İBB’ye yönelik operasyonların ikinci dalgası, özellikle İSKİ’nin “Kanal İstanbul” arazilerine ilişkin uyarısının ardından geldi. Operasyonun bir nedeni de tek adam rejimin İstanbul’un devasa rantından pay alma hedefi.
Üsküdar Sahil kesimlerinde iktidarın yandaşlarına verilen kaçak yapılar İBB tarafından yıkılmıştı. (Fotoğraf: Depo Photos)
İBB’ye yönelik 19 Mart’taki operasyonun ardından önceki gün ikinci dalga operasyon geldi. Başta İSKİ Genel Müdürü olmak üzere 50’ye yakın kişi hakkında gözaltı kararı verildi. Gözaltıların İSKİ’nin Kalan İstanbul güzergâhındaki arazilere yönelik uyarısının ardından gelmesi ise dikkat çekti. İBB’yi 2019’da kaybettiğinden beri gözünü buradan ayırmayan AKP’nin esas niyeti ise yargıyı kullanarak İstanbul’un rantına ortak olmak. Sadece 2019’a kadar yapılanlar ve ortaya çıkan rakamlar bunu net bir şekilde gösteriyor.
İBB’nin 2025 yılı bütçesi 415 milyar TL. Kentin toplam GSYH'den 2023’te yüzde 30,4 pay aldı.
İstanbul; tarım, ormancılık, balıkçılık ile diğer hizmet faaliyetleri dışındaki faaliyetlerde de ilk sırada yer aldı. Kentin bilgi ve iletişim faaliyetleri toplamından aldığı pay yüzde 64,8, finans ve sigorta faaliyetleri toplamından aldığı pay yüzde 62,5, mesleki, idari ve destek hizmet faaliyetleri toplamından aldığı pay yüzde 45,9, hizmetler sektörü toplamından aldığı pay yüzde 40,4, inşaat sektörü toplamından aldığı pay yüzde 28,9 olarak gerçekleşti. İstanbul, 2023 yılında hizmetler sektörü toplamından yüzde 40,4 pay aldı. Sanayi sektörü de en çok İstanbul’da yoğunlaşıyor. Örneğin İSO 500’ün araştırmasına göre en büyük 500 sanayi kuruluşundan 151’i İstanbul’da bulunuyor.
Bugünün BirGün'ü
Şimdi biraz geçmişe gidelim. Biliyorsunuz İPA Başkanı Buğra Gökce’nin tutuklanmasına gerekçe gösterilen sebeplerden bir tanesi resmi verilere bağlı kalmadan kamuoyunu ilgilendiren konulardan raporlar yayımlanmasıydı. Yandaş gazeteci Cem Küçük “Devletin verdiği rakamları baz almayıp paralel açıklama yaparsanız paketlenirsiniz” sözleriyle bunu açıklamıştı.
GERÇEKLER ORTADA
İPA’nın İmar ve Şehircilik Daire Başkanlığı ile birlikte 2023 yılında yayımladığı bir çalışma rantın büyüklüğünü de ortaya koyuyor. Çalışmada 2000-2019 arası hayata geçirilen 130 büyük proje incelendi. Bu 130 proje neticesinde ortaya çıkan rant ise rapora tam 85 milyar dolar. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu o günlerde BirGün’e verdiği bir röportajda rapora ilişkin şunları söylemişti: “Arkadaşlarımız yoğun bir çalışma sonrası İstanbul’a imar oyunlarıyla monte edilen 130 projenin kente yaptığı etkiyi mercek altına aldı. Kamusal kullanımlara ayrılmış, okul, hastane, yeşil alan gibi sosyal donatıların imar planı değişiklikleri ile özel kullanıma açıldığı durumları incelediler. İstanbullunun olan bu alanların rezidans, otel, ticari alana dönüştürüldüğü görüldü. Yani bu, son 20 yılda, İstanbul’da gerçekleştirilen büyük ölçekli projeler oyununun İstanbul’a maliyetiydi. Aynı zamanda yoğunluk ve imar haklarının ne derece artırıldığına da bakıldı. İncelenen projelerin 78’i bu içerikteydi. Bunların 8’i askeri alan, 17’si park alanı. Teker teker yapılan imar değişiklikleri. Bununla birlikte çok katmanlı bir adaletsizlik ve adeta yağmacılıkla karşı karşıya olduğumuzu görmüş olduk. Hediye imar tadilatlarıyla birilerinin cepleri dolduruldu. Bu tür imar hediyelerini üst üste ve yan yana koyduğumuzda Beyoğlu'nun büyüklüğünde bir alandan söz ediyoruz. Bu imar hediyelerinin mali büyüklüğü ise 85 milyar dolara tekabül ediyor. Yani bu rakam, İstanbul Büyükşehir Belediyesinin 2022 yılı bütçesinin tam 41 katı.”
İmamoğlu’nun da bahsettiği bu donatı alanlarının içinde Ege Yapı tarafından yapılan Batışehir, Erdoğan’ın okul arkadaşı Aziz Torun’un sahibi olduğu Torun Center ve Taşyapı tarafından hayata geçirilen Four Winds yer alıyor.
45 alanda ise ‘emsal değeri artışı veya fonksiyonlar arasında değişim’ sayesinde rant üretildi. İnşaat alanı 3 milyon metrekareyken, 10,5 milyon metrekareye çıkarıldı.
Ayrıca tarım veya orman arazisi gibi alanlar da imara açıldı. Buralarda 751 bin metrekare inşaat yarattılar.
Rapora göre rantın verileri şöyle:
Donatı alanı iken imarlı alana alınan: 50,7 milyar dolar
İmar artışı veya emsal artışı: 29,5 milyar dolar
İmara açılan doğal alanlar: 1,6 milyar dolar
Kaçak imalatların bulunduğu projeler: 2,7 milyar dolar
‘NE İSTEDİLERSE VERDİLER’
AKP İBB’yi kaybettikten sonra en çok telaşa düşenlerin başında iktidara yakın vakıf ve dernekler geliyordu. İBB AKP yönetimindeyken hazırlanan bir rapora göre AKP’ye yakın dernek, vakıf, tarikat ve cemaatler için kamu kaynaklarından 847 milyon 592 bin 858 lira harcandı. Yardımlar, kiralama, ulaşım, bakım, onarım ve tadilat, malzeme, yeme-içme ve gezi gibi başlıklar adı altında yapıldı. İBB’den en fazla yardım alan kurum, yüksek istişare kurulunda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın da yer aldığı Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA). 2018 ve öncesini kapsayan rapora göre TÜGVA 74,3 milyon liralık yardım aldı. TÜGVA’yı 51 milyon 593 bin 44 lira ile Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV) izledi. TÜGVA ve TÜRGEV, İBB’nin CHP’ye geçmesinin ardından 2019 yılından 2020 yılının sonuna kadar toplam 44 öğrenci yurdunu kapattı.
Bunun yanında cemaatlere tahsis edilen araziler de bulunuyor. Örneğin Ensar Vakfı’na 2014-2017 yılları arasında 9 bina ve arsa tahsis edildi.
İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi, 2024’ün aralık ayında önceki dönemlerde Bilal Erdoğan'ın başkanı olduğu İlim Yayma Vakfı'na ve Deniz Feneri Derneği'ne ücretsiz tahsis edilen alanların geri alınmasına karar vermişti.
RANTA AÇILAN KAPILAR
Ranta açılan alanların başında askeri araziler geliyor. Sadece 2009’dan sonra 11 ilçedeki askeri alanlar lüks konut projeleri için boşaltıldı. Yapılaşmaya açılan askeri arazinin büyüklüğü ise 1845 hektarı buldu. Sadece Çekmeköy’deki 3’üncü Kolordu Komutanlığı’na bağlı Çekmeköy Kışlası’nda 184 hektar ranta açıldı. Burada inşa edilen lüks villaları ise bakan yardımcısı, eski Meclis Başkanı’nın oğlu, Ziraat Bankası genel Müdürü gibi isimler aldı.
∗∗∗
KANAL’IN MALİYETİ
İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından güzergâhında çalışmalarına hız verilen Kanal İstanbul’un toplam maliyetinin 75 milyar TL olacağı açıklanmıştı. Ancak sadece 17 Mart 2025 ile 15 Nisan 2025 tarihleri arasında sözleşmeleri imzalanan 23 ihale kapsamında harcanan para, 45 milyar 242 milyon TL olarak kayıtlara geçti. Kanal’ın bağlantı yollar için ise 2024’e kadar toplamda 24 milyar 896 milyon TL harcandı.
İBB Başkanı İmamoğlu sosyal medya hesabından önceki gün yaptığı paylaşımda Kanal’ın toplam maliyetinin 100 milyar doları bulacağını açıklamıştı.
1 Mayıs’a giderken kadınların talepleri arasında kreş de yer alıyor. Bugün kapatılan kreşlerin karşısında, Sovyetlerde kadınların özgürce çalışması ve çocukların hakları için kreşler açılıyordu.
Açar mı açmaz mı polemiğinden sıyrılıp meselenin köklerine doğru bir yolculuğa çıktığımızda çok daha çarpıcı bir sonuçla karşılıyoruz. Öyle ki dünya çapında sistematik olarak devlet öncülüğünde açılan ilk kreşler, bırakın belediyeleri bizzat Sovyetler Birliği devletince açılır! Ekim Devrimi ile birlikte kadın kurtuluş mücadelesinde atılan önemli adımların bir ayağı da ülke çapında kurulan ücretsiz (ya da sembolik ücretli) kreşlerle birlikte kadınların ekonomik bağımsızlığını sağlamaya yöneliktir.
Gelin, gündelik siyasetin tortusundan sıyrılıp, meselenin özüne doğru bir yolculuğa çıkalım.
.
Zengin ailelere sunulan bir ayrıcalık sona erince
Kreşin kökleri 18. yüzyıl sonlarına kadar geriye gitse de Sovyetler Birliği’ndeki uygulamayı özgün kılan faktörler var. Kreşler daha önce bir dizi özel girişim sonucunda kalbur üstü bir kesimin ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Nicelik olarak da cılız bir tablo vardır: Devrimci bir merkezi model olmayınca da Ekim Devrimi’ne kadar olan süre içerisinde sadece mikroskobik sayıda kreşten söz edebiliyoruz. Bu sebeple kreş uygulamasının Ekim Devrimi ile birlikte ilk kez devrimci bir devlet stratejisi olarak yaygınlık kazandığını söyleyebiliyoruz.
Sağlık ya da barınma gibi hakların insan onuruna yaraşır şekilde herkese eşit bir şekilde sunulması nasıl Ekim Devrimi’yle birlikte elle tutulur gözle görülür hale geldiyse, eğitimde de aynı süreç yaşanır. Sınıflı toplum yapısında esamesi okunmayan fırsat eşitliği, Sovyetlerdeki ücretsiz, bilimsel, nitelikli ve ana dilinde eğitim sistemiyle birlikte tüm çocuklara ve hatta başta anneler olmak üzere ailelerin de hayatlarında devrimci bir dönüşüme öncülük eder.
Devrim ile birlikte sağlanan yasal güvence ile birlikte bu vaatler gökten yere indirilir.
Sovyet Aile Hukuku (1918) ile çocukların korunması, eğitimi ve sağlıklı bir şekilde büyümesi devletin temel sorumlulukları arasında sayılır. Bu yasayla: Çocukların eşit haklara sahip olması sağlanır, evlilik dışı doğan çocuklar dahil edilir. Devlet, velayet ve bakım konularında etkin ve düzenleyici rol üstlenir. Boşanma sonrası çocukların ihtiyaçlarının devlet tarafından karşılanması hükme bağlanır. Eğitim ve sağlık hizmetleri ücretsiz hale getirilir. Yine 1918 tarihli Moskova Çocuk Hakları Bildirgesinde ise çocuklar, ebeveynlerin veya devletin mülkiyeti olarak değil, birey olarak tanımlanır. Bildirgeyle: Çocukların sağlık ve eğitime erişimi anayasal güvence altına alınır. Çocukların yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve fiziksel-zihinsel sağlıklarının korunması devletin önceliği olur.
Bu bakış açısıyla kreşler de sadece mekanik bir bakımevi olarak tasarlanmaz; ‘yeni Sovyet insanının’ yaratıldığı bir seferberlik alanı olarak düşünülür. Bu kreşler pedagogların, çocuk doktorlarının ve diyetisyenlerin koydukları tuğlalarla inşa edilir.
