Sahte içki ölümlerinin nedeni ÖTV mi?-Murat Batı-
Şu aralar her yerde sahte içkiden ölenlerin haberleri konuşulmakta ve bunun nedenini ise alkolden alınan vergilerin çok fazla olmasına bağlanmaktadır. Gelin bunu birlikte analiz edelim ama önce ÖTV’nin tarihsel seyrine bakıp ardından da tahsilat tutarları ile değerlendirmeleri yapalım.
ÖTV’nin tarihsel seyri
Osmanlı dönemine kadar uzanan süreçte ÖTV’ye benzeyen vergiler şimdiki ÖTV Kanunu ile tam benzemese de hep vardı. Ancak kurumsal anlamda ilk temeller 23 Temmuz 1956 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan Gider Vergileri Kanunu içinde bulunan ve 1 Mart 1957 tarihinde uygulanmasına Adnan Menderes Başbakanlığında başlanan istihsal vergisi ile atıldı diyebiliriz.
Ancak daha sonraları ÖTV olarak bildiğimiz bu verginin hayata geçirilmesi için ilk çalışmalara Maliye Bakanlığında 1990 yılından itibaren başlandı[1].
ÖTV mevzuat çalışmaları yapılırken Avrupa Birliği’nin (o dönemdeki adıyla Avrupa Topluluğu) ilgili mevzuatıyla da uyumlu olması gibi bir hedefimiz de vardı; bizi de AB’ye alsınlar diye. O nedenle ÖTV çalışmaları görevi o tarihlerde Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı’ndaydı.
Ayrıca gümrük birliğinin varlığından dolayı ithal ürünlerden alınacak vergilerde bir düşüş yaşanacak ve bunu telafi etmek için de ithal edilen ürünlere yeni bir vergi getirilmesi gerekecekti.
Kahraman/kurtarıcı olacak bu verginin adı ÖTV idi. Avrupa Birliği’ne uyum süreci de tamamlanacak özellikle zararlı sayılan alkol ve tütünden ekstra vergi de alabilecektik. Beyaz eşya olarak sayılan ürünlerden, otomobillerden, elektronik vb ürünlerden yani ithale dayalı ürünlerden ÖTV alırsak ithalatı da azaltmış olacaktık ve elbette dış ticaret açığını azaltıp dolayısıyla da döviz kaçağını da bir nebze yok etmiş olacaktık. O tarihlerde Başbakan Tansu Çiller idi.
Tüm bu nedenlerden dolayı ÖTV Kanun Tasarısı çalışmaları Dış Ticaret Müsteşarlığının (İthalat Genel Müdürlüğü) koordinatörlüğünde gerçekleşti. Bir komisyon kuruldu ve komisyonda Maliye, Sanayi ve Ticaret Bakanlıkları, DPT, Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı ile Gümrük Müsteşarlığından yetkiler bulundu. Özellikle ithal edilen ve edilebilecek mallar bu verginin odağına alındı ve bu kapsamda bir taslak oluşturuldu.
Daha sonra 29 Kasım 1993 tarihinde Maliye Bakanı İsmet Attila ve Tansu Çiller Başbakanlığında ÖTV Kanun tasarısı Meclise sunuldu.
Meclise sunulan bu ÖTV Kanun tasarısı 18 maddeden oluşuyor ve Kanun kapsamına akaryakıt, petrol ürünleri, madeni yağlar, beyaz eşya, alkollü içkiler, tütün mamulleri, tropikal meyveler, meyve suları dahil edilmiş. Ama bu Kanun tasarısı 1995 yılında yapılan seçimler nedeniyle sonuçlanamamıştır.
Bu defa ÖTV Kanun tasarısı oluşturulurken özellikle gümrük birliğine geçişten dolayı ithal ürünlerden alınan vergi gelirlerindeki azalma ve AB uyumu adına düzenleme yapma gayreti tasarının ana çatısını oluşturmuş. Yani hem gümrük birliğinden dolayı azalan vergi gelirlerimizi yeni bir vergi kanunu ile telafi etmek hem de AB sürecinde mevzuat uyumlaştırılması sorununun çözümü adına adım atmak bu tasarı çalışmasının esas hedefiydi. Ve tekrar bir ÖTV Kanun Tasarısı Mesut Yılmaz Başbakanlığında 22 Mayıs 1996’da Meclisi sunuldu ama 18 Nisan 1999 seçimlerinden dolayı öylece olduğu yerde kaldı ve yasalaşamadı.
AB uyum süreci, gümrük birliği nedeniyle azalan vergi gelirleri, kriz söylentileri/varlığı, artan kamu harcamaları, bütçe açığı gibi ülkemiz adına kronik hale gelmiş sorunlardan dolayı bu verginin bir an evvel hayata geçmesi gerekmekteydi.
Bu yüzden çalışmalara yeniden başlandı. Önceki kanun tasarısı ile hemen hemen aynı olan bir taslak daha hazırlandı ve 15 Nisan 2002’de Bakanlar Kurulu’nda kabul edilip 17 Mayıs 2002’de Bülent Ecevit Başbakanlığında Meclise sunuldu.
6 Haziran 2002’de de TBMM Genel Kurul’da kabul edildi ve 12 Haziran 2002 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan ve 22 madde ile 2 geçici maddeden oluşan 4760 sayılı Özel Tüketim Vergisi Kanunu 1 Ağustos 2002 tarihi itibariyle yürürlüğe girdi.
ÖTV Kanunu süreç içerisinde çeşitli değişikliklere uğradı ve şu an itibariyle 22 madde ve 9 geçici maddeden oluşan 4760 sayılı Özel Tüketim Vergisi Kanunu yaklaşık 24 yıldır hayatımızda. Kimsenin de bunu hayatımızdan çıkarma gibi bir niyeti yok. Nedeni aşağıda…
Alkolün yüzde kaçı ÖTV?
Özel tüketim vergisi hem maktu hem de nispi yapıya sahiptir. Özellikle tütün ve alkolde maktu ve/veya oran uygulanmaktadır. Gelir İdaresi son dönemlerde özellikle tütün üstünden alınan nispi ÖTV’yi düşürüp maktu ÖTV’yi artırarak perakende satış fiyatı üzerindeki etkisini mali çarpan dolaysısıyla azaltma gayesindedir. Ancak ne olursa olsun hem alkol hem de tütün fiyatları hâlâ ziyadesiyle yüksektir.
Örneğin bir şişe (70’lik) rakının satış fiyatının yaklaşık yüzde 62’si vergilerden oluşmaktadır.
Ne kadar hasılat elde edilmiş?
Vergi gelirleri içerisindeki payı her geçen gün artan Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) sadece malın üretim ve ithalat aşamasında bir defaya mahsus alınır ve bu vergiye sadece mallar konu olur. Hatta her mal değil Özel Tüketim Vergisi Kanunu’nda sayılan yaklaşık 300 adete yakın mal türü girmektedir. Hizmetler ÖTV kapsamı dışındadır.
Aşağıdaki tabloda ÖTV’nin uygulanmaya başlandığı andan itibaren elde edilen tahsilat tutarları ile toplam vergi gelirleri içindeki payı görülmektedir. Tabloyu Bakanlık verilerinden sizler için oluşturdum.
Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere son 23 yılda tahsil edilen ÖTV’nin toplam vergi gelirleri içindeki payının 23 yıldaki ortalaması yüzde 24,4 olmuştur. Yani son 23 yılda toplanan her bin liralık verginin 244 lirası ÖTV’den tahsil edilmiş.
Son üç yıldaki artışın sebebi enflasyon mu?
Yukarıdaki tablodaki (h) sütunu ile aşağıdaki grafikte de görüldüğü üzere 2022 yılından itibaren inanılmaz bir artış göstermiş ve 2022 yılında 2021 yılının tahsilatına oranla yüzde 104; 2023 yılında 2022 yılına nazaran ise yüzde 121 artış göstermiş. Bu durum, ÖTV’nin kapsamının genişletilmiş ya da oran değişikliğinden yarattığı bir sonuç değil.
Ancak 16 Temmuz 2023 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan ve aynı gün yürürlüğe giren 7390 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile akaryakıtta maktu ÖTV artışı hatırı sayılır şekilde yapıldı ve 2023 yılında petrol ve doğal gazdan yapılan ÖTV tahsilatı 2022 yılına nazaran yüzde 125; 2024’te ise 2023’e nazaran yüzde 130 arttı. Bu, elbette sadece maktu ÖTV artışından kaynaklı bir değişim değildi; bazı parametreler bu artıştan arındırıldığında ortaya net bir şekilde kaymaklı bir enflasyon kalacaktır. Aynı durumu alkol ve tütünde de görebilirsiniz.
Dolar bazında ne kadar tahsilat yapıldı?
Türk lirası bazında 23 yılda yaklaşık 4,5 trilyon lira ÖTV tahsilatı yapıldı. Alkolden 343 milyar 376 milyon lira, tütünden ise 1 trilyon 62 milyar lira ÖTV tahsilatı yapıldı. Türk lirasının değer kaybı dikkate alındığında bu tutarı, TL olarak ele alıp işlemek büyük bir yanılgı yaratacağından son 20 yılın ÖTV tahsilat tutarlarını o yılın ortalama dolar kuru nezdinde hesapladım.
Buna göre son 20 yılda alkolden yaklaşık 46 milyar dolar, tütünden 175 milyar dolar, tütün ve alkolden toplamdan 221 milyar dolar tahsil edilmiş. Özetle ÖTV’ye tabi tüm ürünlerden toplamda 677 milyar dolar tahsilat yapılmış.
KDV’sini de unutmayalım
ÖTV’ye tabi ürünlerden ayrıca yüzde 20 KDV de hesaplandığından çıkan bu sonuca ayrıca yaklaşık yüzde 20’lik bir ek daha yapılması gerekmektedir. Şunu da hatırlatmakta fayda var; KDV oranları 7 Temmuz 2023 tarihli 7346 sayılı Cumhurbaşkanı Kararıyla değişmişti.
Bu durumda sadece 2024 yılında ÖTV’ye tabi ürünlerin bütçeye katkısı yaklaşık 53 milyar dolardır. Bu da toplam vergi gelirinin yaklaşık yüzde 23’üne isabet etmektedir.
Ezcümle
ÖTV, dolaylı bir vergidir. Yani üzerine konulan bu vergi malın fiyatına eklenerek doğrudan tüketiciye yansıtılmaktadır. Bu durumda malın fiyatı yükselmekte, malı görece pahalı hale getirmekte ve tüketiciyi alternatif yollara yönlendirebilmektedir; örneğin sahte içki yapımına ya da alımına.
Bir şişe rakının ortalama yüzde 62’si ÖTV ve KDV’den oluşmaktadır ki bu oran oldukça yüksektir. Hatta tersten bakarsak bin liralık bir rakının yaklaşık 620 lirası vergi, 380 lirası ise vergisiz fiyatıdır. Yani vergisiz fiyatının yaklaşık iki katı (1,63 katı) vergi ödenmektedir; bir bana, iki devlete şeklinde…
İktidar parti yetkilileri defalarca içkinin içilmemesi için vergilerin artırıldığını söyledi. Bu alenen özel hayata da bir müdahale şeklidir.
Üretimi kanunen yasal olan bu ürünlerin sırf iktidarın düşüncesine uymuyor diye vergiler yoluyla cezalandırılması hakkaniyete de uygun değildir. Örneğin 2002 yılında 70’lik rakının fiyatı 8,25 liraydı, şimdi ise ortalama bin lira yani yaklaşık yüzde 12 bin artmış.
Özetle asgari ücretin ortalama ücret olduğu şu günlerde ürünün fiyatının vergiler yoluyla artmasından ve görece pahalı hale gelmesinden dolayı insanların gerek keyif gerekse de kâr hırslarından (satıcıların) dolayı sahte içkiye yönelmelerinin sebeplerinden başında bu gelmektedir.
Devletin insanları zararlı ürünlerden korumak amacıyla vergilemesi kabul edilebilir bir yöntemdir ancak Türkiye’de bunun ucu ziyadesiyle kaçmış gibi görünüyor.
Zira Prof. Dr. Coşkun Can Aktan Hocanın bir makalesinde dediği gibi içkiler sahte, ölümler gerçek…
[1] Kemal Oktar, Özel Tüketim Vergisi, Yeni e-konomi Yayını, 2020, s.15.
/././
Olan çocuklarımıza değil, bizzat bize olacak -Eray Özer-
Tüm zamanların en sıcak ocak ayıydı. Üstelik gezegenin soğuması beklenen La Nina zamanında. Küresel ısınma 1.5 dereceyi geçti, 2 derece üst sınır hedefinin imkânsız olduğu dile getirildi. Yani görünen o ki, büyük felaketler sadece çocuklarımızın değil bizzat bizim de başımıza gelecek.
Bilmem duydunuz mu ama geçen ay yine rekor kırdık.
Dünyada kayıtlara geçen en sıcak ocak ayını yaşadık ve bir rekora daha imza attık.
Üstelik El Nino denen ve gezegeni ısıtan hava olayı olmaksızın başardık bunu.
Tam tersine La Nina, yani gezegeni soğutan hava olayının yaşandığı günlerde dünyanın tüm zamanların en sıcak ocak ayını idrak etmesinin hepimizi çok korkutması gerekiyor ama öyle görünüyor ki kimsenin bir şey yapmaya niyeti yok.
Uzmanlara göre artık 2 derecelik bir küresel sıcaklık artışında kalmak bile hayal…
Evet, dünya bundan daha birkaç yıl önce 2 derecelik bir artışın önüne geçmeyi hedef olarak belirlemişti. Çeşitli önlemler alınacak ve 2 derecenin altında kalmak için gereken her şey yapılacaktı. (Asıl hedef 1.5 derecenin altında kalmaktı ama o zaten ölmüştü.)
Dünyanın en önemli iklim bilimcilerinden James Hansen geçen hafta içinde bu hedefin de “öldüğünü” açıkladı.
Hansen ve ekibinin hesaplamalarına göre bundan böyle küresel sıcaklık ortalaması 2045’e kadar sanayi öncesine kıyasla 1.5 derece civarı farklarla ilerleyecek ve 2045’lerle birlikte 2 dereceyi göreceğiz.
Yine aynı ekibin tahminine göre bu noktaya gelmemizle birlikte kutuplardaki buzulların erimesi öyle bir noktaya ulaşacak ki, okyanusa karışan tatlı su özellikle Atlantik Okyanusu’ndaki tuzlu suyun yoğunluğunu değiştirecek ve bunun neticesinde Atlantik Akıntısı duracak.
İşte oradan sonrası işimiz kelimenin tam manasıyla “Allah’a kalmış” olacak.
Oradan sonrasını kestirebilmek mümkün değil ama mesela Avrupa’da kutup soğuklarının hakim olabileceği söyleniyor.
“E ama hani ısınıyorduk” demeyin. Küresel ısınma tam olarak bu demek: Bir yerler eksi bilmemkaç derecelerde donarken bir yerler kuraklıktan kavrulacak.
Ben bu yazıyı yazarken 45 yaşımı bitirmiş, 46 yaşının içinde biriyim.
