Ergin Yıldızoğlu - Cumhuriyet / 9 Mayıs 2025

 

Almanya’dan sonra İngiltere

“Reform UK” (RU) adlı bir faşist parti, yerel seçimlerde çok başarılı oldu, Runcorn ve Helsby’deki milletvekilliği ara seçimlerini kazanarak Muhafazakârları geride bıraktı; İşçi Partisi’nin geleneksel kalelerinde güçlü bir varlık gösterdi. Şimdi, İngiltere’de yaklaşık yüz yıldır süren iki parti egemenliğine dayanan siyasi yapı sarsıyor. “Süreç olarak faşizm”, Almanya’dan sonra İngiltere’de de hızlanıyor.

YAPI SARSILIYOR

İşçi Partisi, son seçimlerde 14 bin oy farkıyla kazandığı Runcorn’u bu ara seçimlerde, çok az farkla RU’ya kaptırdı. Belediye meclisi üyeliği ve belediye başkanlığı kazanımları, sırasıyla RU (64 /10); Muhafazakâr Parti (-635/-15); İşçi Partisi (-198/-1) Liberal Parti (146 /3); Yeşiller (41/0). RU’nun ülke genelindeki oyu yaklaşık yüzde 12’ye ulaştı. Muhafazakar Parti, hezimete uğrayarak 3. sıraya düştü.

RU’nun bu çıkışı, geleneksel olarak İşçi Partisi’ne oy veren işçi sınıfı bölgelerinde (“kırmızı duvar”), Brexit’ten bu yana ciddi bir siyasal yeniden yapılanmanın yaşandığını kanıtlıyordu. Bu tablo, özellikle Brexit’in mimarı Nigel Farage liderliğinde yeni bir enerji kazanan RU’nun performansı, seçmenin bir süredir mevcut merkez partilerinden uzaklaşarak yeni arayışlara yöneldiğini gösteriyordu.

RU’nun yükselişi, İşçi Partisi için ciddi bir ideolojik sınav oluyor. İP, bir yandan göçmen dostu ve çok kültürlü bir İngiltere idealini ve büyük sermayenin çıkarlarını savunmaya çalışıyor; diğer yandan sendikaların geleneksel desteğini korumaya, beyaz işçi sınıfı seçmenin “göç” “toplumsal güvenlik” ve “ulusal kimlik” gibi sağ söylemlerle biçimlenen kaygılarına cevap vermeye çalışıyor. İP’nin, ağırlıklı olarak eğitimli, beyaz yakalı ve büyük kentli, tabanının yüzde 40’ı göçün ülkeye katkı sağladığını düşünürken partiden kopan, çoğu işçi sınıfı kökenli seçmenlerin yüzde 55’i göçün “çok fazla” olduğuna inanıyor. İşçi Partisi bu ikilemi ne ideolojik ne de politik olarak aşabiliyor.

Reform UK’nin söylemi, “süreç olarak faşizm” tanımındaki birçok unsuru taşıyor: Elit karşıtlığı: “Londra’daki liberaller”“BBC’yi kontrol eden solcular”göçmen düşmanlığı“Beyaz İngiliz halkı yabancılarla değiştiriliyor”kurumsal güvensizlik“Mahkemeler, medya, üniversiteler, genel olarak eğitim sistemi solcu (Woke)”heteroseksüel/homofobik: cinsel kimlikler bulanıklaştırılıyor (trans bireyler tartışması); tek kimlik vurgusu“Bu ülke yalnızca İngiliz halkına aittir.”

Bu tür söylemler, faşist eğilimleri besleyen kültürel kutuplaşmayı derinleştiriyor, liberal demokrasinin içini boşaltıyor. RU, sıradan bir parti olarak değil; sistem içi bir aşındırıcı olarak gelişiyor.

NE YAPMALI?

İşçi Partisi bugün ya sağ söylemlere yaklaşarak Reform UK’den oy “çalmaya”  çalışacak: Bu yol partinin sol kimliğini, toplumsal temsil iddiasını ve tarihi misyonunu daha da zayıflatır. Ya da refah devleti, toplumsal eşitlik, sosyal konut, kamusal hizmetler ve kapsayıcı göç politikaları temelinde, net ve ilkeli bir sosyal demokrat çizgiye dönecek. Yeniden inşa edilmiş, berrak biçimde tanımlanmış bir sol çizgi, hem RU’ya karşı bir direnç oluşturabilir hem de genç seçmenlere umut sunabilir. Ancak İşçi Partisi, Corbin- McDonald’ın işçi sınıfı merkezli sosyal demokrat çizgisini tasfiye eden Keir Starmer liderliğinde ilk seçeneğe yönelecek gibi görünüyor.

İP’nin ikircikli duruşuna karşı, daha net bir sol alternatifin ortaya çıkması olasılığı da hiç yok değil. Sosyalist gruplar, Sosyalist İşçi Partisi, Momentum hareketi, bazı sendika liderlikleri ve çevreci koalisyonlar bu yönde bir olasılık sunuyor. Bir tür “Britanya Syriza’sı” ya da  “Podemos’u”  mu olur, yoksa daha radikal ve işçi sınıfı merkezli başka bir şey mi olur bilinmez ama “süreç olarak faşizmin” devlete erişmesini önleyebilmek için solda oluşmuş ideolojik-siyasi belirsizliğin gelecek seçimlerde, bir biçimde aşılması gerekiyor.

AfD gibi Reform UK de liberal demokrasinin ürünüdür. Kapitalizmin yapısal krizinin içinde ya liberal demokrasiye karşı gerçek bir toplumcu, ekolojik demokratik bir seçenek yeniden yaratılacak ya da “süreç olarak faşizm” canavarı, toplumun dokusunu kemirmeye devam edecek. Seçim kazanmak artık yeterli değil! “Geleceği hangi siyaset biçimi belirleyecek” sorusuyla karşı karşıyayız.

                                                       /././

Almanya siyasi krizin eşiğinde

Almanya’da temsil krizine girmiş kapitalist demokrasinin içinden çıkan faşist AfD, seçimlerde 2. parti, seçim sonrası yapılan anketlerde de 1. parti konumuna yükselince Federal Anayasayı Koruma Teşkilatı tarafından resmen “aşırı sağ” (faşist demek istemiyorlar) olarak sınıflandırıldı. Bu karar, “süreç olarak faşizmin” kavramsal çerçevesi/ aşamaları bağlamında, Almanya’nın çok tehlikeli bir siyasi krizin eğişinde olduğunu gösteriyor. 

‘SÜREÇ OLARAK FAŞİZM’
1) Doğuş: AfD’nin 2013 yılında Avro krizine tepki olarak kuruluşu, klasik faşizmin ilk aşamasını yansıtan ideolojik konsolidasyon dönemiydi. Bu ilk aşamada, sağ entelijensiya içinde, mevcut siyasal sistemin çözülmekte olduğu iddiasıyla yola çıkan bir faşist grup, ekonomi politiğe ve ulusal kimliğe yeni ve radikal bir tanım getirmeye çalışır. AfD’nin ilk liderlerinin akademik kimliği ve sistem içi meşruluk çabası bu bağlamda anlamlıdır. 
2) Seçimleri kullanma: 2015 sonrasında mülteci krizinin çarpan etkisiyle AfD, klasik bir “düşman imgesi” (yabancı, mülteci, elit) inşa ederek ikinci aşamayı, yani sandık başarısını hedefledi. 2025 seçimlerinde AfD’nin “doğu eyaletlerinde” birinci parti konumuna yükselmesi, 2. aşamaya geçildiğini gösteriyordu. Faşist hareketlerin sandık yoluyla güç kazandığı, sistemi içeriden dönüştürmeye başladığı tarihsel örnekler (Weimar Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı, Trump-Proje 2026 rejimi) bu sürecin Almanya’da gündeme geldiğine, yaklaşmakta olan tehlikenin büyüklüğüne işaret ediyor. 
3) Merkezin erimesi: Merkez partileri özellikle Hıristiyan demokratlar (CDU) AfD’nin söylemlerini benimsemeye başlıyor. Bu eğilim AfD’yi izole etmek yerine, CDU ile arasındaki “farkı eriterek” AfD’nin politikalarını normalleştiriyor; süreç olarak faşizmin “sandıkla meşrulaşma ve yaygınlaşma” evresinin tamamlanması hızlanıyor. 
4) Egemen sermaye ile pazarlık: Almanya’da merkez sağ liderliğinin, sistemin geleneksel sabitelerini terk ederek “kriz yönetimi rejimi”ne geçiş yapması (W. Streeck, NLR, No: 162, 2025) bu aşamaya geçildiğini gösteriyordu. Merkez Sağ CDU başkanı yeni Şansölye Merz’in kamu borçlanma tavanını aşmak için seçimle gelen yeni meclis toplanmadan anayasayı eski parlamentoyla değiştirmesi, bu sürecin kilit eşiğidir; parlamenter meşruluğun altının oyulması, yürütmenin önleyici bir meşruiyetle donatılması anlamına gelir. 