“Oğlumun doğumundan üç ay sonra işe geri döndüm. Yasal olarak bir yıl bekleyebilir ve işimi koruyabilirdim. Ama benim için bebeği taşımak zor olurdu ve evden çıkmak istiyordum. Kayınvalidem bizde kalıyordu, çocuğu başta ona bırakıyordum” ifadelerini kullanan Idenko, bir rehber olarak diğer ülkelerden, özellikle de ABD’den gelen annelerin çoğunlukla evlerde çocuk bakarak yaşamlarını geçirmesine “Amerikan kadınları evden çıkmak istemiyorlar mı? Çalışmak istemiyorlar mı? Kendi paralarını kazanıp biraz bağımsızlığa sahip olmak istemiyorlar mı?” sözleriyle şaşkınlığını gizlemez.
Yazıda Sovyet yurttaşların daha fazla kreş ve anaokulu talep ettiği dile getiriliyor. Fakat tüm bu eleştirilere rağmen Sovyetler Birliği’ndeki okul öncesi eğitim modelinin ABD ya da diğer Batı ülkelerine kıyasla çok daha yaygın ve gelişkin olduğu vurgulanıyor.
Tabii yazının devamında Idenko’nun sorduğu soruya yanıt gecikmiyor. The New York Times’a göre ABD’de kadınların ev içine mahkum edilmesinin sebebi, ‘Babanın birden fazla kişiyi besleyebilecek seviyede eve para getirebiliyor oluşu’ olarak açıklanıyor. Böylesi bir yanıtta, Idenko’nun vurguladığı ‘ekonomik bağımsızlık’ meselesine değinilmiyor tabii. Ya da devlet destekli kreşler gibi teşviklerin olmadığı ABD’nin sosyal düzleminde kadınların ‘tercihen’ değil ‘zorunluluktan’ böylesi bir durumla karşılaştığı gerçeğini değiştirmiyor. Üstelik ‘Her babanın eve yeterli ölçüde para getirdiği’ de son derece değişken bir varsayımdan ibaret.
.
Ekim Devrimi’nin kutsal emanetleri
Sovyetler Birliği üzerinden gitmiş olsak da benzer modellerin 20. yüzyılın ikinci yarısında diğer sosyalist ülkelerde de başarıyla uygulandığını görüyoruz. Belki geçmişten kalan kırıntılara rastlansa da sosyalist ülkelerde yaşanan çöküş ile birlikte kreşlerin de etkilendiğini görüyoruz.
Ne ilginçtir, burjuva-liberal kalemler, sosyalist deneyimleri geçmişe ait kasvetli hatıralar gibi insanlara sunarlar. Tarihin lineer bir çizgide ilerlediğini düşünen bu kesimler için insanlık bugün düne göre daha gelişkin adımlar atmaktadır ne de olsa? Bugün hâlâ kreşlerin tüm dünya için yakıcı bir ihtiyaç olması ve mevcut sistemin verdiği yanıtların dünden daha geride oluşu onları pek alakadar etmez. Bu yüzden teknolojik-teknik ilerleme illüzyonu ile burjuva-liberal tarih anlatısını bize pazarlamaya çalışanların maskesi en kolay gündelik hayatın gerçekliği ile sınanır.
Uygarlığımızın ‘gelişmişlik’ seviyesi, yaşadığımız gezegenin güncel zamanında en temel haklar üzerinde verilen kavgalarla ölçülebilir. Başını sokacak bir dama sahip olmak, karnını doyurmak ya da güvenceli işlerde çalışmak gibi. Dünyanın mahşeri çoğunluğunun derdi budur. Bizim ‘seviyemiz’ de bu dertlerin yanıtlarıyla belirlenir, bir teknolojik mağaza bülteni ile değil.
Bu sebeple asıl kasvetli olan, bir hastalık sebebiyle parası olmayanın öldüğü bugünün dünyasıdır. Asıl distopik olan yetenek ya da beceri yerine aile sermayesinin öne çıktığı eğitim sistemidir. Asıl korkunç olan kadınların ekonomik ve sosyal alanlarının kısıtlanarak onlara dört duvar arasında bir ‘iş’ olarak annelik dayatmasıdır.
Varsın geçmiş yüzyılın sosyalist deneyimleri çökmüş, Lenin heykelleri yıkılmış olsun. Hiç kimsenin gücü, geçtiğimiz yüzyılda sosyalizmin insanlık için nasıl bir devrimci dönüşüm yarattığı gerçeğini tarihten kazımaya yetmeyecek. Konutlar, okullar, yemekhaneler, hastaneler ya da kreşler... İşte bizim Ekim Devrimi’nin ışığında parlayan basit ve kutsal emanetlerimiz bunlar!
Kanal İstanbul 40 kilometre uzunluğunda, 150 metre genişliğinde, 25 metre derinliğinde yapay bir su yolu olacak. Çevre bilimciler, uluslararası ilişkiler uzmanları hatta deprem profesörleri riskleri anlatıyor. Ama bunları dinleyen yok
19 Mart’ta başlayan ‘İmamoğlu-İstanbul Belediyesi Operasyonu’nun ikinci dalgası için cumartesi seçilmişti. Pek muhtemel ABD Hazine Bakanı Bessent’in Hazine Bakanı Mehmet Şimşek ile yaptığı sonradan değiştirilen açıklamasında da vurguladığı ‘Türk Hükümeti’nin Türk piyasasındaki dalgalanmalar ve Türkiye’nin belirsiz ekonomik görünümüne dair’ durum daha da derinleşmesin diye. 19 Mart sonrası Merkez Bankası rezervleri 50 milyar dolar azalmış, faizlerde 350 baz puan artış olmuş, başta enflasyon yıl sonu hedefleri sarsılmıştı. Piyasalar açıkken yeni dalganın kırılgan durumu daha da zora çekileceği düşünülmüş olacak ki hafta sonu beklendi. Aradan geçen 40 günde Ekrem İmamoğlu ve arkadaşları için ortaya konulan iddiaların her biri zayıf kaldı. 12 saate sıkıştırılmış diploma iptali ve gözaltı-tutuklama operasyonu iktidar taraftarlarının çoğunu bile ikna etmedi. Saygın akademisyen İlker Aytürk T24’teki kapsamlı yazısından bu konuyla ilgili şu notları aktarmak istiyorum:
- 18-19 Mart operasyonlarının ne anlama geldiği, nasıl anlaşılması gerektiği konusundaki propaganda mücadelesini iktidar açıkça kaybetti. Ellerindeki MİT, MASAK ve türlü diğer istihbari ve bürokratik enstrümanlara rağmen, dosyaların ikna edici delillerle doldurulamadığı ve tutuklamaların buna rağmen yapıldığını herkes gördü. Eğer yalnızca yargı ayağı üzerinden yürümüş olsalardı belki iktidar, tabanını ikna etmek konusunda biraz daha başarılı olabilirdi, ancak üst üste hem diploma iptali hem de gözaltı ve tutuklama yapılması iktidarın inandırıcılığını azalttı. O kadar ki AKP parti örgütü dahi operasyonları bir seyirci gibi sessizlik içinde izledi, ta ki cumhurbaşkanının annesine yapılan hakaretlerin ardından biraz mobilize olana kadar. Bugünden sonra ortaya çıkacak itirafçıların, bulup buluşturup dosyalara eklenecek yeni delillerin bu imajı değiştirebileceğini hiç zannetmiyorum.
- 1945’ten beridir, merkez ya da uç fark etmeden, tüm sağ iktidarların söylemlerinin merkezine oturan “atanmışlara karşı seçilmişleri savunmak”, “vesayete karşı milli iradeyi temsil etmek” argümanları büyük yara aldı. İçinden milli irade iddiasını çıkarırsak Türk sağından ne kalır, sağ neye dönüşür sorularını ilk defa bu yalınlıkta düşünmek zorundayız. Nitekim operasyonları ve her halûkarda iktidarı savunan bazı cengaverler daha şimdiden “kutsal mazlumluktan” “kutsal zalimliğe” geçiş yaptılar. Boyun eğdirmek, diz çöktürmek uç sağın yeni söyleminde gittikçe daha fazla yer tutuyor. Twitter/X platformunda takip ettiğim ve bazı hizipler tarafından yönetildikleri izlenimini veren isimsiz troller, Türkiye’nin bugüne kadarki İslamcı geleneğini “orta yolcu, ezik ve pısırık” olarak tanımlıyorlar. Kaba gücü, otoriterliği estetize ederken, bir yandan da İslam ahlakının ötesine geçerek adeta Nietzsche’den ilham alan bir İslamcı Übermensch idealini övüyorlar. Tabii bunu yaparken, Türk İslamcılığını halktan ne kadar kopardıklarının, marjinalize olduklarının farkında değiller.
İlker Aytürk’ün ‘iktidar savunucuları’ olarak bahsettiği kişilerin söz ve eylemlerini analiz ederken bahsettiği ‘kutsal zalimlik’ ve Nietzche’ye atıfla yaptığı İslamcı Übermensch (üst-üstün insan) tanımları önemle kaydedilmeli. Çünkü ele alınan kesimin bu çıkışlarının önümüzdeki günlerde iktidarın her sıkıştığında kullandığı ‘seküler-muhafazakar’ kutuplaşmasının büyütülmesi noktasında bir zemin üretmek için sık sık gündeme getirileceğini düşünüyorum. İktidar taraftarı bir gazetecinin Milli Eğitim Bakanı’na yönelttiği ‘bu ülkede bir gün başörtülülerin yeniden okullara alınmadığı günleri görür müyüz?’ sorusu Bakan Tekin’in ‘bu ihtimali görüyoruz’ yanıtı zamanlaması açısından, hiç böyle bir gündem, olasılık, tartışma yokken bir alan hazırlama olarak okunabilir.
Gelelim düne… İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne yönelik soruşturma kapsamında yapılan ikinci dalga gözaltılarda 19 Mart operasyonunda gözaltına alınıp serbest bırakılan, ardından istifa eden İBB eski Genel Sekreteri Can Akın Çağlar, İBB Genel Sekreter Yardımcısı Arif Gürkan Alpay, İBB İmar Müdürü Ramazan Gülten, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun özel kalemi Kadriye Kasapoğlu, eski CHP Milletvekili Turan Aydoğan vardı.
İlginç iki nokta vardı operasyonda. Birincisi İSKİ de hedef haline gelmişti. İSKİ Genel Müdürü Şafak Başa, İSKİ Genel Müdür Yardımcısı Begüm Çelikdelen gözaltına alındı. İkincisi tutuklu Murat Ongun’un eşi Gözdem Ongun sabah çocuklarının yanında evine gidilerek göz altına alındı. ‘Eşlere uzanan bir operasyon’ hatırlanan bir hukuki durum değildi. İktidarın bu alana kadar giriyor olması her anlamda son derece sorunlu. Bu arada Ekrem İmamoğlu'nun eşi Dilek İmamoğlu'nun ağabeyi Cevat Kaya için de gözaltı kararı alındı.
Yeniden İSKİ’ye dönelim. Genel Müdür Başa ile 2023 yılının eylül ayında T24 için bir söyleşi yapmıştım. O gün yardımcılarıyla beraber İstanbul’un su ile ilgili gelecek projelerini açıklarken özellikle Kanal İstanbul ile ilgili risklerden bahsetmişti. Kendini anlatırken ‘halkın devletin bürokratı olarak’ tarif eden Başa o gün şunları anlatmıştı:
"Kanal İstanbul ile mahkemeliğiz. Şu anda imar planlarına dava açtık. Kanal İstanbul'la ilgili görüşlerimiz olumsuz. Avrupa yakasında bu kadar su sıkıntısı ve stresi varken tutup da buraya bir kanal açıp havzayı tamamen bölmek... Biliyorsunuz Sazlıdere'nin içinden geçiyor. Sazlıdere benim 180-190 milyon metreküp su kapasitesi olan bir barajım. Yok olacak. Şimdi diyorlar ki bu yok olacak ama Istrancalar'da Demirköy'e baraj yapacağız. Böyle bir çağda bu kadar nüfusun arttığı bir ortamda bir barajı yok etmeye kalkmak çok büyük risk. Ayrıca kanalın yapılması demek, buradan İstanbul'a su taşıyan isale hatlarının da kesintiye uğraması demek. Sazlıdere'nin oraya bir köprü geçişi yapımı, barajın oraya etrafında konut alanları yapılması durumu, imarla ilgili konular var dava açtık. Şu anda bilirkişi raporları lehimize. Baraj havzasının bu kadar daraltılması kabul edilemez. Zaten daralmış vaziyette. Dolayısıyla biz sonuna kadar o iki mücadeleyi yapıyoruz. Kanal İstanbul kesinlikle ve kesinlikle su kaynağını böler ve Avrupa yakasının su sorununu daha çok büyütür. Şu anda bile sorun yaşıyorken Kanal İstanbul'da bu sorun katmerlenir. Dolayısıyla yazık olur. Bakın bir örnek vereyim, yeni İstanbul havalimanı bile iki havzayı böldüğü için oraya yaptığınız her müdahale İstanbul'un kuzeyine su havzalarına müdahale anlamına geliyor.Bizim Alibey havzasının tam ucuna geldi. Yanında da Terkos havzası var. Dolayısıyla buralara daha az su geliyor. Alibey havzasının ucunun bir kısmı İstanbul havalimanına gitmiş."
