T-24 "Köşebaşı + Gündem" -17 Nisan 2025-

 


Magna Carta -Ahmet Çelik Kurtoğlu-

Türkiye’de sorun, mevcut Cumhurbaşkanı'nın 2028’de yapılacak seçimde yeniden aday olabilmesi için Anayasa'da bunu düzenleyen maddenin değiştirilmesi. Şu anda ülke ekonomisinin, hukukunun, yurttaşların sorunları ilgi beklerken, günler, haftalar, aylar bunun tartışılması için harcanıyor

Magna Carta

Magna Carta ilkeleri

Aylardır, hatta doğru yönetim (governance) ilkesini gündeme getireli beri, yıllardır, bıkmadan usanmadan tekrarladığım Magna Carta 1215 konusunun geçen hafta Kral III Charles tarafından İtalyan parlamentosunda da altı çizilerek tekrarlandığını okuyorum. Adolf Hitler’in propaganda bakanı Goebbels yalan söyle, bir daha, bir daha tekrarla, sonunda inanırlar demiş; bu ilkenin gündelik siyasette doğru olduğuna kuşku yok, ama hukukun, adaletin, tarafsızlığın esas olduğu ülke yönetiminin henüz yeterince beimsenmediğini görüyoruz. Demek ki yetmiyor, imanla devam etmeli tekrara.

Siyasetçinin sorunu

Kimi siyasetçi yeniden cumhurbaşkanı seçilebilmek için, kimisi mevcut dünyada benzeri görülmemiş sahipsiz, kimseye hesap vermeyen rejimi değiştirmek için anayasa değişikliğini savunuyor. Bunu ilk yapan V.Putin’di, ardından Xi Jingpin geldi. Şimdi D.Trump başladı. Herhalde sırada Macaristan Başbakanı Orban ve Hindistan başbakanı Narendra Modi var.

Türkiye’de sorun, mevcut Cumhurbaşkanı'nın 2028’de yapılacak seçimde yeniden aday olabilmesi için Anayasa'da bunu düzenleyen maddenin değiştirilmesi. Şu anda ülke ekonomisinin, hukukunun, yurttaşların sorunları ilgi beklerken, günler, haftalar, aylar bunun tartışılması için harcanıyor. Ülkenin ana sorunları, eğitim, binlerce doktorun Almanya’ya ve başka Avrupa ülkelere göçmesinin ardından karşılaşılan sorunlar konuşulmuyor.

Geçen hafta dinlediğim sağlıkla ilgili iki olay tüyler ürperticiydi. Üstelik olayı anlatan kişi sorunu sağlık bakan yardımcısı düzeyine kadar çıkarmış, yine çözülememişti. Bir başka yakınımın annesi dizkapağı protezi ameliyatı için iki yıldır devlet hastanesinden randevu bekliyor. Son bir haftada yatmak için gelip, eli boş dönerken harcadıkları para, gelirlerinin hayli üstünde.

Her şeyin karşılığı var: Bedava ekmek (Josephine Paris’’inde brioche) ve karşılığı:

Tüm siyasi rejimlerin temelinde Roma uygarlığı olduğunu unutuyoruz. İki bin yıl önce Romalı şair Decimus Junius Juvenalis (“Juvenal”) bedava ekmek (rüşvet) ve gladyatörlerin savaşarak birbirini öldürdüğü siyaset olayını eleştirmiş. Siyasetçi böylece toplumun rahatsızlığını ona eğlence sunarak gideriyormuş. Cem Uzan’ın seçim kampanyasını anımsıyor musunuz, gladyatör kavgası yerine stadyumlarda bedava konser ve benzeri eğlencelerde sandviç dağıtarak yapmıştı bunu. Sonuç aldı, kurduğu parti birkaç ay içinde fena oy almadı. Demek ki, Juvenal’in şiirlerini okumuş, veya okumak gerekmiyor, beyindeki nöronlar farklı zamanda ve yerde de olsa doğru davranışı buluyor.

Geçen yıllarda sık sık siyasetçinin Karadeniz bölgesinde çay yetiştiricisine çay dağıttığına tanık olmuştuk. Siyaset meydanında kullanılan daha açık bir rüşvet mekanizması oy satın almak. ABD bu konuda dünya genelinde birinci sırada yer alır. Birkaç hafta önce Wisconsin eyaletinde yüksek mahkemeye üye seçiminde muhafazakar yargıcın seçilmesi için E. Musk’la G. Soros ve öteki iş adamlarının 100 milyon dolar dağıttıkları yazıldı. 2014 başkanlık seçimlerinde ise adayların 1.6 milyar dolar topladıkları, bunun 1.3 milyar dolarının seçim kampanyasında harcandığı yazıldı.

Demokrasinin finansmanı

ABD’de yasa bu harcamaların açıklanmasını gerektiriyor. Yani bu sayılar dedikodu ürünü değil, resmi bilgiye dayanıyor. Bu gibi olaylar her ülkede oluyor, yani seçmen iradesi, tercihi zannedildiği gibi bağımsız olarak oluşmuyor, seçmen politikacıyı bir görev için seçerken, ona görev veriyor, aynı zamana çıkar yaratıyor.

Bir iş üzerinde çalışırken Cenevre’de o vakitler Rusya politikasında ön sırada olan bir politikacının danışmanıyla konuşurken, ailesinin İtalya’da yaşadığını, kendisinin patronunun seçim finansmanı için Avrupa’nın çeşitli merkezlerinde bulunan Ruslardan veya Rusya’da menfaati olan kişilerden katkı topladığını, bunun için özel uçak kullandığını, toplanan nakit parayı uçakla Rusya’ya taşıyıp, belirli yerlere dağıttıklarını anlatmıştı. [1] Hatta, özel uçak sahibi olmanın ekonomik olması için iki uçak gerektiğini, uçaklardan biri siyaset için uçarken, ötekinin ticari amaçlı uçarak, ikisinin giderini karşılayacak geliri yarattığını söylemişti.

Amerikan ekonomisi ne kadar sağlam?

Ülke hazinesinin iflasından söz etmişken ABD’ni unutmamak gerekir. Bugün dünyada ülkelerin toplam borcu 300 trilyon dolar. Bunun 28 trilyonu ABD’ne ait. ABD devletinin toplam borcunun, ABD ekonomisinin yarattığı katma değere oranı yüzde 124. Bu oran Japonya için bunun iki katı, Singapur’da yüzde 173, Yunanistan’da yüzde 149, İtalya’da yüzde 128. Türkiye’nin dış borç oranı son yıllarda yüzde 36 ile yüzde 43 arasında değişiyor. Bu oran 2001’de yüzde 71’e ulaşmıştır. Ülkelerin yurdiçi ulusal hasılası, yani yarattığı katma değer büyüdükçe, dış borçlanması da artmaktadır. Çünkü tıpkı şirketler gibi, fazla üreten ülkenin dış borç ödeme kapasitesi de yükseldiği için daha fazla borçlanabilmektedir. D.Trump, ABD’ni ticaret savaşına sokmaktan çekinmemektedir, çünkü ABD’nin ihracatı ve ithalatı, dünya ticareti içinde payı yüzde 27’dir. İhracatın toplam ticaret içindeki payı yüzde 17, ithalatın payı ise yüzde 15.6’dır

Makineyi yağlamak gerekir!

“Rüşvet” vermek de almak da doğru değil. Rüşvetin amacı, verilen kişinin iradesini veren kişinin isteği, menfaati doğrultusunda etkilemektir. Bu bazen küçük hediyeler yoluyla, bazen yasaya aykırı olan bir şeyi yaptırmak için, bazen de alanın aksi halde kuralları ters yorumlayarak verenin hakkını reddetmesini önlemek için verilir. Hatta kimileri bunu rüşvet verenin kazancının zekatı olarak dahi değerlendirebilir. Kısaca amaç bilgi ortamını bozmak, rasyonel gelişmeleri önlemektir. Siz dilediğiniz gibi yorumlayın.

Siyasetin dili

Naomi Klein, Kanada’lı ve sol görüşleri seslendiren, kendi doğruları o yönde oluşan ünlü bir yazar. Birçok kitabı var. 2024’te yayınlanan son kitabı [2] “No Is Not Enough”ta D.Trump’ın yönetim anlayışını, kişiliğini tartışıyor. Kitabını Trump’ın devirmek için yazmadığını, şirketler sektörünün bunu zaten yaptığını söylüyor. Ülkemizin içinde bulunduğu talihsiz durumdan yakınırken, buraya gelirken ekonomiye hükmedenlerin, şirketlerin sustuğunu söylemiyor muyuz? Siyaset oyunu pazarda alış verişten farklı değil. N.Klein, D.Trump’ın siyaset yapma tarzını incelerken, Dünya Güreş Eğlencesi (World Wrestling Entertainment) ağının üyesi olduğunu hatırlatıyor ve başkanlık seçiminde diğer adaylarla ilişkisini anlatırken, güreş müsabakalarında kullanılan hitap şeklinden “yalancı Hillary, yakalayın, kapatın onu; uykucu JOE” gibi örnekler veriyor. Ülkemizde bugün Hakaret, aşağılama yüklü hitapları aynı şeyleri duymuyor, yaşamıyor muyuz? Demek, ister İngilizce, ister Fransızca veya Türkçe, siyasetin ana dili ortak.

Ütopya mı?

N.Klein, “No is Not Enough”da Martin Luther King’in 1967’de Vietnam savaşına ilişkin olarak şunu söylediğini hatırlatıyor: ”Hızla “şey, madde” odaklı toplumdan,” insan” odaklı topluma geçmeliyiz. Kâr, makine, bilgisayar, insandan daha önemli olarak değerlendirildikçe, ırkçılık, maddecilik ve materyalizmin üstesinden gelinemez.”

Doğruluğu tartışılamayacak bir ifade, ama böyle bir dünyanın finanse edilebilmesi için gereken fazlayı-surplus- nasıl yaratacağız. Birleşmiş Milletler iki büyük savaştan sonra kavgasız bir dünya için kuruldu, güvenlik konseyinde ABD liderliğinde, veya Çin liderliğinde kullanılan veto, barışı engelliyor. N.Klein’ın kitabını Trump’ı devirmek için yazmadığını, şirketlerin, kapitalizmin bunu zaten yaptığını not etmiştim. Çin ve “Köprü ve Yol girişimi” fayda üretebilir mi?[3]


[1] Rusya devleti iflas etmişti, elinde Rus hazine kağıtları bulunanlar bunlardan kurtulmak istiyordu, bir dolarlık kağıdı 2 cent’e satmaya hazırlardı ve bunun alıcısı da vardı. Beni de böyle bir alış verişte yatırımcıyı , yani İsviçre bankasını temsil etmek üzere davet etmişlerdi. Sonunda iş olmadı, Moskova’da Bakanın daçasındaki müzakere heyecanı kazancım oldu. Hayatta hergün yaşanmıyor böyle şeyler.

[2] Klein, Naomi; No Is Not Enough, Haymarket Books, 2024

[3] Kırımlı, Cevdet Kadri,” Çin’in istediği bir gözdü Trump verdi iki göz!” T24; 14 Nisan 2025

                                                             /././

Ocak-Mart dönemi bütçe verileri açıklandı…-Murat Batı-

ÖTV genel toplamı geçen yıl aynı döneme göre yüzde 39 oranında artmış.

Hazine ve Maliye Bakanlığı kendi internet sitesinde 2025 yılı Ocak-Mart dönemi bütçe gerçekleşmelerini 15 Nisan Salı günü yayımladı. Aşağıda detaylı şekilde göreceğiniz üzere vergi gelirlerinin yüzde 54,33’ü KDV ve ÖTV tahsilatı oluşturmaktadır.

Dolaylı vergilerin payı Ocak-Mart döneminde yüzde 71,71; dolaysız vergilerin payı ise yüzde 28,29 gerçekleşti. Ancak gelir vergisinin ilk taksitinin son günü 7 Nisan’da, kurumların ise Nisan ayında olması münasebetiyle bu oran kompozisyonu Mayıs ayı verileriyle birlikte değişecektir.