Merz’in bu manevraları, yürütmeyi merkezileştirme, üzerindeki siyasal denetimi daraltma çabaları anlamına geliyor. Buradan bir adım sonrası, eğer AfD hükümete girerse faşizmin “devleti ele geçirme” aşamasıdır. Bu aşamada süreç, devletin içeriden dönüştürülmeye başlamasıyla ilerler; artık yasa yapımında halk iradesi değil, giderek faşizmin tanımladığı “acil ulusal çıkarlar” belirleyici olur. 

AfD VE TEMSİLİYET
Şimdi, kapatılma olasılığı ile karşısında AfD, hem sistemin “şeytanlaştırdığı” ötekisi olarak iç tehlikeyi temsil ediyor hem daha hükümete gelmeden devlete erişmeden politik etkisini merkez siyasete dayatıyor. Son anketlerde ulusal düzeyde yüzde 26 ile birinci parti olan AfD’yi yasaklama niyeti de “temsil krizi” yaşayan liberal sistemin, kendi ürettiği “canavarlara” bir cevap üretemediğini, çareyi bastırmayı, 
“otoriterleşmeyi” meşrulaştıran bir hukuki çerçeve içinde aramaya başladığını gösteriyor. 

Streeck’in vurguladığı gibi Almanya’da klasik kapitalist demokrasinin krizine verilen yanıtlar artık sistem içi değil, “sistem dışı” reflekslere dayanıyor. Bu da liberal demokrasinin “içeriğinin boşalması ve formun şekle indirgenmesi” anlamına geliyor. 
“Süreç olarak faşizm”, bu aşamada siyasal şiddetle değil, demokrasi adına yapılan otoriterleşme uygulamalarıyla ilerliyor. Almanya’nın, tarihindeki karanlık dönemi bir kez daha anımsayarak o rejimin yeni biçimler altında “bir süreç olarak” geri gelmekte olduğunu daha çok geç olmadan görmesi, yasaklamak gibi yüzeysel, hatta geri tepme olasılığı çok yüksek önlemler yerine, halkın ekonomik siyasi kültürel kaygılarına gerçek çözümler üretmeye çabalaması gerekiyor. 

AfD ile aynı toplumsal tabana hitap ederek siyasi ve kültürel anlamda rekabet edebilecek bir sol muhalefetin, Die Linke ve BSW olarak bölünmüşlüğü, faşizme karşı demokratik temsiliyetin yeniden inşasını olanaksızlaştırıyor.
                                                  /././

Yine ‘adamlar’ üzerine

Trump rejiminin 100 günlük dönemi kapanırken tartışmalara, “Otoriterlik artık bir gerçekliktir” ve “Bu adamdan nasıl kurtulabiliriz” soruları damgasını vuruyor.

Birçok ülkede, seçimlerle işbaşına gelmiş faşist hareketler, “güçlü adamlar” eliyle demokratik normlar sistemli biçimde ortadan kaldırılıyor: Polis, gizli servis, ordu gibi güvenlik kurumlarında bürokrasi partizan kadroların eline geçiyor, yargı kurumu iktidara biat ediyor, medya susturuluyor, eğitim sistemini ve toplumun “ruhunu” yeniden şekillendirmeyi amaçlayan bir kültür savaşı derinleşiyor, muhalif her ses düşman ilan ediliyor, rejim her fırsatta kadının beden bakımına, bireylerin cinsel tercihlerine, özel yaşamlarına karışıyor.

Böyle bir ülkede, direnmek ahlaki ve tarihsel bir sorumluluktur. 

“Güçlü adamın” diktasına, direnişin etkin bir biçimde planlanması, birçok etkenin yanı sıra rejimin doğasının, gücünün, o gücün sınırlarının doğru kavranmasına da bağlıdır. Direnişin içinde gazeteciden sanatçıya, işçiden akademisyene, yurttaştan hukukçuya kadar geniş bir yelpazede herkese düşen bir rol vardır. Ama sorunun ağırlığı, çözümün de sağlam ve çok katmanlı olmasını gerektirir. Peki faşist hareketin ve “güçlü adamın” devleti ele geçirdiği aşamada umut nerededir?

BİRLEŞİK MUHALEFET, KİTLESEL TEPKİ
Faşizm ve “güçlü adamın” iktidarı, muhalefetin dağınıklığından, ortak bir strateji kuramamasından beslenir. Ancak Polonya’da olduğu gibi farklı eğilimlerden gelen muhalefet partileri bir araya geldiğinde, tek tek kazanamayacakları seçimleri birlikte kazandıklarında, “adamın” elindeki en büyük silah -böl-parçala-yönet-işlevsiz kalır. Burada önemli olan ortak bir vizyondan çok, ortak bir hedefin varlığıdır. Bu birliktelik, ideolojik değil, stratejik olmalı. Kimin ne kadar oy aldığı, grup çıkarları, bu aşamada ikinci planda kalmalıdır.

Güney Kore’de kısa süren bir darbe girişimi, halkın ve sendikaların hızlı tepkisiyle püskürtüldü. Sivil toplum yalnızca büyük STK’lerden oluşmaz; mahalle forumları, bağımsız gazetecilik girişimleri, işçi sendikaları, hatta sosyal medya kampanyaları da sivil direnişin birer parçasıdır. Sivil toplum alanında, hızlı refleks gösteren, örgütlü, dayanışma esaslı yapılar, demokratik refleksi canlı tutar. Sokaklarda görünmek, yalnız olmadığını bilmek, korku iklimini kırmanın en etkili yollarındandır.
Hukuku bir mücadele aracı olarak kullanmak da sabırlı bir direnme biçimidir. Yargının dejenerasyonu faşizmin ilk adımlarından biri olsa da sistem içinde hâlâ boşluklar, çelişkiler, hatta bireysel cesaret alanları kalabilir. Bazı durumlarda, hakikatin belgelenmesi rejimin, “adamın” meşruiyetini sarsabilir:

Brezilya’da Bolsonaro’ya karşı en etkili direniş yargıdan geldi. Tek bir anayasa mahkemesi üyesinin yürüttüğü soruşturmalar, dezenformasyon ağlarını etkisizleştirdi, yalan makinesini durdurdu.

Faşist hareketler, liderlikler, genellikle emekçi kesimlere seslenmeyi başarır; onların öfkesini yönlendirir, suçu muhalefete veya dış güçlere yükler. Ancak gerçek hayattaki zamlar, işsizlik, hak gaspları, sosyal güvencesizlik zamanla faşist rejimin makyajını dökmeye başlar. Bu noktada işçi hareketleri kritik bir rol oynar. Güney Kore örneğinde olduğu gibi, genel grev çağrıları yalnızca ekonomik değil, siyasal bir anlam da taşır. Mısır’da “adam”, sendikalar Tahrir Meydanı’na gelince, gitmek zorunda kalmıştır. Halkın hoşnutsuzluklarını kristalleştiren kalıcı “meydan işgalleri”, ısrarlı protesto eylemleri “güçlü adamı” yerinden edebilir.

Faşist rejimler kültürel egemenliğe büyük önem verir, iktidarlarını yalnızca zorla değil, anlatılarla da sürdürmek isterler. Muhalefetin etkili ve inandırıcı bir karşıt hegemonya anlatısı inşa etmesi, sadece neyin yanlış gittiğini değil, yerine neyin gelebileceğini göstermesi, birliğini koruması, kitleselleşmesi için gereklidir. İnsanlar yalnızca eleştiriyle değil, umutla da hareket eder. Faşizme ve “adamlara” karşı mücadele uzun solukludur, inandırıcı bir gelecek vaat edebilmek çok önemlidir.
Faşizm, seçimle gelmiş olabilir ama bir seçimle gitmesi garanti değildir. Bu yüzden mücadele sandıkla sınırlı kalmamalı; toplumsal direnişin her katmanında, her gün yeniden üretilmelidir.
                                                       /././

İlk 100 gün

Trump’ın ikinci döneminin ilk 100 gününde, “Proje 2025”in kapsamında planlanan başkanlık kararnameleri uygulamaya kondu. “Süreç olarak faşizm”, şimdi, egemen sermayenin tepkisiyle (yapısal belirleyicilerle), ilk kurumsal engellerle, kitlesel protestolarla tanışıyor. 

