Cumhuriyet "Köşebaşı +Gündem" -17 Nisan 2025 -

 İroni bir değil ki!-Ergin Yıldızoğlu-

Trump rejimi ABD’nin Çin mallarına uyguladığı tarifeleri yüzde 145’e çıkararak, benzer yaptırımlarla AB, Güney Kore ve Tayvan gibi geleneksel müttefiklerini de hedef alarak ABD’nin sınai gücünü, hegemonyasını restore edeceğini düşünüyor. İronik olan şu ki jeopolitik çevrelerde, bu tarifelerin, tam aksi yönde işleyeceğine, bir “ABD sonrası düzene” geçişi hızlandıracağına ilişkin bir kanı güçleniyor.

TARİFELER AMA BİLDİĞİNİZ GİBİ DEĞİL

Geçmişte, ekonomik savunma araçları olan tarifeler Trump döneminde ideolojik silahlara dönüştü. Trump’ın yakın zamanda “Kurtuluş Günü Tarifeleri” olarak adlandırdığı “ekonomik vatanseverlik”, “adil ticaret” gibi kavramlarla süslenen önlemler, küresel entegrasyonu, dünya ekonomisine bağımlılığı kalıcı biçimde yıkmayı amaçlıyor. Ancak tarifelerin, Amerikan işçilerini “küreselleşmecilerden” korumak yerinde ABD’nin küresel liderlik kapasitesinin ekonomik açıdan çöküşünü hızlandıracak olmaları da ironik.

Çin, kritik madenlerin (örneğin galyum ve grafit), mıknatısların ihracatını sınırlıyor. ABD sanayisinin simgesi Boeing’in ürettiği uçakları ve yedek parçaları almayı durduruyor. ABD bonolarını satarak, dolar dışı paralarla ticareti destekleyerek, doların uluslararası egemenliğini zayıflatacak yönde adımları hızlandırıyor, Küresel Güney’le olan ilişkilerini jeopolitik bir zemine taşıyor. Bir zamanlar temkinli, ekonomi odaklı Pekin, şimdi açıkça alternatif bir küresel düzenin altyapısını inşa ediyor: BRICS+, Kuşak ve Yol Girişimi, Yuan üzerinden yapılan enerji anlaşmaları... Hepsi, Washington dışı bir dünyanın temellerini atıyor.

BİR İRONİ DAHA

Tedarik zincirleri de yeniden şekilleniyor. Küresel üretim ağları artık yalnızca Çin’den değil, aynı zamanda ABD denetiminden de uzaklaşmaya başlıyor. Bu dönüşüm, jeopolitik risklere karşı çok merkezli üretim ve yatırım modellerine evriliyor. Örneğin Apple, üretiminin önemli bir bölümünü Hindistan ve Vietnam’a kaydırmaya başladı; Foxconn gibi dev taşeronlar artık Çin’e bağımlı kalmamak adına Güneydoğu Asya’da yeni fabrikalar kuruyor. Japonya, devlet destekli teşviklerle üreticilerini Çin dışına çıkmaya teşvik ediyor. ABD merkezli yarı iletken şirketleri, “CHIPS Act” kapsamında üretimi ülke içine çekerken aynı anda Avrupa ve Tayvan gibi bölgelere yatırım yaparak çoklu bağımlılık ağı kuruyorlar. Almanya gibi ülkeler ise Çin’e ihracat bağımlılığını azaltmak için Hindistan, Endonezya ve Brezilya ile yeni ticaret girişimlerine yöneliyor. Çin de benzer biçimde “iç-döngü” stratejisiyle teknoloji ve üretim süreçlerini yerelleştirmeye, ABD’ye olan teknolojik bağımlılığı azaltmaya çalışıyor. Tüm bu gelişmeler, küresel tedarik zincirlerinin hem fiziksel hem siyasi sınırlar boyunca yeniden çizildiğini gösteriyor ve bu harita artık tek bir süper gücün etrafında kurulmuyor.

Yeni dünya “düzeni” iki kutuplu değil, çok merkezli, parçalı ve belirsiz bir düzensizlik. ABD de artık birkaç ağır oyuncudan biri. Brezilya, Endonezya, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkeler, hem Çin hem ABD ile denge kurmaya, kendi yol haritalarını daha açık biçimde çizmeye çalışıyorlar. Bu dengeleme çabaları ittifakları karmaşıklaştırırken bir küçük çatışmanın büyük güçleri içine çekerek yayılma riskini artırıyor.

Amerika’nın en yakın müttefikleri bile huzursuz. Avrupa, enerji krizleri ve ticaret savaşlarıyla zaten sarsılmışken şimdi de yeşil teknoloji ve otomobil ihracatına getirilen tarifelerle boğuşuyor. Güney Kore ve Japonya, güvenlik açısından ABD’ye, ekonomik olarak Çin’e bağımlılar ve Amerikan siyasetinin öngörülemezliği onları zorluyor. Tayvan ise yarı iletkenlerdeki stratejik konumuna rağmen tarifelere hedef oluyor. Amerika’nın küresel ticaret, iklim ya da güvenlik gibi ortak alanları yönetebileceğine artık kimse inanmıyor.

Trump’ın sloganları, “Amerikan çeliği Amerikan ellerinde olmalı” gibi maço ve nostaljik bir sanayi romantizmi yansıtıyor. Analistler, “güven bunalımı”, “mimari çöküşü” gibi ifadeler kullanıyor. Henüz yeni bir dünya düzeni kurulmuyor, şimdilik, düzenin kendisi çözülüyor.

İronik olan şu: Çin’den ayrışmak isteyen ABD, aslında kendi kurduğu sistemden ayrışıyor. Kendini korumak için ördüğü tarifeler duvarı, günün sonunda onu küresel etki alanından izole ediyor.

1925-2025 (Muhteşem Gatsby) -Ergin Yıldızoğlu-

F. Scott Fitzgerald’ın The Great Gatsby (Muhteşem Gatsby) romanı 10 Nisan 1925’te yayımlandı; önceleri ilgi çekmedi ama bugün, Amerikan edebiyatının ikonik yapıtlarından biri olarak 100. yılı kutlanıyor. Üç kez filme uyarlanan Gatsby, sadece dilinin güzelliği ya da karakterlerinin unutulmazlığıyla değil, W.H Auden’in “Anksiyete Çağı” başlıklı uzun şiirinde betimlediği dönemin atmosferini yakalayabildiği için ilgi çekmeye devam ediyor, edebiyat derslerinde okutuluyor. 

Muhteşem Gatsby, çok büyük ama kaynağı belirsiz (yasadışı) bir servete sahip, yeni zengin Jay Gatsby’nin öyküsüdür. Gatsby yıllar önce âşık olduğu fakat artık zengin, hoyrat Tom Buchanan ile evli, Daisy’yi yeniden kazanmak için gösterişli partiler düzenler. Daisy, Gatsby’nin otomobilini kullanırken kazayla kocasının metresini öldürür. Ölen kadının kocası da yanlışlıkla Gatsby’yi öldürür. Tom ve Daisy ise “her şeyi kırıp döktükten sonra paralarına, ayrıcalıklarına, büyük vurdumduymazlıklarına sığınan insanlar” olarak yaşamlarına devam ederler. 

GATSBY’DEN TRUMP’A

Fitzgerald, bu romanı, imparatorlukların, dinin ve liberal kapitalizmin artık halkların güvenini yitirdiği iki savaş arası dönemde,1923’te Mussolini rejimi kurulurken Roma’da tamamladı. I. Dünya Savaşı, istikrarlı ilerleme inancını yıkmıştı. Ancak borsalar “uçuyordu”, eşitsizlik derinleşiyordu. 1920’lerin “caz çağı” bu yıkıma bir aldırmazlıkla, Hollywood müzikalleriyle yanıt veriyor, ayrıcalıklı azınlık, uygarlığın yıkıntıları üzerinde dans ediyordu. 

Bugün de benzer bir dengesizlik, belirsizlik egemen. Sonsuz, fırsat, refah vaat eden bir ekonomik model, borç, pandemi, iklim krizi, kitlesel yabancılaşma, müstehcen servetler üretti. Şimdi bu modelin dünya sistemi çöküyor, onun yerini neyin alacağını kimse bilemiyor. Sürekli yatırım yapıyoruz, optimize ediyoruz, “heç” ediyoruz, veri topluyoruz, espri yapıyoruz, fantastik filmler, bilgisayar oyunları, komplo teorileri üretiyoruz, hatta dua ediyoruz ama yaşamın nereye “gittiğini”, giderken bizden ne istediğini bilemiyoruz. Bu sırada “adamlar”, ticaret savaşlarıyla, kinetik savaş riskiyle oynuyorlar. Ayaklarımızın altından, zemin sessizce kayıp gidiyor. Boşuna mı “anksiyete çağı” diyoruz. 

Böylesi dönemlerde, fantezilerin peşinden gitmek tehlikelidir. Gatsby de geçmişin silinebileceğine, zamanın geri sarılabileceğine ve kişinin kendini yeniden yaratabileceğine inanıyordu. Gatsby, yoksulluk, aile ve savaş gibi geçmişinin gerçeklerinden kopmaya çalıştı. Bugün, Amerika da benzer bir yol izliyor. Yalancı, yasa tanımaz hatta gangster bozuntusu adamlar, plütokratların parasıyla, kitlelerin desteğiyle, devleti ele geçiriyor. Ülkenin tarihindeki ırkçılığı, köleciliği, soykırımı unutturmak, ülkenin hep “mükemmel” olduğunu varsaymak isteyen faşist bir akım kitaplara, kavramlara, “radikal ırk teorisi”ne, üniversitelere savaş açıyor. Bu Amerika da tıpkı Gatsby gibi, geçmişin yükünden kurtulmak istiyor. 

AH! O MUAZZAM UMURSAMAZLIK

Fitzgerald’ın fark ettiği, hâlâ yankı bulan şey, böylesi bir amnezinin nasıl derin yaralar açabileceğidir. Roman, bir terk edilmişlikle sona erer. Gatsby, aslında hiç dahil edilmediği bir rüya içinde, “yanlışlıkla” öldürülür. Tom ve Daisy, ürettikleri pisliği başkalarına bırakıp o “muazzam umursamazlıklarıyla”  yaşamlarına devam ederler. 

Bugün de plütokratlar, hızla ilerlemek, biriktirmek adına, her şeyi kırıp döktükten sonra, ürettikleri pisliği topluma bırakıp o “muazzam umursamazlıklarıyla” yaşamlarına devam ediyorlar. Bugün, ekolojik çöküş, ekonomik güvencesizlik, yükselen faşizm karşısında bize “daha çok hayal etmemiz” söyleniyor. Yeni teknolojiler bizi özgürleştirecekmiş. Yeni liderler her şeyi düzeltecekmiş. Yeter ki arkaya bakmadan hızla ilerleyelim. 

Fitzgerald romanında, geleceğin unutma üzerine kurulamayacağını anlatıyor. Bir çağın sonu, sadece yeniden icadı değil, aynı zamanda tarihle, eşitsizlikle, yasla yüzleşmeyi gerektiriyor. Gatsby bunu yapamadı. İnsanlık da henüz yapamıyor. 

Great Gasby, Amerika’yı, şatafatlı yaşamı, kapitalizmi yücelttiği, kolay bir cevap ya da bir ahlak dersi sunduğu için değil, toplumsal çelişkileri anladığı için yaşamaya devam ediyor. Yüz yıl sonra bile, hâlâ zamanımızın kitabı olmaya devam ediyor.
                                                    /././

Fidan’ın HTŞ’ye İsrail tavsiyesi -Mehmet Ali Güller-

Şam’ı ziyaret eden dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’a Washington’ın taleplerini sıralıyordu: “Şam; direniş eksenine destek vermemeli, Hizbullah’la ilişkisini askıya almalı, Filistinli grupların Suriye’de temsilcilik açmasına izin vermemeli, Golan Tepeleri’nin işgaline karşı uluslararası kamuoyu oluşturmaya çalışmamalı, çözümü ABD-İsrail-Suriye üçlü müzakeresinde aramalı, İsrail ile ilişkilerini iyileştirmeli.”

Esad’ın ABD’ye yanıtı kısa ve net oldu: “Hayır.”

SACHS’IN AÇIKLADIĞI O BELGE

ABD’li ekonomi profesörü ve BM Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri Ağı Başkanı Prof. Dr. Jeffrey Sachs, Antalya Diplomasi Forumu’nda, eski NATO Başkomutanı Org. Wesley Clark’tan aldığı belgeyi anımsatınca ben de Powell’ın Şam ziyaretini anımsadım.

Clark’ın verdiği belgeye göre ABD beş yılda yedi savaş hedeflemişti ve Suriye de o hedeflerden biriydi. 2004 Irak direnişi, 2006 Hizbullah’ın İsrail’i vurması ve 2008’de Putin’in Batı’ya Gürcistan’dan verdiği yanıt, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni geciktirdi. Washington Suriye operasyonunu 2011’de “Operation Timber Sycamore” adıyla başlattı.

Ayrıntılarını “Suriye’nin Sevr’i: Amerikan Koridoru”nda yazdım. ABD operasyon için bir bölge cephesi kurdu. Cephenin en kilit ülkesi Türkiye’ydi. Türkiye muhalif gruplara ev sahipliği yapacaktı, sınırlarını açıp dünyanın dört bir tarafından Suriye’ye cihatçıların akmasını sağlayacaktı, topraklarında ABD’nin muhalif gruplara “eğitdonat” programı uygulamasını sağlayacaktı vb. ABD’nin BOP eş başkanlığını yürüten Erdoğan hükümeti, böylece “Yeni   Osmanlı” hayaliyle ABD-İsrail’in planına eklemlendi.

İSRAİL’İN SURİYE’DEKİ HEDEFİ

İsrail, emperyalist ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakoludur. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ile İsrail’in “Büyük İsrail” projesi örtüşüyor.

Suriye’de Esad’ı hedef alan Atlantik operasyonu boyunca, İsrail de kendisine biçilen rolü sergiledi; istihbarat, suikast, sabotaj ve silah depolarının vurulması gibi alt operasyonlarla Esad yönetimini ve Suriye Ordusunu zayıflatıp muhaliflerin işini kolaylaştırmaya çalıştı.

Bu dönemde eski İçişleri Bakanı Gedeon Sa’ar ile emekli asker Dr. Gabi Siboni’nin İsrail Ulusal Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü için hazırladığı “Suriye Devletini Bölmek” başlıklı rapor, Tel Aviv’in hedefini ortaya koyuyordu:  “Suriye’nin İsrail için tehdit olmaktan çıkması için Esad’ın devrilmesi ve dört parçalı (Sünniler, Dürziler, Kürtler ve Sünni Araplar) federal Suriye’nin kurulması.” 8 Aralık’ta Esad’ın devrilerek El Kaide kökenli HTŞ’nin Şam’da iktidar olması, İsrail’in o hedefine giden yolda bir virajın daha aşılması demekti.

AKP’NİN SURİYE POLİTİKASI İSRAİL’E YARADI

Kısacası AKP hükümetinin izlediği çizgi, Suriye’de İsrail’in önünü açtı. İktidar bu gerçeği perdelemek için “İsrail-Esad ortaklığı” yalanına bile sarılmış durumda. İşte Prof. Dr. Jeffrey Sachs’ın Antalya Diplomasi Forumu’ndaki  “Savaş Esad yüzünden çıkmadı” özetli belgeli ve ABD-İsrail ikilisini mahkûm eden konuşması, bu nedenle iktidarı rahatsız etti; günlerdir Sachs’ın açıkladığı gerçeklere karşı “tez üretmeye”, Esad karşıtlıklarını sergilemeye devam ediyorlar.
 
Gerçek ortada: İsrail, 8 Aralık’tan önce sadece Golan Tepeleri’ndeydi; HTŞ’nin iktidarında ise işgal ettiği toprakları genişletti ve “çıkmayacağım” diyerek adım adım yerleşiyor.

‘HTŞ İSRAİL’LE ANLAŞMAK İSTİYORSA...’

Geniş analize gerek yok. Gerçek basit ve sadedir her zaman.

2011’den önce Beşşar Esad Türkiye’nin dostuydu. Ankara Mutabakatı ile terör baskılanmıştı. Suriye’de İsrail yoktu. Esad İsrail karşıtı bölgesel cephenin önemli bir aktörüydü.

8 Aralık 2024’ten sonraki Suriye: ABD, PYD ile HTŞ arasında anlaşma sağladı. PKK/PYD, SDG olarak Suriye devletine ortak oluyor. İsrail Suriye topraklarını işgal edip yerleşmiş durumda; kuzeyde Kürtlere, güneyde Dürzilere destek veriyor. Federal Suriye hedefine ulaşmak için, 8 Aralık’tan önce hava operasyonlarıyla önünü açtığı HTŞ’yi bu kez baskı altında tutmaya çalışıyor. ABD yaptırım kartı üzerinden HTŞ ve Suriye devletini İsrail’i tanımaya zorluyor. 

AKP mi? 

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 4 Nisan’da Reuters haber ajansınaverdiği röportajda şöyle diyordu: “Suriye İsrail ile belirli anlaşmalar yapmak istiyorsa bu onların işidir.” Powell, “İsrail’i tanı ve anlaş” diye  Esad’ı tehdit etmiş, “hayır” yanıtı almıştı. 20 yıl sonra Şam’da Esad yok, HTŞ var ve AKP HTŞ’ye “İstiyorsan İsrail’le anlaş”  diyor.

Esad’ı neden yıktılar?!

Trump’ın ‘ara güç’ taktiği mi?-Mehmet Ali Güller-

ABD aynı anda hem Rusya’yla hem İran’la müzakere yürütüyor. Bu iki müzakere sorunlara gerçekten çözüm arama amaçlı mı yoksa Washington’un baş rakibinin müttefiklerini “ara güç yapma” hamlesi mi? 

ABD’nin asıl hedefi, baş rakibi Çin sonuçta. Bunu yaparken de Çin’in müttefiklerini azaltmak istediği elbette düşünülebilir. Nitekim AB’yi dışlamak pahasına Rusya’yla başlattığı normalleşme, çoğunlukla “tersine Kissinger stratejisi” olarak yorumlandı. 

Trump’ın hem Doğu Avrupa’daki hem Ortadoğu’daki temel meseleleri iyi kötü bir çözüme bağlayarak Çin’e karşı daha net harekete geçmek istediği anlaşılıyor. 

RUSYA VE İRAN ÇİN’E SIRTINI DÖNMEZ

Peki Moskova ve Tahran, Çin’e arkasını döner mi? İşte Washington’un yürüttüğü stratejinin açmazı burada: Putin ve Hamaney, ABD’yle “normalleşmek” pahasına Çin’e sırtını dönmez ama Trump’ın bu çabasından fazlasıyla yararlanırlar. 

Öte yandan Trump’ın izlediği çizgi, Çin’in müttefiklerini ara güç yapmaya çalışırken ABD’nin müttefiklerini ara güce dönüştürebilme olasılığı da taşıyor. Transatlantik bir çatlaktan bahsedebiliriz; bu çatlağın AB’yi özellikle ABD’nin başlattığı küresel ticaret savaşı nedeniyle Çin’le daha yakın olmaya itebileceğini söyleyebiliriz. 

Kısacası süreçler karmaşık ve öngörülemez nitelikte. Çünkü yeni bir düzenin doğum sancılarını yaşıyoruz. 

ABD’NİN RUSYA VE İRAN’LA MÜZAKERELERİ

ABD’nin Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Wittfof geçen hafta önce Moskova’da  Vladimir Putin’le görüştü, ardından da Umman’da İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi ile. Her iki görüşme de olumlu nitelendi:  Kremlin, Moskova’daki 4 saatlik Putin-Witkoff görüşmesinden sonra yaptığı açıklamada “Ukrayna krizinin çözümü, çeşitli yönleriyle ele alındı” dedi. Beyaz Saray ise görüşmeyi “Ukrayna’da ateşkes ve nihai barışa yönelik müzakerede yeni bir adım” diye değerlendirdi.  Umman’daki ABD-İran “dolaylı” görüşmesi için Tahran “iki taraf da kabul edilebilir bir anlaşmaya doğru ilerlemekte istekli” derken Beyaz Saray “görüşmeler çok pozitif ve yapıcı geçti” dedi.  

Güzel. Ukrayna’da barış ve İran’la normalleşme, elbette Türkiye’nin de çıkarına.  

NEDEN WİTKOFF?

“Müzakereci” açısından bu görüşmelerde bir tuhaflık vardı. Tamam, ABD’nin Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witfoff, İran’la “nükleer meseleleri ve yaptırımları”  konuşacak en doğru kişi. Adı üstünde, görevi ABD’nin Ortadoğu işleri...  Ama Witkoff’un aynı zamanda Putin’le müzakere eden kişi de olması tuhaf değil mi? 
Rusya’yla neden ABD’nin Ortadoğu Özel Temsilcisi görüşür? 
Kaldı ki ABD’nin “Ukrayna ve Rusya Özel Temsilcisi” sıfatını taşıyan görevlisi var: Keith Kellogg.  Ama nedense Washington, Rusya’yla ilgili görevlisi yerine Ortadoğu’yla ilgili görevlisi üzerinden Moskova’yla müzakere etti.  

Kellogg’un çok tartışılan ve sonradan “Sözlerim çarpıtıldı” dediği “The Times röportajı” mı nedeni? Sanmıyorum. O röportaj gazete tarafından “Ukrayna, savaş sonrası Berlin gibi bölünebilir”  başlığıyla verildi ve haliyle tepki gördü. Ama aslında Kellogg bir gerçeğe, olası bir sonuca işaret ediyordu röportajında:  “Ukrayna’nın batısına ‘güvence gücü’ olarak İngiltere-Fransa yerleşecek, doğusunu Rusya kontrol edecek. Ukrayna ve Rusya askerleri karşılıklı 15 km geri çekelecek ve ortada 30 km genişliğinde bir tampon bölge oluşturulacak.”  

TRUMP’IN TERCİHİ DEĞİL ZORUNLULUĞU

Sonuç olarak Washington’un Moskova ve Tahran’la müzakerelerinin olumlu sonuçlanıp sonuçlanmayacağı net değil ama ABD’nin muhataplarını müzakere masasına oturtan değil müzakere masasına kendi oturan olması önemli. 

Rusya’da ABD açısından sürdürülemez bir durum vardı, Biden’ın “uzun savaş”  stratejisi Rusya’yı caydırmaktan uzaktı. Trump için Putin’le barış aramak bir tercih değil zorunluluktu. Aynısı Tahran için de geçerli. Trump İran’ı müzakere masasına önce şartlı oturtmak istedi ama tehdit dolu mektubu reddedildi. Ardından “doğrudan müzakere” dedi ama Tahran’ın “doğrudan değil, dolaylı müzakere”sini kabul etmek zorunda kaldı. 
Tablo, çok kutuplu dünya inşasında inisiyatifin Küresel Güney’e geçtiğini  göstermektedir. Kuşkusuz süreç uzun ve inişli çıkışlı olacak, ileri ve geri adımlar atılacak, zikzaklar yaşanacak ama 500 yıllık bir dönemin kapanmakta olduğunu net bir şekilde söyleyebiliriz.

Fidan’ın İngiltere’yle ortaklık formülü -Mehmet Ali Güller-

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan bugünlerde yoğun. Bir yandan uluslararası ajanslara röportajlar veriyor, bir yandan da Türkiye’deki televizyonlara.   İsrail’le “çatışmasızlık mekanizması” kurulması için yapılan teknik müzakerelerden ABD İran müzakerelerine, Trump’ın gümrük vergilerini artırmasından Ukrayna’da barış masası aranmasına kadar hemen her konu Fidan’ın gündeminde var. Hatta CHP ve Saraçhane eylemleri bile...

İki konu hariç: Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ın Güney Kıbrıs’a büyükelçi ataması ile Katar’ın İsrail’le ortak tatbikat yapması!

FİDAN’IN KIRMIZI ÇİZGİSİ!

Hakan Fidan, CNN Türk’teki canlı yayında CHP ve Saraçhane eylemlerine değindi. Anımsayacaksınız, CHP Genel Başkanı Özgür Özel, iktidardan kendilerine yapılan “Amerikancı, İngiltereci” suçlamaları karşısında, “asıl sizsiniz mandacı” demişti. Fidan da sosyal medyadan Özgür Özel’e  “Haddini bil” diye başlayan bir yanıt vermişti. Konu hakkında yeniden konuşan Fidan, ilginç bir yaklaşım sergiledi. “Mandacı” gibi sıfatların siyasetin konusu olmaması gerektiğini savunan Fidan, “Bazı konular kullanılmaz, bazı ifadeler kırmızı çizgidir” dedi.

‘İNGİLTERE-TÜRKİYE ÇEKİM MERKEZİ’

Fidan normalde haklı ama iktidarın bakanı olarak haksız. Zira iktidarın herkese her şeyi söylediği, muhalefete sürekli “vatan haini” dediği, hatta kendisine oy vermeyen seçmeni “terörist” ilan ettiği şartlarda, Fidan’ın “ama manda kırmızı çizgidir” demesi, diplomatik bile değil!

