Esas zararlı olan bu kafanın kendisi -Mustafa Bildircin-
Orman Genel Müdürlüğü Orman Zararlılarıyla Mücadele Daire Başkanı, laikliği hedef alarak Cuma günlerinin resmi tatil olmasını istedi.
OGM Daire Başkanı Sabri Kızılkaya, “Pazar günü haftanın ilk iş günü olabilir” dedi.Cuma namazıyla ilgili tartışmalar devam ederken Orman Genel Müdürlüğü Orman Zararlılarıyla Mücadele Daire Başkanı Sabri Kızılkaya, ilginç bir çıkışa imza attı. Kızılkaya, İstanbul Valiliği’nin yazısının paylaşıldığı sosyal medya gönderisinin altına, “Yüzde 99’u Müslüman bir ülkede cuma namazı için 30 dakikayı sorun edenleri önce Allah’a sonra aziz milletimize havale ediyoruz” yorumunu yaptı.Cuma günlerinin tamamen tatil olmasıyla sorunun ortadan kalkacağını savunan Kızılkaya, “Pazar günü haftanın ilk iş günü olabilir” önerisinde de bulundu.(https://www.birgun.net/haber/esas-zararli-olan-bu-kafanin-kendisi-594834)
***
Tekel arazisiyle köşeyi döndü!-İsmail Arı-
Erdoğan’ın arkadaşı Aziz Torun’un 2012’de özelleştirmeyle 355 milyon TL’ye aldığı İstanbul Boğazı’ndaki Tekel arazisinin güncel değeri 5,2 milyar TL oldu. Arazi önündeki deniz doldurulacak, otel ve yalı inşa edilecek.(https://www.birgun.net/haber/tekel-arazisiyle-koseyi-dondu-594821)
***
Devlet kasasını hastaneler yuttu -Mustafa Bildircin-
18 şehir hastanesinin müteahhitlerine son 7 yılda aktarılan para miktarı şoke etti. Sağlık Bakanlığı’na, “Özel ödenek” adı altında verilen kaynaktan yapılan ödeme 132 milyar 367 milyon lirayı aştı. Sağlık Bakanlığı’nın yatırım bütçesinde yer alan ve “Özel Ödenek” olarak tanımlanan ödenek de şehir hastaneleri için 2025 yılında ödenmesi öngörülen bütçenin büyüklüğünü gözler önüne serdi. Buna göre, şehir hastanelerinin kullanım bedeli ve zorunlu hizmet geri ödemeleri kapsamında hastanelerin işletmecilerine 2025 yılında 67 milyar 181 milyon 365 bin TL ödenmesi planlandı.(https://www.birgun.net/haber/devlet-kasasini-hastaneler-yuttu-594819)
***
Panik düğmesine basıldı -Gözde Bedeloğlu-
İktidar cephesinde, Türkiye’nin yedi düvele kafa tutan güçlü bir devlet mi, yoksa bir oyuncu menajeri tarafından yıkılabilecek kadar kırılgan mı olduğuna karar veremeyen bir hal var. Ayşe Barım’ın, önce bütün dizi-film sektörünü ele geçirdiği ve tekel oluşturduğu konuşuldu. Bu iddia iktidar medyasında dillendirildi ve sosyal medya trolleri tarafından hızla yayıldı. Akla ilk gelen şu oldu: İktidar yıllardır ‘sapkın ideolojilerle’ dolu batı medeniyetine kaptırdığını düşündüğü ‘kültürel hegemonyayı’ ele geçirmek için düğmeye bastı.
BİR MENAJERE Mİ YENİLECEKTİ HÜKÜMET?