Trump imzaladığı kararnamelerle, yürütme erkinde eşi görülmemiş bir güç yoğunlaştırdı, Kongre denetimini, güçler ayrılığını zayıflattı. Başlıca federal kurumlar ya tamamen tasfiye edildi ya da siyasi silaha dönüştürüldü. USAID lağv edilip Dışişleri Bakanlığı’na bağlandı. Finansal Koruma Bürosu kapatıldı. Elon Musk, yönettiği “Devlet Verimliliği Departmanı” yoluyla vatandaş verilerine eşi görülmemiş bir erişim elde etti. Bu arada on binlerce devlet memuru görevden alındı veya sindirildi. 

Faşist entelijansiya, Trump başkanlığında devlet aygıtını ele geçirmeye başlarken klasik faşizmi hatırlatan bir kültürel saldırı da başlattı. Kütüphanelerden ırkçılıkla, cinsel özgürlüklerle, ABD tarihiyle ilgili solcu, liberal yayınlar kaldırılırken  Hitler’in Kavgam kitabı hâlâ raflarda. Çeşitlilik, Eşitlik ve Kapsayıcılık programları iptal edildi. Bu kültürel saldırıya direnen üniversiteler, mali yaptırımlarla, akreditasyon tehditleriyle cezalandırılıyor. 

Faşist uygulamalar, en net biçimde, göçmenlik, vatandaşlık politikalarında görülüyor. Başkanlık kararnameleri yasal göçü kriminalize etti, insan haklarını, anayasa maddelerini askıya alan kitlesel sınır dışı etme uygulamaları hızlandı. Trump rejimi, yüzyıllık anayasal gelenek olan “doğuştan vatandaşlık” hakkını da kaldırmak istiyor: Etnik “saflık” saplantısı, klasik faşizmin “iç temizlik” operasyonlarını hatırlatıyor. 

Çoğulculuğa, muhalefete, çeşitliliğe karşı, beyaz Hıristiyan milliyetçiliği  siyasi kimlik olarak yükseliyor: Kürtaj hakları sınırlanıyor, cinsiyet değiştirmeye yönelik sağlık hizmetleri yasaklanıyor, LGBTQ+ kazanımları geriletiliyor. Rejim iktidarını destekleyen katı, ataerkil toplumsal normları pekiştiriyor. 

Lidere kişisel sadakat artık hukuka, anayasaya, temel demokratik normlara olan sadakatin önüne geçiyor. İktidarın kişiselleştirilmesi, 20. yüzyılın  Mussolini, Hitler gibi faşist liderlerini çağrıştırıyor. Trump kendi yüzünü Rushmore Dağı’nda, George Washington, Thomas Jefferson, Abraham Lincoln ve Theodore Roosevelt’in yanına eklemek istiyor. Trump rejiminin kurucu miti 6 Ocak ayaklanmasına, şiddetin normalleştirilmesine  dayanıyor. Polis şiddetinin teşvik edilmesi, göçmenlerin şeytanlaştırılması, sivil milis gruplarının kışkırtılması, devletin meşru şiddet tekeli kavramını bulanıklaştırıyor. Trump’la ilgili davaların düşürülmesi, işbirlikçilerine sağlanan ayrıcalık, yasallığın artık sadakate bağlı çalıştığını gösteriyor. 

İlk 100 gün içinde, belki de en ürkütücü gelişme, tarihi belleğin manipülasyonu oldu. Eğitim müfredatında yapılan değişikliklerle, bugünü meşrulaştırmak için  beyazlatılmış, mitolojik bir Amerika anlatısı ile tarihi yeniden yazma çabaları “süreç olarak faşizmin” kültürel hâkimiyetini kurma yolunda kritik adımları oluşturuyor. 

Trumpçılık, yalnızca bir tepki dalgası ya da kaotik politikaların toplamı değil, 20. yüzyılın en karanlık dönemini anımsatan hipermodern, dijital dünyaya uyarlanmış  kapsamlı bir faşist projedir. İlk 100 gün önemli derslerle de doludur: Faşist hareket, projesini hayata geçirmeye başladığında, büyük sermayenin çıkarlarına çarparsa, sert bir ekonomik kriz tetiklenir, uyum sağlayamazsa büyük sermayeyi baskı altına alma çabaları bu kez de bir siyasi krizi tetikler. İthalat tarifeleri, hem mali piyasaları krize soktu hem de Wall Mart, Cosco gibi süpermarket zincirlerinin rafları boşalmaya, kârları erimeye başladı. Tarifelerin askıya alınmasının arkasında bu kesimlerden gelen baskılar var. 

Bir direniş hattı da yüksek mahkemenin, yerel mahkemelerin bazı Trump kararlarını durdurmaya başlamasıyla şekilleniyor. Pentagon’da kimi generallerin, Savunma Bakanı Hegseth’e, Hazine Bakanı Bessent’in, Musk’ın federal vergi sistemi verilerine ulaşmasına direndiği aktarılıyor.
 
Sokaklar da canlanmaya başladı, 19 Nisan’da Washington, New York, Chicago, Rhode Island, Maryland, Wisconsin, Tennessee, South Carolina, Seattle gibi kentlerde protesto gösterileri gerçekleşti.

Ergin Yıldızoğlu - Cumhuriyet

soL "Köşebaşı" -9 Mayıs 2025-

 

İşte bir Mayıs daha -Mesut Odman-

Oldum olası Mayıs aylarını sevmişimdir. Oysa, güzel olanı da var, çirkin olanı da; acılarla dolu olanı da sevinçlerin ağır bastığı da…

Yanlış, yanlış olduğunu biliyorum, ama oldum olası Mayıs aylarını sevmişimdir. Oysa, güzel olanı da var, çirkin olanı da; acılarla dolu olanı da sevinçlerin ağır bastığı da… Bir an önce geçip gitsin de kurtulalım dediklerimiz kadar biraz daha sürseydi ne olurdu sanki dediklerimizi de yaşamışızdır…

Elbet öyle olacak, güzelliği çirkinliği, iyiliği kötülüğü aylarda aramak da nerden çıktı şimdi? İnsanların bilinçli eylemi ile güzelleştirilebiliyorsa, öyle olur; yoksa, kör güçlerin güdümünde karabasanlara dönüşür, falan filan diye katı bir gerçekçilikle azarlanmaktan kurtulmak için bizim o eski “kompozisyon” derslerimizin giriş-gelişme-sonuç kalıbından uzaklaştıralım kendimizi.

***

Cumhuriyet gazetesinin haftalık kitap eki yıllardır yayımlanır. Geçen haftaki Mayıs ayının birinci gününe rastlıyordu ve 1837’nci olduğu belirtilen bu sayının kapağı belki de şimdiye kadarkilerin en güzeliydi ya da en güzellerinden biri. Bana öyle geldi, pek çok insan da öyle düşünmüştür, kuşkum yok. Kapakta iki devrimci büyüğümüzün fotoğrafları vardı: Bir yanda en güzel gülüşüyle Behice Boran, bir yanda delikanlı kasketiyle Halit Çelenk. Kapağı görür görmez çağrışımlar sökün etti. En kısa özetini veriyorum.

Bizim ağzımızdaki söylenişiyle Behicanım’ın ölümünü izleyen aydaki beşinci sayısında, Kasım 1987 tarihli Toplumsal Kurtuluş dergimizde yazdığım yazıyı şöyle tamamlamıştım:

“Sosyalizm mücadelemizin büyük adlarından biridir. Adını yaşatacağız.

Sosyalist iktidarımızın üniversitelerinde, amfilerinde, kütüphanelerinde, dersliklerinde. Çok isteyip de barındırılmadığı Türkiye’nin üniversitelerinde, o zaman yerini alacaktır.

Üniversitelerimizin dışına çıkacaktır. Sosyalist ülkemizin sokaklarına, caddelerine, alanlarına adı yazılacaktır.”

Ne yazık, Behice Boran hocamızdan daha da az tanıdığım Halit ağabeyimizin kol kanat gerdiği bizim fidanların ölümünü yıllar sonra bir kez daha yaşamamak istercesine onlardan bir gün önce ölmeyi seçişinin ardından, öyle yapmıştır mutlaka, rastlantının bu kadarı olmaz, bir şiir çiziktirmiştim. Böyle diyorum; çünkü, üzerinde yeterince çalışılmış değildir, o yüzden de son kitaba alınmamıştır, onun bırakıp gidiverişinden üç gün sonra sadece burada yayımlanmış dizeleri yeniden koyuyorum. Yeterince çalışıldı demek istemiyorum. Şimdi yeniden baktığımda, içtenliğinde bir eksiklik görmüyorum da ondan.

Bir kitle örgütünün genel kurulunda karşılaşıp tanışmıştık, Partim adına katılmak ve bir konuk konuşması yapmak üzere oradaydım. Yan yana oturmuştuk ve, bir kez daha kendim için yazıklanmalıyım, bir daha da görüşme şansım olmamıştı.

Ölüme Küslük Olmaz

baba adamdı halit abi desek yakışık alır mı
hepsi bir yana
ölürken bile yalnız bırakmadı bizim çocukları

bir toplantıda konuştuktan sonra
komünist partisi adına
kürsüden inip yanına oturmuştum
nasıl gidiyor bakalım diye sormuştu
fena sayılmaz eksik olmayın
en özel muhabbetim de bundan ibarettir

diyeceğim
bana söz düşer mi bilmem

lakin söylemeden edemiyor insan
ne kadar eksik olmayın dileğinde bulunsak
şimdi eksilmiştir aramızdan
çoğumuz daha yaşamaya talim ederken
demek babalığın da bir haddi var
geçip gittiklerinde bir gün
biz arkadan gelenler diyorum
ne yalnız kalırız ne yalnız bırakırız
budur onlardan öğrendiğimiz

Bizim Ali Rıza dün buradaki yazısını şöyle bitirmiş: “Halit Çelenk İdam Gecesi Anıları’nın 15. Baskısına yazdığı önsözde: ‘Sosyalizmi yeryüzünden idamlarla, katliamlarla silmek isteyenler öncelikle insanın düşünce yetisini ortadan kaldırmak zorundadırlar; çünkü insanlar düşündükçe bu haksız ve vahşi düzeni değiştirmek için mücadelelerini sürdüreceklerdir. Denizler gibi, Yusuflar gibi, Hüseyinler gibi…’ diyor.”

***

Son zamanlarda toplantılarda, gösterilerde, yürüyüşlerde çok yinelenen bir slogan var; ilk kez ne zaman benimsenip yaygınlaştığı araştırılarak ortaya çıkarılsa ilginç olabilir: “Kurtulmak (kurtuluş) yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz”. Bazı düzen politikacıları çok rahatsız edici buluyorlar anlaşılan, “marjinallerin sloganı” diyenler, hatta polisi söyleyenlerin üstüne yönlendirenler de oldu galiba.

Kızıp sinirlenmeleri anlaşılır bir durum, onların işine gelen, örneğin, “her koyun kendi bacağından asılır, herkes kendi işine baksın” olabilir. Bununla birlikte, bu slogana “marjinallik” yakıştırmak için bu yakıştırmanın ne anlama geldiğinden habersiz olmak gerekir. Bilen çoktur, ama bir kez daha belirtmekte sakınca olmasa gerek: Bu slogan, yirminci yüzyılın en tanınmış, en sevilmiş, eserleri pek çok dilde okunmuş sanatçılarından, şair, tiyatro yazarı ve kuramcısı Bertolt Brecht’in bir şiirinden türetilmiştir.

Brecht’in aynı başlığı taşıyan dört bölümlük şiirinin her bölümünde yinelenen şu dörtlüktür sloganın kökeni:

Ya hep beraber ya da hiç birimiz.
Kurtulmak yok tek başına
yumruktan ve zincirden.
Ya hep beraber ya da hiç birimiz.

“40 Kuşağı” olarak anılan şairlerimizden A. Kadir adıyla bildiğimiz Abdülkadir Meriçboyu ile Madımak katliamında yitirdiğimiz değerli eleştirmenimiz Asım Bezirci’nin birlikte dilimize çevirdikleri, benim bilgim yanlış değilse, ilk kez Ocak 1972’de Halkın Ekmeği başlığıyla basılmış Brecht şiirleri seçkisinde yayımlanmıştı. 

Sloganı türetenler iki dizenin yerlerini değiştirmiş, ayrıca “ya…ya da” yerine “ya…ya” söyleyişini tercih etmişler ve, bana sorulursa, iyi de etmişler.

***

Söz sloganlara gelmişken çoktandır söylenen bir başkasına değinelim, bir düzeltme önerisiyle birlikte...

“Fabrikalar, tarlalar, siyasi iktidar… Her şey emeğin olacak.” diyoruz çok zamandır. Benim en sevdiklerim arasında. Sesim iyice kısılmamışsa, her yinelenişinde bütün gücümle haykırıyorum. Ama sessizlik olur olmaz da bizim çocuklara, yanımda yöremde birlikte yürüdüklerimize itirazımı anlatıyorum. Çabuk çabuk; çünkü sessizlik uzun sürmez, bir sonraki slogan patlayıverir, eli kulağındadır.

Böyle yapıyordum daha doğrusu. Beş yıl öncesine kadar. Beş yıl önce, 2020 yılının hemen başlarında, dayanamadım, 10 Ocak günü burada yazdım. Bu sıralama ile söylemek doğru değil. Ya nasıl olmalı? Şöyle: “Siyasi iktidar, fabrikalar, tarlalar… Her şey emeğin olacak.” Gerekçesi de yeterince açık. Siyasi iktidar emeğin olmadıkça, ne fabrikalar, tarlalar diye anlatılan üretim araçlarının ne de bugün yoksun bulundukları iyiliklerin emeğin, emekçilerin olması mümkündür. İster kuramsal olarak düşünülsün, ister şimdiye kadar dünyada olup bitenlere bakılsın, emekçiler önce siyasi iktidarı alırlar, sonra bu sloganda “fabrikalar, tarlalar” biçiminde özetlenen üretim araçlarını toplumsal olarak sahiplenirler ve “her şey”in onların olduğu yepyeni bir toplum yaratmaya girişirler. Bunun tersini düşünmek, hem gerçekliğe ve gerçekçiliğe uymaz, hem de emekçilerin mücadelesini saptırma tehlikesini barındırır. Örnek olsun, devrime gerek yok, siyasi iktidarı almadan da sermaye sınıfı ile anlaşıp uzlaşarak üretim araçlarını sahiplenmek ve baskısız, sömürüsüz bir toplum yaratmak mümkündür, biçiminde çok kabaca özetlenebilecek birçok sapmaya elverişli ortamlar doğabilir. 

Geçen hafta bizim Kemal de Kadıköy’deki 1 Mayıs gösterisinde yürüyüş kolunda oluşturulan kürsüde konuşurken bu konuya değinmiş başka sözcüklerle. Çok yerinde olmuş. Yalnız, yanlış işitmediysem, benim bir kez izleyebildiğim kayıtta konuşmadan birkaç dakika sonra bu slogan işitiliyor eski biçimiyle. Olabilir, alışkanlıkların değişmesi kolay gerçekleşmiyor. Ama söyleyişte herhangi bir güçlük çıkmadığını, birçok kez tek başıma provasını yapmış bir tanık olarak rahatlıkla ileri sürebilirim. Topluca söylendiğinde de hiçbir sorun olmayacaktır.

***

Yaşça benden epey küçüktü Sırrı Süreyya. Herhangi bir karşılaşmışlığımız yok. Ama babasına sevgisini anlatmaya çalışan o güzelim çocuğun gözyaşları unutulur mu? Bizim Osman’la elbet bir gün yüz yüze geleceğiz. O zaman ikisinin öğrencilik yıllarını konuşacağım onunla. Şimdiki harcıalem sözleri boş vereceğimiz günlerde. Ne der halkımız, “ömrümüz yeterse”…

***

Bakıyorum da şuncacık yazıda ne kadar sık kullanmışım “bizim” sözcüğünü. Yoksulluktan söz eder dururuz bir de. Oysa bizim varsıllığımız parayla pulla ölçülmez. Üstelik, eksiksiz tümünü saymamız imkânsızdır; ne belleğimiz yeter ne de okuyacakların sabrı izin verir. 

                                                     /././

Şiddet prim mi yapıyor?-Rıfat Okçabol-

Şiddet olaylarının önlenmesi için, en azından hukukun tarafsız olması, “dininin ve kininin davacısı” olacak genç yetiştirmekten ve nefret söyleminden vazgeçilmesi gerekiyor.