Şafak Başa’nın o gün su için duyduğu endişe, başta Sazlıdere etrafında yapılacak konutların getireceği risk gerçek oldu. ‘Sosyal konut’ adıyla Sazlıdere’yi kullanılmaz hale getirecek 24 bin konut projesine başlandı. Başa’nın gözaltı kararı İSKİ’ni su havzaları yakınındaki yapılara müdahale hakkını kullanma kararından 12 saat sonra geldi.
Bitirirken…
Kanal İstanbul 40 kilometre uzunluğunda, 150 metre genişliğinde, 25 metre derinliğinde yapay bir su yolu olacak. Çevre bilimciler, uluslararası ilişkiler uzmanları hatta deprem profesörleri riskleri anlatıyor. Ama bunları dinleyen yok. Dün İmamoğlu operasyonu birkaç anlamda sinyal verdi:
- Birincisi; ilk operasyonda ortaya çıkan ve kamuoyunu ikna etmeyen bilgilere yenilerini ekleme çabası.
- İkincisi belediyedeki kilit bürokratların gözaltına alınarak, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin çalışma koşullarının güçleştirilmesi. Pek muhtemel kayyum yolunun açılması.
- Üçüncüsü Kanal İstanbul için yol temizliği…
İBB’yi ‘kayyum’a İstanbul’u ‘kanal’a hazırlama operasyonları; susuzluktan depreme iktidarı pek çok riski göze almaya itiyor. Muhalefetin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu ve yakın çalışma arkadaşlarını tutuklayarak memleketin makul çoğunluğunu endişeye, ekonomiyi yeni bir krize sürükleyen iktidar önümüzdeki günlerde burada yeni adımlar atacağa benziyor. Kanal İstanbul’un yapımı konusundaki iktidar isteği ile muhalefetin bu konudaki direnme kararlılığı yeni ve güçlü çatışma alanı olacak. Bu arada Kürt sorununun çözümü iktidarın elindeki neredeyse tek olumlu konu. Bu noktada DEM Parti’nin dünkü gözaltıları net şekilde kınaması önemli. Bir yandan barış arayışı bir yandan demokratik mücadele mümkün olabilir mi? Göreceğiz…
/././
6,2’lik İstanbul depremi: Seçilmiş İBB Başkan vekili Aslan, Erdoğan’ın katıldığı değerlendirme toplantısına çağrılmadı!-Tolga Şardan-
Erdoğan’ın başkanlığındaki toplantı masasında AKP’li bakanlar, parti yöneticileri, asker ve sivil kent yöneticileri yer almasına karşın, kentin vali ve garnizon komutanıyla birlikte üç asli yöneticisinden sadece İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili Nuri Aslan yoktu. Aslan, dün sabah yine Yerlikaya’nın başkanlığında gerçekleştirilen değerlendirme toplantısına davet edildi; Yerlikaya’nın yanında yer aldı
Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul'da yaşanan depremler sonrası AFAD toplantısına katıldı
İstanbul direkten döndü çarşamba öğle saatlerinde. Dolayısıyla Türkiye de.
Eskilerin deyimiyle, “verilmiş sadakası varmış” hem İstanbul’un hem ülkenin.
Henüz iki yıl önce yaşanan, 10 kenti etkileyen ve 53 binden fazla insanımızı yitirdiğimiz 6 Şubat depremlerinin yarası sarılamamışken, İstanbul depremi tüm ülkenin yüreğini ağzına getirdi.
Neyse ki can ve mal kaybı yaşanmadı kentte. Kimi yer bilimci uzmanlara göre, daha büyük depremin habercisi son deprem. Bazı yer bilimciler ise beklenen depremin bu olduğunu yakın gelecekte daha büyük deprem yaşanmayacağı iddiasındalar.
İstanbullular başta tüm ülkeye bir kez daha geçmiş olsun.
Vekil başkanı Yerlikaya çağırdı
İstanbul’u sokağa döken depremin ardından, devlet alarma geçti.
Bir yandan İçişleri Bakanlığı bünyesindeki AFAD, diğer yandan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı AKOM, depremin merkez üssü ve hissedilen bölgelerde çalışma başlattı.
Can ve mal kaybının olmaması hakikaten sevindirici bir durum. Ancak, depremin ardından kentte başlatılan “çift başlı” çalışmalar dikkati çekti ne yazık ki.
Deprem sonrasında başlatılan çalışmalarda, AFAD ile AKOM’un koordinesiz biçimde hareket etmesi “felakette bile iktidar ile muhalefetin bir araya gelemediğini” göstermesi, siyasi tarihe geçecek türden maalesef.
İktidarın yönetimindeki devlet kurumlarından oluşan AFAD ile muhalefet partisinden seçilen belediyeye bağlı AKOM’un çalışmalarından örnekleri aktardığımda tablo daha net anlaşılacak.
Depremin hemen ardından İstanbul’da bulunan bakanlardan Gençlik ve Spor Bakanı Dursun Aşkın Bak, AFAD’a geçerek yönetimi devraldı. Kentteki, AFAD başta olmak üzere sivil ve asker yöneticiler İl Afet Merkezi’nde toplandı.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili Nuri Aslan ise belediyedeki yönetici kadrolarını AKOM’da buluşturdu.
İstanbul’u bilmeyenler için, bir parantez açayım; AFAD Merkezi ile AKOM arasındaki mesafe araçla yaklaşık 5-10 dakika sürüyor. Her iki yerleşke birbirine çok yakın, Eyüpsultan’da.
Tabii aynı zamanda İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu da halen cezaevinde.
Parantezi kapatayım.
Sonrasında AKOM’dan ilk bilgilendirme açıklamasının ardından İBB Başkanvekili Aslan, AKOM’dan AFAD’a geçti.
Aslına bakarsanız, İBB Başkanvekili ilk andan itibaren AFAD’da olması gerekirdi. Davet beklemeksizin sorumluluk gereği AFAD’a geçen Aslan, bakanların bulunduğu bölüme alınmadı.
Bunun üzerine yeniden AKOM’a geçerek gelişmeleri belediye üst yönetimiyle takip etti.
Akşam saatlerinde İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, ekibiyle birlikte İstanbul’a geldi. AFAD’a geçen Yerlikaya, İBB Başkanvekili Aslan’ın çağırılması talimatını verdi. Aslan, AKOM’dan AFAD’a geldi. Bakan Yerlikaya’nın başkanlığında diğer bakanlarla beraber gelişmeleri yerinde izledi.
Cumhurbaşkanı’nın masasında olmayan tek kent yöneticisi
Daha sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan Ankara’dan İstanbul’a geldi.
Erdoğan’ın X’teki sosyal medya hesabından saat 22.33’te AFAD’daki toplantıyla ilgili açıklama yapıldı. Erdoğan’ın başkanlığındaki toplantı masasında AKP’li bakanlar, parti yöneticileri, asker ve sivil kent yöneticileri yer almasına karşın, kentin vali ve garnizon komutanıyla birlikte üç asli yöneticisinden sadece birisi yoktu!
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili Nuri Aslan’dı bu isim.
Aslan, dün sabah yine Yerlikaya’nın başkanlığında gerçekleştirilen değerlendirme toplantısına davet edildi. Aslan, Yerlikaya’nın yanında yer aldı.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili Nuri Aslan (solda)
6 Şubat depreminin ağır yaşandığı kentlerden Adıyaman’a giden İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın kentteki temasları sırasında seçilmiş Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere, CHP’li olmasından dolayı davet edilmedi.
İçişleri Bakanı’nın Adıyaman’daki programında yaşanan bu tablonun İstanbul’da yaşanmaması devlet yönetimi tarafından olumlu elbette.
Belge istenince Kızılay su almaktan vazgeçti
Konu İstanbul depreminden açılmışken birkaç not daha vereyim.
İlki Kızılay’ın İBB’den içecek su talebinde bulunması. Depremle birlikte sokakta yaşamaya başlayan İstanbul halkına dağıtılmak amacıyla Kızılay, İBB’den ücretsiz içme suyu talep etti.
Bilindiği üzere Hamidiye Suyu’nun işletmesi İBB’de. Hamidiye Suyu, iktidar muhalifi belediyenin işlettiği marka olduğu için kamu kurumlarında yasaklı.
Ancak, acil ihtiyaç olsa gerek, Kızılay, İBB’den iki tır ücretsiz içme suyu talebinde bulundu. İBB yönetimi, Kızılay’ın benzer durumlardaki kötü sicili sebebiyle yazılı talep edilmesini istedi.
Kızılay, bu belgeyi vermek istemedi. Muhtemel ki, İBB’nin elinde belge olmasını uygun bulmadı. Böylece İBB, Kızılay’a suyu teslim edemedi.
Dikkat çeken diğer bir konu ise, depremle ilgili kamuoyu bilgilendirmesi yapan AKP’li bakan ve siyasetçilerin hemen her konuşmalarında “AFAD’ın açıklamalarına itibar edilmesi” yönündeki telkinleri.
AFAD’ın dışında AKOM başta olmak üzere kimi meslek odaları, sivil toplum örgütleri de yeri geldiğinde kamuoyu bilgilendirmesi yapıyor.
Mesela AFAD depremle ilgili ilk bilgilendirmesini kamuoyuyla paylaştığında AKOM’da birden fazla açıklama yapılarak kentteki gelişmeler duyuruldu.
Hatta, AKOM’un dün sabah 08.30’da yaptığı duyuruda, İBB kaynakları kullanılarak yeşil alanlarda konaklayan İstanbullulara yaklaşık 50 bin kumanya ve içme suyu temin edildiği belirtildi.
Açıklamada, Beltur’a ait beş tesisin İstanbulluların kullanıma açıldığı, kentin 41 ayrı noktasında süt dağıtımı yapıldığı, belediyeye ait 60 dolayındaki spor alanı ve tesisi yaklaşık 260 bin kişinin kullanımına sunulduğu, üç kültür merkezi ve bahçelerinin barınmaya açıldığı vurgulandı.
Depremin 24 saat sonrasında rastlayan saatlerde İçişleri Bakanı Yerlikaya’nın açıklaması şöyle oldu:
“Barınma ile ilgili olarak; 27 lojistik depo ve 54 cep depo aktif hale getirildi. İstanbul’da barınma talebi olan 51 bin vatandaşımız camilerimizde; 50 bin vatandaşımız da okul, yurt ve sosyal tesislerde barındırıldı. Yani toplamda 101 bin vatandaşımızın barınma talebi karşılandı.”
Yerlikaya’nın verdiği rakam göz önüne alınırsa, İBB’nin sağladığı barınma olanağı pek de yabana atılır cinsten değil!
Seçilmiş belediye başkanı tutuklanmış durumdaki İBB’nin deprem sonrasında elindeki olanaklarının tamamını İstanbulluların ihtiyaçlarının giderilmesinde kullandığı anlaşılıyor.
Özetle, ülkenin yaşadığı doğal felaketlerde, iktidar-muhalefet ayrımı yapılmaksızın tüm olanakların yurttaşlar için seferber edilmesi elzem.
Nitekim, İçişleri Bakanı’nın ardından söz alan son yerel seçimlerde İBB adayı olup seçimi İmamoğlu’na kaybeden Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum ise; muhalefete “daha geç kalırsak kaybımız çok daha büyük olur. El ele verelim, İstanbul'un dönüşümü için hep birlikte İstanbul'u kurtarma seferberliğini başlatsın herkes. Burada hep birlikte, muhalefeti-iktidarı, İstanbul'u kurtarma seferberliğini yürütmek mecburiyetindeyiz” çağrısında bulundu.
Kurum bu sözleri söylerken neyi düşündü bilemiyoruz ancak zararın neresinden dönülse kârdır. İktidar, İstanbul’u kurtarmak istiyorsa İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile gücünü bir araya getirmek durumda.
Önemli olan mağduriyetlerin giderilmesidir, siyaset ikinci planda kalmalı. Devleti ve ülkeyi yönetenlerin buna en yüksek derecede dikkat etmesi gerekir.
Cumhurbaşkanı’nı eleştiren slogan ve pankartlarla içinde Cumhurbaşkanı’nın geçmediği “hak hukuk adalet” gibi genel slogan dosyaları birbirinden ayrıldı. Cumhurbaşkanı’na hakaret ile suçlanan gençler tutuklu kaldı. Ve bu aşamada o gençlere yönelik ilgi kamuoyu, CHP ve medyada düştü. Bu gençlere ilgi azaldığında orada kalma süreleri de uzayacaktır…
Sabahlara kadar TV yayınlarında, radyolarda, sosyal medyada ‘her an olabilecek yeni depremler korkusu’ konuşulurken uyuyakalabildiğiniz küçücük bir anda kapınız çalınır ve ta ta! ‘Her an olabilecek yeni gözaltılardan biri daha’ gerçeğiyle yüz yüzesinizdir! Böyle bir günde, böyle bir gündemde “Nasıl ya” diye sormayın, çünkü burası Türkiye! Bugün yazacağım konu ta hafta başından -hatta geçen hafta izlediğim Saraçhane sürecinde tutuklanan gençlerin duruşmalarından beri- belliydi, ‘İçeride kalan ve adeta unutulmaya yüz tutan o gençler…’
Hatta not defterime ‘Saraçhane’nin unutulan gençleri’ diye not almışım.
Bu konuyu aniden gelişen deprem gündeminden dolayı da ötelemeyecektim, ona da karar vermiştim.
Ki ben bu kararı vermesem de devletimiz sağ olsun, deprem şokuna tutulmuş bir şehirde yeni şafak operasyonları yaparak ‘konuyu’ yine taze tuttu!
Biliyorsunuz İmamoğlu’nun tutuklanması süreciyle okullar ve sokaklar hareketlenmiş, eylemlere katılan çoğu öğrenci gencecik çocukları gözaltına almışlardı.
Burada o süreçlerden bahsettik, gençlere yapılan muameleleri ve tutukluluk süreçlerini içeriye yolladığımız sorulara aldığımız cevaplarla da gündeme taşıdık.
O günlerde ülke ‘tutuklu gençler’ konusunda duyarlıydı. Tek bir genç bile içeride kalmayana kadar onları gündemde tutacak ve birlikte hareket edilecekti.
Öyle de oldu evet, ama sadece bir süre! Çoğunluk çıkıp azınlık içeride kalınca konu da unutulmaya yüz tuttu.
Nasıldı ilk günler hatırlayalım…
Vatandaş kendi iradesiyle sayaç yayımlıyordu, CHP’li vekillerce her bir tahliye takip ediliyordu, her bırakılan genç cezaevi kapısında kameralarla karşılanıyordu. Fakat sayı 300’lerden 46’ya düşünce ilgi de dağıldı maalesef.
Peki bu içeride kalan, tahliyesi hızla gerçekleşmeyen gençlerin diğerlerinden farkı nedir? Ona da bakmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu sorunun cevabı da çok net; ‘cumhurbaşkanına hakaret suçu’ kapsamına alınmış olmaları. Nedir bu suça gerekçe gösterilen eylemler peki? Elbette ki eylemler esnasında atılan sloganlar ve taşınan pankartlar.
Nedir bu suçlamaya sebep gösterilen söylemlerin, yazıların içerikleri onları da açıklığa kavuşturalım; siyaset rutininde, TBMM çatısı altında bile çoğu sürekli tekrarlanan ifadeler.
Yani bir şekilde Cumhurbaşkanı’nı eleştiren içeriklerle, içinde Cumhurbaşkanı’nın geçmediği genel slogan -örneğin, hak hukuk adalet gibi- dosyaları birbirinden ayrıldı.
Cumhurbaşkanı’na hakaret ile suçlananlar da tutuklu kaldı. Ve bu aşamada bu gençlere yönelik ilgi hem halk hem CHP hem de gazeteciler açısından gözle görünür düzeyde düştü.
Önce bu çocuklara ‘vatan kahramanı’ muamelesi yapıp, “Geleceğimiz sizsiniz”, “Sonuna kadar arkanızdayız” iddialılığı, sonra da aynı gençleri unutulmaya terk etmenin faturasının hepimizin için ağır olacağını düşünenlerdenim.
Neden öyle düşündüğümü de hemen anlatmak isterim…
Zira sadece demokratik haklarını kullandıkları için tutuklanan bu gençler üzerinden genel bir gözdağı verilmek istenmekte, Tayyip Erdoğan’ın adını bu tarz eylemlerde anmanın nelere mal olabileceği ibretiâlem olacak şekilde tüm kamuoyuna gösterilmektedir.
Bu gençlere ilgi azaldığında, unutulduklarında orada kalma süreleri de uzayacaktır.
Biliyoruz, yaşadık, tecrübe ettik.
Hâlâ bir miktar kamuoyu gücümüz var!
Sönümlenmeye bırakılan her alanda bu güç daha da eriyecektir, onu da geçmiş deneyimlerden biliyoruz.
O yüzdendir ki sizin, bizim, herkesin bu gençlere sahip çıkması ve onları unutturmaması, en sonuncusu tahliye edilene kadar konuyu gündemde tutması gerekir.
/././
Haritalar savaşı-Hasan Göğüş-
Her iki tarafın da mutedil açıklamaları ve deniz mekânsal planlaması haritalarının aynı gün yayınlanmış olması, Yunanistan ve Türkiye’nin gelişmelerden birbirlerini önceden bilgilendirdikleri, hatta belirli bir eşgüdüm içerisinde hareket ettikleri olasılığını akla getiriyor
Savaş denilince illa devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek, birbirlerini yok etmek için silahlı mücadeleye başlamalarını anlamamak gerek. Türlü çeşitli savaş var. Soğuk savaş, psikolojik savaş, yıldızlar savaşı, sinir savaşı bunlardan sadece bazıları.
Türklerin en fazla savaştığı millet, tarih bilgim beni yanıltmıyorsa galiba Ruslar. 1677-1918 arasındaki 241 yılın 54’ü Rusya ile savaş halinde geçmiş. Bir başka ifadeyle, bu dönemde her 18 yılda bir savaş ilan edilmiş.
İkinci sırada da Yunanlılar geliyor. Yunanlılarla giriştiğimiz savaşlara son dönemde bir de harita savaşları eklendi. Başlatan da Sevilla Haritasını yayınlayan Yunan tarafı. Sevilla haritası, 2000’li yılların başında İspanya’nın Sevilla kentindeki üniversiteye mensup bir grup akademisyenin AB’nin talebiyle Türkiye, Yunanistan ve GKRY arasında Doğu Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölge uyuşmazlığının nasıl çözümlenebileceğine ilişkin yaptığı bir çalışma. Bu nedenle, adını da Sevilla şehrinden alıyor. Harita tamamıyla yunan tezleri temelinde hazırlanmış. Türkiye’nin anakarasına ne kadar yakın olursa olsun, Yunan adalarına tam deniz yetki alanları tanıyor. Burnumuzun dibindeki minicik Meis Adası, koca Türkiye’yi Antalya Körfezi’ne hapsediyor. Resmi bir niteliği olmasa da Sevilla haritası, Yunanlıların çok hoşuna giden ve sık sık atıfta bulundukları bir harita.
Türkiye, Sevilla haritasına mavi vatan atağı ile cevap verdi. İlk kez 2006 yılında deniz kuvvetlerince düzenlenen bir seminerde dile getirilen “Mavi Vatan Doktrini” Türkiye’nin Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’de ilan ettiği deniz yetki alanları anlamına geliyor. Bu doktrine göre, Türkiye’nin 783.562 km2’lik yüzölçümüne, 462.000 km2’lik deniz alanı vatan toprağı olarak ilave ediliyor. Mavi vatan taraftarlarından bazıları işi daha da ileri götürerek Ege’deki adaların hiçbirinin, hatta Girit’in bile deniz yetki alanına sahip olmadığını savunuyorlar, Kıbrıs’ın Karpat burnunu yok sayacak kadar ileri gidiyorlar.
Haritalar savaşında bir sonraki hamle yine Türkiye’den geldi. Türkiye, önce 27 Kasım 2019 tarihinde Libya ile Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin bir anlaşma imzaladı.18 Mart 2020 tarihinde de bu anlaşmadaki sınırlandırmayı içeren haritayı Birleşmiş Milletler’de kayda geçirdi. Tabii bu arada Yunanistan da boş durmadı. Mısır ile bazı bölgelerde Türkiye-Libya Anlaşması ile çakışan bir anlaşma imzaladı, kendi haritasını yayınladı.
Deniz Mekânsal Planlaması
Haritalar savaşının son perdesi, 15 Nisan’da yaşandı. UNESCO bünyesinde kurulan Oşinografi Komitesi’nin koordinasyonunda kıyı devletlerine önerilen Deniz Mekânsal Planlaması (DMP), deniz ve kıyı alanlarındaki faaliyetlerin uyum içinde yürütülmesini sağlamak amacıyla geliştirilen, bilim temelli bir planlama sürecidir. AB tarafından 2014 yılında yayınlanan bir direktifle, AB üyesi ülkeler için zorunlu hale getirilmiştir. Türkiye ve Yunanistan aynı gün Deniz DMP haritalarını açıkladılar. İşin aslını incelemek zahmetine girmeyen malum çevreler, Yunanistan’ın bu haritayla karasularını 12 mile çıkardığını, burnumuzun dibindeki adaların elden gittiğini öne sürerek yine “ver mehteri” nakaratlarına başladılar. Her şeyden önce ne Yunanistan’ın ne de Türkiye’nin hazırladığı DMP haritaları, gösterilen alanlarda egemenlik kurdukları anlamına geliyor. Nitekim Yunan Dışişleri’nce yapılan açıklamada, bu haritanın egemenlik hakkı oluşturmadığı veya kıta sahanlığı sınırı ilan etmek anlamına gelmediği vurgulanıyor. Haritada Yunanistan’ın Ege’deki karasuları genişliği de iddia edildiği gibi 12 değil, 6 mil olarak gösterilmiş. Türkiye’nin DMP haritasında ise Ege’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılması için orta hat esas alınmış. Türkiye Anakara’sına yakın Yunan adalarına deniz yetki alanı tanınmamış. Böylelikle her iki taraf da DMP’ler aracılığıyla mevcut müzakere pozisyonlarını konsolide etmiş oldular.
Türkiye'nin yayımladığı Deniz Mekânsal Planlama haritası
Yunanistan'ın yayımladığı resmî harita
Yeni bir kriz çıkmadı
DMP’lerin açıklanması İsrail, GKRY ve Yunanistan arasında elektrik bağlantısı sağlanması için deniz tabanına kablo döşenmesi, Mora yarım adasının güneyinde Türkiye ile Libya arasındaki anlaşmada kayıtlı bazı alanlarda Amerikan petrol şirketlerine sondaj lisansı verilmesiyle Ege’de gerilimin arttığı bir döneme rastladı. Mevcut olumsuz ortama rağmen DMP haritaları yüzünden yeni bir kriz yaşanacağına ilişkin endişeler yersiz çıktı. Her iki tarafın da mutedil açıklamaları ve DMP haritalarının aynı gün yayınlanmış olması Yunanistan ve Türkiye’nin gelişmelerden birbirlerini önceden bilgilendirdikleri, hatta belirli bir eşgüdüm içerisinde hareket ettikleri olasılığını akla getiriyor.
Doğru adres Lahey Adalet Divanı
Yunanistan’ın DMP’nın açıklanmasından sonra Yunan Skai televizyonuna konuşan Dışişleri Bakanı Geripetrides, Türkiye’nin tepkisi sorulduğunda, “Türkiye’nin kendi görüşleri var. Tepkiyi bekliyorduk. Eğer farklı iki görüş varsa, orta yol da vardır. Çözüm yolu da münhasır ekonomik bölge için tahkimname hazırlanmasıdır” diyerek Lahey Adalet Divanı’nı adres gösterdi.
Ege’deki sorunlar için kavga edip karakolluk olmaktansa, görüşüp anlaşarak mahkemelik olmak, sanki iki taraf için de daha hayırlı olacak gibi görünüyor.
Saray ikinci operasyon dalgası için düğmeye bastı: Rant ve talan için yol temizliği
Saray rejimi 19 Mart darbesinin ardından İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne düzenlediği operasyonlarda ikinci perdeyi açtı. Kanal İstanbul projesinin önünde engel olarak görülen İBB yöneticileri hedef alınırken, 50 kişi gözaltına alındı. Bu operasyon dalgasıyla belediye fiili olarak çalışamaz duruma getirilmeye çalışılıyor. Gözaltılar arasında özellikle imar ve şehircilik işleri ile İSKİ’de çalışan kadroların bulunması, rejimin rant ve talan politikaları için yol temizliği niteliğinde.
