T-24 "Köşebaşı + Gündem" -27 Nisan 2025-

İBB’yi ‘kayyum’a, İstanbul’u ‘kanal’a hazırlama operasyonları; susuzluktan depreme iktidar neleri göze alıyor?-Murat Sabuncu-

Kanal İstanbul 40 kilometre uzunluğunda, 150 metre genişliğinde, 25 metre derinliğinde yapay bir su yolu olacak. Çevre bilimciler, uluslararası ilişkiler uzmanları hatta deprem profesörleri riskleri anlatıyor. Ama bunları dinleyen yok

murat sabuncu 27 nisan

19 Mart’ta başlayan ‘İmamoğlu-İstanbul Belediyesi Operasyonu’nun ikinci dalgası için cumartesi seçilmişti. Pek muhtemel ABD Hazine Bakanı Bessent’in Hazine Bakanı Mehmet Şimşek ile yaptığı sonradan değiştirilen açıklamasında da vurguladığı ‘Türk Hükümeti’nin Türk piyasasındaki dalgalanmalar ve Türkiye’nin belirsiz ekonomik görünümüne dair’ durum daha da derinleşmesin diye. 19 Mart sonrası Merkez Bankası rezervleri 50 milyar dolar azalmış, faizlerde 350 baz puan artış olmuş, başta enflasyon yıl sonu hedefleri sarsılmıştı. Piyasalar açıkken yeni dalganın kırılgan durumu daha da zora çekileceği düşünülmüş olacak ki hafta sonu beklendi. Aradan geçen 40 günde Ekrem İmamoğlu ve arkadaşları için ortaya konulan iddiaların her biri zayıf kaldı. 12 saate sıkıştırılmış diploma iptali ve gözaltı-tutuklama operasyonu iktidar taraftarlarının çoğunu bile ikna etmedi. Saygın akademisyen İlker Aytürk T24’teki kapsamlı yazısından bu konuyla ilgili şu notları aktarmak istiyorum:

- 18-19 Mart operasyonlarının ne anlama geldiği, nasıl anlaşılması gerektiği konusundaki propaganda mücadelesini iktidar açıkça kaybetti. Ellerindeki MİT, MASAK ve türlü diğer istihbari ve bürokratik enstrümanlara rağmen, dosyaların ikna edici delillerle doldurulamadığı ve tutuklamaların buna rağmen yapıldığını herkes gördü. Eğer yalnızca yargı ayağı üzerinden yürümüş olsalardı belki iktidar, tabanını ikna etmek konusunda biraz daha başarılı olabilirdi, ancak üst üste hem diploma iptali hem de gözaltı ve tutuklama yapılması iktidarın inandırıcılığını azalttı. O kadar ki AKP parti örgütü dahi operasyonları bir seyirci gibi sessizlik içinde izledi, ta ki cumhurbaşkanının annesine yapılan hakaretlerin ardından biraz mobilize olana kadar. Bugünden sonra ortaya çıkacak itirafçıların, bulup buluşturup dosyalara eklenecek yeni delillerin bu imajı değiştirebileceğini hiç zannetmiyorum.

- 1945’ten beridir, merkez ya da uç fark etmeden, tüm sağ iktidarların söylemlerinin merkezine oturan “atanmışlara karşı seçilmişleri savunmak”, “vesayete karşı milli iradeyi temsil etmek” argümanları büyük yara aldı. İçinden milli irade iddiasını çıkarırsak Türk sağından ne kalır, sağ neye dönüşür sorularını ilk defa bu yalınlıkta düşünmek zorundayız. Nitekim operasyonları ve her halûkarda iktidarı savunan bazı cengaverler daha şimdiden “kutsal mazlumluktan” “kutsal zalimliğe” geçiş yaptılar. Boyun eğdirmek, diz çöktürmek uç sağın yeni söyleminde gittikçe daha fazla yer tutuyor. Twitter/X platformunda takip ettiğim ve bazı hizipler tarafından yönetildikleri izlenimini veren isimsiz troller, Türkiye’nin bugüne kadarki İslamcı geleneğini “orta yolcu, ezik ve pısırık” olarak tanımlıyorlar. Kaba gücü, otoriterliği estetize ederken, bir yandan da İslam ahlakının ötesine geçerek adeta Nietzsche’den ilham alan bir İslamcı Übermensch idealini övüyorlar. Tabii bunu yaparken, Türk İslamcılığını halktan ne kadar kopardıklarının, marjinalize olduklarının farkında değiller.

İlker Aytürk’ün ‘iktidar savunucuları’ olarak bahsettiği kişilerin söz ve eylemlerini analiz ederken bahsettiği ‘kutsal zalimlik’ ve Nietzche’ye atıfla yaptığı İslamcı Übermensch (üst-üstün insan) tanımları önemle kaydedilmeli. Çünkü ele alınan kesimin bu çıkışlarının önümüzdeki günlerde iktidarın her sıkıştığında kullandığı ‘seküler-muhafazakar’ kutuplaşmasının büyütülmesi noktasında bir zemin üretmek için sık sık gündeme getirileceğini düşünüyorum. İktidar taraftarı bir gazetecinin Milli Eğitim Bakanı’na yönelttiği ‘bu ülkede bir gün başörtülülerin yeniden okullara alınmadığı günleri görür müyüz?’ sorusu Bakan Tekin’in ‘bu ihtimali görüyoruz’ yanıtı zamanlaması açısından, hiç böyle bir gündem, olasılık, tartışma yokken bir alan hazırlama olarak okunabilir.

Gelelim düne… İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne yönelik soruşturma kapsamında yapılan ikinci dalga gözaltılarda 19 Mart operasyonunda gözaltına alınıp serbest bırakılan, ardından istifa eden İBB eski Genel Sekreteri Can Akın Çağlar, İBB Genel Sekreter Yardımcısı Arif Gürkan Alpay, İBB İmar Müdürü Ramazan Gülten, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun özel kalemi Kadriye Kasapoğlu, eski CHP Milletvekili Turan Aydoğan vardı.

İlginç iki nokta vardı operasyonda. Birincisi İSKİ de hedef haline gelmişti. İSKİ Genel Müdürü Şafak Başa, İSKİ Genel Müdür Yardımcısı Begüm Çelikdelen gözaltına alındı. İkincisi tutuklu Murat Ongun’un eşi Gözdem Ongun sabah çocuklarının yanında evine gidilerek göz altına alındı. ‘Eşlere uzanan bir operasyon’ hatırlanan bir hukuki durum değildi. İktidarın bu alana kadar giriyor olması her anlamda son derece sorunlu. Bu arada Ekrem İmamoğlu'nun eşi Dilek İmamoğlu'nun ağabeyi Cevat Kaya için de gözaltı kararı alındı.

Yeniden İSKİ’ye dönelim. Genel Müdür Başa ile 2023 yılının eylül ayında T24 için bir söyleşi yapmıştım. O gün yardımcılarıyla beraber İstanbul’un su ile ilgili gelecek projelerini açıklarken özellikle Kanal İstanbul ile ilgili risklerden bahsetmişti. Kendini anlatırken ‘halkın devletin bürokratı olarak’ tarif eden Başa o gün şunları anlatmıştı:

"Kanal İstanbul ile mahkemeliğiz. Şu anda imar planlarına dava açtık. Kanal İstanbul'la ilgili görüşlerimiz olumsuz. Avrupa yakasında bu kadar su sıkıntısı ve stresi varken tutup da buraya bir kanal açıp havzayı tamamen bölmek... Biliyorsunuz Sazlıdere'nin içinden geçiyor. Sazlıdere benim 180-190 milyon metreküp su kapasitesi olan bir barajım. Yok olacak. Şimdi diyorlar ki bu yok olacak ama Istrancalar'da Demirköy'e baraj yapacağız. Böyle bir çağda bu kadar nüfusun arttığı bir ortamda bir barajı yok etmeye kalkmak çok büyük risk. Ayrıca kanalın yapılması demek, buradan İstanbul'a su taşıyan isale hatlarının da kesintiye uğraması demek. Sazlıdere'nin oraya bir köprü geçişi yapımı, barajın oraya etrafında konut alanları yapılması durumu, imarla ilgili konular var dava açtık. Şu anda bilirkişi raporları lehimize. Baraj havzasının bu kadar daraltılması kabul edilemez. Zaten daralmış vaziyette. Dolayısıyla biz sonuna kadar o iki mücadeleyi yapıyoruz. Kanal İstanbul kesinlikle ve kesinlikle su kaynağını böler ve Avrupa yakasının su sorununu daha çok büyütür. Şu anda bile sorun yaşıyorken Kanal İstanbul'da bu sorun katmerlenir. Dolayısıyla yazık olur. Bakın bir örnek vereyim, yeni İstanbul havalimanı bile iki havzayı böldüğü için oraya yaptığınız her müdahale İstanbul'un kuzeyine su havzalarına müdahale anlamına geliyor. Bizim Alibey havzasının tam ucuna geldi. Yanında da Terkos havzası var. Dolayısıyla buralara daha az su geliyor. Alibey havzasının ucunun bir kısmı İstanbul havalimanına gitmiş."

Şafak Başa’nın o gün su için duyduğu endişe, başta Sazlıdere etrafında yapılacak konutların getireceği risk gerçek oldu. ‘Sosyal konut’ adıyla Sazlıdere’yi kullanılmaz hale getirecek 24 bin konut projesine başlandı. Başa’nın gözaltı kararı İSKİ’ni su havzaları yakınındaki yapılara müdahale hakkını kullanma kararından 12 saat sonra geldi.  

Bitirirken…

Kanal İstanbul 40 kilometre uzunluğunda, 150 metre genişliğinde, 25 metre derinliğinde yapay bir su yolu olacak. Çevre bilimciler, uluslararası ilişkiler uzmanları hatta deprem profesörleri riskleri anlatıyor. Ama bunları dinleyen yok. Dün İmamoğlu operasyonu birkaç anlamda sinyal verdi:

- Birincisi; ilk operasyonda ortaya çıkan ve kamuoyunu ikna etmeyen bilgilere yenilerini ekleme çabası.

- İkincisi belediyedeki kilit bürokratların gözaltına alınarak, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin çalışma koşullarının güçleştirilmesi. Pek muhtemel kayyum yolunun açılması.

- Üçüncüsü Kanal İstanbul için yol temizliği…

İBB’yi ‘kayyum’a İstanbul’u ‘kanal’a hazırlama operasyonları; susuzluktan depreme iktidarı pek çok riski göze almaya itiyor. Muhalefetin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu ve yakın çalışma arkadaşlarını tutuklayarak memleketin makul çoğunluğunu endişeye, ekonomiyi yeni bir krize sürükleyen iktidar önümüzdeki günlerde burada yeni adımlar atacağa benziyor. Kanal İstanbul’un yapımı konusundaki iktidar isteği ile muhalefetin bu konudaki direnme kararlılığı yeni ve güçlü çatışma alanı olacak. Bu arada Kürt sorununun çözümü iktidarın elindeki neredeyse tek olumlu konu. Bu noktada DEM Parti’nin dünkü gözaltıları net şekilde kınaması önemli. Bir yandan barış arayışı bir yandan demokratik mücadele mümkün olabilir mi? Göreceğiz…

                                                          /././

6,2’lik İstanbul depremi: Seçilmiş İBB Başkan vekili Aslan, Erdoğan’ın katıldığı değerlendirme toplantısına çağrılmadı!-Tolga Şardan-

Erdoğan’ın başkanlığındaki toplantı masasında AKP’li bakanlar, parti yöneticileri, asker ve sivil kent yöneticileri yer almasına karşın, kentin vali ve garnizon komutanıyla birlikte üç asli yöneticisinden sadece İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili Nuri Aslan yoktu. Aslan, dün sabah yine Yerlikaya’nın başkanlığında gerçekleştirilen değerlendirme toplantısına davet edildi; Yerlikaya’nın yanında yer aldı

6,2’lik İstanbul depremi: Seçilmiş İBB Başkan vekili Aslan, Erdoğan’ın katıldığı değerlendirme toplantısına çağrılmadı!Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul'da yaşanan depremler sonrası AFAD toplantısına katıldı

İstanbul direkten döndü çarşamba öğle saatlerinde. Dolayısıyla Türkiye de.

Eskilerin deyimiyle, “verilmiş sadakası varmış” hem İstanbul’un hem ülkenin.

Henüz iki yıl önce yaşanan, 10 kenti etkileyen ve 53 binden fazla insanımızı yitirdiğimiz 6 Şubat depremlerinin yarası sarılamamışken, İstanbul depremi tüm ülkenin yüreğini ağzına getirdi.

Neyse ki can ve mal kaybı yaşanmadı kentte. Kimi yer bilimci uzmanlara göre, daha büyük depremin habercisi son deprem. Bazı yer bilimciler ise beklenen depremin bu olduğunu yakın gelecekte daha büyük deprem yaşanmayacağı iddiasındalar.