Yenisini inşa edememişti ama şimdi elde, kamu bütçesinden büyükçe bir pay alan TRT’nin dijital platformu Tabii vardı. Gassal adlı dizi de tutmuşa benziyordu. Artık kültürel hegemonyayı ele geçirmek için yeterli koşulların oluştuğu düşünüldü herhalde. Türkiye’nin en ünlü oyuncularının menajerliğini yapan Ayşe Barım’ı saf dışı bırakınca, oyuncular da Netflix yerine Tabii yapımlarında yer alabilirdi mesela. Çünkü, iktidar medyasına konuşan bir yönetmenin söylediğine göre Barım, MHP’li olduğu için, oyuncularının yönetmenle çalışmasına engel olmuş. Ama sonra dümen hızla Gezi’ye kırıldı. Ayşe Barım’ın güya sözünden çıkmayan oyuncular güya Gezi’ye de onun direktifleriyle katılmış ve devleti yıkmak için harekete geçmişti. Ayşe Hanım, 12 yıl önce, Bayburt hariç Türkiye’nin bütün illerinde insanları sokağa çıkarıp, hükümeti devirmeye kalkışacak kadar etkili biriymiş meğer. Düşünün, ABD Başkanı Trump bile kongre binasına sadece birkaç yüz kişiyi yollayabilmişti. O halde inandırıcı mı bu? Değil tabii. İnanan da üzülsün zaten; koskoca Ortadoğu fatihi hükümeti devirmek için bir menajer, çalıştığı on küsür oyuncu ile ülkenin biri hariç bütün illerini ayağa kaldırabilmiş diye… Ayşe Barım tutuklandı. Kadının Gezi’nin organizatörü olduğunu 12 yıl sonra fark etmişler. Güya kalkışma için örgütlediği oyuncular da Ayşe Hanım’ın ardından, tövbe tövbe, ölmüş gibi dayanışamama mesajları yayınlıyor. Meselenin tutar tarafı yok, iktidarın da tutturma derdi yok zaten. Mesaj verildi. Apolitik bir kadından, 6 milyon insanı sokağa dökebilecek bir organizatör yaratıldı. Milyonların takip ettiği ünlü oyuncular da sessizleştirildi.
MASRAF OLUR DİYE…
Ağır ihmaller sonucu 36’sı çocuk 78 insanın öldüğü Grand Kartal Otel yangınının üzerinden sadece sekiz gün geçti. Gözümüzün önünde aileler yok oldu. Kısılıp kaldıkları otel odasının camlarından aşağıya attılar kendilerini belki yaşama şansımız olur diye. Önlenebilir sebeplerden öldü insanlar. Yangın algılama ve uyarı sistemi çalışmıyormuş. Yağmurlama sistemi yokmuş. Odaların kaçış noktasına mesafesi olması gerekenden uzakmış. Acil durum aydınlatma ve yönlendirme sistemleri eksik ya da çalışmıyormuş. Binanın dış cephe kaplaması ve içeride kullanılan malzeme yangının hızla yayılmasına neden olacak türdenmiş. Muhasebeci Kadir Özdemir’in verdiği ifadeye göre otelin genel müdürü Emir Aras, kendisine sunulan eksiklik raporunu “bunları gidermek çok masraflı” diyerek iptal ettirmiş. Sahibi olduğu ETS Tur tarafından pazarlanan, turizm belgeli Grand Kartal Otel’deki yangınla ilgili katiyen sorumluluk almayan Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, denetim yetkisi bakanlığında olmasına rağmen Bolu Belediyesi ve Bolu İl Özel İdaresi’ni suçladı. Hala koltuğunda oturmuş Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan direktif bekliyor.
SIRBİSTAN’DA 3, TÜKİYE’DE 0 İSTİFA
Diğer taraftan, hemen yakınımızdaki Sırbistan’da halk sokakta. 1 Kasım 2024’te, Navi Sad tren istasyonunda çatı çökmesi sonucu ölen 15 kişinin hesabını soruyor. Öğrencilerin de katıldığı protestolarda halk sorumluların cezalandırılmasını istiyor, ihmal şüphesine karşı hükümetten şeffaflık talep ediyor. Kitlesel gösterilerin ülkeye yayıldığı Sırbistan’da Başbakan Milon Vučević, ne hakla hükümeti devirmeye kalkarlar diye bağırmıyor, “siyasilerin sorumluluklarını kabul etmesi ve toplumdaki gerginliğin düşürülmesi için hazır olmaları gerektiğini düşünüyorum” deyip istifa kararı aldığını açıklıyor. Başbakanın istifasında etkili olan olay, bir öğrencinin kimliği belirsiz bir grubun saldırısına uğradıktan sonra ağır yaralanması. Gezi’de 7 kişi ölmüştü. Erdoğan değil gerginliği düşürmek, evde zor tuttukları yüzde 50 olduğunu ve Gezi eylemcilerinin camide bira içtiğini söylemişti. Sırbistan’da, ihmal yüzünden 15 kişi öldü. Belediye başkanı, iki bakan ve başbakan istifa etti. Bizde herkes yerli yerinde. Yine ihmal sonucu gerçekleşen Çorlu tren kazasında oğlu Oğuz Arda Sel’i kaybeden Mısra Öz, açıklamaları nedeniyle ‘kamu görevlisine hakaretten’ yargılanıyor.