Kanal İstanbul güzergâhında bulunan Sazlıdere Barajı çevresindeki konutlara İSKİ yıkım kararı çıkarmıştı.
Saray’ın 19 Mart darbesinin ardından dün sabah saatlerinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) yönelik ikinci bir operasyon dalgası için düğmeye basıldı. Bir yandan kendisine rakip olarak gördüğü İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu siyaset sahnesinden silmek isteyen Saray yönetimi, diğer yandan da rant ve talan politikalarının karşısında yer alan tüm figürleri etkisizleştirmek için kolları sıvadı.
‘Yolsuzluk’ soruşturması kapsamında düzenlenen operasyonda, aralarında İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi Müdürü (İSKİ) Şafak Başa ve İBB Genel Sekreter Yardımcısı Arif Gürkan Alpay'ın da bulunduğu 50 kişi daha gözaltına alındı. Soruşturma kapsamında 53 kişi hakkında daha gözaltı kararının olduğu öğrenildi. Gözaltına alınanların ev ve iş yerlerinde arama yapıldı. Yapılan operasyonda özellikle İBB’nin İSKİ, imar ve şehircilik birimlerine yönelik olması dikkat çekti.
İBB Genel Sekreter Yardımcısı Vekili Ramazan Gülten, Zabıtadan Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı Murat Yazıcı, İBB Teknoloji Grup Başkanı Erol Özgüner, eski Mezarlık İşleri Dairesi Başkanı Ayhan Koç, eski Zabıta Daire Başkanı Engin Ulusoy ve Ekrem İmamoğlu'nun Özel Kalem Müdürü Kadriye Kasapoğlu'nun da gözaltına alınanlar arasında olduğu öğrenildi. Ayrıca gözaltına alınanlar arasında, tutuklu İBB Medya AŞ Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ongun'un eşi Gözde Ongun ve 19 Mart operasyonunda gözaltına alınıp serbest bırakılan emekli İBB Genel Sekreteri Can Akın Çağlar ile birlikte Ekrem İmamoğlu'nun eşi Dilek İmamoğlu’nun ağabeyi Cevat Kaya da yer aldı.
Bugünün BirGün'ü
BAŞSAVCILIKTAN AÇIKLAMA
Gözaltılara ilişkin İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi:
"Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğümüzce İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı koordinesinde yürütülen soruşturma kapsamında; 19.03.2025 tarihinde yapılan eş zamanlı operasyon neticesinde 101 şüpheli şahıs hakkında işlem tesis edilmiştir. Operasyon sonrası devam eden çalışmalarda tespit edilen 53 şüpheli hakkında 26.04.2025 tarihinde İstanbul, Ankara ve Tekirdağ illerinde yapılan eş zamanlı operasyonlarda 50 şüpheli yakalanarak gözaltına alınmış, firari 3 şüphelinin yakalanmasına yönelik çalışmalar devam etmektedir. Ev ve iş yerlerinde de aramalar sürmektedir."
Gözaltına alınanlar, sağlık kontrolünün ardından İstanbul Emniyet Müdürlüğünün Vatan Yerleşkesi'ne getirildi. Saray yönetiminin bu operasyon dalgası, rejimin İstanbul’a çökme planı olarak değerlendirildi. Belediyenin muhalefete geçmesiyle birlikte rant kapıları daralan tarikat ve vakıflara, halkın sahillerinde kaçak yapılarla konuşlanan mafya ve çetelere, aldıkları ihalelerle zenginliklerine zenginlik katan yandaşlara göz kırpan Saray yönetimi, 19 Mart sonrasında hızlandırdıkları Kanal İstanbul Projesi için de yol temizliğine girişti.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanvekili Nuri Aslan, operasyonlar sonrasında CHP’li ilçe belediye başkanları ve İBB yöneticileriyle birlikte basın açıklaması gerçekleştirdi. Aslan, gözaltılar ve Kanal İstanbul projesi arasındaki bağlantıya dikkat çekti.
Aslan, İSKİ Genel Müdürü Doç. Dr. Şafak Başa ve arkadaşlarının, Sazlıdere Barajı havzasında yoğunlaşan kontrolsüz yapılaşmaya karşı etkin önlemler almak için çalıştığının altını çizdi. Şehircilik, altyapı ve afet yönetimi gibi İstanbul için hayati önemdeki alanlarda çalışan ekiplerin bu şekilde hedef alınmasından derin üzüntü duyduklarını ifade etti. Aslan şöyle devam etti:
"Sazlıdere Barajı, İstanbul’un bugünü için çok önemli olduğu gibi, Kanal İstanbul gibi tartışmalı projelerin hayata geçirilmesi durumunda yok olma riski de taşıyan stratejik bir su kaynağıdır. Bu çabaların sekteye uğratılması, İstanbul’un su hakkı ve çevresel geleceği açısından kaygı verici bir tablo oluşturmaktadır."
RANTLARI BİTİNCE SALDIRMAYA BAŞLADILAR
CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik, İBB’ye bu sabah yapılan operasyona ilişkin sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda şu ifadeleri kullandı:
"Sabaha yine şafak operasyonuyla uyandık. İstanbul Büyükşehir Belediyemize yönelik büyük bir operasyon var. İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun karşısında tam üç kez yenildiler. Rantları bitti. Halka hizmet başladı. ‘Sizi çalıştırmayacağız’ dediler. Ekrem Başkanımız ve ekibi her türlü baskıya göğüs gererek çalıştılar. Ne yaptılar? Yargıyı bir sopa gibi kullanarak siyaseti dizayn ettiler."
Çelik ayrıca, operasyonun tesadüfi olmadığını, İSKİ’nin Kanal İstanbul hattındaki Sazlıdere Barajı havzasına dikilen TOKİ konutları için kaçak yapı ve yıkım kararı verdiğini ve ardından bu operasyonun düzenlendiğini belirtti.
SİYASİ SAİKLERLE YÜRÜTÜLÜYOR
İBB’ye yönelik bu sabah yapılan ikinci dalga operasyonlara DEM Parti de tepki gösterdi. Partiden yapılan açıklamada “İBB’ye yönelik başlatılan yeni gözaltı dalgası, gündeme getirilen iddiaların zamanlaması ve kapsamı bu operasyonun siyasi saiklerle yürütüldüğünü göstermektedir’’ ifadeleri yer aldı.
ZALİMLERİN EN BÜYÜK KORKUSU PARALARI
Dün sabah gerçekleşen operasyonlarda eşi de gözaltına alınan tutuklu İBB Medya AŞ Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ongun sosyal medya üzerinden bir açıklama yayımladı. Ongun, "Kutsallara, ailelere dahi saldırdıkları bu operasyonu haftasonu yaptılar. Demek ki bu zalimlerin tek korkusu “Ekonomi ve Para Piyasaları” Bu millet size benzemez. Değerlerini, örfünü, ananesini, kazanımlarını bilir. Ha cumartesi ha pazartesi, korktuğunuz her şey gerçek olacak" dedi.
TMMOB ŞEHİR PLANCILARI ODASI’NDAN AÇIKLAMA
TMMOB Şehir Plancıları Odası’ndan yapılan açıklamada, depremin ardından en temel gündemin dirençli kentler haline gelmesi gerektiği vurgulandı. İmar, şehircilik, kentsel dönüşüm, altyapı, ulaşım ve çevre gibi kritik alanlardan sorumlu meslektaşların gözaltına alınmasının tüm yurttaşların cezalandırılması anlamına geldiği ifade edildi.
***
İBB FİİLEN ÇALIŞAMAZ HALE GETİRİLİYOR
Operasyonun ardından CHP’li vekiller ve parti kadroları da art arda yaptıkları açıklamalarda bulundu. CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın, yaptığı açıklamada ‘’Cumartesi sabahı İBB’ye büyük bir operasyon daha.. Dün avukatlara, bugün bürokratlara… İBB Özel Kalem Müdürü, yeni ve eski genel sekreter yardımcıları, grup başkanları, genel müdürler, genel müdür yardımcıları, daire başkanlarından oluşan geniş bir gözaltı listesi var. İBB fiilen çalışamaz hale getiriliyor’’ ifadesini kullandı.
Gerçek sebep Kanal İstanbul CHP Genel Başkan Yardımcısı Ensar Aytekin de X hesabından yaptığı paylaşımda, operasyonun, Kanal İstanbul güzergâhındaki Sazlıdere Barajı’ndaki TOKİ inşaatıyla ilgili olduğunu savundu.
CHP Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır, “Bu operasyon, rant ve talan projesi Kanal İstanbul’a engel olan İstanbul’un muhafızlarına yöneliktir. İstanbul teslim olmayacak. Türkiye teslim olmayacak” ifadelerine yer verdi.
CHP Şanlıurfa Milletvekili Mahmut Tanal operasyona ilişkin, "Sandıkta yenemeyenler, şimdi kumpas ve esaret yoluyla İBB’yi ele geçirme peşindedir. Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması yetmedi; şimdi ekibine ve bürokratlara operasyon düzenliyorlar" dedi.
BAŞROL OYUNCUSU ERDOĞAN
CHP Grup Başkanvekili Murat Emir operasyona ilişkin, “İBB ve İSKİ yöneticileri gözaltına alındı. Elbette, Arap Kanallarında dönen Kanal İstanbul reklamlarının başrol oyuncusu Erdoğan’ın talimatıyla” dedi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhanettin Bulut ise operasyona ilişkin, "İstanbul’un hakkını, hukukunu koruyan, rant çetelerine göz açtırmayan bürokratlar gözaltına alındı. İBB’nin kapısına kilit vurun, çalışamaz hale getirin de rahatlayın" diye konuştu.
Gözaltına Alınan İsimlerden Bazıları
• Ali Rıza Akyüz-Bakırköy Belediye Başkan Yardımcısı
• Turan Aydoğan-CHP Eski İstanbul Milletvekili (2018–2023)
• Şafak Başa-İSKİ Genel Müdürü
• Zeynep Ayten Gözde OngunMurat Ongun’un eşi
• Elçin Karaoğlu-İBB Boğaziçi İmar Müdürü
• Turgut Tuncay Önübilgin-İBB Eski Genel Sekreteri
• Murat Yazıcı-İBB Eski Genel Sekreteri
• Mehmet Çakılcıoğlu-İBB Eski Genel Sekreteri
• Arif Gürkan Alpay-İBB Genel Sekreter Yardımcısı
• Fatih Özçelik–İBB Emlak Yönetimi Başkan Vekili
• Begüm Çelikdelen-İSKİ Genel Müdür Yardımcısı
• Ramazan Gülten-İBB Genel Sekreter Yardımcısı Vekili
• Onur Soytürk-İstanbul İmar İnşaat Anonim Şirketi Eski Genel Müdürü
• Adem Şanlısoy-İSKİ Çevre Denetim Dairesi Başkanı
• Naim Erol Özgüner-İBB Eski Bilgi İşlem Daire Başkanı
• Kadriye Kasapoğlu- İmamoğlu’nun Özel Kalemi
***
YIKIM KARARI ALAN İSKİ’YE SABAHINA OPERASYON
Sabah erken saatlerinde ev baskınlarıyla gerçekleşen gözaltılarda İSKİ Genel Müdürü Şafak Başa ve İSKİ Genel Müdür Yardımcısı Begüm Çelikdelen’in de gözaltına alınması rejimin yol temizliğinin kanıtı olarak değerlendirildi. İSKİ’den alınan bilgiye göre, Kanal İstanbul güzergahında yer alan Sazlıdere Barajı havzasına yapılan TOKİ konutlarının Havza Koruma Yönetmeliği’ne aykırı olduğu tespit edilerek inşaatlar "kaçak yapılaşma" statüsüne alındı. İSKİ, şantiyenin 25 Mayıs 2025’e kadar kaldırılmasını, aksi takdirde yıkılacağını bildirdi. Operasyonlar sırasında Sazlıdere Barajı havzasındaki inşaatın devam ettiği gözlendi.
İSKİ’nin bildiriminin sabahına operasyon gerçekleşti. Begüm Çelikdelen, gözaltına alınmadan önce Sözcü gazetesine yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullanmıştı: "Bu baraj yüzde 100 içme suyu maksatlıydı. Bunu yüzde 0’a düşürmüşler. Ama biz hâlâ oradan günde 40-50 bin metreküp su alıyoruz. Bu barajın finansmanı için para ödüyoruz her ay. Madem sıfırladınız, neden hâlâ bizden para alıyorsunuz? Bu karar, o bölgenin havza olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Şantiye için yıkım kararı aldık. Vatandaşa nasıl uyguluyorsak, bu inşaata da uygulayacağız. Zabıta ile birlikte gidip yıkacağız."