İstanbullular başta tüm ülkeye bir kez daha geçmiş olsun.

Vekil başkanı Yerlikaya çağırdı

İstanbul’u sokağa döken depremin ardından, devlet alarma geçti.

Bir yandan İçişleri Bakanlığı bünyesindeki AFAD, diğer yandan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı AKOM, depremin merkez üssü ve hissedilen bölgelerde çalışma başlattı.

Can ve mal kaybının olmaması hakikaten sevindirici bir durum. Ancak, depremin ardından kentte başlatılan “çift başlı” çalışmalar dikkati çekti ne yazık ki.

Deprem sonrasında başlatılan çalışmalarda, AFAD ile AKOM’un koordinesiz biçimde hareket etmesi “felakette bile iktidar ile muhalefetin bir araya gelemediğini” göstermesi, siyasi tarihe geçecek türden maalesef.

İktidarın yönetimindeki devlet kurumlarından oluşan AFAD ile muhalefet partisinden seçilen belediyeye bağlı AKOM’un çalışmalarından örnekleri aktardığımda tablo daha net anlaşılacak.

Depremin hemen ardından İstanbul’da bulunan bakanlardan Gençlik ve Spor Bakanı Dursun Aşkın Bak, AFAD’a geçerek yönetimi devraldı. Kentteki, AFAD başta olmak üzere sivil ve asker yöneticiler İl Afet Merkezi’nde toplandı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili Nuri Aslan ise belediyedeki yönetici kadrolarını AKOM’da buluşturdu.

İstanbul’u bilmeyenler için, bir parantez açayım; AFAD Merkezi ile AKOM arasındaki mesafe araçla yaklaşık 5-10 dakika sürüyor. Her iki yerleşke birbirine çok yakın, Eyüpsultan’da.

Tabii aynı zamanda İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu da halen cezaevinde.

Parantezi kapatayım.

Sonrasında AKOM’dan ilk bilgilendirme açıklamasının ardından İBB Başkanvekili Aslan, AKOM’dan AFAD’a geçti.

Aslına bakarsanız, İBB Başkanvekili ilk andan itibaren AFAD’da olması gerekirdi. Davet beklemeksizin sorumluluk gereği AFAD’a geçen Aslan, bakanların bulunduğu bölüme alınmadı.

Bunun üzerine yeniden AKOM’a geçerek gelişmeleri belediye üst yönetimiyle takip etti.

Akşam saatlerinde İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, ekibiyle birlikte İstanbul’a geldi. AFAD’a geçen Yerlikaya, İBB Başkanvekili Aslan’ın çağırılması talimatını verdi. Aslan, AKOM’dan AFAD’a geldi. Bakan Yerlikaya’nın başkanlığında diğer bakanlarla beraber gelişmeleri yerinde izledi.

Cumhurbaşkanı’nın masasında olmayan tek kent yöneticisi

Daha sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan Ankara’dan İstanbul’a geldi.

Erdoğan’ın X’teki sosyal medya hesabından saat 22.33’te AFAD’daki toplantıyla ilgili açıklama yapıldı. Erdoğan’ın başkanlığındaki toplantı masasında AKP’li bakanlar, parti yöneticileri, asker ve sivil kent yöneticileri yer almasına karşın, kentin vali ve garnizon komutanıyla birlikte üç asli yöneticisinden sadece birisi yoktu!

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili Nuri Aslan’dı bu isim.

Aslan, dün sabah yine Yerlikaya’nın başkanlığında gerçekleştirilen değerlendirme toplantısına davet edildi. Aslan, Yerlikaya’nın yanında yer aldı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili Nuri Aslan (solda)

6 Şubat depreminin ağır yaşandığı kentlerden Adıyaman’a giden İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın kentteki temasları sırasında seçilmiş Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere, CHP’li olmasından dolayı davet edilmedi.

Bir önceki Büyüteç’te, bu durumu eleştirdim.

İçişleri Bakanı’nın Adıyaman’daki programında yaşanan bu tablonun İstanbul’da yaşanmaması devlet yönetimi tarafından olumlu elbette.

Belge istenince Kızılay su almaktan vazgeçti

Konu İstanbul depreminden açılmışken birkaç not daha vereyim.

