Yenidoğan Çetesi buzdağının görünen kısmı mı: SGK’ye rekor ilaç faturası -Mustafa Bildircin-
BirGün, bebeklerin tedavisinde kullanılan ve ‘yenidoğan çetesi’ davasına konu olan ‘surfaktan grubu’ ilaçların kullanım raporuna ulaştı. SGK’ye fatura edilen 290 milyon TL’lik ilaçların %61’inin özellerde yazıldığı belirlendi.
Çok sayıda bebeğin ölümüne neden olan ve SGK üzerinden haksız kazanç elde ettikleri belirlenen ‘‘Yenidoğan Çetesi’’ skandalının ardından gözler, hastanelerin bebek doğum ünitelerine çevrildi. SGK, Yenidoğan Çetesi skandalının tüm yönleriyle araştırılması amacıyla TBMM çatısı altında kurulan komisyonun üyelerine bir rapor sundu.
SGK, 2024 yılında hazırladığı raporda, erken doğan bebeklerin solunum yetmezliği tedavisinde kullanılan ‘surfaktan grubu’ ilaçların dikkat çeken düzeyde yüksek miktarda fatura edildiğini tespit etti. Raporda, 2023 yılında SGK’ye toplam 290 milyon 780 bin 759 TL değerinde 59 bin 197 adet surfaktan grubu ilaç fatura edildiği belirtildi.
ÖZEL AĞIRLIĞI
Erken doğum ile ilişkili ölüm ve hastalıkların ortadan kaldırılması amacıyla kullandırılan ilaçların fatura edildiği hastanelere yönelik tablo da dikkati çekti. Rapora göre, SGK’ye fatura edilen surfaktan grubu ilaçların yüzde 61’i özel ikinci basamak hastaneler tarafından yazıldı.
HASTA BAŞINA 6,5 ADET
Surfaktan grubu ilaçları faturalandıran hastanelerin listesi de raporda paylaşıldı. Türkiye ortalaması kişi başı 2,34 adet olan ilacın, Ağrı’daki bir hastanede 6,57 adede kadar çıktığı öğrenildi. Hastanenin, 165 kişi için toplam bin 84 kutu, ilaç kullandığı fark edildi. SGK’ye fatura edilen ilaçların adet yüksekliği, SGK’nin raporuna da “Dikkati çeken oranda yüksek” olarak nitelendirildi.
Ağrı’daki hastanenin yanı sıra Siirt’teki bir özel hastanenin de kişi başı 5,74 adet ilaç fatura ettiği belgelendi.
KULLANIMI ARAŞTIRILMALI
SGK’nin raporuna yönelik BirGün’e değerlendirmelerde bulunan CHP’li Turan Taşkın Özer, surfaktan grubuna ait ilaçların SGK’ye faturalandırılarak dışarıda satılmasının Yenidoğan Çetesi’nin yargılandığı davaya da konu olduğunun altını çizdi.
SGK’nin belgelerinin surfaktan grubuna ait başka bir ilacın gerektiği dozlardan daha fazla faturalandırıldığını ortaya koyduğunu vurgulayan ve Ağrı’daki özel hastaneye dikkati çeken Özer, “Bu hastane neden bu kadar ilaç faturalandırmış, bu ilaçlar gerçekten kullanılmış mı ya da başka şekillerde haksız kazanç yöntemleri için mi kullanılmış ortaya çıkartılmalı” değerlendirmesini yaptı.
ÇIKARLARI KORUNUYOR
Özer, sağlık sistemindeki usulsüzlüklerin önlenememesinin bir nedeninin de yaptırımların caydırıcı olmaması olduğunu ifade ederek sözlerini şöyle sürdürdü:
“Yenidoğan çetesi olarak adlandırılan yapının çalıştığı hastaneler de konu kamuoyuna yansıdığı zaman kapatılmıştı. Oysa zaten sistem bu tür usulsüzlüklerin ardından kamunun baskısını hissetmeden gereğini yapmalı. Çünkü devletin sorumluluğu her bir yurttaşın hakkı olan sağlık hizmetlerini sunmaktır, ticarileştirmek değil. Ancak özel hastaneleri olan sağlık bakanları, sorumlu oldukları kamu sağlığını korumak yerine özel hastanelerin çıkarlarını koruma amacı taşıyan yönetmeliklerle özel hastaneleri ihya ederken kamusal sağlık sisteminin çökmesine neden olmuşlardır.
Skandalın yalnızca yenidoğan yoğun bakım ile sınırlı olmadığını ve SGK’nin bu tür tespitlerine yönelik kurum olarak neden özel inceleme yapılmadığının ve Sağlık Bakanlığı ile koordinasyona neden geçilmediğinin geçildiyse neden bir işlem soruşturma yapılmadığının da tespiti yapılmalı.”
∗∗∗
SURFAKTAN GRUP İLAÇ NEDİR?
Özellikle erken doğan bebeklerin solunum yetmezliği tedavisinde kullanılan, akciğerlerin sönmesini yüzey gerilimini azaltarak önleyen ilaç grubu.
***
‘Nükleer güç’ Türkiye’ye yayıldı -Özer Gürbüz-
En sonunda istenen oldu. ‘Nükleer güç’ diye diye başımızın etini yiyenler, nükleer gücü Türkiye’nin dört bir yanına yaymayı başardı. Türkiye’ye nasıl ve nereden getirildiği bir türlü ‘tespit edilemeyen’ nükleer atıkların olduğu İzmir’in Gaziemir ilçesindeki eski kurşun fabrikası, ‘nükleer gücü’ tüm memlekete yayıyor.
Nasıl mı? Anlatalım. 2024 yılının Temmuz ayında yaklaşık 18 yıl önce varlığı ortaya çıkan bu atıkların oradan alınması amacıyla bir çalışma başlatıldı. Çevre Bakanlığı, TENMAK (Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu) ve NDK’nin (Nükleer Düzenleme Kurumu) dahil olduğu bu süreçte sahanın atıklardan temizlenmesi işi Ekovar adlı bir şirkete verildi. Ekovar kalabalık bir mahallenin ortasında yer alan bu alanda çalışmalara başladı.
Yukarıda saydığım üç kurumun uygun gördüğü ‘Çevresel Temizleme Planı’nda atıkların işlenmesiyle ilgili önemli bir kıstas belirlenmiş. Yapılan işi basitçe anlatmak gerekirse, atık bulaşmış alanlarda radyasyon seviyesine bakılıyor, radyasyon seviyesine göre çıkan atıklar ilgili bertaraf tesislerine gönderiliyor. Radyasyon ölçümü sonucu doz hızı saatte 80 nanosiverti geçerse atıklar radyoaktif atık kabul ediliyor, düşükse tehlikeli atık sınıfına alınıyor ve Türkiye’deki tehlikeli atık bertaraf tesislerine gönderiliyor. 79 olursa tehlikeli atık, 81 olursa radyoaktif atık.
Elbette burada birkaç temel sorun var. Radyasyon seviyesinin güvenliği, ölçümlerin denetimi ve Türkiye’de radyoaktif atıkların saklanması için uygun bir tesisin olmaması. Bertaraftan kasıt aslında atıkları doğadan ve insanlardan yalıtmak çünkü radyoaktif atıkları yok edebilecek bir teknoloji de dünyada yok. Firmanın yeterliliği ve işin özenle yapılıp yapılmadığı da sorgulanıyor. Süreci takip eden Avukat İpek Sarıca, radyasyon ölçümleriyle ilgili sorumluların imzalarıyla ilgili şüpheler olduğunu ve suç duyurusunda bulunacaklarını söylüyor. Her işyerinde gördüğümüz formalite imzalarla onaylanıyor olabilir mi bu kritik ölçümler?
Öncelikle bu sınır değer meselesinin dünya çapında tartışmalı bir kavram olduğunu belirtelim. Yıllar geçtikçe insanların maruz kalabileceği sınır değerler düşürülüyor. 1980’lerde normal bir birey yılda 5 milisivertten fazla radyasyona maruz kalmasın deniyordu, 1990’larda bu oran 1 milisiverte düşürüldü. Bilimin bir risk gördüğü ortada. Çernobil kazasından Sanayi ve Ticaret Bakanı olan Cahit Aral her ne kadar “biraz radyasyon iyidir” demiş olsa da radyasyonun hiçbir dozu güvenli değil ve tıbbi tedaviler gibi zorunlu haller dışında radyasyondan uzak durmalıyız.
Sahada çalışan işçilerin durumu ise endişe verici çünkü sahadaki radyasyona sadece bir saat değil günlerce maruz kalıyorlar. Özel elbiseler giymeleri, vardiyalarının düzenlenmesi gerekir ama öyle bir durum yok. Emrez Mahallesi’nde oturanlar ise 24 saat orada. Çalışmalar sırasında radyasyon yayılıyorsa risk altında olabilir. Sahadan gönderilen atıkların miktarı ve nereye gönderildiği de önemli. İstanbul Çekmece’deki nükleer araştırma merkezi, Kocaeli’ndeki İzeydaş, Bilecik’teki Vezirhan Çimento Fabrikası gibi birçok yere Gaziemir’den yola çıkan kamyonların gittiği biliniyor. İşleri yürüten Ekovar’a, Torbalı’da atık ara depolama izni de verilmişti. Gaziemir’den oraya nakledilen radyoaktif ya da tehlikeli atıklar da olabilir. Atık taşıyan kamyonların üzerlerine branda bile olmuyor. Atıklar götürüldükleri yerlerde yakılıyor mu, depolanıyor mu yoksa gömülüyor mu bilmiyoruz. Tespit edilen Europium 152’nin radyoaktivitesinin geçmesi için 135 yıllık (10 yarılanma süresi hesabıyla) bir süreye ihtiyaç olduğunu hatırlatalım.
Aslan Avcı Döküm Sanayi ve Ticaret’a ait Gaziemir’deki eski kurşun fabrikasında ne kadar radyoaktif atık olduğu da net değil. Radyoaktif atığın kurşun gibi başka metal atıklarla karıştığı, toprağa da bulaştığını biliyoruz. 250-300 bin ton radyoaktif cüruftan bahsediliyor. Miktar çok, tehlikeli atık alma yetkisi olan her tesis potansiyel alıcı konumunda. Nükleer elektrik santralını dilimize ‘nükleer güç santralı’ diye çevirip, buradan siyasi mesajlar vererek Türkiye’ye nükleer santrallar kurmak isteyen zihniyeti tebrik etmeli. Yukarıda özetlediğimiz gibi ‘nükleer gücü’ tüm Türkiye’ye yaymayı başardılar. Bedelini hepimiz ödeyeceğiz.
/././
Deprem bölgesinde eğitim sürüyor mu?-Feray Aytekin Aydoğan-
Depremin üzerinden iki yıl geçti. Dile kolay. İki yıldan sonra Antakya sokaklarında değişen tek şey depremin yıldönümü için hazırlanan birkaç yolun asfaltlanması ve şehrin tamamen bir şantiye alanına dönüşmesi. Depremin ilk günlerinden bugüne yürütülmeye çalışılan algı kampanyası sürüyor. Gerçek gazetecilikten uzak haber yapanlar, asfaltlanmış yolları sayfalarında, ekranlarında gösterecek ve “deprem bölgesi normalleşti” diyecek.
Sabah daha gün ışımadan okullarına ulaşmak için yürüyen, otostop çeken çocuklar sokaklarda.
Deprem bölgesinde eğitim geçen iki yıla rağmen gerçek anlamda başlamadı. Yeterli derslik, okul, öğretmen yok. İkili eğitim deprem bölgesinin rutini haline getirildi. Sınıflar kalabalık. Az sayıda okula ulaşım imkanı yok. İnternet, yeterli ders materyali yok. Okulların ortak alanları laboratuvarlar, kütüphaneler, konferans, spor salonları yok. Yoklar arasında yalnızca okuldan, eğitimden kopmamak için çabalayan çocuklar ve gelecek umutlarından vazgeçmesinler diye emek veren öğretmenleri, aileleri var.
Depremden sonra Hatay’daki iki derslikten biri kullanılmaz durumdaydı. 210 okul binası deprem sonrasında yıkılmıştı. 180 okul binası orta hasarlıydı. İki yılın sonunda yetkililerin 100 okulun yeniden yapıldığına ilişkin açıklaması aynı zamanda bir itiraftır. İki yıl geçti çocukların okullarının inşası hala tamamlanmadı.
Çok sayıda okulun güçlendirme ihalesi depremden bir buçuk yıl sonra okulların açılmasına sayılı günler kala 1 Ağustos 2024’te yapıldı. Okul yetersizliğine rağmen 6 okul binası hala resmi kurumlarca kullanılıyor. Hatay ilinin tek güzel sanatlar lisesi var o da bir konteyner alanında. İskenderun Limanı’ndaki gemide eğitime devam etmeyen çalışan liseli çocuklar var.
Mustafa Kemal Üniversitesi için de durum farklı değil. Öğrencilerin yarısından fazlası için( 6 bin 535) eğitim halen uzaktan yapılıyor.
11 bir ilde 4 milyonu aşkın öğrenci 200 bini aşkın öğretmen depremden etkilendi. Ülke genelinde beş öğrenciden biri (%21,4) yaklaşık beş öğretmenden biri (%19,1) deprem bölgesinde. Ailelerle birlikte bu denli büyük bir nüfusun eğitim sorunlarından etkilendiği durumda yaşanılan sorunlar görünmez kılınıyor.
Deprem bölgesinde okul terkleri artıyor. Öğrenci sayısı deprem öncesi ile karşılaştırıldığında Hatay’da 65 bin 248, Malatya’da 29 bin 383, Kahramanmaraş’ta 29 bin 91, Adıyaman’da 18 bin 452 azalmış durumda. Çocukların okula kayıt olması okula devam ettikleri anlamına gelmiyor. Deprem bölgesi özelinde devamsızlık verileri paylaşılmıyor. Okuldan kopuşu devamsızlık verileri ile birlikte değerlendirmek gerekirken hakikat bir kez daha görünmez hale getiriliyor.
Okul öncesinin ülke genelinde %9 arttığı açıklanırken Hatay’da okul öncesindeki çocuk sayısı yüzde 14,41; Kahramanmaraş’ta yüzde 12,81; Adıyaman’da yüzde 7,21; Malatya’da yüzde 6,84 azaldı. Okul öncesi için binaların yetersizliğine rağmen sadece Ekim 2024’te Diyanet Başkanı’nın katılımıyla 9 tane 4-6 yaş Kuran kursu açılışı yapıldı. Parasız, bilimsel eğitim için kaynak yok denilirken Kuran kursları veya özel okullara teşvik söz konusu olduğunda halkın kaynakları sınırsızca akıtılıyor.
Özel eğitim gereksinimi olan, engelli ya da depremden sonra engelli kalan okul çağındaki çocukların verilerine e-devletten ulaşmak mümkünken bu sayı açıklanmıyor. Gerçek veri olmadığında ise çocuklar yine görünmez hale getiriliyor.
Deprem sonrası çok sayıda çocuk uzuv, yeti kaybı yaşadı. Engelli olarak yaşamına devam ediyor. Yalnızca Çukurova Üniversitesi’nin verilerine göre deprem sonrası 500 ila 700 çocuğa acil ampütasyon yapılması gerekti. Kaybedilen uzvun fonksiyonlarını protez ve ortezler yerine getirebilirdi ve oldukça masraflıydı. Mayıs 2023’te yayımlanan kararla bu giderler kamu idaresince karşılanacaktı. Ancak çocuklar bu kararın uygulanmadığı durumlarla karşı karşıya bırakıldı.
Deprem bölgesindeki iller, TIMMS (4. ve 8. Sınıf Uluslararası Matematik ve Fen Eğilimleri Araştırması) uygulamasından çıkarılarak yaşanılan eşitsizliğin, sorunların üzeri kapatılmaya çalışılıyor. Deprem bölgesindeki çocuklar aynı koşullara sahipmiş gibi ülkedeki tüm çocuklarla ortak sınava tabi tutuluyor. Her okula en az bir psikolojik ve danışman öğretmen ataması zorunluyken “Geleceğin İnşası Eğitim 2002-2024” kitabında deprem bölgesindeki çocukların yüzde 10’una psikolojik destek ulaştırılması bir başarı olarak sunuluyor.
Okul yemeği başta yoksulluğu en ağır boyutuyla yaşayan deprem bölgesindeki çocuklar olmak üzere tümünün en temel hakkı iken okul öncesi eğitimde olanların da elinden alınıyor.