***
NE OLDU, BOŞ DOSYANI DOLDURAMADIN MI?
İBB’ye yönelik yeni operasyon ve 50 kişinin gözaltına alınmasına tepki gösteren tutuklu İBB Başkanı ve CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu şöyle dedi:
Yalan ve iftiranın peşine düştüler İmamoğlu açıklamasında ayrıca şunları ifade etti:
"Bir avuç muhteris; milletin parasını, tapusunu, diplomasını, haysiyetini, geleceğini yok sayarak, boş dosyaları yalan ve iftira ile doldurmanın peşine düştüler."
İmamoğlu, İstanbul’un gerçek sorunlarına dikkat çekti, mevcut yönetimi halkın ihtiyaçlarından uzak olmakla eleştirdi ve Kanal İstanbul’a karşı duranların hedef alındığını vurguladı. Açıklamasını bir çağrıyla sonlandırdı:
"Sizleri, siyasi partilerimizin değerli Genel Başkanları’nı, yüksek yargı mensuplarını, herkesi sorumluluk almaya ve devletimizi çürütenlere karşı birlikte mücadele etmeye davet ediyorum."
***
SON 5 YILDA 2 BİN 58 KAÇAK YAPI YIKILDI
İBB’nin son 5 yılda 2 bin 58 kaçak yapının yıkıldığı öğrenildi. Gazeteci Bahadır Özgür, şu bilgileri paylaştı: "Yıkılan yapıların çoğunluğu kıyıları, tarihi ve SİT alanlarını ile tarım alanlarını işgal eden kafe, restoran ve iş yerleriydi." Özgür, örnek olarak şunları gösterdi:
• Salacak Sahili: 47 kaçak yapı kaldırıldı.
• Sultanahmet Meydanı, Ayvansaray ve Beyazıt: İzinsiz yapılar yıkıldı.
• Maltepe Sahili: Şelale Parkı’ndaki kaçak yapılar kaldırıldı.
• Beyoğlu Tepebaşı: İzinsiz kafeler yıkıldı.
• Çekmeköy ve Şile: Doğal sit alanlarındaki kaçak yapılar kaldırıldı.
***
Zorla iğne yapıldı, boş kâğıt imzalatılmak istendi: Özel hastanede darp iddiası -Deniz Güngör-
‘Yenidoğan çetesi’ davası kapsamında kapatılan Özel Bağcılar Şafak Hastanesi’nde çalışan Doktor Satıcı’ya 5 ay boyunca hak edişleri verilmedi. Babası yerine görüşmeye giden Ender Satıcı, hastane personelince darbedildiğini iddia etti. Bilirkişi raporunda ise olaya dair kamera görüntülerinin hastaneye ait çıkmadığı aktarıldı.
Sağlıkta özelleştirme politikaları nedeniyle hastanelerde yaşanan skandalların önü arkası kesilmiyor.
Son örnek İstanbul Bağcılar’daki ‘Yenidoğan Çetesi’ davası kapsamında kapatılan Özel Bağcılar Şafak Hastanesi’nde yaşandı. 2020 ila 2024 yılları arasında hastanede göz polikliniğini işleten Prof. Dr. Ahmet Satıcı’ya Ekim 2023’ten Şubat 2024’e dek hak edişleri verilmedi.
Ödemelerin yapılmaması üzerine uzun süre süren görüşmelerde anlaşma sağlanamazken 29 Şubat 2024’te Satıcı’nın oğlu Ender Satıcı iddiaya göre Özel Avrupa Şafak Hastanesi çalışanlarınca darbedilirken aynı zamanda eşyaları gasp edildi. Satıcı’nın iddiasına göre 3 Şubat 2024’teki toplantıda hak ediş ücretlerini almadan Ahmet Satıcı’nın istifası istendi. Satıcı’nın teklifi kabul etmemesi üzerine Özel Bağcılar Şafak Hastanesi’nin yöneticisi C.T.Ö ve Özel Avrupa Şafak Hastanesi’nin sahibi S.Ö.’nün 500 bin TL karşılığında hastanenin göz polikliniğini kendilerine kiralayabileceğine dair teklif sunduğunu iddia eden Ender Satıcı, “Bu teklifi babam kabul etmedi ve biriken alacaklarını vermelerini istedi” dedi.
‘ELEKTRONİK CİHAZLARA EL KONULDU’
12 Şubat 2024’te söz konusu hastanenin sahibi S.Ö.’nün de katıldığı bir toplantı daha düzenlendi. Satıcı, “S.Ö. babama ‘Alacağının yarısından vazgeçmezsen seni hiç bir hastanede çalıştırmam. Bütün özel hastanelerle bağlantım var, benim çevrem çok geniş. Cumhurbaşkanının bile bende numarası var’ demiş. Babam haklarından vazgeçmeyeceğini söyleyince ‘Madem alacağının yarısından vazgeçmiyorsun cihazlarını da alacağım’ demiş” diye konuştu. İddianamede yer alan bilgiye göre toplantıda uzlaşma sağlanamaması üzerine S.Ö.’nün talimatı ile Satıcı’nın kendi tedarik ettiği poliklinik cihazları personel tarafından alıkonuldu. İddianamede ayrıca bu olaya ilişkin Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen soruşturma kapsamında ifadesi alınan Ö.Y.’nin makineleri almadan önce görüştüğü ‘Yenidoğan Çetesi’ davası şüphelilerinden Mustafa Kazan’ın talimatı S.Ö.’den aldığını söylediğini aktardı.
‘BORÇLU GÖSTERMEYE ÇALIŞTILAR’
13 Şubat 2024’te S.Ö. ile Ender Satıcı arasında Özel Avrupa Şafak Hastanesi’nde yeniden bir görüşme gerçekleştirildi. Satıcı’nın iddiasına göre burada S.Ö., Doktor Ahmet Satıcı’nın borçlu olarak gösterildiği iki ayrı senedi imzalatmaya çalıştı. Satıcı, S.Ö.’nün “Bu çekleri imzalarsanız cihazlarınızı veririm, doktorun da hastanede çalışmaya devam etmesine izin veririm böylece hak ediş ücretlerini almasına fırsat tanırım” dediğini ileri sürdü. Babası yerine imza atma yetkisi olduğunu söyleyen Satıcı, söz konusu çeklere imzalamayı reddettiklerini ifade etti.
29 Şubat 2024’te Ender Satıcı, hastanede şüpheli S.Ö. ile yaptığı görüşmenin ses kaydının, babasına ait cihazların alındığı ana ilişkin güvenlik kamerası görüntülerinin ve hak edişlerine dair belgelerin yer aldığı tablet ile S.Ö. ile görüşmek üzere Özel Avrupa Şafak Hastanesi’ne gitti. Satıcı burada S.Ö. ile yaptığı görüşme sırasında konuştuklarını kaydettiğini ifade etti. S.Ö.’nün tableti almaya çalıştığı ancak alamayınca personel ile Satıcı’yı koridorda yere atarak şüpheli T.G.’nin Satıcı’ya sakinleştirici ilaç olan “diazem” enjekte edildiği iddia edildi. Satıcı’nın ifadesinin de yer aldığı iddianamede, Satıcı’nın iğne yapılmak için kolları ile bacakları tutulurken tabletinin, kolundaki akıllı saatin ve telefonunun şüphelilerce alındığı belirtildi. Şüpheliler daha sonra alınan ifadelerinde “iğneyi tıbbi gerekçelerle yaptıklarını” ileri sürdü.
KAMERA KAYITLARI DEĞİŞTİRİLDİ
Ancak yaşananlar bununla da sınırlı kalmadı. Satıcı’ya olay yerinden kaçmaya çalışırken şüpheli M.A. tarafından başka bir odaya götürülerek burada başka bir hemşire tarafından ikinci kez sakinleştirici iğne yapıldı. Olay yerine polisin gelmesi üzerine ise olay sonlandı. Polisin olay yerine gelmesiyle birlikte Satıcı’nın telefonu kendisine teslim edildi. Ancak tablet ve akıllı saatin Bilişim Teknolojileri ve İletişim Kurulu (BTK) kayıtları incelendiğimde Satıcı’nın hastanede bulunduğu süre zarfında hastaneden ayrıldığı görüldü.
İddianameye göre, olayın soruşturulması için hastaneden güvenlik kameralarının görüntüleri istendi. Ancak Özel Avrupa Şafak Hastanesi tarafından teknik servise verildiği iddia edilen görüntülere el konulduğu belirtilen iddianamede güvenlik kamerası içerisindeki görüntülerin hastaneye ait olmadığına dikkat çekildi. Bilirkişi raporuna göre görüntülerin bir markete ait olduğu belirlendi. Aynı zamanda incelenen bir başka kamera kaydı görüntülerinin ise yine hastaneye değil, farklı bir işyerinde ait olduğu aktarıldı.
Bilirkişi raporunda kamera kayıtlarına format atıldığı veya içerikte bulunan görüntülerin değiştirildiği ya da kayıt cihazı ve telefonun değiştirilmiş olabileceği vurgulandı. Polis geldiğinde geri verilen telefondaki ses kaydı, savcılık tarafından bilirkişi ile raporlandırılmış ve ses kaydında Ender Satıcı’nın tehdit edildiği elindeki cihazların alınması ve verilerin silinmesi için Seçim Ö.’nün emir verdiği bilirkişi raporu ile belgelendi.
İDDİALARIN HEPSİNİ REDDETTİLER
Cevap hakkı için aradığımız Özel Avrupa Şafak Hastanesi’nin sahibi S.Ö. ve Hastane Müdürü E.B. haklarındaki iddiaları reddetti. E.B. “Ben yaşananları polise şahit olarak anlattım, kendisini tanımıyorum” dedi. “Olay gününe dair kamera görüntüleri değiştirildi mi?” diye sorduğumuz E.B. bu iddiaları da yalanladı.
14 sanık hakkında “Silahla işyerinde yağma”, “kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma” suçlamasıyla kamu davası açıldı. Davanın ilk duruşması 6 Mayıs’ta İstanbul 36. Ağır Ceza Mahkemesi’nde saat 09.30’da görülecek.
***
SAHTE ÇEK DÜZENLENDİ
İstanbul Bahçelievler JFK Hastanesi’nde 2001-2010 yılları arasında çalışan Doktor Nadide Korkut, aralarında S.Ö.’nün de bulunduğu 6 kişi tarafından dolandırıldığı iddiasıyla dava açtı. Haziran 2010’da 6 ay boyunca mali haklarının verilmemesi üzerine dava açan Korkut’a Bakırköy 19. İş Mahkemesi, 253 bin TL ödeme yapılmasına hükmetti. Ancak 20 Şubat 2015’te S.Ö., H.G. ve P.H. ödemeleri gereken 253 bin TL’nin 200 bin TL’sini banka yoluyla, 53 bin TL’sini ise elden vermek istediklerini belirtti. Bu teklifi kabul eden Korkut’a boş bir kâğıda imza attırıldı. Bu kâğıdın, alacaklısı M.Ö., borç miktarı da 752 bin TL olarak senede dönüştürüldüğü iddianamede yer aldı. İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesi, 6 sanığı “kurum ve kuruluşları, tüzel kişiliklerin araç olarak kullanılması suretiyle dolandırıcılık” suçlamasıyla 10 ay hapis ve 5 gün adli para cezasına çarptırdı. Hükmün açıklanması geri bırakıldı.
***
Çocuk Kuran kurslarına rekor kaynak transferi -Mustafa Bildircin-
Aile Bakanlığı’nın, çocuk Kuran kursları için yaptığı destek ödemesi hesaplandı. Bakanlık, “laikliğe aykırılık” gerekçesiyle yargıya da taşınan 4-6 Yaş Kur’an Kursu Desteği Programı kapsamında 2023 ve 2024 yıllarında Kuran kursuna giden 135 bin 406 çocuk için 92,1 milyon TL ödeme yaptı.
Öğrencilerin beslenmesi, barınması ve hijyenik koşullarda eğitim alması için atılması gereken adımlara "kaynak yetersizliği" işaret ediliyor ancak dini eğitime kaynaklar bol kepçeden harcanıyor.
Birbiri ardına gündeme gelen istismar skandallarıyla dikkatleri üzerine çeken çocuk Kuran kurslarına Aile Bakanlığı rekor kaynak aktarıyor.
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasında 27 Ocak’ta, “4-6 Yaş Kuran Kursu Desteği Programı Protokolü” imzalandı. Protokolün 3294 Sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Kanunu kapsamında imzalandığı belirtildi. Protokol ile “Ekonomik bakımdan dezavantajlı ailelerin” çocuklarını 4-6 yaş Kuran kurslarına kaydettirmeleri halinde kayıt ücretinin bakanlık bütçesinden karşılanması öngörüldü.
Bakanlık ile Diyanet arasında imzalanan protokol, “Anayasa’ya aykırılık teşkil ettiği” iddiasıyla yargıya taşındı. Çok sayıda derneğin protokolün yürütmesinin durdurulması talebiyle yaptığı başvurunun talep dilekçelerinde, kamu bütçesinden belirli bir inanç için harcama yapılmasının, “Ayrımcılık” olduğu kaydedildi.
DİYANET’E 92,1 MİLYON LİRA
Tüm itirazlara ve devam eden yargı sürecine karşın Diyanet ile Bakanlık, protokolü işletmeye devam etti. Çocuklara uygun olmadığı gerekçesinin yanı sıra denetimden uzak olduğu gerekçesiyle de tepki çeken çocuklara yönelik Kuran kurslarında yaşanan istismar olaylarının ardından, Aile Bakanlığı ve Diyanet arasında imzalanan protokol bir kez daha gündeme geldi.
Bakanlık'ın, 17 Ocak 2023'te imzalanan protokol kapsamında 2 sene önce Diyanet'e 50 milyon 789 bin 850 TL aktardığı öğrenildi. Bakanlık, protokol kapsamında 2024'te de para aktarmayı sürdürdü. Aile Bakanlığı’nın, geçen sene Diyanet’e 4-6 Yaş Kuran Kursları için aktardığı kaynak ise 41 milyon 367 bin 150 TL oldu. Protokol kapsamında 2023 ve 2024 yıllarında Diyanet’e aktarılan toplam kaynak ise kayıtlara, 92 milyon 157 bin TL olarak geçti. Toplam 92,1 milyon TL’lik kaynağın 135 bin 406 çocuk için kullanıldığı bildirildi.
***
Altı bezleniyormuş ama üç aydır firari!-İsmail Arı-
Depremde 151 kişinin ölümünden sorumlu tutulan ve 89 gündür firari olan AKP Maraş İl Başkan Yardımcısının babası Hacı Mehmet Ersoy’un avukatı, “Müvekkilimin altı bezleniyor yakalama kararını kaldırın” dedi.
Deprem felaketinde Maraş’taki Palmiye Sitesi 151 kişiye mezar oldu, 17 kişi de yaralandı. 151 kişinin ölümünden sorumlu tutulan AKP Kahramanmaraş İl Başkan Yardımcısı Eray Ersoy’un babası müteahhit Hacı Mehmet Ersoy ise 89 gündür firari.
Kahramanmaraş 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde süren davada, Hacı Mehmet Ersoy "bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma" suçundan yargılanıyor. Ancak 26 Aralık 2024’te tutuklanan Ersoy, 17 Ocak’ta tüm itirazlara cezaevinden tahliye edildi.
Tahliyenin gerekçesi ise "Sanığın cezaevi şartlarında ağır hastalığı ve kocama hali nedeniyle hayatını yalnız idame ettiremeyeceği" diye açıklandı. Palmiye Sitesi’nde hayatını kaybedenler ile yaralananlar, mahkemeye peş peşe dilekçe vererek karara itiraz etti. Kahramanmaraş 4. Ağır Ceza Mahkemesi, 29 Ocak'ta ailelerin itirazı üzerine müteahhit Ersoy'u tutuklamak üzere yakalama kararı çıkardı. Yakalama kararına rağmen Ersoy, kayıplara karıştı.
Firari Hacı Mehmet Ersoy’un avukatı Mehmet Saka, Kahramanmaraş 3. Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvurdu. Saka, 89 gündür firari olan Ersoy’un hasta olduğunu ve hasta alt bezi kullandığını da belirterek yakalama kararının kaldırılmasını istedi.
Palmiye Sitesi’nde annesi, babası ve kardeşini kaybeden İrem Türkmener Karslı ise BirGün’e yaptığı açıklamada, “Hacı Mehmet Ersoy hâlâ yakalanmadı. Ama bu firarinin avukatı, şu anda keyfine bakmaya devam eden bu adam adına ‘altı bezleniyor’ diye tutuklama kararının iptali için dilekçe verdi. Cezaevinde sağlık hizmeti verilemeyecek bir durumda mı? Hayır değil. Bu ülkede çok daha ağır hastalıklarla tutuklu kalan, tedavisi cezaevi şartlarında sürdürülen yüzlerce insan var. Neden Hacı Mehmet Ersoy için bambaşka bir muamele söz konusu oldu?” dedi.
ERSOY’A KİM BAKIYOR?
“Gerçek ve bilim dışı bir raporla kaçması için göz yumulan bu adamın sağlık durumu ile ilgili hiçbir ifadelerine inanmıyoruz” diyen Karslı sözlerine şöyle devam etti: “Firari olan adam için bez bağlıyor, bakıma muhtaç diye tutuklama kararına itiraz ediyorlar. Adaletsizliğin verdiği cesaret bu olsa gerek... Madem bakıma muhtaç sağlık hizmetlerine erişimi nasıl sağlıyor? Bu adama kim nerede bakıyor? Biz sağlanması gereken adalete ulaşana kadar mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz. Ne kadar oyalamaya çalışırlarsa çalışsınlar ne kadar adaletten kaçarlarsa kaçsınlar, biz ne kadar haklı olduğumuzu ve bize bu büyük acıları kimin yaşattığını çok iyi biliyoruz asla da unutmayacağız.”
İrem Türkmener Karslı, Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi’ne (CİMER) “Firari müteahhit Hacı Mehmet Ersoy’un neden hâlâ yakalanmadığını” sormuştu.
Kahramanmaraş İl Emniyet Müdürlüğü tarafından verilen yanıtta, “Aranan şahsın yakalanmasına yönelik şahsın ikamet adresi, çocuklarının ev ve iş yerleri kontrol edilmiş ancak yakalanması mümkün olmamıştır. Aranan şahsın yakalanmasına yönelik çalışmalarımız devam etmektedir” ifadeleri yer aldı.
Kuzey Kıbrıs’ta öldürülen Halil Falyalı’nın finans müdürü Cemil Önal’ın, Bugün Kıbrıs Genel Yay. Yön. Ayşemden Akın’a verdiği röportajın yankıları sürüyor. Sanal bahis ve kumarhaneler üzerinden yürütülen kara para trafiğinin Falyalı’nın ölümünden sonra da devam ettiğini anlatan Önal, Türkiye’den bazı siyasetçi ve devlet görevlilerinin ismini vererek rüşvet aldıklarını iddia etti. Anlattıkları arasında en sansasyonel olanı, Falyalı’nın şantaj için elinde tuttuğu kasetlerin, Türkiye istihbaratı tarafından ele geçirilmek istendiği iddiasıydı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in meclise taşıdığı haber TC gündemini değiştirdi. Bir hafta sonra Dışişleri Bakanlığı’ndan iddiaların ‘gerçek dışı’ olduğu açıklaması geldi. İletişim Başkanlığı ‘asılsız iddialara itibar edilmemesi’ çağrısı yaptı. Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, içinde bolca ‘şerefsiz’ sözcüğünün geçtiği bir açıklama yayınladı. Ancak AKP-MHP ortaklığı, Falyalı’yla bağlantılı rüşvet, şantaj ve kara para iddialarının araştırılmasına ilişkin komisyon kurulmasını öneren Yeni Yol Grubu’nun teklifini reddetti. Altını çizmekte fayda var, muhalefetin “milli davamız KKTC kumar, yasadışı bahis, insan kaçakçılığı, fuhuş ve kara para aklama merkezi hâline getirildi” dediği süreç AKP iktidarıyla başlamadı. Kıbrıs’ın kumarhanelerle doldurulması hemen 74 sonrasına denk düşer.
***
Geçmişten bugüne, Türkiye’de iktidar ve muhalefetin üzerinde ortaklaştığı konu Kıbrıs’ın ‘milli dava, yavru vatan’ olduğudur. Hâlbuki Kıbrıs’ın kara para aklama merkezi haline geldiğine dair iddialar 30 yıldan fazladır konuşulan bir konu. Adadaki nüfusla orantısız sayıda kumarhane ve üniversitesinin neye ve kimlere hizmet ettiği bugünün tartışması değil. Ama Türkiye, iktidarıyla muhalefetiyle, ‘yavru vatan, milli dava, sizi kurtardık’ yazılı ezber metinlerle çizilen bir siyaset yürütmeyi tercih etti. Sırrı Süreyya Önder yıllar önce KKTC’yi Türkiye’nin ‘kalın bağırsağı’ olarak tarif etmişti. Yıkanması için çok su gerek demişti. Kirli düzen yıllardır göre göre devam ettiriliyor. Türkiye’deki muhalefetin daha cesur davranması, kendini devletin resmi politik söyleminden uzaklaştırması gerekir. Örneğin Kuzey Kıbrıs’ta neden nüfus sayımının yapılmadığı sorulmalı, eğer yapılırsa, Anayasa’ya aykırı şekilde vatandaş yapılarak adaya yerleştirilen Türkiyelilerin sayısının Kıbrıslı Türkleri kat be kat geçtiğinin tespit edilebileceği ve bunun da temsiliyet sorununu ortaya çıkarabileceği üzerinde durulmalıdır. Muhalefet, KKTC’nin egemen bir devlet olduğunun dünyaya tanıtımı için yarım asırdır emek verildiğini ve bunu mahvedenin sadece AKP olduğunu düşünüyorsa yanılıyor. Zira adada çözüm olarak sunulan iki ayrı devlet politikasıyla bir arpa boyu yol gidilemedi. Tersine, bu Kuzey Kıbrıs’ı daha yalnız ve Türkiye’ye daha bağımlı hale getirdi. 2006 ve 2021 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nden gelen Mağusa ve Ercan limanlarının AB ve BM kontrolünde açılması teklifi AKP ve KKTC iktidarı tarafından reddedildi. Doğrudan uçuş ve ticareti başlatabilecek bu teklif, o çok istenen KKTC’nin tanınması yönünde önemli bir adım değil miydi? Hangi gerekçelerle reddedildi ve buna hangi muhalefet itiraz etti?
***
Diğer bir sıcak gündem de Türk Devletleri Teşkilatı’nın üç önemli üyesi Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın, AB ile stratejik ortaklığın geliştirilmesi çerçevesinde, Kıbrıs Cumhuriyeti ile diplomatik ilişkilerini büyükelçi atama seviyesine taşıması oldu. Türk devletleri, KKTC’nin kurulmasını kınayan ve devletlere tanımama çağrısı yapan BM Güvenlik Konseyi’nin 541 ve 550 sayılı kararlarına bağlı kalacaklarını açıkladı. Bunu sadece, AKP dış politikasının başarısızlığı ve ‘kardeş’ ülkelerin ihaneti üzerinden eleştirmek yetersiz kalır. KKTC’nin Türk devletleri tarafından yakın zamanda tanınacağını iddia eden Dışişleri Bakanlığı elbette bunun neden gerçekleştirilemediğini açıklamalı ve konuyu ‘aile içi mesele’ diyerek kapatmamalı. Diğer yandan ana muhalefet de, gerçekleşmesi bizzat Türkiye’nin imzalamış olduğu Garanti Anlaşması ve BM kararları gereği imkânsız olan bu tanıma ve tanıtma işlerinin, Türkiye Dışişleri tarafından halka neden ve nasıl taahhüt edildiğini sorgulamalıydı. Ama bunun yerine klasik ‘milli davamızı sattırmayız’ politikasına sarılarak milliyetçilik yarıştırmayı tercih etti. Muhalefet Kıbrıs konusuna daha büyük bir pencereden bakmayı başarabilseydi eğer, TDT üyelerinin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne büyükelçi atamasıyla asıl iflas edenin sadece iktidarın dış politikası değil, toptan Türkiye’nin KKTC politikası olduğunu görebilirdi. Artık muhalefetin ‘şeref’, ‘namus’, ‘satarım’ ‘sattırmam’ sözlerinden daha işe yarar cümleler kurması gerekir. 'KKTC sonsuza kadar yaşayacak’ deniyor da nasıl? Afedersiniz patlak bağırsakla mı?
/././
Deprem ülkesinde nükleer santral -Özgür Gürbüz-
Bir deprem ülkesinin üç köşesine nükleer santral kurmaya çalışan bir hükümetle karşı karşıyayız. Reaktörler depreme dayanıklı deniliyor. Ancak depremde nükleer santralın yaratacağı etkilerden hiç kimse söz etmiyor.