GÖZALTI YAĞMURU
Açlık ve yoksulluk almış başını gitmiş, bolca tarım ilacı içeren bir demet marul 50 lira olmuş, depremzede iki yıldır açıkta, her yerde her an ölümle burun buruna yaşam mücadelesi veren insanların ülkesinde bir hafta içinde oyuncu, siyasetçi, gazeteci, sokak röportajında isyan eden teyze derken herkesin üzerine gözaltı ve tutuklama yağıyor. ABD ve Çin yapay zeka yarışına girmiş, Vatikan bile yapay zeka ile ilgili gelişmeleri takip ediyorken, bizim Diyanet Başkanı Ali Erbaş Audi araba derdinde. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, kendisini, İstanbul, Beşiktaş ve Esenyurt belediyelerini hedef alan soruşturmalarda bilirkişi olarak sürekli aynı kişinin (S.B) adının geçtiğini ve kasıtlı olarak aleyhte rapor verdiğini açıkladı. İmamoğlu'nun konuştuğu kürsüde rüzgarı henüz dinmemişken, hakkında ‘bilirkişiyi hedef gösterme’ iddiasıyla soruşturma başlatıldı.
YETENEKLİ BAY BİLİRKİŞİ
Kendisine aynı gün ulaşarak hakkındaki iddiaları soran gazeteci Barış Pehlivan’a “beni kimse bağlamaz” diyen S.B, ertesi gün ilk iş olarak iktidar medyasına konuşmayı tercih etti, “Hukukun gereği neyse onu yaparım” dedi. İşte o hukuk dün gazeteciler Barış Pehlivan, Seda Selek ve Serhan Asker’i gözaltına aldı. Pehlivan, raporunu bitirip mahkemeye sunan ‘bilirkişiyi etkilemeye teşebbüs’ ve ‘kişiler arasındaki konuşmaların dinlenmesi ve kayda alınması’ iddiasıyla suçlanıyor. Halk TV Sorumlu Müdürü Serhan Asker ve Halk TV sunucusu Seda Selek de ilgili telefon görüşmesinin yayınlanması nedeniyle gözaltında. Bu sabah adliyeye çıkarılmaları bekleniyor. Açık adını ceza almadan sadece iktidar medyasının yazabildiği yetenekli bay bilirkişi S.B’ye ‘dokunan yandı’.
AMAN ÇIT ÇIKMASIN!
İktidar, panik düğmesine bastı. Yoksulluk uçuşta. Emekliler sefalet içinde, çocuklar aç, okul dışında kalan gençler suça bulaşıyor. Memlekette gerek iş gerek tatilde herkes her an ölümle yüz yüze. Hükümetin Suriye’deki dış politika ‘başarısı’, iç politikadaki yoksulluğa her an yenilebilir. Şikayet ve acı dolu gündemin karşısında herkes çıt çıkarmadan otursun isteniyor, ta ki maddi şartları AKP için uygun olacak bir seçim tarihi belirlenene kadar… Gezi’de, toplumu baskıyla ve kutuplaştırarak yönetmeyi seçen tam da böyle bir siyaset anlayışına karşı çıkılmıştı. Erdoğan’ın iddia ettiği gibi ne köksüzdü ne de şuursuz. Aksine, milyonları aynı parkta el ele buluşturabilmişti. Ne büyük suç ama değil mi?
/././
Mevzu Rubicon’dan sonra başlıyor -Berkant Gültekin-
AKP’nin derin yara aldığı 31 Mart 2024 yerel seçimleri sonrası Erdoğan’ın “yumuşama”, Özgür Özel’in ise “normalleşme” dediği sürecin yerinde şimdi yeller esiyor. Dört koldan saldırıya geçen iktidar, karşısında direnç gösterebilecek kim varsa onu yargı sopasıyla zapturapt altına almaya çalışıyor. Üstelik ironik şekilde eskisinden daha sert ve daha anormal yöntemlerle.
Yerel seçim sonrası Erdoğan sendeliyordu. Alınan yenilgi, “Reis’in partisi”ni ilk kez ikinci parti konumuna düşürmüş, CHP’nin zaferi, AKP’nin “yenilmez” olduğu yönündeki algıyı yerle yeksan etmişti. Erdoğan belki de en kırılgan günlerini yaşıyordu. Karşısından esen muhalif rüzgâr, onu daha da zor duruma sokabilirdi. Ama herkesin bildiği nedenlerle olaylar böyle gelişmedi.
CHP liderliği, “normalleşme” sürecini, AKP’ye oy veren seçmen kitleleri gözündeki itibarını artırmak amacıyla önemsiyordu. Amaç hasıl oldu mu, bilinmez. Yine de Erdoğan bir kez daha CHP’ye yönelik ağır ithamlarda bulunmaya başlamışken, ona biat eden kitlelerin de bugün CHP hakkında ne düşündüğü az çok tahmin edilebilir.
Fakat bundan daha da önemlisi, CHP’nin yerel seçimin momentumunu doğru kullanamamasıdır. Bugün iktidarın, sanki henüz 8-10 ay önce seçim yenilgisi almış gibi tedirgin değil de daha 1 hafta önce yüzde 60’la seçim kazanmış gibi özgüvenle hareket etmesinin nedeni tam olarak budur. Siz seçimden sonra oluşan havanın devam etmesi üzerine bir strateji kurarsınız ama bir anda Suriye’de işler değişir ve o güvendiğiniz atmosfer yerini başka bir iklime bırakır. Siyasette momentum bu yüzden kritiktir.
Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, Can Atalay ve Ümit Özdağ gibi siyaseten birbirinden apayrı yerlerde olan isimler bugün aynı anda cezaevinde. Bir yandan Öcalan’ın aktör yapılmaya çalışıldığı içeriği belirsiz bir “süreç” ilerlerken diğer yandan CHP’li ve DEM Partili belediyeler operasyonların hedefinde.
Derken, menajer Ayşe Barım, 12 yıl önceki Gezi Direnişi sırasında “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” ettiği iddiasıyla tutuklanıyor. Oyuncularıyla yaptığı telefon görüşmeleri, ne konuştuklarına bile bakılmadan, “suç delili” muamelesi görüyor. Oyuncuların sosyal medyada Türkiye için yaptıkları yardım çağrıları, “etki ajanlığı”na yoruluyor. Bunun yasal bir dayanağı da yok üstelik. Ayrıca Ayşe Barım aleyhinde konuşmayan aktörlere “yalan tanıklık” yapmaktan soruşturma açılıyor.
AKP Gençlik Kolları Başkanı, “Buradan sokaktan medet uman, milli irade düşmanlarına sesleniyorum. Gezi bir vandallıktı, Gezi bir darbecilikti, Gezi bir yağmacılıktı, Gezi bir işgalcilikti, kaos planıydı” diyor. “Yeni bir Gezi hayali” kuranların karşısına dikileceklerini söyleyerek tehditler savuruyor.
Erdoğan’ın iktidar ortağı Bahçeli de benzer mesajlar veriyor. Muhalefete, “Haydi yüreğiniz yetiyorsa çıkın sokağa da görelim. Ateşle oynama merakınız nüksettiyse deneyin de boyunuzun ölçüsünü alalım. CHP’nin 12 Eylül’de yarım kalan hesaplaşmaya dönük bir özlemi varsa, kınında beklemekten yorulmuş kılıç gibi burada olduğumuzu hatırlatıyor ve haykırıyoruz” ifadeleriyle sesleniyor.
Evet, çok parçalı bir saldırı zinciri var ancak mesele aslında basit. Rejim öncelikle korku salıyor ve sınırsızca her şeyi yapabileceğini göstererek ülkenin tamamına açık bir gözdağı veriyor. Öte yandan mevcut ekonomik darboğazda, muhalefetin siyasi farklılıklara rağmen kendi karşısındaki monoblok niteliğini bozarak her birini ayrı ajandalarla hareket eder hale getirmek ve oluşacak yeni siyasal dizilimle anayasayı değiştirip hegemonyasını sağlamlaştırmak istiyor.
Gelecekteki cumhurbaşkanlığı seçimini de düşünerek, CHP içindeki çatlakları kaşımayı hedefliyor. Bu kaos ortamında Kürt siyasi hareketine “başka bir yol olduğu” izlenimi vererek muhalefetin Kürt kanadını pratikte tereddütlü bir çizgiye çekiyor.
Muhalefetin bu aşamada, rejim karşısındaki geniş toplumsal mutabakatı bulup iktidarın planını boşa düşürecek bir siyaset geliştirmekten başka şansı yok. İktidar ayrıştırmaya ve bölmeye çalıştıkça, muhalefet, asgari müşterekler etrafındaki bütünselliği korumanın formülünü bulmalı.
Bunu yaparken de lider ve aday eksenli hareket etmekten çok, düzenin değişmesinden yana olan geniş halk kesimlerinin etkili bir özne haline geldiği siyaset zeminini yaratmak üzerine kafa yormalı. Rubicon’u geçtiklerini söyleyen İmamoğlu’nun “Biz tek kişilik oyunu sevmeyiz. Horon gibi halay gibi kol kola olmaya, coşkulu bir oyun oynamaya hazırız” mesajının bu yönden önemli olduğu söylenebilir. Tabii asıl sınav, gereğini yapabilmekte. Çünkü esas mevzu, Rubicon’u geçtikten sonra başlıyor.
Herkesin bileğine kelepçe takabileceğini kanıtlayan bir rejimin karşısında duramayacağı yegâne güç, kendi geleceğine sahip çıkan bir toplumun örgütlü, cesur ve kararlı iradesidir. Bir varlık-yokluk savaşında olan Türkiye demokrasisini uçurumun kenarından çekip çıkarmanın, teslim olmayan milyonlara umut aşılamanın ve siyasi momentumu yeniden ele geçirmenin tek yolu bu iradeyi inşa edebilmektir.
/././
‘Sürgünlerin’ sürgünü -Şükrü Aslan-
Sürgün ya da aynı anlama gelmek üzere zorunlu iskân, Cumhuriyetten önce de başvurulan bir uygulamaydı ve Osmanlı’da fetih siyasetinin bir parçasıydı. Ancak modernleşmeyle birlikte sürgün ya da iskân siyasetinin asıl muhatapları, artık hâkim kimliğin dışında kalan/bırakılan kimlik grupları olmuştu. Bu gruplar, bazı durumlarda sistem politikalarının birer aktörü olarak kullanıldıkları halde, yine de diğerleri gibi dışlanmaktan kurtulamamış; bu coğrafyaya zaten sürgün olarak gelmiş topluluklar da kimi zaman yerlerinden edilmişlerdi. Yani sürgünler, yeniden sürgün edilmişti.Çerkesler bu durumun örneklerinden birisiydi. 1860’lı yıllarda anavatanlarından zorla çıkarıldıktan ve yazık ki büyük bölümü yollarda hayatını kaybettikten sonra Osmanlı topraklarına varabilenler, devlet tarafından Balkan sınırlarından, bugünkü Suriye, Ürdün ve Türkiye’nin çeşitli köy ve kasabalarına titiz bir nüfus mühendisliği mantığı içinde yerleştirilmişlerdi. Takip eden süreçte Çerkes nüfusun bazı grupları, devletin kimlik politikalarına uygun olarak ‘değerlendirilmişlerdi’. Mesela 1915’de İttihat ve Terakki’nin hükmettiği coğrafyanın mukimleri olan Ermenilerin tasfiyesinde bu gruplar görevlendirilmişti. Aynı gruplar boşaltılan kasabalara ve köylere Müslüman ailelerin iskânında da aktif rol almışlardı.
Ama yine de bu toplulukların bir kısmı zamanla yeni sürgün politikalarının muhatabı olmuşlardı. Bandırma, Gönen ve Manyas ilçelerinin bazı köylerine yerleştirilmiş Çerkeslerin, kurtuluş savaşı sonrasında çeşitli güvenlik gerekçeleriyle toplu olarak sürgüne gönderilmeleri böyle bir örnekti ve bu Çerkesler için büyük düş kırıklığıydı. 1922 sonlarına ve 1923’e yayılmış zaman diliminde gerçekleşen bu yeniden yerinden edilme, yeni bir ‘vatan’ umuduyla bu topraklara gelen Çerkeslerin dahili sürgünüydü.
∗∗∗
Kurtuluş Savaşı’nda Batı Cephesi yönetiminde rol almış Ethem’in tasfiyesinin hemen ardından gelen ve bir tür ‘sessizce kabul edilen’ bu sürgünde, jandarma eşliğinde Balıkesir’de Gönen’e bağlı beş, Manyas’a bağlı sekiz köy ve diğer köylerden seçilmiş bazı haneler yerlerinden edilmişti. Toplam 775 Çerkes haneden 3 bin 775 kişi için sürgün kararı çıkartılmış, aileler; Malatya, Kayseri, Sivas, Niğde ve Van’ın köylerine ve ilçelerindeki mahallelere gönderilmişlerdi.
Diğer sürgün/iskân deneyimlerinde olduğu gibi, sürgün haneleri birbirinden ayırarak, temas etmelerini önleme tutumu, bu gruplara da uygulanmıştı. Sürgünlerin yanlarında götürebilecekleri malzemeler konusunda katı bazı sınırlamalar getirilmiş; aileler, bir kağnı arabasını aşmayacak kadar ilgili malzemeleri yanlarına alabilmişlerdi. Keza terk ettikleri köylere bir şekilde yeniden girişleri yasaklanmıştı. Aynı şekilde zaman baskısı nedeniyle bazı mallarını belli alıcılara değerinin çok altında satmak zorunda kalmışlardı. Bu katı uygulama Çerkeslerin içinden yükselecek olası muhalif seslerin daha başlamadan bastırılmasına da zemin teşkil etmişti.
∗∗∗
Neyse ki sürgün edilen ailelerin durumu kısa bir süre sonra ülkedeki politik gündemin konusu olabilmişti. Elbette bunda devlet bürokrasisi içinde yer alan Çerkeslerin etkisi olmuştu. Kendisi de Çerkes olan ve Ethem ve Reşit Beylerin örgütlenmesinde çok önemli rol üstlenen Rauf Orbay’ın bu süreçte özellikle etkili olduğu yazılmıştı. Buna göre Orbay, Çerkeslerin bu iç sürgünde yaşadıkları türlü eziyetten haberdar olmuş ve sürece müdahale etme gereği duymuştu. Neticede hızlı, yoğun ve sessizce yürütülen girişimlerin ardından sürgünlerin geri dönmelerine izin veren bir karar çıkarılmıştı.
Bu deneyim, bir yönüyle, önceki ve sonraki göç deneyimleriyle bir ölçüde benzerdi. Ailelerin parçalanması, farklı coğrafyalara gönderilmeleri, mülklerine el konulması ve aralarındaki irtibatın önlenmesi bakımından bütün öteki kimliklerin göçü ile aynı nitelikler gösteriyordu. Ama politik sistemle karmaşık ve güçlü ilişkileri yönünden bakıldığında Çerkeslerin göçü özgündü. Zira sistemin, güvenip görev verdiği bazı toplulukları da, yeri geldiğinde gözden çıkarabildiğine işaret ediyordu. Gerçek şu ki Türkiye’nin göç-sürgün hafızası, üzerine genellikle konuşulmayan böyle daha nice deneyimlerle yüklüdür.
/././
(Birgün)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder