İroni bir değil ki!-Ergin Yıldızoğlu-
Trump rejimi ABD’nin Çin mallarına uyguladığı tarifeleri yüzde 145’e çıkararak, benzer yaptırımlarla AB, Güney Kore ve Tayvan gibi geleneksel müttefiklerini de hedef alarak ABD’nin sınai gücünü, hegemonyasını restore edeceğini düşünüyor. İronik olan şu ki jeopolitik çevrelerde, bu tarifelerin, tam aksi yönde işleyeceğine, bir “ABD sonrası düzene” geçişi hızlandıracağına ilişkin bir kanı güçleniyor.
TARİFELER AMA BİLDİĞİNİZ GİBİ DEĞİL
Geçmişte, ekonomik savunma araçları olan tarifeler Trump döneminde ideolojik silahlara dönüştü. Trump’ın yakın zamanda “Kurtuluş Günü Tarifeleri” olarak adlandırdığı “ekonomik vatanseverlik”, “adil ticaret” gibi kavramlarla süslenen önlemler, küresel entegrasyonu, dünya ekonomisine bağımlılığı kalıcı biçimde yıkmayı amaçlıyor. Ancak tarifelerin, Amerikan işçilerini “küreselleşmecilerden” korumak yerinde ABD’nin küresel liderlik kapasitesinin ekonomik açıdan çöküşünü hızlandıracak olmaları da ironik.
Çin, kritik madenlerin (örneğin galyum ve grafit), mıknatısların ihracatını sınırlıyor. ABD sanayisinin simgesi Boeing’in ürettiği uçakları ve yedek parçaları almayı durduruyor. ABD bonolarını satarak, dolar dışı paralarla ticareti destekleyerek, doların uluslararası egemenliğini zayıflatacak yönde adımları hızlandırıyor, Küresel Güney’le olan ilişkilerini jeopolitik bir zemine taşıyor. Bir zamanlar temkinli, ekonomi odaklı Pekin, şimdi açıkça alternatif bir küresel düzenin altyapısını inşa ediyor: BRICS+, Kuşak ve Yol Girişimi, Yuan üzerinden yapılan enerji anlaşmaları... Hepsi, Washington dışı bir dünyanın temellerini atıyor.
BİR İRONİ DAHA
Tedarik zincirleri de yeniden şekilleniyor. Küresel üretim ağları artık yalnızca Çin’den değil, aynı zamanda ABD denetiminden de uzaklaşmaya başlıyor. Bu dönüşüm, jeopolitik risklere karşı çok merkezli üretim ve yatırım modellerine evriliyor. Örneğin Apple, üretiminin önemli bir bölümünü Hindistan ve Vietnam’a kaydırmaya başladı; Foxconn gibi dev taşeronlar artık Çin’e bağımlı kalmamak adına Güneydoğu Asya’da yeni fabrikalar kuruyor. Japonya, devlet destekli teşviklerle üreticilerini Çin dışına çıkmaya teşvik ediyor. ABD merkezli yarı iletken şirketleri, “CHIPS Act” kapsamında üretimi ülke içine çekerken aynı anda Avrupa ve Tayvan gibi bölgelere yatırım yaparak çoklu bağımlılık ağı kuruyorlar. Almanya gibi ülkeler ise Çin’e ihracat bağımlılığını azaltmak için Hindistan, Endonezya ve Brezilya ile yeni ticaret girişimlerine yöneliyor. Çin de benzer biçimde “iç-döngü” stratejisiyle teknoloji ve üretim süreçlerini yerelleştirmeye, ABD’ye olan teknolojik bağımlılığı azaltmaya çalışıyor. Tüm bu gelişmeler, küresel tedarik zincirlerinin hem fiziksel hem siyasi sınırlar boyunca yeniden çizildiğini gösteriyor ve bu harita artık tek bir süper gücün etrafında kurulmuyor.
Yeni dünya “düzeni” iki kutuplu değil, çok merkezli, parçalı ve belirsiz bir düzensizlik. ABD de artık birkaç ağır oyuncudan biri. Brezilya, Endonezya, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkeler, hem Çin hem ABD ile denge kurmaya, kendi yol haritalarını daha açık biçimde çizmeye çalışıyorlar. Bu dengeleme çabaları ittifakları karmaşıklaştırırken bir küçük çatışmanın büyük güçleri içine çekerek yayılma riskini artırıyor.