Şiddet içeren olayların her geçen gün arttığı görülüyor. Geçmişte fiziksel, psikolojik, ekonomik ve cinsel şiddet olayları yaşanırken, son yıllarda dijital şiddet de yaygınlaşıyor. Örneğin bir siyasetçinin Sırrı Süreyya Önder’in ölümü üzerine X hesabında “Sarı torba”dan söz etmesi ya da yandaş bir yazarın CHP liderine yapılan saldırı üzerine, “Bu adam da sürekli bir yerlerde dayak yiyor. İnsanın ‘hak etti bunları’ diyesi geliyor” demesi dijital şiddet oluyor.

İlgili yazılım şiddet uygulamanın ağırlıklı olarak biyolojik, psikolojik ve sosyoekonomik etmenlerden kaynaklandığını gösteriyor.

İnsanlar günlük yaşam deneyimleri üzerinden de, 

  • çocukluğunda şiddet görenlerin, 
  • haksızlığa uğrayanların, 
  • yaşamsal gereksinimlerini karşılayamayanların, 
  • dininin ya da kininin davacısı olanların, 
  • şiddet içeren görsel yayınlara kendini kaptıranların, 
  • yeterince eğitim görmediği/göremediği için öfkesine ve/ya da nefretine hakim olamayanların, 
  • kendini ayrımcı/ötekileştirici/kışkırtıcı ve hatta gerçek olmayan söylemlere kaptıranların,

şiddete başvurma olasılığının yüksek olduğunu düşünüyor. 

Toplumun önemli bir kesimi de, AKP liderinin, 

  • 2 Ağustos 2014 tarihli İzmir mitinginde, “Kılıçdaroğlu sen Alevisin ben Sünni. Bunu söyle. Demirtaş sen de Zazasın. Bunu söylemekten korkma”,
  • 1128 akademisyenin imzaladığı "Barış Bildirisi" üzerine 12 Ocak 2016’da, “… Bunlar sadece vicdansız değil, aynı zamanda ahlak yoksunu. …” 
  • 25 Ekim 2019 Cuma namazı sonrasında topluluğu hitap ederken “Küffara karşı da şiddetli olacağız”,
  • 8 Haziran 2022’de 2013’te gerçekleşmiş olan Gezi Parkı eylemcileri için, “… Bunlar böyle, bunlar çürük, bunlar sürtük. Bunlar için ulu mabet nedir, ne değildir, böyle bir şey yok…”,
  • birilerinin Şehzadebaşı Camii bahçesindeki bazı mezar taşlarını tahrip etmesi üzerine “Ey Özgür Özel! Senin de kabrini birileri gelip ya kazar ya yıkar”,
  • geçen hafta “Cumhurbaşkanlığı hevesiyle daha kaç kişi siyaset girdabında telef olacak” ve
  • Pazar günü şiddete maruz kalan muhalefet liderine geçen gün, “Yaşananlardan umarım ders alır”  

gibi söylemlerinin kimilerini ötekileştirerek yandaşlarını şiddete yöneltme olasılığı taşıdığını düşünüyor. 

Son yıllarda ülkemizde yaşanan 

  • istismar suçu işleyenlere, mahkemede saygılı davrandıkları (!) için “İyi hal” uygulamasıyla orantısız ceza indirimine gidilmesi,
  • Cumhurbaşkanına sözle/yazıyla hakaret edenler aylarca hapsedilirken, muhaliflere saldıranlara dokunulmaması ya da göstermelik cezalar verilmesi,
  • Yargıtay’ın, Pınar Gültekin’e şiddet uygulayarak bayıltıp boğan ve daha canlıyken yakıp cesedini ormana atan katile verilen müebbet hapis cezasını “Kasıt yok” diyerek bozması, 
  • yasal olarak herhangi bir kanıt olmamasına karşın Selahattin Demirtaş ile Gezi Parkı ve 28 Şubat sanıkları yıllardır hapiste tutulurken; 
    - 2004 yılında tabancayla ve yetmeyince bıçakla iki çocuğunu öldüren ve bir çocuğunu yaralayan kişinin 2020 yılında şartlı tahliye ile serbest bırakılması, 
    - 2023’te Madımak-Sivas katillerinin af edilmesi, 
    - Hizbullah katillerinin 29 Mart’ta af edilmesi ve 
    “Deccal Siyonist Haçlı Batı zulmü varyantı Kemalizmin sonu olacak, İslam birliği kurulacak” diyen bir ilkokul müdürüne verilen cezanın geçen ay iptal edilmesi   

gibi olayları anımsayanlar da, hukukun işlememesi ya da tarafsız olamaması nedeniyle şiddet içerikli uygulamaların çoğaldığını düşünüyor.

Kimileri de, insanların, ırkların ve inançların eşitliğine-insan haklarına- saygılı olamayanların şiddete eğilimli olduğunu biliyor.

Bu arada bir yandan “Dayak cennetten çıkmadır; elinin hamuruyla erkek işine karışmak; parayı veren düdüğü çalar; vakitsiz ölen horozun başını keserler” gibi deyişler, kimilerini şiddete yöneltebiliyor. Öte yandan da “Kol kırılır yen içinde kalır ve üzümü ye, bağını sorma” gibi deyişler de, şiddete maruz kalanları sessiz kalmaya yönlendirip o şiddetin devam etmesine yol açabiliyor.

İlgili istatistikler ise, şiddete başvuranların büyük çoğunluğunun öğrenim düzeyi düşük insanlar olduğunu gösteriyor.

Ne yazık ki ülkemizin içinde bulunduğu siyasal ve ekonomik koşullar nedeniyle, şiddete yol açan etmenlerin, ülkemizdeki faylar gibi, bayramdır, ramazandır, cenaze törenidir demeden her an patlamaya hazır olduğu görülüyor. Bu nedenle muhalefet liderine bir cenaze töreninde saldırılması çok üzücü bir olay olsa da, beklenen bir olay oluyor.

Şiddet olaylarının önlenmesi için, en azından hukukun tarafsız olması, “dininin ve kininin davacısı” olacak genç yetiştirmekten ve nefret söyleminden vazgeçilmesi gerekiyor.  

                                                    /././

‘İşçi gençlik el ele, AKP’siz Türkiye’-Atilla Özsever

Bu slogan, 1 Mayıs’ta gençlerin söylediği bir slogandı. Gençlerin dinamizmi ile emek hareketinin toplumsal muhalefet sürecindeki etkinliği, “Tek Adam Rejimi”nin sona erdirilmesinde önemli bir rol oynayabilir…

1 Mayıs 2025, 19 Mart’ta İslamcı faşizan yönetime karşı başlayan direnişin önemli bir halkasını oluşturdu. İşçi sınıfının daha görünür olduğunu ortaya koydu. “Tek Adam Rejimi”ne karşı başta gençlerin dinamik ve aktif tavrıyla toplumsal muhalefet daha diri hale geldi.

Gençler, öğrenciler, daha adaletli, özgür, insanca ve güvenli bir gelecek için taleplerini haykırdılar. 1 Mayıs günü Kadıköy Rıhtım Meydanı’na doğru yürüyen bir öğrenci grubunun “İşçi gençlik el ele, AKP’siz Türkiye” sloganı bu anlamda çok şeyi ifade ediyordu.

Bu slogan, o yürüyüş sırasında pek yaygınlaşmadıysa da gençlerin yaratıcı yeteneklerini ortaya koyması ve net biçimde neyin hedeflenmesi gerektiğini gayet iyi açıklıyordu… 

19 Mart süreci

19 Mart 2025’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla birlikte CHP’nin Saraçhane’de başlayan kitlesel mitingleri, toplumsal muhalefetin harekete geçmesini sağladı. Özellikle gençler, CHP’yi de sokaktaki demokratik direnişe yönlendirmekte etkili oldular.

Bu direniş, İmamoğlu olayını da aşarak toplumsal muhalefetin kitlesel biçimde harekete geçmesi olanağını yarattı. AKP tarafından 23 yıldır uygulanan neoliberal politikaların yarattığı geçim sıkıntısı, hayat pahalılığı, derin yoksulluk ve işsizlik, milyonların sokağa çıkmasına yol açtı.

Ekonomik bunalımın yanı sıra eğitim sisteminin imam hatipleştirilmesi, tarikatların baskısı, sağlıktaki sıkıntılar, ilaç fiyatlarının yüksekliği, tahlil ve ameliyatlarla ilgili işlemlerin uzun süre alması, kadın cinayetleri, tarımda üretimin zorlaşması ve benzeri sorunlar, halkın topyekün itirazını gündeme getirdi.

Halk artık, bu baskıcı, totaliter, faşizan özellikleri ağır basan “Tek Adam Rejimi”nden kurtulmak istiyor. 19 Mart direnişi, mücadelenin parlamentoda değil sokakta yapılması talebini ortaya koyuyor.    

Gençlikten emek hareketine

Gençliğin direngen tavrı, diğer halk kesimlerine de örnek oldu. Birleşik bir mücadelenin gençliğin dinamik gücünü de öne alarak direnişini sürdürmesi gerekiyor. Kuşkusuz emek hareketinin de 1 Mayıs 2025’te varlığını ortaya koyması, son derece önemlidir.

Ancak işçi sınıfı, bu direniş hareketine öncülük edecek örgütlü bir kapasiteye sahip olduğunu gösteremiyor. Burada sendikal bürokrasinin olumsuz anlamda önemli bir katkısı var. Öncü işçilerin, mücadeleci şube yönetimlerinin devreye girmesi, çok daha gerekli hale geliyor.

Pratikte bunun yeni yöntem ve yollarının bulunmasına ihtiyaç var. “İşçi gençlik el ele, AKP’siz Türkiye” sloganında da ifade edildiği gibi gençlerin dinamizminden yararlanarak işçi sınıfının daha etkin bir tavra girmesi, “AKP’siz Türkiye” sürecinde önemli bir rol oynayacaktır.

1 Mayıs 2025, aynı zamanda farklı toplumsal muhalefet dinamiklerinin ortak talepler etrafında birleşmesine de vesile olmuştur, denebilir. Ekonomik bunalım karşısında işçilerin, emekçilerin daha insanca ve adaletli bir yaşam için gençler ve kadınlarla birlikte özgür, laik, eşitlikçi bir Cumhuriyet’in kurulması yönünde adım atmasının yolunu da açılabilecektir.

Program gerekliliği

Bu mücadele sürecinde toplumsal muhalefetin halkın somut sorunlarından kaynaklanan en fazla 8-10 maddelik bir programına da ihtiyaç vardır. Ekonomik ve sosyal talepleri içeren ama özü itibariyle siyasal niteliği olan bu programın halka güven verici alternatif bir program olması ve buna inandırılması da önem taşıyor.

Toplumsal muhalefetin ortak programında, parasız eğitim, parasız sağlık, eşit yurttaşlık, insanca yaşayacak bir ücret düzeyi ile birlikte laiklik ve bağımsızlık ilkeleri de yer almalıdır. Hatta Temmuz 2025’te asgari ücrete yeni bir zam yapılması için mücadele edilmesi de bu çerçevede de düşünülmelidir.

Nihayetinde bu süreç ve toplumsal baskı, erken bir seçim talebini de gündeme getirebilir.

AKP, ekonomik sorunlarla ilgili bir çözüm getiremediği gibi toplumsal rıza sağlama yeteneğini de kaybetmiştir, yani özetle siyasal İslamcı iktidarın toplumsal meşruiyeti iyice azalmıştır. Ekonomi de çok kötü yönetiliyor. Merkez Bankası, 19 Mart sürecinden itibaren TL’nin değer kaybını önleyebilmek için rezervde bulunan 60 milyar doları heba etmek zorunda kalmıştır.

Bununla birlikte AKP’nin kendiliğinden gitmeyeceği de aşikardır. Ülkede demokratik bir değişimin sağlanması için İslamcı faşizan rejime karşı mücadelenin sürekliliği esastır.

DEM Parti’nin konumu

Bu arada Korkut Boratav hocamızın da söylediği gibi “İslamcı faşizmle uzlaşarak demokrasi ve özgürlüğe kavuşmak mümkün değildir” (4 Mayıs 2025 tarihli BirGün Gazetesi, Korkut Boratav’la söyleşi).

Prof. Dr. Boratav, burada Kürt hareketini kastederek bugünkü direniş hareketine siyasal Kürt Hareketi’nin de, yani DEM Parti’nin de katılması gerektiğini, AKP’ye karşı verilen demokrasi mücadelesinde “doğal bir müttefiklik” olduğunu hatırlatıyor.

DEM Parti’nin muhalif güçlerin bir parçası olarak bugünkü anti demokratik, baskıcı, faşizan ortamın müsebbibi olan AKP’yle bir uzlaşmanın mümkün olmadığını idrak etmesi gerekiyor. Aslında Kürt seçmenlerin de geçmiş çözüm sürecini hatırlayarak AKP’nin vaatlerine pek sıcak bakmadığı, inandırıcı bulmadığı da görülebilmektedir.

Anti faşist mücadele

Faşizan bir yönetime karşı her türlü demokratik hakkı kullanmak, sokakta kitlesel mitinglerle toplumsal muhalefetin tabanını genişletmek ve baskıların artması karşısında da işçi sınıfının üretimden gelen gücünü, yani genel grev hakkının kullanması da son derece önem kazanır.

Kuşkusuz burada sendikal bürokrasinin daha etkin bir sınıf mücadelesini engelleyebileceği de dikkate alınmalıdır. İşçi sınıfı tabanının bu mücadeleye hazırlanıp sendikal bürokrasinin etkilerinin azaltılması halinde koşulların elverdiği ve gerektiği zaman genel grevi hedefleyen bir süreç, AKP iktidarını iyice sarsacaktır.

İşçiler ve emekçiler için ekonomik ve sosyal hakların yanı sıra bu hakların kazanılması için gerekli olan demokratik ortamın varlığı da son derece hayatidir. Bu anlamda “Demokrasi işçinin ekmeğidir”. Demokrasi olmadan işçi hakkının bir geçerliliği olamaz. Sınıfın bu bilince de hazırlanması gerekir.

Öte yandan bugünler, 8-9 Mayıs günleri faşizmin yenilgiye uğratılmasının 80 yıl dönümü günleridir. Avrupa saatine göre 8 Mayıs’ta, Moskova saatine göre ise 9 Mayıs 1945’te Nazi Almanya’sı teslim olmuş, faşizm yenilgiye uğratılmıştır.

Günümüzde de yine faşist, aşırı sağcı akımların, partilerin Avrupa’da, ABD’de belli bir güç elde etmeye çalıştıkları görülüyor. Ancak başta işçi sınıfı olmak üzere emekten, demokrasiden yana güçlerin bu faşist gelişmelere set çekmesi, insanlık tarihinin ileriye gitmesi açısından elzem gözüküyor. Dileriz Türkiye de bunun öncü ülkeleri arasında yer alır…

                                                      /././

Halit Çelenk, gençlik ve yarınlar -Ali Rıza Aydın-

Düşünenlere, gelecekten umudunu kesmeyenlere, düşüncelerini ve savaşımlarını “devrim” inancıyla yarınlara taşıyanlara saygıyla…

2009’da imza gününde birlikteydik Halit Çelenk’le. Birkaç kitabı elimde, önümdeki sıranın bitmesini bekliyorum. Benden önce bir genç var sırada. Elinde “İdam Gecesi Anıları”nın eski, biraz da yıpranmış baskılarından biri. Ara ara dönüp bana bakıyor bir şey soracak gibi. Ben yol açayım istedim, “öğrenci misin” diye sordum. Lise ikinci sınıftaymış.

“Ağabey ben kitap alamadım. Babam ‘endişelenme’ dedi, evdeki kitaplıktan bu kitabı çıkarıp, ‘bunu imzalatabilirsin, hiç çekinme’ dedi. Kitabı uzattı… “Harika” dedim, “hem de ilk baskı, Halit Ağabey çok sevinecek bunu imzalatmana”.

Sıra genç arkadaşa geldi. Çekinerek kitabı masanın üstüne koydu. Halit Çelenk kitaba baktı, dokundu, ayağa kalktı, ceketini ilikledi ve “hoş geldin” diyerek genci öptü. İlk baskıyı imzalamaktan mutlu olduğunu söyleyerek uzunca bir notla imzaladı. Yine ayağa kalkarak uğurladı. Neler yazdığını öğrenme isteğim gerçekleşemedi. Halit Ağabey “Üç Fidan”la ilgili Anayasa Mahkemesi kararı konusunu açınca, sohbetimiz uzamış, genç de yanımızdan ayrılmıştı.

metin, kitap, yazı tipi, kitap kapağı içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

2025 Halit Çelenk Hukuk Ödülleri Seçici Kurulu olarak birincilik ödülünü “Hak Mücadeleleri” sınıflaması altında liseli ve üniversiteli gençlere verme kararı alırken ve aşağıda yer alan ödül gerekçesini açıklarken bu anıyı düşündüm. 