İlki Kızılay’ın İBB’den içecek su talebinde bulunması. Depremle birlikte sokakta yaşamaya başlayan İstanbul halkına dağıtılmak amacıyla Kızılay, İBB’den ücretsiz içme suyu talep etti.

Bilindiği üzere Hamidiye Suyu’nun işletmesi İBB’de. Hamidiye Suyu, iktidar muhalifi belediyenin işlettiği marka olduğu için kamu kurumlarında yasaklı.

Ancak, acil ihtiyaç olsa gerek, Kızılay, İBB’den iki tır ücretsiz içme suyu talebinde bulundu. İBB yönetimi, Kızılay’ın benzer durumlardaki kötü sicili sebebiyle yazılı talep edilmesini istedi.

Kızılay, bu belgeyi vermek istemedi. Muhtemel ki, İBB’nin elinde belge olmasını uygun bulmadı. Böylece İBB, Kızılay’a suyu teslim edemedi.

Dikkat çeken diğer bir konu ise, depremle ilgili kamuoyu bilgilendirmesi yapan AKP’li bakan ve siyasetçilerin hemen her konuşmalarında “AFAD’ın açıklamalarına itibar edilmesi” yönündeki telkinleri.

AFAD’ın dışında AKOM başta olmak üzere kimi meslek odaları, sivil toplum örgütleri de yeri geldiğinde kamuoyu bilgilendirmesi yapıyor.

Mesela AFAD depremle ilgili ilk bilgilendirmesini kamuoyuyla paylaştığında AKOM’da birden fazla açıklama yapılarak kentteki gelişmeler duyuruldu.

Hatta, AKOM’un dün sabah 08.30’da yaptığı duyuruda, İBB kaynakları kullanılarak yeşil alanlarda konaklayan İstanbullulara yaklaşık 50 bin kumanya ve içme suyu temin edildiği belirtildi.

Açıklamada, Beltur’a ait beş tesisin İstanbulluların kullanıma açıldığı, kentin 41 ayrı noktasında süt dağıtımı yapıldığı, belediyeye ait 60 dolayındaki spor alanı ve tesisi yaklaşık 260 bin kişinin kullanımına sunulduğu, üç kültür merkezi ve bahçelerinin barınmaya açıldığı vurgulandı.

Depremin 24 saat sonrasında rastlayan saatlerde İçişleri Bakanı Yerlikaya’nın açıklaması şöyle oldu:

“Barınma ile ilgili olarak; 27 lojistik depo ve 54 cep depo aktif hale getirildi. İstanbul’da barınma talebi olan 51 bin vatandaşımız camilerimizde; 50 bin vatandaşımız da okul, yurt ve sosyal tesislerde barındırıldı. Yani toplamda 101 bin vatandaşımızın barınma talebi karşılandı.”

Yerlikaya’nın verdiği rakam göz önüne alınırsa, İBB’nin sağladığı barınma olanağı pek de yabana atılır cinsten değil!

Seçilmiş belediye başkanı tutuklanmış durumdaki İBB’nin deprem sonrasında elindeki olanaklarının tamamını İstanbulluların ihtiyaçlarının giderilmesinde kullandığı anlaşılıyor.

Özetle, ülkenin yaşadığı doğal felaketlerde, iktidar-muhalefet ayrımı yapılmaksızın tüm olanakların yurttaşlar için seferber edilmesi elzem.

Nitekim, İçişleri Bakanı’nın ardından söz alan son yerel seçimlerde İBB adayı olup seçimi İmamoğlu’na kaybeden Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum ise; muhalefete “daha geç kalırsak kaybımız çok daha büyük olur. El ele verelim, İstanbul'un dönüşümü için hep birlikte İstanbul'u kurtarma seferberliğini başlatsın herkes. Burada hep birlikte, muhalefeti-iktidarı, İstanbul'u kurtarma seferberliğini yürütmek mecburiyetindeyiz” çağrısında bulundu.

Kurum bu sözleri söylerken neyi düşündü bilemiyoruz ancak zararın neresinden dönülse kârdır. İktidar, İstanbul’u kurtarmak istiyorsa İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile gücünü bir araya getirmek durumda.

Önemli olan mağduriyetlerin giderilmesidir, siyaset ikinci planda kalmalı. Devleti ve ülkeyi yönetenlerin buna en yüksek derecede dikkat etmesi gerekir.

Aksi tutum ve yaklaşımlar üzücüdür.