Gelelim asıl konumuza...

Fidan’ın TV100’deki canlı yayın söyleşisinde önümüzdeki dönemi ilgilendiren çok dikkat çekici bir yaklaşımı vardı. Konu, Avrupa’nın güvenlik mimarisi. Avrupa’nın, “ABD’nin olmadığı yeni bir güvenliklik mimarisi geliştirdiğini” belirten Dışişleri Bakanı Fidan, bunun Türkiye için fırsat olduğunu, “Türkiye’nin rolünün parametrelerinin ve çarpan katsayısının değiştiğini” söyledi.

Bu, AKP hükümetinin bir süredir izlediği yeni bir çizgi zaten. Ufuk Ötesi’nde, Erdoğan’ın “Türkiye’siz Avrupa güvenliği mümkün değil” sözlerinden hareketle incelemiştik.

Fidan, yeni argümanlarla bu girdikleri hattı biraz daha netleştirmiş. Örneğin “Türkiye AB’ye alınsaydı, İngiltere AB’den çıkmazdı” diyor!  “Türkiye ve İngiltere AB’de olsaydı, AB dış politika ve güvenlik mimarisini daha erken oluştururdu” diyor!

Ve asıl önemlisi, Fidan “İngiltere ve Türkiye ile bazı Avrupa ülkelerinin birlikte bölgede kendi çekim merkezini oluşturacağını” savunuyor.

İNGİLTERE’NİN GÜVENLİK KOALİSYONU GİRİŞİMİ

Fidan açıkça İngiltere’yle yeni türden bir ortaklık formülü ortaya koyuyor. Ama bu formülün patentinin Ankara olmadığını belirtelim.

Bu aslında Londra merkezli bir girişimdir ve Ukrayna için “güvenlik koalisyonu” oluşturmak üzere İngiltere Başbakanı Keir Starmer tarafından ortaya atılmıştır. Bu konuda çeşitli düzeylerde sivil ve askeri toplantılar da yapıldı, yapılıyor.

İktidar, İngiltere’nin bu çabasını fırsat görüyor, İngiltere’yle ortaklık rolünü, etkisini içeriye de taşıyabileceği, bir dış politika dayanağı olarak hesaplıyor.

Sonra da muhalefete “Amerikancı, İngiltereci” diyor!

TÜRKİYE’YE İKİ TUZAK

Oysa konu Türkiye açısından kritik önemde ve tuzaklarla dolu.

Birinci tuzak şu: Gerek İngiltere’yle ortaklık formülü gerekse Fransa’nın savunduğu AB üyesi olmayan Avrupalıları da dahil ederek inşa edilecek yeni güvenlik mimarisi, Rusya’yı hedef alıyor. Yani İngiltere’nin güvenlik koalisyonu da AB güvenlik mimarisi de Türkiye’yi Rusya’yla karşı karşıya getiriyor.

İkinci tuzak da Karadeniz: “Avrupa’nın savunması Karadeniz’deki güç dengesi dikkate alınmadan düşünülemez” diyen Fransa Savunma Bakanı Sebastien Lecornu’nun bakışı Washington ve Londra’nın bakışıyla da örtüşmektedir. Bu bakış, Karadeniz’i uluslararası deniz yapmayı ve ABD ile Avrupalı ülkelere sınırsızca açabilmeyi hedeflemektedir. Bu ise her şeyden önemlisi, Montrö Sözleşmesi’nin delinmesi demektir.

Sonuç olarak Karadeniz’in statükosunu bozacak ve Türkiye’yi Rusya’yla karşı karşıya getirecek bir güvenlik ortaklığı girişimi, yeni bir Türk dış politikası olarak savunulamaz ve ulusal çıkarlar nedeniyle kabul edilemez niteliktedir.

Cumhuriyet

                                                 

                                                   

soL "Köşebaşı + Gündem" -16 Nisan 2025 -

Özgür Özel 'Turbun büyüğü Kıbrıs'ta' demişti: Falyalı'nın Ankara'yla kirli ilişkileri Kıbrıs manşetlerinde

CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in "Turbun büyüğü Kıbrıs'ta" diye dikkat çektiği skandal, öldürülen yasa dışı bahis baronu Halil Falyalı'nın Ankara'ya uzanan kirli ilişkileriyle ilgili. Falyalı'nın kayıp kasetleri Kıbrıs medyasının ana gündemi.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, partisinin grup toplantısında İmamoğlu operasyonunu anlattı, iddiaların mesnetsiz olduğunu ve yapılanın da darbe olduğunu yineledi. Özel, konuşmasında ayrıca AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın sık sık dile getirdiği "Turbun büyüğü" metaforu üzerinden dikkatleri Kıbrıs'a çekti.

Odağında suikastla öldürülen yasa dışı bahis baronu Halil Falyalı ve onunla ilişkili olduğunu iddia ettiği isimler, dahası kayıp videolar vardı. 

O kayıp videolar son günlerde Kıbrıs medyasının da manşetinde.

'Özel: Kıbrıs'ta Kıbrıs büyüklüğünde turp var'

Özgür Özel konuşmasında şunları söylemişti:

"Erdoğan’a sormuştum. KKTC Büyükelçisi, Yasin Ekrem Serim’in organize suç örgütü lideri Halil Falyalı ile ilişkisini. Sustu. Hiçbir şey söylemedi. Hala susuyor. Kim bu Ekrem Serim? Erdoğan’ın İBB Başkanlığı döneminden beri yanındaki kasası, Maksut Serim. Başbakan olduğundan beri ve Cumhurbaşkanlığında örtülü ödeneği yöneten kişi. Oğlu Dışişleri Bakan yardımcısı oldu, sonra da Kıbrıs’a Büyükelçi oldu. Sonra o söylediğim gün, apar topar büyükelçilik görevinden alındı. Erdoğan yanıt vermiyor ama 2014-2021 yılları arasında Halil Falyalı’nın finans müdürü Cemil Önal teker teker her şeyi anlattı. Benim anlattıklarımı doğruladı ve çok daha fazlalarını anlattı. Öyle bir şey ortaya çıkıyor ki. Bu işin içinde Hakan Fidan var, bu işin içinde Binali Yıldırım var. Bu işin içinde bu arkadaşların, bu siyasetçilerin, bu önceki başbakanın şimdiki bakanın çocukları var. Bu işin içinde 45 tane kayıt var, bunların 40’ının ele geçirilmişliği, beşinin ortada durmuşluğu var. Bunun içinde Dışişleri Bakan Yardımcısıyken ve Büyükelçiyken İngiltere’deki hesaba gidip gelen büyük büyük paralar var. Bu işin içinde hem yüzen gemiler, yakalanan gemiler var, ayrı. Ama Kıbrıs’ta bütün hepsi döküldü ortaya. İnanılmaz ortaya dökülen hani ‘turpun büyüğü’ diyor ya, böyle neredeyse Kıbrıs kadar turp var. İçinde İbrahim Kalın’ın da bildiği 45 kayıtlık kaset, 40’ı elde, beşi bir yerde. Onun peşinde atanan büyükelçi, ortaya dökülünce bunlar alınan büyükelçi. Sayın Erdoğan, meslekten gelmeyen ve tecrübesi olmayan birini Dışişleri Bakan Özel Kalemi, sonra Dışişleri Bakan Yardımcısı, Kıbrıs gibi gözbebeğimize Büyükelçi yapıp da bu teker teker okusam utanırım. Masumiyet karinesi var. Hakan Fidan’ın oğlu şuna şunu diyor, Binali Bey’in oğlu buna bunu diyor. Bunları buradan söylemeye utanırım, ben Erdoğan değilim. Suçlamalar kesinleşmeden birine hırsız diyecek, yalancı şahitlerin iftiraları üzerinden bir şeyler söyleyecek kişinin adı Erdoğan‘dır. Burada bütün pislikler ortaya döküldü. Şimdi bu adı geçenler üzerinden bir tane, her şeyi göze alan savcı arıyoruz.

Kıbrıs medyasında manşette: 'Devletin en üst kademelerine uzanan kirli ilişkiler ağı...'

Özgür Özel'in konuşmasında söz ettiği "Falyalı'nın kayıp videoları" Kıbrıs medyasında da manşetlerde. Bugün Kıbrıs gazetesinde yer alan Ayşemden Akın imzalı Halil Falyalı yazı dizisinde "MİT’in peşinde olduğu 5 kayıp video: Devletin en üst kademelerine uzanan kirli ilişkiler ağı…" başlığıyla bu konu ele alındı.

Yazıda, "Yolsuzluk, rüşvet, infazlar ve kayıp videolarla örülü bir karanlık tablo. Halil Falyalı suikastının ardından ardında kalan miras, sadece para değil; bir mafya imparatorluğu, bir istihbarat savaşının izleri ve devletin en derin katmanlarına sızmış bir düzen. Bu düzen hala işliyor" denildi.

"Kıbrıs’ta kurulan sanal bahis imparatorluğu, Türkiye, İngiltere, Dubai ve daha birçok ülkede kara para trafiğini sürdürmeye devam ediyor" ifadelerinin yer aldığı yazıda, 2014-2021 yılları arasında Halil Falyalı’nın en yakınındaki isimlerden Finans Müdürü Cemil Önal'ın sözleri aktarıldı:

'Ekrem Serim, Hakan Fidan, Binali Yıldırım, Maksut Serim...'

Yasin Ekrem Serim’in kardeşi İbrahim Serim, üniversite eğitimini Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) tamamladı. Ben de üniversite yıllarından tanıyordum kendisini. Ailelerinin siyasi ve ticari bağlantıları oldukça güçlüydü. Babaları Maksut Serim, uzun yıllardır Recep Tayyip Erdoğan’a yakın bir isim olarak biliniyor. Özellikle Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde yakınlıkları başlamıştı. AK Parti’nin kuruluş sürecinde ise Maksut Serim, destek veren ilk isimlerden biri olarak öne çıkmıştı. Diyarbakırlı Mücahit Arslan (Ali İhsan Arslan) ve Doğan ailesi gibi isimlerin yanı sıra Maksut Serim de o dönemlerin 'gizli sponsor'larından biriydi.

İbrahim Serim, Kıbrıs’a üniversite okumaya geldiğinde babasının etkisiyle kısa sürede KKTC vatandaşlığı aldı. Bu vatandaşlık sayesinde devletle doğrudan ilişki kurabilecek konuma geldi. Özellikle imar alanında avantajlar elde etti. Örneğin; iki kat izinli bir araziyi on kata çıkartarak projelendiriyor, askeri bölgeler gibi normalde imara kapalı alanlara el atabiliyordu. Bu alanları şahıslardan ya da devletten uygun fiyatlarla alıp, daha sonra Bayındırlık Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve belediyelerden gerekli izinleri çıkararak büyük projeler geliştiriyordu.

Dereboyu’ndaki yumurta şeklindeki bina ve Girne’deki Crown Plaza gibi yapıların tamamı, aslında başta imara kapalı ya da sınırlı olan yerlerde yapılmış ve sonradan imar durumu değiştirilmiş yapılardı. Bu projelerde aile ciddi kazançlar elde etti.

İbrahim’le samimiyetimiz vardı, bu sayede onu rahmetli Halil Falyalı’yla tanıştırdım. Sonrasında aralarındaki ilişki ilerledi. O dönemlerde Ekrem Serim Ankara’da bir devlet kurumunda bürokrattı. Dışişleri Bakan Yardımcısı değildi ama yine de dikkat çeken bir isimdi. Maksut Serim’in gücü nedeniyle çevresi oldukça genişti.

İbrahim Serim, dönemin KKTC Büyükelçisi Ali Murat Başçeri ile de çok yakındı. Aslında bu yakınlığın temel nedeni İbrahim’in kişisel özellikleri değil, babasının nüfuzuydu. Bu bağlantılar sayesinde Falyalı ailesi için de bir tür 'koruma zırhı' oluşmuş oldu. Kıbrıs’ta büyükelçilerin etkisi çoğu zaman Cumhurbaşkanından bile fazladır. Bu koruma kalkanı, Falyalı ailesinin bazı işlerini kolaylaştırdı.

Serim ailesiyle Falyalı ailesi arasında ortaklık girişimleri de oldu. Örneğin bir bina satışı sırasında önce Falyalı’ya satış vaadiyle kapora alındı. Daha sonra fikrini değiştiren Serim ailesi, binayı kiralama modeline çevirmek istedi. Ancak en sonunda binayı ederinin çok üzerinde bir fiyatla Falyalı’ya sattılar. Falyalı bu durumu biliyordu ama Serim ailesiyle kurduğu ilişkiler nedeniyle bu 'fazla ödeme'yi sorun etmedi. Çünkü bu ilişkiler, ona siyasi ve bürokratik koruma sağlıyordu.

Bu ilişkiler çerçevesinde Ekrem Serim de sürece dahil oldu. Sonuçta binanın hissedarlarından biriydi ve yürütülen faaliyetlerden haberdar olmak durumundaydı. AK Parti seçimlerinden sonra Ekrem Serim’in Dışişleri Bakan Yardımcısı olmasıyla beraber Halil Falyalı’yla olan ilişkiler daha da stratejik bir hal aldı. Hüsnü Falyalı ve eşi Özge, Ekrem’le samimiyet kurdu. Hatta Kıbrıs’taki gayrimenkul satışlarından elde edilen gelir, İngiltere’de Yasin Ekrem Serim’e ait olan şirkete aktarıldı.

Ekrem Serim, aynı zamanda Hakan Fidan’a çok yakın bir isimdi. Adeta onun asistanı gibi hareket ederdi. Hakan Fidan, onu oğlu gibi görüp her konuda desteklerdi. Falyalı ailesiyle olan ilişkileri de bu çerçevede yürütüldü. Hatta Hakan Fidan’ın oğlu Halit Fidan ile Hüsnü Falyalı arasında da bir tanışıklık vardı.

'Fidan kayıp kasetlerin devletin eline geçmesini istedi'

Hakan Fidan, Falyalı’nın elinde olduğu iddia edilen kasetlerle ilgili gelişmeleri duyunca, bu kasetlerin devletin eline geçmesini istedi. Bu görev için Ekrem Serim’i Büyükelçi olarak Kıbrıs’a gönderdi. Ona, 'Bu kasetleri al, getir. Bu şekilde devlet içinde yükselirsin' denildi. Ekrem kabul etti, Kıbrıs’a geldi. Özge Falyalı ile yakınlaştı. Görüşmeler otellerde değil, Özge’nin babasının evinde yapıldı. Aynı zamanda Mehmet Taşker’le de ev ortamında buluşmalar gerçekleştirdi.

'45 kasetin 40'ı teslim edildi, 5 kaset Ekrem Serim'de'

Ekrem Serim, Kıbrıs’a geldiğinde ilk işi, çevresindeki tüm güvenlik personelini değiştirmek oldu. Kendi ekibini getirdi. Kasetleri almak için yoğun çaba sarf etti. Söylentilere göre toplamda 45 ya da 46 kaset vardı. Ancak Ekrem Serim bunlardan sadece 40 tanesini Ankara’ya teslim etti. Diğer 5 kaset kendisinde kaldı. MİT, bu eksikliği fark etti çünkü ellerinde kaset sayısıyla ilgili bilgi vardı.

Hakan Fidan, bu gelişmelerin ardından kasetleri İbrahim Kalın’a iletti. İbrahim Kalın da MİT Başkanı olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’a durumu aktardı. Eksik olan 5 kasette kimlerin olduğu tam bilinmese de, Binali Yıldırım’ın oğlu ve Hakan Fidan’ın oğlunun adının geçtiği iddialar var.

Sonrasında bu bilgiler Erdoğan’ın kulağına gidince durum değişti. Erdoğan, 'Bu paralar neyin nesi, kasetlerle ilgili anlatılanlar doğru mu?' diyerek Ekrem Serim’i Ankara’ya çağırdı. Maksut Serim devreye girdi, 'Kasetler teslim edildi' diyerek oğlunu savundu. Ancak Erdoğan, kasetlerin gerisi var mı yok mu tam olarak araştıracağını söyleyerek, ‘Ben sana güveniyorum babandan dolayı, eksik kaset varsa da git al ama seni elçilikten, babanı da görevinden alıyorum’ dedi.

                                                             ***

Oğlu motokuryeyi öldüren Somali Cumhurbaşkanı'na binlerce liralık göz muayenesi: Faturayı Cumhurbaşkanlığı ödedi.

Somali Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmud, Ankara’da özel bir hastanede göz muayenesi oldu. Masraflarını Cumhurbaşkanlığı ödedi. Mahmud'un oğlu motosikletli kurye Yunus Emre Göçer’e çarparak ölümüne sebep olmuş ve para cezasıyla kurtulmuştu.

Somali Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmud 12 Nisan’da Antalya Diplomasi Forumu için Türkiye’ye geldi. AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'la da görüşen Mahmud, forum sonrası Ankara’da göz muayenesi talep etti. Mahmud’un isteği anında yerine getirildi. 

Nefes'ten Haşim Kılıç'ın haberine göre, Somali Cumhurbaşkanı Mahmud’un, hükümete yakınlığıyla bilinen özel bir göz hastanesindeki muayene ücreti 35 bin TL tuttu. Şeyh Mahmud’un tüm muayene masrafları ise Cumhurbaşkanlığı'na fatura edildi. 

Cumhurbaşkanlığı indirimiyle Mahmud’un masrafları için toplam 22 bin TL ödendi.

300 bin liralık gözlük istedi

Kalabalık koruma ekibiyle hastaneye giden Şeyh Mahmud, sadece muayene ile yetinmedi, bir de gözlük yazdırdı. 

Mahmud, cam ve çerçevesiyle birlikte toplam 300 bin TL tutarındaki gözlüğü de Cumhurbaşkanlığı’na fatura ettirmek istedi. Ancak Cumhurbaşkanlığı yetkilileri, fiyatın yüksek olması nedeniyle gözlüğün parasını ödemeyi reddetti. 

Bunun üzerine gözlüğün faturası, Ankara’daki Somali Büyükelçiliği’ne kesildi.

Kuryeyi öldürdü, 27 bin lira cezayla kurtuldu

Somali Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmud’un oğlu Muhammed Hasan Şeyh Mahmud, 2023 yılında İstanbul Fatih’te aracıyla seyir halindeyken motosikletli kurye Yunus Emre Göçer’e çarparak ölümüne neden olmuştu.

Açılan dava sonucunda Mahmud, "taksirle ölüme neden olma" suçundan önce 3 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Sonrasında mahkeme, verilen cezayı 2 yıl 6 aya düşürdü. 

Mahkeme daha sonra sanığın "kişiliği, sosyal ve ekonomik durumu, yargılama sürecinde duyduğu pişmanlığı" göz önünde bulundurulup verilen hapis cezasının 27 bin 300 lira adli para cezasına çevrilmesine hükmetti.

Vatandaşa sadece 119 TL kurum payı ödeniyor

Somali Cumhurbaşkanı’nın tüm muayene masraflarını ödeyen devlet, aynı hastanedeki benzer bir muayene için vatandaşa sadece 119 TL kurum payı ödüyor. 

Türkiye’nin farklı şehirlerinde şubeleri bulunan özel hastane, fahiş fiyatlarıyla dikkati çekiyor. Hastanenin standart muayene ücreti 2 bin 950 TL’den başlıyor. SGK’nin ödediği kurum payı ile bir hastanın muayene ücretinden hastanenin kasasına yaklaşık 3 bin 70 TL para giriyor. Tetkiklerle birlikte bu rakam katlanarak artıyor. 

Milyonlar fahiş fiyatlar yüzünden özel hastanelerin önünden bile geçemiyor.

                                                         ***

İsrail ordusunda yedek asker krizi: Savaşı protesto ediyorlar, görevden alınmaya başladılar

İsrail ordusunda yedek askerler Gazze'deki savaşı protesto etmeye başladı. Ordu, yedek asker birimlerini azaltmaya karar verdi. Krizin kamuoyuna yansıdığından daha derin olduğu belirtiliyor.

Gazze'de katliamlarına devam eden İsrail ordusunda "yedek asker krizi" baş gösterdi.

Gazze'deki savaşı sona erdirmek için protesto düzenleyen yüzlerce yedek asker nedeniyle ordu, aktif çatışma bölgelerindeki yedek asker sayısını azaltmaya ve yedek askerlere gönderdiği çağrı bildirimlerinin sayısını azaltmaya karar verdi.

Haaretz'te yer alan habere göre, subaylar, yedek askerlerin mevcut operasyonlara olan inanç eksikliğinin "ordunun savaş planlarının uygulanmasını baltalayabileceğini" savunuyor. Subaylar, İsrail ordusunun Gazze Şeridi, Lübnan, Suriye ve Batı Şeria'daki planlarının halihazırda zorluklarla karşı karşıya olduğuna da işaret ediyor.

Ordu içinde, protesto hareketiyle ilgisi olmayan, farklı nedenlerle göreve gelmekte zorluk çeken yedek askerlerin de olduğu belirtiliyor. Bu koşullarda, ordu, yedek askerlere olan bağımlılığını azaltmak için Gazze Şeridi'ne zorunlu askerlerden olan daha fazla birlik gönderiyor.

'Görevden uzaklaştırma ters etki yarattı, yedek askerlerle görüşülecek'

Diğer yandan, ordudaki kaynaklar, İsrail Genelkurmay Başkanı Eyal Zamir'in, savaşa karşı protesto mektubu imzalayan hava kuvvetleri yedek askerlerini aktif görevden uzaklaştırma kararının, umduğunun tam tersi bir etki yarattığını söylüyor. Kaynaklar, hava kuvvetleri komutanı Tomer Bar tarafından da onaylanan bu kararın orantısız olduğunu ve her ikisinin de, giderek artan sayıda yedek askerin benzer mektuplar imzalamasıyla her geçen gün daha da kötüleşen bu krizin farkında olmadıklarını ifade ettiler.

Zamir'in artık hasar kontrolü yapması gerektiğini anladığı belirtilen haberde, hava kuvvetleri imzacılarının temsilcilerinin, bir çözüm bulmak için kendisiyle ve Bar ile ikinci kez görüşmeye davet edilmesinin beklendiği kaydedildi. Ayrıca, görüşmelere endişelerini dile getirmek için diğer birimlerden yedek askerlerin de davet edilmesi bekleniyor.

Ordu kaynakları, hava kuvvetleri yedek askerlerinin görevden alınması kararının hükümetin dolaylı da olsa baskısı altında alındığını aktardı. Ayrıca, yedek askerler krizinin kamuoyunun bildiğinin çok ötesine geçtiğini söylediler. Üst düzey ordu subaylarına göre, bu krizin potansiyel olarak ciddi sonuçları Başbakan Binyamin Netanyahu ve güvenlik kabinesine mümkün olan en kısa sürede sunulmalı. 

Zamir, hava kuvvetleri yedeklerini görevden almaya karar verdiğinde, onların hem normal zamanlarda hem de kriz zamanlarında kuvvetin ayrılmaz bir parçası olduklarını ve bu nedenle kariyer ordu personeli gibi muamele görmeleri gerektiğini söyledi. Ancak şimdi, kıdemli İsrail ordusu subayları, 18 aylık çatışmanın ardından yedeklerin konuşma ihtiyacı hissettiğini anladıklarını ifade ediyor.

'Askerlerden mektup: Rehineler serbest kalmalı, gerekirse çatışmalar dursun'

Dün, bazıları aktif yedek askerler olan yüzlerce eski özel kuvvetler askeri de, çatışmaların durdurulması pahasına rehinelerin serbest bırakılmasını sağlama çağrısında bulunan bir mektup yayınladı. Askerler, açıklamalarında şunları yazdılar: 

"Rehineleri eve getirmek bugünün en önemli ahlaki zorunluluğudur ve diğer tüm hedef veya değerlerden önceliklidir. Askerlerin ve sivillerin 556 gündür Gazze'de esir tutuluyor olması, devletin ahlaki temellerini, karşılıklı sorumluluk ilkesini ve yetiştirildiğimiz ve savunmaya devam ettiğimiz askeri değerleri zedeliyor.

Mektup, Şaldag, Moran (Birim 214) ve Birim 669 dahil olmak üzere seçkin özel operasyon birliklerinin 472 askeri tarafından imzalandı.

Önümüzdeki birkaç gün içinde, kıdemli subaylar yedek askerlerin sorunlarıyla nasıl başa çıkılacağı konusunda saha komutanlarıyla görüşmeler yapmayı planlıyor.

Hava kuvvetleri yedek askerlerini destekleyen mektupları imzalayan binlerce kişinin yaklaşık yüzde 20'si savaş başladığından beri yedek görevde bulunuyor, diğer birçoğu ise hayati rollerde görev yapıyor. Sonuç olarak, imzalayanların sayısı İsrail ordusunu endişelendiriyor.

Yine de Zamir, dün protesto mektuplarına karşı çıkışını yineledi. Genelkurmay Başkanı, "İsrail ordusu, devlet kurumu gibi davranmaya devam edecek ve bölünmelerin saflarına sızmasına izin vermeyecek. Yedek askerler, aktif yedek görevde olmadıklarında siviller olarak herhangi bir konuda demokratik bir şekilde görüşlerini ifade etme hakkına sahiptir. Ancak İsrail ordusu buna dahil etme ve herhangi bir askeri birim adına bir grup olarak konuşma girişimi kabul edilemez ve buna izin vermeyeceğiz" diye konuştu.

Sağlıkçılar, yazarlar ve akademisyenlerden de benzer mektuplar

Bu açıklamaları yapmasından birkaç saat önce, Şayetet 13 deniz komando birliğinin onlarca askeri, savaşın sona ermesi pahasına bile olsa rehineleri eve getirmek için bir anlaşma çağrısı yapan bir bildiri yayınladı. Organizatörlere göre, 254 imzacıdan 69'u aktif yedek görevde.

Son günlerde, ordunun siber savaş birimi, özel operasyon birimi, istihbarat birimi 8200, zırhlı birlik, Talpiot teknoloji birimi, diğer seçkin birimler ve daha fazlasının gazileri tarafından benzer açıklamalar yapıldı. Ayrıca, savaşın sona erdirilmesini ve rehinelerin serbest bırakılması için bir anlaşma yapılmasını talep eden açık bir mektup dün sabah 3 bin sağlık çalışanı ve Nobel Ödülü sahibi tarafından yayınlandı. Benzer mektuplar önceki günlerde akademisyenler, eğitimciler ve yazarlar tarafından yayınlanmıştı.

                                                     ***

Eylem yapan liseliler müdür yardımcıları tarafından tehdit edilip tartaklandı

Okul bahçesinde eylem yapan öğrencileri tehdit eden, müdür yardımcısının çocukları tartaklayıp hakaret etmesine izin veren Şehremini Anadolu Lisesi müdürü Vedat Yüksel'in 2018 yılında Sultangazi İHH adına HÜDA-PAR'ı ziyaret ettiği ortaya çıktı.
Vedat YÜKSEL - Okul Müdürü

"Proje okulları" nedeniyle kadro dışı bırakılan öğretmenlerine sahip çıkan lise öğrencileri okul yöneticilerinin baskılarıyla karşı karşıya kaldı.

Öğrenciler eylem yapmasın diye okullar tatil edildi, okul içerisine kilitlendi. Soruşturma geçirmekle tehdit edildi. En son okul yöneticilerinin ardından öğrencilere yönelik bir "uyarı" da İstanbul Valisi Davut Gül'den geldi. "Siyasi gruplara mesafeli durun" uyarısında bulunan Vali, "Keşke dememek için dikkatli olun" sözleriyle öğrencilere açıkça tehditte bulundu. 

'Eylem yapan öğrenciler müdür yardımcısı tarafından tartaklandı' iddiası

İstanbul’un köklü liselerinden biri olan Şehremini Anadolu Lisesi’nde de benzer bir baskı söz konusu.

Öğrencilerin ve velilerin aktardığına göre, Pazartesi günü gerçekleştirilen eylem sonrası, lisenin hazırlık sınıfında öğrenim gören ve yaşları 15 olan iki öğrenci, lisenin idarecileri tarafından tartaklandı.

Gazete Pencere'den Tolga Balcı'nın haberine göre, veliler, öğrencilerin kollarından tutularak ve hakaret edilerek disiplinle tehdit edildiğini söyledi.

Öğrencileri tartaklayan ve hakaret eden idarecinin lise müdür yardımcısı M.E. olduğu ifade edildi. Öğrencilerin olaya ilişkin şunları söyledi: "Müdür 'durmadan sizinle mi uğraşacağım her gün, gidin çekilin' diye bağırırken müdür yardımcısı M.E teker teker öğrencilerin yanına gitti. Önce hazırlık okuyan bir öğrencinin elindeki pankartı istedi, öğrenci vermeyince öğrenciyi tutup, 'geç lan kenara' diyerek savurdu. Benzerini bir kız öğrenciye de yaptı ve öğrencilerin teker teker önüne geçip kaldırmaya çalıştı, bazı öğrencileri ensesinden tutarak kaldırdı, kaba şeyler söyledi öğrencilere. Sürekli aynı üslubu kullandı. Öğrenciler o sırada şoka girdiği için görüntü alamadı, her şey çok hızlı olup bitti zaten. Müdür ise o sırada öğrencileri disiplinle tehdit etti."

BirGün'den Sarya Toprak da sosyal medya hesabından, özellikle kız öğrencilerin müdür yardımcıları tarafından tehdit edildiğini duyurdu.

Lise öğrencileri bugün okul çıkışında basın açıklaması yapmayı planlıyor.

Tehditler savuran müdür HÜDA-PAR'ı ziyaret etmiş

Şehremini Anadolu Lisesi’nin 18 Aralık 2023'te göreve başlayan müdürü Vedat Yüksel'e ait olduğu söylenen ve artık aktif olmayan sosyal medya hesabından paylaşılanlara göre, Yüksel 2018 yılında Sultangazi İHH adına HÜDA-PAR'ı ziyaret etmiş. Yüksel bir paylaşımında da "Jakoben kemalistler ülkedeki bütün ideolojik çatışmaların müsebbibidirler" yazmış.

a
b
                                                                ***

Müdür yardımcısından eylem yapan öğrenciye tehdit: 'Sana acıdığımız için hâlâ bu okuldasın'

Beşiktaş Anadolu Lisesi öğrencileri sürgün edilen öğretmenleri için oturma eylemi yaptı. Öğrencileri derse girmeye ikna edemeyen müdür yardımcısı tehditler savurdu. Bir öğrenciye "Sana acıdığımız için bu okuldasın" dedi.
Beşiktaş Anadolu Lisesi öğrencileri sürgündeki öğretmenleri için 11 Nisan'da eyleme başlamıştı.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın proje okul uygulaması kapsamında yaptığı son atamalar, ülkenin en köklü liselerinde öğretmen krizine yol açtı. Birçok öğretmen görevden alınarak norm fazlası ilan edilirken, öğrenciler dersleri boykot etti, mezunlar ve veliler okul kapılarında nöbete başladı.

Lise öğrencileri eylemlerini bugün de sürdürdü.

Beşiktaş Anadolu Lisesi'nde müdür yardımcısı Barış Arslan, eylem yapan öğrenciye "Bu okul sana acıdığı için sen hâlâ bu okuldasın, sokakta kalma diye biliyorsun değil mi?" ifadesini kullandı.

BirGün Gazetesi, o anların yer aldığı videoyu yayınladı.

https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-04/bal.mp4

Tepki görünce tehdide sarıldı

Videonun yaygınlaşması üzerine müdür yardımcısı öğrencileri tehdit etti. Yolladığı mesajda şu ifadeleri kullandı: "Şahsım ile ilgili olduğu iddia edilen videoyu çeken ve yayınlayanlar okul araç giriş kapısında bulunan güvenlik kamerasından tespit edilerek gerekli bütün yasal işlemler yerine getirilecektir."

                                                         ***

Gençlik gelecek -Fatih Yaşlı-

"Bu kuşatılmışlığa rağmen gençlik yine ayakta. Sorunlarının temelinde siyasetin bulunduğunu biliyor ve ona müdahale etmeye çalışıyorlar, dolayısıyla aslında politikler."

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’nin açıkladığı verilere göre 1 Nisan’da 17 yaşındaki çocuk işçi Yakup Taşar Antalya Gazipaşa’da çalıştığı işyerinde intihar ederek yaşamına son verdi. 

7 Nisan’da yine 17 yaşındaki bir çocuk işçi olan Mehmet Özarslan Kayseri Sarıoğlan’da çalıştığı kum ocağındaki iş makinesinin yağ bakımını yaparken Kızılırmak nehrine düştü, cansız bedenine 26 saat sonra ulaşıldı. 

13 Nisan’da 14 yaşındaki Suriyeli çocuk işçi Yusuf Mısri Konya Beyşehir’de sondaj kuyusu çalışması esnasında sondaj makinesinin borusunun yerinden çıkarak yüzüne çarpması nedeniyle hayatını kaybetti. 

Ve 14 Nisan’da 14 yaşındaki çocuk işçi Abdurrahman Özkul çalıştığı plastik geri dönüşüm tesisinde makineye kaptırdığı kolunun omuz hizasından kopmasıyla yaşamını yitirdi. 

