Ergin Yıldızoğlu - Cumhuriyet / 9 Mayıs 2025

 

Almanya’dan sonra İngiltere

“Reform UK” (RU) adlı bir faşist parti, yerel seçimlerde çok başarılı oldu, Runcorn ve Helsby’deki milletvekilliği ara seçimlerini kazanarak Muhafazakârları geride bıraktı; İşçi Partisi’nin geleneksel kalelerinde güçlü bir varlık gösterdi. Şimdi, İngiltere’de yaklaşık yüz yıldır süren iki parti egemenliğine dayanan siyasi yapı sarsıyor. “Süreç olarak faşizm”, Almanya’dan sonra İngiltere’de de hızlanıyor.

YAPI SARSILIYOR

İşçi Partisi, son seçimlerde 14 bin oy farkıyla kazandığı Runcorn’u bu ara seçimlerde, çok az farkla RU’ya kaptırdı. Belediye meclisi üyeliği ve belediye başkanlığı kazanımları, sırasıyla RU (64 /10); Muhafazakâr Parti (-635/-15); İşçi Partisi (-198/-1) Liberal Parti (146 /3); Yeşiller (41/0). RU’nun ülke genelindeki oyu yaklaşık yüzde 12’ye ulaştı. Muhafazakar Parti, hezimete uğrayarak 3. sıraya düştü.

RU’nun bu çıkışı, geleneksel olarak İşçi Partisi’ne oy veren işçi sınıfı bölgelerinde (“kırmızı duvar”), Brexit’ten bu yana ciddi bir siyasal yeniden yapılanmanın yaşandığını kanıtlıyordu. Bu tablo, özellikle Brexit’in mimarı Nigel Farage liderliğinde yeni bir enerji kazanan RU’nun performansı, seçmenin bir süredir mevcut merkez partilerinden uzaklaşarak yeni arayışlara yöneldiğini gösteriyordu.

RU’nun yükselişi, İşçi Partisi için ciddi bir ideolojik sınav oluyor. İP, bir yandan göçmen dostu ve çok kültürlü bir İngiltere idealini ve büyük sermayenin çıkarlarını savunmaya çalışıyor; diğer yandan sendikaların geleneksel desteğini korumaya, beyaz işçi sınıfı seçmenin “göç” “toplumsal güvenlik” ve “ulusal kimlik” gibi sağ söylemlerle biçimlenen kaygılarına cevap vermeye çalışıyor. İP’nin, ağırlıklı olarak eğitimli, beyaz yakalı ve büyük kentli, tabanının yüzde 40’ı göçün ülkeye katkı sağladığını düşünürken partiden kopan, çoğu işçi sınıfı kökenli seçmenlerin yüzde 55’i göçün “çok fazla” olduğuna inanıyor. İşçi Partisi bu ikilemi ne ideolojik ne de politik olarak aşabiliyor.

Reform UK’nin söylemi, “süreç olarak faşizm” tanımındaki birçok unsuru taşıyor: Elit karşıtlığı: “Londra’daki liberaller”“BBC’yi kontrol eden solcular”göçmen düşmanlığı“Beyaz İngiliz halkı yabancılarla değiştiriliyor”kurumsal güvensizlik“Mahkemeler, medya, üniversiteler, genel olarak eğitim sistemi solcu (Woke)”heteroseksüel/homofobik: cinsel kimlikler bulanıklaştırılıyor (trans bireyler tartışması); tek kimlik vurgusu“Bu ülke yalnızca İngiliz halkına aittir.”

Bu tür söylemler, faşist eğilimleri besleyen kültürel kutuplaşmayı derinleştiriyor, liberal demokrasinin içini boşaltıyor. RU, sıradan bir parti olarak değil; sistem içi bir aşındırıcı olarak gelişiyor.

NE YAPMALI?

İşçi Partisi bugün ya sağ söylemlere yaklaşarak Reform UK’den oy “çalmaya”  çalışacak: Bu yol partinin sol kimliğini, toplumsal temsil iddiasını ve tarihi misyonunu daha da zayıflatır. Ya da refah devleti, toplumsal eşitlik, sosyal konut, kamusal hizmetler ve kapsayıcı göç politikaları temelinde, net ve ilkeli bir sosyal demokrat çizgiye dönecek. Yeniden inşa edilmiş, berrak biçimde tanımlanmış bir sol çizgi, hem RU’ya karşı bir direnç oluşturabilir hem de genç seçmenlere umut sunabilir. Ancak İşçi Partisi, Corbin- McDonald’ın işçi sınıfı merkezli sosyal demokrat çizgisini tasfiye eden Keir Starmer liderliğinde ilk seçeneğe yönelecek gibi görünüyor.

İP’nin ikircikli duruşuna karşı, daha net bir sol alternatifin ortaya çıkması olasılığı da hiç yok değil. Sosyalist gruplar, Sosyalist İşçi Partisi, Momentum hareketi, bazı sendika liderlikleri ve çevreci koalisyonlar bu yönde bir olasılık sunuyor. Bir tür “Britanya Syriza’sı” ya da  “Podemos’u”  mu olur, yoksa daha radikal ve işçi sınıfı merkezli başka bir şey mi olur bilinmez ama “süreç olarak faşizmin” devlete erişmesini önleyebilmek için solda oluşmuş ideolojik-siyasi belirsizliğin gelecek seçimlerde, bir biçimde aşılması gerekiyor.

AfD gibi Reform UK de liberal demokrasinin ürünüdür. Kapitalizmin yapısal krizinin içinde ya liberal demokrasiye karşı gerçek bir toplumcu, ekolojik demokratik bir seçenek yeniden yaratılacak ya da “süreç olarak faşizm” canavarı, toplumun dokusunu kemirmeye devam edecek. Seçim kazanmak artık yeterli değil! “Geleceği hangi siyaset biçimi belirleyecek” sorusuyla karşı karşıyayız.

                                                       /././

Almanya siyasi krizin eşiğinde

Almanya’da temsil krizine girmiş kapitalist demokrasinin içinden çıkan faşist AfD, seçimlerde 2. parti, seçim sonrası yapılan anketlerde de 1. parti konumuna yükselince Federal Anayasayı Koruma Teşkilatı tarafından resmen “aşırı sağ” (faşist demek istemiyorlar) olarak sınıflandırıldı. Bu karar, “süreç olarak faşizmin” kavramsal çerçevesi/ aşamaları bağlamında, Almanya’nın çok tehlikeli bir siyasi krizin eğişinde olduğunu gösteriyor. 

‘SÜREÇ OLARAK FAŞİZM’
1) Doğuş: AfD’nin 2013 yılında Avro krizine tepki olarak kuruluşu, klasik faşizmin ilk aşamasını yansıtan ideolojik konsolidasyon dönemiydi. Bu ilk aşamada, sağ entelijensiya içinde, mevcut siyasal sistemin çözülmekte olduğu iddiasıyla yola çıkan bir faşist grup, ekonomi politiğe ve ulusal kimliğe yeni ve radikal bir tanım getirmeye çalışır. AfD’nin ilk liderlerinin akademik kimliği ve sistem içi meşruluk çabası bu bağlamda anlamlıdır. 
2) Seçimleri kullanma: 2015 sonrasında mülteci krizinin çarpan etkisiyle AfD, klasik bir “düşman imgesi” (yabancı, mülteci, elit) inşa ederek ikinci aşamayı, yani sandık başarısını hedefledi. 2025 seçimlerinde AfD’nin “doğu eyaletlerinde” birinci parti konumuna yükselmesi, 2. aşamaya geçildiğini gösteriyordu. Faşist hareketlerin sandık yoluyla güç kazandığı, sistemi içeriden dönüştürmeye başladığı tarihsel örnekler (Weimar Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı, Trump-Proje 2026 rejimi) bu sürecin Almanya’da gündeme geldiğine, yaklaşmakta olan tehlikenin büyüklüğüne işaret ediyor. 
3) Merkezin erimesi: Merkez partileri özellikle Hıristiyan demokratlar (CDU) AfD’nin söylemlerini benimsemeye başlıyor. Bu eğilim AfD’yi izole etmek yerine, CDU ile arasındaki “farkı eriterek” AfD’nin politikalarını normalleştiriyor; süreç olarak faşizmin “sandıkla meşrulaşma ve yaygınlaşma” evresinin tamamlanması hızlanıyor. 
4) Egemen sermaye ile pazarlık: Almanya’da merkez sağ liderliğinin, sistemin geleneksel sabitelerini terk ederek “kriz yönetimi rejimi”ne geçiş yapması (W. Streeck, NLR, No: 162, 2025) bu aşamaya geçildiğini gösteriyordu. Merkez Sağ CDU başkanı yeni Şansölye Merz’in kamu borçlanma tavanını aşmak için seçimle gelen yeni meclis toplanmadan anayasayı eski parlamentoyla değiştirmesi, bu sürecin kilit eşiğidir; parlamenter meşruluğun altının oyulması, yürütmenin önleyici bir meşruiyetle donatılması anlamına gelir. 

Merz’in bu manevraları, yürütmeyi merkezileştirme, üzerindeki siyasal denetimi daraltma çabaları anlamına geliyor. Buradan bir adım sonrası, eğer AfD hükümete girerse faşizmin “devleti ele geçirme” aşamasıdır. Bu aşamada süreç, devletin içeriden dönüştürülmeye başlamasıyla ilerler; artık yasa yapımında halk iradesi değil, giderek faşizmin tanımladığı “acil ulusal çıkarlar” belirleyici olur. 

AfD VE TEMSİLİYET
Şimdi, kapatılma olasılığı ile karşısında AfD, hem sistemin “şeytanlaştırdığı” ötekisi olarak iç tehlikeyi temsil ediyor hem daha hükümete gelmeden devlete erişmeden politik etkisini merkez siyasete dayatıyor. Son anketlerde ulusal düzeyde yüzde 26 ile birinci parti olan AfD’yi yasaklama niyeti de “temsil krizi” yaşayan liberal sistemin, kendi ürettiği “canavarlara” bir cevap üretemediğini, çareyi bastırmayı, 
“otoriterleşmeyi” meşrulaştıran bir hukuki çerçeve içinde aramaya başladığını gösteriyor. 

Streeck’in vurguladığı gibi Almanya’da klasik kapitalist demokrasinin krizine verilen yanıtlar artık sistem içi değil, “sistem dışı” reflekslere dayanıyor. Bu da liberal demokrasinin “içeriğinin boşalması ve formun şekle indirgenmesi” anlamına geliyor. 
“Süreç olarak faşizm”, bu aşamada siyasal şiddetle değil, demokrasi adına yapılan otoriterleşme uygulamalarıyla ilerliyor. Almanya’nın, tarihindeki karanlık dönemi bir kez daha anımsayarak o rejimin yeni biçimler altında “bir süreç olarak” geri gelmekte olduğunu daha çok geç olmadan görmesi, yasaklamak gibi yüzeysel, hatta geri tepme olasılığı çok yüksek önlemler yerine, halkın ekonomik siyasi kültürel kaygılarına gerçek çözümler üretmeye çabalaması gerekiyor. 

AfD ile aynı toplumsal tabana hitap ederek siyasi ve kültürel anlamda rekabet edebilecek bir sol muhalefetin, Die Linke ve BSW olarak bölünmüşlüğü, faşizme karşı demokratik temsiliyetin yeniden inşasını olanaksızlaştırıyor.
                                                  /././

Yine ‘adamlar’ üzerine

Trump rejiminin 100 günlük dönemi kapanırken tartışmalara, “Otoriterlik artık bir gerçekliktir” ve “Bu adamdan nasıl kurtulabiliriz” soruları damgasını vuruyor.

Birçok ülkede, seçimlerle işbaşına gelmiş faşist hareketler, “güçlü adamlar” eliyle demokratik normlar sistemli biçimde ortadan kaldırılıyor: Polis, gizli servis, ordu gibi güvenlik kurumlarında bürokrasi partizan kadroların eline geçiyor, yargı kurumu iktidara biat ediyor, medya susturuluyor, eğitim sistemini ve toplumun “ruhunu” yeniden şekillendirmeyi amaçlayan bir kültür savaşı derinleşiyor, muhalif her ses düşman ilan ediliyor, rejim her fırsatta kadının beden bakımına, bireylerin cinsel tercihlerine, özel yaşamlarına karışıyor.

Böyle bir ülkede, direnmek ahlaki ve tarihsel bir sorumluluktur. 

“Güçlü adamın” diktasına, direnişin etkin bir biçimde planlanması, birçok etkenin yanı sıra rejimin doğasının, gücünün, o gücün sınırlarının doğru kavranmasına da bağlıdır. Direnişin içinde gazeteciden sanatçıya, işçiden akademisyene, yurttaştan hukukçuya kadar geniş bir yelpazede herkese düşen bir rol vardır. Ama sorunun ağırlığı, çözümün de sağlam ve çok katmanlı olmasını gerektirir. Peki faşist hareketin ve “güçlü adamın” devleti ele geçirdiği aşamada umut nerededir?

BİRLEŞİK MUHALEFET, KİTLESEL TEPKİ
Faşizm ve “güçlü adamın” iktidarı, muhalefetin dağınıklığından, ortak bir strateji kuramamasından beslenir. Ancak Polonya’da olduğu gibi farklı eğilimlerden gelen muhalefet partileri bir araya geldiğinde, tek tek kazanamayacakları seçimleri birlikte kazandıklarında, “adamın” elindeki en büyük silah -böl-parçala-yönet-işlevsiz kalır. Burada önemli olan ortak bir vizyondan çok, ortak bir hedefin varlığıdır. Bu birliktelik, ideolojik değil, stratejik olmalı. Kimin ne kadar oy aldığı, grup çıkarları, bu aşamada ikinci planda kalmalıdır.

Güney Kore’de kısa süren bir darbe girişimi, halkın ve sendikaların hızlı tepkisiyle püskürtüldü. Sivil toplum yalnızca büyük STK’lerden oluşmaz; mahalle forumları, bağımsız gazetecilik girişimleri, işçi sendikaları, hatta sosyal medya kampanyaları da sivil direnişin birer parçasıdır. Sivil toplum alanında, hızlı refleks gösteren, örgütlü, dayanışma esaslı yapılar, demokratik refleksi canlı tutar. Sokaklarda görünmek, yalnız olmadığını bilmek, korku iklimini kırmanın en etkili yollarındandır.
Hukuku bir mücadele aracı olarak kullanmak da sabırlı bir direnme biçimidir. Yargının dejenerasyonu faşizmin ilk adımlarından biri olsa da sistem içinde hâlâ boşluklar, çelişkiler, hatta bireysel cesaret alanları kalabilir. Bazı durumlarda, hakikatin belgelenmesi rejimin, “adamın” meşruiyetini sarsabilir:

Brezilya’da Bolsonaro’ya karşı en etkili direniş yargıdan geldi. Tek bir anayasa mahkemesi üyesinin yürüttüğü soruşturmalar, dezenformasyon ağlarını etkisizleştirdi, yalan makinesini durdurdu.

Faşist hareketler, liderlikler, genellikle emekçi kesimlere seslenmeyi başarır; onların öfkesini yönlendirir, suçu muhalefete veya dış güçlere yükler. Ancak gerçek hayattaki zamlar, işsizlik, hak gaspları, sosyal güvencesizlik zamanla faşist rejimin makyajını dökmeye başlar. Bu noktada işçi hareketleri kritik bir rol oynar. Güney Kore örneğinde olduğu gibi, genel grev çağrıları yalnızca ekonomik değil, siyasal bir anlam da taşır. Mısır’da “adam”, sendikalar Tahrir Meydanı’na gelince, gitmek zorunda kalmıştır. Halkın hoşnutsuzluklarını kristalleştiren kalıcı “meydan işgalleri”, ısrarlı protesto eylemleri “güçlü adamı” yerinden edebilir.

Faşist rejimler kültürel egemenliğe büyük önem verir, iktidarlarını yalnızca zorla değil, anlatılarla da sürdürmek isterler. Muhalefetin etkili ve inandırıcı bir karşıt hegemonya anlatısı inşa etmesi, sadece neyin yanlış gittiğini değil, yerine neyin gelebileceğini göstermesi, birliğini koruması, kitleselleşmesi için gereklidir. İnsanlar yalnızca eleştiriyle değil, umutla da hareket eder. Faşizme ve “adamlara” karşı mücadele uzun solukludur, inandırıcı bir gelecek vaat edebilmek çok önemlidir.
Faşizm, seçimle gelmiş olabilir ama bir seçimle gitmesi garanti değildir. Bu yüzden mücadele sandıkla sınırlı kalmamalı; toplumsal direnişin her katmanında, her gün yeniden üretilmelidir.
                                                       /././

İlk 100 gün

Trump’ın ikinci döneminin ilk 100 gününde, “Proje 2025”in kapsamında planlanan başkanlık kararnameleri uygulamaya kondu. “Süreç olarak faşizm”, şimdi, egemen sermayenin tepkisiyle (yapısal belirleyicilerle), ilk kurumsal engellerle, kitlesel protestolarla tanışıyor. 

Trump imzaladığı kararnamelerle, yürütme erkinde eşi görülmemiş bir güç yoğunlaştırdı, Kongre denetimini, güçler ayrılığını zayıflattı. Başlıca federal kurumlar ya tamamen tasfiye edildi ya da siyasi silaha dönüştürüldü. USAID lağv edilip Dışişleri Bakanlığı’na bağlandı. Finansal Koruma Bürosu kapatıldı. Elon Musk, yönettiği “Devlet Verimliliği Departmanı” yoluyla vatandaş verilerine eşi görülmemiş bir erişim elde etti. Bu arada on binlerce devlet memuru görevden alındı veya sindirildi. 

Faşist entelijansiya, Trump başkanlığında devlet aygıtını ele geçirmeye başlarken klasik faşizmi hatırlatan bir kültürel saldırı da başlattı. Kütüphanelerden ırkçılıkla, cinsel özgürlüklerle, ABD tarihiyle ilgili solcu, liberal yayınlar kaldırılırken  Hitler’in Kavgam kitabı hâlâ raflarda. Çeşitlilik, Eşitlik ve Kapsayıcılık programları iptal edildi. Bu kültürel saldırıya direnen üniversiteler, mali yaptırımlarla, akreditasyon tehditleriyle cezalandırılıyor. 

Faşist uygulamalar, en net biçimde, göçmenlik, vatandaşlık politikalarında görülüyor. Başkanlık kararnameleri yasal göçü kriminalize etti, insan haklarını, anayasa maddelerini askıya alan kitlesel sınır dışı etme uygulamaları hızlandı. Trump rejimi, yüzyıllık anayasal gelenek olan “doğuştan vatandaşlık” hakkını da kaldırmak istiyor: Etnik “saflık” saplantısı, klasik faşizmin “iç temizlik” operasyonlarını hatırlatıyor. 

Çoğulculuğa, muhalefete, çeşitliliğe karşı, beyaz Hıristiyan milliyetçiliği  siyasi kimlik olarak yükseliyor: Kürtaj hakları sınırlanıyor, cinsiyet değiştirmeye yönelik sağlık hizmetleri yasaklanıyor, LGBTQ+ kazanımları geriletiliyor. Rejim iktidarını destekleyen katı, ataerkil toplumsal normları pekiştiriyor. 

Lidere kişisel sadakat artık hukuka, anayasaya, temel demokratik normlara olan sadakatin önüne geçiyor. İktidarın kişiselleştirilmesi, 20. yüzyılın  Mussolini, Hitler gibi faşist liderlerini çağrıştırıyor. Trump kendi yüzünü Rushmore Dağı’nda, George Washington, Thomas Jefferson, Abraham Lincoln ve Theodore Roosevelt’in yanına eklemek istiyor. Trump rejiminin kurucu miti 6 Ocak ayaklanmasına, şiddetin normalleştirilmesine  dayanıyor. Polis şiddetinin teşvik edilmesi, göçmenlerin şeytanlaştırılması, sivil milis gruplarının kışkırtılması, devletin meşru şiddet tekeli kavramını bulanıklaştırıyor. Trump’la ilgili davaların düşürülmesi, işbirlikçilerine sağlanan ayrıcalık, yasallığın artık sadakate bağlı çalıştığını gösteriyor. 

İlk 100 gün içinde, belki de en ürkütücü gelişme, tarihi belleğin manipülasyonu oldu. Eğitim müfredatında yapılan değişikliklerle, bugünü meşrulaştırmak için  beyazlatılmış, mitolojik bir Amerika anlatısı ile tarihi yeniden yazma çabaları “süreç olarak faşizmin” kültürel hâkimiyetini kurma yolunda kritik adımları oluşturuyor. 

Trumpçılık, yalnızca bir tepki dalgası ya da kaotik politikaların toplamı değil, 20. yüzyılın en karanlık dönemini anımsatan hipermodern, dijital dünyaya uyarlanmış  kapsamlı bir faşist projedir. İlk 100 gün önemli derslerle de doludur: Faşist hareket, projesini hayata geçirmeye başladığında, büyük sermayenin çıkarlarına çarparsa, sert bir ekonomik kriz tetiklenir, uyum sağlayamazsa büyük sermayeyi baskı altına alma çabaları bu kez de bir siyasi krizi tetikler. İthalat tarifeleri, hem mali piyasaları krize soktu hem de Wall Mart, Cosco gibi süpermarket zincirlerinin rafları boşalmaya, kârları erimeye başladı. Tarifelerin askıya alınmasının arkasında bu kesimlerden gelen baskılar var. 

Bir direniş hattı da yüksek mahkemenin, yerel mahkemelerin bazı Trump kararlarını durdurmaya başlamasıyla şekilleniyor. Pentagon’da kimi generallerin, Savunma Bakanı Hegseth’e, Hazine Bakanı Bessent’in, Musk’ın federal vergi sistemi verilerine ulaşmasına direndiği aktarılıyor.
 
Sokaklar da canlanmaya başladı, 19 Nisan’da Washington, New York, Chicago, Rhode Island, Maryland, Wisconsin, Tennessee, South Carolina, Seattle gibi kentlerde protesto gösterileri gerçekleşti.

Ergin Yıldızoğlu - Cumhuriyet

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -5 Haziran 2025-

  KRT’de neler oluyor; görünen ve görünmeyenler…-Candan Yıldız- CHP’ye yakınlığı ile bilinen kanalın yayın çizgisi zaman içerisinde değişti,...