2025 yılı Ocak-Mart döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 3 trilyon 117,6 milyar TL, bütçe gelirleri 2 trilyon 406,8 milyar TL ve bütçe açığı 710,8 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Diğer kalemlerin akıbetini ise aşağıda izah etmeye çalışayım.

2025 Mart ayı bütçe gerçekleşmeleri

2025 yılı Mart ayında merkezi yönetim bütçe giderleri 1 trilyon 27,7 milyar TL, bütçe gelirleri 766,3 milyar TL ve bütçe açığı 261,5 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 866,5 milyar TL ve faiz dışı açık ise 100,2 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Genel görünüm aşağıdaki tabloda bulunmaktadır.

Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Mart ayında 208 milyar 965 milyon TL açık vermiş iken 2025 yılı Mart ayında 261 milyar 466 milyon TL açık vermiştir. 2024 yılı Mart ayında 134 milyar 412 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2025 yılı Mart ayında 100 milyar 223 milyon TL faiz dışı açık verilmiştir.

2025 Ocak-Mart dönemi bütçe giderleri

2025 yılı Ocak-Mart döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 3 trilyon 117,6 milyar TL, bütçe gelirleri 2 trilyon 406,8 milyar TL ve bütçe açığı 710,8 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 2 trilyon 653,6 milyar TL ve faiz dışı açık ise 246,9 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Ocak-Mart döneminde 513 milyar 482 milyon TL açık vermiş iken 2025 yılı Ocak-Mart döneminde 710 milyar 817 milyon TL açık vermiştir.

2024 yılı Ocak-Mart döneminde 263 milyar 6 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2025 yılı Ocak-Mart döneminde 246 milyar 867 milyon TL faiz dışı açık verilmiştir.

2025 Ocak-Mart dönemi bütçe gelir gerçekleşmeleri

Merkezi yönetim bütçe gelirleri Ocak-Mart dönemi itibarıyla 2 trilyon 406 milyar 769 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Vergi gelirleri 2 trilyon 22 milyar 726 milyon TL, genel bütçe vergi dışı gelirleri ise 300 milyar 958 milyon TL olmuştur.

Aşağıdaki tabloda 2025 Ocak-Mart dönemi vergi gelirleri ve bu vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payları gösterilmiştir.

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere 2025 Ocak-Mart döneminde KDV ve ÖTV’nin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 54,33; dolaylı vergilerin payı yüzde 71,71 ve dolaysız vergilerin payı ise yüzde 28,29 olarak gerçekleşti.

Ocak-Mart 2025 ile geçen yıl aynı dönem vergi tahsilatı karşılaştırılması

2024 yılı Ocak-Mart döneminde bütçe gelirleri 1 trilyon 637 milyar 198 milyon TL iken 2025 yılının aynı döneminde yüzde 47 oranında artarak 2 trilyon 406 milyar 769 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. 2025 yılı Ocak-Mart dönemi vergi gelirleri tahsilatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 50,5 oranında artarak 2 trilyon 22 milyar 726 milyon TL olmuştur.

Aşağıdaki tabloda vergi kalemleri bazında Ocak-Mart 2025 tahsilat tutarları ile geçen yılın aynı dönemdeki tahsilat tutarları ve değişim oranları bulunmaktadır.  

Yukarıdaki tabloya göre 2025 Ocak-Mart döneminde geçen yıl aynı döneme nazaran tahsilat oranı en fazla olan gelir kalemi kolalı gazozlardan alınan ÖTV, BSMV, gelir vergisi ile tütünden alınan özel tüketim vergisidir. Kolalı gazozlardan alınan ÖTV yüzde 85,51, gelir vergisi yüzde 94,7 ve MTV ise yüzde 61,38 oranında artmıştır. Diğerlerinin artış oranları yukarıdaki tabloda görülmektedir.

ÖTV genel toplamı ise geçen yıl aynı döneme göre yüzde 39 oranında artmış.

                                                        /././

Özgürlük veya özgürlük bilinci -Sami Selçuk-

Özgürlükçü demokraside herkes özgürlük türküsünü söyler. Dişler kenetlenmediğinden orada halk söylenmez, söyler, hem de yüksek sesle...

demokrasi batı foreign policy görseli

Demokrasinin birinci öğesi ve ortak değeri, “özgürlük”tür.

Demokrasinin özü, özgürlük bilincinde yoğunlaşmakta odaklaşmaktadır, iktidarın yürütülmesinde değil.[1]

Bu nedenle özgürlükçülük ve özgürlük bilinci yeter ki, bir kez benimsenmeye görsün, gerisi gelecektir. Çünkü haklar ve özgürlükler, insanla birlikte doğup toplumla birlikte ortaya çıkmaktadır.[2]

Toplum demokratikse, esasen bunları içselleştirmiş demektir.

Özetle, demokrasinin odağında hak ve özgürlüklerle donatılmış, baskılardan arınmış, özgür / özerk birey vardır. Her şey, bu odağa göre konumlanarak yürümeye başlayacaktır. Kurumların, örgütlerin, yöntemlerin, tekniklerin bütünü olan demokrasi, özerklik anlamında bir değer olarak algılanan özgürlük bilinci üzerine oturmaktadır.[3]

Bireyin özgürlüğü, hiç kuşkusuz ilkin beynin özgürlüğünü sağlamakla başlar. Bunun için de devletin görüşler, inançlar karşısında yansız olması zorunludur. Görüşler karşısında yansız devlet, düşünce özgürlüğünü; inançlar karşısında yansız devlet, inanç özgürlüğünü ve laikliği güvence altına almış demektir.

Devlet okullarında ise, bireye bilimin verileri, ideolojik süzgeçlerden geçirilmeden, yansız, nesnel (objektif) olarak sunulur, algılama kapıları açık tutulur. Birey, onları, asla koşullanmamış özgür beyniyle ken­disi değerlendirecek, seçimini kendisi yapacaktır.

Çünkü birey insandır; öğrenir. Okullarda erginler açısından bu ne­denle öğrenim (instruction) vardır, eğitim (éducation) değil.

Demokrasi, düşünceler, inançlar cumhuriyetidir. Düşünceler üzerinde yalnızca kaba baskıyı değil, beyin yıkama biçimindeki dolanlı baskıyı da reddeder. Bu nedenle ideoloji aşılayan, kuşkucu ve sorgulayıcı temele dayanmayan, yanıt vermeden önce “bu konuda ne biliyorum?” sorusunu sordurmayan öğrenim asla demokratik değildir.[4]

Olamaz da.

Çünkü demokratik toplumun beyni yıkanmış misyoner ve organik aydınlara, devlet makamlarını doldurmaya özgülenmiş uslu yurttaşlara değil, toplumun gelişmesi için Sokratesçe sorgulama ve eleştirel akılcılık alışkanlığını kazanmış bireylere gereksinmesi vardır. Okulların işlevleri, geleceğin eleştirel, akılcı yurttaşlarını, insanlarını yetiştirmektir.

Çünkü toplumun yararı için bireyin devlet gibi düşünmeme, “Kurulu düzeni sorgulama, eleştirme, kınama, hatta mahkûm etme özgürlüğü” vardır (Laski). Özünde demokrasi, bireysel özgürlük ile düzen kavgasına dayanır ve bu da, dünün, şimdinin, yarının kavgasıdır.[5]

İnsanı insan yapan en soylu organ beyin, beynin en kutsal ürünü ise düşüncedir, inançtır. Bu olguya herkesin ve devletin de saygı duyması zorunludur, kaçınılmazdır.

Bu saygı, hiç kuşkusuz bireyin özgürce oluşturduğu düşünceyi, inancı dış dünyaya yansıtma aşamasında ortaya çıkar. “Düşün, ama içinden düşün” demek, “hiç düşünme” demektir. Birey, hem düşünecek, hem de her türlü araçla onu sergileyecektir. Yasaklarla, kozmik cezalarla sergilenmeleri önlenen düşünce, inanç, bir bilinç küresine hapsedilir, ağızlar kapatılır, kalemler kırılırsa, “Kenetlenmiş dişlerle özgürlük türküleri söylenemez” (Alfonso Reyes).

Böyle bir toplum ise, henüz avcılık çağında yaşayan bir yığın olup, ilkeldir. Avladığı değerler ise, düşüncedir, inançtır, insan beynidir, son çözümlemede insanın, toplumun ta kendisidir.

Özgürlükçü demokraside herkes özgürlük türküsünü söyler. Dişler kenetlenmediğinden orada halk söylenmez, söyler, hem de yüksek sesle.

Düşüncelerin, inançların açıklanmasını yasaklama girişimleri, dün olanaksızdı, tekniğin ulaştığı düzey yüzünden bugün daha da olanaksızdır. Çünkü “İnsan yok edilebilir, ama teslim alınamaz” (Heming­way). “Düşünceler kurşuna dizilemez” (Napoléon).

Dünün dünyasını ele alalım.

Yargılanan Sokrates’in eylemi, Atina yasalarına göre suçtu. Elbette Sokrates, herkese açıklık, doğrudanlık, yüz yüzelik, sözlülük ilkelerinin uygulandığı çok başarılı bir yargılama sonucunda hüküm giymişti. Bu nedenle uygarlığın bu yargılamayla başladığı ileri sürülmüştür (Melih Cevdet Anday).

Ancak bu yargılama etkinliğinde düşüncenin cezalandırılamaz oluşu unutulmuştu. Bu yüzden Sokrates’i yargılayan 501 yargıçtan hiç birinin adını bilmiyoruz. Oysa 2398 yıldan beri “Hükümlü Sokrates hâlâ konuşuyor” (F. Erem), Atina adaleti ise günümüzde bile lanetleniyor.

Ne yazık ki, çoğu zaman insanlık ve de özellikle Türkiye, bunlardan hiç ders almamış görünmektedir.

Unutulmamalıdır ki, düşünce ve inanç yasakları her zaman toplum zararınadır. Çünkü yasaklanan düşüncenin bütünü ya da bir kesimi doğruysa “doğru”dan, yanlış ise doğrunun daha belirgin biçimde ortaya çıkmasından yoksun kalan bir toplum, yoksullaşacak, yeni tezlere ulaşamayacak, olduğu yerde duracaktır.

Dahası düşüncelerin açıklanmasını yasaklamak, yalnızca düşünceyi üreten insanın değil, başkalarının dinleme ve değerlendirme özgürlüklerine de bir saldırıdır. Çünkü ötekilerin düşünceyi dinleme, değerlendirme özgürlükleri, berikilerin düşünceyi açıklama özgürlüklerinin bulunmasına bağlıdır.

Sınırsız özgürlük, kuşkusuz şeytanlar içindir. İnsanın şeytanlaşmasına elbette göz yumulamaz. Beynin her ürünü, kuşkusuz söze dönüşüp dışarıya yansıtılamaz. Sövgüler, iftiralar böyledir. Bunlar, düşünce sayılmaz ve her düzende cezalandırılır. Ayrıca hukuk, suç sayılan eylemlere kışkırtmaları, zorla düşünce dayatmalarını da suç sayar. Ancak bunların dışında kalan şeyler, toplumu sarsan, yüreğinden yaralayan görüşler bile, düşünceyi açıklama özgürlüğünün sınırları içinde kalır, suç sayılamaz.[6]Tersi anlayış, çoğu zaman düşünce suçu[7] yaratan anlayıştır. Esasen “Sakıncalı olmayan bir düşünce, düşünce olarak bile anılmaya değmez” (O. Wilde).

Unutmayalım ki, bugünün gelişmelerini, skandal yaratan, sakıncalı düşünceler sergileyen insanlara borçluyuz.

Suç (ceza) hukuku, suç sayılan eylemlere kışkırtmaları cezalandırırken çok duyarlı olmak, “suçların yasallığı ilkesi”ni çiğnememeye özen göstermek zorundadır. Çünkü bu ilke, birey özgürlüğünün güvencesi, suç ve ceza hukukunun temelidir. Bu yüzden sadece ceza yasalarında değil, insan hakları bildirilerinde, anayasalarda (md. 38) da düzenlenmiştir.

Bu ilkenin somut izdüşümlerinden biri de, suç ve ceza hükümlerinin belirgin, açık ve seçik (clarus et distinctus), kesin olmaları; örtülü, gri, belirsiz, mat, değerlendirici ve görece deyişlere, sözcüklere yer vermemeleridir. Bu, temel bir ilkedir. Bu temel ilkeye uyulmazsa, hem suçların yasallığı ilkesi ve hem de düşünce özgürlüğü sinsice, kurnazca, dolanlı bir yolla çiğnenmiş olur. Çünkü böyle bir hukuk, kendi örgülü saçlarına tutunarak bataklıktan çıktığını söyleyen Baron VonMunchhausen’ın mantığına dayanan bir hukuktur.

Evet, özgürlükleri kötüye kullanacakları ya da demokratik sistemi yıkacakları bahanesiyle düşünceyi açıklama özgürlüğü asla sınırlanamaz, yasaklanamaz.

Bunun üç temel nedeni vardır.

Birinci neden, düşüncenin özyapısıyla ilgilidir. Her düşünce karşıtıyla vardır ve gücünü karşıtına borçludur. Marksizm liberalizmin, liberalizm Marksizmin yanlışlarını ortaya koyarak ve yeni sentezler yaratarak düşünceler oluşturup güçlendirmiştir.

İkinci neden, demokrasinin özyapısıyla ilgilidir. Demokratik toplum, tek gerçek savını ve kültürel tekelciliği reddeder. Her zaman açık uçlu ve özgürlükçüdür. Bu yüzden hoşgörüsüz yıkıcı akımlara, görüşlere bile hoşgörülü olacak kadar cömert olmak zorundadır. Eğer demokratik toplum, bu temel ilkeden vazgeçerse demokratik olmayan bir yöntemi seçmiş ve tuzağa düşmüş olur. Çünkü kendi varlığını özsa­vunma gerekçesine dayansa bile, bu bir tutarsızlıktır. Zira demokratik rejimin kavgası, sürgit bu tuzağa düşmenin ve bu tuzaktan kurtulmanın kavgasıdır.

Demokrasi militan olamaz, olmamalıdır da. Çünkü demokrasinin var oluş nedeni ve amacı, demokratik olmayan rejimleri çökertmek değil, onları özgürleştirmektir.[8]

Özgürleştireceğim bahanesiyle de elbette özgürlük çiğnenemez. Çiğnenirse kısır döngüler kırılamaz ve bunalımlar daha da derinleşir.

Demokrasinin bir başka özelliği de bünyesinde her an bir risk taşımasıdır. Riski göze alamayan rejimlerin adı diktatörlüktür.[9]

İşte bu nedenledir ki, demokrasinin biricik sigortası, yine ille de demokrasidir.

Üçüncü neden, demokrasinin uçları evcilleştirici, demokratik bağışıklığı sağlamlaştırıcı dehasıyla ilgilidir.

Gerçekten deneyimler göstermiştir ki, aşırı görüşleri, inançları etkisiz kılmanın en iyi çaresi, özgür bırakıp onların üzerine ilgileri çekmemektir. Zira bu tutum, aşırı görüşleri, inançları önce parçalayacak, çoğullaştıracak, ılımlı kılıp evcilleştirecektir.[10]

Özgürlükçü demokratik toplumlar, toplama kampı tohumları dâhil, tümelciliğin (totalitarizm) bütün tohumlarını içlerinde taşır ve hoş görerek parçalayıp onların serpilmelerini ve bütünleşmelerini önler. Nitekim bütün totaliter rejimler bunu iyi bildikleri için, her zaman gelişme ortamını sağlayan çoğulculuğun amansız düşmanı olmuşlardır.[11]

Zira eğer uç akımlar yasaklanırsa, demokrasi bu işlevinden, sistemi ayakta ve sağlam tutan “demokratik bağışıklık”tan yoksun ve ilk fırsatta yıkılma tehlikesiyle yüz yüze kalacaktır. Tutuklanma Hitler’i yaratmıştır. Sürgün Lenin’i yaratmıştır. Tutuklanmasaydı Hitler, olasılıkla sıradan bir parti başkanı olarak kalacaktı. Sürgün edilmeseydi, Lenin, ömrünü olasılıkla bir parti başkanı olarak Duma’da noktalayacaktı.

Her yasak, yasaklanana güç kazandırmış, aykırılığı mayalandırmıştır. Çünkü yasaklanan her görüş, her inanç, merakı kışkırtır. Dolayısıyla yasaklanan o görüş, inanç, çapından çok salgılar. Roma katakomb­larına sürülen Hristiyanlık inancı, ilkin bükülmüş bir dal, daha sonra tepen bir daldır. Yasak kapakları kalktığı anda ise artık sel, her yeri kaplamıştır. O andan itibaren de ortada “Tartışan insanlar değil, çarpışan ordular vardır.” (B. Russell).

Hiç kuşkusuz böyle bir yasak, önceleri görece bir dinginlik sağlar. Ancak geçicidir, aldatıcıdır, bu. Çünkü baskıyla sağlanan barış, aslında için için süren bir savaştır. Yasaklanan görüşlerin gaddarlık patlamasıyla öç almalarının[12] nedeni, baskı rejimlerinin sistemin bağışıklığını sağlamaktan yoksun olmalarıdır.

Küçük Hitler’lere mikrofon vermeyerek onları etkisiz kılamayız. Hoşlanmasak bile, Ku Klux Klanların felsefelerini yayma ve sokakta yürüyüş hakları vardır.[13] Unutmayalım ki, en tehlikeli düşünceler bile insanlığın çılgınlıkları arasında yer almıştır, almalıdır da. Çünkü insanlar arasında sağduyu eşit paylaşılmıştır (Descartes). Yaratıcılık için kaosa da gerek vardır.[14]Düşünsel “anarşi, demokratik ülkelerin en çok değil, en az korkmaları gereken şeydir” (Alexis de Tocqueville).

“Öyleyse ötekinin demokrasiyi yıkma amacı varsa, bırakalım konuşsun. Konuşsun ki, demokrasi içinde sağduyu onu yapayalnız bıraksın. Bu fırsatı demokrasiye verelim, kaçırmayalım. O susturulursa, ona karşı en güvenilir savunma aracından kendimizi ve halkımızı yoksun bırakmış oluruz.

Bu savunma aracı da, şudur: Aşırı uçları savunan kaba görüşleri akılcı yöntemlerle reddetme hakkını halkın elinden almamak.

Zira demokrasi “ben ötekinden daha iyi düşünüyorum” yolundaki vesayetçi, Jakoben ve tekelci anlayışı reddeder. Bu hak, halkın elinden alınırsa demokrasi tuzağa düşmüş olur. Böyle bir tuzağa düşen demokrasiyi ise, artık demokratik ilkeler değil, demokrasi düşmanlarının sindirme yöntemleri yönlendirmiş olacak, demokrasi demokrasi olmaktan çıkacaktır” (Cohen). Bu yüzden Jefferson, “Eğer, demiştir, aramızda birliğimizi bozmak isteyenler varsa, onları rahatsız etmeyelim, kendi hallerine bırakalım.”

Unutmayalım ki, yaşamak için gerekli organlarla donatılan insana bunları kullanma fırsatı vermek, gelişmenin vazgeçilemez önkoşuludur.[15]

Özetle özgürlükçülük, başta beynin, düşüncenin, inancın özgürlüğü olmak üzere, ancak demokrasiyle gerçekleştirilebilen ve de demokrasinin olmazsa olmaz öğesidir.

“Özgürlük kişinin özsorumluluk iradesinin olması demektir. Kişinin bizi ayıran mesafeleri koruması demektir. Kişinin doğru zamanda ölmeyi isteyebilecek biçimde yaşaması demektir. Rakiplerine, onları aynı olmaya indirgeyerek değil, onlarla uğraşarak, onlara direnerek ve meydan okuyarak saygı duyması demektir. Bir rakip olarak saygı duyduğu kişiyi kimileyin bir dost olarak seçmesi demektir. Karşılıklı bağımlılığı çatışmayla, çatışmayı saygıyla kaynaştırması demektir. Karşı karşıya kaldığı şeyler yoluyla kendisinden öteye uzanması, bunların benlikte uyandırdığı yokluk, farklılık ve olasılık yankılarında yaşaması demektir. Çok biçimli özgürlük düşüncesini tek bir kimlik modeline çengelleyerek onu sabit hale getirmeyi reddetmesi demektir.”[16]

Yineliyorum.

Özgürlüğü yerli yersiz sınırlayan bir hukuk ve devlet, insanı insan yapan temel öğeye, özgürlüğe ihanet eden görünüşte bir hukuk ve devlettir.

Böyle bir düzende ise, hukuk da, devlet de meşru değildir.

Olamaz da.


[1] BURDEAU, Georges, Le libéralisme, Seuil, Paris, 1979, s. 181-183.

[2] BERNARD, Michel/LAUZON, Léo-Paul, Les rétrolibéraux, Devoir, Québec, 21.12.1994.

[3] VECA, Salvatore, (E. Buissière), Ethique et politique, PUF, Paris, 1999, s. 157.

[4] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Kjeldsen (07.12.1976), Kokkinakis (25.05. 1993) kararları bu doğrultudadır.

[5] BURDEAU, s. 44.

[6] A.İnsan Hakları Mahkemesinin Handyside (07.12.1976), Sunday Times (26.04.1979), P.M. Ligens (08.07.1986), G. Oberschlich (01.07.1997), T.Komünist Partisi (30.01.1998) kararları.

[7] TANİLLİ, Server, Devlet ve Demokrasi, Anayasa Hukukuna Giriş, İstanbul, 1981, s. 30-33.

[8] KYMLICKA, Will, (A. Yılmaz), Çokkültürlü Yurttaşlık, Ayrıntı, İstanbul, 1998, s. 154, 155, 251 vd.; GÜRAN, Sait, İfade Hürriyeti Üzerinde İdarenin Yetkileri, İstanbul, 1969, s. 380.

[9] ERDEM, Fazıl Hüsnü, Düşünce Özgürlüğü, Ankara Baro Dergisi, 1998, n. 1, s. 6, 7, 24, 27.

[10] HUNTINGTON, Samuel, P., Anlaşamayan Uygarlıklar, GARDELS, s. 81.

[11] MORIN, Edgar, Pour sortir du XX ème siècle, Paris, 1984, s. 90, 91.

[12] CANETTI, Elias, (G.Aygen). Kitle ve İktidar, Ayrıntı, İstanbul, 1998, s. 23, 26.

[13] SYBERBERG, Hans Jurgen, Almanya’nın Ruhu; Modern Tabu, GARDELS, s. 137, 141.

[14] BOORSTIN, s. 254.

[15] BASTIAT, Fréderic, (D. Russell/Y. Arslan), Hukuk, Ankara, 1997, s. 62, 65.

[16] CONNOLLY, William, (F. Lekesizalın), Kimlik ve Farklılık, Ayrıntı, İstanbul, 1995, s. 249, 250.

                                                                     /././

Kuram, kural, hukuk -Ercan Uygur-

Yöneticiler, popüler olmak adına zaman içinde tutarlı davranmayabilirler. Bu nedenle önceden belirlenen bir kural oluşturulmalı ve yönetenler, istinai durumlar dışında bu kurala uymalıdırlar

Son dönemde iktidarı destekleyen bazı yayın organlarında “Faizi yükselttiler de ne oldu?  Enflasyon düşmedi. Buna karşılık ekonomi durakladı. Bu politika değişmeli” söylemini okuyoruz, duyuyoruz.

2021 ortalarında hakim olan bu düşünce, acaba tekrar hakim düşünce mi oluyor? Bu yazıda amacım bu konuya eğilmek ve bu düşüncenin ana akım iktisattaki yerine ve politika uygulamasına bakmaktır. 

Faiz enflasyon ilişkisi ve Cavallo etkisi

Başlıktaki kuramı (teori), bilimsel kuram anlamında kullandım. Bilimsel kuram; doğadaki, toplumdaki, piyasadaki bir olayın gerçeklere dayalı bir açıklamasıdır. Bu açıklama gözlemlerle, deneylerle ve sınamalarla yanlışlanmış olmamalıdır.  

Kuram, aynı konuda doğru öngörüde bulunabilmelidir. Açıklaması ve/veya öngörüsü yanlış çıkan kuram, geçerli değildir, artık bilimsel kuram değildir ve dikkate alınmaz.

Örneğin, “su 100 derecede kaynar, 0 derecede donar” kaynama ve donma konusundaki kuramlardır. Normal mal ve hizmetler için diğer şeyler aynı kalırsa, “arz düşerse fiyat artar”; “faiz düşerse talep yükselir”; “talep yükselirse enflasyon artar” ifadeleri de kuramlardır.

Haliyle, bu ifadelerin tersi geçerli olamaz. Örneğin, “faiz düşerse talep düşer ve enflasyon da düşer” demek yanlışlanmış bir açıklamadır, bir kuram olamaz. Bu yanlış ifadeyi temel alarak yapılan açıklama, politika ve öngörü de yanlış olur.

Ancak faiz ile enflasyon ilişkisini başka bir şekilde ifade edenler de olmuştur. Örneğin, Arjantinli iktisatçı Domingo Cavallo, 1977’de sunduğu doktora tezinde, “yüksek faiz sermayenin, örneğin işletme sermayesinin maliyetini arttıran bir unsurdur” demiştir. Buradan, yüksek faiz maliyet enflasyonunu arttırır sonucuna varmıştır. Bu etkiye “Cavallo etkisi” denmiştir.

Bu noktadan hareketle Cavallo, belli koşullarda, “faiz düştüğünde enflasyon da düşebilir” demiştir. Burada belli koşullardan birisi faizin, döviz talebi dahil, toplam talep üzerinde etkisinin önemsiz olduğunu varsaymasıdır.

Cavallo’nun, enflasyonu düşürmek için faizi indirmeyi bir genel politika önermesi olarak yapmadığı anlaşılıyor. Nitekim, 1991-1996 döneminde Arjantin ekonomi bakanlığı yapan Cavallo, ülkesindeki yüksek enflasyonu düşürmek için faizi indirmek yoluna gitmemiş, tersine politikalar uygulamıştır.    

Bu da gösteriyor ki, Cavallo, akademik çalışmasında daha soyut olarak söylediğinin tersine, faizi indirerek Arjantin’de enflasyonu düşüreceğine inanmamıştır.

100 yıl önceki Almanya’da faiz politikası

Aslında faizi indirerek veya yüksek enflasyona karşılık faizi yükseltmeyerek enflasyonu düşürme deneyimini I. Dünya Savaşı sonrasında, yaklaşık 100 yıl önce Almanya yaşamıştır. Bu politika uygulaması, 1919’dan 1933’e kadar süren Weimar Cumhuriyeti döneminde olmuştur.  

Bu dönemdeki ekonomik gelişmeleri, enflasyonu ve para politikalarını Bresciani-Turroni (1937) kitabından izleyebiliyoruz. Almanya’daki 1922-1923’teki hiperenflayonu da ayrıntıyla ele alan bu kaynağa kısaca B-T (1937) diyorum.

1). O dönemin Alman Merkez Bankası Reichsbank yönetimine göre, faiz veya iskonto oranında artış enflasyonda düşürücü etki yapmaz. Tam tersine, böyle bir artış üretim maliyetinde yükselmeye neden olur ve fiyatları, enflasyonu yukarı çeker.

2). İskonto oranını arttırmak yerine, kredileri tayınlamak ve daha çok hak edenlere daha fazla kredi vermek uygun olur. B-T (1937, s. 50). Böylece banka bazılarına yüklü mikarlarda para aktarırken, başka bazılarının da zarar görmesine neden oluyordu.

3). Halbuki krediler yoluyla aktarılan paralar dövize veya ithal ürünlere gidiyordu ve Mark değer kaybediyordu. Yani, verilen kredilerle Marka karşı spekülasyon yaratılıyordu! B-T (1937, s. 51)

4). Yükselen ve önce iki hanelere sonra üç hanelere varan enflasyona karşılık, Reichsbank iskonto oranının 1915 başından 1922 Temmuzuna kadar yüzde 5’te sabit tutmuştu. B-T (1937, s. 76).

Belirttiğimiz bu görüşleri, politika uygulamalarını ve sonrasındaki dövize yönelişi Türkiye’de de 2021 ortasından başlayarak yaşadık. Bir farkla; Türkiye’de faizler sabit kalmak yerine düşürüldü.

5). İskonto oranları bu kadar düşük iken ve enflasyonla birlikte Markın değer kaybı bu kadar yüksek iken, Reichsbank ticari krediler için sonsuz bir talep olduğunun farkında değil miydi sorusu akla geliyor.  

6). Ekonomi politikaları, hedef olarak büyümeyi ve istihdamı almıştı. Enflasyonu görmezden gelmişti. Reichsbank’a göre, dolaşıma çıkan para miktarı artmakla birlikte, enflasyona neden olmazdı. Çünkü bu paranın rezerv olarak karşılığı vardı. Halbuki rezervlerin içinde, altın yanında, iç borçlanma senetleri de yer alıyordu!” B-T (1937, s. 50).

7). Yönetim çevrelerindeki hakim görüşe göre, Almanya’nın yaşadığı enflasyon ve paranın değer kaybı gibi sorunlar “ödemeler dengesi” sorunundan kaynaklanıyordu. Ödemeler dengesindeki açığın bir nedeni de savaş tazminatları idi. Ödemeler dengesi sorunu çözülürse diğer sorunlar da çözülecekti. Haliyle, enflasyon, yüksek borçlar ve yüksek para artışı ile ilgili değil idi. B-T (1937, s. 42, 45)

8). Enflasyonda nedensellik, döviz kuru artışı ile başlıyordu. Döviz kuru artınca ithal fiyatlar yükseliyor, bu yolla etki içerideki fiyatlara geçiyor, buradan da ücretlere yansıyordu. Döviz kurunu düşük tutabilmek gerekirdi. B-T (1937, s. 42, 45).

Türkiye’deki enflasyonun ve kur artışının da cari açığın bitirilmesi ile sonlanacağı 2021 sonrası politikalarının açıklanmasında sıkça dile getirildi. Yukarıda da belirttiğim gibi, Almanya’daki 1920’lerin bazı düşünce ve politikaları, Türkiye’deki 2020’lerin düşünce ve politikalar ile şaşırtıcı biçimde benzeşiyordu. 

Bu düşünceler ve politikalar zaman zaman öne çıkıyor. Örneğin 17 Nisan 2025’te ve sonrasında açıklanacak politika faizleri hangi etkilerle belirlenip açıklanacak? Faiz politikası yalnızca bir örnek.

Genel olarak politikalar bir kurama ve onunla tutarlı kurallara göre mi belirleniyor? Bu soruya, geçmişe bakarak, genellikle hayır yanıtını veriyoruz. Gelecekte nasıl olacak? Belirsiz. Söylemek istediğim şudur; oluşturulan politkaların arkasında bir ekonomi kuramı var mı belli değil. Örneğin, politikalar inançlara göre mi belirleniyor?

Yönetenlerin takdiri (isteği) mi, politika kuralları mı?

Ana akım iktisatta, 1980’lerden bu yana üzerinde genellikle anlaşılmış bir politika yaklaşımı var. Bu yaklaşıma göre ekonomiye yön veren politikalar yönetenlerin takdirine veya isteğine, hatta keyfine bırakılmamalı, tam tersine önceden oluşturulan kurallara göre uygulanmalıdır.

Burada kurallar kuram çerçevesinde oluşturulmalıdır. Yönetenler, politikalara karar veren hükümetler ve politikacılar olarak anlaşılmalıdır.

Kuramsal çerçeve Kydland and Prescott (1977) makalesine ve benzer çalışmalara dayanıyor. Bu makalede yöneticiler için bir zaman tutarlılığı / tutarsızlığı sorunu vardır.

Yöneticiler, popüler olmak adına zaman içinde tutarlı davranmayabilirler. Bu nedenle önceden belirlenen bir kural oluşturulmalı ve yönetenler, istinai durumlar dışında bu kurala uymalıdırlar.

Özellikle merkez bankasının para politikası uygulaması açısından, önerilen ve sonraki çalışmalara örnek olan bir kural Taylor (1993) kuralıdır. Taylor kuralı merkez bankasının politika faizini nasıl belirleyeceğini göstermektedir.

Bu kurala göre, politika faizi bankanın enflasyon hedefinden sapmasına ve potansiyel büyümeden (veya işsizlik oranından) sapmasına göre belirleniyor. Böylece yöneticilerin faize müdahale etmesi mümkün olmuyor.

Türkiye’de 2021 ortasından 2023 ortasına kadar herhengi bir kurama ve ona dayalı kurala göre politika belirlendiği söylenemez. 2023 ortasından başlayarak bu durumun bir ölçüde değiştiği söylenebilir.

Ancak yine de yönetenlerin, özellikle cumhurbaşkanının politika takdirleri, istekleri her zaman dikkate alınmalıdır. Bu baskının her zaman olduğu gibi bugünlerde yine var olduğunu söyleyebiliriz.

Bir ülkenin ekonomisi için kuramlar dikkate alınmıyor, kurallar konulamıyor veya konulsa da işlemiyorsa, hukukun kuralları da işlemez demektir. Bu durumun son örneklerinden birisi ABD’de son dört aydır yapılanlar, uygulanan politikalardır.

ABD’de ekonomi kuramları ve kuralları artık işlemiyor. Özellikle dış ticaretle ilgili yap-boz tahtasına benzeyen saçma kararlar göstergedir. Haliyle iç ve dış hukuk kuralları da işlemiyor.

İki örnekle bitireyim. 1). Önce GATT, sonra Dünya Ticret Örgütü bünyesinde getirilen hiçbir kurala ABD uymuyor, tüm dünyayı dağıtmış durumda. 2). Gazze’de İsrail’in ABD desteği ile yaptığı vahşi katliamı eleştiren üniversite öğrencileri zorla alınıp götürülüyor, tutuklanıyor, yabancı ise sınır dışı ediliyor. Hiçbir hukuk kuralı işlemiyor.

Bunları dikkkate alarak, Türkiye’de iktidarı eleştirdikleri için tutuklanan öğrencilerin, seçilmiş yerel yöneticilerin ve siyasi parti başkanlarının serbest kalıp yargılanması gerekir. “Kaçma şüphesi var” diyerek insanları hücrelere atmak hukuk kuralına uymaz. Zaten kaçarlarsa siyasi hayatları biter, iktidarın istediği de bu değil mi?  


Kaynaklar:

Bresciani-Turroni, Costantino (1937) The Economics of Inflation: A Study of Currency Depreciation in Post-War Germany. John Dickens & Co: Northampton.

Kydland, Finn E. ve Edward C. Prescott (1977) “Rules Rather than Discretion: The Inconsistency of Optimal Plans.” Journal of Political Economy, Vol. 85, 1977, pp. 473-91.

Taylor, John, (1993) “Discretion vs. Policy Rules in Practice,” Carnegie-Rochester Conf. Ser. Public Pol. 39, 1993, p. 195–214.

                                                         /././

DEV-GENZ ve cüce iktidar -Mine Söğüt-

Eğer bir umuda ihtiyacımız varsa, o umut; mevcut tüm iktidar modellerinin, “DEV-GENZ” diye şakacı pankartlar açan ama belli ki aslında hiç de şaka yapmayan Z kuşağı karşısında hızla cüceleşmesindedir.

90’lı yıllarda adı Babiali’den İkitelli medyasına evrilen gazete ve dergiler artık dünyanın değiştiğini, yaşlı liderle yaşlı yöneticilerin koltuklarını gençlere devretme zamanı geldiğini haykıran haberler yapıyorlardı.

Gündemin odağı, 80 öncesi sağ sol çatışmalarıyla ortalığı yangın yerine çeviren sokak terörüne kurban verilmiş bir nesilden sanki özür dilercesine gençliğe çevriliyor ve yaşlılara “Bırakın koltuklarınızı artık dünyayı gençler yönetsin” deniliyordu.

Sadece siyasetçiler değil, yaşlı şirket yöneticileri de artık yönetimden ellerini çekmeli, yerlerini 30 yaş civarındaki gençlere terk etmeliydiler. Hatta gazeteciler bile şöyle bir silkelenmeliydiler. O yıllarda Hürriyet Gazetesi’nin bünyesinde yayınlanan Tempo Dergisi’nde “Türkiye’nin Dinazorları” diye uzun bir liste çıkarılmıştı. Bu listeye o coşkuyla Hürriyet’in en kıymetli gazetecilerinden biri olan Uğur Dündar’ın adı da konulunca haberin editörü olan İsmet Berkan’ın başı fena ağırmıştı.

O zaman medyada esen bu rüzgârlara kanarsanız ülkenin gençliğe çok ama çok büyük bir değer yüklediğini zannedebilirdiniz. Yüzyılın ilk yarısında savaşlarda ölen, 60’larda belki biraz nefes alabilen ama 70 itibariyle hayatı yine cehenneme dönen ve 80 sonrası geleceği yeniden ve bambaşka bir yerden inşa edilmek istenen gençlik, Sovyetlerin dağıldığı, Berlin duvarının yıkıldığı, Rusya ile Amerika arasındaki gerilimin şekil değiştirdiği 90’larda artık üzerine yapışmak üzere olan yeni ve tehlikeli etiketin hedefindeydi.

Bütün iktidar gerçekten gençlere verilmekte ve para kazanma ve tüketim hevesi ile eğitilmiş olan yeni bir nesil güle oynaya tahta geçirilmekteydi.

İşte bugünkü Türkiye’yi o nesil inşa etti.

Onların medya ile yönlendirilen öncelikleri, kaygıları/kaygısızlıklar, değerleri ve hayalleri bugünkü iktidarın önünü açtı. 2000’lere gelindiğinde tüm dünyada olduğu gibi bu ülkede de artık genç, yaşlı herkes aynı eksende yaşıyordu.

O eksende;

Savaşları ekranlardan canlı canlı izlemek normaldi.

İki ile beş yıl arasında eskime garantisiyle satılan “dayanıklı” ürünleri tüketmek normaldi.

Sağlıksız ama çok eğlenceli bir beslenme alışkanlığına sahip olmak normaldi.

Doğanın canına okuyan endüstri çılgınlığına katlanmak normaldi.  

Toplumda fırsat eşitsizlikleri olması normaldi.

Eğitim ve sağlığın paralı olması normaldi.

Sokaklarda evsiz insanların sayılarının çoğalması normaldi.

Propagandalarını reklamcıların marifetleriyle yapan politikacılara güvenmek normaldi.

Yöneticiler için “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” demek normaldi.

Dinin politikaya alet edilmesi normaldi.

Muhafazakarlaşmak normaldi.

Medya tarafından pompalanan ve yükseldiği varsayılan değerlerin peşinde sadece kendi işine bakarak ve tüketici kimliğine sarılarak dijital ekranlara sabitlenmiş pasif bir varoluşun rehavetine bürünmek normaldi.

Böyle bir ortamda iktidarların diktatörleşmesi de haliyle normalleşti.

Bugün o diktatörlük kendi anti maddesini oluşturuyor.

Sadece tüketici olarak yetiştirilmeye, ekran kuşağı olarak tanımlanıp apolitiklikle damgalanıp işlevsizleştirilmeye, bir tehdit ikliminde geleceğiyle ilgili hayaller kurmaktan menedilmeye, sistemin çarklarında öğütülmeye başkaldıran gençler kabuklarından çıkıyor ve o kabuğu beğenmiyorlar.

Bir zamanlar “Bütün iktidar gençlere!” kandırmacasıyla yeni ve korkunç bir dünya düzenini pazarlayan zihniyet, aniden ekrandan başını kaldırıp sokağa bakan ve gördükleri karşısında iktidara hesaplanmamış bir yerden talip olan bir gençliğin öfkesiyle tanışıyor. Haksızlığa uğrayan öğretmenleriyle birlikte kendi hayatlarına da sahip çıkan küçücük çocukların dev gibi eylemlerine tosluyor.

Bu kaos ortamında eğer bir umuda ihtiyacımız varsa, o umut;

Bugün iktidarda olanlarla gençlik arasındaki yaş farkının aslında 50 değil 500 olmasındadır.

Eski nesillere hiç benzemeyen ve onlarla bir bağ kurmayı reddeden yeni nesillerin geleneksel politikalardan el almayıp kendi bağımsız tepkilerini oluşturma olasılığındadır.

Ve mevcut tüm iktidar modellerinin, “DEV-GENZ” diye şakacı pankartlar açan ama belli ki aslında hiç de şaka yapmayan Z kuşağıyla, ardından yaldır yaldır gelen Alfa çocuklarının öfkesi karşısında hızla cüceleşmesindedir.

                                                              /././

Trumpçı gümrük tarifeleri (II): Nedenleri ve azgelişmiş ekonomiler üzerindeki olası etkileri-Mustafa Durmuş-

ABD emperyalizmi son birkaç on yılda zayıflasa da hala en büyük sermaye birikimine, en büyük finansal gücüne ve dünyanın en büyük askeri gücüne ve teknolojik birikimine, dahası hala diğer emperyalist ülkelerin desteğine sahip.

Ana akım medyadaki baskın görüşe göre, ciddi küresel sorunlara yol açacak olan Trumpçı tarifeler, “kötü niyetli”, “beceriksiz”, “irrasyonel”, “maceracı” “halklara düşman bir aşırı sağcı” olan Trump’ın marifeti.

Trump aldığı kararların etkilerinin bilincinde

Trump’a yakıştırılan sıfatların eksiği var, fazlası yok. Ancak sadece bu kişisel özelliklerle dünyayı üçüncü bir paylaşım savaşına kadar sürükleyebilecek olan tarifeleri ve ticaret savaşlarını açıklamak yetersiz ve yanıltıcı olur. Ayrıca böyle bir yaklaşım “kapitalizmin emperyalist doğasını” da gizlemeye hizmet eder.

Bu yüzden olayları ve olguları, var oldukları tarihsel koşullar içinde ve mevcut ekonomik sistemin, üretim tarzının iç çatışmaları, dinamikleri ve sınıf mücadeleleri ve diğer toplumsal mücadelelerle açıklayan ve genel olarak toplum ve yaşama ilişkin daha kapsayıcı ve bilimsel bir bakış açısına ihtiyacımız var. Bu bakış açısı gelişmelerin doğru anlaşılmasını önleyen karartmaları ya da perdelemeleri ortadan kaldıran ve olayları daha net görmemizi sağlayan bir bakış açısıdır.

Böyle bir bakışa göre; doğadaki ya da toplumdaki olaylar gibi, büyük çapta etkilere sahip olan Trumpçı tarife politikası da derindeki ihtiyaçların bir sonucu olarak ortaya çıkar. Yani bu tarifeler ekonomideki bazı zorunlulukların ve siyasetteki sıkışıklığın ya da ertelenemez ihtiyaçların dışavurumlarıdır.

Trumpçı tarifelerin gerekçeleri

Bu bağlamda Trumpçı tarifelerin gerekçelerini ele alabiliriz. Analizlerde yer aldığı kadarıyla, “Monreo Doktrini’ne geri dönülmesi”, “dış ticaret açıklarının neden olduğu zarara son verilmesi” ve “ulusal hükümetlerden ekonomik ve siyasal tavizler kopartılması” akla gelen ilk gerekçeleri oluşturuyor. Şöyle ki:

- Öncelikle, Trump ABD’nin en fazla dış ticaret açığı verdiği Çin’in, “ABD’nin ekonomik statüsünü çaldığını” ileri sürüyor. Bu yüzden de ABD’yi “Yeniden Büyük/ Make The USA Great Again” yapacaklarını öne sürüyor. Oysa ABD’nin hegemonyası 1971’den (Nixon) ve 1985’ten (Volcker) bu yana geriliyor, dolayısıyla da başlattığı ticaret savaşları bu inişi tersine çevirmeye yetmeyebilir.

Kaldı ki Trump tehlikenin diğer ülkelerin “ABD’yi soymasından” kaynaklandığına inanıyor olsa da bu aslında bugünün değil, dünün hikayesidir. Öyle ki bugün ulus üstü sermaye şirketleri birçok ulus devletten daha fazla servete ve güce sahipler ve hiçbir ülkeye bağlılık gibi bir sorumlulukları da yok.

Ulus üstü sermayenin gücü

Bu bağlamda gümrük tarifeleri ABD ekonomisini “özgürleştirecek” bir yol sunmuyor. Bunlar, daha ziyade gerçek ortak sınıf düşmanı olan sermayeye karşı emekçilerin birleşmeleri gereken bir zamanda, ülkeleri ve emekçileri birbirine düşüren modası geçmiş, düşmanca önlemler.

Bu konuda bir uygulamadan söz etmek meseleyi daha iyi kavramamıza yardımcı olabilir. Uluslararası ticaret anlaşmalarında yer alan Yatırımcı-Devlet Anlaşmazlık Çözümü (ISDS) maddeleri, şirketlerin, insanları veya gezegeni korumaya çalışan hükümetlere dava açmasına olanak tanıyor. Şirketler Tayland’dan Almanya’ya, siyanürlü altın madenciliğinin yasaklanmasından asgari ücretlerin yükseltilmesine kadar her konuda hükümetlere "kâr kaybı" davaları açabiliyorlar ve çoğunlukla da bu davaları kazanıyorlar. Bu durum ulusal ekonomileri felce uğratırken, demokrasiyi alay konusu haline getiriyor ve küresel ekonomide kimin sözünün geçtiği konusunda hiçbir şüpheye mahal bırakmıyor. (1)

Kısaca, küreselleşmiş bağımlılık zincirlerinden kurtulmaya ve ulusal/yerel ekonomilerimizi korumaya ihtiyacımız var ama gümrük tarifeleri bizi oraya götürecek araçlar değiller.

- Trump’ın temsil ettiği sermaye “ABD’yi yeniden üretim üssü yapmak” istiyor. Zira şu anda küresel imalat sanayi üretiminin yüzde 35’i Çin’de, buna karşılık yüzde 13’ü ABD’de gerçekleşiyor. (2) ABD müesses nizamı Çin’i zayıflatarak bu durumu tersine çevirmek istiyor.

- Ancak ABD’nin Çin ile baş edebilmesi için güçlü bir savunma bütçesine ihtiyacı var. Yaklaşık 1 trilyon dolarlık savunma bütçesini silah üreticileri finanse etmeyeceğinden, bu tarifelere baş vuruyor ve ilave vergi geliri yaratmak ve dünyayı kontrol etmek istiyor.

Nitekim Trump 1982 yılından bu yana toplanan en yüksek vergi gelirini sağlamayı hedefliyor: yılda 258 milyar dolar (yüzde 0,85). 10 yıllık bir sürede ise 2,9 trilyon dolar vergi geliri elde edilmesi hedefleniyor. (3)

Ancak küreselleşme son 40 yıllık neo-liberalizmin bir sonucu ve ABD küresel çapta sanayi kaydırmalarıyla bundan çok büyük nema sağladı. Düşen kâr oranlarını başka ülkelere yaptığı sermaye ihracı ile yükseltebildi, böylece krizlerini savuşturabildi. Örnek olarak ABD’nin Vietnam’da 59 Nike ayakkabı fabrikası var. Tesla otomobillerinin büyük bir kısmı Çin’de üretiliyor. Çünkü bu ülkelerde işçilik çok daha ucuz ve işgücü verimlilikleri de yüksek. Yani üretim-değer zinciri artık tersine çevrilemeyecek kadar küresel. (4)

İhracatı temel alarak büyüyen ekonomiler üzerindeki etkiler

Ticaret savaşlarında tüm taraflar zarar görebilirler. Ancak en büyük zararı iç talebi nispeten zayıf olan net ihracatçı ülkeler görür. Uluslararası ticaretin daralması (özellikle de büyümeyi sağlamak için ihracata/dış talebe bel bağlamışlarsa), dışa en açık ve ihracata bağımlı ekonomilere zarar verir. Göreli olarak “kapalı ekonomiler” de zarar görebilirler ama bu zarar göreli olarak daha küçük olur.

Bu durumda, ihracatları düşeceği için, dış ticaret açıkları artan azgelişmiş ekonomileri büyütmenin tek yolu iç talebi artırmak olur ki bu da ya milli gelirin daha adil dağıtılarak reel ücretlerin artırılmasını ve/veya talebin bireysel borçlanma ile desteklenmesini gerekli kılar.

İlk yol günümüzün otoriter rejimleri altında pek mümkün görünmediğinden, geriye emekçileri daha fazla borçlandırarak ekonomiyi büyütmek kalıyor. Ancak bunun da bir sınırı var. Ayrıca bu borçların geri ödenememesi bankacılık sistemini sıkıntıya sokabilir. Bu durumda ekonomilerin küçülmesi, işsizliğin artması ve bunları finansal, sosyal ve siyasal krizlerin takip etmesi kaçınılmaz hale gelebilir.

Ulusları sömürgeleştirmenin bir yolu

Bu tarifelerin uygulanması aslında doğrudan ve dolaylı olarak, tüm ulusal ekonomilere zarar verecektir. Ancak, ABD’ye ihracatları milli gelirlerinin önemli bir kısmını oluşturan ülkeler (Kamboçya: yüzde 36, Vietnam: yüzde 26, Çin: yüzde 13-14, Hindistan: yüzde 8 ve tüm azgelişmiş ekonomiler ortalama: yüzde 15-16) (5) bu tarifelerden en olumsuz etkilenecek ülkeler olacaklar.

“Önce Amerika/America First” ideolojisine çok bağlı olduğu bilinen Trump Yönetimi müttefikleri olan diğer kapitalist ülkeleri kasıtlı olarak düşman haline getirdi. Ötekileştirme, kutuplaştırma siyasetini uygulayan diğer aşırı sağcı-faşist liderler gibi kapitalizmin doğasında var olan çelişkilerin tetiklediği küresel ticaret dengesizliklerinin neden olduğu sorunları önemsemeden yoluna devam etmeye çalışacaktır.  

Bu yüzden de Trump Yönetimi aracılığıyla bu tarifeler, ABD sermayesinin küresel ticaret sistemini ve bununla birlikte küresel ekonomiyi bütünüyle ele geçirme çabası olarak da görülmelidir.  

Bir başka anlatımla, bu tarifeler AB ve Japonya gibi gelişkin ekonomileri kendi hegemonyası altında hizaya çekmenin yanı sıra, ihracata bel bağlamış, ekonomik ölçek ve teknolojik gelişmişlikten yoksun, devleti yönetenlere kolayca rüşvet ve/veya gözdağı verilebilen azgelişmiş ülkeleri  sömürgeleştirmek amacına hizmet ediyor.

Türkiye’nin ABD’ye ihracatı ve Trumpçı tarifeler

ABD, yüzde 5,8 ile Türkiye’nin en büyük üçüncü ihracat pazarı (sırasıyla: Almanya yüzde 8,1; Birleşik Krallık yüzde 6,0; ABD yüzde 5,8; İtalya yüzde 5,2; Irak yüzde 4,9 ve diğer ülkeler yüzde 70,0). (6)

Kamboçya ve Vietnam gibi ülkelerle kıyaslandığında, daha düşük bir orana sahip olsa da Türkiye’nin ihracatının üçüncü büyük pazarı olması ve AB’nin en büyük ekonomilerinin payına yakın bir paya sahip olması, Trumpçı tarifelerin Türkiye üzerinde etkili olabileceğini gösteriyor.  Özellikle de AB ülkelerine konulan tarifelerin bu ülkelerin ekonomilerini daraltması söz konusu olacağından, tarifelerin dolaylı etkileri söz konusu olacaktır.

Ayrıca Türkiye’ye uygulanacak olan tarifenin dünyanın büyük bir kısmına uygulanacak olan yüzde 10 ile aynı olması, “Türkiye’nin rekabetçi gücünü artıracağı için” Trumpçı tarifelerin fırsata çevrileceği” beklentisini boşa çıkartıyor. 

Yoksul ülkeler borç batağına sürükleniyor

Dünya Bankası’na göre, 2008-09 finansal krizi sırasında 3,9 trilyon dolar olan düşük ve orta gelirli ülkelerin dış borçları 2023 yılında 8,8 trilyon dolara ulaştı. Yani 15 yılda bu ülkelerin borç stokları iki kattan fazla arttı. Bu borçlar için ödedikleri faiz oranı ise 2013-23 arasında yüzde 2,6’dan yüzde 4,9’a yükseldi. (7) Bu ülkelerin borçlarının çok büyük bir kısmı ABD doları cinsinden çünkü ticari bankalar ve Dünya Bankası bunu onlara dayatıyor.

Bu ülkeler, borçlarını ve bu borçların faizlerini geri ödeyebilmek için dolar biriktirmek amacıyla ihracat faaliyetlerini yoğun bir şekilde teşvik etmek zorunda kalıyorlar.

Ayrıca, kısmen şu anda görüldüğü gibi, doların değerindeki düşüşün bir sonucu olarak ve (daha kesin olarak çok yakında belirginleşecek olan) enflasyondaki artış nedeniyle, ABD’de faiz oranlarının yükselmesi kaçınılmaz olacak ve FED faiz oranlarını artırmak zorunda kalacaktır. Bu durum, kuşkusuz, borçlarını dolar olarak ödeyen ve faizleri genellikle değişken oranlı olan bu ülkelerin ekonomileri üzerinde çok ciddi etkilere neden olacaktır.

Keza bu ülkeler artık ABD'ye yeterince ihracat yapamaz duruma gelirlerse, ister ticari bankalara isterse Dünya Bankası'na olsun, kredi borcu yükümlülüklerini yerine getiremeyecekler. Böylece, söz konusu ülkelerin kredi notları daha da düşecektir.

Özcesi (bizim gibi) dış borç stoku yüksek olan ülkelerin borçlanma maliyetleri daha da artacaktır. Ayrıca bu ülkelerin fiziki olarak dış krediye erişimleri de zorlaşacaktır. Bu durumda bu ülkelerin acilen ihtiyaç duyduğu yatırımlar da yapılamayacaktır. Böylece, ihracatları, yatırımları, istihdam ve gelirleri düşecek, daha da yoksullaşacaklar, dış borçlarını geri ödemede ciddi sorunlar yaşayacaklar. 1982 yılında Meksika’da patlak veren dış borç krizi benzeri krizlerin bu yüzyılda daha da yaygın biçimde ortaya çıkması olasılığı oldukça yüksektir.

Trumpçı tarifeler özerk kalkınma stratejileri için alan açmaz! 

Azgelişmiş ülkeler üzerindeki etkileri bağlamında bir yanılsamadan kaçınılması gerekiyor. Bazı yorumculara göre, Trumpçı tarifelerin neden olduğu küresel “ayrışma” (yani Küresel Güney Ülkeleri ile Emperyalist Merkez Ülkeler arasındaki ticaret ve sermaye akışının görece azalmasının) Küresel Güney Ülkelerinin daha ilerici ekonomik "sanayileşme stratejileri" ortaya koymasını, emperyalizmin pençesinden kurtulmasını ve "arayı kapatmaya" başlamasını sağlayacaktır. (8)

Ancak ABD emperyalizmi son birkaç on yılda zayıflasa da hala en büyük sermaye birikimine, en büyük finansal gücüne (ABD doları hala hüküm sürüyor) ve dünyanın en büyük askeri gücüne ve teknolojik birikimine, dahası hala diğer emperyalist ülkelerin (çoğunlukla) desteğine sahip. 

Diğer yandan, Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın başını çektiği (alternatif) BRICS grubu siyasi ve ekonomik olarak çeşitlilik arz etse de gerçek bir mali ya da askeri güce sahip değil. Ayrıca BRICS ülkelerinin çoğunluğunu diktatörlüklerce (Rusya, Çin, Hindistan, İran, Suudi Arabistan gibi) ya da işçi sınıfının çıkarlarını temsil etmeyen zayıf neo-liberal kapitalist rejimlerce (Güney Afrika gibi) yönetiliyor. Yani bu ülkeler aslında bir başka emperyalist kutuplaşmayı temsil ediyorlar. Bu nedenle de sırtını bir başka emperyalist gruba yaslayarak özgürleşmeyi, demokratikleşmeyi ve kalkınmayı sağlayabilmek mümkün değil.

Emperyalizmden kopmak ve bağımsız ekonomik kalkınma stratejileri izlemek bir paradigma değişikliğini yani ekonominin temel sektörlerinde kamu mülkiyetini tesis etmeyi, demokratik bir biçimde planlanmış kamusal yatırımları, işçi sınıfı demokrasisini ve enternasyonalist bir dış politikayı hayata geçirmeyi gerektirir. Oysa ne ABD-Japonya ne AB ne de BRICS ülkelerinin yönetimleri böyle bir paradigmayı savunuyor. Aksine bunlara şiddetle karşı çıkıyorlar.

Devam edecek…


Dip notlar:

- “Everything a Trade Union Should Know About TTIP: Stop the TTIP, People’s Movement”, people.ie (3 January 2018); Park MacDougald, “Trade Agreements Rigged to Protect Capital From Democracy”, http://truth-out.org (2 March 2015).

https://thenextrecession.wordpress.com/trumps-slump (9 April 2025).

- “Trump's ‘Liberation Day’ Tariffs: The Impact by the Numbers”, https://taxfoundation.org/blog (4 April 2025).

https://links.org.au/behind-trumps-spiralling-tariff-war-interview-marxist-economist-michael-roberts (6 April 2025).

https://rwer.wordpress.com/whos-afraid-of-trumps-tariffs (5 April 2025).

https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Dis-Ticaret-Istatistikleri-Subat-2025 (27 Mart 2025).

https://blogs.worldbank.org/en/opendata/international-debt-report-2024--low--and-middle-income-countries (3 December 2024).

https://links.org.au/behind-trumps-spiralling-tariff-war-interview-marxist-economist-michael-roberts (6 April 2025).

                                                                              /././

Yedi gazeteci arkadaşımızın başına gelenler yeni bir eşik!-Candan Yıldız-

Saraçhane protestolarını takip eden gazeteciler gazeteci olduklarını ispat etmeye çalışıyor! Savcılık iddinamesinde gazetecilerin beyanlarını doğrulayacak delil yok, beyanlarına itibar edilmedi dedi.

Temel hak ve özgürlüklerin tırpanlanması konusunda iktidarın sürekli olarak el yükselttiğini biliyoruz.

Özellikle de yargı eliyle…

Güvenlik politikalarıyla…

Bu kadar da olmaz dediğimiz her şey oldu. Olabilmesinin nedeni de iktidarın bunu yapabilmesi…

Hatırlatalım…

Emniyet Genel Müdürlüğü 2021’de bir genelge yayımlamış ve polisten kamusal alanda görevlerini yaparken ses ve görüntü kaydı alanların engellenmesini istemişti.