***

Birincilik Ödülü Gerekçesi:

5 Mayıs 2011 günü veda ettiğimiz ama hep aramızda olan hukukçu, siyasetçi, yazar, Türkiye hukuk ve siyaset tarihinin etkin ve örnek insanı, devrimcilerin/devrimci gençlerin ödünsüz savunmanı, sosyalizmin bilgelerinden Halit Çelenk’i anma etkinliklerinin 11. yılındayız.

10 yıl boyunca ödüller, ödül esaslarına uygun olarak belirli süreler içinde üretilen ve Seçici Kurula gönderilen eserlerin (birincilik, özel, akademik, teşvik, destek, konuya özgüleme gibi) eş türden sınıflandırılmasıyla incelenip değerlendirilmesi sonucu verildi. Seçici Kurul kendiliğinden eser taramasına girişmedi. 

Ödüllerin özündeki temel ilke, konu ya da olayların hukukla bağlantılı olarak sorgulanıp işlenmesiydi. Soyut hukukun, soyut hak ve özgürlüklerin maddi, manevi, bireysel, toplumsal yaşamla ilişkilendirilmesi, bu ilişkilendirme yapılırken de Halit Çelenk’in yaşamda ve hukukta devrimci duruşunun, adaletsizliğe karşı simge oluşunun, meslek/hukuk ve yaşam savaşımlarının, eserlerinin, fikirlerinin, bilimselliğinin, aydınlanmacılığının, toplumsal/ekonomik/siyasal/kültürel ilişkiler ile hukuk arasında kurduğu bağlantının, Marksist analiz ilkesine bağlılığın incelenip değerlendirilmesi, esere dönüştürülmesi esas alındı.

Kısa bir Türkiye özeti yaparsak;

Yıllardır burjuva demokrasisi ve hukukunun, soyut ve çifte standart hak ve özgürlük tanımlarının içinde, eşitsizlik ve adaletsizlik içinde yaşayan toplum…

Bu toplum içinde de ilkokullusu, ortaokullusu, liselisi, lisans ve lisansüstü öğrencisi, eğitim hakkından yoksun bırakılanı, çocuk yaşta çalışanı, işsizi, yoksulu, iş cinayetinde ya da direnme hakkını kullanırken yaşamı sona ereni, devrimci savaşımda darağacına çıkarılanıyla milyonlarca genç…

Gericiliğin, tarikat ve cemaatlerin, etnik grupların, özgürlük yanılsamasının, hukuksuzluğun, dinsellik ve piyasa tarafından teslim alınan eğitimin, sömürünün, sınıflı toplumun içinde sindirilmeye, uyuşturulmaya çalışılan devasa gençlik…

Eşitsiz ve adaletsiz düzen tarafından yoksulluğa mahkum edilen çocuklar, gençler, aileler, büyük çoğunluğu emekçilerden oluşan halk…

Kimi zaman sınırlı örgütlü hareketlerle kıpırdama gösteren, kimilerince umutsuz olarak işaret edilen gençlik 2025’in Mart ayında büyüklere de ders verircesine ayağa kalktı. Hem güncel olayları, seçme ve seçilme hakkının gasp edilmesini, hem de yurdunun ve insanının genel sorunlarını ve bu sorunları yaratan siyaseti, düzeni protesto ederek ayağa kalktı.

İnsanlığın savaşımlarıyla kazanılan, Anayasada yazdığı halde uygulanmayan hakları yalnızca kendileri için değil aileleri, çevreleri ve tüm toplum için anımsatarak, anımsatmakla kalmayıp yaşama geçirilmesini isteyerek ayağa kalktı.

Laik hukuk devleti başta olmak üzere cumhuriyetin niteliklerini, toplantı ve gösteri yürüyüşünü, eleştiri ve protesto hakkını, düşünceyi açıklama ve yayma hakkını, protesto ve direnme hakkını, genel oy hakkını, beslenme ve barınma hakkını, kamusal sağlık hakkını, eşit, parasız ve bilimsel eğitim hakkını, bütünsel olarak bireysel ve toplumsal yaşam hakkını Anayasa dersi, hukuk dersi, insanlık dersi verircesine savunmak için ayağa kalktılar ve hala ayaktalar. Onların savunduğu hak ve özgürlükler içinde yer alan “hak arama özgürlüğü” ve “adil yargılanma hakkı” ne yazık ki onlara uygulanmıyor.

Baskı, eziyet, okullarda yoklama, ölçüsüz tavır, şiddet, işkence, gözaltı, tutuklama…

Her şeye karşın yılmadılar.  

Gençlik insanlık adına bir eser yarattı, tüm engellemelere karşın yaratmaya da devam ediyor.

Halit Çelenk, “Üç Fidan”ın, gençlerin ve devrimcilerin savunmanı olarak, yaşamda ve yargıda devrimci duruş insanı olarak bu esere yürekten sarılırdı. HÇHÖ Seçici Kurulu da Halit Çelenk’in bu duyarlılığına duyarsız kalmama kararı aldı.

Gençliğin eseri, tam da Halit Çelenk’in istediği gibi, hukukun sınıfsallığını anlatıyor. Anayasa’nın, hukuk ve devletin ekonomi politiğini ve sorgulanmasını anlatıyor. Hukuka ve yargıya karşın hukuk ve yargıyla yapılan saldırıya karşı gençliğin direnişini ve hak savaşımlarını anlatıyor. 

giyim, kişi, şahıs, adam, insan, gülümsemek, gülüş içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Gençliğin eseri, içinde yaşadığımız düzeni sınıfsal olarak analiz eden ve çözüm yollarını tartışıp değerlendiren eserler üretme, bu yönde yaratıcı olma hedefi için HÇHÖ’ye gönderilecek eserler konusunda geleceğe yol gösteriyor.

2025 HÇHÖ büyük ödülü “Hak Mücadeleleri” başlığıyla, yukarıdaki gerekçelerle 2025 olaylarında boyun eğmeyen, diz çökmeyen, dik duran, savaşım veren, gelecek güzel ve güneşli günler için yol gösteren, ürettikleri ve yaşadıklarıyla eser olmaya hak kazanan gençliğe sunulmuştur.

***

Halit Çelenk “İdam Gecesi Anıları”nın 15. Baskısına yazdığı önsözde: “Sosyalizmi yeryüzünden idamlarla, katliamlarla silmek isteyenler öncelikle insanın düşünce yetisini ortadan kaldırmak zorundadırlar; çünkü insanlar düşündükçe bu haksız ve vahşi düzeni değiştirmek için mücadelelerini sürdüreceklerdir. Denizler gibi, Yusuflar gibi, Hüseyinler gibi…” diyor.

Düşünenlere, gelecekten umudunu kesmeyenlere, düşüncelerini ve savaşımlarını “devrim” inancıyla yarınlara taşıyanlara saygıyla…

                                                         /././

Sokak tokadı -Fatih Yaşlı-

Saldırının verdiği mesaj çok net bir şekilde sokağa dairdi ve sönümlenmeye yüz tutmuş haliyle bile sokağın siyasi denklemdeki mevcudiyetinden duyulan rahatsızlığı gösteriyordu.

19 Mart günü Beyazıt’ta başlayan fırtına şimdilik dinmiş gibi görünüyor. Siyaset yine kendi mecrasında hızlı bir şekilde akmaya ve olağanüstü bir karakter taşımaya devam ediyor, hatta ana muhalefet partisinin lideri güpegündüz ve kameralar önünde saldırıya uğruyor ama buna rağmen 19 Mart atmosferinde değiliz.

Anlaşılacağı üzere “19 Mart’ta Beyazıt’ta başlayan fırtına” derken sokağın yeniden siyasi denkleme dahil oluşundan ve dengeleri ciddi ölçüde sarsmasından söz ediyorum. 19 Mart günü İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin barikatı yıkıp geçmesiyle birlikte Türkiye’nin dört bir yanında başını gençlerin çektiği büyük sokak eylemleri başlamış, bu eylemler hem içerik hem biçim itibariyle İmamoğlu ve CHP destekçiliğinin ötesine uzanmıştı. 

Eylemleri sönümlendiren ilk neden zamanlama oldu; bayram tatilinin sadece iki günü hafta içine denk gelmesine rağmen dokuz günlük resmi tatil ilan edildi ve eylemlerin başını çeken üniversite öğrencilerinin evlerine, memleketlerine gitmelerinin önü açıldı. Okullar dokuz günün ardından yeniden açıldığında aynı kitleselliğe ulaşılmak için gösterilen çaba ise işe yaramadı, elbette ki 19 Mart öncesindeki sessizlik yoktu ama 19 Mart’tan bayram arasına kadar devam eden kitlesellik de artık söz konusu değildi.

Eylemlerin sönümlenmesinin ikinci nedeni, CHP’nin kitleyi Saraçhane’den çekmesi ve buna paralel olarak diğer kentlerdeki kitlesel eylemlerin de sona ermesiydi. Elbette ki ilanihaye insanlar Saraçhane’ye çağrılamaz ve aynı atmosfer yaratılamazdı ama yerine ikame edilecek şeyin ne olacağı konusunda daha isabetli davranılabilirdi. Her hafta bir şehirde ve İstanbul’un bir ilçesinde miting planı, Yozgat’taki traktörlü halk tepkisi ayrı tutulmak üzere istenilen etkiyi yaratmadı. 

İkinci dalga operasyon sonrası yaşananlar gidişatın nereye doğru olduğunu göstermesi açısından önemliydi. Bu operasyonla İBB bürokrasisi felç edildi, belediyeye adeta fiilen kayyım atandı ve yeni dalgaların önü açıldı ama buna ciddi bir tepki verilemedi. İktidar da yeni operasyonlar öncesi CHP’nin ve genel olarak muhalefetin nabzını yoklamış, adımlarını neye göre atacağını belirlemiş oldu. 

Üçüncü neden ise eylemlerin ekonomi-politik arka planını yoksulluk ve işsizlik oluşturmasına rağmen, sokağa emeğin ve ekmek kavgasının damgasını vuracak bir iradenin bulunmamasıyla ilgiliydi. CHP, meseleyi seçme seçilme hakkının ötesine taşıyacak ve örneğin Şimşek programının karşısına alternatif bir ekonomik programla çıkacak bir tutumu benimsemedi. Sendikaların emekçileri alanlara taşıyacak gücü de iradesi de zaten yoktu, sosyalistler ise işçi sınıfıyla bir türlü buluşamamanın getirdiği zayıflık nedeniyle gidişata müdahale etmekten son derece uzaktı. 

Buna 1 Mayıs’ta bir kez daha tanıklık ettik; 1 Mayıs meydanları geçtiğimiz yıllarla kıyaslandığında katbekat dolmuş değildi ve emekçilerin, çalışanların denkleme dahil olacağına dair herhangi bir işaret vermiyordu, yeni ve elbette tek güzel olan şey ise öğrencilerin ve gençlerin uzun yıllar sonra ilk kez ciddiye alınması gereken bir ölçekte gösterilere katılmasıydı. 

Giderek sönümlense de 19 Mart’ta ortaya çıkan tablo iktidarı son derece endişelendirdi; tüm o “bizi sokağa dökmek istiyorlar” palavralarının ötesinde iktidarı esas kaygılandıran şeyin siyasetin sokakla ve sokağın siyasetle buluşması olduğu görüldü. Bahçeli’nin açıklamalarının alt metnini okuma uzmanları pek tevessül etmese de o açıklamalar net bir şekilde sokaktan duyulan korkuyu ve kaygıyı dile getiriyor, aba altından tüm muhalefete sopa gösteriliyordu. 

İşte tam da 19 Mart’tan 1 Mayıs’a uzanan dönem kapanacak ve yeni bir döneme girilecekken, eski dönemin kapanışı ve yenisinin açılışı bir tokat aracılığıyla söz konusu oldu. Sırrı Süreyya Önder’in cenaze töreninde CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e tokat atıldı ve eğer isteseydi saldırganın Özel’i öldürmesi işten bile değildi. Bu saldırının münferit, kendiliğinden ve plansız, programsız olma ihtimali ise Türkiye tarihini bilenler için son derece düşük bir ihtimaldi, saldırı çok net bir mesaj veriyordu: “sokaktan çekilin, bu faslı tamamen kapatın.”

Saldırgan verdiği ilk ifadede “CHP’nin gençleri sokağa dökmesinden rahatsız oldum” diye zaten kendisi söylemişti, Bahçeli’nin yaptığı açıklamada CHP’nin ve Özgür Özel’in adını anmak ve geçmiş olsun dilemek yerine “bir siyasi kurumun yöneticisi” gibi bir ifade kullanması ise hem tuhaftı hem de olan biteni anlamlandırmak için bize ciddi bir ipucu veriyordu.

Özel saldırıya dair yaptığı ilk açıklamada, saldırının Sırrı Süreyya Önder’in cenaze töreninde gerçekleşmiş olmasından yola çıkarak “barış konuşulmasın diye birileri yol verdi” diyecek, Cumhurbaşkanı’nın geçmiş olsun telefonunu ise “telef sözünün geri alındığını düşünüyorum” diye yorumlayacaktı. 

Oysa ortada ne barışı sabote vardı, ne de telef konusunda herhangi bir geri adım; eğer öyle olsaydı önce Bahçeli avaz avaz bağırır ve kendi “barış”ını koruma altına alırdı, onun yerine Özel’den “siyasi bir kurumun yöneticisi” diye bahseden buz gibi bir açıklama yapması ise son derece bilinçli bir tercihti.  

Saldırının verdiği mesaj çok net bir şekilde sokağa dairdi ve sönümlenmeye yüz tutmuş haliyle bile sokağın siyasi denklemdeki mevcudiyetinden duyulan rahatsızlığı gösteriyordu. İktidarın rejim inşasında yeni bir aşamaya geçmek adına izlediği “seçimsizleştirme” sürecine halk ciddi bir direnç göstermişti ve o direncin mutlaka kırılması gerekiyordu. 

Tam da bu nedenle, pazar günkü saldırıyla Özel şahsında tüm topluma, tüm muhalif kesimlere sopa gösterilmiş oldu; yargı sopasının herkese sallanmasından ana muhalefet liderine “isteseydik öldürürdük” de denilecek şekilde tokatlı saldırı aşamasına geçildi yani. 

Özgür Özel ilk başta değilse de kısa sürede bu mesajı aldı, dün İsmail Saymaz’a verdiği röportajda saldırının arkasındaki güçler için “Sokaktan çekilin, miting yapmayın, yeni dönem yaptığınız muhalefeti, attığınız adımları gözden geçirin, yoksa… Üç nokta koydular” demesi bunu açık bir şekilde gösteriyordu. Ardından TBMM’deki grup toplantısında da benzer bir şekilde “Ona bunu yaptıranlar 'Sokak çağrın, bu mitingler devam ederse, sokakta mücadele edersen seni uyarıyoruz' diyorlar. Bu mektup böyle okunur” diyerek saldırının mesajını net bir şekilde ortaya koydu. 

Peki bundan sonra ne olacak? Bu mesajın alınması, mesaja karşı direnileceğinin garantisi mi, yoksa ilk açıklamalarda verilen sinyallerdeki gibi uzlaşı, pazarlık arayışına mı girilecek, geri adım mı atılacak?

Henüz bu sorulara net cevaplar verebilecek durumda değiliz. Özel, Meclis’teki konuşmasında meydan okuyan bir tavır sergiledi ama daha önceden planlanmış mitinglerin dışında yeni bir yol haritası ortaya koymadı. Bugün yapılacak Beyazıt mitingine gençliğin dinamizmi ve coşkusunun damgasını vuracağını söyleyebiliriz ama bu rutinleşmiş eylemlerin 19 Mart’ın sönümlenmesi anlamına geldiğini de biliyoruz.

Daha önceki yazılarda da sıkça tekrar ettiğimiz şeyi tekrar ederek bitirelim yazıyı: Sokağın siyasi denklemdeki yeri mutlaka muhafaza edilmeli, bunun için yaratıcı eylemlilik biçimlerine başvurulmalı, eylemlerin öğrencilere doğru daralmasını engellemek için adımlar atılmalı, toplumun farklı kesimlerinin sokakta yer alması için inisiyatif alınmalı, öğrenci hareketinden emek hareketine uzanan yollar açılmalı. 

Tüm bunlar için esas inisiyatif alması gereken ise sosyalistler, eğer CHP’nin yapabileceklerinin sınırını biliyorsak o sınırları genişletecek olanların kimler olduğunu da biliyoruz demektir çünkü.

                                                       /././

soL


Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -22 Ekim 2025-

  Aleviler dinsizdir, cinlerle birliktedir': İlkokul öğrencilerine ayrımcılık yargıya taşınacak -Aslı İnanmışık- "Mezhepsel ayrımcı...