Çocuk işçiliği, intiharlar, iş cinayetleri… Bunların hiçbiri tesadüfen yaşanmıyor, hepsi Türkiye’nin sermaye düzeniyle, hepsi Türkiye sermaye sınıfının çıkarlarıyla ilgili.

Türkiye’yi ucuz emek üzerinden ve ihracat temelli bir şekilde uluslararası kapitalizme eklemlemenin sonucu sadece düşük ücretler ve derin bir yoksullaşma değil, çocuk işçiliği, uzun çalışma saatleri, sendikasızlaştırma, güvencesiz çalışma, güvenliksiz çalışma ve iş cinayetleri oldu; kapitalizm Türkiye’yi devasa bir emek cehennemine dönüştürdü yani. 

Bu tablo sadece “mavi yakalılar” için geçerli değil elbette; belki iş cinayetleri ile mavi yakalılar kadar sık karşılaşmıyorlar ama “beyaz yakalılar” da yaratılan emek cehenneminin bir parçası artık. Asgari ücrete yakınsayan maaşlarla, her an işten çıkarılma korkusuyla ve ağır sömürü koşullarına mahkûm edilmiş bir şekilde yaşıyor onlar da. 

19 Mart sonrası sokağı açanların gençler ve özellikle üniversiteli gençler olması şaşırtıcı değildi bu nedenle; eğitimin çökertilmesi, her yere açılan apartman üniversiteleri, sefalet derecesine varan bir yoksulluk, mezun olunca iş bulamama kaygısı, liyakatsiz ve torpile dayalı mülakatları, iş bulunsa bile asgari ücret seviyesinde bir maaş… 

O barikatlara yüklenilirken mesele ne tek başına İmamoğlu’ydu ne de ülkenin seçimsizleştirilme sürecine sokulması. Bunlar birer kıvılcım işlevi görerek ateşi tutuşturdu ama esas mesele bizzat yaşanan hayatlar, bizzat içerisinde yaşanan yoksulluk, bizzat iliklere kadar hissedilen bugünsüzlük ve yarınsızlıktı. Öfke oradan birikmişti ve açığa çıkmak için beklediği anı bulunca tereddütsüz bir şekilde “buradayım” dedi.

Pazartesi itibariyle üniversiteli gençliğin yanına liseli gençler de eklendi. Öğretmenlerinin sürgüne gönderilmesi bardağı taşıran son damla oldu ve ülkenin dört bir yanındaki onlarca okulda binlerce liseli eylem yaptı. 

O öğrencilerden birinin okuduğu basın açıklamasına “bugün burada yalnızca birkaç okulun meselesi için değil memleketin geleceği için toplandık” diyerek başlaması, liseliler için de tek başına meselenin öğretmenlerine sahip çıkmak olmadığını gösteriyordu, okul bahçelerinde memlekete sahip çıkmaya dair bir irade vardı. 

Öyle ki kimi liselerde “Boyun eğme, memleket sahip çık” sloganı “Boyun eğme, okuluna sahip çık” ya da “Boyun eğme, öğretmene sahip çık” şeklinde atılıyor, okul bahçelerine o sloganın yazdığı pankartlar asılıyordu. Yani liseli gençlik okuluna sahip çıkma iradesiyle memlekete sahip çıkma iradesini birleştiriyor, buradan yeni bir yol açıyordu.  

Türkiye’de tarihsel olarak bakıldığında gençlik hep bir buzkıran rolü üstlendi. Osmanlı’daki ilk muhalif akımın mensuplarına Jön Türkler, yani Genç Türkler adı verilmişti. Hürriyet kavramını, vatan kavramını ilk onlar getirdiler memlekete, ilk günlük gazeteyi onlar çıkardılar, ilk tiyatro oyununu onlar sergilediler. Osmanlı’nın ilk anayasasını onlar yazdılar, ilk parlamento onlar sayesinde açıldı. 

Abdülhamid ilk fırsatta hepsini sürgüne gönderse de ikinci kuşak Jön Türkler, yani İttihatçılar “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet” diyerek 1908’de 30 yıllık istibdat rejimine son verdiler, askıya alınan anayasayı yeniden yürürlüğe soktular, kapatılan parlamentoyu yeniden açtılar. Karşı-devrimci 31 Mart ayaklanması patlayınca da ayaklanmayı bastırıp Abdülhamid’i tahttan indirdiler. 

1950’lerin sonlarına doğru Menderes’in karşısına dikilenler de yine gençlerdi. 27 Mayıs sadece bir “genç subaylar” hareketi değildi; gençlik, başından sonuna kadar hep sürecin içerisinde oldu, on yıllık iktidar, sivil ve asker gençlerin öncülüğünde devrildi. 

Türkiye’nin 68’inin önünü de gençlik açtı; gençliğin üniversite boykotlarıyla işçi eylemleri iç içe geçti; Deniz’ler, Mahir’ler o zamandan bu zamana birer halk kahramanı olarak efsaneleştiler. 70’ler Türkiye’sinde de benzer bir şekilde toplumsal uyanışın başını öğrenciler ve gençler çekti, faşist terörün öncelikli hedefi onlar oldu, cinayetler, katliamlar birbirini izledi.  

Bir sermaye darbesi olarak 12 Eylül işçi sınıfıyla birlikte en çok öğrenci gençliği vurdu. YÖK bunun için kuruldu, Türk-İslam sentezi bunun için resmi ideoloji haline getirildi, tarikatların, cemaatlerin önü bunun için açıldı, köşe dönmecilik, rüşvetçilik, ahlaksızlık hep bunun için palazlandırıldı. 

AKP de gençlikten çok korktu, “dininin ve kininin sahibi” nesiller yetiştirmeyi önceliği haline getirdi, 8 yıllık kesintisiz eğitimi kaldırıp yerine 4+4+4 uygulamasını yürürlüğe soktu, imam-hatip okullarını pıtrak gibi çoğalttı, tarikatları, cemaatleri eğitimin merkezine yerleştirdi, onlarla protokoller imzaladı, okulların kapılarını sonuna kadar gericiliğe açtı. 

Eğitimin piyasalaştırılıp paralı hale getirilmesine dinci gericiliğin eşlik etmesi, yoksul halk çocuklarının önünü kesti, iyi okullara gitmeleri daha da zorlaştı, derinleşen ekonomik krizle birlikte okulu bırakanların, çocuk yaşta çalışmaya mecbur kalanların sayısı arttı, kız çocukları evlenmeye zorlandı, ömürleri çalındı.

Ama işte bugün, her şeye rağmen, bu cendereye, bu kuşatılmışlığa rağmen gençlik yine ayakta. Elbette ki önemlice bir kısmı bizim anladığımız anlamda politik değiller, yani belirli bir dünya görüşüyle, belirli bir ideolojiyle hareket etmiyorlar, siyasete dair bildikleri de sınırlı. Ancak sorunlarının temelinde siyasetin bulunduğunu biliyor ve ona müdahale etmeye çalışıyorlar, dolayısıyla aslında politikler.

Üstelik hem üniversite hem lise eylemlerine ruhunu Türkiye’nin devrimci, ilerici değerleri veriyor. Cumhuriyet’in kazanımlarından tutun da ÇEDES’e, MESEM’e karşı çıkmaya, laiklik, bağımsızlık, aydınlanma savunusundan tutun da halkçı-kamucu bir ekonomi modeli talebine uzanan bir genişlikte sola ait değerler, eylemlerin rengini belirliyor.

Türk-İslam sentezinin on yıllara varan müdahalelerine, atanamamış Goebbels’lerin döküp saçtığı onca paraya rağmen meydanlardaki kültürel hegemonyanın da açıkça sol tarihimizden süzülüp geldiğini görüyoruz. Gündoğdu marşı, Çav Bella, Nazım Hikmet…  Bizim şarkılarımız, türkülerimiz, bizim şairlerimiz ve şiirlerimiz okunuyor sokaklarda.

Bugünü ve yarını çalınan bir kuşağın yıllar sonra kendi kaderini eline almak için ayağa kalktığı, ses çıkardığı günlerden geçiyoruz. Bu tarihsel momenti emekçilerle, yoksul halkla buluşturmak, bugünün yoksulluğuna, adaletsizliğine, zulmüne ortak bir şekilde maruz kalanları, geleceğin eşit, adil, özgür Türkiye’sini kurmak için de ortaklaştırmak, bir araya getirmek durumundayız. Tarihin asıl bilmecesinin yanıtı tam olarak burada gizli.

                                                             /././

soL


Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...