Son yıllarda toplumsal olaylarda, eylemlerde görüntü çekmesi zaten engellenen gazetecilere bir engel daha getirilmişti.

Gazetecinin görevi ses ve görüntüdür… Belgelemektir. Ama ‘olamaz’ denilen şey olmuştu. Sonrasında Danıştay genelgeyi iptal etmişti.

Şimdi de Şaraçhane eylemlerini takip eden gazetecilerin gazetecilik yaptıklarını ‘tespit edemeyen’ bir yargı var.

‘Olmaz’ denilen şey bir kez daha oldu. Haber için alanda olan gazetecilere adeta kumpas kuruldu ve gazetecilerin belden yukarı fotoğrafları dosyaya konuldu.

Gazetecilerin ekipmanlarıyla fotoğrafları çekilmedi.

Gazetecilerin bülten bağlantılarındaki cümleleri propaganda olarak yorumlandı.

İstanbul polisinin sürekli olarak sahada gördüğü gazeteciler Bülent KılıçKurtuluş ArıYasin AkgülZeynep KurayGökhan KamAli Onur Tosun ve Hayri Tunç bu muameleye maruz kalan gazeteciler.

Şimdi, polisin uyarısına rağmen dağılmama suçlamasıyla yargılanıyorlar. 3 yıla kadar da hapisleri isteniyor.

Bu öyle bir suçlama ki, gazetecilik görev ve sorumluluğunun altını oymak.

Söz konusu uyarının gazetecilerle ne alakası var?

Gazeteci toplumsal bir olayı sonuna kadar yerinde takip eder, haberleştirir.

Savcılık daha da ileriye giderek, gözaltı sonrası gelişmelere, tepkilere, gerçeklere rağmen 7 gazeteci arkadaşımızın ‘gazeteci’ olmadığında ısrarcı.

Çünkü iddianamede gazetecilerin ‘biz gazeteciyiz’ beyanlarına rağmen beyanlarını doğrulayacak bir tespit yapılamadığı belirtiliyor.

Üstelik bu tespitte tek ölçü ‘kolluğun’ hazırladığı dosya… Savcılık gazetecilerin beyanlarına ‘itibar’ edilmediğini söylüyor.

Dosyaya konulan fotoğraflarda gazetecilerin mikrofonunu, kamerasını, fotoğraf makinasını gizleyen kolluğun topladığı ‘deliller’ savcılık için yeterli olabilir mi?

Olmuş olacak ki, savcılık kovuşturma kararı vermiş. İddianame yazmış. Mahkeme de iddianameyi kabul etmiş.

7 gazeteci arkadaşımız 18 Nisan’da Çağlayan Adliyesi 62. Asliye Ceza Mahkemesi’nde hakim karşısına çıkacak.

Bu iddianame gazeteciler için ‘neden oradaydın’, ‘neden görevini yaptın’ demek. Tıpkı Cumhuriyet gazetesi davasında gazetenin yayın çizgisinin sorgulanması gibi…

Bu durum gazetecilik mesleğinin engellemesine dönük yeni bir eşik. Yıllarca Kürt gazeteciler için ‘gazetecilikten yargılanmıyorlar’ savunması şimdi mesleğini batıda yapmaya çalışan gazeteciler için tedavüle sokuluyor.

Bütün meslek örgütlerinin bu yeni durum için mesleki bir bariyer oluşturmaları hayat memat meselesi.

                                                                /././

Abdurrahman Dilipak’la Greenpeace’i aynı noktaya getiren kanun nasıl bir kanundur?-Eray Özer-

Gerçekten de böyle oldu: İklim Kanunu’na bir yanda Abdurrahman Dilipak, Yeşim Salkım, Tuğba Özay, Suat Kılıç itiraz etti. Diğer yanda Greenpeace, WWF, Buğday Derneği, Doğa Derneği gibi çevreci STK’lar… Tabii itiraz gerekçeleri birbirine tamamen zıttı. Bir taraf “Tarım ve hayvancılık yasaklanıyor, beynimizi yapay zekayla kontrol edip bize böcek yedirecekler” derken diğer taraf “Kanun bu haliyle sadece karbon ticaretine kapı açıyor” diyordu

dilipak greenpeace

Size bir soru: Abdurrahman Dilipak, Yeşim SalkımTuğba ÖzaySuat Kılıç gibi isimlerle Greenpeace, WWF Türkiye, Buğday Derneği, Doğa Derneği gibi STK’ları benzer şekilde öfkelendiren bir kanun tasarısı nasıl bir tasarı olabilir sizce?

Öyle ya… Birinci grupta aşı karşıtları, küresel ısınma diye bir şey yok diyenler, karbon ayak izinin Batı’nın oyunu olduğunu düşünenler…

İkinci grupta ise iklim krizinden çıkmak için hızlıca adım atılmazsa, et tüketimimiz azaltılmazsa, karbon ayak izimiz küçülmezse, tehlike altındaki türler hızla koruma altına alınmazsa, çevreyi kirleten kimyasallarla birlikte gereksiz üretim ve tüketimden vazgeçmezsek insanlığın dünyadaki vaktinin çok uzun olmayacağını dile getirenler…

Ama evet. Dün TBMM Genel Kurulu’ndan geçemeden komisyona iade edilen İklim Kanunu bu iki grubu birbirlerinin tamamen zıttı gerekçelere sahip olsalar da aynı noktada buluşturmuş oldu: İklim Kanunu bu haliyle Meclis’ten geçmemeliydi.

Birinci grubun argümanları bir yere kadar anlaşılabilir olsa da bir yerden sonra -kusuruma bakmasınlar- epey fantastik uçlara doğru savruluyordu.

Örneğin karbon ticaretinin bizim gibi gelişmekte olan ülkelerden önce gelişmiş olanlarda başlaması gerektiğine dair itirazları anlaşılabilir itirazlardı.

Lakin bunun dışında itirazlar;

“Bu kanun geçerse seyahat özgürlüğünüz kısıtlanacak”tan başlayıp… “et, süt, peynir, yumurta… hepsi yasaklanacak” “inek yetiştirmek yasak olacak” “bundan sonra sadece yapay et yiyebileceğiz” “aşılarda olduğu gibi sıfır karbonda da kobay biz miyiz” “bahçemize ağaç dikemeyeceğiz” “yapay zeka ile insanın hareketlerinin kısıtlanacak” (itiraf ediyorum burada ben biraz koptum olaydan) “böcek yemek zorunda kalacağız” (oysa dünyaya zarar vermeye devam edersek yiyecek böcek bile bulamayacağız) “Nakit para yasaklanacak”a (???) kadar varıyordu.

Fakat işin ilginç kısmı belki sadece çevreci STK’ların ses yükseltmesiyle komisyona geri dönemeyecek kanun işte bu yukarıda okuduğunuz itirazlar sayesinde Meclis’ten bu haliyle geçemedi.

Peki, ikinci grup, yani çevreciler ne diyor, neye itiraz ediyor?

Her şeyden önce “kanunun yetersiz olduğunu” söylüyorlar.

Bu haliyle sadece karbon piyasalarına ve kredilerine alan açan, çevre sorunlarını sahada çözmekten hiç bahsetmeyen bir kanun olduğunu söylüyorlar.

Bu karbon kredileri meselesi çok karmaşık ama size şöyle özetlemek isterim: Diyelim siz Türkiye’de iş yapan bir şirketsiniz ve bir süre sonra sizden karbon ayak izinizi belirli bir oranda azaltmanız isteniyor. Şirket içinde gerekli önlemleri alsanız bile -iyimser bir yaklaşımla- ayak izinizi o seviyeye indiremiyorsunuz. Bunun yerine gidip karbon kredisi alıyorsunuz. Her bir kredi gaz emisyonlarını düşüren bir takım çevresel faaliyete gidiyor. Misal Amazon Ormanları’na veya Afrika’ya ağaç dikiliyor. Yahut oradaki ormanların korunmasına harcanıyor.

İşte STK’lar İklim Kanunu’nun bu haliyle sadece bir para alışverişine yarayacağını söylüyor.

Oysa eğer bir İklim Kanunu geçireceksek;

Bunu bilim insanları ve başta STK’lar olmak üzere tüm paydaşlarla birlikte yapmamız gerekiyor.

Fosil yakıtlardan ne zaman ve nasıl çıkacağımızı böylesi bir kanunla garanti altına almamız gerekiyor.

Hala kömür santrali kuran dünyadaki birkaç ülkeden biriyiz. Bundan derhal vazgeçmemiz gerekiyor.

Sera gazı salınımımızı karbon ticaretiyle değil gerçekten ve yeşil dönüşümle düşürmemiz gerekiyor.

Biyolojik çeşitliliği ve doğal sistemleri sahada koruyan projeleri böyle bir kanunla güvence altına almamız ve kaynak ayırmamız gerekiyor.

Konuyla ilgili bazı bilim insanları ise tüm bu yukarıda saydıklarımın doğru olduğunu, buna rağmen komisyona geri dönen haliyle bile İklim Kanunu’nun olumluya doğru atılmış bir adım olduğunu dile getiriyor.

Peki, diyelim ki bir mucize oldu ve Meclis Komisyonu’ndan kanun STK’ların uyarıları dikkate alınarak geçirildi.

O halde ne olacak?

Ben size şimdiden söyleyeyim: Dilipakgiller bugünkünün onlarca misliyle bu kanunu engellemeye çalışacak.

Yani girişte isimlerini zikrettiğim iki grup birbiriyle tamamen zıt noktalardan komisyona döndürdükleri kanun için kıyasıya bir tartışmaya girişecek.

Ben herhalde yukarıda hangi tarafta durduğumu belirtmiş oldum. Daha fazla söze gerek yok.

                                                              /././

HSK seçimleri öncesinde Yargıtay’da dikkat çeken operasyon-Tolga Şardan-

Görevlendirmelerin merkezinde, 3. Ceza Dairesi’nin kararlarından daha ziyade, Cumhur İttifakı’nın lokomotifi AKP ile küçük ortağı MHP’nin yargı sistemi üzerindeki güç mücadelesi olarak tanımlamak yanlış olmaz. İddiaya göre, şimdilerde epeyce kalabalık sayıdaki Yargıtay üyesi de tanıdıkları siyasilerle beraber HSK üyeliği kulislerine başlamış durumdalar.

yargıtay

Ülkenin yargı sisteminin en tepesindeki kurum, Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) seçimleri yaklaşırken, yargı camiasında kulisler iyiden iyiye ısınıyor.

HSK’nın yönetimini da ya çoğunluğunu ele geçirenlerin, yargı sistemini “siyasi yaklaşımlara” göre yönetme olanağına sahip olduğunu söylememe gerek yok sanırım.

Yaşanan örnekler bu tablonun göstergesi zaten.

Yeni oluşacak HSK’da söz sahibi olmayı hedefleyenlerin, -buna, isterseniz siyasi görüş, ister tarikat / cemaat oluşumu, isterseniz bireysel menfaat yaklaşımı demek size kalmış- güç sahibi olmak için farklı yöntemleri uyguladıklarına tanık oluyoruz ülkece.

Her ne kadar “kapalı kapılar” ardında pazarlıklar yapılsa da büyük yargı camiası çok küçük. Bireylerin ya da grupların adımları zaman geçmeksizin anında kulislere düşüveriyor.

Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan ve yakın çevresinden “sinyal” alabilmeyi başarabilenler, rakiplerine göre bir adım öndeler.

AKP’deki siyasetçiler de doğal olarak destekledikleri yargı mensupları ve grupların güçlü olabilmesi amacıyla “yukarı” nezdinde kulis yapmaktan geri durmuyorlar!

Kerkez’in dikkat çeken ilk operasyonu

HSK seçimlerine güçlü girmekte kararlı olan bireyler ve gruplar, siyasetteki gelişmeleri fazlasıyla yakından takip ediyorlar, bugünlerde.

Yargıtay’da geçen hafta yaşanan üye değişimini de bu gözle bakmak gerekir.

Yargıtay Başkanlığı’na geçen yıl mayısta seçilen Ömer Kerkez başkanlığında toplanan Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu, yargıdaki tartışmalı bazı kararların odağındaki 3. Ceza Dairesi’nden dört üyeyi 9. ve 10. Ceza Daireleri’nde görevlendirdi. Dört üyenin yerine ise, 5., 7., 9. ve 10. Ceza Daireleri’nden sekiz üye 3. Ceza Dairesi’ne gönderildi.

Kurul kararının ortaya çıkmasından bu yana yargı kulisleri iddialarla çalkalanıyor. Yargıtay binasındaki her makam odasında ayrı iddialar konuşuluyor, kapalı kapılar ardında.

Bu görevlendirmeleri, “Yargıtay’da görev değişimi” görüşüyle basitleştirmek ya da 3. Ceza Dairesi’nin yakın zamanda aldığı aralarında Can Atalay kararı olmak üzere kimi kararlara bağlamak, sürecin eksik okunmasına neden olur, kanımca.

Aslına bakarsanız, söz konusu görevlendirmelerin merkezinde, 3. Ceza Dairesi’nin kararlarından daha ziyade, Cumhur İttifakı’nın lokomotifi AKP ile küçük ortağı MHP’nin yargı sistemi üzerindeki güç mücadelesi olarak tanımlamak yanlış olmaz.

Siyasette iki parti arasında devam eden “zorunlu birlikteliğin”, yargı sistemi içinde içten içe birinin, diğerine göre üstünlüğü yakalamak durumuyla karşı karşıyayız.

Görevlendirmelerden sonra kamuoyuna atamaların gerekçeleri konusunda bazı bilgiler yansıdı. Fakat, süreçteki asıl önemli olan siyasi zemin ve yaşananlar. Bu konu başlığı “cıslı” konulardan. Hiç olmazsa biraz ipucunu, bu satırların yazarından okuyun.

Başkanlık seçiminden başlayan süreç

3. Ceza Dairesi, en kalabalık kadrosu bulunan daireler arasında. Son atamalardan önce başkanla birlikte üye sayısı 21 idi. Atamalar sonrasında sayı 22 oldu. Kimi zaman dört, kimi zaman beş heyet, kararlara imza atıyor.

Dairenin iş yükü ve gücü düşünüldüğünde, “ağır” dairelerden.

Can Atalay dosyasıyla ilgili Anayasa Mahkemesi’nin kararının Yargıtay içinde yarattığı krizi hatırlayalım. Dairenin Anayasa Mahkemesi kararına gösterdiği direnç, AKP ile MHP arasında küçük çaplı soruna neden oldu. Kriz, sonrasında aşıldı ve süreç tatlıya bağlandı!

Kaldı ki Kerkez’in kadro düzenlemesine gittiği 3. Ceza Dairesi’ndeki operasyon takvimi, başkanlık seçimlerine kadar uzanıyor.

Halen Yargıtay Başsavcısı olan Muhsin Şentürk ile Kerkez, başkanlık seçiminde rakip oldular.

Şentürk, az önce okuduğunuz notlarda dikkat çektiğim üzere; memleketi Kızılcahamam olması sebebiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yakın ekibinden ve bir kısım MHP’li den destek aldı.

Kerkez ise AKP içinde bir grup, Hakyolcular, İYİ Partiler, İstanbul grubu, yine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yakın zamana kadar beraber mesai yaptığı yargı kökenli başka bir ekip arkadaşından ve az sayıdaki sosyal demokrat üyeden destek buldu.

Sonuçta Şentürk, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı görevi karşılığında başkanlık adaylığından vazgeçti. Kerkez, başkan seçildi.

Kerkez, göreve başlamasından 11 ay sonra dikkat çeken ilk operasyonu yaptı. Hem de rakibinin başkanlık yaptığı daireye.

Bu arada, geçen ekimde kaleme aldığım Büyüteç’te Başkan Kerkez’in, hakkında farklı konularda iddialar olan 11 üyeye haber gönderip “emekli olun” teklifini getirdiğini duyurdum. O günden bugüne kadar herhangi bir gelişme olmadığı yine Yargıtay içinde konuşulanlardan.

Kimler geldi, kimler gitti?

Doğrusunu söylemek gerekiyorsa; kalabalık kadrosu olan 3. Ceza Dairesi’nde kim, seçimlerde kime oy verdi, net şekilde bilinmiyor. Ancak tahminler var.

Kerkez’in onayıyla uygulanan yeni atamalara konu olan toplam 12 üyeden kim kimi destekliyor, bu konuda da kuşkusuz tahminler var.

Gidenler hakkında açık kaynak bilgilerine bakıldığında; 9. Ceza Dairesi’ne görevlendirilen Muhammet Yavuz, Ankara 24. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı iken, Akın İpek ve Kara Harp Okulu dosyalarına baktı. Yine Yavuz’la aynı daireye atanan Şerafettin Saka da “yargıda yılın düğünü” haberleriyle gündeme gelen yüksek yargı mensubu.

Gelenlerden ise Savaş Şahinbay, Fehmi Tosun ve Murat Pala daha önceden gelmişti. Ali Öztürk, İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı iken 15 Temmuz sürecinde AKP İstanbul İl Başkanlığı dosyasını yürüttü.

Fehmi Tosun, AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllarda başlatılan Kentbank dosyasının savcısı. Ayrıca, yine FETÖ ile bağlantısı bulunduğu iddiasıyla yargılama yapılan Fİ Yapı (Fikret İnan) dosyasında “rüşvet ağı” iddiasını ortaya çıkardı. Hulusi Pur’a gelince, İstanbul 24. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı olarak 2016 sonrasında bazı FETÖ dosyaları ile Barış İçin Akademisyenler dosyasının hakimiydi.

Atamalarla 3. Ceza Dairesi’nden gönderilen dört yargı mensubundan ikisinin, Kerkez’in başkanlığı döneminde seçilen Yüksel Kocamış’ın başkanı olduğu 10. Ceza Dairesi’ne gönderilmesi dikkati çekti.

Dikkati çeken diğer bir konu ise, dört yargı mensubunun ataması için Hüseyin Kocabey’in başkanlığını yürüttüğü 6. Ceza Dairesi’nin tercih edilmemesi oldu. Bilindiği gibi, Başkan Kocabey, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin bir dönem yakın ekibindeki hukukçu Hamit Kocabey’in kardeşi.

Tunç’un görüşleri sahada farklı karşılık buluyor

Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, her ne kadar açıklamalarında yargının bağımsız ve siyasetten uzak olduğunu iddia etse de sahada yaşananlar pek de Tunç’un dediği gibi değil, maalesef.

Tunç, yargının ne kadar siyasetten uzak olduğunu açıklasa da yargı süreçlerinde durum çok farklı.

HSK seçimlerinin yaklaştığı bugünlerde, emekli bir üst düzey yargı mensubu dostumun verdiği bilgiyi aktarayım.

İddiaya göre, şimdilerde epeyce kalabalık sayıdaki Yargıtay üyesi, tanıdıkları siyasilerle beraber HSK üyeliği kulislerine başlamış durumdalar. Dostumun bana aktardığı bu sayı, üç haneli. İşin doğrusu ben inanmak istemedim. Ama kendisi ısrarcı.

Bu rakama göre Yargıtay’ın neredeyse üçte biri, HSK kulisi peşinde.

Neyse, HSK seçimlerinden sonra tablo ortaya çıkar.

Son olarak yazının içinde geçen ancak epeyce geride kalan üç olayı kısaca hatırlatıp yazıyı tamamlayım.

İlki, “Yargıda yılın düğünü” olarak hatırlanan düğün. Bu düğünde, 3. Ceza Dairesi Üyesi iken 9. Ceza Dairesi Üyesi atanan Şerafettin Saka’nın oğlu ile eski İçişleri Bakanı Sebahattin Öztürk’ün kızı dünya evine girdi. Ankara’nın İncek bölgesinde Eylül 2023’te gerçekleşen düğüne özellikle iktidardaki AKP’li siyasetçilerin yanı sıra yargı camiasından eski ve yeni üst düzey isimler katıldı. Üstelik, düğünle ilgili haberlere “yargıda yılın düğünü” başlığını atan ise, iktidara yakın Turkuvaz Medya Grubu çalışanlarının yönetimindeki ve yargı camiasında etkin olan internet haber sitesiydi.

İkinci olay, 7. Ceza Dairesi’nden 3. Ceza dairesi üyeliğine getirilen Fehmi Tosun’un 2016’da Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı görevindeyken yürüttüğü Fİ Yapı soruşturmasındaki rüşvet iddiası. Tosun, dosyanın önemli isimlerinden Fİ Yapı’nın sahibi Fikret İnan’ın, dönemin 3. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı H.A. tarafından rüşvet karşılığında serbest bırakıldığını tespit ederek Hakim H.A.’nın suçüstü yakalanmasını sağladı.

Üçüncü olay ise; yine Fehmi Tosun’un iddianamesini hazırladığı Kentbank’taki yolsuzluk iddiası soruşturması. Tosun iddianameyi hazırlarken, Tosun eşinin davaya bakan yargıç olması o dönemde kısa süreli kriz yarattı. Savunma avukatlarının yargıcın davadan çekilmesi talebi, aynı yargıç tarafından reddedildi.

                                                                  /././

AKP raporunda ortaya çıktı: Almanya'da yaşayan 550 bin Mavi Kartlı gurbetçiden yalnızca 18 bini Türk vatandaşlığı için başvuru yaptı

AKP tarafından hazırlanan rapora göre; Almanya’da yaşayan 550 bin Mavi Kartlı gurbetçiden yalnızca 18 bini Türk vatandaşlığı için yeniden başvurdu. Başvuruların düşük olması, bedeli 6 bin Euro olan dövizle askerliğe ve ekonomik zorluklara bağlanıyor. 

Türkiye gazetesinde yer alan habere göre; Avrupa’da yükselen aşırı sağ, çifte vatandaş olmak isteyen gurbetçileri de etkiledi. Dünya genelinde 660 bin Mavi Kartlı (Türk vatandaşlığını çıkış izni almak suretiyle kaybedenlere verilen, bazı vatandaşlık haklarından yararlanılmasını sağlayan belge) gurbetçinin yaklaşık 550 bini Almanya’da yaşıyor. Geçtiğimiz yıl haziran ayında yürürlüğe giren Alman Vatandaşlık Yasası ile Almanya, çifte vatandaşlığa imkân tanıdı. Buna rağmen 547 bin 790 Mavi Kartlı gurbetçiden sadece 18 bini Türk vatandaşlığı için yeniden başvurdu. Yüzde 3’e tekabül eden bu sayının düşük olması, AKP raporlarına girdi. Raporda, Almanya’daki aşırı sağın seçim sonuçlarıyla birlikte Çifte Vatandaşlık Yasası’nı tehdit ettiği belirtildi. 

Başvuruların düşük kalmasının başlıca sebeplerinden biri de askerlik konusu. Askerlik çağındaki kişilerin başvuru oranı daha düşük. 2020’de, yurtdışında doğup süresiz ikamet etme izni olanlara üç yıl çalışma şartı olmadan dövizle askerlik hakkı tanındı. 2025’te bu bedel 6 bin Euro'ya (260 bin TL) tekabül ediyor. Almanya’daki Türklerin ekonomik durumu dikkate alındığında bu miktarın, vatandaşlıktan çıkmayı göze alacak kadar sıkıntılı bir duruma sebep olduğu belirtiliyor. 

                                                                ***

T-24



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -3 Mayıs 2025-

Hariciye'nin 105. yılı -Hasan Göğüş- Son dönemde sınav yönetmeliğinde yapılan değişikliklerle bakanlığa girişin kolaylaştırılması, mesle...