26 Nisan ÇernobilNükleer Santralkazasının 39. yıldönümü. Nükleer kazalar bir doğal afet olmasa da ardından karşı karşıya kalınan sorunların bazıları doğal afet sonrasında yaşananlara çok benzer. Binlerce insanın tahliye edilmesi gerekir, sağlık muayeneleri, üretim tesislerinin veya sahalarının kullanılamaması nedeniyle hızla alternatif üretim yöntemlerinin bulunması gibi.
1986 yılında radyoaktif bulutlar Türkiye’ye ulaştığında o zamanki hükümetin tek yaptığı radyasyonun çaya, fındığa bulaştığını inkâr etmek olmuştu. Hiçbir şey olmamış gibi yaşamamızı istediler. Elde ne karşılaştırma yapacak geçmişe ait sağlam veriler vardı ne de kaza sonrası kapsamlı bir sağlık taraması yapıldı. Türk Tabipler Birliği ve Hopa Belediyesi’nin 2006 yılında yaptığı ortak çalışma hariç. Hopa’da son üç yılda meydana gelen ölümlerin yüzde 47’sinin nedeninin kanser olduğunu böyle öğrendik. Çayda radyasyon olduğunu da ODTÜ Kimya Bölümü’nden Dr. Olcay Birgül, Dr. İnci Gökmen ve Biyoloji Bölümü’nden Dr. Aykut Kence’nin hazırladığı raporun basına sızmasıyla öğrenmiştik. Nükleer santral kurma hayalinin peşindeki hükümet nükleere zeval gelmesin istiyordu. Yurt dışına ihraç edilen fındığın itibarını koruma, ambardaki çayın parasını çıkarma derdindeydi.
Marmara’daki depremlerden sonra bugünkü hükümetin izlediği politikalar da bana aynı o yıllarda yapılanları çağrıştırıyor. Halbuki yapılacak iş belli, İstanbul’un bir bölümünü başka illere taşımalı, yeni iş olanaklarını yıkıldı yıkılacak denen bu kente değil, Anadolu’nun farklı bölgelerine dağıtmalıyız. Kenti yenilerken beton binaların değil, yeşil alanların sayısını artırmalıyız. Bu sadece bizi depremden korumaz, hava kirliliğiyle, trafik sorunuyla, kaynak israfıyla hayatımızın kalitesini düşüren birçok etkeni de alır götürür.
İSTANBUL BOŞALTILABİLİR
Türkiye büyük bir ülke ve İstanbul boşaltılabilir. Sosyal konutlarla dar gelirlilere de fırsat sunacak yeni yerleşim yerleri kurulabilir. Hatta akılcı politikalar ve teşviklerle kentten kırsala göç teşvik edilebilir, gıda üretimi sorunu bile çözülebilir. Hiç kimse kaynak var mı diye de sormasın. Koltuk sevdası için siyasi rakibi Ekrem İmamoğlu’nu hapse attırıp, ardından da dövizi baskılayabilmek için 52 milyar dolarlık bir kaynağı harcayan hükümetin bahanesi yok. Tek bildiğim mevcut iktidarın bizim iyiliğimizi düşünmediği.
Peki, itibardan ödün vermeyen hükümet ne yapıyor? Kanal İstanbul’la yüz binlerce insanı daha deprem riski altında yaşamaya çağırıyor, kentin su ve yeşil alanlarını betona boğuyor. Deprem anında kentten kaçışı zorlaştırmak için Avrupa yakasında yaşayanların önüne dev bir su kanalı daha koyuyor. Nüfus ve ziyaret yoğunluğunu artırmak için ülkenin finans merkezini İstanbul’a taşıyor. Korunması gereken alana dev bir havalimanı, köprü ve bağlantı yolları yaparak kenti kuzeye doğru genişletiyor. Kentsel dönüşüm maskesiyle dört katlı binaların yerine iki üç kat yükseklikte hatta Fikirtepe örneğinde olduğu gibi onlarca kat yükseklikte binalar kurarak, müteahhitlerine para kazandırmaya çalışıyor, bizi betona hapsediyor. Deprem olduğunda halkın kaçacak yerleri, yolları, parkları varmış diye hiç ama hiç düşünmüyor.
ADALET ORTADA YOK
İstanbul’u rant ineği gibi gören, en olmadık projelerle sağıp, keselerini en kısa sürede doldurmaya çalışan ağalara benziyorlar. Biz marabalarına değil ekecek, afet altında sığınacak bir karış toprak bile bırakma niyetleri yok. Beyoğlu’nda depremden kaçıp sığınabileceğiniz yegâne yer olan Gezi Parkı’nı korumak için çabalayan arkadaşlarımızı üç yıldır hapiste tutuyorlar. Haklılar içerde, suçlular dışarda, adalet ise ortada yok.
Çernobil’le başladık nükleerle bitirelim. Bir deprem ülkesinin üç köşesine nükleer santral kurmaya çalışan bir hükümetle karşı karşıyayız; Mersin, Sinop ve Kırklareli. Nükleer reaktörlerin depreme dayanıklı olduğunu dinleyip duruyoruz ancak nükleer kazaların reaktör binalarındaki hasarlardan çok, santrala elektrik götüren iletim hatlarındaki kesintilerle, acil durum jeneratörlerinin durmasıyla, su pompalama sitemlerindeki arızlarla ilgili olduğundan kimse bahsetmiyor. Olası bir depremde rahatlıkla zarar görebilecek bu yapılardan kimse bahsetmiyor. Akdeniz’de tsunami riski bile var. Santrallarda çalışan personelin depremde nasıl tepki vereceği, hangi tuşa basacağı bile büyük önem taşıyor. Elektrik arzı fazlası, elektriği daha ucuza farklı kaynaklardan üretme şansı olan Türkiye gibi bir deprem ülkesinde nükleer santral ısrarı neden? Yoksa turpun değil ama rant ineğinin en büyüğü nükleer heybesinde mi gizli?
/././
Koltuk korkusu neler yaptırıyor?-Attila Aşut-
Ülkemiz, Cumhurbaşkanlığı seçiminin en güçlü adayı Ekrem İmamoğlu’na yönelik Saray darbesinin ardından toplumsal bir deprem yaşamışken 23 Nisan günü İstanbul’da meydana gelen 6.2 büyüklüğündeki doğal depremle bir kez daha derinden sarsıldı. Can ve mal kaybına yol açmadığı için sevinip avunduğumuz bu yeni sarsıntı, pek hazırlıklı olmadığımız yakın gelecekteki büyük İstanbul depremini yeniden anımsatması bakımından çok uyarıcı oldu. Ne var ki merkezi ve yerel yönetimlerin sıkı işbirliğinin yaşamsal önem taşıdığı bu süreçte bile iktidar, muhalefetin yönettiği belediyeleri yok sayma tutumunu sürdürüyor. Nitekim Cumhurbaşkanı başkanlığında deprem önlemlerinin görüşüldüğü AFAD Merkezi’ndeki toplantıya AKP İstanbul İl Başkanı bile çağrılırken İBB’den kimsenin çağrılmaması, bu ayırıcı ve partizan yaklaşımın en taze örneği idi. İstanbul’da deprem çalışmalarını yürütmesi gereken İmamoğlu ve şehir plancısı arkadaşlarının, merkez üssü Silivri olan son sarsıntı sırasında Silivri zindanında bulunmaları ise filmlere konu olacak trajikomik bir siyaset sahnesi olarak belleklerde yer aldı.
Ülkede işler böyle yalapşap yürütülmeye çalışılırken iktidarın Ekrem İmamoğlu düşmanlığı hiç hız kesmiyor! Neredeyse “devlet politikası”na dönüştürdüler düşmanlıklarını. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” gibi dünyada eşi bulunmayan nadide “Türk Tipi Tek Adam Rejimi”ni mimarı ve baş savunucusu Devlet Bahçeli de, ortağının hapse attığı İBB Başkanı’na her zamanki şifreli diliyle laf sokmaktan geri durmuyor. MHP Genel Başkanı, depremle ilgili demecinde, "Unutulan ve kaderine terk edilen İstanbul”dan söz ederek şöyle diyor:
"Devlet-millet dayanışmasıyla, dahası İstanbul’un ehline ve hak eden ellere emanetiyle olası felaketlerin üstesinden gelmek mümkündür.”
Bahçeli’nin “siyaseten” ettiği böyle sözlere alışığız! O da çok iyi biliyor ki halk, tam üç kez, üstelik her seferinde artan oy oranıyla İstanbul’u en “ehil ve hak eden” bir Başkana, Ekrem İmamoğlu’na “Şehremini” (kentin güvenilir kişisi) olarak emanet etmiştir. Ama “Cumhur İttifakı”, halkın seçtiği belediye başkanlarına ne yazık ki çalışma olanağı tanımıyor. Muhalefetin elindeki yerel yönetimlere düşmanca davranıyor. Cumhurbaşkanı, “silkeleyin bunları!” diye kamuoyu önünde bakanlarına talimat veriyor…
Bahçeli, Türkiye’nin gündeminde depremin ana konu olmasını istiyor. Ne güzel! Ama bu konuda en duyarlı belediye başkanlarıyla deprem uzmanı bürokratların siyasal gerekçelerle neden inatla cezaevlerinde tutulduklarını sorgulama gereğini duymuyor. Oysa İBB soruşturmasında hukuksuzluk o kerteye vardı ki artık tutukluların avukatları, hatta avukatların avukatları bile gözaltına alınmaya başlandı! 27 Mayıs’ın olağanüstü Yassıada yargılamalarında bile görmedik böylesini! Ne yapılmak isteniyor? Şimdi sıra, savunma hakkını hepten kaldırmaya mı geldi? Ekrem İmamoğlu, bu duruma haklı olarak isyan ediyor:
"Yeter artık! Kimsiniz siz, kime ve neye hizmet ediyorsunuz? Kimden öğrendiniz bu usulleri? İnsanların namusuna ve haysiyetine saldırmaktan hicap duymuyor musunuz?"
∗∗∗
“Heybedeki turplar” söylemiyle başladı bütün bu akıl almaz operasyonlar. Oysa Yozgat’ın Cumhuriyet Meydanı’ndaki mitingde “Turpunan, şalgamınan devlet yönetilemez; devlet adaletle yönetilir” diye haykıran çiftçi Abdullah Amca, Tayyip Erdoğan’ın heybesindeki hormonlu bütün turpları çöpe attı! Ama toplumdaki büyük uyanışı ve iktidarı değiştirme kararlılığını görmeyerek hâlâ o çöplükte boncuk arayanlar varsa yolları açık olsun!
HAFTANIN NOTU
Tabelasına bile tahammül yok!
Son günlerde öne çıkan siyasal gelişmeler yüzünden bu olayı yazmakta hayli geciktim. Ama yine de kısaca değinmekte yarar görüyorum. Çünkü ülkedeki çürümeyi yansıtan bir başka örnek gibi duruyor…
Ankara’nın Çayyyolu semtindeki Konut-1 Çarşısı’nın karşısında yıllardır yeşil alan olarak kullanılan bir arazi vardı. Demokrasi Parkı’na bitişik olduğu için orayı da bu parkın uzantısı sanırdık. Meğer özel mülkmüş. İyi de, mülk sahipleri otuz yıldır neredeydiler? Oranın özel kişilere ait olduğunu gösteren bir tabela bile asmamışlardı. Herkesin belediyeye ait sandığı ağaçlıklı yeşil alan, bir gecede iş makinelerinin hışmına uğradı! Ağaçlar kesildi, kalıplar yapıldı, betonlar döküldü. Hızla yükselmeye başladı yapı. Şimdi devasa bir spor kompleksi yükseliyor orada. Semt sakinleri, “Keşke belediye burayı yıllar önce kamulaştırıp parka katsaydı ne iyi olurdu!” diyor ama artık çok geç…
Demokrasi Parkı'nın çalınan metal levhası.
Neyse, olan olmuş, bari geride kalan Demokrasi Parkı’nı koruyabilsek! Doğal bir koru görünümündeki arazi yapılaşmaya açılınca Demokrasi Parkı’nın alanı yarı yarıya küçüldü. Ama kalanı korumak da pek kolay olmayacağa benziyor. Bir ucundan denemeler başladı bile! Adi bir hırsızlık mıdır yoksa “demokrasi düşmanlığı”ndan kaynaklı bir siyasal saldırı mıdır bilmiyorum ama parkın kocaman sarı metal tabelası bir gece sökülüp götürüldü. İnsan, aynı alandaki yapılaşma ile bu olayın bir ilintisi var mıdır diye düşünmeden edemiyor…