Magna Carta -Ahmet Çelik Kurtoğlu-
Türkiye’de sorun, mevcut Cumhurbaşkanı'nın 2028’de yapılacak seçimde yeniden aday olabilmesi için Anayasa'da bunu düzenleyen maddenin değiştirilmesi. Şu anda ülke ekonomisinin, hukukunun, yurttaşların sorunları ilgi beklerken, günler, haftalar, aylar bunun tartışılması için harcanıyor

Ocak-Mart dönemi bütçe verileri açıklandı…-Murat Batı-
ÖTV genel toplamı geçen yıl aynı döneme göre yüzde 39 oranında artmış.
Hazine ve Maliye Bakanlığı kendi internet sitesinde 2025 yılı Ocak-Mart dönemi bütçe gerçekleşmelerini 15 Nisan Salı günü yayımladı. Aşağıda detaylı şekilde göreceğiniz üzere vergi gelirlerinin yüzde 54,33’ü KDV ve ÖTV tahsilatı oluşturmaktadır.
Dolaylı vergilerin payı Ocak-Mart döneminde yüzde 71,71; dolaysız vergilerin payı ise yüzde 28,29 gerçekleşti. Ancak gelir vergisinin ilk taksitinin son günü 7 Nisan’da, kurumların ise Nisan ayında olması münasebetiyle bu oran kompozisyonu Mayıs ayı verileriyle birlikte değişecektir.
2025 yılı Ocak-Mart döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 3 trilyon 117,6 milyar TL, bütçe gelirleri 2 trilyon 406,8 milyar TL ve bütçe açığı 710,8 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.
Diğer kalemlerin akıbetini ise aşağıda izah etmeye çalışayım.
2025 Mart ayı bütçe gerçekleşmeleri
2025 yılı Mart ayında merkezi yönetim bütçe giderleri 1 trilyon 27,7 milyar TL, bütçe gelirleri 766,3 milyar TL ve bütçe açığı 261,5 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 866,5 milyar TL ve faiz dışı açık ise 100,2 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.
Genel görünüm aşağıdaki tabloda bulunmaktadır.
Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Mart ayında 208 milyar 965 milyon TL açık vermiş iken 2025 yılı Mart ayında 261 milyar 466 milyon TL açık vermiştir. 2024 yılı Mart ayında 134 milyar 412 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2025 yılı Mart ayında 100 milyar 223 milyon TL faiz dışı açık verilmiştir.
2025 Ocak-Mart dönemi bütçe giderleri
2025 yılı Ocak-Mart döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 3 trilyon 117,6 milyar TL, bütçe gelirleri 2 trilyon 406,8 milyar TL ve bütçe açığı 710,8 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 2 trilyon 653,6 milyar TL ve faiz dışı açık ise 246,9 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.
Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Ocak-Mart döneminde 513 milyar 482 milyon TL açık vermiş iken 2025 yılı Ocak-Mart döneminde 710 milyar 817 milyon TL açık vermiştir.
2024 yılı Ocak-Mart döneminde 263 milyar 6 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2025 yılı Ocak-Mart döneminde 246 milyar 867 milyon TL faiz dışı açık verilmiştir.
2025 Ocak-Mart dönemi bütçe gelir gerçekleşmeleri
Merkezi yönetim bütçe gelirleri Ocak-Mart dönemi itibarıyla 2 trilyon 406 milyar 769 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Vergi gelirleri 2 trilyon 22 milyar 726 milyon TL, genel bütçe vergi dışı gelirleri ise 300 milyar 958 milyon TL olmuştur.
Aşağıdaki tabloda 2025 Ocak-Mart dönemi vergi gelirleri ve bu vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payları gösterilmiştir.
Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere 2025 Ocak-Mart döneminde KDV ve ÖTV’nin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 54,33; dolaylı vergilerin payı yüzde 71,71 ve dolaysız vergilerin payı ise yüzde 28,29 olarak gerçekleşti.
Ocak-Mart 2025 ile geçen yıl aynı dönem vergi tahsilatı karşılaştırılması
2024 yılı Ocak-Mart döneminde bütçe gelirleri 1 trilyon 637 milyar 198 milyon TL iken 2025 yılının aynı döneminde yüzde 47 oranında artarak 2 trilyon 406 milyar 769 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. 2025 yılı Ocak-Mart dönemi vergi gelirleri tahsilatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 50,5 oranında artarak 2 trilyon 22 milyar 726 milyon TL olmuştur.
Aşağıdaki tabloda vergi kalemleri bazında Ocak-Mart 2025 tahsilat tutarları ile geçen yılın aynı dönemdeki tahsilat tutarları ve değişim oranları bulunmaktadır.
Yukarıdaki tabloya göre 2025 Ocak-Mart döneminde geçen yıl aynı döneme nazaran tahsilat oranı en fazla olan gelir kalemi kolalı gazozlardan alınan ÖTV, BSMV, gelir vergisi ile tütünden alınan özel tüketim vergisidir. Kolalı gazozlardan alınan ÖTV yüzde 85,51, gelir vergisi yüzde 94,7 ve MTV ise yüzde 61,38 oranında artmıştır. Diğerlerinin artış oranları yukarıdaki tabloda görülmektedir.
ÖTV genel toplamı ise geçen yıl aynı döneme göre yüzde 39 oranında artmış.
/././
Özgürlük veya özgürlük bilinci -Sami Selçuk-
Özgürlükçü demokraside herkes özgürlük türküsünü söyler. Dişler kenetlenmediğinden orada halk söylenmez, söyler, hem de yüksek sesle...

Kuram, kural, hukuk -Ercan Uygur-
Yöneticiler, popüler olmak adına zaman içinde tutarlı davranmayabilirler. Bu nedenle önceden belirlenen bir kural oluşturulmalı ve yönetenler, istinai durumlar dışında bu kurala uymalıdırlar
Son dönemde iktidarı destekleyen bazı yayın organlarında “Faizi yükselttiler de ne oldu? Enflasyon düşmedi. Buna karşılık ekonomi durakladı. Bu politika değişmeli” söylemini okuyoruz, duyuyoruz.
2021 ortalarında hakim olan bu düşünce, acaba tekrar hakim düşünce mi oluyor? Bu yazıda amacım bu konuya eğilmek ve bu düşüncenin ana akım iktisattaki yerine ve politika uygulamasına bakmaktır.
Faiz enflasyon ilişkisi ve Cavallo etkisi
Başlıktaki kuramı (teori), bilimsel kuram anlamında kullandım. Bilimsel kuram; doğadaki, toplumdaki, piyasadaki bir olayın gerçeklere dayalı bir açıklamasıdır. Bu açıklama gözlemlerle, deneylerle ve sınamalarla yanlışlanmış olmamalıdır.
Kuram, aynı konuda doğru öngörüde bulunabilmelidir. Açıklaması ve/veya öngörüsü yanlış çıkan kuram, geçerli değildir, artık bilimsel kuram değildir ve dikkate alınmaz.
Örneğin, “su 100 derecede kaynar, 0 derecede donar” kaynama ve donma konusundaki kuramlardır. Normal mal ve hizmetler için diğer şeyler aynı kalırsa, “arz düşerse fiyat artar”; “faiz düşerse talep yükselir”; “talep yükselirse enflasyon artar” ifadeleri de kuramlardır.
Haliyle, bu ifadelerin tersi geçerli olamaz. Örneğin, “faiz düşerse talep düşer ve enflasyon da düşer” demek yanlışlanmış bir açıklamadır, bir kuram olamaz. Bu yanlış ifadeyi temel alarak yapılan açıklama, politika ve öngörü de yanlış olur.
Ancak faiz ile enflasyon ilişkisini başka bir şekilde ifade edenler de olmuştur. Örneğin, Arjantinli iktisatçı Domingo Cavallo, 1977’de sunduğu doktora tezinde, “yüksek faiz sermayenin, örneğin işletme sermayesinin maliyetini arttıran bir unsurdur” demiştir. Buradan, yüksek faiz maliyet enflasyonunu arttırır sonucuna varmıştır. Bu etkiye “Cavallo etkisi” denmiştir.
Bu noktadan hareketle Cavallo, belli koşullarda, “faiz düştüğünde enflasyon da düşebilir” demiştir. Burada belli koşullardan birisi faizin, döviz talebi dahil, toplam talep üzerinde etkisinin önemsiz olduğunu varsaymasıdır.
Cavallo’nun, enflasyonu düşürmek için faizi indirmeyi bir genel politika önermesi olarak yapmadığı anlaşılıyor. Nitekim, 1991-1996 döneminde Arjantin ekonomi bakanlığı yapan Cavallo, ülkesindeki yüksek enflasyonu düşürmek için faizi indirmek yoluna gitmemiş, tersine politikalar uygulamıştır.
Bu da gösteriyor ki, Cavallo, akademik çalışmasında daha soyut olarak söylediğinin tersine, faizi indirerek Arjantin’de enflasyonu düşüreceğine inanmamıştır.
100 yıl önceki Almanya’da faiz politikası
Aslında faizi indirerek veya yüksek enflasyona karşılık faizi yükseltmeyerek enflasyonu düşürme deneyimini I. Dünya Savaşı sonrasında, yaklaşık 100 yıl önce Almanya yaşamıştır. Bu politika uygulaması, 1919’dan 1933’e kadar süren Weimar Cumhuriyeti döneminde olmuştur.
Bu dönemdeki ekonomik gelişmeleri, enflasyonu ve para politikalarını Bresciani-Turroni (1937) kitabından izleyebiliyoruz. Almanya’daki 1922-1923’teki hiperenflayonu da ayrıntıyla ele alan bu kaynağa kısaca B-T (1937) diyorum.
1). O dönemin Alman Merkez Bankası Reichsbank yönetimine göre, faiz veya iskonto oranında artış enflasyonda düşürücü etki yapmaz. Tam tersine, böyle bir artış üretim maliyetinde yükselmeye neden olur ve fiyatları, enflasyonu yukarı çeker.
2). İskonto oranını arttırmak yerine, kredileri tayınlamak ve daha çok hak edenlere daha fazla kredi vermek uygun olur. B-T (1937, s. 50). Böylece banka bazılarına yüklü mikarlarda para aktarırken, başka bazılarının da zarar görmesine neden oluyordu.
3). Halbuki krediler yoluyla aktarılan paralar dövize veya ithal ürünlere gidiyordu ve Mark değer kaybediyordu. Yani, verilen kredilerle Marka karşı spekülasyon yaratılıyordu! B-T (1937, s. 51)
4). Yükselen ve önce iki hanelere sonra üç hanelere varan enflasyona karşılık, Reichsbank iskonto oranının 1915 başından 1922 Temmuzuna kadar yüzde 5’te sabit tutmuştu. B-T (1937, s. 76).
Belirttiğimiz bu görüşleri, politika uygulamalarını ve sonrasındaki dövize yönelişi Türkiye’de de 2021 ortasından başlayarak yaşadık. Bir farkla; Türkiye’de faizler sabit kalmak yerine düşürüldü.
5). İskonto oranları bu kadar düşük iken ve enflasyonla birlikte Markın değer kaybı bu kadar yüksek iken, Reichsbank ticari krediler için sonsuz bir talep olduğunun farkında değil miydi sorusu akla geliyor.
6). Ekonomi politikaları, hedef olarak büyümeyi ve istihdamı almıştı. Enflasyonu görmezden gelmişti. Reichsbank’a göre, dolaşıma çıkan para miktarı artmakla birlikte, enflasyona neden olmazdı. Çünkü bu paranın rezerv olarak karşılığı vardı. Halbuki rezervlerin içinde, altın yanında, iç borçlanma senetleri de yer alıyordu!” B-T (1937, s. 50).
7). Yönetim çevrelerindeki hakim görüşe göre, Almanya’nın yaşadığı enflasyon ve paranın değer kaybı gibi sorunlar “ödemeler dengesi” sorunundan kaynaklanıyordu. Ödemeler dengesindeki açığın bir nedeni de savaş tazminatları idi. Ödemeler dengesi sorunu çözülürse diğer sorunlar da çözülecekti. Haliyle, enflasyon, yüksek borçlar ve yüksek para artışı ile ilgili değil idi. B-T (1937, s. 42, 45)
8). Enflasyonda nedensellik, döviz kuru artışı ile başlıyordu. Döviz kuru artınca ithal fiyatlar yükseliyor, bu yolla etki içerideki fiyatlara geçiyor, buradan da ücretlere yansıyordu. Döviz kurunu düşük tutabilmek gerekirdi. B-T (1937, s. 42, 45).
Türkiye’deki enflasyonun ve kur artışının da cari açığın bitirilmesi ile sonlanacağı 2021 sonrası politikalarının açıklanmasında sıkça dile getirildi. Yukarıda da belirttiğim gibi, Almanya’daki 1920’lerin bazı düşünce ve politikaları, Türkiye’deki 2020’lerin düşünce ve politikalar ile şaşırtıcı biçimde benzeşiyordu.
Bu düşünceler ve politikalar zaman zaman öne çıkıyor. Örneğin 17 Nisan 2025’te ve sonrasında açıklanacak politika faizleri hangi etkilerle belirlenip açıklanacak? Faiz politikası yalnızca bir örnek.
Genel olarak politikalar bir kurama ve onunla tutarlı kurallara göre mi belirleniyor? Bu soruya, geçmişe bakarak, genellikle hayır yanıtını veriyoruz. Gelecekte nasıl olacak? Belirsiz. Söylemek istediğim şudur; oluşturulan politkaların arkasında bir ekonomi kuramı var mı belli değil. Örneğin, politikalar inançlara göre mi belirleniyor?
Yönetenlerin takdiri (isteği) mi, politika kuralları mı?
Ana akım iktisatta, 1980’lerden bu yana üzerinde genellikle anlaşılmış bir politika yaklaşımı var. Bu yaklaşıma göre ekonomiye yön veren politikalar yönetenlerin takdirine veya isteğine, hatta keyfine bırakılmamalı, tam tersine önceden oluşturulan kurallara göre uygulanmalıdır.
Burada kurallar kuram çerçevesinde oluşturulmalıdır. Yönetenler, politikalara karar veren hükümetler ve politikacılar olarak anlaşılmalıdır.
Kuramsal çerçeve Kydland and Prescott (1977) makalesine ve benzer çalışmalara dayanıyor. Bu makalede yöneticiler için bir zaman tutarlılığı / tutarsızlığı sorunu vardır.
Yöneticiler, popüler olmak adına zaman içinde tutarlı davranmayabilirler. Bu nedenle önceden belirlenen bir kural oluşturulmalı ve yönetenler, istinai durumlar dışında bu kurala uymalıdırlar.
Özellikle merkez bankasının para politikası uygulaması açısından, önerilen ve sonraki çalışmalara örnek olan bir kural Taylor (1993) kuralıdır. Taylor kuralı merkez bankasının politika faizini nasıl belirleyeceğini göstermektedir.
Bu kurala göre, politika faizi bankanın enflasyon hedefinden sapmasına ve potansiyel büyümeden (veya işsizlik oranından) sapmasına göre belirleniyor. Böylece yöneticilerin faize müdahale etmesi mümkün olmuyor.
Türkiye’de 2021 ortasından 2023 ortasına kadar herhengi bir kurama ve ona dayalı kurala göre politika belirlendiği söylenemez. 2023 ortasından başlayarak bu durumun bir ölçüde değiştiği söylenebilir.
Ancak yine de yönetenlerin, özellikle cumhurbaşkanının politika takdirleri, istekleri her zaman dikkate alınmalıdır. Bu baskının her zaman olduğu gibi bugünlerde yine var olduğunu söyleyebiliriz.
Bir ülkenin ekonomisi için kuramlar dikkate alınmıyor, kurallar konulamıyor veya konulsa da işlemiyorsa, hukukun kuralları da işlemez demektir. Bu durumun son örneklerinden birisi ABD’de son dört aydır yapılanlar, uygulanan politikalardır.
ABD’de ekonomi kuramları ve kuralları artık işlemiyor. Özellikle dış ticaretle ilgili yap-boz tahtasına benzeyen saçma kararlar göstergedir. Haliyle iç ve dış hukuk kuralları da işlemiyor.
İki örnekle bitireyim. 1). Önce GATT, sonra Dünya Ticret Örgütü bünyesinde getirilen hiçbir kurala ABD uymuyor, tüm dünyayı dağıtmış durumda. 2). Gazze’de İsrail’in ABD desteği ile yaptığı vahşi katliamı eleştiren üniversite öğrencileri zorla alınıp götürülüyor, tutuklanıyor, yabancı ise sınır dışı ediliyor. Hiçbir hukuk kuralı işlemiyor.
Bunları dikkkate alarak, Türkiye’de iktidarı eleştirdikleri için tutuklanan öğrencilerin, seçilmiş yerel yöneticilerin ve siyasi parti başkanlarının serbest kalıp yargılanması gerekir. “Kaçma şüphesi var” diyerek insanları hücrelere atmak hukuk kuralına uymaz. Zaten kaçarlarsa siyasi hayatları biter, iktidarın istediği de bu değil mi?
Kaynaklar:
Bresciani-Turroni, Costantino (1937) The Economics of Inflation: A Study of Currency Depreciation in Post-War Germany. John Dickens & Co: Northampton.
Kydland, Finn E. ve Edward C. Prescott (1977) “Rules Rather than Discretion: The Inconsistency of Optimal Plans.” Journal of Political Economy, Vol. 85, 1977, pp. 473-91.
Taylor, John, (1993) “Discretion vs. Policy Rules in Practice,” Carnegie-Rochester Conf. Ser. Public Pol. 39, 1993, p. 195–214.
/././
DEV-GENZ ve cüce iktidar -Mine Söğüt-
Eğer bir umuda ihtiyacımız varsa, o umut; mevcut tüm iktidar modellerinin, “DEV-GENZ” diye şakacı pankartlar açan ama belli ki aslında hiç de şaka yapmayan Z kuşağı karşısında hızla cüceleşmesindedir.
90’lı yıllarda adı Babiali’den İkitelli medyasına evrilen gazete ve dergiler artık dünyanın değiştiğini, yaşlı liderle yaşlı yöneticilerin koltuklarını gençlere devretme zamanı geldiğini haykıran haberler yapıyorlardı.
Gündemin odağı, 80 öncesi sağ sol çatışmalarıyla ortalığı yangın yerine çeviren sokak terörüne kurban verilmiş bir nesilden sanki özür dilercesine gençliğe çevriliyor ve yaşlılara “Bırakın koltuklarınızı artık dünyayı gençler yönetsin” deniliyordu.
Sadece siyasetçiler değil, yaşlı şirket yöneticileri de artık yönetimden ellerini çekmeli, yerlerini 30 yaş civarındaki gençlere terk etmeliydiler. Hatta gazeteciler bile şöyle bir silkelenmeliydiler. O yıllarda Hürriyet Gazetesi’nin bünyesinde yayınlanan Tempo Dergisi’nde “Türkiye’nin Dinazorları” diye uzun bir liste çıkarılmıştı. Bu listeye o coşkuyla Hürriyet’in en kıymetli gazetecilerinden biri olan Uğur Dündar’ın adı da konulunca haberin editörü olan İsmet Berkan’ın başı fena ağırmıştı.
O zaman medyada esen bu rüzgârlara kanarsanız ülkenin gençliğe çok ama çok büyük bir değer yüklediğini zannedebilirdiniz. Yüzyılın ilk yarısında savaşlarda ölen, 60’larda belki biraz nefes alabilen ama 70 itibariyle hayatı yine cehenneme dönen ve 80 sonrası geleceği yeniden ve bambaşka bir yerden inşa edilmek istenen gençlik, Sovyetlerin dağıldığı, Berlin duvarının yıkıldığı, Rusya ile Amerika arasındaki gerilimin şekil değiştirdiği 90’larda artık üzerine yapışmak üzere olan yeni ve tehlikeli etiketin hedefindeydi.
Bütün iktidar gerçekten gençlere verilmekte ve para kazanma ve tüketim hevesi ile eğitilmiş olan yeni bir nesil güle oynaya tahta geçirilmekteydi.
İşte bugünkü Türkiye’yi o nesil inşa etti.
Onların medya ile yönlendirilen öncelikleri, kaygıları/kaygısızlıklar, değerleri ve hayalleri bugünkü iktidarın önünü açtı. 2000’lere gelindiğinde tüm dünyada olduğu gibi bu ülkede de artık genç, yaşlı herkes aynı eksende yaşıyordu.
O eksende;
Savaşları ekranlardan canlı canlı izlemek normaldi.
İki ile beş yıl arasında eskime garantisiyle satılan “dayanıklı” ürünleri tüketmek normaldi.
Sağlıksız ama çok eğlenceli bir beslenme alışkanlığına sahip olmak normaldi.
Doğanın canına okuyan endüstri çılgınlığına katlanmak normaldi.
Toplumda fırsat eşitsizlikleri olması normaldi.
Eğitim ve sağlığın paralı olması normaldi.
Sokaklarda evsiz insanların sayılarının çoğalması normaldi.
Propagandalarını reklamcıların marifetleriyle yapan politikacılara güvenmek normaldi.
Yöneticiler için “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” demek normaldi.
Dinin politikaya alet edilmesi normaldi.
Muhafazakarlaşmak normaldi.
Medya tarafından pompalanan ve yükseldiği varsayılan değerlerin peşinde sadece kendi işine bakarak ve tüketici kimliğine sarılarak dijital ekranlara sabitlenmiş pasif bir varoluşun rehavetine bürünmek normaldi.
Böyle bir ortamda iktidarların diktatörleşmesi de haliyle normalleşti.
Bugün o diktatörlük kendi anti maddesini oluşturuyor.
Sadece tüketici olarak yetiştirilmeye, ekran kuşağı olarak tanımlanıp apolitiklikle damgalanıp işlevsizleştirilmeye, bir tehdit ikliminde geleceğiyle ilgili hayaller kurmaktan menedilmeye, sistemin çarklarında öğütülmeye başkaldıran gençler kabuklarından çıkıyor ve o kabuğu beğenmiyorlar.
Bir zamanlar “Bütün iktidar gençlere!” kandırmacasıyla yeni ve korkunç bir dünya düzenini pazarlayan zihniyet, aniden ekrandan başını kaldırıp sokağa bakan ve gördükleri karşısında iktidara hesaplanmamış bir yerden talip olan bir gençliğin öfkesiyle tanışıyor. Haksızlığa uğrayan öğretmenleriyle birlikte kendi hayatlarına da sahip çıkan küçücük çocukların dev gibi eylemlerine tosluyor.
Bu kaos ortamında eğer bir umuda ihtiyacımız varsa, o umut;
Bugün iktidarda olanlarla gençlik arasındaki yaş farkının aslında 50 değil 500 olmasındadır.
Eski nesillere hiç benzemeyen ve onlarla bir bağ kurmayı reddeden yeni nesillerin geleneksel politikalardan el almayıp kendi bağımsız tepkilerini oluşturma olasılığındadır.
Ve mevcut tüm iktidar modellerinin, “DEV-GENZ” diye şakacı pankartlar açan ama belli ki aslında hiç de şaka yapmayan Z kuşağıyla, ardından yaldır yaldır gelen Alfa çocuklarının öfkesi karşısında hızla cüceleşmesindedir.
/././
Trumpçı gümrük tarifeleri (II): Nedenleri ve azgelişmiş ekonomiler üzerindeki olası etkileri-Mustafa Durmuş-
ABD emperyalizmi son birkaç on yılda zayıflasa da hala en büyük sermaye birikimine, en büyük finansal gücüne ve dünyanın en büyük askeri gücüne ve teknolojik birikimine, dahası hala diğer emperyalist ülkelerin desteğine sahip.
Ana akım medyadaki baskın görüşe göre, ciddi küresel sorunlara yol açacak olan Trumpçı tarifeler, “kötü niyetli”, “beceriksiz”, “irrasyonel”, “maceracı” “halklara düşman bir aşırı sağcı” olan Trump’ın marifeti.
Trump aldığı kararların etkilerinin bilincinde
Trump’a yakıştırılan sıfatların eksiği var, fazlası yok. Ancak sadece bu kişisel özelliklerle dünyayı üçüncü bir paylaşım savaşına kadar sürükleyebilecek olan tarifeleri ve ticaret savaşlarını açıklamak yetersiz ve yanıltıcı olur. Ayrıca böyle bir yaklaşım “kapitalizmin emperyalist doğasını” da gizlemeye hizmet eder.
Bu yüzden olayları ve olguları, var oldukları tarihsel koşullar içinde ve mevcut ekonomik sistemin, üretim tarzının iç çatışmaları, dinamikleri ve sınıf mücadeleleri ve diğer toplumsal mücadelelerle açıklayan ve genel olarak toplum ve yaşama ilişkin daha kapsayıcı ve bilimsel bir bakış açısına ihtiyacımız var. Bu bakış açısı gelişmelerin doğru anlaşılmasını önleyen karartmaları ya da perdelemeleri ortadan kaldıran ve olayları daha net görmemizi sağlayan bir bakış açısıdır.
Böyle bir bakışa göre; doğadaki ya da toplumdaki olaylar gibi, büyük çapta etkilere sahip olan Trumpçı tarife politikası da derindeki ihtiyaçların bir sonucu olarak ortaya çıkar. Yani bu tarifeler ekonomideki bazı zorunlulukların ve siyasetteki sıkışıklığın ya da ertelenemez ihtiyaçların dışavurumlarıdır.
Trumpçı tarifelerin gerekçeleri
Bu bağlamda Trumpçı tarifelerin gerekçelerini ele alabiliriz. Analizlerde yer aldığı kadarıyla, “Monreo Doktrini’ne geri dönülmesi”, “dış ticaret açıklarının neden olduğu zarara son verilmesi” ve “ulusal hükümetlerden ekonomik ve siyasal tavizler kopartılması” akla gelen ilk gerekçeleri oluşturuyor. Şöyle ki:
- Öncelikle, Trump ABD’nin en fazla dış ticaret açığı verdiği Çin’in, “ABD’nin ekonomik statüsünü çaldığını” ileri sürüyor. Bu yüzden de ABD’yi “Yeniden Büyük/ Make The USA Great Again” yapacaklarını öne sürüyor. Oysa ABD’nin hegemonyası 1971’den (Nixon) ve 1985’ten (Volcker) bu yana geriliyor, dolayısıyla da başlattığı ticaret savaşları bu inişi tersine çevirmeye yetmeyebilir.
Kaldı ki Trump tehlikenin diğer ülkelerin “ABD’yi soymasından” kaynaklandığına inanıyor olsa da bu aslında bugünün değil, dünün hikayesidir. Öyle ki bugün ulus üstü sermaye şirketleri birçok ulus devletten daha fazla servete ve güce sahipler ve hiçbir ülkeye bağlılık gibi bir sorumlulukları da yok.
Ulus üstü sermayenin gücü
Bu bağlamda gümrük tarifeleri ABD ekonomisini “özgürleştirecek” bir yol sunmuyor. Bunlar, daha ziyade gerçek ortak sınıf düşmanı olan sermayeye karşı emekçilerin birleşmeleri gereken bir zamanda, ülkeleri ve emekçileri birbirine düşüren modası geçmiş, düşmanca önlemler.
Bu konuda bir uygulamadan söz etmek meseleyi daha iyi kavramamıza yardımcı olabilir. Uluslararası ticaret anlaşmalarında yer alan Yatırımcı-Devlet Anlaşmazlık Çözümü (ISDS) maddeleri, şirketlerin, insanları veya gezegeni korumaya çalışan hükümetlere dava açmasına olanak tanıyor. Şirketler Tayland’dan Almanya’ya, siyanürlü altın madenciliğinin yasaklanmasından asgari ücretlerin yükseltilmesine kadar her konuda hükümetlere "kâr kaybı" davaları açabiliyorlar ve çoğunlukla da bu davaları kazanıyorlar. Bu durum ulusal ekonomileri felce uğratırken, demokrasiyi alay konusu haline getiriyor ve küresel ekonomide kimin sözünün geçtiği konusunda hiçbir şüpheye mahal bırakmıyor. (1)
Kısaca, küreselleşmiş bağımlılık zincirlerinden kurtulmaya ve ulusal/yerel ekonomilerimizi korumaya ihtiyacımız var ama gümrük tarifeleri bizi oraya götürecek araçlar değiller.
- Trump’ın temsil ettiği sermaye “ABD’yi yeniden üretim üssü yapmak” istiyor. Zira şu anda küresel imalat sanayi üretiminin yüzde 35’i Çin’de, buna karşılık yüzde 13’ü ABD’de gerçekleşiyor. (2) ABD müesses nizamı Çin’i zayıflatarak bu durumu tersine çevirmek istiyor.
- Ancak ABD’nin Çin ile baş edebilmesi için güçlü bir savunma bütçesine ihtiyacı var. Yaklaşık 1 trilyon dolarlık savunma bütçesini silah üreticileri finanse etmeyeceğinden, bu tarifelere baş vuruyor ve ilave vergi geliri yaratmak ve dünyayı kontrol etmek istiyor.
Nitekim Trump 1982 yılından bu yana toplanan en yüksek vergi gelirini sağlamayı hedefliyor: yılda 258 milyar dolar (yüzde 0,85). 10 yıllık bir sürede ise 2,9 trilyon dolar vergi geliri elde edilmesi hedefleniyor. (3)
Ancak küreselleşme son 40 yıllık neo-liberalizmin bir sonucu ve ABD küresel çapta sanayi kaydırmalarıyla bundan çok büyük nema sağladı. Düşen kâr oranlarını başka ülkelere yaptığı sermaye ihracı ile yükseltebildi, böylece krizlerini savuşturabildi. Örnek olarak ABD’nin Vietnam’da 59 Nike ayakkabı fabrikası var. Tesla otomobillerinin büyük bir kısmı Çin’de üretiliyor. Çünkü bu ülkelerde işçilik çok daha ucuz ve işgücü verimlilikleri de yüksek. Yani üretim-değer zinciri artık tersine çevrilemeyecek kadar küresel. (4)
İhracatı temel alarak büyüyen ekonomiler üzerindeki etkiler
Ticaret savaşlarında tüm taraflar zarar görebilirler. Ancak en büyük zararı iç talebi nispeten zayıf olan net ihracatçı ülkeler görür. Uluslararası ticaretin daralması (özellikle de büyümeyi sağlamak için ihracata/dış talebe bel bağlamışlarsa), dışa en açık ve ihracata bağımlı ekonomilere zarar verir. Göreli olarak “kapalı ekonomiler” de zarar görebilirler ama bu zarar göreli olarak daha küçük olur.
Bu durumda, ihracatları düşeceği için, dış ticaret açıkları artan azgelişmiş ekonomileri büyütmenin tek yolu iç talebi artırmak olur ki bu da ya milli gelirin daha adil dağıtılarak reel ücretlerin artırılmasını ve/veya talebin bireysel borçlanma ile desteklenmesini gerekli kılar.
İlk yol günümüzün otoriter rejimleri altında pek mümkün görünmediğinden, geriye emekçileri daha fazla borçlandırarak ekonomiyi büyütmek kalıyor. Ancak bunun da bir sınırı var. Ayrıca bu borçların geri ödenememesi bankacılık sistemini sıkıntıya sokabilir. Bu durumda ekonomilerin küçülmesi, işsizliğin artması ve bunları finansal, sosyal ve siyasal krizlerin takip etmesi kaçınılmaz hale gelebilir.
Ulusları sömürgeleştirmenin bir yolu
Bu tarifelerin uygulanması aslında doğrudan ve dolaylı olarak, tüm ulusal ekonomilere zarar verecektir. Ancak, ABD’ye ihracatları milli gelirlerinin önemli bir kısmını oluşturan ülkeler (Kamboçya: yüzde 36, Vietnam: yüzde 26, Çin: yüzde 13-14, Hindistan: yüzde 8 ve tüm azgelişmiş ekonomiler ortalama: yüzde 15-16) (5) bu tarifelerden en olumsuz etkilenecek ülkeler olacaklar.
“Önce Amerika/America First” ideolojisine çok bağlı olduğu bilinen Trump Yönetimi müttefikleri olan diğer kapitalist ülkeleri kasıtlı olarak düşman haline getirdi. Ötekileştirme, kutuplaştırma siyasetini uygulayan diğer aşırı sağcı-faşist liderler gibi kapitalizmin doğasında var olan çelişkilerin tetiklediği küresel ticaret dengesizliklerinin neden olduğu sorunları önemsemeden yoluna devam etmeye çalışacaktır.
Bu yüzden de Trump Yönetimi aracılığıyla bu tarifeler, ABD sermayesinin küresel ticaret sistemini ve bununla birlikte küresel ekonomiyi bütünüyle ele geçirme çabası olarak da görülmelidir.
Bir başka anlatımla, bu tarifeler AB ve Japonya gibi gelişkin ekonomileri kendi hegemonyası altında hizaya çekmenin yanı sıra, ihracata bel bağlamış, ekonomik ölçek ve teknolojik gelişmişlikten yoksun, devleti yönetenlere kolayca rüşvet ve/veya gözdağı verilebilen azgelişmiş ülkeleri sömürgeleştirmek amacına hizmet ediyor.
Türkiye’nin ABD’ye ihracatı ve Trumpçı tarifeler
ABD, yüzde 5,8 ile Türkiye’nin en büyük üçüncü ihracat pazarı (sırasıyla: Almanya yüzde 8,1; Birleşik Krallık yüzde 6,0; ABD yüzde 5,8; İtalya yüzde 5,2; Irak yüzde 4,9 ve diğer ülkeler yüzde 70,0). (6)
Kamboçya ve Vietnam gibi ülkelerle kıyaslandığında, daha düşük bir orana sahip olsa da Türkiye’nin ihracatının üçüncü büyük pazarı olması ve AB’nin en büyük ekonomilerinin payına yakın bir paya sahip olması, Trumpçı tarifelerin Türkiye üzerinde etkili olabileceğini gösteriyor. Özellikle de AB ülkelerine konulan tarifelerin bu ülkelerin ekonomilerini daraltması söz konusu olacağından, tarifelerin dolaylı etkileri söz konusu olacaktır.
Ayrıca Türkiye’ye uygulanacak olan tarifenin dünyanın büyük bir kısmına uygulanacak olan yüzde 10 ile aynı olması, “Türkiye’nin rekabetçi gücünü artıracağı için” Trumpçı tarifelerin fırsata çevrileceği” beklentisini boşa çıkartıyor.
Yoksul ülkeler borç batağına sürükleniyor
Dünya Bankası’na göre, 2008-09 finansal krizi sırasında 3,9 trilyon dolar olan düşük ve orta gelirli ülkelerin dış borçları 2023 yılında 8,8 trilyon dolara ulaştı. Yani 15 yılda bu ülkelerin borç stokları iki kattan fazla arttı. Bu borçlar için ödedikleri faiz oranı ise 2013-23 arasında yüzde 2,6’dan yüzde 4,9’a yükseldi. (7) Bu ülkelerin borçlarının çok büyük bir kısmı ABD doları cinsinden çünkü ticari bankalar ve Dünya Bankası bunu onlara dayatıyor.
Bu ülkeler, borçlarını ve bu borçların faizlerini geri ödeyebilmek için dolar biriktirmek amacıyla ihracat faaliyetlerini yoğun bir şekilde teşvik etmek zorunda kalıyorlar.
Ayrıca, kısmen şu anda görüldüğü gibi, doların değerindeki düşüşün bir sonucu olarak ve (daha kesin olarak çok yakında belirginleşecek olan) enflasyondaki artış nedeniyle, ABD’de faiz oranlarının yükselmesi kaçınılmaz olacak ve FED faiz oranlarını artırmak zorunda kalacaktır. Bu durum, kuşkusuz, borçlarını dolar olarak ödeyen ve faizleri genellikle değişken oranlı olan bu ülkelerin ekonomileri üzerinde çok ciddi etkilere neden olacaktır.
Keza bu ülkeler artık ABD'ye yeterince ihracat yapamaz duruma gelirlerse, ister ticari bankalara isterse Dünya Bankası'na olsun, kredi borcu yükümlülüklerini yerine getiremeyecekler. Böylece, söz konusu ülkelerin kredi notları daha da düşecektir.
Özcesi (bizim gibi) dış borç stoku yüksek olan ülkelerin borçlanma maliyetleri daha da artacaktır. Ayrıca bu ülkelerin fiziki olarak dış krediye erişimleri de zorlaşacaktır. Bu durumda bu ülkelerin acilen ihtiyaç duyduğu yatırımlar da yapılamayacaktır. Böylece, ihracatları, yatırımları, istihdam ve gelirleri düşecek, daha da yoksullaşacaklar, dış borçlarını geri ödemede ciddi sorunlar yaşayacaklar. 1982 yılında Meksika’da patlak veren dış borç krizi benzeri krizlerin bu yüzyılda daha da yaygın biçimde ortaya çıkması olasılığı oldukça yüksektir.
Trumpçı tarifeler özerk kalkınma stratejileri için alan açmaz!
Azgelişmiş ülkeler üzerindeki etkileri bağlamında bir yanılsamadan kaçınılması gerekiyor. Bazı yorumculara göre, Trumpçı tarifelerin neden olduğu küresel “ayrışma” (yani Küresel Güney Ülkeleri ile Emperyalist Merkez Ülkeler arasındaki ticaret ve sermaye akışının görece azalmasının) Küresel Güney Ülkelerinin daha ilerici ekonomik "sanayileşme stratejileri" ortaya koymasını, emperyalizmin pençesinden kurtulmasını ve "arayı kapatmaya" başlamasını sağlayacaktır. (8)
Ancak ABD emperyalizmi son birkaç on yılda zayıflasa da hala en büyük sermaye birikimine, en büyük finansal gücüne (ABD doları hala hüküm sürüyor) ve dünyanın en büyük askeri gücüne ve teknolojik birikimine, dahası hala diğer emperyalist ülkelerin (çoğunlukla) desteğine sahip.
Diğer yandan, Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın başını çektiği (alternatif) BRICS grubu siyasi ve ekonomik olarak çeşitlilik arz etse de gerçek bir mali ya da askeri güce sahip değil. Ayrıca BRICS ülkelerinin çoğunluğunu diktatörlüklerce (Rusya, Çin, Hindistan, İran, Suudi Arabistan gibi) ya da işçi sınıfının çıkarlarını temsil etmeyen zayıf neo-liberal kapitalist rejimlerce (Güney Afrika gibi) yönetiliyor. Yani bu ülkeler aslında bir başka emperyalist kutuplaşmayı temsil ediyorlar. Bu nedenle de sırtını bir başka emperyalist gruba yaslayarak özgürleşmeyi, demokratikleşmeyi ve kalkınmayı sağlayabilmek mümkün değil.
Emperyalizmden kopmak ve bağımsız ekonomik kalkınma stratejileri izlemek bir paradigma değişikliğini yani ekonominin temel sektörlerinde kamu mülkiyetini tesis etmeyi, demokratik bir biçimde planlanmış kamusal yatırımları, işçi sınıfı demokrasisini ve enternasyonalist bir dış politikayı hayata geçirmeyi gerektirir. Oysa ne ABD-Japonya ne AB ne de BRICS ülkelerinin yönetimleri böyle bir paradigmayı savunuyor. Aksine bunlara şiddetle karşı çıkıyorlar.
Devam edecek…
Dip notlar:
- “Everything a Trade Union Should Know About TTIP: Stop the TTIP, People’s Movement”, people.ie (3 January 2018); Park MacDougald, “Trade Agreements Rigged to Protect Capital From Democracy”, http://truth-out.org (2 March 2015).
- https://thenextrecession.wordpress.com/trumps-slump (9 April 2025).
- “Trump's ‘Liberation Day’ Tariffs: The Impact by the Numbers”, https://taxfoundation.org/blog (4 April 2025).
- https://links.org.au/behind-trumps-spiralling-tariff-war-interview-marxist-economist-michael-roberts (6 April 2025).
- https://rwer.wordpress.com/whos-afraid-of-trumps-tariffs (5 April 2025).
- https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Dis-Ticaret-Istatistikleri-Subat-2025 (27 Mart 2025).
- https://blogs.worldbank.org/en/opendata/international-debt-report-2024--low--and-middle-income-countries (3 December 2024).
- https://links.org.au/behind-trumps-spiralling-tariff-war-interview-marxist-economist-michael-roberts (6 April 2025).
/././
Yedi gazeteci arkadaşımızın başına gelenler yeni bir eşik!-Candan Yıldız-
Saraçhane protestolarını takip eden gazeteciler gazeteci olduklarını ispat etmeye çalışıyor! Savcılık iddinamesinde gazetecilerin beyanlarını doğrulayacak delil yok, beyanlarına itibar edilmedi dedi.
Temel hak ve özgürlüklerin tırpanlanması konusunda iktidarın sürekli olarak el yükselttiğini biliyoruz.
Özellikle de yargı eliyle…
Güvenlik politikalarıyla…
Bu kadar da olmaz dediğimiz her şey oldu. Olabilmesinin nedeni de iktidarın bunu yapabilmesi…
Hatırlatalım…
Emniyet Genel Müdürlüğü 2021’de bir genelge yayımlamış ve polisten kamusal alanda görevlerini yaparken ses ve görüntü kaydı alanların engellenmesini istemişti.
Son yıllarda toplumsal olaylarda, eylemlerde görüntü çekmesi zaten engellenen gazetecilere bir engel daha getirilmişti.
Gazetecinin görevi ses ve görüntüdür… Belgelemektir. Ama ‘olamaz’ denilen şey olmuştu. Sonrasında Danıştay genelgeyi iptal etmişti.
Şimdi de Şaraçhane eylemlerini takip eden gazetecilerin gazetecilik yaptıklarını ‘tespit edemeyen’ bir yargı var.
‘Olmaz’ denilen şey bir kez daha oldu. Haber için alanda olan gazetecilere adeta kumpas kuruldu ve gazetecilerin belden yukarı fotoğrafları dosyaya konuldu.
Gazetecilerin ekipmanlarıyla fotoğrafları çekilmedi.
Gazetecilerin bülten bağlantılarındaki cümleleri propaganda olarak yorumlandı.
İstanbul polisinin sürekli olarak sahada gördüğü gazeteciler Bülent Kılıç, Kurtuluş Arı, Yasin Akgül, Zeynep Kuray, Gökhan Kam, Ali Onur Tosun ve Hayri Tunç bu muameleye maruz kalan gazeteciler.
Şimdi, polisin uyarısına rağmen dağılmama suçlamasıyla yargılanıyorlar. 3 yıla kadar da hapisleri isteniyor.
Bu öyle bir suçlama ki, gazetecilik görev ve sorumluluğunun altını oymak.
Söz konusu uyarının gazetecilerle ne alakası var?
Gazeteci toplumsal bir olayı sonuna kadar yerinde takip eder, haberleştirir.
Savcılık daha da ileriye giderek, gözaltı sonrası gelişmelere, tepkilere, gerçeklere rağmen 7 gazeteci arkadaşımızın ‘gazeteci’ olmadığında ısrarcı.
Çünkü iddianamede gazetecilerin ‘biz gazeteciyiz’ beyanlarına rağmen beyanlarını doğrulayacak bir tespit yapılamadığı belirtiliyor.
Üstelik bu tespitte tek ölçü ‘kolluğun’ hazırladığı dosya… Savcılık gazetecilerin beyanlarına ‘itibar’ edilmediğini söylüyor.
Dosyaya konulan fotoğraflarda gazetecilerin mikrofonunu, kamerasını, fotoğraf makinasını gizleyen kolluğun topladığı ‘deliller’ savcılık için yeterli olabilir mi?
Olmuş olacak ki, savcılık kovuşturma kararı vermiş. İddianame yazmış. Mahkeme de iddianameyi kabul etmiş.
7 gazeteci arkadaşımız 18 Nisan’da Çağlayan Adliyesi 62. Asliye Ceza Mahkemesi’nde hakim karşısına çıkacak.
Bu iddianame gazeteciler için ‘neden oradaydın’, ‘neden görevini yaptın’ demek. Tıpkı Cumhuriyet gazetesi davasında gazetenin yayın çizgisinin sorgulanması gibi…
Bu durum gazetecilik mesleğinin engellemesine dönük yeni bir eşik. Yıllarca Kürt gazeteciler için ‘gazetecilikten yargılanmıyorlar’ savunması şimdi mesleğini batıda yapmaya çalışan gazeteciler için tedavüle sokuluyor.
Bütün meslek örgütlerinin bu yeni durum için mesleki bir bariyer oluşturmaları hayat memat meselesi.
Abdurrahman Dilipak’la Greenpeace’i aynı noktaya getiren kanun nasıl bir kanundur?-Eray Özer-
Gerçekten de böyle oldu: İklim Kanunu’na bir yanda Abdurrahman Dilipak, Yeşim Salkım, Tuğba Özay, Suat Kılıç itiraz etti. Diğer yanda Greenpeace, WWF, Buğday Derneği, Doğa Derneği gibi çevreci STK’lar… Tabii itiraz gerekçeleri birbirine tamamen zıttı. Bir taraf “Tarım ve hayvancılık yasaklanıyor, beynimizi yapay zekayla kontrol edip bize böcek yedirecekler” derken diğer taraf “Kanun bu haliyle sadece karbon ticaretine kapı açıyor” diyordu

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder