EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -29 Ocak 2025-

Büyükada’dan günümüze ‘Etki Ajanlığı’ komplosu -Fatih Polat-

İnsan hakları savunucularının 5 Temmuz 2017'de İstanbul Büyükada'daki bir otelde "dijital veri güvenliği" konulu bir toplantı düzenlemeleri sırasında polis tarafından baskın düzenlendiğinde önce bir şaşkınlık yaratmıştı.

Cumhuriyet Savcısı Can Tuncay'ın hazırladığı iddianamede, hak savunucularının üye oldukları iddia edilen örgütler "FETÖ/PDY, PKK/KCK ve DHKP/C" olarak sıralanırken, iddianamede sanıklar "Gezi Parkı olayları benzeri şiddet içeren ve toplumda kaos oluşturacak olaylar" planlamakla suçlanıyordu.

Yeniden dönmek üzere buraya bir virgül koyarak, benzer güncel bir örneğe gidelim. Gezi Parkı olaylarının planlayıcılarından olduğu iddiasıyla “Hükümeti devirmeye teşebbüs” suçundan gözaltına alınan ve tutuklanan Menajer Ayşe Barım’ın, tutuklanması talebiyle mahkemeye sevk edildiği savcılık yazısında, Barım’a ait şirketin faaliyetlerinin “Etki ajanlığı amacı taşıdığı” iddiasına yer verildi. İktidar tarafından iki kez TBMM gündemine getirilmiş ancak tepkiler üzerine yasalaştırılmayarak geri çekilmiş olan “etki ajanlığı”nın tutuklama talebi gerekçesi olarak bir savcılık yazısında ortaya çıkması geldiğimiz noktanın hukuk ile açıklanamayacak boyutlarını göstermesi bakımından çarpıcı. Hukuk eliyle düzenlenen ve hukuk ile açıklanamayacak bir ‘siyasal etki ajanlığı’ mı diyelim, ne diyelim bu yapılana?

Ayşe Barım örneğinde, belirleyici yargı safhasında karşımıza çıkan İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Can Tuncay’ı, Büyükada davasından da tanıyoruz.

Adliye koridorlarında yakından takip ettiğim Büyükada davasına ilişkin olarak, Evrensel’de yazdığım bir yazıda şu notları düşmüşüm: “Süreci kısaca hatırlayalım. Uluslararası Af Örgütünün o dönemdeki yönetim kurulu başkanı olan Taner Kılıç, 6 Haziran 2017’de sabaha karşı İzmir’deki evinden gözaltına alındı. Üç gün sonra, “Fethullahçı Terör Örgütü’ne üye olmak”la suçlandı ve cezaevine gönderildi. 5 Temmuz 2017’de de, Büyükada’da dijital güvenlik konulu bir çalıştaya katılan 10 insan hakları savunucusu, kaldıkları otelden, yapılan baskınla gözaltına alındı.

Hak savunucuları gözaltına alındığında Akşam gazetesi 7 Temmuz 2017’de “Tertip Komitesi Büyük Ada’da!” manşetiyle çıkmıştı. Haberde şöyle deniliyordu: “Kılıçdaroğlu İstanbul’a yaklaşırken, sinsi plan deşifre oldu. Büyükada’da gözaltına alınan 11 kişinin, yeni Gezi provokasyonuna hazırlandığı belirlendi.” Akşam gazetesinin bir gün sonraki manşeti ise, “Harita Üzerinde Yakalandılar” oldu. Gazete insan hakları savunucularının Türkiye haritası üzerinde kaos planı yaptıklarını öne sürdü. Bu manşetler bir hafta boyunca bu şekilde devam etti. Örneğin, iktidara yakın Star gazetesi 11 Temmuz’da “Büyükada’da İngiliz Parmağı” manşeti ile çıktı ve “İnsan hakları savunuculuğu görüntüsü altında Gezi benzeri kalkışma planlanan Büyükada’daki ihanet buluşmasının arkasından ABD’nin ‘CIA’ ve İngiltere’nin ‘MI6’ örgütleri çıktı” ifadelerine yer verdi. İktidara yakın diğer gazeteler de, editörlerinin yeteneklerine göre birbirleriyle adeta yarışarak bu kervana katıldılar.” (Evrensel, 12 Şubat 2020)

11 insan hakları savunucusunun yargılandığı davada 3 Temmuz 2020 günü açıklanan kararda, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Onursal Başkanı Taner Kılıç'a 'silahlı terör örgütü üyeliği' suçlamasından 6 yıl 3 ay, Günal Kuşun, İdil Eser, Özlem Dalkıran'a 'örgüte yardım' suçlamalarından 1 yıl 13 ay hapis cezası verildi.

‘Büyükada davasına giden süreci hatırlayanlar başta Uluslararası Af Örgütü olmak üzere, çeşitli hak örgütlerinin, uluslararası düzeyde dikkate alınan, saha gözlemlerine dayalı Türkiye’ye ilişkin ciddi hak ihlallerine işaret eden raporlarının AKP iktidarını ciddi bir biçimde rahatsız ettiğini hatırlayacaklardır.

Uluslararası Af Örgütü, Diyarbakır’ın Sur ilçesinde yerinden edilenlerle ilgili 2016’nın aralık ayında 'Zorla yerinden edilen ve mülksüzleştirilenler: Sur sakinlerinin evlerine geri dönme hakkı' başlıklı raporu bunlardan biriydi.

İşte bugün Ayşe Barım’ın tutuklamaya sevk yazısında karşımıza çıkan “etki ajanlığı”nın devlet katında şekillenmeye başladığı süreç, tam da o döneme dayanıyor.

2016 yılından bugüne geçen dokuz yıl içinde, 2019 yılının temmuz ayının ilk haftasında

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) tarafından hazırlanan “uluslararası medya kuruluşlarının türkiye uzantıları” başlıklı raporunu da bu bağlamda hatırlatmak da fayda var.BBC Türkçe, DW Türkçe, VOA, Sputnik Türkiye, Euronews Türkiye gibi uluslararası yayın kuruluşlarında çalışan Türkiyeli gazetecilerin, yaptıkları haberler ve sosyal medya paylaşımları üzerinden hedef gösterildiği raporda Evrensel, Birgün, Yeni Yaşam, T24, Bianet, Gazete Duvar gibi pek çok yayın kuruluşuna ait haberlerin sosyal medya üzerinden paylaşılması da suçmuş gibi bir yaklaşımla ele alınıyordu.

10 YILLIK KIDEME SAHİP İDDİANAME ŞABLONU

AKP’nin “yerli ve milli” propagandasının ihtiyaç duyduğu sürece böyle böyle gelindi.

İktidarın karşısında kamuoyu oluşturma potansiyeli oluşturabileceği düşünülen tek tek sanatçılar, aydınlar, onlarla bağlantılı bir menajer üzerinden gündeme geliyorsa, kökleri çok daha öncesine giden, ama en azından iddianamelerdeki isimler bazında bile 10 yıllık bir kıdeme sahip bir sürekliliği görmeden süreci doğru anlayamayız.

Yani Uluslararası Af Örgütünün, iktidarın canını fazlasıyla sıkan 9 yıl önceki Sur raporu, o raporu hazırlayan hak örgütüyle birlikte birçok hak örgütü üye ve yöneticisinin yargılandığı, tam bir komplo ürünü olan ‘Büyükada davası’ ve artık olgunlaşmış bir iktidar meyvesi olarak masaya konulan “etki ajanlığı”nın yasalaşmadığı halde savcı eliyle ittirilerek hükme dönüşme kabiliyeti kazanması...

İstanbul Barosunun hedefe konulması da aynı iktidar tablosunun içinde duruyor.İktidarın hegemonik alanını daraltma, teşhir etme ve etkisizleştirme kabiliyeti görülen tüm muhalif özneler itinayla yıpratılıp, derdest edilir.

Eskiden, çok da eskiden değil, örneğin 15-20 yıl kadar önce, AB yetkilileri ya da Avrupalı yargıçlar, “Türkiye’deki iddianamelerin kalitesi çok düşük” dediklerinde hayıflanılırdı ve bu haber olurdu. Artık böyle iddialar “etki ajanlığı” kapsamına giriyor(!)

Komik mi, trajikomik mi? Siz seçin.

                                                           /././

İbrahim Kaboğlu: Av. Fırat Epözdemir'in tutuklanması Baro operasyonunun kilometre taşlarından biri -Özlem Songül ABAYOĞLU-

İstanbul Barosu Başkanı İbrahim Kaboğlu ile Av. Fırat Epözdemir'in tutuklanmasını ve baroya karşı başlatılan ‘operasyonu’ konuştuk.

Önce Suriye’de öldürülen iki gazeteciye ilişkin yapılan açıklama nedeniyle İstanbul Barosu Başkanı İbrahim Kaboğlu ve Yönetim Kurulu üyeleri hakkında soruşturma başlatıldı. Ardından baro yöneticilerinin tümünün görevden alınması talebiyle dava açıldı. Son olarak İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Fırat Epözdemir, 10 yıl önce katıldığı etkinlikler, yaptığı telefon görüşmeleri öne sürülerek tutuklandı.

İstanbul Barosu yöneticilerine “Basın ve yayın yolu ile terör örgütü propagandası yapmak ve basın ve yayın yolu ile halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak” suçları yöneltiliyor. Baroya karşı başlatılan ‘operasyonu’ İstanbul Barosu Başkanı İbrahim Kaboğlu ile konuştuk.

Önce İstanbul Barosuna dönük başlatılan soruşturmayla başlayalım isterseniz…

İstanbul Barosu yönetimi olarak görevi devraldığımız günden itibaren hep hukuku etkin kılmaya çalıştık. Hukukun ortak paydalarında buluşma vaadimiz doğrultusunda İstanbul Barosunun görev alanına giren her alanda faaliyet gösteriyoruz. İnsan haklarını korumak görev ve sorumluluğu ile hareket ettik. Bunu, ruhsat törenlerinde, CMK toplantılarında, kamuoyuna dönük açıklamalarda, hapishane sürecinde, her alanda yaptık. Baro yönetimi olarak hem bireysel ve hem de birlikte bu uğraş içerisinde olduk. Avukat Fırat Epözdemir de hapishanelerden duruşma salonlarına kadar bu süreçte en aktif üyelerimizden biri oldu.

Baronun yaşam hakkı temelinde yayımladığı bir açıklama nedeniyle 22 Aralık’ta Adalet Bakanlığından izni alınmadan İstanbul Barosuna yönelik bir soruşturma başlatıldı. İzin alınmadan başlatıldığı için ifade vermeyi reddettik ve beyanla yetindik. 14 Ocak’ta başsavcılık tarafından görevden alınmamız için yeni bir dava daha açıldı.

23 Ocak’ta Avrupa Konseyi çerçevesinde gerçekleştirilen savunmalar toplantısının dönüşünde Fırat Epözdemir uçakta gözaltına alındı, 2 gün nezarethanede tutuldu ve üçüncü gün sorguya alınarak tutuklandı.

DOSYADA SUÇ ÜRETME ÇABASI VAR

Fırat Epözdemir neden tutuklandı?

Fırat Epözdemir’in tutuklanmasını İstanbul Barosuna başlatılan Anayasa dışı operasyonun bir parçası olarak görüyoruz. Sürecin yürütülme tarzı da bunun kanıtı. Epözdemir’in şu an faaliyet gösteren HDK’ye üye olması tutuklamaya neden olarak sunulurken; 10 yıl önceki telefon görüşmeleri de tutuklamaya gerekçe olarak öne sürülüyor. Çok eski bir tarihte belki avukat, belki belediye başkan adayı, belki akrabalık ya da hemşehrilik ilişkileri nedeniyle yaptığı telefon görüşmeleri…

Fırat Epözdemir’in suçlandığı konularda hiçbir zaman bir silah ve şiddete çağrı yok. Bütün bunlar aslında suçu saptamak için değil, kişiden hareketle suç oluşturma çabası olduğunu gösteriyor.

HDK davası 1500 kişilik. Fırat Epözdemir’in o dosyadan ayrılarak soruşturulması bambaşka bir çerçeve çiziyor. Eğer o davaya ilişkin yeni bir soruşturma açılsaydı ve Fırat Epözdemir ifadeye çağırılsaydı başka bir şey olurdu. Ancak Fırat Epözdemir ayrımcı bir işleme tabi tutuluyor. Anayasa’nın 10. maddesi ihlal edilmiş oluyor.

Anayasa’ya aykırılığı biraz açabilir misiniz?

10 yıl önce kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilen dosya şimdi yeniden açılıyor. Tutuklama kararına giden süreç Anayasa’nın 19, 20 ve 21. maddelerini birlikte ihlal ediyor. Epözdemir henüz deliller toplanmadan tutuklandı. Tutuklama nedeni “Atılı suçun var kabul edilebileceği” şeklinde ifade ediliyor. Ayrıca “Şüpheliden elde edilen dijital materyale ilişkin henüz inceleme yapılmamış olması nedeniyle” deniliyor.

Öncelikle daha önceki dosyada verilen kovuşturmaya yer olmadığına dair karar neden, nasıl ve hangi delillerle kaldırıldı? Gerekçesi on yıl önceki telefon görüşmeleri ise on yıldır neredeydiler? Bir diğer soru işareti ise şu; Fırat Epözdemir 2 gün gözaltında tutulduğu halde dijital materyaller neden incelenmedi?

Ayrıca tutuklama için Anayasa’nın 19. maddesinde öngörülen nedenler gerekli. Bunlar kaçma, delilleri yok etme kuşkusu gibi adil yargılanmayı etkileyecek durumlardır. Ama bunlardan hiçbiri yok. Bu durumda kişi güvenliği ve özgürlüğü gereklerinin uygulanması gerekiyor.

Anayasa’nın 38. maddesi 4. fıkrası gereği suçluluğu kesin olana kadar kimse suçlu sayılamaz. Dahası Türkiye’nin savaş halinde olduğu varsayımında bile suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz. Türkiye savaş içinde olsaydı dahi bu madde 15’e göre yasak.

Fırat Epözdemir terörist örgütle bağlantılı olmak, terör örgütüne yardım etmek gibi iddialarla suçlanıyor. Bu nedenle insan haklarının sert çekirdeği ihlal edilmiş durumda. Kamuoyu şunu bilmelidir ki, bu Fırat Epözdemir hakkında suç oluşturma gayretidir ve aslında İstanbul Barosu hakkında bir ay önce yine Anayasa ve Avukatlık Kanunu’na aykırı bir şekilde bir operasyon başlangıcının kilometre taşlarından biridir.

23 ŞUBAT: DEMOKRASİYİ SAVUNMA BULUŞMASI

Baro seçimlerinde yarıştığınız diğer başkan adaylarından destek açıklamaları yapıldı. Bu açıklamalar bir ortak mücadele imkanı sağlıyor mu?

20 Ekim günü yapılan seçimde binlerce avukat iradelerini ortaya koydu ve İstanbul Barosunu yönetme görev ve sorumluluğunu bize verdi. Göreve geldiğimizden itibaren tüm avukatları kapsayıcı bir tutum aldık. 14 Ocak’ta görevden alınmamıza ilişkin dava açılmasından bir gün sonra bizimle seçimde yarışan adaylar “İstanbul Barosuna karşı açılan bu davayı kabul etmiyoruz. Seçimle gelen seçimle gider” anlayışıyla bizim yanımızda durdular ve bizimle birlikte olma iradelerini ortaya koydular. Bir dayanışma halkası oluştu. Bu aynı zamanda demokrasiyi sahiplenmektir. İstanbul Barosuna karşı yürütülen bu soruşturmaya geçit vermeyeceklerini ifade ettiler. Bu destek elbette ortak bir mücadele zemini oluşturuyor.

23 Şubat’a bir olağanüstü genel kurul çağrısı yaptınız, neden?

20 Ekim’de ortaya konulan idarenin ortadan kaldırıldığı bir operasyonla karşı karşıyayız. Bunu kabul etmiyoruz. İstanbul Barosunu oluşturan 67 bin avukatın her biri yönetime aday olabilir ve bu düzende 2 yıl sonra seçilen kişi potansiyel mağdur konumuna çekilebilir. Bu koşullarda demokrasiyi savunma vaktidir. 23 Şubat’ta da hukuk yoluyla demokrasiyi savunacağız ve “Seçimin sonucuna saygı da demokrasidir” diyeceğiz.

Av. Fırat Epözdemir’in gözaltına alındığı gün yargı reformu strateji belgesini açıklayan Cumhurbaşkanı Erdoğan savunmanın güçlendirilmesi için Avukatlık Kanunu’nda çeşitli değişiklikler yapacaklarından bahsetti. Bu ironiye dair ne düşünüyorsunuz?

Demek ki savunma üzerinde kısıtlamalar var, savunma ihlal ediliyor, kısıtlanıyor. Bu kısıtlamalar mevzuattan mı kaynaklanıyor, uygulanmadan mı? Eğer uygulamadan kaynaklanıyorsa hemen “Uygulamadan dolayı şu kısıtlamalar kaldırılmalı” demeli. Mevzuattan kaynaklanıyorsa da “Bu yönde düzenlemeler yapılmalı” demeli.

2019’da yargı reformu strateji belgesi açıklandı. O dönem CHP milletvekiliydim. Adil yargılanma hakkı kanununu hazırlayalım diye tüm partilere çağrı yaptık. Ama Cumhur İttifakına mensup partiler, hazırladığımız ve TBMM’ye sunduğumuz önerilerimizi bloke ettiler. Demek ki söylem önemli ancak sözün gerekliliklerini uygulamaya geçirmek de önemli.

En önemli güncel konunun yürürlükteki Anayasa’ya saygı olduğu unutulmamalı.

BARO NASIL ‘TERÖRİST’ İLAN EDİLDİ?

Baro yönetiminin görevden alınması amacıyla açılan dava sonrasında İstanbul Barosu 10 maddelik bir bildiri yayınlayarak İstanbul Barosunun savcılık eliyle nasıl ‘terörist’ ilan edildiğini anlattı. Bildiride süreç şöyle özetleniyor:

1- 19.12.2024: Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı iki gazetecinin Suriye’de haber takibindeyken uğradıkları saldırı sonucunda öldükleri haberi ulusal basında yer aldı.

2- 20.12.2024: Basın Konseyi, TGS ve DİSK/Basın-İş ölümlerin detaylı bir şekilde incelenmesini istedi.

3- 21.12.2024: Şişhane’de gazetecilerin ölümünü protesto etmek amacıyla toplanan yurttaşların gösterisine polis müdahale etti ve aralarında gazetecilerin ve baro üyesi avukatların da bulunduğu yurttaşlar gözaltına alındı.

4- Bu gelişmeler üzerine İstanbul Barosu Yönetim Kurulunda görüşüldükten sonra 21.12.2024 saat 18.40’ta bir sosyal medya paylaşımı yaptı. Açıklamada çatışma bölgelerindeki gazetecilerin korunmasına dair insan hakları uluslararası hukuk kuralları hatırlatıldı, konuyla ilgili etkili soruşturma yürütülmesi talep edildi ve basın açıklaması yaptıkları için gözaltına alınan avukatların ve yurttaşların serbest bırakılması istendi.

5- 22.12.2024: İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından baro hakkında soruşturma başlatıldığı haberi basına servis edildi. Baro açıklaması, bir bütün olarak herhangi bir makamı hedef alarak suçlayan veya herhangi bir terör yapılanmasını öven veya sahip çıkan bir açıklama olmadığı halde savcılık, baroyu kriminalize etmek ve itibarsızlaştırmak için kamuoyu nezdinde hedef haline getirecek şekilde terör propagandası, suçu ve suçluyu övme, halk arasında gerçek olmayan bilgiyi yayma suçu işlendiğini iddia etti.

6- İstanbul Barosu soruşturma haberi üzerine kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla açıklama yaparak herhangi bir yorum veya niteleme içermeyen metinde savcılığın iddia ettiği şekilde şiddeti, terörü veya herhangi bir terör örgütünü öven hiçbir ifade bulunmadığını vurguladı.

7- 07.01.2025: Avukatlık Kanunu madde 58’e göre soruşturma için ön koşul olan bakanlık izni sonradan 25.12.2024 günü istendi. Baro yöneticilerinin beyanı alınmadan ve sonradan onay biçiminde usul kurallarına aykırı olarak yürütülmesi ve açıklamada iddia edilen hususların bulunmaması nedeniyle başkan ve yönetim kurulu üyeleri, şüpheli sıfatını ve ifade vermeyi reddederek İstanbul Cumhuriyet Savcılığında sadece beyanda bulundu.

8- 08.01.2025: Savcılığın kovuşturma izni talebiyle Adalet Bakanlığına başvurduğu öğrenildi.

9- 11.01.2025: Baro başkanı, usul kuralları çiğnenerek verilen bakanlık soruşturma izninin yürütmesinin durdurulması ve iptali talebiyle Ankara İdare Mahkemesine başvuru yaptı.

10- 14.01.2025: İdare mahkemesinde dava açılmasının hemen ardından İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan davaname ile İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Başkan ve üyelerinin görevlerine son verilmesi, yeni baro başkanı ve yönetim kurulu üyeleri seçilmesi talebiyle asliye hukuk mahkemesinde dava açıldığı öğrenildi. Savcılık İstanbul Barosu yönetiminin yasa ile belirlenmiş görevleri dışında yasa dışı faaliyetler yürüttüğü iddia edildi. Duruşma 04 Mart 2025’te görülecek.

BAŞSAVCILIĞIN ‘YASA DIŞI’ DEDİĞİ FAALİYETLER

Göreve seçilmesinin ardından 100 günü tamamlayacak olan İstanbul Barosu yönetimi yüz günde gerçekleştirdikleri bazı faaliyetleri şu şekilde sıraladı:

-Elliden fazla ‘ruhsat töreni’ ile iki bin iki yüzden fazla avukata ruhsat verildi.

-Baro odalarındaki bilgisayarlar yenilendi.

-Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince baromuzca atanan müdafi/vekiller için CMK bölge toplantıları düzenlendi. CMK asgari ücret tarifesinin, avukatlık asgari ücret tarifesine eşitlenmesi için imza kampanyası yapıldı.

-Staj eğitim merkezince ders sayıları artırılarak stajyer avukatların mesleğe kabulü öncesi almış oldukları eğitim güçlendirildi.

-Merkez ve komisyon yönetimleri seçim yoluyla oluşturularak baronun işleyişi demokratikleştirildi.

-Adil Yargılanma Hakkı Konferansı ve İstanbul Depremi Kongresi düzenlendi.

-Beyoğlu bölgesindeki kadınlara hukuki destek verilmesi için protokol imzalandı.

-Dilek Ekmekçi, Dilara Yıldız, Tahir Elçi, Can Atalay, yenidoğan çetesi davası, Narin Güran gibi toplumsal davalar takip edildi.

-Anayasa dışı kayyım ve hukuk dışı uygulamalara karşı basın açıklamaları yapıldı.

-Adli yardımın yaygınlaştırılması konusunda somut adımlar atıldı.

                                                    ***

Oligarşi, Faşizm ve Yeni Küresel Koalisyon -Koray R. Yılmaz-

Yirmi birinci yüzyılın bugüne kadarki tecrübesinden çıkarılabilecek belki de en önemli ders faşizmin tarihte kalan bir şey olmadığıdır. Yeni faşist dalganın sembolü ise herhalde Elon Musk’ın esrik bir halde vermiş olduğu Nazi selamı olacaktır.

Bir süredir gerek akademik çevrelerde gerek ulusal ve uluslararası tartışma mecralarında kendine çokça yer bulan bir kavram faşizm. İçinden geçmekte olduğumuz dönemi tanımlamaya yönelik çabaların etrafında örüldüğü bir kavram, ne olduğu, nasıl anlaşılması gerektiği, klasik faşizm ile yeni faşizm ya da başka adlarla tartışılan sürecin farklılıkları, ortaklıkları… kimi önemli sorular.

Oligarşi bir diğer kavram, faşizm kadar yaygın yer bulamasa da tartışma ortamlarında, bu “kaba” solcu kavram bugün yakın tarihte hiç olmadığı kadar çok dillendiriliyor. En son ABD’nin önceki başkanı Biden dile getirmiş endişelerini veda konuşmasında: “... bu geceki veda konuşmamda, ülkeyi beni çok endişelendiren bazı şeyler konusunda uyarmak istiyorum. Ve bu tehlikeli bir şey, gücün çok az sayıdaki aşırı zengin insanın elinde tehlikeli bir şekilde yoğunlaşması ve güç suistimallerinin kontrolsüz bırakılması durumunda ortaya çıkacak tehlikeli sonuçlar. Bugün, Amerika'da aşırı zenginlik, güç ve nüfuz sahibi bir oligarşi şekilleniyor ve bu, kelimenin tam anlamıyla tüm demokrasimizi, temel hak ve özgürlüklerimizi ve herkesin öne gelmesi için adil bir şansı tehdit ediyor.” Biden bir tür tekno-endüstriyel kompleksin yükselişinden teknolojinin, yapay zekâ başta olmak üzere yanlış ellerde yönetilmesinden ve bunun sonuçlarından endişe ediyor: “Amerikalılar, güç suistimalini mümkün kılan bir yanlış bilgi ve dezenformasyon çığının altında gömülüyor. Özgür basın çöküyor. Editörler ortadan kayboluyor. Sosyal medya gerçekleri kontrol etmekten vazgeçiyor. Gerçek, güç ve kâr için söylenen yalanlarla boğuluyor.” 

Kapitalizmin üç içkin eğilimi: sermayenin az elde toplanması, zenginlik üretiminin aynı zamanda yoksulluk üretimi olması ve krizler. Bu eğilimler bir yandan oligarşiyi beslerken bir yandan da faşizasyon sürecinin taşlarını döşüyor. Foreign Policy’deki yazısında Adam Tooze “ABD'deki en fakir seçmenler arasında Donald Trump'a doğru yaklaşık 15 puanlık bir kayma olduğunu vurguluyor. Onun ifadeleriyle “1960'lardan beri ilk kez, bu düşük gelir grubundaki Amerikalıların çoğunluğu Cumhuriyetçilere oy verdi.” Sol bir alternatif ortaya çıkmadıkça kapitalizm altında yoksulluk fundamentalizme, faşizme meyillidir.  

Ancak kapitalist oligarşinin her zaman faşist bir ideoloji ya da siyasal biçime sahip olması gerekmez. Biden’ın sorunu ortaya koyuş biçimindeki yanlış, politik konumundan kaynaklanıyor. Hakikat ise Biden döneminde de ABD’nin oligarşik bir niteliğe sahip olduğudur. Temsili demokrasi, seçimler vb. oligarşinin olmadığı anlamına gelmez, onu ortadan kaldırmaz, oligarşinin nispeten daha kurumsal ve hukuksal bir zeminde işlemesi onun algılanmasını güçleştirir. Yani aslında gerçek sadece faşizm altında değil, burjuva demokrasisi altında da güç ve kâr için söylenen yalanlarla boğulmaktadır. Ama Trump döneminin ayırıcı yanı, olası yeni oligarşinin- “tekno-endüstriyel”- bu hukuksal, kurumsal sınırları zorlama, aşma çabası, eğilimi ve olasılığı taşıyor olmasıdır. Bu onu aşırı sağ, neofaşist bir forma yaklaştırmaktadır.      

Eğilim küreseldir. Almanya’ya baktığınızda AfD şu anda anketlerde Hristiyan Demokratlar hariç diğer tüm partilerin önünde yer alıyor. Fransa’da aşırı sağcı Ulusal Birlik iktidarı zar zor- şimdilik- engellendi. 1950'lerde eski Naziler tarafından kurulan Avusturya Özgürlük Partisi Eylül ayındaki ulusal seçimlerde oyların %29’unu alarak hükümete liderlik etmeyi başardı. Kasım 2023'te, Geert Wilders'ın aşırı sağcı Özgürlük Partisi, Hollanda parlamento seçimlerinin en büyük kazananı oldu ve temmuzda kurulan sağcı hükümetin temellerini attı.

Diğer yandan Viyana'da, 30 Haziran'da bir araya gelen aşırı sağcı ve AB karşıtı Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ), Macar Yurttaş Birliği (Fidesz) ve Çekya'daki Gayrimemnun Vatandaşlar Hareketi (ANO) temsilcileri, Avrupa Parlamentosunda "Avrupa'nın Vatanseverleri" (Patriots for Europe) adını verdikleri bir ittifakın kurulduğunu duyurmuştu. Aşırı sağcı İspanyol Vox, Portekizli Chega, Hollandalı Özgürlük Partisi (PVV) ve Belçikalı Flaman Menfaati (VB) partileri de ittifaka katıldığını açıklamıştı.

Geçen hafta Fidesz’in başındaki Orban’ın Trump’ın göreve başlamasına dair demeci düştü haberlere: “Bu yeni dönem Trump ve “Avrupa'nın Vatanseverlerinin” Batı dünyasını dönüştürmeye başlayacağı bir dönem olarak tarih kitaplarına girecek."

İster küreselleşme sonrası dönem diyelim ister çoklu krizler dönemi, ister ikinci soğuk savaş, içinde bulunduğumuz dönemin küresel ölçekli ilk başat siyasal/ideolojik cephesinin oluşmaya başladığını söylemek mümkün. Ömrü kısa olsun…

                                                               /././

Dünya sağlık örgütü -Zeki Gül-

Yaşı ellinin üzerinde olanların sol omuzunda evrensel dayanışmanın bir nişanesi var: Çiçek aşısı izi. Bu ABD Başkanı Trump için de geçerli. 

İnsanlık tarihinde ilk kez evrensel dayanışma ile bir sorunun kökten çözülmesi sağlık alanında başarıldı ve çiçek hastalığı yeryüzünden silindi.

1967 yılına gelindiğinde milyonlarca insan bu hastalıktan ölmeye devam ediyordu. Çiçek hastalığı eradikasyonu programı (1967) ile Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ/WHO), çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için küresel bir program başlattı. Bu süreçte Sovyetler Birliği ve başlangıçtaki “Direnci ve geriye düşürme çabalarına” rağmen ABD’nin iş birliği kritik rol oynadı. 

Sovyetler Birliği, yüksek kaliteli çiçek aşısı üretiminde dünya liderlerindendi. “WHO’nun programı kapsamında 1.5 milyar doz aşı üreterek gelişmekte olan ülkelere bağışladı, uzman ekipler göndererek aşılama kampanyalarına liderlik etti.” ABD ise maddi destek sağlayarak WHO’nun lojistik ve operasyonel ihtiyaçlarını karşılamasına yardımcı oldu. 1980’e gelindiğinde çiçek hastalığı dünyadan silinmişti.

Ne zaman dünyayı bir salgın hastalık kasıp kavursa, ABD’de Dünya Sağlık Örgütünü ve evrensel dayanışmayı geriye çekme teamülü gelişiyor. Geçmişte çiçek hastalığı günümüzde Covid 19 pandemisi...

Trump geçen hafta başkanlığının ilk gününde salt ABD yurttaşlarını değil tüm dünyayı etkileyecek iki kararnameye imza attı. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Paris İklim Anlaşması’ndan çekilme kararını ikinci kez başlatmış oldu. 

Süreç yeni değil. 2020 yılında Covid 19 pandemisinin ilk aylarında yine başkandı ve Dünya Sağlık Örgütüne (DSÖ/WHO) ülkesinin maddi yardımlarını durduracağını açıklamıştı. O dönem gerekçesini “WHO’nun koronavirüsün yayılmasını gizlemesine ve süreci iyi yönetmemesine yönelik olacak” diye gerekçelendirmiş ve yine Çin ile ilişkilendirmişti. Yaklaşık 60 milyon dolar ile en büyük fon ABD’ye aitti. Fonun kesilmesi bir anlamda WHO’nun çökmesi anlamına geliyordu. 

Microsoft Kurucusu Bill Gates, o dönem Trump’ı eleştirerek “Küresel bir sağlık krizi yaşanırken Dünya Sağlık Örgütünün fonlamasını durdurma fikri tehlikeli. WHO’nun görevi Covid-19’un yayılımını yavaşlatmak ve eğer çalışmaları durdurulursa onların yerini alabilecek başka bir kuruluş da yok” demişti. 

WHO, 11 Mart 2020’de koronavirüsü küresel salgın olarak sınıflandırdığında ABD ve İngiltere gibi bazı ülkeler başlangıçta WHO’nun tavsiyelerini yerine getirmemişti. Trump, Şubat 2020’de “Amerikalılar için tehlike düzeyi çok düşük” demiş ve “ABD’de 15 olan koronavirüs vakalarının sayısının birkaç gün içinde sıfıra düşeceğini” iddia etmişti. Akabinde “ABD’de koronavirüs vakalarının sayısı haftalar içinde 600 bini aşmış, virüsün neden olduğu 25 binden fazla kişi hayatını kaybetmişti.” 

Dünyanın saygın tıp dergilerinden Lancet’in Yayın Yönetmeni Dr. Richard Horton, Trump’ın WHO kararını “İnsanlığa karşı işlenen bir suç” olarak tanımlamıştı.

Elbette WHO’a Trump ne diyorsa tersi doğrudur diye bakamayız. Artıları ve eksileri ile heybesi dolu bir örgüt WHO.   

1948’de Çin ve Brezilya’nın önerisi ile Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşturulan WHO’nun kuruluş amacı, “Tüm insanların mümkün olan en yüksek sağlık standardına ulaşmasını sağlamak” olmakla birlikte zaman içinde sapmalar olduğuna dair halk sağlığı camiasında da eleştiriler var: 

-“Önleyici sağlık hizmetlerinden uzaklaşma

-Gelişmiş ülkelerin sağlık sorunlarına öncelik verilmesi, düşük gelirli ülkelerin temel sağlık problemlerine yeterince odaklanılmaması.  

-Ticari çıkarların etkisinde kalma, ilaç ve gıda sektöründen gelen etkiler ile tarafsızlığının sorgulanması.  

-Pandemiye geç tepki vermesi, Çin'in salgın yönetimini sorgulamakta yetersiz kalması

-2014'te Batı Afrika'daki ebola salgınına müdahale etmekte geç kalması, on binlerce kişinin ölümü

-İklim değişikliğinin sağlık üzerindeki etkilerine geç odaklanması

-Tüberküloz ve sıtma kontrolünde sürdürülebilir başarı sağlanamaması"

Bir o kadar da başarı öykülerine sahip WHO. Çocuk felcinin yeryüzünden silinmesi, HIV/AIDS’in önlenmesi ve tedavisi konusunda farkındalık yaratıp kaynak sağlaması, su hijyeni, anne-çocuk sağlığı ve temel ilaçlar listesi gibi birçok uluslararası standart geliştirmesi heybesindeki diğer bazı artılar.

Trump’un WHO’dan çekilme kararı insanlığa karşı bir tehdit. 

Neoliberal sağlık politikalarının WHO’ya dayatılma çabası.

ABD’nin fonlamayı durdurmasıyla WHO’nun en büyük finansörü üye devletler değil Bill ve Melinda Gates vakfı haline gelecek belki de. Ama bir o kadar da Trump arkasında saf tutmuş Elon Musk, Jeff Bezos and Mark Zuckerberg gibi ultra milyarder sermaye grupları var. 

Yeni dünya düzeninin ve sermaye gruplarının dünya genelinde evrensel ve köklü kurumlarda devletlerin yerine ikame olma faaliyetlerinin güncel sahnesi Dünya Sağlık Örgütü olacağa benziyor. 

Ama işleri öyle kolay yürümeyecek. Oyun çağında pandemi ile eve kapatılan çocuklar, pandemi deneyimi ile bu güce evrensel anlamda dur demenin bir yolunu bulur elbet.

Sağlıcakla kalın. 

                                                             /././

16 milyon işçiden sadece 2,5 milyonu sendikalı

Türkiye’de kayıtlı çalışan 16 milyon 864 bin 733 işçinin sadece 2 milyon 524 bin 547’si sendika üyesi. Toplu sözleşmeden faydalanabilen işçi sayısının ise yüzde 7 civarında olduğu tahmin ediliyor.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının “6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu Gereğince; İşkollarındaki İşçi Sayıları ve Sendikaların Üye Sayılarına İlişkin 2025 Ocak Ayı İstatistikleri Hakkında Tebliğ”i Resmi Gazete'de yayımlandı.

Buna göre, 16 milyon 864 bin 733 işçiden yüzde 14.97’sine denk gelen 2 milyon 524 bin 547’si, herhangi bir sendikaya üye.

Toplam 20 iş kolu arasında en fazla işçinin yer aldığı iş kolu 4 milyon 469 bin 945 işçiyle “ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar” oldu. Bunu, 1 milyon 987 bin 733 işçiyle “metal” ve 1 milyon 741 bin 475 işçiyle “inşaat” iş kolları izledi.

Türk-İş’e bağlı Türk Metal, sahip olduğu 293 bin 829 üyeyle tüm işçi sendikaları arasında ilk sırada yer aldı. Türk Metal’i 280 bin 769 üyeyle Hizmet-İş, 224 bin 289 üyeyle Öz Sağlık-İş takip etti.

İletişim iş kolundaki 7 sendikadan 6’sının yüzde 1’lik iş kolu barajı üzerinde olması dikkat çekti, DİSK’e bağlı İletişim-İş ve Basın-İş sendikaları da barajı aştı.

İstatistiklerde dikkat çeken bir diğer nokta ise 29 sendikanın olduğu ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar iş kolu oldu. Bu iş kolunda sadece Koop-İş ve Tez-Koop-İş barajı geçerken, üçüncü sırada ise 11 bin 78 üye ile (yüzde 0.25) Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası yer aldı.

Türkiye’de kayıtlı çalışan işçilerin yüzde 14.97’si sendika üyesiyken, toplu sözleşme kapsamında olan işçilerin oranının yüzde 7 civarı olduğu tahmin ediliyor.

MÜFTÜOĞLU: İŞÇİLER SENDİKAL HAKLARINA SAHİP ÇIKMALI

Resmin Gazete’de yayımlanan, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının ‘İşkollarındaki İşçi Sayıları ve Sendikaların Üye Sayılarına İlişkin 2025 Ocak Ayı İstatistikleri’ni değerlendiren Akademisyen Özgür Müftüoğlu, Türkiye’deki işçi sayısının verilerde geçen 16 milyonla sınırlı kalmadığını kayıt dışı çalışanları da hesaba katınca yüzde 14.97’lik sendikalı işçi oranının daha da düşeceğini söyledi.

Sendikalı işçiler arasında toplu iş sözleşmesi yapabilen işçi sayısının da oldukça az olduğunu hatırlatan Müftüoğlu, “Sendikalı olmanın bir anlamının olabilmesi için toplu sözleşme yapabiliyor olması gerekir. Bunun yanında bir diğer önemli mesele ise grev hakkı. Sendikalı iş yerlerinin birçoğunda grev hakkı neredeyse yok. Grev hakkı olanları da hükümet elinden geldiğince yasaklıyor. Türkiye’de işlevsel bir sendikal hak kullanımı mümkün değil” dedi.

“İKTİDAR SENDİKALAŞMAYI ENGELLEMEK İÇİN ELİNDEN GELENİ YAPIYOR”

Sendikal hakların kullandırılmamasının bir devlet politikası haline geldiği belirten Müftüoğlu verilerin ardındaki gerçeğin daha da karanlık olduğunu söyledi. Sendikalara müzakereci, sosyal diyalogcu anlayışın dayatıldığını, bunun da sendikaları mücadeleden uzaklaştırdığını anlatan Müftüoğlu, “İşçiler her alanda sendikalı olma çabası içerisinde ancak iktidar işçinin örgütlenmesini engellemek için elinden geleni yapıyor. Örgütlenebilen işçilerinse sendikal haklarını kullanılmasını engellemek için elinden geleni yapıyor.” diye konuştu.

“İŞÇİLERİN ÖZNE OLDUĞU BİR MÜCADELE ŞART”

Bu tabloyu değiştirebilmek için sendikaların yeni bir anlayışla kendilerini örgütlemesi gerektiğini vurgulayan Müftüoğlu, “Sendikalar, ‘yasalar çerçevesinde iş yaparız’ dediğinde bürokratik yapının dışına çıkamıyor. Sendikaların işçi sınıfını özne haline getirecek bir mücadeleyi sürdürmeleri gerekiyor. Burada işçilere pay düşüyor. Sendikalar zaten işçilerin ihtiyaçlarından ortaya çıkmıştır. Bugün sendikalar işçilerin üretim sürecindeki söz haklarını, insanca çalışma ve yaşama haklarını karşılayamıyor, savunamıyorsa buna karşı kendi örgütlülüklerini kurmalı sendikalar bürokrasiye karşı durmalıdır. Sendikalı olma haklarına sahip çıkmalılar.” dedi. 

                                                           ***

Diyaliz solüsyonunda tekel tehlikesi -TEİS: 80 bin diyaliz hastası tehlikede

Türkiye’de diyaliz hastaları, diyaliz solüsyonlarına ulaşmakta zorlanıyor. Tüm Eczacı İşverenler Sendikası, sorun yaşanmaması için SGK’nin erken ödeme yapması gerektiğini kaydetti.

Sağlık sistemindeki sorunlar yaklaşık 80 bin diyaliz hastasını da vurdu. Türkiye’de hastalar diyaliz solüsyonlarına ulaşmakta zorlanıyor. Diyaliz solüsyonlarını karşılayan iki firma solüsyonların ücretini eczacılardan peşin isterken Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) bu ilaçların ödemesini eczacılara 90 gün sonra yapıyor. Uygulama nedeniyle eczacılar bu solüsyonları karşılayamayacak duruma geldi.

“SGK ÖDEMEYİ ERKEN YAPMALI”

Diyaliz hastalarının, diyaliz solüsyonları bulabilmekte sorun yaşamaması için SGK’nin erken ödeme yapması gerektiğini belirten Tüm Eczacı İşverenler Sendikası Genel Başkanı Ecz. Nurten Saydan “Diyaliz solüsyonlarının karşılanmasında eczacılar sorun yaşıyor. Çünkü, bu solüsyonların tedarikçisi firmalar ülkemizde tekel konumunda. Her diyaliz reçetesinde ilaçların ücreti eczacıya bildirilerek ödemesi peşin olarak tahsil ediliyor. Ancak eczacı ödemeyi yaptıktan sonra firmalar tarafından faturası kesilerek hastanın ilaçları gönderiliyor. SGK’ye fatura edilen bu reçetelerin bedeli ise eczacıya 90 gün sonra ödeniyor” dedi. Ekonomik zorluklarla boğuşan eczacıların bu solüsyonları karşılamakta zorlandığına vurgu yapan Saydan “Dolayısıyla ülkemizde diyalize bağımlı kronik böbrek yetmezliği hastası olan yaklaşık 80 bin kişinin sağlığı tehlike altında. SGK vakit kaybetmeden diyaliz solüsyonu reçetelerinin bedellerinin 15 gün içerisinde ödenmesini sağlamalı. Böylece hastaların ilaca erişimi kolaylaşacaktır” çağrısını yaptı. 

                                                            ***

EMEP Milletvekili Karaca:Harran GGM’deki göçmen kadınlara tecavüz eden kamu görevlisi terfi mi ettirildi?

Harran GGM’deki göçmen kadınlara yönelik tecavüzü Meclis gündemine taşıyan EMEP Milletvekili Sevda Karaca; “Göçmen kadınlara tecavüz eden kamu görevlisi terfi mi ettirildi” diye sordu.

Emek Partisi (EMEP) Gaziantep Milletvekili Sevda Karaca, göçmen ve mültecilerin tutulduğu geri gönderme ve geçici barınma merkezlerinde tutulan kadınlara dönük taciz ve tecavüz suçlarını işleyen kamu görevlilerini İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’ya sordu.

EMEP Milletvekili Sevda Karaca, İçişleri Bakanlığına bağlı göçmenlerin tutulduğu geri gönderme merkezleri ve geçici barınma merkezlerinde sistematik şekilde suçların işlendiğini belirterek Bakan Yerlikaya’ya yazılı soru önergesi verdi. Jinnews haber ajansından Derya Ren’in “Geri Gönderme Merkezlerinde Neler Oluyor?​” haber dizisinde kadınlara yönelik taciz ve tecavüz olaylarının açığa çıkartıldığını belirten Karaca “Haberde Harran, Şanlıurfa, Adana, Kilis ve Nizip’teki merkezlerde tutulan kadınlar, yaşadıkları ve şahit oldukları cinsel suçları anlatmışlardır. Aktarılanlara göre; Harran Geçici Barınma Merkezi’nde görev yapan Ömer ve S.K isimli müdür yardımcıları kadınlara ‘evraklarını tamamlarım’ diye tecavüz etmiş, tecavüze direnenlerin ise hem işlemlerini uzatmakta hem de ağır şiddet uygulayarak işkence etmiştir. S.K bütün bu olaylar bilinmesine karşın terfi ettirilmiş ve gittiği yerde de aynı suçları işlemeye devam etmiştir.” şeklinde olayları aktardı.

"CEZASIZLIK SUÇ İŞLEME CESARETİ VERİYOR"

Yaşananları aktaranların, kaldıkları geri gönderme merkezlerinin tamamında kadınların cinsel suçlara maruz bırakıldıklarını, gençlerin işkence gördüğünü, hastaların hastaneye götürülmeyerek ölüme terk edildiğini ifade ettiğini belirten Karaca “Taciz ve tecavüzü belgelemeye çalışan bir kadın göçmen fark edilerek ağır işkenceye maruz kalmış, ardından intihara sürüklenmiştir. Uzun zamandır basına yansıyan ve göçmenlerin aktardıklarıyla, geri gönderme merkezlerinin kuralsız, denetimsiz ve her boyutuyla keyfiyetin hüküm sürdüğü toplama kamplarına dönüştüğü açıktır. Burada işlenen suçlara göz yumulması ve cezasız kalması, failleri cesaretlendirmekte ve suçların günden güne artmasına sebep olmaktadır.” dedi.

EMEP Milletvekili Karaca, Bakan Yerlikaya’dan şu soruların yanıtını istedi:

1-Harran, Şanlıurfa, Adana, Kilis ve Nizip’te bulunan geri gönderme ve geçici barınma merkezlerinde yaşanan taciz ve tecavüz olaylarına dair bir soruşturma işlemi başlatılmış mıdır? Akıbeti nedir?

2-Ömer ve S.K olarak anılan kişiler şu anda görev yapmakta mıdır? Görevleri nedir? S.K’nın terfi ettirildiği doğru mudur?

3-Geri gönderme ve geçici barınma merkezlerinde bulunarak intihar eden ya da intihar girişiminde bulunan kişi sayısı kaçtır? Bunların intihar gerekçeleri nedir?

4-Türkiye’de toplam kaç tane geri gönderme ve geçici barınma merkezi vardır? Buralarda tutulan kişi sayısı kaçtır? Bunlardan kaç tanesi kadın ve kız çocuğudur?

5-Geri gönderme ve geçici barınma merkezleri ne sıklıkla denetlenmektedir? Bu denetimlerden ne tür sonuçlar elde edilmiştir?

6-Geri gönderme ve geçici barınma merkezleri alanda çalışan emek ve meslek örgütleri, insan hakları örgütleri ve baroların denetimine açık mıdır?

7-Geri gönderme ve geçici barına merkezlerinde görev yaparken işlediği bir suç dolayısıyla hakkında adli ya da idari soruşturma başlatılan personel sayısı kaçtır? Bunlar hangi suçlardır? Akıbeti ne olmuştur?

                                                            ***

(Evrensel)



BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -29 Ocak 2025-

Esas zararlı olan bu kafanın kendisi -Mustafa Bildircin-

Orman Genel Müdürlüğü Orman Zararlılarıyla Mücadele Daire Başkanı, laikliği hedef alarak Cuma günlerinin resmi tatil olmasını istedi. 

OGM Daire Başkanı Sabri Kızılkaya, “Pazar günü haftanın ilk iş günü olabilir” dedi.Cuma namazıyla ilgili tartışmalar devam ederken Orman Genel Müdürlüğü Orman Zararlılarıyla Mücadele Daire Başkanı Sabri Kızılkaya, ilginç bir çıkışa imza attı. Kızılkaya, İstanbul Valiliği’nin yazısının paylaşıldığı sosyal medya gönderisinin altına, “Yüzde 99’u Müslüman bir ülkede cuma namazı için 30 dakikayı sorun edenleri önce Allah’a sonra aziz milletimize havale ediyoruz” yorumunu yaptı.Cuma günlerinin tamamen tatil olmasıyla sorunun ortadan kalkacağını savunan Kızılkaya, “Pazar günü haftanın ilk iş günü olabilir” önerisinde de bulundu.(https://www.birgun.net/haber/esas-zararli-olan-bu-kafanin-kendisi-594834)

                                                              ***

Tekel arazisiyle köşeyi döndü!-İsmail Arı-

Erdoğan’ın arkadaşı Aziz Torun’un 2012’de özelleştirmeyle 355 milyon TL’ye aldığı İstanbul Boğazı’ndaki Tekel arazisinin güncel değeri 5,2 milyar TL oldu. Arazi önündeki deniz doldurulacak, otel ve yalı inşa edilecek.(https://www.birgun.net/haber/tekel-arazisiyle-koseyi-dondu-594821)

                                                                ***

Devlet kasasını hastaneler yuttu -Mustafa Bildircin-

18 şehir hastanesinin müteahhitlerine son 7 yılda aktarılan para miktarı şoke etti. Sağlık Bakanlığı’na, “Özel ödenek” adı altında verilen kaynaktan yapılan ödeme 132 milyar 367 milyon lirayı aştı. Sağlık Bakanlığı’nın yatırım bütçesinde yer alan ve “Özel Ödenek” olarak tanımlanan ödenek de şehir hastaneleri için 2025 yılında ödenmesi öngörülen bütçenin büyüklüğünü gözler önüne serdi. Buna göre, şehir hastanelerinin kullanım bedeli ve zorunlu hizmet geri ödemeleri kapsamında hastanelerin işletmecilerine 2025 yılında 67 milyar 181 milyon 365 bin TL ödenmesi planlandı.(https://www.birgun.net/haber/devlet-kasasini-hastaneler-yuttu-594819)

                                                            ***

Panik düğmesine basıldı -Gözde Bedeloğlu-

İktidar cephesinde, Türkiye’nin yedi düvele kafa tutan güçlü bir devlet mi, yoksa bir oyuncu menajeri tarafından yıkılabilecek kadar kırılgan mı olduğuna karar veremeyen bir hal var. Ayşe Barım’ın, önce bütün dizi-film sektörünü ele geçirdiği ve tekel oluşturduğu konuşuldu. Bu iddia iktidar medyasında dillendirildi ve sosyal medya trolleri tarafından hızla yayıldı. Akla ilk gelen şu oldu: İktidar yıllardır ‘sapkın ideolojilerle’ dolu batı medeniyetine kaptırdığını düşündüğü ‘kültürel hegemonyayı’ ele geçirmek için düğmeye bastı.

BİR MENAJERE Mİ YENİLECEKTİ HÜKÜMET?

Yenisini inşa edememişti ama şimdi elde, kamu bütçesinden büyükçe bir pay alan TRT’nin dijital platformu Tabii vardı. Gassal adlı dizi de tutmuşa benziyordu. Artık kültürel hegemonyayı ele geçirmek için yeterli koşulların oluştuğu düşünüldü herhalde. Türkiye’nin en ünlü oyuncularının menajerliğini yapan Ayşe Barım’ı saf dışı bırakınca, oyuncular da Netflix yerine Tabii yapımlarında yer alabilirdi mesela. Çünkü, iktidar medyasına konuşan bir yönetmenin söylediğine göre Barım, MHP’li olduğu için, oyuncularının yönetmenle çalışmasına engel olmuş. Ama sonra dümen hızla Gezi’ye kırıldı. Ayşe Barım’ın güya sözünden çıkmayan oyuncular güya Gezi’ye de onun direktifleriyle katılmış ve devleti yıkmak için harekete geçmişti. Ayşe Hanım, 12 yıl önce, Bayburt hariç Türkiye’nin bütün illerinde insanları sokağa çıkarıp, hükümeti devirmeye kalkışacak kadar etkili biriymiş meğer. Düşünün, ABD Başkanı Trump bile kongre binasına sadece birkaç yüz kişiyi yollayabilmişti. O halde inandırıcı mı bu? Değil tabii. İnanan da üzülsün zaten; koskoca Ortadoğu fatihi hükümeti devirmek için bir menajer, çalıştığı on küsür oyuncu ile ülkenin biri hariç bütün illerini ayağa kaldırabilmiş diye… Ayşe Barım tutuklandı. Kadının Gezi’nin organizatörü olduğunu 12 yıl sonra fark etmişler. Güya kalkışma için örgütlediği oyuncular da Ayşe Hanım’ın ardından, tövbe tövbe, ölmüş gibi dayanışamama mesajları yayınlıyor. Meselenin tutar tarafı yok, iktidarın da tutturma derdi yok zaten. Mesaj verildi. Apolitik bir kadından, 6 milyon insanı sokağa dökebilecek bir organizatör yaratıldı. Milyonların takip ettiği ünlü oyuncular da sessizleştirildi.

MASRAF OLUR DİYE…

Ağır ihmaller sonucu 36’sı çocuk 78 insanın öldüğü Grand Kartal Otel yangınının üzerinden sadece sekiz gün geçti. Gözümüzün önünde aileler yok oldu. Kısılıp kaldıkları otel odasının camlarından aşağıya attılar kendilerini belki yaşama şansımız olur diye. Önlenebilir sebeplerden öldü insanlar. Yangın algılama ve uyarı sistemi çalışmıyormuş. Yağmurlama sistemi yokmuş. Odaların kaçış noktasına mesafesi olması gerekenden uzakmış. Acil durum aydınlatma ve yönlendirme sistemleri eksik ya da çalışmıyormuş. Binanın dış cephe kaplaması ve içeride kullanılan malzeme yangının hızla yayılmasına neden olacak türdenmiş. Muhasebeci Kadir Özdemir’in verdiği ifadeye göre otelin genel müdürü Emir Aras, kendisine sunulan eksiklik raporunu “bunları gidermek çok masraflı” diyerek iptal ettirmiş. Sahibi olduğu ETS Tur tarafından pazarlanan, turizm belgeli Grand Kartal Otel’deki yangınla ilgili katiyen sorumluluk almayan Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, denetim yetkisi bakanlığında olmasına rağmen Bolu Belediyesi ve Bolu İl Özel İdaresi’ni suçladı. Hala koltuğunda oturmuş Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan direktif bekliyor.

SIRBİSTAN’DA 3, TÜKİYE’DE 0 İSTİFA

Diğer taraftan, hemen yakınımızdaki Sırbistan’da halk sokakta. 1 Kasım 2024’te, Navi Sad tren istasyonunda çatı çökmesi sonucu ölen 15 kişinin hesabını soruyor. Öğrencilerin de katıldığı protestolarda halk sorumluların cezalandırılmasını istiyor, ihmal şüphesine karşı hükümetten şeffaflık talep ediyor. Kitlesel gösterilerin ülkeye yayıldığı Sırbistan’da Başbakan Milon Vučević, ne hakla hükümeti devirmeye kalkarlar diye bağırmıyor, “siyasilerin sorumluluklarını kabul etmesi ve toplumdaki gerginliğin düşürülmesi için hazır olmaları gerektiğini düşünüyorum” deyip istifa kararı aldığını açıklıyor. Başbakanın istifasında etkili olan olay, bir öğrencinin kimliği belirsiz bir grubun saldırısına uğradıktan sonra ağır yaralanması. Gezi’de 7 kişi ölmüştü. Erdoğan değil gerginliği düşürmek, evde zor tuttukları yüzde 50 olduğunu ve Gezi eylemcilerinin camide bira içtiğini söylemişti. Sırbistan’da, ihmal yüzünden 15 kişi öldü. Belediye başkanı, iki bakan ve başbakan istifa etti. Bizde herkes yerli yerinde. Yine ihmal sonucu gerçekleşen Çorlu tren kazasında oğlu Oğuz Arda Sel’i kaybeden Mısra Öz, açıklamaları nedeniyle ‘kamu görevlisine hakaretten’ yargılanıyor.

GÖZALTI YAĞMURU

Açlık ve yoksulluk almış başını gitmiş, bolca tarım ilacı içeren bir demet marul 50 lira olmuş, depremzede iki yıldır açıkta, her yerde her an ölümle burun buruna yaşam mücadelesi veren insanların ülkesinde bir hafta içinde oyuncu, siyasetçi, gazeteci, sokak röportajında isyan eden teyze derken herkesin üzerine gözaltı ve tutuklama yağıyor. ABD ve Çin yapay zeka yarışına girmiş, Vatikan bile yapay zeka ile ilgili gelişmeleri takip ediyorken, bizim Diyanet Başkanı Ali Erbaş Audi araba derdinde. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, kendisini, İstanbul, Beşiktaş ve Esenyurt belediyelerini hedef alan soruşturmalarda bilirkişi olarak sürekli aynı kişinin (S.B) adının geçtiğini ve kasıtlı olarak aleyhte rapor verdiğini açıkladı. İmamoğlu'nun konuştuğu kürsüde rüzgarı henüz dinmemişken, hakkında ‘bilirkişiyi hedef gösterme’ iddiasıyla soruşturma başlatıldı.

YETENEKLİ BAY BİLİRKİŞİ

Kendisine aynı gün ulaşarak hakkındaki iddiaları soran gazeteci Barış Pehlivan’a “beni kimse bağlamaz” diyen S.B, ertesi gün ilk iş olarak iktidar medyasına konuşmayı tercih etti, “Hukukun gereği neyse onu yaparım” dedi. İşte o hukuk dün gazeteciler Barış Pehlivan, Seda Selek ve Serhan Asker’i gözaltına aldı. Pehlivan, raporunu bitirip mahkemeye sunan ‘bilirkişiyi etkilemeye teşebbüs’ ve ‘kişiler arasındaki konuşmaların dinlenmesi ve kayda alınması’ iddiasıyla suçlanıyor. Halk TV Sorumlu Müdürü Serhan Asker ve Halk TV sunucusu Seda Selek de ilgili telefon görüşmesinin yayınlanması nedeniyle gözaltında. Bu sabah adliyeye  çıkarılmaları bekleniyor. Açık adını ceza almadan sadece iktidar medyasının yazabildiği yetenekli bay bilirkişi S.B’ye ‘dokunan yandı’.

AMAN ÇIT ÇIKMASIN!

İktidar, panik düğmesine bastı. Yoksulluk uçuşta. Emekliler sefalet içinde, çocuklar aç, okul dışında kalan gençler suça bulaşıyor. Memlekette gerek iş gerek tatilde herkes her an ölümle yüz yüze. Hükümetin Suriye’deki dış politika ‘başarısı’, iç politikadaki yoksulluğa her an yenilebilir. Şikayet ve acı dolu gündemin karşısında herkes çıt çıkarmadan otursun isteniyor, ta ki maddi şartları AKP için uygun olacak bir seçim tarihi belirlenene kadar… Gezi’de, toplumu baskıyla ve kutuplaştırarak yönetmeyi seçen tam da böyle bir siyaset anlayışına karşı çıkılmıştı. Erdoğan’ın iddia ettiği gibi ne köksüzdü ne de şuursuz. Aksine, milyonları aynı parkta el ele buluşturabilmişti. Ne büyük suç ama değil mi?

                                                                    /././

Mevzu Rubicon’dan sonra başlıyor -Berkant Gültekin-

AKP’nin derin yara aldığı 31 Mart 2024 yerel seçimleri sonrası Erdoğan’ın “yumuşama”, Özgür Özel’in ise “normalleşme” dediği sürecin yerinde şimdi yeller esiyor. Dört koldan saldırıya geçen iktidar, karşısında direnç gösterebilecek kim varsa onu yargı sopasıyla zapturapt altına almaya çalışıyor. Üstelik ironik şekilde eskisinden daha sert ve daha anormal yöntemlerle.

Yerel seçim sonrası Erdoğan sendeliyordu. Alınan yenilgi, “Reis’in partisi”ni ilk kez ikinci parti konumuna düşürmüş, CHP’nin zaferi, AKP’nin “yenilmez” olduğu yönündeki algıyı yerle yeksan etmişti. Erdoğan belki de en kırılgan günlerini yaşıyordu. Karşısından esen muhalif rüzgâr, onu daha da zor duruma sokabilirdi. Ama herkesin bildiği nedenlerle olaylar böyle gelişmedi.

CHP liderliği, “normalleşme” sürecini, AKP’ye oy veren seçmen kitleleri gözündeki itibarını artırmak amacıyla önemsiyordu. Amaç hasıl oldu mu, bilinmez. Yine de Erdoğan bir kez daha CHP’ye yönelik ağır ithamlarda bulunmaya başlamışken, ona biat eden kitlelerin de bugün CHP hakkında ne düşündüğü az çok tahmin edilebilir.

Fakat bundan daha da önemlisi, CHP’nin yerel seçimin momentumunu doğru kullanamamasıdır. Bugün iktidarın, sanki henüz 8-10 ay önce seçim yenilgisi almış gibi tedirgin değil de daha 1 hafta önce yüzde 60’la seçim kazanmış gibi özgüvenle hareket etmesinin nedeni tam olarak budur. Siz seçimden sonra oluşan havanın devam etmesi üzerine bir strateji kurarsınız ama bir anda Suriye’de işler değişir ve o güvendiğiniz atmosfer yerini başka bir iklime bırakır. Siyasette momentum bu yüzden kritiktir.

Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, Can Atalay ve Ümit Özdağ gibi siyaseten birbirinden apayrı yerlerde olan isimler bugün aynı anda cezaevinde. Bir yandan Öcalan’ın aktör yapılmaya çalışıldığı içeriği belirsiz bir “süreç” ilerlerken diğer yandan CHP’li ve DEM Partili belediyeler operasyonların hedefinde.

Derken, menajer Ayşe Barım, 12 yıl önceki Gezi Direnişi sırasında “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” ettiği iddiasıyla tutuklanıyor. Oyuncularıyla yaptığı telefon görüşmeleri, ne konuştuklarına bile bakılmadan, “suç delili” muamelesi görüyor. Oyuncuların sosyal medyada Türkiye için yaptıkları yardım çağrıları, “etki ajanlığı”na yoruluyor. Bunun yasal bir dayanağı da yok üstelik. Ayrıca Ayşe Barım aleyhinde konuşmayan aktörlere “yalan tanıklık” yapmaktan soruşturma açılıyor.

AKP Gençlik Kolları Başkanı, “Buradan sokaktan medet uman, milli irade düşmanlarına sesleniyorum. Gezi bir vandallıktı, Gezi bir darbecilikti, Gezi bir yağmacılıktı, Gezi bir işgalcilikti, kaos planıydı” diyor. “Yeni bir Gezi hayali” kuranların karşısına dikileceklerini söyleyerek tehditler savuruyor.

Erdoğan’ın iktidar ortağı Bahçeli de benzer mesajlar veriyor. Muhalefete, “Haydi yüreğiniz yetiyorsa çıkın sokağa da görelim. Ateşle oynama merakınız nüksettiyse deneyin de boyunuzun ölçüsünü alalım. CHP’nin 12 Eylül’de yarım kalan hesaplaşmaya dönük bir özlemi varsa, kınında beklemekten yorulmuş kılıç gibi burada olduğumuzu hatırlatıyor ve haykırıyoruz” ifadeleriyle sesleniyor.

Evet, çok parçalı bir saldırı zinciri var ancak mesele aslında basit. Rejim öncelikle korku salıyor ve sınırsızca her şeyi yapabileceğini göstererek ülkenin tamamına açık bir gözdağı veriyor. Öte yandan mevcut ekonomik darboğazda, muhalefetin siyasi farklılıklara rağmen kendi karşısındaki monoblok niteliğini bozarak her birini ayrı ajandalarla hareket eder hale getirmek ve oluşacak yeni siyasal dizilimle anayasayı değiştirip hegemonyasını sağlamlaştırmak istiyor.

Gelecekteki cumhurbaşkanlığı seçimini de düşünerek, CHP içindeki çatlakları kaşımayı hedefliyor. Bu kaos ortamında Kürt siyasi hareketine “başka bir yol olduğu” izlenimi vererek muhalefetin Kürt kanadını pratikte tereddütlü bir çizgiye çekiyor.

Muhalefetin bu aşamada, rejim karşısındaki geniş toplumsal mutabakatı bulup iktidarın planını boşa düşürecek bir siyaset geliştirmekten başka şansı yok. İktidar ayrıştırmaya ve bölmeye çalıştıkça, muhalefet, asgari müşterekler etrafındaki bütünselliği korumanın formülünü bulmalı.

Bunu yaparken de lider ve aday eksenli hareket etmekten çok, düzenin değişmesinden yana olan geniş halk kesimlerinin etkili bir özne haline geldiği siyaset zeminini yaratmak üzerine kafa yormalı. Rubicon’u geçtiklerini söyleyen İmamoğlu’nun “Biz tek kişilik oyunu sevmeyiz. Horon gibi halay gibi kol kola olmaya, coşkulu bir oyun oynamaya hazırız” mesajının bu yönden önemli olduğu söylenebilir. Tabii asıl sınav, gereğini yapabilmekte. Çünkü esas mevzu, Rubicon’u geçtikten sonra başlıyor.

Herkesin bileğine kelepçe takabileceğini kanıtlayan bir rejimin karşısında duramayacağı yegâne güç, kendi geleceğine sahip çıkan bir toplumun örgütlü, cesur ve kararlı iradesidir. Bir varlık-yokluk savaşında olan Türkiye demokrasisini uçurumun kenarından çekip çıkarmanın, teslim olmayan milyonlara umut aşılamanın ve siyasi momentumu yeniden ele geçirmenin tek yolu bu iradeyi inşa edebilmektir.

                                                                /././

‘Sürgünlerin’ sürgünü -Şükrü Aslan-

Sürgün ya da aynı anlama gelmek üzere zorunlu iskân, Cumhuriyetten önce de başvurulan bir uygulamaydı ve Osmanlı’da fetih siyasetinin bir parçasıydı. Ancak modernleşmeyle birlikte sürgün ya da iskân siyasetinin asıl muhatapları, artık hâkim kimliğin dışında kalan/bırakılan kimlik grupları olmuştu. Bu gruplar, bazı durumlarda sistem politikalarının birer aktörü olarak kullanıldıkları halde, yine de diğerleri gibi dışlanmaktan kurtulamamış; bu coğrafyaya zaten sürgün olarak gelmiş topluluklar da kimi zaman yerlerinden edilmişlerdi. Yani sürgünler, yeniden sürgün edilmişti.

Çerkesler bu durumun örneklerinden birisiydi. 1860’lı yıllarda anavatanlarından zorla çıkarıldıktan ve yazık ki büyük bölümü yollarda hayatını kaybettikten sonra Osmanlı topraklarına varabilenler, devlet tarafından Balkan sınırlarından, bugünkü Suriye, Ürdün ve Türkiye’nin çeşitli köy ve kasabalarına titiz bir nüfus mühendisliği mantığı içinde yerleştirilmişlerdi. Takip eden süreçte Çerkes nüfusun bazı grupları, devletin kimlik politikalarına uygun olarak ‘değerlendirilmişlerdi’. Mesela 1915’de İttihat ve Terakki’nin hükmettiği coğrafyanın mukimleri olan Ermenilerin tasfiyesinde bu gruplar görevlendirilmişti. Aynı gruplar boşaltılan kasabalara ve köylere Müslüman ailelerin iskânında da aktif rol almışlardı.

Ama yine de bu toplulukların bir kısmı zamanla yeni sürgün politikalarının muhatabı olmuşlardı. Bandırma, Gönen ve Manyas ilçelerinin bazı köylerine yerleştirilmiş Çerkeslerin, kurtuluş savaşı sonrasında çeşitli güvenlik gerekçeleriyle toplu olarak sürgüne gönderilmeleri böyle bir örnekti ve bu Çerkesler için büyük düş kırıklığıydı. 1922 sonlarına ve 1923’e yayılmış zaman diliminde gerçekleşen bu yeniden yerinden edilme, yeni bir ‘vatan’ umuduyla bu topraklara gelen Çerkeslerin dahili sürgünüydü.

∗∗

Kurtuluş Savaşı’nda Batı Cephesi yönetiminde rol almış Ethem’in tasfiyesinin hemen ardından gelen ve bir tür ‘sessizce kabul edilen’ bu sürgünde, jandarma eşliğinde Balıkesir’de Gönen’e bağlı beş, Manyas’a bağlı sekiz köy ve diğer köylerden seçilmiş bazı haneler yerlerinden edilmişti. Toplam 775 Çerkes haneden 3 bin 775 kişi için sürgün kararı çıkartılmış, aileler; Malatya, Kayseri, Sivas, Niğde ve Van’ın köylerine ve ilçelerindeki mahallelere gönderilmişlerdi.

Diğer sürgün/iskân deneyimlerinde olduğu gibi, sürgün haneleri birbirinden ayırarak, temas etmelerini önleme tutumu, bu gruplara da uygulanmıştı. Sürgünlerin yanlarında götürebilecekleri malzemeler konusunda katı bazı sınırlamalar getirilmiş; aileler, bir kağnı arabasını aşmayacak kadar ilgili malzemeleri yanlarına alabilmişlerdi. Keza terk ettikleri köylere bir şekilde yeniden girişleri yasaklanmıştı. Aynı şekilde zaman baskısı nedeniyle bazı mallarını belli alıcılara değerinin çok altında satmak zorunda kalmışlardı. Bu katı uygulama Çerkeslerin içinden yükselecek olası muhalif seslerin daha başlamadan bastırılmasına da zemin teşkil etmişti.

∗∗

Neyse ki sürgün edilen ailelerin durumu kısa bir süre sonra ülkedeki politik gündemin konusu olabilmişti. Elbette bunda devlet bürokrasisi içinde yer alan Çerkeslerin etkisi olmuştu. Kendisi de Çerkes olan ve Ethem ve Reşit Beylerin örgütlenmesinde çok önemli rol üstlenen Rauf Orbay’ın bu süreçte özellikle etkili olduğu yazılmıştı. Buna göre Orbay, Çerkeslerin bu iç sürgünde yaşadıkları türlü eziyetten haberdar olmuş ve sürece müdahale etme gereği duymuştu. Neticede hızlı, yoğun ve sessizce yürütülen girişimlerin ardından sürgünlerin geri dönmelerine izin veren bir karar çıkarılmıştı.

Bu deneyim, bir yönüyle, önceki ve sonraki göç deneyimleriyle bir ölçüde benzerdi. Ailelerin parçalanması, farklı coğrafyalara gönderilmeleri, mülklerine el konulması ve aralarındaki irtibatın önlenmesi bakımından bütün öteki kimliklerin göçü ile aynı nitelikler gösteriyordu. Ama politik sistemle karmaşık ve güçlü ilişkileri yönünden bakıldığında Çerkeslerin göçü özgündü. Zira sistemin, güvenip görev verdiği bazı toplulukları da, yeri geldiğinde gözden çıkarabildiğine işaret ediyordu. Gerçek şu ki Türkiye’nin göç-sürgün hafızası, üzerine genellikle konuşulmayan böyle daha nice deneyimlerle yüklüdür.

                                                              /././

(Birgün)

Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -29 Nisan 2025-

  İnfaz ve genel af - Ömer Faruk Eminağaoğlu/Hukukçu- Türk Ceza Yasası (TCY), Ceza Yargılaması Yasası (CYY) ve Ceza ve Güvenlik Tedbirlerini...