Çocuklar gibi öğretmenlerde yalnız bırakılmış. Depremi yaşayan; evlerini, sevdiklerini, yakınlarını kaybeden tüm öğretmenlere koşulsuz tayin hakkı verilmedi. Kalıcı ve güvenli barınma, psikolojik ve ekonomik sorunlarıyla baş başa bırakılan öğretmenler bu halde çocukların yaşamına dokunmaya çalışıyor.
Hatay Depremzede Derneği barınma, eğitim, sağlık başta olmak üzere tüm sorunları ve gerçekleri hazırladıkları raporla kamuoyu ile paylaştı.
Hakikat son derece açık iken deprem bölgesinde yaşamın normalleştiğini, eğitim-öğretimin devam ettiğini söylemek mümkün mü?
/././
Dubai çikolatasının ekonomisi -Zeynep Altıok Akatlı-
İşçinin, çiftçinin, köylünün, esnafın, memurun, emeklinin sofrasında yüzler gülmezken sosyal medya fenomenleri lüks içinde yaşamlarını paylaşarak kazanç yönetiyorlar. Yaşadığımız felaketler gündemini ancak birkaç gün diri tutabilirken sıra adalete gelince bütün yaygara toz olup uçuyor. Ne konuşan kalıyor, ne sorumlu aranıyor. Yargıya kepçeyle adam taşınıyor ama hukuk sadece kullanışlı adalet için çalışıyor. Hatta hukuksuzluğun hukuku keyfe keder işletiliyor.
Kullanışlı adaletin gündeminde fenomenler vardı bir ara. Günlerce, aylarca tutuklulukları, davaları izlendi medyada. En ünlüsü, en ağır yargılananı serbest kalışıyla birlikte viral hayatına görkemli dönüş yaptı. Havuzdan fotoğrafıyla duyurduğu Dubai’de tek Türk güzellik markası olmanın haklı gururundan evde mütevazi Türk kahvesi özlemine transferi de kısa sürdü. Gelirimiz yok diye ağlayan fenomen, milyonluk çantası kolunda sosyal medyada reklam yaparken ihlal ettiği kurallar nedeniyle kesilen ceza için mübarek günde takipçilerinden dua isteyerek mağduriyetini mecrasında kazanca dönüştürmeyi sürdürüyor.
Piyasalar sıkıştı, fiyatlar saat başı değişip yükselirken yandaş müteahhitlerin milyon dolarlık vergi borçları siliniyor ama sokak başında pazarcının, esnafın, şoförün, fukaranın ödeyemediği, aksatmak zorunda kaldığı motorlu taşıt vergisi gibi ödemelerine tolerans yok. Hafta sonu tüm ülkede on binlerce araç bağlandı. Konuştuğum trafik polisi özellikle Pazar günü mobil vergi dairesi ödemelerinin sisteme yansımaması nedeniyle 50 TL borç için bile sayısız araç bağlandığını aktardı. Yeddi Emin otoparkında manzara ve sohbet farklı değildi. Üç liranın beş liranın peşinde yoksulluk çekene müsamaha yok. Hatta sıcak para avının yarattığı ikincil mağduriyet otopark ve çekici parasının o evin belki bir haftalık mutfak masrafı olması kimin umurunda!
Hafta sonu ödemesini atladığım ve internette gözükmediği için farkında olmadığım bir küçük tutar nedeniyle parçası olduğum bu tatsız mağduriyet içinde benzincide kasa yanındaki çikolataya ilişti gözüm. Bildiğiniz kare ve dikdörtgen ambalajlı çikolatalardan biri ucuzlamış(!) kasa yanında satışta. Bir paketi 700 liraymış. Sebep; çünkü o Dubai çikolatası.
Bir süredir izlediğim bu çılgınlığa başka bir açıdan bakmamız gerektiği kanısındayım. Vatandaşına iyi değil makul düzeyde bile bir hayat veremeyen iktidarın lüks ve şatafatı teşviki akıl almıyor. Birikimiyle, kimliğiyle sağlayamadığı üstünlüğü; topluma yaklaşımı, vicdanı, hizmetiyle yakalayamadığı kabulü zenginlikle, güçle sağlamaya çalışan bir anlayışla karşı karşıyayız. Thorstein Veblen’in ortaya attığı “gösterişçi tüketim” (conspicuous consumption) kavramına göre bazı bireyler ve gruplar, toplum içindeki statülerini vurgulamak ve prestijlerini artırmak için pahalı ve nadir ürünleri tüketmeye yönelirler. Hesaplamışlar, sarayın günlük masrafı 3 bin 526 asgari ücretlinin, 4 bin 797 emeklinin maaşına denk geliyor. Öte yandan yandaşlığın baş kaldıracı olan din istismarı boş durmuyor. Din kardeşliği üzerinden ülke toprağı, kamu kaynağı, maden, otel, avm, banka Dubai’ye, Katar’a satılıyor.
Dubai zenginliği, ihtişamı, görgüsüzlüğü diye bir şey var. İktidarın ülkemizin kadim tarihinin en önemli eserlerini görünmezleştiren yüksek katlı ve abuk sabuk şekilli gökdelenlerle kentlere ihanetinin arkasında işte bu görgüsüzlük ve öykünme var. Dubai çikolatası önce viral sonra fenomen olmuş çok mu? İşte marka gösterişine erişemeyen de ne bileyim bir sefer olsun paraya kıyıp çikolatasıyla efendim tik tok’muş, reels’miş arzı endam etmesin mi? Dubaiden çikolata ithal etmek ve benzinci kasası yanına kadar yaygın erişim sağlamak büyük hizmet. Gelelim bu ‘lezzet tufanı’nın tanımına. Antep fıstığıyla Antakya künefesinin benzersiz karışımıymış. Yıllardır yerel markalarımızın yerel zenginliğimiz olan Antep fıstıklı çikolatalarına meydan okuyan şey popülizm, gösteriş ve zenginlik pazarlaması. Elinin altındaki lezzeti görmeyip Dubai özentisi lezzete önce ihtiyaç tarif edip sonra bu çikolatayı yiyebilene ayrıcalık tanımlayarak sınıf atlama vaadine kananların çılgınlığı ülkemiz pazarını da ele geçirmiş. Yerli markalar bile kısa sürede Dubai ismiyle kendi ürünlerini piyasaya sundu. Kendi fıstığını, tecrübesini, marka değerini hiçe sayarak teslim oldu. Çikolata zaten malzemesi nedeniyle görece lüks bir ürün. Tüketim çağında çikolatayı çeşitlendirmek kâr peşinde yaratıcı çeşitlilikle pazarlamak olağan. Tüketimi teşvik eden sermaye düzeninin oransız aç gözlülüğü, pahalı ürünü pahalı ambalaj kullanımıyla da israfa hizmet etmeyi ihmal etmiyor. Altın varaklar, kalın katlamalı kutular işin içine girdiğinde bambaşka bir piyasa oluşuyor. Bu ürünler için dünyanın öbür ucunda sömürülen yoksul halklar için farkındalıktan söz etmek de başka bir lüks oldu yaşadıklarımız düşünüldüğünde. Hayatın ironisi işte!
Dubai çikolatası da tam olarak Veblen’in tarif ettiği ihtiyacı karşılayan bir ürün olarak çıkıyor karşımıza. Bu çikolatalar, lüks kavramını maddi zenginlikle ilişkilendiren bireyler için bir güç ve prestij göstergesi olarak görülüyor. Yüksek enflasyon ve gelir eşitsizliği giderek derinleşirken, toplumun geniş bir kesimi alım gücünü kaybederken, derinleşen yoksulluk can acıtırken bazı bireylerin lüks tüketim ürünlerine yönelmesini yalnızca ekonomik koşullarla değil, aynı zamanda kültürel ve psikolojik etkenlerle de bağlantılı olarak ele almak gerek. Ancak buradaki en büyük tehlike, bu tür içeriklerin gerçek ekonomik koşullarla örtüşmeyen bir tüketim anlayışı dayatması. Asgari ücretle geçinmeye çalışan veya temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlanan kesimler için bu çikolatalar erişilemez bir lüksken, sosyal medyada birkaç fenomenle başlayan algının “bu çikolatalara sahip olmalısınız” mesajıyla pazarlamaya ve ticarete taşınması, toplumsal huzursuzluk ve sınıf farklarını daha da görünür hale getiriyor. Bu noktada lüks tüketim ideolojisinin popüler kültür aracılığıyla nasıl tetiklendiği sorusu karşımıza çıkıyor. “Sen de bu çikolataya sahip olmalısın!” mesajı, gelir düzeyi ne olursa olsun, bireyleri tüketime yönlendiren gizli bir baskı mekanizmasına dönüşüyor. Bunun ekonomik sıkıntılar içinde olan bireylerin iyi hissetme ihtiyacı, ekonomik durumları ne olursa olsun, prestijli görülen ürünlere yönelerek toplumda belirli bir statüye sahip olduğunu gösterme çabası gibi nedenleri olabilir. Ancak burada kritik nokta, bu tüketim alışkanlıklarının büyük bir ekonomik uçurum içinde gelişiyor olması. Bir yanda temel gıda maddelerine erişmekte zorlanan kesimler varken, diğer yanda lüks çikolataların sosyal medya aracılığıyla kitleselleştirilmesi, toplumsal adaletsizliği gözler önüne seriyor. Bırakın Dubai çikolatasını sıradan çikolatanın anlık mutluğuna bile kimse erişemiyor. Çocuğunu mutlu edemiyor. Bayramda eşine dostuna ikramlık çikolata alamıyor.
Bu lüks tüketim çılgınlığının yalnızca bireysel tercihlerle açıklanamayacağını da belirtmek gerekir. Tüketim kültürü, ekonomik krizin etkilerini göz ardı etmenin bir yolu olarak kullanılıyor. Lüks ürünlerin popülerleştirilmesi, ekonomik sıkıntılara rağmen bireylerin hala “iyi bir hayat yaşadığı” algısını yaratmayı amaçlıyor. Dubai çikolatası fenomeni, aynı zamanda lüks tüketimin, ekonomik eşitsizliğin, sosyal medya baskısının ve politik ekonomi stratejilerinin bir yansıması. Popülist yönetimler, hem iç siyasetteki kritik dönüşümleri hem de halkın duygularını yönetmek için çift yönlü bir strateji izler. Ekonomik kriz zamanlarında televizyon dizilerinde abartılı lüks yaşamların öne çıkarılması. Seçim öncesi sosyal yardımların artırılarak halkın ekonomik umudunun diri tutulması. Dış politikadaki kritik dönüşümlerin, ülkede infial yaratan yolsuzlukların, toplumun her kesiminde vicdani rahatsızlık yaratan ve itirazı yükselten olayların magazinsel veya tüketim odaklı olaylarla gölgelenmesi gibi. Bugünün popülist yönetimleri de halkın dikkatini ekonomik ve siyasi gerçeklerden uzaklaştırmak için fenomenleri yaratıyor.
Türkiye’de Siyasal İslam, başlangıçta mütevazı değerler, yerellik ve halkın inancıyla uyumlu bir sosyal düzen vaat ederken, zaman içinde göstermeci lüks ve popülist tüketim kültürüyle iç içe geçmiş bir modele dönüştü. Bugün gelinen noktada, dini referanslarla ülkeyi yönetenlerin öz değerleri terk edip, dinin araçsallaştırıldığı ve lüks tüketim üzerinden parlattığı bir düzene evrildiğini görüyoruz. Diyanet başkanının bindiği arabadan, beş yıldızlı otellerde düzenlenen dini etkinliklere, paha biçilmez saatler takan tarikat liderlerine uzanan bir çürümüşlük var karşımızda. Kendine yeten ülke olmak yerine ithal ürünlere bağımlı piyasalar yaratıldı. Dubai menşeli tatlıların, lüks Arap yaşam tarzının ve ithal markaların kutsanması inanç odaklı siyasetin ekonomik eşitsizliği meşrulaştırma aracı haline geldi. Lüks içinde yaşayan yöneticilerin, yoksul halka “sabır” tavsiyesi vermesi ve dini söylemlerle yoksulluğun normalleştirilmesi yanında Arap zenginlerine alabildiğine açılan kapılarla halkın erişemeyeceği şatafata açık davet çıkarılıyor. Siyasal İslam’ın halkın inancını temsil eden bir ideoloji olmaktan çıkıp, tüketimle parlatılan ve halkın erişemediği şatafatı kutsayan bir yapıya evrildiğini söyleyebiliriz. Din bu insanların elinde artık değer değil, bir PR malzemesi haline gelmiştir. Bunun en büyük örneklerinden biri Arap sermayesinin ve kültürünün Türkiye’de giderek daha fazla görünür olmasıdır. Bugün Arap sermayesi Türkiye’de birçok sektörü ele geçirmiş durumda, ancak bu ekonomik dönüşümün sonuçlarını tartışmak yerine, Dubai’den gelen bir çikolatanın peşinden koşturuluyor. Bugün Türkiye’de yaşanan şey, siyasal İslam’ın halka inanç özgürlüğü sosuyla vadettiği ve kendi tanımladığı öz değerlerine ihanet ederek, halkı tüketim kültürüyle yönlendiren bir gösteri düzenine dönüşmesidir.
/././
Deprem hafızamız: Yas ve dayanışma -Gözde Bedeloğlu-
Ege Denizi’ndeki volkanik Santorini Adası çevresinde son bir haftadır art arda depremler meydana geliyor. Uzmanların ‘deprem fırtınası’ olarak tanımladığı bu yeraltı hareketliliğinin aylarca devam edebileceği söyleniyor. Bugüne kadar kayda geçen düşük ve orta ölçekli deprem sayısı 700’ü aşmış durumda. Adanın Türkiye ve Yunanistan’ın orta noktasında yer alması nedeniyle bu sarsıntılardan ülkemizin Ege kıyıları da etkileniyor. İki ülkenin resmi kurumlarından yapılan açıklamaya göre şu an için bir hareketlilik görülmese de depremler yeni bir volkanik aktivitenin başlangıcını işaret ediyor olabilir. Anka Haber Ajansı’na konuşan yer bilimci Prof. Dr. Naci Görür, sarsıntıların daha ne kadar devam edeceğini bilmediğini, eğer büyük bir kırılma olursa -ki fayın yıkıcı deprem üretme potansiyeli biliniyor- Aydın’dan Muğla’ya olan kıyılarımızın bundan etkileneceğini, tsunami görülebileceğini ve belirli ölçüde çürük yapılarda yıkıma neden olacağını belirtti. Yerel ve merkezi yöneticileri bu konuda dikkatli ve durumu inceler halde olmaları gerektiği konusunda uyardı.
KOMŞUDA TEDBİR BİZDE YAS VAR
Peki komşumuz Yunanistan’da hükümet süreci nasıl yönetiyor, olası bir deprem ve yanardağ patlaması riskine karşı hangi tedbirleri alıyor? Öncelikle hükümet ve uzmanlar konuyu ciddiyetle ve işbirliği içinde değerlendiriyor. Yunanistan Başbakanı Kyriakos Miçotakis, bakanlar, genelkurmay başkanı ve bilim insanlarının katılımıyla acil bir toplantı düzenledi. Türkiye basınına da yansıyan haberlere göre Atina’dan Santorini ve çevre adalara takviye amaçlı arama kurtarma ekipleri ve insansız hava araçları gönderildi. Ada halkı kıyı şeridinden ve metruk binalardan uzak durması konusunda uyarıldı. Kapalı alanlarda topluca bulunmamaları tavsiye edildi. Yüksek ve geniş alanlara çadırlar ve sahra hastanesi kuruldu. Okullar tatil edildi. Adadan ayrılmak isteyenler için havayolu ve feribot şirketleri ek seferler koydu. Yunanistan onlarca yıl önce aynı fay hattında meydana gelen büyük deprem ve tsunamiyi unutmamış; hükümet de, bilim insanlarının bilgisine kulak vererek halkın can güvenliğini korumak adına çeşitli tedbirler alıyor. Ne mutlu komşumuza. Bütün korkularına rağmen, vergi ödedikleri devletin bu hazırlığı kendilerini güvende ve değerli hissettirmiştir diye düşünüyorum. Biz ise bugün, 50 binden fazla insanımızın öldüğü, ihmaller nedeniyle tek bir kamu görevlisinin istifa etmediği ya da ceza almadığı Kahramanmaraş depremlerinin ikinci yıl dönümünü idrak ediyoruz.
İZMİR’DE RİSK ARTIYOR, ARAŞTIRMA YAPILMIYOR
Prof. Dr. Naci Görür, deprem riskine karşı aldıkları tedbirlerden ötürü Yunanistan hükümetini tebrik etti. Eminin o da yöneticilere sesini duyurabilen, bilgisi ciddiye alınan Yunan meslektaşları adına mutludur. Hatırlayalım, Naci Hoca, 2020 yılında katıldığı bir televizyon programında Kahramanmaraş’a dikkat çekmiş ve bu bölgede en son yaşanan büyük depremin üzerinden 500 yıldan fazla zaman geçtiğini söylemişti. Hocanın altını çizdiği gibi bu anormal bir süreydi ve burada geçmişte 7,4 büyüklüğünde deprem meydana gelmişti. Her an yenisi gerçekleşebilirdi. Üç yıl sonra, 6 Şubat 2023’te, Maraş 7,8 ve 7,5 büyüklüğünde iki depremle sarsıldı. 11 ili etkileyen depremde 50 binden fazla insan öldü, 100 binden fazla insan yaralandı ve milyonlarca insan evsiz kaldı. Öncesinde AKP hükümeti, ‘konutlardaki imar ve iskan sorununun çözülmesi için’ haziran 2018 ve aralık 2019 arası süren ‘İmar Barışı’nı başlatmıştı. Bilim insanları, bu düzenlemeyle kaçak yapıların af kapsamına alınacağını ve bunun imara aykırı yapılaşmanın en önemli teşvik unsurlarından biri olduğu konusunda uyarmıştı. Düzenleme geri çekilmedi ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı verilerine göre ülke genelinde 7 milyon 450 bin bina ‘İmar Barışı’ndan yararlandı. Af kapsamına giren bina sayısına göre ikinci sıradaki il İzmir’di. İzmir, 30 Ekim 2020’de, Sisam Adası’nda gerçekleşen 6,8 şiddetindeki depremle sarsıldı ve 117 kişi hayatını kaybetti. Prof. Dr. Naci Görür önceki gün yeniden uyardı: “Ege’de olan her deprem İzmir’i etkiler. Tamamen fay ağının üzerinde. Bu kadar fay hattı başka bir şehirde yok, İzmir’de ciddi araştırmalar yapılmalı.”
MALUMUN İLANI: İSTANBUL DEPREME HAZIR DEĞİL
1 milyondan fazla bina ile ‘İmar Barışı’ndan en fazla yararlanan il İstanbul olmuştu. 17 Ağustos 1999’da resmi rakamlara göre 20 binden fazla insanın öldüğü 7,4 şiddetindeki Gölcük depreminden beri bilim insanları İstanbul merkezli yaşanacak büyük Marmara depremine dikkat çekiyor. Dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum 2018’de uygulanan ‘İmar Barışı’ ile binalar için yıkılma endişesinin son bulacağını söylemiş ancak deprem açısından yapılarda alınması gereken tedbirlerden kat maliklerinin sorumlu olduğunu belirtmişti. 2024 Temmuz ayından beri yeniden Çevre ve Şehircilik Bakanlığı koltuğuna oturan Murat Kurum, beklenen büyük Marmara depremine ilişkin konuştu ve İstanbul’un büyük bir depremi kaldıracak gücü olmadığını söyledi. Kurum, 600 bin binanın her an yıkılabilecek durumda olduğunu, 1,5 milyon ev ve iş yerinin de yüksek risk altında olduğunu belirtti. Kurum, bir önceki bakanlığı döneminde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘çılgın proje’ olarak tarif ettiği Kanal İstanbul için “Türkiye’yi dünyada lider ülke yapacak bir proje” demişti. Naci Görür Hoca, o zaman yine uyarısını yapmış ve projenin aktif fay hatları üzerinde olduğu için olası depremde ciddi bir yıkıma sebep olabileceğini belirtmişti. 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkan adayı olan Murat Kurum, seçim kampanyası boyunca Kanal İstanbul’dan bahsetmemeyi seçti. Kurum, 25 yıl boyunca İstanbul’u, 23 yıldır da Türkiye’yi kendi partisinin yönettiğini atlayarak, 6 Şubat depremlerinin yıl dönümünde ansızın İstanbul’un depreme hazır olmadığını ilan etti. 1999 Gölcük depreminin üzerinden 25 yıl geçti. Bu süre doğru değerlendirilseydi sadece İstanbul değil bütün Türkiye depreme hazır hale getirilebilirdi. Ama maalesef ne önleyici tedbir almakta ne de yaraları sarmakta iyiyiz. Halktan toplanan ‘deprem vergileri’ ile iktidar duble yol yapmayı tercih etti. Depremde yakınlarını kaybedenlerin başlattığı adalet mücadelesi sürüyor. Kamu görevlileri yargılanmıyor. Sorumlu tek kişi istifa etmedi. 2 yıl sonunda vaat edilen konutların sadece üçte biri teslim edilebildi. Kentlerde ulaşım, barınma ve alt yapı sorunu devam ediyor. Konteyner kentlerde yüz binlerce insan yaşıyor.
HATAY’DA YIKIMDAN UMUT ÇIKARANLAR
Devlet, depremden önce hazırlıklı değildi, depremden sonra da yetersiz kaldı. Ancak yaşadığımız büyük ‘yıkımdan umut çıkaranlar’ da vardı ki onları anmadan geçmek olmaz. Acıda ortaklaşarak kurulan dayanışma ağları, sadece depremzedelere değil, hepimize hayata devam etme gücü verdi. Bize, birbirimizin varlığını hatırlattı. Hamasi millet anlatıları yerine gerçek hikayelerin yazılmasını sağladı. Sosyolog Serkan Turgut, 30 Ekim 2020 günü yaşanan İzmir depreminde kardeşi Sercan Turgut’un beş saat boyunca enkaz altından çıkarılmasını beklemiş ve sonunda sağ salim kendisine ulaşabilmiş. Korkusuna rağmen, tam da bu sarsıcı deneyimi nedeniyle 6 Şubat’tan sonra yardım için Antakya’ya gitmiş. Felaketi yaşayanların direncine tanıklık etmiş, deprem sonrası bir parçası olduğu dayanışma sürecinin hafızasının kaydedilmesi gerektiğini düşünerek tanıklarıyla aylar süren bir araştırma gerçekleştirmiş. Çalışmasının odak noktasına, Hatay’ın Samandağ ilçesine bağlı Karaçay Mahallesi’nde, tamamen bölge halkı ve dışarıdan gelen gönüllülerin çabalarıyla gelişen ve ‘Kolektif Koordinasyon’ olarak adlandırılan gönüllü girişimini almış. 6 Şubat depremlerinin, kolektif hafızamıza yalnızca bir doğal afet olarak değil, devletin kriz yönetimindeki basiretsizliğinin ve buna tezat biçimde sıradan insanların dayanışma çabalarının bir simgesi olarak kazındığını söyleyen Serkan Turgut’un ‘Yıkımdan Umut Çıkarmak / Deprem, Hatay, Dayanışma’ başlıklı kitabından (İletişim Yayınları) aktaracağım bölümün de yaşadıklarımızın özeti olduğunu düşünüyorum. Serkan hocaya, en karanlık anda filizlenen umudu kayda alıp paylaştığı için teşekkür ederim. Serkan Turgut: “Depremlerle birlikte çöken modernleşmemizin simgesi olan beton yapılar aynı zamanda yüzleşmekten kaçındığımız sosyal ve kurumsal çöküşün de birer göstergesiydi. Görüşmecilerin tanıklıkları bırakın modern zamanları Ortaçağ savaş meydanlarında sevdiklerinin cesetlerini arayan ailelerin çaresizliğinden farksız.(…) Unutmamak gerekir ki deprem sonrası yaşanan yıkım sadece fiziksel bir eksikliğin değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal süreçlerin birer sonucu…”
/././
Anket ve siyaset -Berkant Gültekin-
CHP, cumhurbaşkanı adayını belirlemek için ön seçim sürecini başlattı. Nisan ayı gelmeden sürecin tamamlanması bekleniyor. Şimdi akıllarda, CHP’deki dengelerin ve genel olarak toplumsal muhalefetin bundan nasıl etkilenebileceği soruları var.
Artık herkesin malumu olduğu üzere, CHP’de cumhurbaşkanı adayı olmak isteyen iki kişi bulunuyor. Bu isimler aynı zamanda, ülkenin en büyük iki kenti İstanbul ile Ankara’yı 25 yıl sonra CHP’ye kazandıran ve halihazırda yöneten isimler: Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş.
Parti içinde yapılacak bir ön seçimde İmamoğlu’nun daha avantajlı olduğuna şüphe yok. İmamoğlu, CHP’de Yavaş’tan daha fazla karşılığa sahip. CHP’de Yavaş’ın adaylığına destek verecek kesimler de var ancak İmamoğlu’nun parti teşkilatlarındaki ve tabanındaki yeri başka bir seviyede.
Bununla birlikte, en geniş iktidar karşıtı tabanın eğilimleri açısından bakıldığında daha dengeli bir durumun söz konusu olduğu da aşikâr. Burada, bilhassa sağ tabanın Yavaş’a desteği öne çıkıyor. Ancak aynı şekilde İmamoğlu’nun da sağdan teveccüh gördüğü biliniyor.
Zaten böyle olmasaydı, İmamoğlu, “Türkiye’nin aynası” olarak kabul edilen İstanbul’da en yakın rakibine 12 puan fark atarak yüzde 51’le seçimi kazanamazdı. Daha da ötesi, eğer böyle bir potansiyeli bulunmasaydı, siyasi yasak tehdidiyle karşı karşıya kalmazdı. Ki dün bu yazının yazıldığı saatlerde İmamoğlu hakkında siyasi yasak talep eden bir iddianame daha hazırlandı.
Şimdi en önemlisi, aday kim olursa olsun, muhalefet içindeki unsurları karşı karşıya getirmeyecek kapsayıcı bir akıl ve ajandayla yola devam edebilmektir. Zira iktidar kanadı sistematik şekilde muhalefetin içini kaşıma çalışmalarına başladı.
AKP’ye yakın kalemler, CHP’nin ön seçim hamlesi sonrası Yavaş’ı kışkırtma gayretinde. Çünkü Saray’ın gelecek seçimler için öncelikli stratejisi, İmamoğlu ve Yavaş’ın isimleri üzerinden geniş muhalefet blokunu parçalayarak, muhalif taban içinde rejime direnme tavrını ikincil, fraksiyonel farklılıkları birincil faktöre dönüştürmek.
Muhalif kitleleri “anti-Tayyip’çi” olmaktan önce, “anti-Ekrem’ci”, “anti-Mansur’cu” hale getirip düşmanlaştırmak, Erdoğan’ın iktidarını sürdürebilmesi için tek seçenek. Dolayısıyla muhalefetin hiçbir adayının, diğerinin rızası ve desteği olmadan kendi zirve seçmen desteğine erişebilmesinin imkânı yok. Herkes bu gerçeği görerek, dikkatli ve titiz davranmalı.
Süreç nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, adayın kim olduğu, işin sadece bir yönü. CHP içinde yapılacak ön seçim ya da bakılacak anketler de eni sonu Erdoğan’ın karşısına çıkacak kişiyi belirleyecek. Ancak muhalefetin yapması gereken her şey bununla bitmiyor. Masaya yatırılması gereken anketlerden çok, siyaset olmalı.
İktidarı değiştirecek güç, yalnızca AKP karşıtlığına yaslanan ve bunun dışında hiçbir şey üretemeyen bir anlayış olamaz. Anketleri gereğinden fazla önemseyen ve kamuoyu yoklamalarında çıkan sonuçların ötesinde mevcut düzeni alt etme konusunda bir değişim programı geliştiremeyen perspektifle hareket etmek, Erdoğan’a bir seçimi daha altın tepside sunmak demek.
Mesele asla sadece bir “aday meselesi” olarak basitleştirilmemeli. Ortaya, düzene teslim olmayan milyonları değişim fikrine inandıracak, hatta bizzat onun iştirakçisi haline getirecek bir siyasi hikâye ve program koymadan kazanılabilecek hiçbir zafer yok. “Tek adam yönetimi”, “tek adam muhalefeti” ile değil, halkın demokratik ve birleşik mücadelesiyle gönderilebilir. Bu da en az muhalefetin bütünlüğünü korumak kadar önemli ve o bütünlüğü korumak da büyük oranda bu mücadele hattının örülebilmesine bağlı.
BİTMEYEN GÜN: 6 ŞUBAT 2023
6 Şubat gününün 2023’ten önce Türkiye tarihinde önemli bir yeri yoktu. Ancak 2 yıl önce bu tarih, çok büyük bir acıyla özdeşleşti. Maraş merkezli depremlerin meydana geldiği o kara günde, merkezi ve yerel yönetimlerdeki idarecilerden işin ticaret tarafında yer alanlara, sorumluların ihmali ve açgözlülüğü nedeniyle resmi açıklamalara göre 53 bin 537 yurttaşımız hayatını kaybetti. Aradan geçen 2 yıllık süreye rağmen depremin yarattığı yıkım, halen ortadan kaldırılabilmiş değil. İktidar, buradan nasıl politik fayda sağlayabileceğini düşünüyor ve gösterişten ötesini önemsemiyor. Deprem bölgesinin mevcut halinin, 6 Şubat 2023’ten çok farklı olduğu sanılmasın. Zaman her yarayı kendiliğinden iyileştirmiyor. Yine elimizdeki en büyük güç, toplumsal dayanışma. Dayanışma, daimi kılındığı, hayatın olağan bir parçası haline getirildiği zaman anlamlıdır. Felaketin ikinci yılında da ilk günlerde gösterilen dayanışmayı devam ettirmek gerektiği unutulmamalı. Çünkü bu enkaz anca omuz omuza verilerek kaldırılır.
SUAT TOKTAŞ GAZETECİDİR, YERİ CEZAEVİ DEĞİLDİR
Halk TV Genel Yayın Yönetmeni Suat Toktaş, 8 gündür cezaevinde. Gerekçe gösterilen gazetecilik faaliyetinden dolayı meslektaşımızın değil 8 gün, 8 dakika bile demir parmaklıkların ardında kalması zulümdür, büyük bir adaletsizliktir. Bu öyle bir haksızlık ki iktidara yakın medya unsurları bile tutuklamaya ikna olmadı. Gazetecilik, demokrasinin akciğeridir. Her ne olursa olsun memleketin onurlu habercileri, birileri rahatsız olsa da gerçeklerin peşinden gitmeye devam edecek. Suat Toktaş bunu bir kez daha kanıtladı.
/././
Adaylıkta 6’lı Masa gölgesi -Nurcan Bilge Gökdemir-
Başkanlık seçiminin kaybedilmesinde “Altılı Masa” sürecinde yaşanan olumsuzluklar, ortaya çıkan sıkıntıları giderecek zaman ve enerjinin bulunamaması CHP’nin yeni seçim öncesi tutumunu belirlemede etkili oluyor.
CHP’de gündem Cumhurbaşkanı adayının kim olacağı, bunun zamanlamasının doğru olup olmadığı, adaylık sürecinin CHP’de iç tartışmalara yol açıp açmayacağı, bu sürecin sonunda aday adayı olarak ismi öne çıkan Mansur Yavaş’ın CHP’ye küsüp küsmeyeceği ve hatta CHP’ye seçimi kaybettirecek bir pozisyonu tercih edip etmeyeceği… Bu soruları çoğaltmak tüm bunlara olumlu ve olumsuz karşılıklar vermek mümkün.
Son yerel seçimlerde elde ettiği yüzde 38 oyla AKP’ye iktidarı kaybetme korkusunu yaşatan CHP’nin halktan aldığı “İktidar değişikliği” görevinin hakkını yeterince veremediği görüşü çoğunluğun üzerinde uzlaştığı bir değerlendirme. Normalleşme/yumuşama süreci, Recep Tayyip Erdoğan’ı TBMM Genel Kurulu’na girişinde ayakta karşılamaları, CHP’ye iktidarı değiştirmesi için görev veren milyonların isteklerini önceleyen bir politikayı ülke gündemine hakim kılmayı becerememeleri, Erdoğan’ın sınırlarını ve kurallarını belirlediği bir siyaset çerçevesine hapsoldukları da genel kabul görüyor. Oy kaybetseler de zaman zaman geriye düşseler de kamuoyu araştırmalarında çoğunlukla birinci parti konumlarını korumalarının siyasetteki becerikli tutumlarından çok, halkın iktidardan kurtulma kararlılığından kaynaklandığı da biliniyor.
2028’E GÜCÜ YETMEZ
Yerel seçimlerden sonra geçen ve CHP’nin iktidara gelmeye aday bir parti görünümünden uzak göründüğü dokuz ayın sonunda şimdi 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde ortaya konulan iradeye uygun bir tutum benimsemeye çalışıyor CHP: İktidarı yerel seçime zorlamak ve bu söylemle de oylarını konsolide etmek ve artırmak. Resmi tarihi 2028 olan bir sonraki seçimin zamanından önce olacağı konusunda geniş bir kabul var. Bu, hem Türkiye siyasetinin geleneksel rotası hem Erdoğan’ın yeniden aday olma arzusunu başka türlü karşılama olanağı olmadığından hem de iktidarın yarattığı kriz dolayısıyla nefesinin 2028’e kadar yetemeyeceğinin şimdiden görülmesinden kaynaklanıyor.
CHP, son seçimde de ortaya çıkan iradeye uygun davranmak, siyasetin dümenine geçebilmek için erken seçimi zorlama arayışına hız verme kararı aldı. Bu konuda yapılan çağrılardan, mitinglerden istediği geri dönüşü alamayan CHP, daha ciddi görünmek için yeni bir strateji belirlemeye karar verdi, “Adayımızı belirleyelim ve herkes kararlılığımızı görsün…”
CHP üyelerinin katıldığı ve Ekrem İmamoğlu’nun oylandığı bir önseçimin sonucu konusunda kimsenin farklı bir görüş dillendirdiği yok. Herkes Mansur Yavaş’la da Özgür Özel’le de yarışsa İmamoğlu’nun adaylık yarışında ipi göğüsleyeceğine kesin gözüyle bakıyor.
Bu süreci hızlandıran en önemli nedenlerden biri de iktidarın İmamoğlu’nu siyaset yasağıyla yarış dışı bırakacak bir kararın alınmasını sağlaması ya da sürpriz bir erken seçim durumunda parti örgütünün enerjisinin adaylık tartışmaları ile zayıflatılması…
Bu görüşü destekleyenler CHP’nin seçimi kazanmaya en yakın olmasına karşın Erdoğan’a bir kez daha yenildiği son genel seçim sürecinde yaşananları hatırlatıyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylık konusunu Altılı Masa gündemine getirmekte gecikmesi üzerine dönemin CHP Grup Başkanvekili Engin Altay’ın yaptığı uyarı akıllara geliyor: “89’uncu dakikada kaleye giren golden sonra maçı kazanamayız…”
Tarihi bilinemeyen erken seçim sürecinin arifesinde aday belirleme sürecinde yaşanması olası tartışmaları bertaraf edebilmek için gerekli zamanın şimdiden aday belirlenerek kazanılabileceği görüşünde CHP…
Bunda bir başka güçlü aday olarak öne çıkan Mansur Yavaş’ın “Kaybetmek ya da kaybettirmek için aday olmam” yaklaşımında olduğu da gerçek bir bilgi mi gönüllerden geçen dilek mi bilinmiyor ama CHP’de genel kabul olarak öne çıkıyor.
AKP’DE ESEN HAVA
“Erken seçimin adayı erken olur” söylemiyle süreci sahiplenen Genel Başkan Özgür Özel, önseçim yönergesi hazırlıklarının hızlandırılması talimatını verdi. Parti Meclisi’ni de 10 Şubat Pazartesi günü için toplantıya çağırdı. CHP’nin Mart ayının ikinci haftasından sonra gecikmeden ön seçim için sandığa gideceği beklentisi var. CHP’nin evdeki hesabı çarşıya uyacak mı bunu zaman gösterecek ancak AKP’de, CHP’nin şimdiden adaylık tartışmalarına girerek enerjisini tükettiği, bu gündemle meşgul olarak ülkenin gerçek gündemini önceleyemediği ve var olan halk muhalefetinin daha da güçlenmesine katkı sağlayamadığı tespitiyle memnuniyet havası estiğini de belirtelim…
/././
Gezi, tek adama karşı milyonların itirazıdır: Saray mı halk mı ?-Yaşar Aydın-
Rejimin en büyük korkusu halkın itirazının sokaklara taşabileceği gerçeği. Tek adama itiraz eden herkese de Gezi, ‘illegal hareket’ olarak gösterilmeye çalışılıyor. Ancak Gezi milyonların ortak duygusuyla hareket ettiği kırmızı çizgimizdir. Yaşananlara bakınca bir kez daha anlıyoruz ki çok korkmuşlar ve hâlâ korkuyorlar.
Haziran İsyanı ya da Gezi, adına ne derseniz deyin bir duygu etrafında milyonların buluşmasından başka bir şey değildi. Ülkeyi siyasal İslamcı bir kalıba sokmak isteyen, bunu da tek bir adamın etrafında inşa etmeye kararlı bir anlayışa karşı milyonların itirazıydı. Saltanata geri dönmemek için cumhuriyetçilerin barikatıydı.
Ne garip tesadüf ki ilk haziran isyanı Anadolu topraklarının çok uzağında ama yine monarşiye karşı cumhuriyetçilerin kalkışmasına isim olmuştur. Paris’te 1832 Haziran’ında iki gün (5-6 Haziran) tarihin yönünü bir kez daha değiştirmişti. AKP iktidarının 11’inci yılında, 31 Mayıs 2013 tarihinde Gezi Parkı’nın Topçu Kışlası adıyla AVM’ye dönüştürülme girişimiyle başlamıştı her şey. Sonra ülke geneline yayıldı. Yok sayılan gençler, kadınlar çıktı önce. Sonra işçiler, köylüler, emekliler destek verdi. Ülkenin 80 iline aynı anda bahar geldi.
BİZİM İÇİN ONURDUR
İktidar ve yandaşları tarafından “illegal hareket, darbe girişimi” gibi sıfatlarla anılmaya çalışılan Gezi direnişi, sonuçları on yıllar sonrasını dahi etkileyecek büyük bir öğretidir de aynı zamanda. Bu gerçeği Gezi’de sokağa çıkanlar, onun parçası olanlardan çok iktidar fark etmiş gibi. O yüzden ne ağzından düşürüyor ne hesaplaşması bitiyor. Gezi ile yatıp Gezi ile kalkıyorlar. Çünkü:
•Gezi, tüm Ortadoğu’da ABD destekli siyasal İslamcı bir düzen yaratılmasına, Türkiye’nin bunun parçası haline getirilmesine karşı, Anadolu’dan yükselen laik bir itiraz oldu. Siyasal İslam bugün çok idrak edilmemiş olsa da ideolojik olarak Gezi’de yenildi. O yüzden rejim başka bir şeye dönüşmek durumunda kaldı.
•Ülkenin yağmalanmasına, beşli çetenin tapulu malına dönüştürme girişimine karşı olağanüstü bir direnişti. Onun ortaya çıkardığı enerji başta İstanbul olmak üzere ülkenin her yerinde ne kanallar, ne madenler, ne orman katliamlarını durdurdu.
•Parlamentonun işlevsizleştiği, tüm kararların tek adam ve şürekâsı tarafından alındığı, giderek saltanata dönüşecek bir rejime karşı demokratik bir cumhuriyet talebiydi. Park formları, meclislerle halkın geleceğine direkt müdahale edebileceği kanalları yaratma çabasıydı.
•Kahkahasından rahatsızlık duyulan, “kadın mıdır kız mıdır bilmem” diyerek aşağılananların isyanı oldu aynı zamanda. Gezi her şeyden önce kadınların başkaldırısıdır.
•AKP’nin ortaya koyduğu ve inşa etmeye kalktığı Türkiye projesinin antitezidir. Birlikte yaşamayı hedefleyen, laik, demokratik, adaletli ve çoğulcu bir Türkiye fotoğrafıdır.
GEZİ KIRMIZI ÇİZGİMİZDİR!
Bugün iktidar tarafından suç gibi gösterilmeye çalışılan gezi direnişinin hayat bulduğu 2013 yazında resmi rakamlara göre 5 milyon gayri resmi rakamlara göre ise 10 milyon insanın yolu birbirleriyle kesişti. Her inançtan, her yaştan, neredeyse AKP dışında (MHP’liler de vardı) her partiden yurttaş vardı. Bırakın Türkiye’yi dünyanın gördüğü en özel halk itirazlarından biri olarak tarihteki yerini çoktan aldı. Ondan suç, katılanlardan suçlu üretmek mümkün değil.
Cumhur İttifakı zorda. Halkın hoşnutsuzluğunun farkında, bu itirazını da eylemle sokakta göstermesinden ödü kopuyor. O yüzden anayasal hak olan sokağı yasaklamaya çalışıyor. Korkuyu artırmak, yaygınlaştırmak için 12 yıl öncesinin televizyon kayıtlarını, gazete manşetlerini karıştırıyor. Eski defterleri açıyor.
Cumhur İttifakı zorda. Kendi tabanını, çelik çekirdeğini bile muhafaza edemiyor. Acil bir düşmana ihtiyacı var. Gezi’yi bunun için fırsata dönüştürmeye çalışıyor. Oysa Gezi direnişi, halkın gönlünde bugünkü iktidardan çok daha meşru bir noktada duruyor.
Cumhur İttifakı zorda. İktidarda kalmak için gri hatta karanlık bir Türkiye’ye ihtiyaç duyuyor. Neşe ve hareket onun en büyük korkusu. Güzel olanı anılardan bile silmeye çalışıyor. Çünkü neşeli bir toplum ceberut siyasal İslamcı bir düzenin en büyük korkusu. İktidar blokunun Gezi’ye düşman olmak için çok nedeni var. Ama milyonların da sahip çıkmak için bir o kadar nedeni var. Gezi çoktan Türkiye’de yaşayan büyük çoğunluğun kırmızı çizgisi oldu. Ona sahip çıkmaktan bir adım bile geri atmayacak milyonlar var. Şu kadarını söylemek gerekiyor ki onlar tek biz milyonlarız. Gezi’nin en güzel sokak yazılarından biri ilk kez Ankara’da ortaya çıkan “korkma la biziz, halk” sloganı olmuştu.
Ama bugün açılan soruşturmalara, gözaltılara, tutuklamalara bakınca anlıyoruz ki çok korkmuşlar ve çok korkuyorlar.
/././
Fay hatlarıyla inatlaşmak -Şükrü Aslan-
Tecrübeyle öğrenmek, hemen tüm kültürlerde, okumanın karşıtı değil, ona eşlik eden bir deneyim olarak kabul edilir. Bu coğrafyada belki de yüzyıllardır duyulan, “Bir musibet bin nasihatten iyidir” ya da “Her şerde bir hayır vardır” söylemleri tam da tecrübenin önemine işaret eden ortak bir kültürel kabul gibidir. Elbette ‘musibet’ tercih edilen değil ama doğrudan ders alınan bir öğreticidir.
Modern bilimlerin henüz inşa edilmediği yüzyıllar boyunca özellikle doğal afetlere karşı, toplulukların hayata tutunma biçimleri doğrudan/dolaylı tecrübelerle mümkün olabilmiştir. Konut ve yerleşme tercihleri de büyük ölçüde deprem, çığ, sel gibi yıkıcı tecrübeler dikkate alınarak oluşmuştur. Hemen tüm yerleşme-konut deneyimlerinde önceki ‘musibetler’in yıkıcılığına tanıklık etmenin etkileri vardır.
Tuhaf ama üzerinde bulunduğu fay hatlarının ayrıntılı bir haritasına sahip olduğu halde Türkiye, deprem tecrübesinden neredeyse hiç öğrenmemiş bir ülkedir. Evet, bir deprem coğrafyası olarak türlü musibetlerin mekânı olmuştur ama yine de deprem tecrübesinden öğrendiğini gösteren pratikler son derece sınırlıdır. Hatta fay hatlarıyla inatlaştığını söylemek çok daha doğru olur. Hemen tüm depremlere rağmen kamunun konut ve şehirleşme-yerleşme pratikleri bunu doğrulayan onlarca örnekle doludur.
***
Sadece yakın tarihimize baktığımızda bile böyle olduğunu net biçimde görebiliriz. Mesela 1939 Erzincan depreminde neredeyse bütün şehir yıkıldığı halde, yeni şehir aynı fay hattı üzerinde, eski şehrin biraz ilerisine kurulmuştur. Böyle olunca sonraki yıllarda şehrin yeni depremlerle karşılaşması ve yeni felaketler yaşaması kaçınılmaz olmuştur. 1992 depreminde şehirde neredeyse sadece kamu binalarının yıkılması ise sanki bu duruma işaret eden bir ‘doğal mesaj’ olmuştur.
Sonraki yıllarda başka örneklerini gördüğümüz gibi Türkiye’deki her deprem, başka bir zamandan/mekândan aynı mesajı vermiştir. Mesela 26 Temmuz 1967’de Pülümür depreminde 97 kişi, sadece bir gün sonra aynı büyüklükteki Adapazarı depreminde ise 89 kişi hayatını kaybetmişti. Her birini izleyen yaklaşık otuz yıllık süre içerisinde aynı yerlerde ikinci büyük depremler meydana gelmiş ve bunların yıkıcı gücü çok daha fazla olmuştur. Benzer durum diğer depremler için de geçerlidir.
***
Fay hatlarıyla inatlaşmayı adeta alışkanlık haline getiren Türkiye’de her depremden sonra depremzedelere yeni konut yapmak, kamu idaresinin yaptığı belki de tek iştir. Ama bilimsel hiç bir temele dayanmayan bu politika, inşa ettiği konutlar bakımından da güven vermemiştir. Mesela 1992 Pülümür depreminin ardından inşa edilen bir ‘güvenli’ mahalle, geçtiğimiz aylarda ironik biçimde ‘konutların depreme dayanıklı olmadığı tespit edildiğinden’ yine kamu tarafından yıkılmış, bir sonraki depremi bile bekleyememiştir. 1999 Adapazarı depremi ise bu kez büyüklüğü daha düşük olduğu halde, daha ağır bir bedeli ortaya çıkarmıştır. Üstelik her zaman olduğu gibi bütünüyle yıkılan mahalleler neredeyse aynı yerlere yeniden inşa edilmiştir.
Bütün bu deneyimleri düşününce 6 Şubat 2023 depremlerinin yıkıcı etkilerini saatlerce göremeyen kamunun, üst düzeyde ilk mesajının ‘yıkılan konutların yerine yenilerinin hızla yapılacağı’na dair olması hiç şaşırtıcı değildi. Çünkü kamuyu-şehirleri adeta esir alan inşaata odaklı bu zihniyetin ‘musibetten’ öğrendiği yegâne ders yeni(den) inşaat yapmaktı. O kadar ki yıkılan evlerin olduğu bazı alanlar bile, yeni inşaatlar için hızla ‘rezerv alan’ ilan edilmişti.
Şu sıralar yeniden ve sürekli sallanan Türkiye’de son büyük depremin üzerinden tam iki yıl geçti fakat yazık ki ne fay hatlarıyla inatlaşmanın on binlerin ölümündeki etkisi konuşuldu, ne de yıkıntılar altında günlerce bir kurtarıcı bekleyerek son nefeslerini veren insanlar ve hayvanlar. Ne şehirleri son yıllarda birer beton yığınağına çeviren rantsal politikaların dehşeti konuşuldu, ne de buna karar veren kamu yöneticilerinin kusurları. Büyük yıkımın ve yüzbinlerce can kaybının tek kusurlusu olarak sadece ‘deprem’ kaldı. Daha kötüsü Türkiye’nin ‘Fay’lı Şehirleri’ yeni musibetli akıbetlerini bekliyorlar; hafızasız, çaresiz ve umutsuz.
/././
İstanbul'da 3 haftada sahte içkiden 70 kişi öldü!
İstanbul'da 14 Ocak-6 Şubat tarihleri arasında sahte içki kaynaklı 70 kişi hayatını kaybetti. Ankara Valisi Vasip Şahin'in aktardığına göre Başkent'te ise 33 kişi sahte içki nedeniyle yaşamını yitirdi.(https://www.birgun.net/haber/istanbul-da-3-haftada-sahte-ickiden-70-kisi-oldu-597729)
Ankara'da sahte içki içen 33 kişi öldü, 20 kişi yoğun bakımda
Ankara Valisi Şahin, sahte içki kullanımına bağlı olarak 33 kişinin vefat ettiğini, 20 kişinin de hastanelerde yoğun bakımda tedavi altında olduğunu bildirdi.(https://www.birgun.net/haber/ankara-da-sahte-icki-icen-33-kisi-oldu-20-kisi-yogun-bakimda-597599)
(Birgün)