                                                      /././

Hey oradakiler, sesim geliyor mu; gençleri içeride unuttuk mu?-Tuğçe Tatari-

Cumhurbaşkanı’nı eleştiren slogan ve pankartlarla içinde Cumhurbaşkanı’nın geçmediği “hak hukuk adalet” gibi genel slogan dosyaları birbirinden ayrıldı. Cumhurbaşkanı’na hakaret ile suçlanan gençler tutuklu kaldı. Ve bu aşamada o gençlere yönelik ilgi kamuoyu, CHP ve medyada düştü. Bu gençlere ilgi azaldığında orada kalma süreleri de uzayacaktır…

Hey oradakiler, sesim geliyor mu; gençleri içeride unuttuk mu?

Sabahlara kadar TV yayınlarında, radyolarda, sosyal medyada ‘her an olabilecek yeni depremler korkusu’ konuşulurken uyuyakalabildiğiniz küçücük bir anda kapınız çalınır ve ta ta! ‘Her an olabilecek yeni gözaltılardan biri daha’ gerçeğiyle yüz yüzesinizdir! Böyle bir günde, böyle bir gündemde “Nasıl ya” diye sormayın, çünkü burası Türkiye! Bugün yazacağım konu ta hafta başından -hatta geçen hafta izlediğim Saraçhane sürecinde tutuklanan gençlerin duruşmalarından beri- belliydi, ‘İçeride kalan ve adeta unutulmaya yüz tutan o gençler…’

Hatta not defterime ‘Saraçhane’nin unutulan gençleri’ diye not almışım.

Bu konuyu aniden gelişen deprem gündeminden dolayı da ötelemeyecektim, ona da karar vermiştim.

Ki ben bu kararı vermesem de devletimiz sağ olsun, deprem şokuna tutulmuş bir şehirde yeni şafak operasyonları yaparak ‘konuyu’ yine taze tuttu!

Biliyorsunuz İmamoğlu’nun tutuklanması süreciyle okullar ve sokaklar hareketlenmiş, eylemlere katılan çoğu öğrenci gencecik çocukları gözaltına almışlardı.

Burada o süreçlerden bahsettik, gençlere yapılan muameleleri ve tutukluluk süreçlerini içeriye yolladığımız sorulara aldığımız cevaplarla da gündeme taşıdık.

O günlerde ülke ‘tutuklu gençler’ konusunda duyarlıydı. Tek bir genç bile içeride kalmayana kadar onları gündemde tutacak ve birlikte hareket edilecekti.

Öyle de oldu evet, ama sadece bir süre! Çoğunluk çıkıp azınlık içeride kalınca konu da unutulmaya yüz tuttu.

Nasıldı ilk günler hatırlayalım…

Vatandaş kendi iradesiyle sayaç yayımlıyordu, CHP’li vekillerce her bir tahliye takip ediliyordu, her bırakılan genç cezaevi kapısında kameralarla karşılanıyordu.  Fakat sayı 300’lerden 46’ya düşünce ilgi de dağıldı maalesef.

Peki bu içeride kalan, tahliyesi hızla gerçekleşmeyen gençlerin diğerlerinden farkı nedir? Ona da bakmanın önemli olduğunu düşünüyorum.

Bu sorunun cevabı da çok net; ‘cumhurbaşkanına hakaret suçu’ kapsamına alınmış olmaları. Nedir bu suça gerekçe gösterilen eylemler peki? Elbette ki eylemler esnasında atılan sloganlar ve taşınan pankartlar.

Nedir bu suçlamaya sebep gösterilen söylemlerin, yazıların içerikleri onları da açıklığa kavuşturalım; siyaset rutininde, TBMM çatısı altında bile çoğu sürekli tekrarlanan ifadeler.

Dosyalara göre, “Zıpla, zıpla, zıplamayan Tayyipçi”, “Diplomasız Erdoğan”, “Diktatör Tayyip” gibi…

Yani bir şekilde Cumhurbaşkanı’nı eleştiren içeriklerle, içinde Cumhurbaşkanı’nın geçmediği genel slogan -örneğin, hak hukuk adalet gibi- dosyaları birbirinden ayrıldı.

Cumhurbaşkanı’na hakaret ile suçlananlar da tutuklu kaldı. Ve bu aşamada bu gençlere yönelik ilgi hem halk hem CHP hem de gazeteciler açısından gözle görünür düzeyde düştü.

Önce bu çocuklara ‘vatan kahramanı’ muamelesi yapıp, “Geleceğimiz sizsiniz”, “Sonuna kadar arkanızdayız” iddialılığı, sonra da aynı gençleri unutulmaya terk etmenin faturasının hepimizin için ağır olacağını düşünenlerdenim.

Neden öyle düşündüğümü de hemen anlatmak isterim…

Zira sadece demokratik haklarını kullandıkları için tutuklanan bu gençler üzerinden genel bir gözdağı verilmek istenmekte, Tayyip Erdoğan’ın adını bu tarz eylemlerde anmanın nelere mal olabileceği ibretiâlem olacak şekilde tüm kamuoyuna gösterilmektedir.

Bu gençlere ilgi azaldığında, unutulduklarında orada kalma süreleri de uzayacaktır.

Biliyoruz, yaşadık, tecrübe ettik.

Hâlâ bir miktar kamuoyu gücümüz var!

Sönümlenmeye bırakılan her alanda bu güç daha da eriyecektir, onu da geçmiş deneyimlerden biliyoruz.

O yüzdendir ki sizin, bizim, herkesin bu gençlere sahip çıkması ve onları unutturmaması, en sonuncusu tahliye edilene kadar konuyu gündemde tutması gerekir.                      

                                                          /././ 

Haritalar savaşı-Hasan Göğüş-

Her iki tarafın da mutedil açıklamaları ve deniz mekânsal planlaması haritalarının aynı gün yayınlanmış olması, Yunanistan ve Türkiye’nin gelişmelerden birbirlerini önceden bilgilendirdikleri, hatta belirli bir eşgüdüm içerisinde hareket ettikleri olasılığını akla getiriyor

ege adaları

Savaş denilince illa devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek, birbirlerini yok etmek için silahlı mücadeleye başlamalarını anlamamak gerek. Türlü çeşitli savaş var. Soğuk savaş, psikolojik savaş, yıldızlar savaşı, sinir savaşı bunlardan sadece bazıları.

Türklerin en fazla savaştığı millet, tarih bilgim beni yanıltmıyorsa galiba Ruslar. 1677-1918 arasındaki 241 yılın 54’ü Rusya ile savaş halinde geçmiş. Bir başka ifadeyle, bu dönemde her 18 yılda bir savaş ilan edilmiş.

İkinci sırada da Yunanlılar geliyor. Yunanlılarla giriştiğimiz savaşlara son dönemde bir de harita savaşları eklendi. Başlatan da Sevilla Haritasını yayınlayan Yunan tarafı. Sevilla haritası, 2000’li yılların başında İspanya’nın Sevilla kentindeki üniversiteye mensup bir grup akademisyenin AB’nin talebiyle Türkiye, Yunanistan ve GKRY arasında Doğu Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölge uyuşmazlığının nasıl çözümlenebileceğine ilişkin yaptığı bir çalışma. Bu nedenle, adını da Sevilla şehrinden alıyor. Harita tamamıyla yunan tezleri temelinde hazırlanmış. Türkiye’nin anakarasına ne kadar yakın olursa olsun, Yunan adalarına tam deniz yetki alanları tanıyor. Burnumuzun dibindeki minicik Meis Adası, koca Türkiye’yi Antalya Körfezi’ne hapsediyor. Resmi bir niteliği olmasa da Sevilla haritası, Yunanlıların çok hoşuna giden ve sık sık atıfta bulundukları bir harita.

Türkiye, Sevilla haritasına mavi vatan atağı ile cevap verdi. İlk kez 2006 yılında deniz kuvvetlerince düzenlenen bir seminerde dile getirilen “Mavi Vatan Doktrini” Türkiye’nin Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’de ilan ettiği deniz yetki alanları anlamına geliyor. Bu doktrine göre, Türkiye’nin 783.562 km2’lik yüzölçümüne, 462.000 km2’lik deniz alanı vatan toprağı olarak ilave ediliyor. Mavi vatan taraftarlarından bazıları işi daha da ileri götürerek Ege’deki adaların hiçbirinin, hatta Girit’in bile deniz yetki alanına sahip olmadığını savunuyorlar, Kıbrıs’ın Karpat burnunu yok sayacak kadar ileri gidiyorlar.

Haritalar savaşında bir sonraki hamle yine Türkiye’den geldi. Türkiye, önce 27 Kasım 2019 tarihinde Libya ile Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin bir anlaşma imzaladı.18 Mart 2020 tarihinde de bu anlaşmadaki sınırlandırmayı içeren haritayı Birleşmiş Milletler’de kayda geçirdi. Tabii bu arada Yunanistan da boş durmadı. Mısır ile bazı bölgelerde Türkiye-Libya Anlaşması ile çakışan bir anlaşma imzaladı, kendi haritasını yayınladı.

Deniz Mekânsal Planlaması

Haritalar savaşının son perdesi, 15 Nisan’da yaşandı. UNESCO bünyesinde kurulan Oşinografi Komitesi’nin koordinasyonunda kıyı devletlerine önerilen Deniz Mekânsal Planlaması (DMP), deniz ve kıyı alanlarındaki faaliyetlerin uyum içinde yürütülmesini sağlamak amacıyla geliştirilen, bilim temelli bir planlama sürecidir. AB tarafından 2014 yılında yayınlanan bir direktifle, AB üyesi ülkeler için zorunlu hale getirilmiştir. Türkiye ve Yunanistan aynı gün Deniz DMP haritalarını açıkladılar. İşin aslını incelemek zahmetine girmeyen malum çevreler, Yunanistan’ın bu haritayla karasularını 12 mile çıkardığını, burnumuzun dibindeki adaların elden gittiğini öne sürerek yine “ver mehteri” nakaratlarına başladılar. Her şeyden önce ne Yunanistan’ın ne de Türkiye’nin hazırladığı DMP haritaları, gösterilen alanlarda egemenlik kurdukları anlamına geliyor. Nitekim Yunan Dışişleri’nce yapılan açıklamada, bu haritanın egemenlik hakkı oluşturmadığı veya kıta sahanlığı sınırı ilan etmek anlamına gelmediği vurgulanıyor. Haritada Yunanistan’ın Ege’deki karasuları genişliği de iddia edildiği gibi 12 değil, 6 mil olarak gösterilmiş. Türkiye’nin DMP haritasında ise Ege’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılması için orta hat esas alınmış. Türkiye Anakara’sına yakın Yunan adalarına deniz yetki alanı tanınmamış. Böylelikle her iki taraf da DMP’ler aracılığıyla mevcut müzakere pozisyonlarını konsolide etmiş oldular.

Türkiye'nin yayımladığı Deniz Mekânsal Planlama haritası
Yunanistan'ın yayımladığı resmî harita

Yeni bir kriz çıkmadı

DMP’lerin açıklanması İsrail, GKRY ve Yunanistan arasında elektrik bağlantısı sağlanması için deniz tabanına kablo döşenmesi, Mora yarım adasının güneyinde Türkiye ile Libya arasındaki anlaşmada kayıtlı bazı alanlarda Amerikan petrol şirketlerine sondaj lisansı verilmesiyle Ege’de gerilimin arttığı bir döneme rastladı. Mevcut olumsuz ortama rağmen DMP haritaları yüzünden yeni bir kriz yaşanacağına ilişkin endişeler yersiz çıktı. Her iki tarafın da mutedil açıklamaları ve DMP haritalarının aynı gün yayınlanmış olması Yunanistan ve Türkiye’nin gelişmelerden birbirlerini önceden bilgilendirdikleri, hatta belirli bir eşgüdüm içerisinde hareket ettikleri olasılığını akla getiriyor.

Doğru adres Lahey Adalet Divanı

Yunanistan’ın DMP’nın açıklanmasından sonra Yunan Skai televizyonuna konuşan Dışişleri Bakanı Geripetrides, Türkiye’nin tepkisi sorulduğunda, “Türkiye’nin kendi görüşleri var. Tepkiyi bekliyorduk. Eğer farklı iki görüş varsa, orta yol da vardır. Çözüm yolu da münhasır ekonomik bölge için tahkimname hazırlanmasıdır” diyerek Lahey Adalet Divanı’nı adres gösterdi.

Ege’deki sorunlar için kavga edip karakolluk olmaktansa, görüşüp anlaşarak mahkemelik olmak, sanki iki taraf için de daha hayırlı olacak gibi görünüyor.

                                                             /././

T-24

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Adios Pepe* -BİRGÜN-

Pepe, ölüm haberini verirken bile hayatı gibi sade ve cesurdu: “Samimiyetle söylemem gerekirse, ölüyorum.” Sadece sözleriyle değil, ölümü ka...