Amerika’nın en yakın müttefikleri bile huzursuz. Avrupa, enerji krizleri ve ticaret savaşlarıyla zaten sarsılmışken şimdi de yeşil teknoloji ve otomobil ihracatına getirilen tarifelerle boğuşuyor. Güney Kore ve Japonya, güvenlik açısından ABD’ye, ekonomik olarak Çin’e bağımlılar ve Amerikan siyasetinin öngörülemezliği onları zorluyor. Tayvan ise yarı iletkenlerdeki stratejik konumuna rağmen tarifelere hedef oluyor. Amerika’nın küresel ticaret, iklim ya da güvenlik gibi ortak alanları yönetebileceğine artık kimse inanmıyor.
Trump’ın sloganları, “Amerikan çeliği Amerikan ellerinde olmalı” gibi maço ve nostaljik bir sanayi romantizmi yansıtıyor. Analistler, “güven bunalımı”, “mimari çöküşü” gibi ifadeler kullanıyor. Henüz yeni bir dünya düzeni kurulmuyor, şimdilik, düzenin kendisi çözülüyor.
İronik olan şu: Çin’den ayrışmak isteyen ABD, aslında kendi kurduğu sistemden ayrışıyor. Kendini korumak için ördüğü tarifeler duvarı, günün sonunda onu küresel etki alanından izole ediyor.
1925-2025 (Muhteşem Gatsby) -Ergin Yıldızoğlu-
F. Scott Fitzgerald’ın The Great Gatsby (Muhteşem Gatsby) romanı 10 Nisan 1925’te yayımlandı; önceleri ilgi çekmedi ama bugün, Amerikan edebiyatının ikonik yapıtlarından biri olarak 100. yılı kutlanıyor. Üç kez filme uyarlanan Gatsby, sadece dilinin güzelliği ya da karakterlerinin unutulmazlığıyla değil, W.H Auden’in “Anksiyete Çağı” başlıklı uzun şiirinde betimlediği dönemin atmosferini yakalayabildiği için ilgi çekmeye devam ediyor, edebiyat derslerinde okutuluyor.
Muhteşem Gatsby, çok büyük ama kaynağı belirsiz (yasadışı) bir servete sahip, yeni zengin Jay Gatsby’nin öyküsüdür. Gatsby yıllar önce âşık olduğu fakat artık zengin, hoyrat Tom Buchanan ile evli, Daisy’yi yeniden kazanmak için gösterişli partiler düzenler. Daisy, Gatsby’nin otomobilini kullanırken kazayla kocasının metresini öldürür. Ölen kadının kocası da yanlışlıkla Gatsby’yi öldürür. Tom ve Daisy ise “her şeyi kırıp döktükten sonra paralarına, ayrıcalıklarına, büyük vurdumduymazlıklarına sığınan insanlar” olarak yaşamlarına devam ederler.
GATSBY’DEN TRUMP’A
Fitzgerald, bu romanı, imparatorlukların, dinin ve liberal kapitalizmin artık halkların güvenini yitirdiği iki savaş arası dönemde,1923’te Mussolini rejimi kurulurken Roma’da tamamladı. I. Dünya Savaşı, istikrarlı ilerleme inancını yıkmıştı. Ancak borsalar “uçuyordu”, eşitsizlik derinleşiyordu. 1920’lerin “caz çağı” bu yıkıma bir aldırmazlıkla, Hollywood müzikalleriyle yanıt veriyor, ayrıcalıklı azınlık, uygarlığın yıkıntıları üzerinde dans ediyordu.
Bugün de benzer bir dengesizlik, belirsizlik egemen. Sonsuz, fırsat, refah vaat eden bir ekonomik model, borç, pandemi, iklim krizi, kitlesel yabancılaşma, müstehcen servetler üretti. Şimdi bu modelin dünya sistemi çöküyor, onun yerini neyin alacağını kimse bilemiyor. Sürekli yatırım yapıyoruz, optimize ediyoruz, “heç” ediyoruz, veri topluyoruz, espri yapıyoruz, fantastik filmler, bilgisayar oyunları, komplo teorileri üretiyoruz, hatta dua ediyoruz ama yaşamın nereye “gittiğini”, giderken bizden ne istediğini bilemiyoruz. Bu sırada “adamlar”, ticaret savaşlarıyla, kinetik savaş riskiyle oynuyorlar. Ayaklarımızın altından, zemin sessizce kayıp gidiyor. Boşuna mı “anksiyete çağı” diyoruz.
Böylesi dönemlerde, fantezilerin peşinden gitmek tehlikelidir. Gatsby de geçmişin silinebileceğine, zamanın geri sarılabileceğine ve kişinin kendini yeniden yaratabileceğine inanıyordu. Gatsby, yoksulluk, aile ve savaş gibi geçmişinin gerçeklerinden kopmaya çalıştı. Bugün, Amerika da benzer bir yol izliyor. Yalancı, yasa tanımaz hatta gangster bozuntusu adamlar, plütokratların parasıyla, kitlelerin desteğiyle, devleti ele geçiriyor. Ülkenin tarihindeki ırkçılığı, köleciliği, soykırımı unutturmak, ülkenin hep “mükemmel” olduğunu varsaymak isteyen faşist bir akım kitaplara, kavramlara, “radikal ırk teorisi”ne, üniversitelere savaş açıyor. Bu Amerika da tıpkı Gatsby gibi, geçmişin yükünden kurtulmak istiyor.
AH! O MUAZZAM UMURSAMAZLIK
Fitzgerald’ın fark ettiği, hâlâ yankı bulan şey, böylesi bir amnezinin nasıl derin yaralar açabileceğidir. Roman, bir terk edilmişlikle sona erer. Gatsby, aslında hiç dahil edilmediği bir rüya içinde, “yanlışlıkla” öldürülür. Tom ve Daisy, ürettikleri pisliği başkalarına bırakıp o “muazzam umursamazlıklarıyla” yaşamlarına devam ederler.
Bugün de plütokratlar, hızla ilerlemek, biriktirmek adına, her şeyi kırıp döktükten sonra, ürettikleri pisliği topluma bırakıp o “muazzam umursamazlıklarıyla” yaşamlarına devam ediyorlar. Bugün, ekolojik çöküş, ekonomik güvencesizlik, yükselen faşizm karşısında bize “daha çok hayal etmemiz” söyleniyor. Yeni teknolojiler bizi özgürleştirecekmiş. Yeni liderler her şeyi düzeltecekmiş. Yeter ki arkaya bakmadan hızla ilerleyelim.
Fitzgerald romanında, geleceğin unutma üzerine kurulamayacağını anlatıyor. Bir çağın sonu, sadece yeniden icadı değil, aynı zamanda tarihle, eşitsizlikle, yasla yüzleşmeyi gerektiriyor. Gatsby bunu yapamadı. İnsanlık da henüz yapamıyor.
Great Gasby, Amerika’yı, şatafatlı yaşamı, kapitalizmi yücelttiği, kolay bir cevap ya da bir ahlak dersi sunduğu için değil, toplumsal çelişkileri anladığı için yaşamaya devam ediyor. Yüz yıl sonra bile, hâlâ zamanımızın kitabı olmaya devam ediyor.
/././
Fidan’ın HTŞ’ye İsrail tavsiyesi -Mehmet Ali Güller-
Şam’ı ziyaret eden dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’a Washington’ın taleplerini sıralıyordu: “Şam; direniş eksenine destek vermemeli, Hizbullah’la ilişkisini askıya almalı, Filistinli grupların Suriye’de temsilcilik açmasına izin vermemeli, Golan Tepeleri’nin işgaline karşı uluslararası kamuoyu oluşturmaya çalışmamalı, çözümü ABD-İsrail-Suriye üçlü müzakeresinde aramalı, İsrail ile ilişkilerini iyileştirmeli.”
Esad’ın ABD’ye yanıtı kısa ve net oldu: “Hayır.”
SACHS’IN AÇIKLADIĞI O BELGE
ABD’li ekonomi profesörü ve BM Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri Ağı Başkanı Prof. Dr. Jeffrey Sachs, Antalya Diplomasi Forumu’nda, eski NATO Başkomutanı Org. Wesley Clark’tan aldığı belgeyi anımsatınca ben de Powell’ın Şam ziyaretini anımsadım.
Clark’ın verdiği belgeye göre ABD beş yılda yedi savaş hedeflemişti ve Suriye de o hedeflerden biriydi. 2004 Irak direnişi, 2006 Hizbullah’ın İsrail’i vurması ve 2008’de Putin’in Batı’ya Gürcistan’dan verdiği yanıt, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni geciktirdi. Washington Suriye operasyonunu 2011’de “Operation Timber Sycamore” adıyla başlattı.
Ayrıntılarını “Suriye’nin Sevr’i: Amerikan Koridoru”nda yazdım. ABD operasyon için bir bölge cephesi kurdu. Cephenin en kilit ülkesi Türkiye’ydi. Türkiye muhalif gruplara ev sahipliği yapacaktı, sınırlarını açıp dünyanın dört bir tarafından Suriye’ye cihatçıların akmasını sağlayacaktı, topraklarında ABD’nin muhalif gruplara “eğitdonat” programı uygulamasını sağlayacaktı vb. ABD’nin BOP eş başkanlığını yürüten Erdoğan hükümeti, böylece “Yeni Osmanlı” hayaliyle ABD-İsrail’in planına eklemlendi.
İSRAİL’İN SURİYE’DEKİ HEDEFİ
İsrail, emperyalist ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakoludur. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ile İsrail’in “Büyük İsrail” projesi örtüşüyor.
Suriye’de Esad’ı hedef alan Atlantik operasyonu boyunca, İsrail de kendisine biçilen rolü sergiledi; istihbarat, suikast, sabotaj ve silah depolarının vurulması gibi alt operasyonlarla Esad yönetimini ve Suriye Ordusunu zayıflatıp muhaliflerin işini kolaylaştırmaya çalıştı.
Bu dönemde eski İçişleri Bakanı Gedeon Sa’ar ile emekli asker Dr. Gabi Siboni’nin İsrail Ulusal Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü için hazırladığı “Suriye Devletini Bölmek” başlıklı rapor, Tel Aviv’in hedefini ortaya koyuyordu: “Suriye’nin İsrail için tehdit olmaktan çıkması için Esad’ın devrilmesi ve dört parçalı (Sünniler, Dürziler, Kürtler ve Sünni Araplar) federal Suriye’nin kurulması.” 8 Aralık’ta Esad’ın devrilerek El Kaide kökenli HTŞ’nin Şam’da iktidar olması, İsrail’in o hedefine giden yolda bir virajın daha aşılması demekti.
AKP’NİN SURİYE POLİTİKASI İSRAİL’E YARADI
Kısacası AKP hükümetinin izlediği çizgi, Suriye’de İsrail’in önünü açtı. İktidar bu gerçeği perdelemek için “İsrail-Esad ortaklığı” yalanına bile sarılmış durumda. İşte Prof. Dr. Jeffrey Sachs’ın Antalya Diplomasi Forumu’ndaki “Savaş Esad yüzünden çıkmadı” özetli belgeli ve ABD-İsrail ikilisini mahkûm eden konuşması, bu nedenle iktidarı rahatsız etti; günlerdir Sachs’ın açıkladığı gerçeklere karşı “tez üretmeye”, Esad karşıtlıklarını sergilemeye devam ediyorlar.
Gerçek ortada: İsrail, 8 Aralık’tan önce sadece Golan Tepeleri’ndeydi; HTŞ’nin iktidarında ise işgal ettiği toprakları genişletti ve “çıkmayacağım” diyerek adım adım yerleşiyor.
‘HTŞ İSRAİL’LE ANLAŞMAK İSTİYORSA...’
Geniş analize gerek yok. Gerçek basit ve sadedir her zaman.
2011’den önce Beşşar Esad Türkiye’nin dostuydu. Ankara Mutabakatı ile terör baskılanmıştı. Suriye’de İsrail yoktu. Esad İsrail karşıtı bölgesel cephenin önemli bir aktörüydü.
8 Aralık 2024’ten sonraki Suriye: ABD, PYD ile HTŞ arasında anlaşma sağladı. PKK/PYD, SDG olarak Suriye devletine ortak oluyor. İsrail Suriye topraklarını işgal edip yerleşmiş durumda; kuzeyde Kürtlere, güneyde Dürzilere destek veriyor. Federal Suriye hedefine ulaşmak için, 8 Aralık’tan önce hava operasyonlarıyla önünü açtığı HTŞ’yi bu kez baskı altında tutmaya çalışıyor. ABD yaptırım kartı üzerinden HTŞ ve Suriye devletini İsrail’i tanımaya zorluyor.
AKP mi?
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 4 Nisan’da Reuters haber ajansınaverdiği röportajda şöyle diyordu: “Suriye İsrail ile belirli anlaşmalar yapmak istiyorsa bu onların işidir.” Powell, “İsrail’i tanı ve anlaş” diye Esad’ı tehdit etmiş, “hayır” yanıtı almıştı. 20 yıl sonra Şam’da Esad yok, HTŞ var ve AKP HTŞ’ye “İstiyorsan İsrail’le anlaş” diyor.
Esad’ı neden yıktılar?!
Trump’ın ‘ara güç’ taktiği mi?-Mehmet Ali Güller-
ABD aynı anda hem Rusya’yla hem İran’la müzakere yürütüyor. Bu iki müzakere sorunlara gerçekten çözüm arama amaçlı mı yoksa Washington’un baş rakibinin müttefiklerini “ara güç yapma” hamlesi mi?
ABD’nin asıl hedefi, baş rakibi Çin sonuçta. Bunu yaparken de Çin’in müttefiklerini azaltmak istediği elbette düşünülebilir. Nitekim AB’yi dışlamak pahasına Rusya’yla başlattığı normalleşme, çoğunlukla “tersine Kissinger stratejisi” olarak yorumlandı.
Trump’ın hem Doğu Avrupa’daki hem Ortadoğu’daki temel meseleleri iyi kötü bir çözüme bağlayarak Çin’e karşı daha net harekete geçmek istediği anlaşılıyor.
RUSYA VE İRAN ÇİN’E SIRTINI DÖNMEZ
Peki Moskova ve Tahran, Çin’e arkasını döner mi? İşte Washington’un yürüttüğü stratejinin açmazı burada: Putin ve Hamaney, ABD’yle “normalleşmek” pahasına Çin’e sırtını dönmez ama Trump’ın bu çabasından fazlasıyla yararlanırlar.
Öte yandan Trump’ın izlediği çizgi, Çin’in müttefiklerini ara güç yapmaya çalışırken ABD’nin müttefiklerini ara güce dönüştürebilme olasılığı da taşıyor. Transatlantik bir çatlaktan bahsedebiliriz; bu çatlağın AB’yi özellikle ABD’nin başlattığı küresel ticaret savaşı nedeniyle Çin’le daha yakın olmaya itebileceğini söyleyebiliriz.
Kısacası süreçler karmaşık ve öngörülemez nitelikte. Çünkü yeni bir düzenin doğum sancılarını yaşıyoruz.
ABD’NİN RUSYA VE İRAN’LA MÜZAKERELERİ
ABD’nin Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Wittfof geçen hafta önce Moskova’da Vladimir Putin’le görüştü, ardından da Umman’da İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi ile. Her iki görüşme de olumlu nitelendi: Kremlin, Moskova’daki 4 saatlik Putin-Witkoff görüşmesinden sonra yaptığı açıklamada “Ukrayna krizinin çözümü, çeşitli yönleriyle ele alındı” dedi. Beyaz Saray ise görüşmeyi “Ukrayna’da ateşkes ve nihai barışa yönelik müzakerede yeni bir adım” diye değerlendirdi. Umman’daki ABD-İran “dolaylı” görüşmesi için Tahran “iki taraf da kabul edilebilir bir anlaşmaya doğru ilerlemekte istekli” derken Beyaz Saray “görüşmeler çok pozitif ve yapıcı geçti” dedi.
Güzel. Ukrayna’da barış ve İran’la normalleşme, elbette Türkiye’nin de çıkarına.
NEDEN WİTKOFF?
“Müzakereci” açısından bu görüşmelerde bir tuhaflık vardı. Tamam, ABD’nin Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witfoff, İran’la “nükleer meseleleri ve yaptırımları” konuşacak en doğru kişi. Adı üstünde, görevi ABD’nin Ortadoğu işleri... Ama Witkoff’un aynı zamanda Putin’le müzakere eden kişi de olması tuhaf değil mi?
Rusya’yla neden ABD’nin Ortadoğu Özel Temsilcisi görüşür?
Kaldı ki ABD’nin “Ukrayna ve Rusya Özel Temsilcisi” sıfatını taşıyan görevlisi var: Keith Kellogg. Ama nedense Washington, Rusya’yla ilgili görevlisi yerine Ortadoğu’yla ilgili görevlisi üzerinden Moskova’yla müzakere etti.
Kellogg’un çok tartışılan ve sonradan “Sözlerim çarpıtıldı” dediği “The Times röportajı” mı nedeni? Sanmıyorum. O röportaj gazete tarafından “Ukrayna, savaş sonrası Berlin gibi bölünebilir” başlığıyla verildi ve haliyle tepki gördü. Ama aslında Kellogg bir gerçeğe, olası bir sonuca işaret ediyordu röportajında: “Ukrayna’nın batısına ‘güvence gücü’ olarak İngiltere-Fransa yerleşecek, doğusunu Rusya kontrol edecek. Ukrayna ve Rusya askerleri karşılıklı 15 km geri çekelecek ve ortada 30 km genişliğinde bir tampon bölge oluşturulacak.”
TRUMP’IN TERCİHİ DEĞİL ZORUNLULUĞU
Sonuç olarak Washington’un Moskova ve Tahran’la müzakerelerinin olumlu sonuçlanıp sonuçlanmayacağı net değil ama ABD’nin muhataplarını müzakere masasına oturtan değil müzakere masasına kendi oturan olması önemli.
Rusya’da ABD açısından sürdürülemez bir durum vardı, Biden’ın “uzun savaş” stratejisi Rusya’yı caydırmaktan uzaktı. Trump için Putin’le barış aramak bir tercih değil zorunluluktu. Aynısı Tahran için de geçerli. Trump İran’ı müzakere masasına önce şartlı oturtmak istedi ama tehdit dolu mektubu reddedildi. Ardından “doğrudan müzakere” dedi ama Tahran’ın “doğrudan değil, dolaylı müzakere”sini kabul etmek zorunda kaldı.
Tablo, çok kutuplu dünya inşasında inisiyatifin Küresel Güney’e geçtiğini göstermektedir. Kuşkusuz süreç uzun ve inişli çıkışlı olacak, ileri ve geri adımlar atılacak, zikzaklar yaşanacak ama 500 yıllık bir dönemin kapanmakta olduğunu net bir şekilde söyleyebiliriz.
Fidan’ın İngiltere’yle ortaklık formülü -Mehmet Ali Güller-
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan bugünlerde yoğun. Bir yandan uluslararası ajanslara röportajlar veriyor, bir yandan da Türkiye’deki televizyonlara. İsrail’le “çatışmasızlık mekanizması” kurulması için yapılan teknik müzakerelerden ABD İran müzakerelerine, Trump’ın gümrük vergilerini artırmasından Ukrayna’da barış masası aranmasına kadar hemen her konu Fidan’ın gündeminde var. Hatta CHP ve Saraçhane eylemleri bile...
İki konu hariç: Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ın Güney Kıbrıs’a büyükelçi ataması ile Katar’ın İsrail’le ortak tatbikat yapması!
FİDAN’IN KIRMIZI ÇİZGİSİ!
Hakan Fidan, CNN Türk’teki canlı yayında CHP ve Saraçhane eylemlerine değindi. Anımsayacaksınız, CHP Genel Başkanı Özgür Özel, iktidardan kendilerine yapılan “Amerikancı, İngiltereci” suçlamaları karşısında, “asıl sizsiniz mandacı” demişti. Fidan da sosyal medyadan Özgür Özel’e “Haddini bil” diye başlayan bir yanıt vermişti. Konu hakkında yeniden konuşan Fidan, ilginç bir yaklaşım sergiledi. “Mandacı” gibi sıfatların siyasetin konusu olmaması gerektiğini savunan Fidan, “Bazı konular kullanılmaz, bazı ifadeler kırmızı çizgidir” dedi.
‘İNGİLTERE-TÜRKİYE ÇEKİM MERKEZİ’
Fidan normalde haklı ama iktidarın bakanı olarak haksız. Zira iktidarın herkese her şeyi söylediği, muhalefete sürekli “vatan haini” dediği, hatta kendisine oy vermeyen seçmeni “terörist” ilan ettiği şartlarda, Fidan’ın “ama manda kırmızı çizgidir” demesi, diplomatik bile değil!
Gelelim asıl konumuza...
Fidan’ın TV100’deki canlı yayın söyleşisinde önümüzdeki dönemi ilgilendiren çok dikkat çekici bir yaklaşımı vardı. Konu, Avrupa’nın güvenlik mimarisi. Avrupa’nın, “ABD’nin olmadığı yeni bir güvenliklik mimarisi geliştirdiğini” belirten Dışişleri Bakanı Fidan, bunun Türkiye için fırsat olduğunu, “Türkiye’nin rolünün parametrelerinin ve çarpan katsayısının değiştiğini” söyledi.
Bu, AKP hükümetinin bir süredir izlediği yeni bir çizgi zaten. Ufuk Ötesi’nde, Erdoğan’ın “Türkiye’siz Avrupa güvenliği mümkün değil” sözlerinden hareketle incelemiştik.
Fidan, yeni argümanlarla bu girdikleri hattı biraz daha netleştirmiş. Örneğin “Türkiye AB’ye alınsaydı, İngiltere AB’den çıkmazdı” diyor! “Türkiye ve İngiltere AB’de olsaydı, AB dış politika ve güvenlik mimarisini daha erken oluştururdu” diyor!
Ve asıl önemlisi, Fidan “İngiltere ve Türkiye ile bazı Avrupa ülkelerinin birlikte bölgede kendi çekim merkezini oluşturacağını” savunuyor.
İNGİLTERE’NİN GÜVENLİK KOALİSYONU GİRİŞİMİ
Fidan açıkça İngiltere’yle yeni türden bir ortaklık formülü ortaya koyuyor. Ama bu formülün patentinin Ankara olmadığını belirtelim.
Bu aslında Londra merkezli bir girişimdir ve Ukrayna için “güvenlik koalisyonu” oluşturmak üzere İngiltere Başbakanı Keir Starmer tarafından ortaya atılmıştır. Bu konuda çeşitli düzeylerde sivil ve askeri toplantılar da yapıldı, yapılıyor.
İktidar, İngiltere’nin bu çabasını fırsat görüyor, İngiltere’yle ortaklık rolünü, etkisini içeriye de taşıyabileceği, bir dış politika dayanağı olarak hesaplıyor.
Sonra da muhalefete “Amerikancı, İngiltereci” diyor!
TÜRKİYE’YE İKİ TUZAK
Oysa konu Türkiye açısından kritik önemde ve tuzaklarla dolu.
Birinci tuzak şu: Gerek İngiltere’yle ortaklık formülü gerekse Fransa’nın savunduğu AB üyesi olmayan Avrupalıları da dahil ederek inşa edilecek yeni güvenlik mimarisi, Rusya’yı hedef alıyor. Yani İngiltere’nin güvenlik koalisyonu da AB güvenlik mimarisi de Türkiye’yi Rusya’yla karşı karşıya getiriyor.
İkinci tuzak da Karadeniz: “Avrupa’nın savunması Karadeniz’deki güç dengesi dikkate alınmadan düşünülemez” diyen Fransa Savunma Bakanı Sebastien Lecornu’nun bakışı Washington ve Londra’nın bakışıyla da örtüşmektedir. Bu bakış, Karadeniz’i uluslararası deniz yapmayı ve ABD ile Avrupalı ülkelere sınırsızca açabilmeyi hedeflemektedir. Bu ise her şeyden önemlisi, Montrö Sözleşmesi’nin delinmesi demektir.
Sonuç olarak Karadeniz’in statükosunu bozacak ve Türkiye’yi Rusya’yla karşı karşıya getirecek bir güvenlik ortaklığı girişimi, yeni bir Türk dış politikası olarak savunulamaz ve ulusal çıkarlar nedeniyle kabul edilemez niteliktedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder