraş 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nce 13 Aralık 2025’te karar verildi. Yapı sahibi Adnan Arıkan, “Taksirle ölüme ve yaralanmaya neden olma” suçundan 9 yıl 5 ay 10 gün hapis cezası aldı. Statik proje müellifi Osman Polat Yalçın’a da aynı suçtan 7 yıl 9 ay 10 gün hapis cezası verildi. Heyet, mimari proje müellifi Ahmet Şekkeli’nin ise cezai ehliyeti olmadığı gerekçesiyle beraatine karar verdi.                 ***

soL


                              

 


Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...