Küresel sıcaklık farkı olur da 2045 yılında 2 dereceye ulaşırsa 65 yaşında olacağım. Henüz altı gün önce yayınlanmış bir araştırmaya göre 2 derecelik artışla birlikte gezegendeki tüm kara parçalarının üçte biri altmış yaş ve üstündeki insanların vücut ısılarını korumalarını başaramayacakları ve yaşamlarının tehdit altında olacağı derecede sıcak olacak.
Yine aynı araştırmaya göre 2 derecede ABD büyüklüğünde bir alan da genç-yaşlı demeksizin herkesin hayatta kalmasını tehdit edecek şekilde ısınacak.
Özellikle Afrika ve Güney Asya’da yaşama devam etmek imkansız hale gelecek ve bugün bile etkilerini gözlediğimiz göç çok ama çok daha büyük boyutlarda güneyden kuzeye doğru hız kazanacak.
Sonrası malum… Göç savaşları…
Tam olarak felaket senaryosu gibi bir yazı oldu, biliyorum. Lakin durum bu ve bu tabloyu tarif ederken öyle bu yüz yılın sonundan bahsetmiyorum.
Dolayısıyla “Ah, yazık olacak çocuklarımıza, torunlarımıza” gibi bir durumda değiliz.
Bizzat bizler tecrübe edeceğiz bu olacakları… Bizim başımıza gelecek her şey.
Çin’in DeepSeek R1 modeliyle yapay zekâ alanındaki büyük atılımını yazmıştım daha önce. Şimdi üzerinden bir süre geçtikten sonra anlıyoruz ki artık pek çok alanda olduğu gibi yapay zekâ alanında da süper güçlerin kıyasıya mücadele edeceği bir döneme girmiş bulunuyoruz.
Dolayısıyla bu alanda kendini birkaç hafta öncesine kadar rakipsiz zanneden ABD görmüş ve anlamış oldu ki, karşısında bir rakip var.
Bu nedenle tıpkı Sovyetler’le yapılan uzaya ve Ay’a gitme yarışı ve hatta nükleer silah yarışı türünden bir yapay zekâ yarışının başladığını söyleyebiliriz.
Her iki ülke de “insandan daha zeki” bir makineyi diğerinden önce ortaya çıkarabilmek için elinden geleni yapacak.
Bu da daha fazla çip, daha fazla elektrik tüketimi, daha fazla kaynağın bu işlere aktarılması demek.
Böyle bir rekabetten de gezegeni önceleyen küresel bir seferberlik çıkmayacağı çok açık.
Kısacası dünyayı ve bizleri zor günler bekliyor.
Tekrar ediyorum: Hayır, çocuklarımızı veya torunlarımızı değil. Bizzat bizleri!
İyi haftalar.
/././
USAID’den sonra imparatorun bağırsakları -Akdoğan Özkan-
“ABD tarihinin en büyük medya skandalı” dense de USAID olayının boyutları ve kollarının tahmin edilenin de ötesine geçtiği ve rejim değişikliği manipülasyonlarından uyuşturucu ticaretini yönlendirmeye kadar gittiği anlaşılıyor.
Kimilerinin ABD tarihindeki en büyük medya skandalı olarak nitelendirdiği USAID olayına ilişkin ayrıntılar belirginleştikçe Washington’un yabancı ülkelerdeki medya manipülasyonunun boyutlarının muazzam denilebilecek ölçülerde olduğu da ortaya çıkıyor. Tabii Amerikalılar için mesele daha ziyade “elitler vergi mükelleflerimizin paralarını nerelere harcanıyormuş” gibi bir yaklaşımla sınırlı. Biraz daha spesifik olanlar için ise konu, “Kuzey Karolina’da kasırganın yol açtığı yıkım nedeniyle çadırda yaşamak durumunda kalan afetzedeler sadece 750 dolar alırken Chelsea Clinton USAID’den nasıl olur da 84 milyon dolar alır!” olabiliyor. Ancak rejimlerine müdahale edilen yabancı ülkelerde yaşayanlar için meselenin “tüyü bitmemiş Amerikan yetiminin hakkının yenmesiyle” sınırlı olmadığı da aşikâr.
CIA tarafından fonlanan Amerikan kuruluşlarının yardımlarının (!) yabancı ülkelerde nüfuz satın almak ve siyaseti biçimlendirmek için kullanıldığı bilinmeyen bir gerçeklik değil. Ancak bu kez George Soros’un “turuncu devrimleri” kendi cebinden fonlamadığı, bunun için USAID’den (United States Agency for International Development – ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı) yılların seyri içinde yüz milyonlarca dolar kaynak aldığı da ortaya çıkmış durumda. Bizzat hükümet kurumlarının resmî web sitelerinden teyit edebildiğim kadarıyla, Soros’un Açık Toplum Vakfı ile irtibatlı East-West Management Institute’e sadece USAID’den 266,3 milyon doların üzerinde kaynak aktarılmış bu yıllar boyunca. Şu an için iddia düzeyinde kalsa da şaşırtıcı bir diğer gelişme de USAID’nin küresel uyuşturucu ticaretinin de bir cephesi olarak faaliyet gösterdiği ve Latin Amerika’dan Afganistan’a uyuşturucu şebekelerini desteklediği.
Gerçi bu mevzu da biraz tanıdık. 1986’da ABD’de ortaya çıkan ve dünya genelinde büyük yankı uyandıran İran–Kontra Skandalı, Soğuk Savaş döneminin çok katmanlı doğasını gözler önüne sermişti. Skandal, İran’a silah satışından elde edilen gelirlerin Albay Oliver North liderliğindeki operasyonlarla Nikaragua’daki sağcı Kontra güçlerine aktarılması ve bu sürecin ABD Kongresi tarafından getirilen yasakları ihlal etmesi etrafında şekilleniyordu. Buna paralel olarak Kontraları desteklemek için Honduras’ta uyuşturucu trafiğinin yönlendirilmesi de söz konusu olmuştu. Dönemin ABD yönetimini zora sokan bu olay, Pentagon’un dış politika hedefleri doğrultusunda nasıl etik ve hukukî sınırları aştığını ortaya koyuyordu.
Uyuşturucunun üstünlüğünü teşvik
Dolayısıyla uyuşturucu trafiğinin yönetilmesi için geçmişte de hukuk sınırlarının dışına taştığı vakiydi ABD için. Ancak bu kez boyut çok büyük sanki. Eski bir istihbarat görevlisi olan Mike Benz’in iddialarına göre göre, USAID, CIA ile irtibatlı bir yapı olarak hatta on ayrı vakada görüldüğü üzere onun bir cephesi olarak faaliyet yürütüyor. Tanınmış Amerikalı gazeteci Tucker Carlson’a konuşan Benz’in verdiği bilgilere bakılırsa, dünya eroin ticaretinin yüzde 95’i Afganistan kaynaklı ve ABD Kongresi’nden yılda 56 milyon dolar bütçe alan (USAID bağlantılı bir yapı olarak) US Institute for Peace’in 2023’te Taliban rejimine uyuşturucu üretimini bırakmamalarını telkin etmesi bile söz konusu. Afganistan’daki haşhaş tarlalarının sulama projelerinin dahi USAID tarafından fonlandığını ileri süren eski istihbarat görevlisi, uyuşturucu trafiğinin bu teşkilatlar tarafından Afganistan ve Orta Doğu üzerinden nasıl yönlendirildiğini de aktarıyor.
Benz’e göre, CIA de örtülü operasyonları için kendi milyarlarca dolarının yanı sıra, USAID’in tarım, gıda, sanitasyon, yeniden yapılanma ve son zamanlarda iklim adına alıcı ülkelerdeki çıkar gruplarına dağıttığı yıllık 40 milyar dolarlık devasa parayı bile kullanmış durumda.
Bu arada, paçaları tutuşan karşı cephe de hareket geçiyor ve “uyuşturucu kartellerinin” terörist muamelesi görmesinin yanlışlığını Amerikan çıkarlarından dem vurarak dile getiriyorlar. New Yok Times, “How Labeling Cartels 'Terrorists' Could Hurt the U.S. Economy” (Kartelleri “Teröristler” Olarak Yaftalamak ABD Ekonomisini Nasıl Vurabilir?”) başlıklı bir yazı yayımlıyor, CATO Enstitüsü, “Trump Administration Shouldn’t Designate Drug Cartels as Foreign Terrorist Organizations” (Uyuşturucu Kartellerini Yabancı Terör Örgütü -FTO- “Olarak Tanımlamamalı” şeklinde bir makale kaleme alıyor. Malum, Trump yönetimi, bazı uluslararası suç örgütlerini ve uyuşturucu kartellerini yabancı terör örgütleri (FTO) olarak tanımlamak üzere bir süreç başlatmış ve bu amaçla 20 Ocak 2025'te bir yürütme emri yayınlamıştı. Dışişleri Bakanlığı'nın FTO listesinde henüz bir güncelleme yapılmadı.
Kisve, “hukukun üstünlüğü”
1961’de Başkan John Kennedy tarafından kurulan USAID, 100’ün üzerinde ülkede CIA ile ortaklaşa istihbarat faaliyeti gösteriyor. USAID’in fonlama gerekçeleri bazen Gürcistan'da olduğu gibi “hukukun üstünlüğünü teşvik etmek”, Uganda'da olduğu gibi “sivil toplumu güçlendirmek,” Arnavutluk’ta olduğu gibi “herkes için adaleti kolaylaştırmak” ve Sırbistan örneğinde olduğu gibi Avrupa Birliği ile “katılım görüşmelerini ilerletmek” şeklinde ifade edilmiş olsa da paralar pek öyle “masum” işlerde kullanılmıyor.
Arnavutluk örneğinde olduğu gibi, ülkede yargının ele geçirilmesini sağlayacak bir “yargı reformu” fabrika edilmesinde kullanılabiliyor.
(Kuzey) Makedonya örneğinde olduğu gibi, ülkenin medya ortamının şekillendirilmesinde kullanılabiliyor.
Ukrayna örneğinde olduğu gibi yasal hükümetin liderini hedef almakta, onu devirecek bir darbenin fonlanmasında ya da ABD bağlantılı bir firmayı soruşturmaya kalkan yargıcın işten el çektirilmesinde kullanılıyor.
Etiyopya örneğinde olduğu gibi, “gıda yardımı yapıyor, açları doyuruyoruz” diyerek yardım tırlarını silahlı gruplara göndermekte kullanılabiliyor.
Suriye örneğinde olduğu gibi, “savaşta yersiz yurtsuz kalmışlara gönderiyorum” diyerek el-Kaide bağlantılı gruplara 10 milyon doları aşan gıda desteği yapmakta kullanılabiliyor.
Gürcistan örneğinde olduğu gibi, ülkedeki seçim sonuçlarını etkileyecek nüfuz satın almak için “Assistance to Europe, Eurasia and Central Asia” (AEECA) programı aracılığıyla bazı sivil toplum örgütlerine 2023’te 88 milyon dolar göndermekte kullanılabiliyor.
Yine Ukrayna örneğinde olduğu gibi, “bağımsız” sıfatı ile öne çıkan 10 medya organından 9’unu fonlamakta, Ukrayna Dijital Dönüşüm Bakanlığı’nı neredeyse bordrolarına almakta kullanılabiliyor.
Ayrıca, USAID’in Venezuela, Nikaragua ve Bolivya’da “renkli devrimler” gerçekleştirmek üzere darbe girişimlerini teşvik etmek gibi faaliyetlerde de bulunduğu ileri sürülüyor. Ajansın sadece 2023 yılında 30’un üzerinde ülkede 6 bin 200 gazetecinin eğitim alması ve desteklenmesi için fon sağladığı, devlete bağlı olmayan 707 haber kuruluşu ile medya alanından 279 sivil toplum kuruluşuna yardım sağladığı biliniyor. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’ne (RSF) bakılırsa, teşkilat “bağımsız medya ve özgür bilgi akışı” için 2025'te yaklaşık 268,4 milyon dolar bütçe ayırmıştı.
Ne olmuştu?
USAID skandalı geçtiğimiz ay patlak verdi. Hatırlanacağı gibi, ABD Başkanı Donald Trump 21 Ocak'ta başkanlık görevine başlamasının hemen ardından dış yardımları donduran bir kararnameye imza attı. Kararnamede, ABD'nin, yabancı ülkelerdeki kalkınma yardımı programlarından sorumlu tüm bakanlık ve kurumların dış ülkelere yapacağı ödemelerin kesileceği, programların ABD dış politikasıyla uyumunun değerlendirilmesi için 90 günlük inceleme süresinin başlatıldığı kaydedildi. ABD Dışişleri Bakanlığı da 27 Ocak'ta Bakanlık ve USAID tarafından finanse edilen tüm dış yardımların durdurulduğunu açıkladı.
Trump’ın Hükümet Verimliliği Departmanı'nın (DOGE) başına getirdiği Elon Musk’a bağlı personel USAID binasına giderek gizli bilgilerin tutulduğu bir nevi “kozmik odaya” girmek istemiş, ancak güvenlik görevlisi izin vermemişti. USAID yöneticileri ile yaşanan sorunun akabinde Musk, USAID çalışanlarının toptan “idari izne çıkarıldığını” duyurmuştu. Ajansın sosyal medya hesapları da kapatılmıştı. Musk, bu gelişmelerin ardından “suç örgütü” olarak tanımladığı USAID'in kapatılması gerektiği yönünde Başkan Trump ile aynı paralelde açıklamalarda bulunmuştu. Son olarak geçen perşembe akşamı Trump yönetiminin küresel ölçekte 10 binin üzerinde çalışanı olan teşkilatın personel sayısını 294’e indirmeyi planlandığı Reuters kaynaklarınca ileri sürülmüştü.
Gerçek “Demokrat” Trump mı?
Ha, diyeceksiniz ki Trump bunları gerçek “Demokrat” kendisi olduğu için ve ülkesindeki “derin devleti” ortadan kaldırmak için mi yapıyor? Malum, Trump Beyaz Saray’a yerleşmeden önce, yola “haydut bürokratları görevden alma yetkisini ABD Başkanı’na geri veren 2020 yönetmeliğini yeniden geçerli kılmakla ve ulusal güvenlik ve istihbarat aygıtındaki tüm yolsuz aktörleri temizlemekle” koyulacağını söylemişti. Dolayısıyla bütün bu yaşananlar Trump’ın ülkedeki Derin Devleti ortadan kaldırma arzusunun bir tezahürü olabilir mi?
Pek sanmıyorum.
Gazze’yi Filistinlilerden temizleyerek adeta bir Costa Brava yaratmak istediğini dile getirmiş, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne yaptırım uygulama kararı almış birinin istihbarat aygıtının “bağırsaklarını temizle” iddiasıyla, “etik” ve “demokratik” karakter taşıyan bir saikle hareket ettiğini düşünmek saflık olabilir. Trump, bir zamanla önünü tıkayan, hatta kendisine kurşun atan, attıranlardan intikamını almak istiyor. Beraberinde ABD şirketinin genel giderlerini de azaltarak bir taşla iki kuş vurmuş oluyor. Trump için devlette kendi kadrolarını “derinleştirmek” büyük ihtimalle daha öncelikli olacaktır.
Daha önce de, “Masum liberallerin gözyaşları ve pragmatik plütokrat” başlıklı T24 yazımda ifade ettiğim gibi, Trump önceki başkanlardan farklı bir kişilik. Susmayıp “oyunu ele veren” yani ABD’nin gerçek maskesini bize gösteren bir Başkan. Daha her şeyi görmüş de sayılmayız. Bakalım bu oyunda daha neler göreceğiz?
Trump’ın hiç sevmediği Keir Starmer’ın İngiltere’sinde de rejim değişikliği görebilir miyiz, dersiniz?
Ya da Washington Büyükelçisi Andreas Michaelis’in kaleme aldığı 5 sayfalık uyarı notunda ülke için alarm zillerinin çaldığı ifade edilen Almanya’da rejim değişikliği mümkün olur mu?
Olabilir mi bütün bunlar? Yani ABD’nin en iyi dostları da ondan birer darbe yiyebilir mi?
Hemen “o kadar da olmaz,” demeyin. Dünya enteresan günlerden geçiyor ve “her an her şey olabilir!” Hiçbir şey olmasa bile, karşılıklı ifşaatla imparatorun bağırsaklarının detaylı bir fotoğrafını görmüş olabiliriz.
/././
Trump, kamu CIO’ları için siyasi atamanın yolunu açtı -Füsun Sarp Nebil-
Carstensen'in ayrılışı, Trump yönetiminin Musk'ın ekibiyle işbirliği yaparak DOGE kapsamında hükümet operasyonlarını yeniden yapılandırmaya çalışmasıyla federal kurumlardaki devam eden gerginlikleri ve belirsizlikleri gösteriyor.
Trump’ın ABD başkanlığını devir almasıyla birlikte, ABD kamu teşkilatında büyük bir savaş başladığını görüyoruz. Elon Musk’ın, X.com'da yaptığı gibi burada da kurulu düzeni darmadağın ettiği görülüyor. Biz ABD kamusunun (federal yapısının) bilişim tarafındaki gelişmelere bakalım.
Musk ve Thiel ile ilişkili 6 çok genç mühendisin DOGE departmanı kapsamında ABD altyapısı ile ilgili olarak hükümet operasyonlarını basitleştirme (verimlilik) için atandığını ve bunun da büyük tepkilere yol açtığını yazmıştık.
Yanısıra Trump yönetimi, ABD Federal Bilgi İşlem Yöneticilerini (CIO'lar) siyasi olarak atamanın önünü açtı. ABD Personel Yönetimi Ofisi (OPM), ABD Federal kurumların Üst Düzey Yönetici Hizmeti (SES) içindeki Bilgi İşlem Yöneticiliği (CIO) pozisyonlarını "kariyere ayrılmış"tan "genel"e yeniden sınıflandırmasını isteyen bir muhtıra yayınladı.
Bu yeniden sınıflandırma planı (istenildiği zaman işe alınabilmelerine veya işten çıkarılabilmelerine izin veriyor) ABD Federal BT sistemlerinin yönetiminde önemli bir değişimi işaret ediyor. Çünkü bu rollerin siyasi atamalarla doldurulmasının yolunu açıyor. Böylece Trump yönetimi, federal BT politikası ve operasyonları üzerinde daha fazla yetki elde edecek. Personel Yönetimi Ofisi (OPM) tarafından yayınlanan yeni gelişme, federal kurumlar üzerindeki kontrolü merkezileştirme ve yönetimin gündemini ilerletme yönündeki daha geniş çabaların bir parçası şeklinde değerlendiriliyor.
Amerikan kamu idaresindeki CIO pozisyonları mevcut durumda "kariyere ayrılmış" olarak tanımlanıyor, yani yönetimler arasında tarafsızlık ve sürekliliği sağlamak için sadece "kariyer memurları" atanabiliyor. “Bu pozisyonların "genel" olarak yeniden sınıflandırılması, bunları siyasi atamalara açacak ve yönetimin politika hedefleriyle uyumlu kişileri atamasına olanak tanıyacak” yorumu yapılıyor.
OPM muhtırası ise, kurum CIO'larının rolünün siber güvenlik, yapay zeka ve dijital altyapı gibi alanlarda önemli politika yapma sorumluluklarını kapsayacak şekilde evrildiğini savunuyor. Bu nedenle, yönetim bu pozisyonların politika önceliklerini etkili bir şekilde uygulayabilen kişiler tarafından doldurulması gerektiğine inandığını belirtiyor.
Eleştirmenler, bu değişikliğin kritik BT rollerinin siyasallaşmasına yol açabileceği, federal kamu hizmetinin tarafsız doğasını zayıflatabileceği ve hükümet BT operasyonlarının istikrarını ve güvenliğini etkileyebileceği konusunda endişelerini dile getiriyorlar.
Bu öneri, federal kurumları yeniden yapılandırmayı ve hükümet işlevlerinin siyasi denetimini artırmayı amaçlayan Elon Musk liderliğindeki Hükümet Verimliliği Bakanlığı'nın (DOGE) kurulması gibi Trump yönetiminin diğer uygulamalarının bir benzeri.
Şu anda kariyer rezervi olarak sınıflandırılan CIO pozisyonlarına sahip devlet kurumlarının, 14 Şubat 2025'e kadar OPM'ye yeniden sınıflandırma taleplerini göndermeleri rica edildi.
USDS’nin yönetici yardımcısı Ted Carstensen istifa etti
Elon Musk'ın liderliğindeki Department of Government Efficiency (DOGE) tarafından yeniden adlandırılan ABD Dijital Servisi'nin (USDS) yöneticisi yardımcısı Ted Carstensen istifa ettiğini duyurdu. Carstensen, meslektaşlarına gönderdiği veda mesajında, servisin misyonuna olan bağlılığını vurguladı ancak "farklı bir yol" seçtiğini belirterek ayrılma kararını dile getirdi. Ayrıca Trump yönetimi tarafından federal çalışanlara "Yol Ayrımı" adıyla sunulan ertelenmiş istifa teklifini kabul etmeyeceğini de not etti.
Carstensen'in istifası, USDS'deki önemli değişikliklerin ortasında geldi. Bunlar arasında, bölümün Yönetim ve Bütçe Ofisi'nden Başkanlık İcra Ofisi'ne geçişi yer alıyor. Bu değişim, çalışanların Slack gibi iletişim araçlarını kullanmayı bırakmaları ve hükümet tarafından verilen yeni cihazları ve e-posta hesaplarını beklemeleri yönündeki talimatlarla birlikte, kurum içinde karışıklığa ve direnişe yol açtı.
Carstensen'in duyurusunun ardından, bir federal yargıç, perşembe günü belirlenen "Yol Ayrımı" istifa son tarihinin ertelenmesini emretti ve bu, teklifin yasallığıyla ilgili tartışmalar 10 Şubat'taki duruşmanın sonrasına ertelendi. Programa, Amerikan Devlet Çalışanları Federasyonu, Amerikan Eyalet, İlçe ve Belediye Çalışanları Federasyonu ve Ulusal Devlet Çalışanları Derneği dahil olmak üzere çeşitli işçi sendikalarından yasal itirazlar geldi. Bu sendikalar, programın İdari Prosedür Yasası'nı ve potansiyel olarak Eksiklik Karşıtı Yasası'nı ihlal ettiğini savunarak, programın yasallığı ve çalışanlara böylesine önemli bir karar vermeleri için verilen zamanın kısalığını belirtiyor.
Yargıcın geçici yasaklama emri ile programın uygulanmasını durdurması ve istifa tarihini ertelemesi, programın yasallığının daha fazla incelenmesine olanak ve federal çalışanlara seçeneklerini değerlendirmeleri için ek süre sağlıyor. Davanın esasını daha ayrıntılı olarak değerlendirmek için pazartesi günü bir duruşma planlanıyor.
Carstensen'in ayrılışı, Trump yönetiminin Musk'ın ekibiyle işbirliği yaparak DOGE kapsamında hükümet operasyonlarını yeniden yapılandırmaya çalışmasıyla federal kurumlardaki devam eden gerginlikleri ve belirsizlikleri gösteriyor.
"Yol Ayrımı (Fork in the Road)"; ertelenmiş istifa programı nedir?
Ocak 2025'te Trump yönetimi tarafından tanıtılan "Yol Ayrımı" ertelenmiş istifa programı, Amerikan federal iş gücünü azaltmayı amaçlayan bir girişimdir. Program, federal çalışanlara 30 Eylül 2025'ten itibaren istifa etme seçeneği sunuyor. Ancak o tarihe kadar maaşlarını ve yan haklarını almaya devam ediyorlar. Bu teklifi kabul eden çalışanlar, istifaları resmi hale gelene kadar hiçbir görev olmaksızın idari izne ayrılıyorlar. Başka deyişle 8 aylık maaş paketi alarak işten ayrılmış oluyorlar.
Bu girişim Trump yönetiminin, ABD Federal Hükümetini -operasyonları basitleştirme ve verimsizlikleri azalma hedefi ile- yeniden yapılandırma çabalarının bir parçası. Ancak, uygulanma şekli, yasal statüsü ve federal kurumlar üzerindeki potansiyel etkisi konusunda önemli tartışmalara yol açtı.
Program, askeri personel, ABD Posta Servisi çalışanları ve göçmenlik uygulaması ve ulusal güvenlikle ilgili pozisyonlarda çalışanlar hariç olmak üzere tüm tam zamanlı Amerikan federal çalışanlarına sunuluyor. Ancak kurumlar belirli pozisyonları muaf tutma konusunda takdir yetkisine sahip. Programa ilgi duyan çalışanlardan, konu satırında "İstifa" kelimesi bulunan bir e-postayı hükümet hesaplarından Personel Yönetimi Ofisi'ne (OPM) göndermeleri istendi.
Program, federal çalışanlar arasında kafa karışıklığına ve endişeye yol açtı. Sendikaları ve hukuk uzmanları programa karşı çıkıyorlar. Amerikan Hükümet Çalışanları Federasyonu da dahil olmak üzere sendikalar, programın “İdari Prosedür Yasası” ve “Eksiklik Karşıtı Yasası”nı ihlal ettiğini iddia ederek davalar açtılar. Programın uygun yasal yetkiye sahip olmadığını ve şu anda tahsis edilen fonların ötesinde ödemeler vaat etmenin anayasaya aykırı olduğunu savunuyorlar.
Diğer yandan bireysel olarak çalışanlar da, programın yasallığı ve faydalarının güvenliği konusunda emin olmadıklarını söylüyorlar. Şubat 2025'in başı olarak, yaklaşık 40.000 çalışan veya federal iş gücünün yaklaşık yüzde 2'si teklifi kabul etti. Ama bu Trump yönetiminin yüzde 5-10 hedefinin gerisinde kalmış durumda.
/././
Çatışmaya Lübnan ordusu da katıldı: Suriye-Lübnan sınırında çatışmalar genişliyor, sınıra ağır silah sevk ediliyor -Namık Durukan-
Yeni Suriye ordusu ile Hizbullah arasında Suriye-Lübnan sınırında başlayan çatışmalar, eski Suriye ordusuna bağlı silahlı gruplar ve aşiret güçleri ve Lübnan ordusunun dahil olması ile genişleyerek devam ediyor. Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn’ın talimatı ile Lübnan ordu güçleri, Suriye'den ateş açılan noktaları vurması sonrası Suriye ordusu, bölgeye ağır silah takviyesi yaptı.
Şam’ın yeni ordusu ile sınır hattında kaçakçılık yapan aşiret grupları arasında yaşanan, Hizbullah ve Esad yönetimine son verilmesi sonrası Lübnan'a kaçan eski orduya bağlı silahlı grupların da dahil olması ile Suriye-Lübnan sınır hattında üç gün önce başlayan çatışmalar iki bölgede yoğunlaşıyor. Lübnan'ın Suriye sınır hattındaki Matraba kasabasında şiddetlenen çatışmalarda iki taraf arasında İHA, SİHA ve ağır silahların kullanılması sonrası Lübnan ordusu harekete geçti.
Lübnan’ın El-Ahbar gazetesine göre, yeni Suriye ordu güçlerinin Lübnan toprakları girerek, bölgede ilerlemesi sonrası bölgeye Lübnan ordu güçleri sevk edildi. Ağır silah desteğinde sınır hattına konuşlanan Lübnan ordusu, Cumhurbaşkanı Joseph Avn’ın talimatı sonrası Suriye topraklarındaki Suriye ordu güçlerinin ateşine karşılık Verdi. Aşiret güçleri ve Hizbullah milislerine üstlendiği bölgeleri terketmesi çağrısı yapan Lübnan ordusu, boşaltılan bölgelere konuşlanarak savaş düzenine geçti. Lübnan ordusundan yapılan açıklamada, "Cumhurbaşkanı General Joseph Avn'ın direktifleri doğrultusunda ordu komutanlığı, kuzey ve doğu sınırlarında konuşlu askeri birliklere, Suriye topraklarından Lübnan topraklarına yönelik açılan ateş kaynaklarına karşılık verme emri verdi" denildi.
Lübnan ordusu: Saldırılara karşılık veriyoruz
Çatışmalar Lübnan-Suriye sınırındaki Matraba kasabasında şiddetlenirken ağır silah desteğinde saldırılarını sürdüren yeni Suriye ordu güçlerinin, sınır hattındaki Lübnan köylerini kontrol altına almak için saldırılarını arttırıyor. Suriye güçlerine karşı, bölgenin bazı kesimlerinde Lübnan ordu güçleri bazı kesimlerinde ise Hizbullah ve Lübnan’a kaçan eski Suriye ordusu askerleri, Yeni Suriye ordu güçlerine karşı koymaya çalışıyor. Tank, top ve füze atışlarının yanısıra İHA ve SiHA’ların da kullanıldığı çatışmalarda her iki taraftan da can kayıpları yaşandığı açıklandı. Lübnan ordusundan yapılan açıklamada, saldırılara karşılık verilmesi için sınıra ordu güçlerinin konuşlandırıldığı belirtilerek, “Bu birlikler, son dönemde Lübnan'ın birçok bölgesinin topçu ateşi ve silah ateşine maruz kalması üzerine, uygun silahlarla karşılık vermeye başladı" denildi.
Çatışmalara ilişkin Lübnan kaynakları, Suriye'den saldırı için havalanan iki insansız hava aracının Cermash sınır bölgesi üzerinde düşürülmesi sonrası Suriye topraklarından Lübnan'a 17 füze saldırısı yapıldığını, üç füzenin ise Lübnan-Suriye sınırındaki Sahlat el-May - el-Kasr ve el-Zakba mahallelerine düştüğünü duyurdu.
İsrail güçleri Kuneytra kırsalında Esad döneminden kalma tesis ve silahları yok etti
Suriye'nin güneyine düzenlediği hava saldırısında HAMAS’a ait olduğunu ileri sürdüğü silah deposunu vuran İsrail ordusu aynı bölgede Esad yöneti döneminden kalma askeri tesisleri ortadan kaldırmak için operasyon düzenledi.
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin haberine göre, İsrail güçleri bugün, güneydeki Kuneytra kırsalının merkezindeki el-Kum kasabasının yanı sıra bölgedeki birkaç noktaya baskınlar düzenledi. Operasyonlar kapsamında bazı askeri tesisler ile eski orduya ait tank ve ağır silahlar imha edildi.
***
Ortadoğu’nun yeni emlakçısı Trump ve Şürekâ’sının kentsel dönüşüm projesi olarak Gazze!-Nuray Büyükdağ-
Trump, İsrail başbakanı Netanyahu ile birlikte kendi çalışanlarını da şaşırtan bir açıklama yaparak ABD’nin, Gazze’yi ele geçireceğini ilan etti. Kağıt gibi ince dudaklarını büke büke söylüyor bunları… (No to Body Shaming!) Gazze, Ortadoğu’nun Riviera’sı olacakmış! Yani düşünmüş taşınmış, Gazze’nin Filistinliler için şansız topraklar olduğuna karar vermiş. Böyle uyduruk gerekçelere dayanarak bir ülkeyi işgal edebileceğinden bahsediyor Turp’un büyüğü…
Müjde! Artık dünyada bir rakibimiz var. ‘Gün geçmiyor ki yeni bir haberle sarsılmayalım.’ bayrağını Trump sayesinde artık ABD ele geçirmiş gibi görünüyor.
Göreve geldiği günden beri dünya onun sapkın politikalarına maruz kalıyor. Kendi gündemimiz yetmezmiş gibi şimdi bir de Trump’ınkileri yakalamaya çalışıyoruz. Amerikalılar buna alışkın değil tabii. Neyseki buradan duyarlı bir grup Amerikaya doğru yola çıkıp, tecrübesiz Amerika halkı için hazırlık atölyeleri başlatacaklarmış. ‘Ne derse desin, sükunetinizi koruyun!’ atölyeleri… Tam bizlik?!
Ortadoğu’nun yeni emlakçısı Trump’ın bir kentsel dönüşüm projesi olarak Gazze!
Trump, İsrail başbakanı Netanyahu ile birlikte kendi çalışanlarını da şaşırtan bir açıklama yaparak ABD’nin, Gazze’yi ele geçireceğini ilan etti. Kağıt gibi ince dudaklarını büke büke söylüyor bunları (No to Body Shaming!)… Ve ordunun da bunun için hazır olduğunu belirtti. Etnik temizlik konusundaki ciddiyetinin altını çiziyor böylece. Gazze’yi bir sahil şeridine dönüştürecekmiş! Gazze, Ortadoğu’nun Riviera’sı olacakmış! Yani düşünmüş taşınmış, Gazze’nin Filistinliler için şansız topraklar olduğuna karar vermiş. Böyle uyduruk gerekçelere dayanarak bir ülkeyi işgal edebileceğinden bahsediyor Turp’un büyüğü…
Turp demişken, portakal bıçaklayıp, yerlere kola döken, Starbucks, Mc Donalds basanlar, neredesiniz? Toplayın ülkenin bütün turplarını üzerlerine Trump yazıp yiyeceğiz!
Bir de dolarla burnunu silip yakanlar vardı! Doları çok olanlar kovaya atıp yakmışlardı. Sahi, hani dolarları yakınca ekonomimiz düzelecekti. Şimdi kirasını ödeyenler kredi kartlarını ödeyemiyor, kredi kartlarını ödeyenler faturalarını ödeyemiyor! Her ay kura çekiyoruz, bu ay hangisini ödesek diye. (1 dakikası olanlar için, kullanım garantili elektrik faturası videosunu yazıya bırakıyorum.) O yaktığınız dolarları, bugünün kuruyla hesapladığınızı düşünmeden edemiyorum doğrusu! Olsun, çalar çırpar yine yaparsınız. Dükkân sizin!
Cezasızlık, bu ülkenin katilidir, sessizlikse suç ortaklığıdır!
Bizim gündemimiz ise yine baş döndürmeye, bizi nefessiz bırakmaya devam ediyor…Ne kadar sınır koymak, uzak durmak istesek de, içlerinden biri hayatımızın bir köşesine ilişiyor…Ta ki aynı gün ya da hemen bir sonraki gün yenisi bizi yakalayana kadar… Ayrımcı cezasızlığın ve öteki sayılana uygulanan haksız cezanın norm haline geldiği bir ülkede, bu döngüyü kırmak hiç de kolay olmuyor…Cezasızlık, bu ülkenin katilidir!
Pınar Gültekin’in katilinin, onu önce boğmaya çalışıp, ölmeyence varile koyarak yakması ve üzerine beton dökmesine rağmen “canavarca hisle” hareket etmediğine hükmedilmiş mahkeme kararınca…Hangisi daha korkunç diye düşünüyorum; bir kadının canice katledilmesi mi, yoksa caninin “canavarca hisle” hareket etmediğine hükmeden adalet sistemi mi?! Bu karar, sadece erkek şiddetinin hukiki meşrulaştırma biçimlerine ayna tutmuyor, aynı zamanda biz kadınları ülkenin tam ortasında öylece katillerin önüne atıyor. Haksız tahrik indirimiyse, bir ceza hukuku normundan çok, erkeğin kırılganlıklarını koruma refleksine dönüşmüş; erkek öfkesine bahane, kadın ölümlerine kılıf üretir hale gelmiş.
Cezasızlık, sadece adaletin, kadınların değil, git gide bir ülkenin katili haline geldi… Sessizliklerse en büyük suç ortaklığıdır…
Pınar Gültekin
Şişli Kız: Yoksulluğun, Çaresizliğin ve Suçun Gölgesinde Bir Kadın Hikayesi
MUBİ’de gösterime giren, açılışını 2024 Cannes Film Festivalinde yapan, Magnus von Horn'un yönettiği "Şişli Kız", 1918 yılında Kopenhag’ın karanlık ve baskıcı atmosferinde geçen, yoksulluk ve çaresizlikle mücadele eden genç bir kadının hikayesini anlatan etkileyici bir dram. Film, 1913 ve 1920 yılları arasında, Dagmar Overbye tarafından işlenen bebek cinayetlerinin kurgusal bir anlatımını sunarken, suç ve suçluluk kavramlarının ötesine geçip, bir toplumun en karanlık köşelerinde gizlenen umutsuzluk ve güvensizlikle yüzleştiriyor izleyiciyi.
Şişli Kız, 1. Dünya Savaşı sonunda Kopenhag’da, yoksulluktan kurtulmaya çalışırken kendini hamile ve terk edilmiş bulan genç fabrika işçisi Karoline (Victoria Carmen Sonne)’in kurgusal hikayesi ile Dagmar Overbye(Trine Dyrholm)’nin gerçek hikayesinin, kasvetli ama bir o kadar da çarpıcı bir şekilde kesiştiği bir film. Karoline'nin hikâyesi üzerinden anlatılan bu dram, hayatta kalma, kadın dayanışması ve çaresizce yapılan seçim temalarını inceliyor.
Film, toplumsal cinsiyet rolleri ve kadının toplumdaki yeri üzerine de derinlemesine düşünmeye davet ediyor. Dagmar'ın suçlarını, sadece bireysel bir sapkınlık olarak değil, o dönemin sosyo-ekonomik baskıları ve kadınların maruz kaldığı sistematik ayrımcılığın bir sonucu olarak da okunmaya alan açıyor filmde. Bu bağlamda film, kadın bedeninin ve annelik kavramının politikleştirilmesine dair zamansız bir eleştiri sunuyor.
Şişli Kız, izleyiciyi rahatsız eden, sorgulatan ve derin bir huzursuzluk bırakan bir film. Von Horn'un bu sarsıcı anlatımı, suçun sadece bir eylem değil, bazen bir toplumun ruhsal çöküşüyle de ilgili olduğunu gözler önüne seriyor.
Siyah beyaz çekimin tercih edildiği film, dönemin atmosferini yansıtmasının yanı sıra, karakterlerin iç dünyasındaki karanlığı ve umutsuzluğu da vurguluyor. Von Horn'un bakışı, Kopenhag'ın gri ve soğuk atmosferini ustaca kullanarak, sizi görsel bir sefaletin tam ortasına bırakıyor: Sis, kir, yoksulluk ve çaresizlik…
/././
Yerinde incelemelerde bulunmak -Hasan Göğüş-
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek , "Kimse ek ödenek için bana gelmesin, kamuda tasarruf dönemi başlıyor" demişti. 2024 yılı bütçe dönemi sona erdi. Acaba son cumhurbaşkanı genelgesiyle ne kadar tasarruf sağlandı? Geçen yıl hangi kurumlara ne miktarlarda ek ödenek tahsis edildi? Ya da kullanılmayıp da Maliye'ye iade edilen ödenek oldu mu?
Geçtiğimiz aralık ayında medyada yer alan haberlerde, TBMM İnsan Hakları bünyesindeki alt komisyon üyesi milletvekillerinin, 13-16 yaş arasındaki çocukların sosyal medya kullanımıyla ilgili örnekleri yerinde incelemek üzere, Japonya’dan başlamak üzere aralarında ABD ve İngiltere’nin de yer aldığı bir dizi ülkeye gideceği belirtiliyordu. 27 Ocak’ta başlaması öngörülen ziyaret bildiğim kadarıyla ertelenmiş. Herhalde Kartalkaya felaketinin getirdiği yas ortamında kamuoyunun tepkisinden çekinilmiş olmalı.
Büyükelçilerin korkulu rüyası milletvekili ziyaretleri
Milletvekili ziyaretleri büyükelçiler açısından her zaman için mayın tarlası gibidir. Nerede, neyin patlayacağı belli olmaz. Siyasilerimiz, havaalanlarında büyükelçiler tarafından karşılanıp uğurlanmayı beklerler. Güvenlik kontrollerinden geçmek istemezler. Kendileri için VIP salonlarının açılmasını talep ederler. Kalınacak oteli veya odasını beğenmeyenler olur. Eğer Cumhurbaşkanına veya bakanlara eşlik ediyorlarsa sınırlı katılımlı görüşmelerin hepsine katılmak isterler. Bu konularda yaşanacak en ufak bir aksaklığın faturası daima büyükelçiye kesilir. Geçmişte milletvekiliyken kendisini havaalanında karşılamaya gelmeyen, hariciyenin en parlak büyükelçilerinden birini bakan olduğunda terfi ettirmeyen bakanımız bile oldu.
Rahmetli Büyükelçi Nurver Nureş’in başına gelenler
TBMM heyetinin Japonya ziyareti haberlerini ilk okuduğumda aklıma Londra Büyükelçiliği’nde görev yaptığım yıllarda yine bir TBMM heyeti ziyaretinin rahmetli Büyükelçi Nurver Nureş’in başını nasıl yediğini hatırladım.
1990 yılı sonu yaklaşırken TBMM Sivil Savunma Komisyonu’ndan bir heyet incelemelerde bulunmak üzere Londra’ya geldi. Ziyaretin Noel ve yılbaşı tatillerine rastlaması nedeniyle ciddi bir program hazırlanması mümkün olamadı. Heyetin geldiği akşam da Büyükelçi Nurver Nureş’in çok önceden Avam Kamarasındaki Türk-İngiliz Parlamento Dostluk Grubu üyelerinin onuruna vereceği yemekte bir konuşma yapması planlanmıştı.
İngiltere’de yaşayanlar bilirler. İngilizler protokole pek meraklıdır. Resmi olmayan akşam yemeklerinde bile asgarisinden kıyafet olarak smokin giyme zorunluluğu vardır. Büyükelçi Nureş, milletvekilleri heyeti onuruna yine de ikametgahta bir yemek düzenledi. Kendisi smokiniyle milletvekillerini kapıda karşıladı. Kısa bir süre sonra da özür dileyerek ev sahipliğini elçi müsteşara bırakarak ayrıldı. Milletvekillerimiz, Büyükelçi Nureş’in bu davranışına fena halde hiddetlenerek tepki olarak yemeğe katılmayıp topluca konutu terk ettiler. Komisyon Başkanı Türkiye’ye döndükten sonra yememiş içmemiş, Büyükelçi Nureş’i Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a şikayet etmiş. Birkaç ay sonra Büyükelçi Nureş Londra’dan Meksika’ya tayin edildi.
Aman Maliye'ye iade edilecek ödenek kalmasın
Program bütçe uygulamasına geçildiğinden bu yana bütçe fasılları arasında kaynak aktarması yapılamıyor. Kullanılmayan ödeneklerin de bütçe yılı sonunda Maliye Bakanlığı'na iade edilmesi gerekiyor. Ancak ödenekleri bittiğinde Maliye'nin kapısını aşındırmakta beis görmeyen kamu kurum ve kuruluşlarının hiçbiri artan ödeneklerini Maliye'ye geri vermek istemez, hepsini tüketmeye çalışır.
Ödeneklerin tamamen bitirilmek istenilmesinin bir diğer nedeni de gelecek yıl bütçesi hazırlanırken bir önceki yıl harcamalarının dikkate alınmasıdır. Bu nedenle aralık ayında yurtdışı seyahatler artar. Genellikle başvurulan kılıf da, bilgi görgü artırmak, incelemelerde bulunmaktır. Maalesef özellikle toplantı için yurt dışına fazla gitme imkanına sahip olmayan tüm resmi devlet kurum ve kuruluş mensupları bir anda bilgi ve görgülerini artırmaya,yerinde inceleme yapmaya ihtiyaç duyarlar.
Artık İNTERNET var
1989 yılında İsviçre’nin ünlü CERN laboratuvarında İNTERNET’in icat edilmesinden bu yana her türlü bilgiye kolaylıkla ulaşmak mümkün. Bu amaçla incelemelerde bulunmak üzere bir başka ülkeye gitmeye artık gerek yok. İstediğiniz ülkenin herhangi bir konudaki mevzuatını internette bulabiliyorsunuz. Yok illa karşılıklı görüşme yapıp sorular sorarak bilgi almak gerekiyorsa da “zoom” diye bir uygulama bunun için var. Artık iş insanları bile mallarını satabilmek amacıyla seyahat etmiyor. İş görüşmelerini “zoom” üzerinden gerçekleştiriyor.
Devlette belirli aralıklarla tasarruf genelgeleri çıkarılması sık görülen bir uygulamadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan imzalı son tasarruf genelgesi, 16 Mayıs 2024 tarihli Resmi Gazete'de yayımlandı. Genelgeye göre; yurt dışı personel görevlendirmeleri zorunlu hallerle sınırlı tutuluyor. Ama son yıllarda yurt dışına geçici görevle gidenlerin sayısında rekor artışlar yaşanmış. Kimsenin genelge falan taktığı yok. Çantasını kapan, harcırahını cebine koyup havaalanının yolunu tutuyor. Yılbaşı arifesinde aynı anda altı ayrı heyet ağırlayan büyükelçiliklerimiz olmuş. Bir yandan da Maliye Bakanı Mehmet Şimşek "Kimse ek ödenek için bana gelmesin, kamuda tasarruf dönemi başlıyor" demişti. 2024 yılı bütçe dönemi sona erdi. Acaba son cumhurbaşkanı genelgesiyle ne kadar tasarruf sağlandı? Geçen yıl hangi kurumlara ne miktarlarda ek ödenek tahsis edildi? Ya da kullanılmayıp da Maliye'ye iade edilen ödenek oldu mu?
Bu hafta başında Avustralya’nın “Yeni Güney Galler” eyaletindeki Ulaştırma Bakanı Joanna Haylen, özel bir yemeğe makam arabasıyla giderek devleti 750 dolar zarara soktuğu için önce halkından özür diledi, sonra da istifa etmek zorunda kaldı. Dört bir yanı denizlerle çevrili bir ada ülkesindeki elin kadını, devletin malının “deniz” olmadığı konusunda güzel bir ders verdi. Tabii ki anlayana…
/././
T-24